122

"Hani sen, mü'minleri savaşa uygun yerlere yerleştirmek üzere, erkenden ailenden ayrılmıştın. Allah semî' ve âlimdir. O zaman içinizden iki zümre nerede ise bozuluyordu. Halbuki onların yardımcısı Allah'dı. Müminler ancak Allah'a tevekkül etsin"

Bil ki Allahü teâlâ, "Eğer sabreder, sakınırsanız onlarin hileleri size hiçbir şekilde zarar veremez" buyurunca, bunun peşisıra onlar sabredip ittikâ ettiklerinde, ilâhî nusret, yardım ve onlardan düşmanın zararlarını gidermedeki ve sabretmedikleri takdirde bunun aksini yapmadaki sünnetullahına delâlet eden hususu zikretmiş ve "Hani sen, mü'minleri savaşa uygun yerlere yerleştirmek üzere, erkenden ailenden ayrılmıştın..." buyurmuştur. Bu: "Onlar, Uhud gününde savaş için çok sayıda kimse idiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in emrine muhalefet edince, hezimete uğradılar. Halbuki Bedir günü savaşa yetecek sayıda adamları yoktu ve savaşa hazırlıklı da değildiler. Fakat Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emrine itaat etlikleri için galip gelip düşmanlarına üstün oldular" demektir ki, bizim görüşümüzü te'kid eder. Burada bir başka izah da şudur: Uhud gününde mü'minlerin kırılmaları münafık Abdullah İbn Übeyy'in ordudan ayrılmasıyla vuku bulmuştur. Bu da münafıkları sırdaş edinmenin caiz olmayacağına delâlet eder. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyetteki "Hanisen, erkenden ailenden ayrılmıştın" buyruğu hakkında şu.üç izah yapılmıştır:

a) Âyetin takdiri, "erkenden ayrıldığın o vakti hatırla..." şeklindedir.

b) Ebû Müslim şöyle demiştir: "Bu ifâde, atıf vâvı ile, "(Bedir savaşında) karşılaşan iki toplulukta sizin için bir ibret vardır. Onlardan biri Allah yolunda dögüşüyordu, diğeri ise kâfirdi..." (Al-i İmran, 13) âyetine atfedilmiştir. Yani Hak teâlâ, şöyle demek istemiştir: "Allah'ın mü'minlere yardım ettiğini bilesiniz diye, Allah'ın az olan mü'minlere, sayısı çok kâfirlere karşı yardım etmesinde sizin için ibret alınacak pek çok şey vardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mü'minleri savaşa uygun yerlere yerleştirmek için evinden erkenden çıkışında da onlar için böyle ibret vardır."

c) Bu ifâdenin âmili, lâfzıdır. Takdiri ise "Allah, onların yaptıklarım ve erkenden... çıktığın zamanı bilir" şeklindedir.

Bunun Hangi Savaş Olduğunda Farklı Görüşler

Âlimler, bu günün hangi gün olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ekseri âlimler "Bu, Uhud günüdür" demişlerdir. İbn Abbas, Süddi, İbn İshâk, Esamm ve Ebu Müslim'in görüşü budur. Bunun, Bedir günü olduğu söylenmiştir ki, bu Hasan el-Basrî'nin fikridir; Ahzâb (Hendek) günü olduğu da ileri sürülmüştür ki, bu da Mücahid ve Mukatil'in görüşüdür. Bu günün Uhud günü olduğunu söyleyenlerin delilleri şunlardır:

a) Siyer âlimlerinin ekserisi, bu âyetin Uhud savaşı hakkında nazil olduğunu öne sürmüşlerdir.

b) Hak teâlâ bu âyetin hemen peşinden, "Andolsun ki Allah size, Bedir'de yardım etmişti" (Al-i imran. 123) buyurmuştur ki, aşikâr olan, bu sözün önceki söze atfedilmesidir. Matufun, "matufun aleyh"ten başka olması gerekir. Bunun, Hendek günü olduğu görüşüne gelince, ashâb, Ahzâb gününde değil de Uhud gününde Hazret-i Muhammed'e muhalefet etmişlerdir. Binaenaleyh, bu ifâdenin Uhud kıssası hakkında olması daha uygundur. Çünkü bu kıssanın zikredilmesinden maksat, Hak teâlâ'nın, "Eğer sabreder ve ittikâ ederseniz, onların hileleri size hiçbir şekilde zarar veremez" (Âl-i imran, 120) âyetini izah etmektir. Böylece bu günün Uhud günü olduğu ortaya çıkmıştır.

c) Müslümanların kırılmaları ve düşmanların baskın çıkması, Ahzâb gününden ziyâde, Uhud gününde meydana gelmişti. Çünkü Uhud gününde onlar, sahabenin ileri gelenlerinden büyük bir topluluk öldürmüşlerdi. Ahzâb günündeyse böyle bir şey olmamıştır. Binaenaleyh âyeti Uhud gününe hamletmek daha evlâ olur.

