141

"Eğer siz bir yara almış iseniz, o kavim de o kadar yara almış idi. Biz, o günleri insanların arasında döndürür dururuz. Bu, Allah'ın iman edenleri bilmesi (ortaya çıkarması) ve içinizden şehidler edinmesi, mü'minleri tertemiz yapıp kâfirleri de helak etmesi içindir. Allah zalimleri sevmez" .

Bil ki, bu söz, Hak teâlâ'nın "Gevşemeyin, mahzun olmayın. Siz, eğermü'min iseniz, en üstün olanlarsınız" (Al-i imran, 139) âyetini tamamlayan bir sözdür. Böylece Cenâb-ı Hak, onlara isabet eden bu yara-berenin, onların düşmanla cihad etme hususundaki gayret ve çabalarını yok etmemesi gerektiğini beyân buyurmuştur. Çünkü, bu yara ve bereler müslümanlara isabet ettiği gibi, bundan önce de, aynısı onların düşmanlarına da isabet etmişti. Onlar, kendi bâtıl inançları ve bunun kötü neticeleri yanında, kendilerine isabet eden yaralanma ve ölümlerden dolayı harb konusunda bir gevşeklik izhâr etmemişlerdi. Binaenaleyh, elde edeceğiniz güzel netice ve hakka sarılmış olmanız sebebiyle böyle bir gevşekliğin size arız olmaması daha evlâdır. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza, Kisaî ve Âsım'ın ravisi Ebu Bekr, kâf harfinin dammesiyle (......) şeklinde okumuşlardır ki, aynı kıraat Cenâb-ı Hakk'ın, "kendilerine yara isabet ettikten sonra" (Âl-i imran, 172) âyeti için de geçerlidir. Diğer kıraat imamları ise, her iki yerde de kâf harfinin fethasıyla (......) şeklinde okumuşlardır. Onlar şu şekilde ihtilâf etmişlerdir:

a) İkisinin manası da bir olup, "Bolluk, zenginlik, vecd..." ve zayıflık kelimeleri iki kullanıştırlar.

b) Fetha ile okumak Tihâme ile Hicaz'ın; damme ile okumak ise, Necid'in okuyuş şeklidir.

c) Fetha ile okunursa masdar, damme ile okunursa isim olur.

d) Bu, Ferrâ'nın görüşüdür. Buna göre fetha ile okunursa, bizzat yaranın kendisi; damme ile okunursa, yaranın acısı, sızısı anlamına gelir.

e) İbn Mıksem, bunların iki ayrı lügat olduğunu, ama ne var ki fethalı okunmasının, bu kelimenin, (......) kelimesinin çoğulu olmasını hatıra getirdiğini

İkinci Mesele

Âyet hakkında şu iki izah yapılmıştır:

a) Size Uhud günü bir yara-bere, acı dokunduysa, Bedir'de de onlara bunlar isabet etmişti. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Size, iki katını onların başlarına getirdiğiniz bir musibet gelip çatmış olduğu için mi, "Bu nereden (geldi)" dediniz" (Al-i İmran. 165) âyeti gibidir.

b) Uhud'da sizin başınıza gelen yaralanma ve öldürülme gibi musibetlerin bir misli de, Bedir'de o kâfirlerin başına gelmişti. Çünkü onlardan yirmi küsur kimseyle sancakdartarı öldürülmüştü. Pekçoğu da yaralanmıştı. Bütün atlarıysa, oklanarak öldürülmüştü. Ve onlar gündüzün evvelinde hezimete uğratılmışlardı.

Buna göre eğer, "Uhud'da müslümanların yarası müşriklerinki kadar olmadığı halde, niçin Cenâb-ı Hak, "Onun misli kadar bir yara" buyurmuştur?" denilirse biz deriz ki, buradaki, (......) kelimesinin, ölülerin sayısıyla değil, sırf bozulma ve hezimete uğrama ile tefsir edilmesi gerekir.

İlahî Hikmet Gâh Zafer, Gâh Mağlubiyet İster

Cenâb-ı Hak sonra, "diz o günleri insanların arasında döndürür dururuz" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) kelimesi mübteda, sıfat (müşârun ileyh), ifâdesi ise, mütbedânın haberidir. "O günler.." ifâdesinin, mübteda ve (......) haber olduğu da söylenebilir. Bu senin, "Bu günlerdir ki, her yeniyi eskitirler" demen gibidir. Buna göre Hak teâlâ'nın "o günler" tabiri şaşırtıcı bütün olayların günlerine işarettir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu günlerin dönüp dolaştığını, bazan insan aleyhine, bazan de lehine olduğunu; harbteki muzafferiyetin nöbet nöbet olduğunu beyân etmiştir:

