146

"Nice peygamberlerin yanında birçok âlimler muharebe ettiler ve Allah yolunda başlarına gelen (belâlardan) dolayı ne gevşeklik ne zayıflık gösterdiler, ne de düşmana boyun eğdiler. Allah sabredenleri sever"

Bil ki Allahü teâlâ, müslümanları terbiye edişinin bir tamamlayıcısı olarak, Uhud günü hezimete uğrayanlara "sizden önce geçmiş olan peygamberler ile onların ümmetlerinde, sizin için güzel bir örnek vardır. Geçmiş peygamberlere iman edenlerin yolu, cihâda sabır ve fîrâr etmeme olduğuna göre, bu firâr ve hezimet size nasıl yakışır?" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır:

Birinci Mesele

İbn Kesir, âyetin başını (......) vezni üzere, hemzeli, şeddesiz ve medli olarak (......) şeklinde okumuştur. Diğer kıraat imamları ise, şeddeli olarak ve vezninde (......) şeklinde okumuşlardır. Bu, Kureyş lügatine göredir. Cerir'in şu şiiri, birinci lügata (kıraate) göredir:

"Belâlara mübtelâ olan kendisi bile olsa, bu engin vadilerde beni görüp gözeten nice dostlar vardır."

Mufaddal da şu şiiri nakletmiştir:

"Mahallede, akrabalık bağları bulunan nice kimse görürsün..."

İkinci Mesele

İbn Kesir, Nâfî ve Ebû Amr, (......) şeklinde, diğer kıraat imamları ise, (......) şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraate göre âyetin manası, "Birçok peygamber öldürülmüş ve fakat onlardan sonra hayatta kalan mü'minler ise dinlerinde gevşeklik göstermemiş, aksine düşmanlara karşı cihâda ve dinlerine yardım etmeye devam etmişlerdir. Binâenaleyh, ey ümmet-i Muhammed, sizin de böyle olmanız gerekir" şeklinde olur. Kaffal (r.h) şöyle demiştir: "Bu açıklamaya göre vakf, Cenâb-ı Hakk'ın, lafzı üzerinde yapılır. O'nun, 'Tanında birçok âlimler..." ifâdesi ise, haldir. Yani, "Yanında âlimler bulunduğu halde öldürüldü" demektir. Veyahut da mâna, takdim ve tedvire göre olur. Yani, "Nice peygamber vardır ki, yanında, öldürülen birçok âlim vardır. Bu denli çok öldürülmelerine rağmen bu âlimler zayıflık göstermemişlerdi" demektir.

Burada yapılacak bir başka izah da şudur: Bu da, mânanın, "nice peygamber vardır ki, kendisiyle birlikte ve de kendi dini üzere olan nice âlimler öldürülmüştür. Ama, geride kalanlar zayıflamamış ve öldürülen kardeşlerinden dolayı da öldürülmeye boyun eğmemiş, aksine cihad etmeye devam etmişlerdir. Binâenaleyh, sizin durumunuzun da böyle olması gerekir" şeklinde olmasıdır. Âyeti bu şekilde okumanın hücceti şudur: Bu âyeti bu şekilde okumanın maksadı, Ümmet-i Muhammed bu hususta kendilerinden öncekilere tâbi olsunlar, onlar gibi olsunlar diye, diğer peygamberlerin başına geleni nakletmektir. Hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, "Şimdi o ölür, yahut öldürülürse topuklarınız üstünde (geri mi) döneceksiniz?" (Âl-i İmran, 144) buyurmuştur. Binâenaleyh burada zikredilen kıtalin, onların savaşması değil, diğer peygamberlerin öldürülmesi olması gerekir. Bu ifâdeyi "Onunla beraber savaştı" şeklinde okuyanlara göre manâ, "Nice peygamber vardır ki, onunla birlikte çok sayıda ashabı savaşmış, düşmanlarından onlara birçok yara-bere isabet etmiş ama onlar hiç gevşememişti. Çünkü onlara isabet edenler, ancak Allah yolunda, O'na tâat, dinini ayakta tutma ve peygamberine yardım etme uğrunda isabet etmiştir Binâenaleyh, işte ey ümmet-i Muhammed, sizin de aynen böylece davranmanız gerekir" biçimindedir. Bu şekilde okuyanların hücceti de şudur: Bu âyetin maksadı, Hazret-i Peygamber'le beraber bulunanları, savaşa teşvik etmektir. Binâenaleyh, burada zikredilen şeyin savaşmak olması gerekir. Yine, Saîd İbn Cübeyr'den, "Savaşta bir peygamberin öldürüldüğünü hiç duymadım" dediği rivayet edilmiştir.