Uhud Savaşı Konusunda Hazret-i Peygamber'in İstişare Etmesi

Rivayet olunduğuna göre müşrikler çarşamba günü Uhud'da karargâh kurdular. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabı ile istişare etti ve daha önce hiç çağırmadığı halde Abdullah İbn Übeyy'i çağırıp onunla da istişare etti. O ve çoğu ensar, "Ya Resûlullah Medine'de kal, onlara doğru çıkma. Biz şimdiye kadar hangi düşmana karşı çıktıksa, hezimete uğradık. Fakat hangi düşman üzerimize geldiyse, biz de onu hezimete uğrattık. Sen içimizde iken, ya nasıl olur? Binâenaleyh onları bırak, eğer orada durur iseler, kötü bir yerde durmuş olurlar. Yok eğer üzerimize gelirlerse erkeklerimiz onlarla yüz yüze harbeder, kadın ve çocuklarımız onlara taş atarlar. Eğer dönerler ise, umduklarını bulamadan pişman olarak geri dönmüş olurlar" dediler. Diğer bazıları da: "Bizi, şu köpeklere karşı çıkar da kendilerinden korktuğumuzu zannetmesinler" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hüyamda, yanımda bir sığır kesildiğini gördüm ve bunu hayra yordum. Kılıcımın ucunda bir gedik gördüm ve bunu da bir hezimete yordum. Sanki sağlam bir zırha sokulduğumu gördüm. Bu zırhı da Medine diye yordum. Medine'de kalıp, onları kendi haline bırakmaya ne dersiniz?" buyurdu.

Bedir savaşına katılamayan ve Ubud'da Allah'ın kendilerine şehâdeti nasîb ettiği bir grup müslüman, "Bizi, düşmana karşı çıkar" dediler ve bu hususta sonuna kadar ısrar ettiler. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'de ümmeti hatırına zırhını giydi. O zırhını giyince, ısrar edenler pişman oldular ve "Biz ne kötü yaptık! Hazret-i Peygamber'e vahiy geldiği halde, Ona yol göstermeye kalktık" diye pişman oldular da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Ya Resulallah, nasıl istiyorsan öyle yap" dediler. Hazret-i Peygamber de, "Ümmeti hatırına zırhını giyen bir peygambere, savaşmadan o zırhı çıkarmak yakışmaz" dedi.

Hazret-i Peygamberin Askere Savaş Düzeni Vermesi

Cuma günü, namazdan sonra çıktı. Cumartesi sabah şevvalin ortasında Uhud'un Şi'b bölgesine ulaştılar. Piyade olarak yürüyordu. Ashabını savaş için saf haline getirdi. Safları o kadar düzgün yapıyordu ki ileri çıkan bir göğüs gördüğünde "geri çekil" diyordu. Uhud vadisinin bir tarafına kondu, kendinin ve askerinin sırtını Uhud dağına verdi. Abdullah İbn Cübeyr (radıyallahü anh)'i okçulara kumandan yaparak, "Düşmanın arkamızdan saldırmaması için, bizi oklarınızla koruyun" dedi. Okçulara da, 'Burada sağlam durun, düşman sizi görünce dönecektir. Sakın dönenleri takip etmeyin ve buradan kesinlikle ayrılmayın" dedi.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Abdullah İbn Übeyy münafığının görüşüne muhalefet ettiği için bu, onun gücüne gitmiş ve "O, çocukların sözünü tuttu da benimkini tutmadı" demişti. Sonra kendi adamlarına da: "Muhammed, düşmanı ancak sizinle yenebilir. Ashabına, düşmanın kendilerini görünce hezimete uğrayacağını va'ad etti. Binâenaleyh onların düşmanlarını gördüğünüz zaman siz bozulunuz, onlar da bozulur ve peşinizden gelir. Böylece iş, Peygamberin dediğinin aksine olmuş olur" dedi. İki ordu karşılaşınca Abdullah ibn Übey, üçyüz arkadaşıyla kaçınca geriye yediyüz müslüman kaldı. Sonra Hak Tealâ onlara güç verdi, böylece onlar müşrikleri bozguna uğrattılar.