İkinci Mesele

Kaffâl şöyle demektedir: (......) kelimesi, bir şeyi bir kimseden başka bir kimseye nakletmektir. Nitekim, bir şey elden ele dolaştığında denilir. Hak teâlâ'nın, (Haşr. 7) âyeti de böyledir. Yani, "Ta ki sizden sadece zenginler arasında dolaşan bir mal (devlet) olmasın" demektir. Yine denilir ki bu, dünyanın, bir toplumdan başka bir topluma, ondan da daha başka bir topluma... geçmesi demektir. Yine, zaman bir kimsenin lehine çalıştığında denilir. Buna göre, âyetin mânası şudur: Dünyanın günleri insanlar arasında dönüp dolaşır. O'nun ne sevinci, ne de tasası devamlı değildir. Bir gün, kişinin kendisi için sevinç, düşmanı içinse keder meydana gelirken, başka bir gündeyse bunun aksi olur. Dünyanın hiçbir durumu daima aynı kalmaz, hiçbir eseri de daima kalıcı olmaz..

Bil ki bu elden ele dolaşmadan maksad, Allahü Teâlâ'nın bazan mü'minlere, bazan da kâfirlere yardım etmesi değildir. Bu böyledir, çünkü Allah'ın yardımı şerefli bir makam ve büyük bir izzettir. Binaenaleyh, bu kâfire lâyık değildir, Bilâkis bu elden ele dolaştırmadan maksad, Cenâb-ı Hakk'ın, sıkıntı ve meşakkatleri bazan kâfirlere, bazan da mü'minlere çok vermesidir. Bunun faydası şunlardır:

a) Cenâb-ı Hak, şayet, her zaman kâfirlerin sıkıntısını arttırıp, mü'minterin de sıkıntısını gidermiş olsaydı, iman etmenin hak, etmemenin ise bâtıl olduğuna dair zarurî bir ilim meydana gelmiş olurdu. Eğer bu böyle olsaydı, o zaman da teklifin, mükâfaat ve cezanın anlamı kalmazdı. İşte bu sebepten dolayı, şüpheler bulunmaya devam etsin ve mükellef de, İslâm dininin gerçek olduğuna delâlet eden delilleri inceleyerek bu şüpheleri gidersin, böylece de Allah katındaki mükâfaatı büyüsün ve çoğalsın diye, mihnet ve sıkıntıyı bazan iman edenlere, bazan da kâfirlere musallat eder.

b) Mü'min, bazan isyan etmeye yeltenir. Böylece de, Allah'ın o kimseye dünyada şiddetli bir meşakkat ve mihnet vermiş olması, onun için Allah Tââlâ katında bir terbiye etme olmuş olur. Ama kâfirin sıkıntısını arttırması, Allahü teâlâ'nın ona olan gazabı ndand ir.

c) Dünyanın lezzet ve elemleri devamlı değil, onun muhtelif halleri sonlu ve sona ericidir. Devamlı olan saadetler, ancak Ahiret yurdunda tahakkuk eder. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, dirilttikten sonra canlıları öldürür; sıhhat verdikten sonra da hasta eder. Cenâb-ı Hakk'ın bu fiilleri güzel ve uygun olunca, O'nun sevinci sıkıntıya; kudreti acizliğe dönüştürmesi niçin güzel olmasın? Rivayet edildiğine göre Ebû Süfyan Uhud gününde hem dağa tırmanıyor, hem de "Nerede İbn Ebî Kebşe (Hazret-i Peygamber); nerede İbn Ebî Kuhâfe (Hazret-i Ebu Bekir) ve nerede İbnul-Hattâb (Hazret-i Ömer)?" diyordu. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, "Şu, Allah'ın Resulü, şu Ebü Bekir; ben Ömer de işte!" dedi. Buna karşılık Ebû Süfyan, "Gün, güne mukabildir. Günler, insanlar arasında dönüp dolaşır. Harb (de muzafferiyet), nöbetleşedir" dedi. Buna mukabil, Hazret-i Ömer, "Hayır, bunlar birbirine denk değildir. Bizim ölülerimiz cennette, sizinkiler ise cehennemdedir" dedi. Ebû Süfyan da, "Eğer durum sizin iddia ettiğiniz gibiyse, biz muhakkak ki umduğumuzu bulamadık ve hüsrana uğradık demektir.." dedi.