(......) Kelimesinin İzahı

Vahidî şöyle demektedir: "Âlimler, burada bulunan"nice.." manasında olduğu hususunda ittifak etmişlerdir ki, bu tabirden maksad, sıfatları böyle olan peygamberlerin sayısının ne kadar çok olduğunu anlatmaktır. Bunun benzeri ifâdeler de, "Nice memleket var ki biz onları helak ettik" (Hacc, 45) ve "Nice memleket var ki, biz onlara mühlet tanıdık" (Hacc.48)âyetleridir. Bu tabirin başındaki kâf harfi, istifham için kullanılan "hangisi" kelimesinin başına gelen teşbih, benzetme kâfidir. Bu, (......) kelimesindeki kâf harfinin zâ harfine ve (......)deki kâfin da'nın başına gelmesi gibidir. (......) kelimesinde bir teşbih mânası olmadığı gibi, bu tabirde de bir teşbih manası yoktur. Nitekim sen, (......) dersin ki, bunun mânası, "Benim, falancada şu kadar alacağım var.." demektir. Binâenaleyh, burada teşbih manası yoktur. Ancak ne var ki, bu kâf harfi, hazfedilmesi caiz olmayan, lâzım olan bir ziyâde ve ilâvedir. Şunu bil ki, tenvîn ancak, sadece bu harfte, bu şekilde yazılmıştır. Bu kelimenin kullanılması da böyledir; binâenaleyh bu tabir, çokluk ifâde etmek için vaz olunmuş olan tek bir kelimedir.

Rıbbıyyûn Kelimesinin Mânası

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: (......) kelimesi (......) demektir. Bu kelime râ harfinin üç türlü harekesiyle okunmuştur ki, fetha ile okunması kaideye göre okuyuştur. Rânın damme ve kesre ile okunuşu ise, nisbetin değişmesinden dolayıdır." Vahidî, Ferrâ'nın şöyle dediğini nakletmiştir: " kelimesinin mânası, "evvelkiler" demektir." Zeccâc ise, bunların, "kalabalık cemaatlar" manasına geldiğini; kelimenin müfredinin ise olduğunu söylemiştir. İbn Kuteybe, bu kelimenin aslının, cemâat anlamına gelen (......) kelimesi olduğunu söylemiştir. Sanki bu, (......) kelimesine nisbet edilmiş gibi denilmiştir. Ahfeş, "ribbiyyûn"un, Rabbe ibâdet ettikleri çin bu şekilde isimlendirildiklerini söylemiştir. Sa'leb ise bu konuda Ahfeş'i tenkid ederek, (......) kelimesine nisbet edilebilmesi için bunun şeklinde söylenmesi gerektiğini söylemiştir. Ahfeş'in görüşünden yana olanlar buna cevap vererek şöyle demişlerdir: Araplar, bir şeyi bir şeye nisbet ettiklerinde o şeyin harekesini değiştirirler.. Nitekim Basra'ya nisbetle "dehr"e nisbetle denilmektedir. İbn Zeyd şöyle demiştir: "Rabbâniyyûn", imamlar ve önderlerdir. "Ribbuyyûn" ise tebaadır; çünkü onlar "efendiye (Rabbe) mensubturlar."

Bil ki Allahü Teâlâ, "Ribbuyyûn" olanları iki çeşit sıfatla medhetmiştir:

a) Menfî sıfatlarla.

b) Müsbet sıfatlarla. Cenâb-ı Hakk'ın onları olumsuz sıfatlarla medhi, O'nun "Allah yolunda başlarına gelen (belâlardan) dolayı ne gevşeklik, ne zayıflık gösterdiler; ne de düşmana boyun eğdiler' buyruğudur. Muhakkak ki bu üç vasıf arasında bir fark vardır. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Peygamberin öldürülmesi sırasında gevşeklik göstermediler; ondan sonra cihâd etme konusunda zayıflık göstermediler; düşmana da boyun eğmediler.. Bu, münafıkların Hazret-i Peygamberin öldürüldüğü haberini yaydıkları sırada müslümanların göstermiş olduğu gevşeklik ve güç-kuvvetlerinin kırılması; bu sebeple müşriklerle cihad hususunda zayıflık gösterip, münafık Abdullah İbn Ubey'den yardım isteyip, onun vasıtasıyla Ebû Süfyân'dan emân dileyecek kadar, kâfirler karşısında boyun eğmeleri dolayısıyla onlara bir ta'rizde bulunmadır. Yine, gevşeklik göstermenin, onları korkunun istilâ etmesiyle; zayıflık göstermenin, imanlarının zayıflayıp kalblerine şek ve şüphelerin arız olmasıyla: "boyun eğme" ifâdesinin de kendi dinlerinden düşmanlarının dinlerine geçmekle tefsir edilmesi de muhtemeldir."

Burada üçüncü bir izah şekli daha vardır ki, bu da şudur: Gevşeklik, kalbe arız olan zayıflıktır. Mutlak mânada zayıflık ise, bedendeki kuvvet ve kudretin bozulup za'fa uğramasıdır. "Boyun eğme" ise. bu zayıflık ve acziyyeti izhar etmektir... İşte bütün bu açıklamalar güzel olup muhtemeldir. Vahidî ise, (......) kelimesinin boyun eğmek anlamına geldiğini, bunun ise, her dilediğini kendisine yapması için başkasına boyun eğip itaat etmesi anlamına geldiğini söylemiştir.

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Allah sabredenleri sever" buyurmuştur. Bunun mânası şudur: Allah yolunda meşakkatları sırtlanmaya kim sabreder, feryad ü figan, acziyyet ve sabırsızlık izhar etmezse, muhakkak ki Allah, böyle olan bir kimseyi sever. Allah'ın kulu sevmesi ise, kula izzet-u ikrâm'da bulunmayı, onu tazim etmeyi murad etmesinden; onun için sevap ve cennete hükmetmesinden ibarettir. Bu ise, arzu edilen şeylerin zirvesi ve en mükemmelidir.

Müminlerin Yaptıkları Duâ

146 ﴿