136

"Ve (Onlar) çirkin bir günah işledikleri, yahut nefislerine zulmettikleri vakit Allah'ı hatırlayarak, hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenlerdir. Cünahları Allah'tan başka kim bağışlar! Bir de onlar, işledikleri (günah) üzerinde, bile bile ısrar etmeyenlerdir. İşte onların mükafaatı, Rab Taâlâ'dan bir bağışlanma ve altından ırmaklar akan cennetlerdir. (Onlar) orada ebedi kalıcıdırlar. (Böyle) yapanların mükafaatı ne güzeldir!" .

Bil ki, bu âyetlerin, önceki âyetlerle münasebeti şu iki bakımdandır:

1- Allahü teâlâ, cennetin müttakiler için hazırlandığını bildirince, müttakilerin iki kısma ayrıldığını da beyân etmiştir: Birincisi, tâat ve ibâdete yönelen kimselerdir ki Hak teâlâ onları, bollukta ve darlıkta infâk eden, öfkelerini yutan ve insanları affeden kimseler olarak tavsif etmiştir. İkincisi, günah işleyip de sonra tevbekâr olanlardır ki, işte bunlar da kısmı ile anlatılan kimselerdir. Allahü teâlâ böylece, bu topluluğun da, birincisi gibi, muttakilerden olduğunu beyân etmiştir. Çünkü günahkâr, günahından tevbe ettiği zaman, durumu, Allah katında bir makam ile ikrama müstehak olmada, hiç günah işlememiş olan kimsenin durumu gibi olur.

2- Allahü teâlâ, insanı önceki âyette başkalarına iyilik etmeye; bu âyette de kendisine iyilik etmeye teşvik etmiştir. Çünkü günahkâr tevbe ettiği zaman, kendisine iyilik yapmış olur. Âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Âl-i İmran 135-136 Âyetlerinin Nüzul Sebebi

İbn Abbas (radıyallahü anh) şunu rivayet etmiştir: Bu âyet, birisi ensardan, birisi de Sakil kabilesinden olan iki adam hakkında nazil olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu iki müslümanı birbirlerine kardeş kılmıştı ve bunlar hiç birbirlerinden ayrılmıyorlardı. Sakîf'li olan, kur'a neticesinde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile bir sefere gitti. Aralarında anlaşma olduğu için ensardan olan, onun ailesine bakmayı üzerine aldı ve bunu yerine getirdi. Sonra onu, hanımını öpmeye yeltendi. Kadıncağız ellerini yüzüne kapadı. Bunun üzerine adam pişman oldu. Sakîf'li olan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile seferden dönünce, ensarlı olanı göremedi. Ensarlı, tevbe etmek için başını alıp dağlara gitmişti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) durumu öğrenince, bu âyet nazil oluncaya kadar bekledi, hiç birşey söylemedi.

İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: "Mü'minler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "jsrâiloğulları Allah katında bizden daha kıymetli. Çünkü onlardan biri bir günah işlediğinde, günahının keffâreti, evinin eşiğine, (mesela), "Burnunu kes, şöyle şöyle yap..." diye yazılması idf." dediler. İşte bunun üzerine Hak teâlâ, bu âyeti indirip, böylece ümmet-i Muhammedin günahlarının keffâretinın tevbe olduğunu bildirerek, onların İsrailoğullarından daha şerefli olduğunu beyân buyurmuştur.

Fahişe Kelimesinin Mânası

Âyetteki "fahişe" kelimesi, mahzûf bir kelimenin sıfatıdır. takdiri ise, "çirkin bir fiil" şeklindedir. Âlimler, âyetteki "fahişe" (çirkin günah) ile nefse zulmetme arasındaki farkı göstermek için şunları söylemişlerdir:

a) Keşşaf Sahibi şöyle demiştir: "Fahişe, yapılması tamamen çirkin olan bir şeydir. Nefse zulüm ise, insanın hesaba çekildiği herhangi bir günahtır."

b) "Fahişe", büyük günah, nefse zulüm ise küçük günah manasınadır. Küçük günahlardan istiğfar etmek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "günahından dolayı istiğfar et" (Muhammed. 19) âyetiyle mağfiret talebinde bulunmakla emrolunmasından dolayı, vaciptir. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in istiğfarı küçük günahlar için değil efdâl olanı bırakmadan (terk-i evlâ) dolayıdır.

c) "Fahişe", zina; nefse zulüm ise, öpme, dokunma ve bakmadır. Bu, âyeti İbn Abbas'dan rivayet ettiğimiz sebeb-i nüzule göre alanların görüşüne göredir. Bir de bunun sebebi şudur: Cenâb-ı Hak zinayı "fahişe" diye adlandırmış ve "Zinaya yaklaşmayın. Şüphesiz o, bir "fahişe"dir" (isra. 32) buyurmuştur.