Hak teâlâ'nın "Bu, Allah'ın ilmini iman edenlere açıklaması içindir" buyruğu hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) lafzındaki lâm harfi, ya kendisinden önce, ya da kendisinden önce takdir edilen bir fiile mütealliktir. Kendisinden sonra takdir edilmesi halinde, ifâdenin takdiri, "Biz iman edenleri bildirelim, tanıtalım diye bu devlet ve hakimiyetin elden ele dolaşmasını yaptık, yarattık" şeklinde olur. Kendisinden önce takdir edilmesi halinde ifâdenin takdiri, "Biz şu sebeplerden dolayı, o günleri insanların arasında döndürüp durduk:

a) Allah iman edenleri bildirsin diye...

b) Sizden şehitler edinmek için..

c) Mü'minleri tertemiz yapmak..,

d) Kâfirleri helak etmek..

Bütün bunlar, zamanın döndürüp dolaştırılması için bir sebep ve illet gibidirler.

"Allah Bilsin Diye Şöyle Yaptı" Tabirinin İzahı

Hak teâlâ'nın, sözünün başındaki vâv harfinin benzerleri Kur'ân-ı Kerim'de pek çoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak "Kesin ilme erenlerden olması için..." (Enâm, 75) ve "Bir de, âhirete inanmayanların gönülleri ona meyletsin... diye" (En'âm, 113) buyurmuştur. Bu kelâmın takdiri ise, "şöyle şöyle olsun... ve bir de Allah bildirsin, tanıtsın diye o günleri biz insanlar arasında dönüp dolaştırıyoruz" şeklindedir. Burada, başlarına gelmiş olan musibetlerden dolayı onları teselli etmek, onlara, bu vakayı ve bu vakadaki durumlarını bildirmek ve bunda, bilmeleri halinde kendilerini mesrur edecek çeşitli faydaların mevcut olduğunu bildirmek ve bu döndürüp dolaştırmada sadece tek bir maslahatın bulunmadığını ihsas etmek için, ma'tufun aleyh hazfedilmiştir.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ'nın "Bu, Allah'ın ilmini iman edenlere açıklaması... içindir" buyruğunun zahiri, Allahü Teâlâ'nın bu döndürüp dolaştırmayı böyle bilgiyi elde etmek için yaptığını ihsas ettirmektedir. Halbuki, Allah hakkında böyle bir şeyin imkânsız olduğu malûmdur. Bir müşkillik arzetme bakımından bu âyetin benzeri ifâdeler, "Yoksa siz -Allah içinizden savaşanları belit etmeden- sebat edenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?" (Âl-i İmran, 142), "Andolsun, biz onlardan evvelkileri de imtihan ettik. Allah muhakkak ki dosdoğru olanları da bilir, elbette yalancı olanları da bilir" (Ankebut, 3), "İki zümreden hangisi ne kadar beklediklerini daha iyi hesab edicidir, bilelim diye" (Kehf, 12). "Ta ki sizden mücahidleri ve sabredenleri bilelim diye..." (Muhammed, 31), "O peygambere uyanları... bilelim içindir" (Bakara. 143) ve "Hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için..." (Mülk, 2) âyetleridir. Hişam İbn Hakem, bu âyetlerin zahirine tutunarak, Allahü Teâlâ'nın, sadece meydana gelirken hadiseleri bildiğini iddia etmiş ve bütün bu âyetlerin, Allahü teâlâ'nın, eşya meydana gelirken onların meydana gelişlerini bildiğine delâlet ettiğini söylemiştir.

Kelâmcılar buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Aklî deliller, Allahü teâlâ'nın hadiseleri, vuku bulmadan önce bildiğine delâlet eder. Binâenaleyh Allah'ın ilminde bir değişmenin imkansız olacağı sabit olmuştur. Fakat "İlim" kelimesinin."malum" (bilinen); "kudret" kelimesinin de "makdûr" (güç yetirilen kudrete konu olan şey) mânasına kullanılması meşhur bir mecazdır. Meselâ bir insanın bildiği şeyler kastedilerek, "Bu, falancanın ilmidir"; yine gücünün yettiği şeyler kastedilerek, "Bu, falancanın kudretidir" denilir. Binâenaleyh yukarıda zikredilen her âyetin zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın ilminin teceddüd ettiğini (yenilendiğini ve sanki değiştiğini) hissettirse bile, yenilenen ilmi değil, ilminin taalluk ettiği şeylerdir.

