148

"Allah da onlara hem dünya nimetini, hem de âhiret sevabının güzelliğini verdi. Allah ihsanda bulunanları sever" .

Bil ki Allahü Teâlâ, sabır ve duâ hususunda "ribbiyyün"un yolunun ne olduğunu beyân edince, onlara buna mukabil gerek dünyada gerekse âhirette ne karşılık vereceğini de zikrederek, "Allah da onlara hem dünya nimetini hem de âhiret sevabının güzelliğini verdi" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ifâde, Allah'ın onlara iki şey verdiğini gösterir. Bunlar da dünya nimeti (sevâb), Allah'ın yardımı, ganimet, düşmana galebe etme, güzel bir nam, imân nuru ile kalplerin ferahlanması, şüphe karanlıklarının giderilmesi, günah ve isyanlarının affedilmesidir. Âhiret sevabı ise, şüphesiz cennet ile cennetteki faydalar, lezzetler, çeşitli sevinç ve saygılardır. Halbuki bu, şu anda mevcut değildir. Binâenaleyh bundan murad, Allahü Teâlâ'nın âhirette bunların olacağını onlara kesin bildirmesidir. Cenâb-ı Hakk'ın bunun olacağını bildirmesi, bizzat olması yerine geçmiştir. Bu, Allah'ın va'adinde yalancı, adaletinde de zâlim olmasının imkânsız oluşu gibidir. Veya Cenâb-ı Hakk'ın "Allah... onlara verdi" beyânı, "Allah'ın emri geldi" (Nahl, 1) yani "gelecek", âyetinde olduğu gibi, "Allah onlara verecek" manasına hamledilir. Kâdî şöyle demiştir: "Bu âyetin sırf şehidlerle ilgili olması imkânsız değildir. Allahü teâlâ, şehidlerin bazılarının diri olup, Rab'leri yanında rızıklandırılmakta olduklarını haber vermiştir. Binâenaleyh bu "Ribbiyyûn"un durumları da böyle olur. Çünkü Hak teâlâ, bu âyeti indirirken, gök cennetlerinde onlara âhiret mükâfaatının güzelini vermişti."

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, onların mükâfaatlarının ne kadar büyük olduğuna dikkat çekmek için, "âhiret sevabının güzelliği" tabirini kullanmıştır. Çünkü âhiret sevabının hepsi son derece güzeldir. Cenâb-ı Hakk'ın "âhiret sevabının güzelliği" tabiri ile bu nev'in en güzeli diye seçtiği kısmın ne kadar güzel olacağını artık sen düşün! Allahü teâlâ, dünya sevabını (faydasını), azlığından, zararla karışık oluşundan ve sonlu oluşundan ötürü bu şekilde tavsif etmemiştir. Kaffâl (r.h), burada güzelliğin, "İnsanlara güzelliği, yani, güzel söyleyin" (Bakara, 83) âyetindeki "güzellik" kelimesi gibi olması da muhtemeldir. Bundan maksad, sözün güzel olmasını mübalağa ile ifâde etmektir. Sanki güzel şeyler, atabildiğine güzel oldukları için, adetâ "güzellik" olmuşlardır. Nitekim bir kimse cömertlik ve keremin zirvesine çıktığında, "Falanca (sanki) cömertlik ve keremin kendisidir" denilir. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, daha önce, "Kim dünya sevabını dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de âhiret sevabım isterse, ona da bundan veririz" buyurmuş ve bu ifâdede "kısmen" oluşu ifâde eden (teb'iz) edatını zikretmiştir. Bu âyette de "Allah da onlara hem dünya nimetini, hem de âhiret sevabının güzelliğini verdi" buyurmuş, fakat bu lâfzı kullanmamıştır. Binâenaleyh bu iki ifâde arasındaki fark şudur: Âhiret sevabını isteyenler, bu sevaba nail olmak için, kullukla meşgul olmuşlar ve bundan dolayı onların kulluktaki dereceleri daha düşük olmuştur. Fakat burada zikredilenler, kendilerinde günah ve kusur bulunduğunu itiraf etmişlerdir ki bu, Hak teâlâ'nın "Ey Rabb'imiz bizim günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla" (Âl-i İmran. 147) âyetinde anlatılan husustur. Onlar, tedbirin, yardımın ve zaferin sadece Rab Taâlâ'dan olabileceğine inanmışlardır ki bu da, "Ayaklarımıza güç ve sebat ver. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et" âyetinde anlatılan husustur. Binâenaleyh bunların kulluktaki makamı kemalin zirvesinde olmuş olur. Bu sebeple, önceki âyette bahsedilenler sevabın bir kısmını, bunlar ise tamamını elde etmişlerdir. Yine onlar Allah'ın mükafaatını istemişler, bunlar ise Allah'ın mükâfaatını değil, mevtalarına hizmet etmeyi istemişlerdir. Bundan dolayı, Allah'tan başka bütün varlıkların, Allah'ın hizmetine yönelen her insana hizmete yöneleceğini bildirmek için, öncekilerin bu sevaptan mahrum edildiği, bunlara ise sevabın tamamının verildiği bildirilmiştir.

Sonra Allahü teâlâ, "Allah insanda bulunanları sever" buyurmuştur. Bu ifâdede, bir güzel incelik vardır. Oda, bunların, "Ey Rabbimiz bizim günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla" diyerek, kendilerinin hatalı olduklarını itiraf etmiş olmalarıdır. Onlar bu itirafta bulununca, Allah onları "muhsin" (iyilikte bulunan) diye adlandırmış ve sanki onlara şöyle demek istemiştir: "Sen hatanı ve aczini kabul edip, itiraf edince, kul için Allah'ın huzuruna ulaşmasının ancak zillet, meskenet ve acizliğini ortaya koyması ile mümkün olduğunu bilesin diye, seni ihsan ile tavsif ediyor ve kendime sevgili bir kul kılıyorum." Yine onlar cihâd etmek istediklerinde, Allah'ın dini uğrunda ayaklarını sâbit-kadem kılmasını ve düşmana karşı kendilerine yardım etmesini Allah'tan istedikleri için, Allah onları "muhsin" diye adlandırmıştır. Bu da kulun, bu güzel fiili yapmasının, ancak Allah'ın ona bu güzel fiili nasip edip yardımcı olduğu zaman mümkün olacağını gösterir. Hem sonra Cenâb-ı Allah, "İyiliğin mükâfaatı ancak iyiliktir" (Rahman, 60) ve "İyi iş, güzel amel yapanlara, cennet ve bir de ziyâdesi vardır" (Yunus. 26) buyurmuştur. Bütün bunlar, kula o güzel fiili, Allah'ın nasip ettiğine ve bütün bunların Allah'tan ve Allah'ın yardımıyla olduğunu bilsin diye kulu mükâfaatlandırdığına delâlet eder.

Kâfirler, Müminleri Dinden Çıkarmak İsterler

148 ﴿