Günahtan Sonra Allah'ı Hatırlama

Hak teâlâ'nın, "Allah'ı hatırlarlar" buyruğu hakkında şu iki izah yapılmıştır:

1- Bunun mânası, "Onlar, Allah'ın va'îdini veya ikâbını veyahut da Allah'ı saymayı ve O'ndan utanmayı gerektiren celâlini hatırlarlar" şeklindedir. Buna göre, bu ifâdedeki "Allah" lafzının muzâfı hazf edilmiştir. Buradaki "zikir", "nisyan" (unutma)nın zıddıdır. Bu, Dahhâk, Mukâtil ve Vâkidî'nin görüşünün ifâde ettiği manadır. Çünkü Dahhâk şöyle demiştir: "Onlar, Allah'a karşı en büyük arzedilişi (yani kıyameti) hatırlarlar." Mukâtil ile Vâkidî ise, "Onlar, Allah'ın kendilerini hesaba çekeceğini düşünürler" demişlerdir. Bu böyledir. Çünkü Cenâb-ı Allah, bu kelimenin peşinden, "Hemen günahlarının bağışlanmasını isterler" buyurmuştur ki, bu da, bağışlanma isteyişin, o hatırlamanın bir neticesi ve eseri gibi olduğunu gösterir. İstiğfarı gerektiren hatırlamanın, ancak Allah'ın ikâbını, nehyini ve va'îdini hatırlama olacağı malumdur. Bu âyetin bir benzeri de "Takvaya erenler (yok mu?), işte onlara şeytandan herhangi bir vesvese iliştiği zaman, İyice düşünürler, bir de bakarsın ki onlar (gerçeği) görüp bilmişlerdir" (A'raf, 201) âyetidir.

2- Bu âyetteki "zikir"den murad, Allah'ı medh-ü sena edip, zikretmektir. Çünkü Allah'tan bir şey isteyen kimseye, o isteğini ifâde etmeden önce Allah'ı hamd-ü sena etmesi gerekir. Burada da, murad onların günahlarının bağışlanmasını istemeleri olunca, onlar önce Allah'ı hamd-ü sena edip, sonra da istiğfara yönelmişlerdir.

Daha sonra Allahü Teâlâ, "Hemen günahlarının bağışlanmasını isterler" buyurmuştur. Bundan murad, tevbeyi doğru bir şekilde yapmaktır. Bu da, gelecekte o günahın benzerini yapmamaya kesin kararlı olarak, yaptığı işe pişman olmaktır. İşte tevbenin hakikati budur. Dil ile istiğfar etmeye gelince, bunun günahı silmede bir tesiri yoktur. Fakat töhmeti kaldırmak ve Allah'a yöneldiğini ortaya koymak için, insanın dili ile açıktan istiğfar etmesi vaciptir. lâfzındaki lâm harf-i cerri, "günahlarından dolayı" manasınadır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Günahları, Allah'tan başka kim bağışlar" buyurmuştur ki bundan maksat, kulun, bağışlanmayı ancak Allah'tan isteyebileceğidir. Çünkü dünya ve âhirette insanları cezalandırmaya kadir olan Allah'tır. Binâenaleyh o günahın cezasını kaldırmaya kadir olan da O'dur. Öyle ise mağfiret ancak O'ndan talep edilebilir.

Sonra Cenâb-ı Allah: "Bir de onlar, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir" buyurmuştur. Bil ki âyetteki "Günahları, Allah'tan başka kim bağışlar" buyruğu, ma'tûf ile ma'tûfun aleyh arasına girmiş bir mu'tarıza (ara) cümlesidir. Buna göre takdir, "(Onlar) hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler ve işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir" şeklindedir.

Hak teâlâ'nın, "Bile bile (bildikleri halde)" buyruğu hakkında da şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu ifâde, fiilinin failinden "hal"dir. Takdiri ise, "Onlar, o günahın mahzurlu ve haram olduğunu bilip dururken, o günahta ısrar etmezler" şeklindedir. Çünkü bir İşin haram olduğunu bilmeyenler bazan mazur sayılabilirler. Fakat haram olduğunu bilenler, bile bile yaptıkları o işten dolayı kesinlikle mazur sayılmazlar.

b) Bu tabirden maksat, akıl, temyiz (iyiyi kötüden ayırma) ve günahlardan kaçınabilme imkânı kastedilmiştir. Binaenaleyh, bu ifâde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Üç kimseden kalem (mesuliyet) kaldırılmıştır..." Keşfu'l-Hafâ, 1/434. hadisinde ifâde ettiği şey gibidir.

Daha sonra Hak teâlâ, "İşte onların mükâfaatı, Rab Teâlâ dan bit bağışlanma (mağfiret) ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. (Onlar) orada ebedi kalıcıdırlar. (Böyle) yapanların mükâfaatı ne güzeldir!" (Âl-i İmran, 136) buyurmuştur. Bu, şu mânaya gelir: "Elde edilmek istenen (mutlûb) şey ikidir. Birincisi, Cenâb-ı Hakk'ın ikâbından emin olmak ki, Allah buna "Rab Taâlâ'dan bir bağışlanma" ifadesiyle işaret etmiştir. İkincisi ise, kullara mükâfaat vermesidir ki, bu da "Altlarından ırmaklar akan cennetler ki (onlar) orada ebedi kabadırlar" buyurmakla göstermiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Böyle) yapanların mükâfaatı ne güzeldir!" diyerek, onlar için meydana gelen şeyin bir mağfiret olduğunu ve cennetlerin de onların amellerinin bir mükafaatı ve karşılığı olduğunu beyân etmiştir. Kâdr şöyle demiştir: "Bu ifâde, "mükâfaat, Allah'ın bir lütfudur, insanların amellerine karşı verilmiş bir karşılık değildir" diyenlerin görüşünü iptal eder."

136 ﴿