152"Celâlim hakkı için: Allah size olan va'adini, -O'nun izni ile onları öldüregeldiğiniz, hatta sevmekte olduğunuz (zafer)i de size gösterdiği zamana kadar yerine getirmişti. Sonra siz gevşeklik gösterdiniz, isyan ettiniz, işlerin idaresi hususunda çekiştiniz. İçinizden kimi dünyayı istiyor, içinizden kimi de âhireti arzuluyordu. Sonra Allah, sizi imtihan etmek için sizi onlardan geri çevirdi. Allah sizi muhakkak bağışladı da. Zaten Allah mü'minlere bol lûtfu inayet sahibidir". Bil ki, bu âyetin daha önceki âyetlerle münasebeti pekçok bakımdandır: a) Hazret-i Peygamber ve ashabı, Uhud'da başlarına gelen musibetle Medine'ye dönünce, ashâbtan bazıları, "Bu, bizim başımıza nederen geldi? Halbuki Allah bize yardım edeceğini va'adetmişti..." dediler. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal etti.. b) Ashâbtan bazıları şöyle demişlerdi: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında bir koç kestiğini görmüştü. Cenâb-ı Hak O'nun rüyasını, Uhud gününde müşriklerin sancaktarı olan Talha İbn Osman ile, bundan sonra yine sancaktarlık yapan dokuz kişinin öldürülmesiyle gerçekleştirmişti ki, bü Cenâb-ı Hakk'ın "Andolsunki, Allah'ın size olan vaadi yerine geldi" buyruğunun manasıdır. Cenâb-ı Hak bu ifâdeyle, Resulü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in rüyasını doğrulayıp gerçekleştirmeyi kastetmiştir. c) Bu va'adin, Hak teâlâ'nın, "Evet, siz sabreder, sakınırsanız; onlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa, Rabb iniz size yardım edecektir..." (Al-i İmran, 125) âyetinde zikretmiş olduğu husus olması da caizdir. Ancak ne var ki bu, sabretmek ve muttaki olmak şartına bağlanmıştır. d) Bu va'din, Cenâb-ı Hakk'ın, "Dinine yardım edenlere elbet Allah da yardım edecektir" (Hacc. 40) âyetinde belirttiği husus olması da caizdir. Ama ne var ki, bu da bir şartla kayıtlanmıştır. e) Bu va'adin, "Hakkında Allah'ın hiç bir hüccet indirmediği şeyleri O'na eş koştuklarından dolayı, küfre girenlerin kalplerine korku salacağız..." (Al-i İmran. 151) âyetinde belirtilen husus olması da caizdir. f) Buradaki va'adin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın okçulara, "Buradan ayrılmayın; çünkü biz, siz buradan ayrılmadığınız sürece mutlaka galip geleceğiz" şeklindeki sözleri olduğu da söylenmiştir. g) Ebû Müslim şöyle demiştir: Cenâb-ı Hak, önceki âyette onlara, kâfirlerin kalplerine korku salacağını va'adedince, bu hususu, Uhud vakasında onlara yardım va'adini gerçekleştirdiğini hatırlatmakta te'kid etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, onlara, sabredip muttaki olmaları şartıyla yardım edeceğini va'adedip. onlar da bu şarta harfiyyen uyunca, şüphesiz Cenâb-ı Hak meşrutu yerine getirmiş, onlara yardımını yapmıştı. Vaktâ ki onlar şartı ihlâl ettiler, meşrut olan (yardım da) ellerinden kaçtı. Okçuların Gevşeyip Yerlerini Bırakmaları Âyetin münasebet vecihlerini iyice kavrayınca şunu deriz ki, bu âyette birkaç mesele vardır: Vahidî (r.h) şöyle demiştir: fiili, iki mef'ûl alır. Meselâ sen, "Ben ona olan vaîdi ve va'adi yerine getirdim" dersin... Uhud vakasında, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Uhud'u arkasına alıp yüzünü Medine'ye doğru çevirdiğini, okçuları dağın eteğine yerleştirdiğini ve onlara, "Burada kalın; savaş ister bizim lehimize isterse aleyhimize olsun, sakın yerinizden ayrılmayın..." şeklinde emir verdiğini'zikretmiştik. Müşrikler savaşa yöneldiğinde okçular onlara ok atmaya başladılar. Diğer müslümanlar da onlara kılıç darbeleri indiriyordu. Derken, müşrikler yenilgiye uğradılar. Müslümanlar da onların kökünü