Mü'minler Galip Gelince Okçuların Çoğunun Yerlerinden Ayrılmaları

Mü'min okçular, müşriklerin bozguna uğradığını görünce ve Allahü teâlâ onları böylece müjdelediği için bu hâdisenin Bedir gibi olacağını düşünerek, kaçanların peşine düştüler ve arzuladıkları şeyi Allah onlara gösterdikten sonra, Peygamberin emrine muhalefet ederek mevzilerini terkettiler. Böylece Allahü teâlâ, Peygambere bir daha muhalefet etmesinler ve Bedir günü elde ettikleri zaferin Allah'a ve Resûlullah'a itaat etmelerinin bereketiyle olduğunu ve Allahü teâlâ'nın onları düşmanla başbaşa bırakması halinde onlara mukavemet edemeyeceklerini bilsinler diye, bu gibi hareketlerden onları iyice koparmak istedi. Sırf müslümanların Hazret-i Peygamber'e muhalefetleri yüzünden Cenâb-ı Hak müşriklerin kalplerinden korkuyu alıverdi ve tekrar dönüp hücuma geçtiler.

Müslüman Ordusunun Dağılması

Müslümanlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in etrafından dağıldılar. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hani siz, durmadan uzaklaşıyor ve hiç kimseye bakmıyordunuz. Peygamber ise arkanızdan sizi çağırıyordu" (Âl-i imran, 153) buyurmuştur. O esnada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yüzü yaralandı ve dişi kırıldı. Talha (radıyallahü anh)'nın Hazret-i Peygamberi korurken kolu kesildi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında sadece Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ali, Hazret-i Abbas, Hazret-i Talha ve Hazret-i Sa'd (radıyallahu anhüm) kalmıştı. Asker arasında "Muhammed öldürüldü" sesleri yükseldi. Ensar'dan künyesi Ebû Süfyan olan birisi Ensara şöyle sesleniyordu: "Allah'ın Resulü işte, Allah'ın Resûlü işte.." Bunun üzerine muhacir ve Ensar ona doğru geldiler. Bu savaşta müslümanlarda yetmiş kişi şehid olmuş, pek çok kişi de yaralanmıştı. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kardeşini savunan müslümana Allah merhamet etsin" buyurdu ve beraberindekilerle birlikte müşriklerin üzerine hücum etti. Onları, ölüler ve yaralılar verdirerek uzaklaştırdı." En iyisini Allah bilir.

Bu Kıssadan Çıkan Ders

Bu kıssanın gayesi şudur: Kâfirler üçbin, müslümanlar ise bin, hatta daha az idiler. Sonra Abdullah İbn Übeyy üçyüz kadar adamıyla müslümanlardan ayrılınca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yediyüz kişiyle kaldı. Bundan dolayı Allahü teâlâ onlara yardım etti de kâfirleri hezimete uğrattılar. Sonra onlar Hazret-i Peygamber'in emrine muhalefet edip, ganimet elde etme arzusuna düşünce, durum aleyhlerine çevrildi de bozguna uğradılar ve olan oldu. Bütün bunlar, Hak teâlâ'nın, "Eğer sabreder ve ittikâ ederseniz, onların hileleri size hiçbir surette zarar veremez" (âl-i imran, 120) buyruğu ile, düşmanla yüzyüze gelip ona karşı koyanın, Allah'ın kendisine yardım ettiği kimseler; düşmandan yüz çevirip kaçanın da, Allah'ın kendisinden yardımını kestiği kimseler olduğu hususunu te'kid eder.

Dördüncü Mesele

Bir kimseyi bir yere yerleştirip ondurduğunda, denilir. kelimeleri de, konaklama yeri anlamına gelir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Savaşa uygun yerler" ifâdesinin manası, "savaşma yerleri, savaşma mahalleri" demektir. Araplar, ve kelimelerinin mekân manasında kullanılmaları hususunda sınırı geniş tutmuşlardır. Hak teâlâ'nın, "Hak ve doğruluk meclisinde..." (Kamer, 55) ve "Sen makamından kalmadan önce" (Neml, 39) âyetleri de böyledir. Yani, "Sen, meclisinden ve hüküm yerinden kalkmadan önce..." demektir. Cenâb-ı Hak burada, şu iki sebepten dolayı, mekânı, yeri lafzıyla ifade etmek istemiştir.