Bunu böylece kavradığın zaman biz deriz ki, bu âyeti tefsir için şu izahlar yapılmıştır:

a) "İhlaslı olanı münafık olandan, mü'mini de kâfirden ayırıp ortaya koymak için...";

b) "Allah (dostları) bilsin diye..." Böylece Cenâb-ı Hak bu işi yüceltmek için kendisine izafe etmiştir.

c) "İmtiyazın (aralarında farklılığın) bulunduğunu göstermek için..." Böylece "ilim" kelimesi, imtiyazı gösterme manasında kullanılmıştır. Çünkü farklılığın olduğuna hükmetme ancak ilimden sonra olur.

d) "Bu vakıanın onlardan sudur edeceğini bildiği gibi, bizzat sudûrunu da bilmek ve görmek için..." Çünkü mücâzât ve mükâfaat, gerçekleşmemiş bilgiye göre olmayıp, bizzat tahakkuk eden şeye göre olur.

Dördüncü Mesele

"İlim" (bilmek) fiili bazan bir mef'ul alır. Meselâ, (Zeyd'i bildim) yani, "Zeyd'in kendisini bildim ve tanıdım" denilmesi gibi. Bu fiil, bazan da iki mef'ul alır. Meselâ, "Zeyd'i, (cömert tanıdım)" denilmesi gibi. Bu âyette murad edilen, bu ikinci şekildir. Fakat âyette ikinci mef'ul hazfedilmiştir ve takdiri şöyledir: "Allah, imân edenleri imanlarıyla başkalarından ayrılmış olduklarını bilsin ve görsün diye..." Yani, günleri insanlar arasında böyle dolaştırmanın hikmeti, iman edenlerin, sabırları ve İslâm'da sebatları ile, imân ettiklerini iddia eden münafıklardan ayrılmalarını temin etmedir." Buradaki "ilim" fiilinin, o insanların kendilerini bilme manasında, tek mef'ul alan (İlk) kısımdan olması da muhtemeldir. Buna göre mâna, "onların düşmanlarına karşı cihadda gösterdikleri sabır sebebiyle, Allah imân edenleri tanısın ve görsün diye..." yani, "onların bizzat kendilerini tanısın diye.." şeklinde olur. Fakat ne var ki, bu ilmin meydana gelmesinin sebebi olan şey, yani "sabrın ortaya çıkması" âyette hazfedilmiştir.

Şehadet Mertebesinin Yüksekliği

Hak teâlâ'nın, "ve içinizden şehidler edinmesi (içindir)" buyruğundan murad, bu müdâvele (günleri döndürme)nin ikinci hikmetini zikratmektir. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu tabirin izahı hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1- "Onlardan sâdır olan günah ve itaatsizlikler sebebiyle siz müslümanlardan, insanlara karşı şâhidler edinmek için..." Çünkü müslümanların, insanlar aleyhine şâhid oluşları yüksek bir makam ve yüce bir derecedir.

2- Bundan maksad. "Allah bir topluluğa, şehidlikle ikramda bulunsun diye..." mânâsıdır. Çünkü müslümanlardan bir kısım, Bedir savaşında bulunamamışlardı. Onlar, düşmanla karşı karşıya gelmeyi ve kendileri için Bedir gibi bir gün gelip de düşmanla savaşıp şehid olmayı istiyorlardı. Hem Kur'ân, şehidlerin yüceliğini gösteren ifâdelerle doludur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rab Taâlâ katında diridirler.. (Cennet nimetleriyle) rızıklanıyorlar" (âl-i İmran, 169). "Peygamberler ve şühedâ getirildi..." (Zümer.69) ve "Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, siddiklarla, şühedâ ile ve sâlihlerle beraberdirler..." (Nisa, 69) buyurmuştur. Binâenaleyh bu makam, nübüvvetten sonra gelen üçüncü makamdır. Durum böyle olunca bu, bu müdâveleden elde edilmek istenen faydaların birisi de bazı mü'minler için şehidlik makamının elde edilmesi olmuş olur.

İkinci Mesele

Âlimlerimiz bu âyeti, bütün hâdiselerin Allah'ın irâdesi ile olduğuna delil getirerek şöyle demişlerdir: "Sizin söylediğinize göre şehâdet makamını, şayet kâfirleri mü'minlere musallat kılmaksızın elde etmek mümkün olsaydı "sizden şehitler çıkarmak için Allah böyle yaptı" ifâdesinde bildirilen sebep mânâsız olurdu. Yok, eğer mümkün olmaz ise, bu durumda, kâfirlerin mü'minleri öldürmesi, o şehâdetin ayrılmaz bir parçası olur. Binâenaleyh o şehâdetin kul için meydana gelmesi murad-ı İlâhî olması halinde, bu öldürüşün de Allah'ın istediği birşey olması gerekir. Yine Hak teâlâ'nın "ve içinizden şehidler edinmesi (içindir)" buyruğu bu şehâdetin Allah'tan olduğunu gösteren bir nasstır. Bu da kulların fiillerini Allah'ın yarattığına delâlet eder.