kazımak (hiss) için, onları takib ediyorlardı... Leys, buradaki (......) kelimesinin "geniş çaplı bir öldürme" anlamına geldiğini; binâenaleyh buradaki tabirinin mânasının, "Sizler onları çokça öldürüyordunuz" şeklinde olduğunu söylemiştir. Ebû Ubeyd, Zeccâc ve İbn Kuteybe de şöyle demektedir: (......) kelimesi, öldürerek köklerini kazımak manasına gelir. Nitekim, soğuk kendilerini öldürdüğü zaman, "Ölmüş çekirgeler" denilir. Her şeyi kasıp kavurduğu zaman "kırıp geçiren kıtlık..." denilir. Buna göre tabirinin mânası, "öldürerek onların kökünü kazıyordunuz.." şeklinde olur. İştikak âlimleri, bir kimse birisini öldürdüğünde, bunu ifâde için lâfzının kullanıldığını söylemişlerdir. Çünkü o kimse, öldürmek suretiyle maktulü hissiz ve duyarsız bir hale getirmiştir. Bu, bir kimsenin karnı ağrıdığında (......); başı ağrıdığında da (......) denilmesi gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın, sözünün mânası, "O'nun ilmiyle..." demektir. Buna göre bu tabirin mânası şudur: "Allahü Teâlâ, size muttaki olup tâatına sabrü sebat etmeniz şartıyla yardım edeceğini va'adedip, siz de bu şartı tastamam yerine getirdiğiniz için, O va'adini gerçekleştirdi ve düşmanlarınıza karşı size yardım etti. Ama ne zaman ki şartlara riâyet etmeyip Rabb'inizin emrine isyan ettiniz, hiç şüphesiz o zaman o ilahî yardım ve nusret de yok olup gitti, zail oldu. Cenâb-ı Hakk'ın, "Derken siz gevşeklik gösterdiniz; sevdiğiniz şeyi size gösterdikten sonra isyan ettinizr emr hususunda çekiştiniz" buyruğu hakkında birkaç mesele vardır: Bir kimse şöyle diyebilir: "Hak teâlâ'nın, "Derken siz gevşeklik gösterdiniz" ifâdesi, zahirine göre şart cümlesi gibidir. Bunun mutlaka bir cevabı olması gerekir; o halde bunun cevabı nerededir?" Bil ki, âlimler bu konuda şu iki yolu izlemişlerdir: Birinci yol: Bu ifade, bir şart cümlesi değildir. Aksine, buyruğunun mânası, "sizden bir gevşeklik ve emir konusunda bir münakaşa sadır oluncaya kadar, muhakkak ki Allah size yardım etmişti" şeklindedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, onların müttakî olmaları ve tâatlara sabretmeleri şartıyla, onlara yardım edeceğini va'adetmişti. Binâenaleyh, onlar korkup, yılgınlık gösterip ve de isyan edince, Allah'ın yardımı sona erdi. Bu görüşe göre, lafzı, (...caya kadar) manasında olmak üzere, bir "gaye" ifâde eder. Binâenaleyh, âyetteki, terkibinin manası, (caya kadar) veya (yılgınlık gösterdiğiniz zamana, vakte kadar...) şeklinde olur. İkinci yol: Cenâb-ı Hakk'ın, , buyruğunun bir şart cümlesi olmaya elverişli olmasıdır. Bu görüşe göre âlimler, bu şartın cevabı hususunda ihtilâf edip şu izahları yapmışlardır: a) Basralıların görüşü olup, buna göre buradaki şartın cevabı mahzûftur. Buna göre kelâmın takdiri ise, "Derken siz gevşeklik gösterip; Allah sevdiğiniz şeyi size gösterdikten sonra isyan ederek emr hususunda çekişince, Allah sizden yardımını çekti.." şeklinde olur. Hak teâlâ'nın, "Celâlim hakkı için, Allah size olan va'adini yerine getirmişti" buyruğunun mânası, böyle bir cevabın takdir edileceğine delâlet ettiği için, bu cevabın hazfi güzel ve yerinde olmuştur. Bu nevi âyetler Kur'ân-ı Kerîm'de pekcoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer yeryüzünde bir tünel, veya semâda bir merdiven bulabilir de, onlara bir mucize getirebilirsen" (Enam. 35) buyurmuştur ki bunun cevabı, (bunu yap!) emri olup şart, cevabın bu şekilde olacağına delâlet ettiği için hazf edilmiştir. Yine O, "Yoksa o, gecenin saatlerinde kıyam edip (namaz kılan) kimse mi?" (Zümer, 9) buyurmuştur ki, kelâmın takdiri, "Yoksa, kıyam eden kimse, böyle olmayan kimse gibi midir?"