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara bulundukları yerde kalmalarını ve oradan hiç ayrılmamalarını emretmişti. Bir yerde oturan kimse, oradan ayrılmaz. Böylece Cenâb-ı Hak, onların orada kalmakta memur olduklarına ve kesinlikle oradan ayrılmayacaklarına dikkat çekmek için orasını diye isimlendirmiştir.

b) Savaşanlar bazan, düşmanla yüzyüze gelinceye kadar belirli mıntıkalarda bulunur; gerektiğinde de, savaşmak için oralardan kalkarlar. İşte Cenâb-ı Hak o yerleri, bu sebepten dolayı diye adlandırmıştır.

Beşinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın "Hani sen, mü'minleri savaş için uygun yerlere yerleştirmek üzere, erkenden ailenden ayrılmıştın" buyruğudur. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah erkenden Hazret-i Aişe'nin hanesinden ayrılmış ve yaya olarak Uhud'a kadar gitmiştir. Bu, Mücahid ve Vakıdî'nin rivayetidir. Böylece bu nass, Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha)'nin (o sıralarda) Hazret-i Peygamber'in hanımı olduğuna delâlet etmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, "Temiz kadınlar temiz erkeklere; temiz erkekler de temiz kadınlaradır" (Nûr, 26) buyurmuştur. Böylece bu nass, Hazret-i Aişe'nin her türlü çirkin fiillerden tertemiz ve uzak olduğuna delâlet eder. Bakmaz mısın? Hazret-i Nuh'un çocuğu kâfir olunca Cenâb-ı Hak, "O, senin ailenden değildir" (Hud, 46) buyurmuştur. Lût (aleyhisselâm)'un karısı da böyledir (Tahrim, 10).

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Allah, herşeyi hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir" buyurmuştur. Yani, "Allah sizin sözlerinizi hakkıyla duyan, sizin kalplerinizde sakladığınız şeyleri ve niyetlerinizi yine hakkıyla bilendir, " Biz daha önce, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu harp konusunda ashabıyla müşavere ettiğini zikretmiştik. Ashabından bazıları O'na, "Medine'de kal!" bazıları da, Medine dışına çık" demişlerdi. Onların her bir kısmının böyle söylemelerinde birer maksatları var idi. Her bir görüşe de hem taraftar, hem de muhalif olanlar var idi. İşte bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, "den onların dediklerini bihakkın işiten ve gizlediklerini de bihakkın bilenim" buyurdu.

Cenâb-ı Hak daha sonra, "O zaman içinizden iki zümre, neredeyse bozuluyordu" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hak teâlâ'nın bu beyânında âmil olan kelimenin ne olduğu hususunda şu açıklamalar yapılmıştır:

a) Zeccâc, bunun âmilinin (......) kelimesi olduğunu, mananın da, "Yerleştirmek işi o zamanda idi" şeklinde olduğunu söylemiştir.

b) Bunun âmilinin, O'nun sözünün olması..

c) Bu ifâdenin, sözünden bedel olması da caizdir.

İkinci Mesele

Âyette bahsedilen iki taifeden maksat, Ensârdan olan iki kabiledir ki bunlar da, Hazreç'ten Benû Seleme ve Evs'ten Benû Harise'dir. Abdullah İbn Ubey münafığı ordudan ayrılınca, bu iki grup da İbn Ubeyy'e tabi olmayı gönüllerinden geçirmişlerdi. Ama Cenâb-ı Hak onları korudu da, böylece onlar Resulullah'ın yanında kaldılar. Alimlerden bazıları şöyle demişlerdir: Allahü Teâlâ bu iki cemaatın kim olduğunu açıkça söylemeyip müphem bırakmış ve bunu gizli tutmuştur. Binaenaleyh bizim, Allah'ın saklı ve gizli tuttuğu şeyin perdesini kaldırmamız caiz olmaz.

