143

"Yoksa siz, Allah içinizden savaşanlarda savaşmayanlan) belli etmeden ve sabredenlerde sabretmeyenleri) ayırmadan cennete girivereceğinizi mi sandınız? Andolsun ki siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzulamıştınız. İşte şimdi onu, gözlerinizle bakarak görüyorsunuz!" .

Bil ki, Cenâb-ı Hak, birinci âyette bu günlerin insanlar arasında döndürülüp dolaştırılmasını icab ettiren gerekçelerden ve sebepterdenbahsedince, bu âyette bunun esas sebebinin ne olduğunu anlatarak, "Yoksa siz, maşakkatlara katlanmadan cennete girivereceğinizi mi sandınız?" buyurmuştur. Âyette birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyetin başında bulunan (......) munkatıa'dır. Bunun ne manaya geldiği Bakara sûresi 108. âyetin tefsirinde geçmişti. Ebu Müslim, ifâdesinin, kınamak için olan harf-i istifhamla getirilmiş bir nehiy olduğunu söylemiştir ki bunu kısaca şu şekilde anlatabiliriz: "Sizden cihâd vuku bulmadıkça, cennete gireceğinizi sanmayınız!.." Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpta, "Elif, lâm, mim. İnsanlar, inandık demeleriyle bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandı?" (Ankebut, 1-2) âyeti gibidir. Cenâb-ı Hak, bu söze, Arapların çoğunlukla sözlerinde, bizzat fiilde değil de, fiilin kime vâki olduğu hususunda şüpheye düştüklerinde kullandıkları (......) edatıyla başlamıştır. Mesela, Araplar, iki şahıstan birisinin dövüldüğüne kesinlikle inanmamakla beraber, hangisinin dövüldüğünü belirlemek için "Zeyd'i mi, yoksa Amr'ı mı dövdün?" derler. Ebû Müslim, sözüne devamla şöyle demektedir: "Arapların âdeti, istifhamın bu nev'ini tekid için getirmeleridir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, "Gevşemeyin, mahzun olmayın" (Al-i imran, 139) deyince, O sanki şöyle demek istemiştir: "Bunun, sizin kendisiyle emrolunduğunuz gibi mi olduğunu biliyorsunuz, yoksa cihâd etmeksizin, sabr ü metanet göstermeksizin cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?" Cenâb-ı Hak bunu pek uzak bir ihtimal görmüştür, çünkü Cenâb-ı Hak bu hadiseden (Uhud) önce cihâdı ve onun sıkıntılarına, meşakkatlerine katlanma konusunda sabr göstermeyi farz kılmış ve cihaddaki, gerek dinî gerekse dünyevî muhtelif faydaları beyan etmiştir. Durum böyle olunca, insanr bu tâati ihmâl ettiği halde saadet ve cennete naîl olması pek uzak bir ihtimaldir."

İkinci mesele

Zeccac şöyle demektedir: Falanca yaptı" dendiğinde, buna "yapmadı" diye cevap verilir Ama. "Muhakkak ki falanca yaptı..." denildiğinde bunun cevabı, "Henüz yapmadı..." şeklindedir. Çünkü, kişi müsbet tarafı edâtıyla tekid edince, hiç şüphesiz cevap veren kimse de olumsuz taraftı ile tekid etmiştir."

Üçüncü Mesele

Ayetin zahiri, nefyin ilim, yani bilmeye vaki olduğuna delalet eder. Halbuki maksat, bu nefyin malum hakkında olmasıdır (Burada malum, cihaddır). Buna göre ifâden takdiri, "Yoksa sizden cihad sadır olmadığı sürece, cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?" şeklinde olur. Bunun izahı şöyledir: Malum hangi durumda bulunuyorsa o haliyle ilim maluma taalluk eder. Binâenaleyh ilimle malum arasında böyle bir mutabakat bulununca, şüphesiz bu iki kelimeden birisinin diğerinin yerine geçmiş olması güzel olmuştur. Bu husustaki sözün tamamı, daha önce geçmiş;

Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve sabredenleri belli etmeden" buyruğuna gelince şunu bil ki: Hasan el-Basri, bu ifâdeyi cezm ile, Hak teâlâ'nın, lâfzına atfederek (......) şeklinde okumuştur. Bu fiilin nasb ile okunmasına gelince, bu durumda başında bir edatı takdir edilerek okunur. Buradaki vâva "vâvu's-sarf" (men etme vâvı) denilir. Bu senin tıpkı, "Süt içerek balık yeme!" yani, "ikisini bir arada yapma.." demen gibidir. Bunun gibi burada da maksad, cennete girme ile cihada sabredememenin bir arada bulunamayan şeyler cümlesinden olmasıdır. Ebû Amr, bu kelimeyi, başındaki vâvı, hâliyye vâvı addederek ref ile (......) şeklinde okumuştur. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Sizler, sabırlı bir vaziyette cihad etmemişken..."

Bil ki, sözün neticesi şudur: Dünya sevgisi, âhiret mutluluğu ile birlikte bulunamaz. Bunlardan birisi arttıkça, diğeri de o nisbette azalır. Bu böyledir, çünkü dünya mutluluğu kalbin ancak dünyayı arzu etmesiyle elde edilir. Âhiretteki mutluluk ise, ancak kalbin Allah'tan başka her şeyden uzaklaşması ve Allah sevgisiyle dopdolu olmasıyla elde edilebilir. Bu iki husus ise birarada bulunamayacak şeylerdendir. İşte bu incelik ve sırdan dolayı bu âyette, bu iki hususun bir arada bulunamayacağı konusunda şiddetli bir redd ifâdesi yer almıştır. Yine, Allah ve âhiret sevgisi, iddia etmekle elde edilemez. O halde, Allah'ın dinini ikrar eden herkes sâdıklardan olamaz. Fakat bu konudaki esas ölçü, Allah'ın insanlara hem kötü, hem de sevilen şeyleri musallat kılmasıdır. Çünkü sevgi, cefâ ile noksanlaşmayan, vefa ile de artmayan sevgidir. Çünkü, çeşitli belâlar musallat kılındığında da sevgi devam ediyorsa, işte bu sevginin hakiki bir sevgi olduğu ortaya çıkmış olur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Allah sizi dhadla ve çok şiddetli belâ ve sıkıntılarla imtihan etmeden önce, sırf Peygamberi tasdik etmeniz sebebiyle, yoksa cennete gireceğinizi mi sandınız?" buyurmuştur. Allah en iyi bilendir.

Uhud Savaşının Zor Anları

143 ﴿