Şehid Kelimesinin Mânası

"Şühedâ", "Küremâ" (Kerimler) ve "Zürefâ" (zarifler) vezninde olup, "şehid" kelimesinin cem'idir. Müslümanlardan, kâfirlerin silahıyla öldürülenlere "şehid" denilir. Bu ismin neden verildiği hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

1- Nadr İbn Şümeyl şöyle demiştir: "Şühedâ, "Bilâkis onlar Rableri katında diridirler... (cennet nimetleriyle) rızıklanıyorlar" (Âl-i İmran, 169) âyetine göre, aslında diridir. Binâenaleyh onların ruhları hayatta olup, selâmet yurdu cennetlerdedirler. Onların dışındaki ölülerin ruhları ise cennette şâhid (hazır) değildirler."

2- İbnü'l-Enbârî şöyle demiştir: "Allahü teâlâ ve melekler, onların cennetlik olduklarına şahadet ederler. Binâenaleyh "şehîd" kelimesi, fa'îl vezninde olup mef'ul (yani şahadet edilen) manasındadır."

3- Şehitler, Kıyamet gününde peygamberler ve sıddîklarla birlikte bulunacakları için "şühedâ" diye adlandırılmışlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İnsanlara karşi (gerçeğin) şâhidleri olasınız diye..." buyurmuştur.

4- Onlar, öldürüldükleri anda hemen cennete götürüldükleri için, bu ismi almışlardır. Bunun delili, kâfirlerin (ruhlarının) ölür ölmez cehenneme atılmalarıdır. Nitekim Cenâb-ı Allah, "(Onlar) suda boğuldular ve hemen cehenneme atıldılar" (Nuh. 25) buyurmuştur. Burada da, Allah yolunda öldürülen o kimselerin, ölür ölmez hemen cennete sokulduklarının söylenmesi gerekir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah zâlimleri sevmez" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), buradaki zalimlerin, "Şüphesiz ki şirk en büyük bir zulümdür" (Lokman. 13) âyetinden dolayı, "müşrikler" manasında olduğunu söylemiştir ki bu ifade âyette sebepler arasında zikredilmiş bir cümle-i i'tirâziyye olmuş olur. Bu âyetle ilgili şu izahlar yapılmıştır:

a) Allah, imânda sebat etmeyen ve cihâdda sabır göstermeyenleri sevmez.

b) Burada, Allahü teâlâ'nın, mü'minlere karşı, kâfirleri bazan güçlendiriyorsa, bunun az önce sıralanan hikmet ve faydalardan ötürü olup, kâfirleri sevmesinden ileri gelmediğine işaret vardır.

Sonra Cenâb-ı Allah, "Mü'minleri tertemiz yapıp kâfirleri de helak etmesi içindir..." buyurmuştur. Bu, "mü'minleri günahlardan temizleyip, o günahları mü'minlerden gidermesi.." demektir. Arapça'da (......) kelimesi, temizlemek; (......) kelimesi ise, noksanlık demektir. Mufaddal birşeyin tamamen yok olup, geriye bir izinin görünmemesidir. Hak teâlâ'nın, "Allah ribânm bereketini tamamen giderir" (Bakara, zrg buyruğu da bu mânadadır, yani, "kökünü kazır" demektir. Zeccâc, âyetin, "Allahü teâlâgünleri müslümanlarla kâfirler arasında dönüp dolaşan birşey kılmıştır. Binâenaleyh eğer kâfirler galip gelirlerse, maksad-ı ilâhi mü'minlerin günahlarını temizlemektir. Yok eğer mü'minler galip gelirler ise, bu durumda maksad-ı ilâhi, kâfirlerin kökünü kazıyıp onları yok etmektir. Böylece Cenâb-ı Hak, mü'minleri günahlardan temizlemeyi, kâfirleri helak etmeye mukabil .kılmıştır. Çünkü mü'minleri günahlarını yok etmek suretiyle temizlemek, kâfirlerin bizzat kendilerini yok etmenin mukabilidir. Bu, mâna bakımından çok latîf ve güzel bir mukabeledir. Doğruya en yakın olan şudur: Buradaki kâfirlerden maksat, onlardan belli bir kısımdır ki bunlar Uhud günü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı savaşanlardır. Biz, Hak teâlâ'nın, bütün kâfirleri mahvetmediğini, aksine çoğunun küfrüne devam ettiğini bildiğimiz için, bu mânayı verdik. Allah en iyisini bilendir.

Cennet Ucuz Değildir

141 ﴿