Cenâb-ı Allah'ın Günahkâr Kimseyi Himaye Etmesi Meselesi

(......) kelimesi, korkmak ve çığlık atmak anlamlarına gelir. Buna göre şayet, "Bir şeye kastetmek, azmetmek demektir. Binâenaleyh, âyetin zahiri bu iki taifenin korkmaya ve savaşı bırakmaya azmettiklerine delâlet eder. Bu ise masiyettir. O halde daha nasıl bu iki cemaat hakkında "Halbuki onların yardımcısı Allah'dı" (Al-i İmran, 122) denilebilir?" denilirse, buna şöyle cevap verilir:

(......) kelimesiyle bazan azmetmek, bazan düşünmek, bazan kişinin zihninden bazı şeyler geçirmek kastedilir; bazan ise bu kelimeyle, düşmanın gücüne, sayısının çokluğuna, teçhizatının mükemmel olduğuna delâlet eden bir mâna murad edilir. Çünkü, kendisinden böyle şeyler sadır olan kimsenin, kalbinin zayıflamasına sebebiyet veren şey kendisinden sadır olması sebebiyle, korkmayı ve feryâd etmeyi aklından geçirmiş olmakla vasfedilmesi doğru olur. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, "O zaman içinizden iki zümre, neredeyse bozuluyordu" buyruğu onlardan herhangi bir masiyet ve günahın çıkmış olduğuna delâlet etmez. Hem, onlardan böyle bir masiyetin sudur ettiği farzedilse bile, bu masiyetin, O'nun, "Halbuki onların yardımcısı Allah'dı" buyruğunun delaletiyle, büyük günahlardan değil de küçük günahlardan olduğu söylenebilir. Çünkü böyle bir şeye kastetmek, eğer büyük günahlardan olsaydı, Allah'ın onların yardımcısı olması söz konusu olmazdı.

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Halbuki onların yardımcısı Allah'dır" buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır:4.

Birinci Mesele

Abdullah İbn Mesud, bu tabiri "Allah onların yardımcısıdır" şeklinde okumuştur. Bu, Hak teâlâ'nın tıpkı "Mü'minlerden iki taife vuruştuklarında..." (Hucurat, 9) buyurması gibidir.

İkinci Mesele

Bu tabirin mânası hakkında şu izahlar yapılmıştır:

a) Bundan murad, bu niyetin, onları Allah'ın dostluğundan çıkarmadığını beyân etmektir.

b) Sanki şöyle denilmek istenmiştir: Allahü teâlâ, onların yardımcısı ve onların işlerinin idarecisidir. O halde daha nasıl onlara bu korku ve, Allahü teâlâ'ya tevekkül etmeme yakışabilir?

c) Burada, bu korku ve hezimete uğramanın vuku bulmadığına dikkat çekmek söz konusudur. Çünkü Allahü teâlâ, bu iki grubun da dostudur. Böylece, tevfiki ve ismetiyle onlara yardım etmiştir. Bundan maksat, Hak subhânehû'nun muvaffak kılması ve doğruya iletmesi olmasaydı, hiçkimsenin günahların karanlıklarından kurtulamayacağını beyân etmektir. Bu izahın doğruluğuna, O'nun, bu sözün hemen peşinden getirmiş olduğu, "Mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsin" ifâdesi de delâlet etmektedir.

Buna göre şayet, "Bazı kimselerin, bu âyet nazil olduğunda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Allah'a yemin olsun ki, Allah bize o ikigrubun dostu ve yardımcısı olduğunu haber vermişken, o iki gurubun kasdetmiş olduğu şeye bizim kastehnemiş olmamız bizi sevindirmedi?" dediğini rivayet etmelerinin manası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun mânası, Allahü Teâlâ'nın, onları övmesi, haklarında, kendisinin onların yardımcısı olduğunu söyleyen bir âyet indirmesi ve bu düşüncenin onları Allah'ın oostluğundan çıkarmamış olması sebebiyle onlar için meydana gelmiş olan şereften dolayı çok büyük bir sevinç ve neşe duymaktır.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsin" buyurmuştur, (......) kelimesi babından bir masdardır. Bu kelime, bir kimse bir işi kendi üzerine almayıp, o hususta başkasının yeterliliğine itimad ettiği zaman söylenilen, falancaya bıraktı" tabirinden alınmadır. Âyet-i kerime, insanın, kendisine arız olan kötülük ve belâları, Allah'a tevekkül ederek savuşturmasının ve bu tevekkül ile feryadı, figânı yok etmesi gerektiğine bir işaret vardır.

Bedirdeki Yardım Takva Sebebiyle Olmuştu

122 ﴿