şeklindedir. b) Küfelilerin görüşü, Ferrâ'nın da tercihi olup buna göre, bu ifâdenin cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın, "İsyan ettiniz" sözüdür. Bu ifâdenin başındaki vâv harfi zâiddir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Vakta ki ikisi de Allah'ın emrine teslim oldular, (İbrahim) onu alnı üzere yıktı. Biz ona... nida ettik" (Saffât, 103-104) buyurmuştur. Esasen mâna, vâv harfi olmaksızın "Biz ona... nida ettik." şeklindedir. İşte burada da böyledir. Yılgınlık gösterme ve çekişme isyan etmeye sebep olunca kelâmın takdiri; "Derken siz gevşeklik gösterip emir hususunda çekişince, isyan etmiş oldunuz..." şeklinde olur. Buna göre buradaki vâv harfi zâid olmuştur. Bu görüşü destekleyenlerden bazıları, Hak teâlâ'nın, "Nihayet oraya vanp, kapılan açılınca..." (Zûmer, 73)âyetinin deliliyle, li sözünün cevabına vâv getirmenin, Arapların usûlü olduğunu iddia etmişlerdir. Buna göre âyetin takdiri, "Nihayet oraya vardıklarında, oranın kapıları açıldı" şeklinde olur. Buna göre eğer, "sizin yılgınlık gösterip çekişmeniz bir mâsiyettir. Bundan dolayı biz yılgınlık göstermeyi ve çekişmeyi mâsiyetin sebebi kabul eder isek, birşeyin yine kendisinin sebebi olması gerekir ki bu fasittir" denilir ise, biz deriz ki: "Buradaki isyandan murad, onların o yerden ayrılmalarıdır. Şüphesiz yılgınlık gösterme ve çekişme de, onların o yerlerinden çıkmalarını gerektiren şeylerdir. Binâenaleyh bunda, birşeyi yine kendisinin sebebi kılma yoktur." Bil ki Basralılar, bu cevabı kabul etmezler. Çünkü onların ekolüne göre, buradaki vâv harfini "zaide" kabul etmek caiz değildir. c) Âyetin takdiri şöyle olabilir: "(Allah) size sevmekte olduğunuz (zafer)i gösterdikten sonra, siz gevşeklik gösterip isyan edip, emir (işlerin idaresi) hususunda çekişerek iki kısma ayrıldınız: Kiminiz dünyayı, kiminiz de âhireti istiyordu. "Binâenaleyh bu şartın cevabı, "iki kısma ayrıldınız..." ifadesidir. Fakat, âyetteki "içinizden kimi dünyayı istiyor, kimi de âhireti diliyordu" sözü, aynı faydayı sağlayıp, aynı manayı ifâde ettiği için, bu cevap sözde hazf edilmiştir. Çünkü edatı teb'îz (kısmîlik) ifade eder ki bu da böyle bir bölünmeyi gösterir. Bu, hatırıma gelen bir ihtimaldir. d) Ebû Müslim, "Bu ifâdenin cevabı, âyetteki "Sizi onlardan geri çevirdi" kısmıdır ve bunun takdiri, "Sonra siz yılgınlık gösterdiniz... Allah sizi imtihan etmek için, sizi onlardan geri çevirdi" şeklindedir. Bu sözün başındaki (sonra) kelimesi sanki yok gibidir" demiştir. Ebû Müslim'in bu izahı, son derece uzak ihtimaldir. Allah en iyisini bilir. Allahü teâlâ, bu âyette üç şey zikretmiştir: Birincisi: Feşel (gevşeklik göstermedir ki bu zayıflık manasına gelir. "Fese!" kelimesinin, korkaklık manasına geldiği de söylenmiştir ki bu Hak teâlâ'nın, "Çekişmeyin, yoksa zayıflarsınız" (Enfal. 46) âyetinin delaletiyle bâtıldır. Çünkü burada bu kelimenin, "yoksa korkarsınız" manasına gelmesi uygun düşmez. İkincisi: Emir (işlerini idaresi) hususunda çekişmedir ki bu konuyla ilgili şu iki bahis vardır: 1- Bu çekişmeden murad, şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, okçulara yerlerinden kesinlikte ayrılmamalarını emredip, Abdullah İbn Cübeyr (radıyallahü anh)'i onlara reis tayin edip müşrikler ortaya çıkınca, bunlar da onları bozguna uğrayıncaya kadar ok yağmuruna tutmuşlardı. Sonra bu okçular, müşriklerin kadınlarının dağa tırmanıp -ayaklarındaki halhallar görünecek şekilde- bacaklarının açıldığını gördüklerinde, "Ganimet, Ganimet!" dediler. Bunun üzerine reisleri Abdullah (radıyallahü anh), "Allah'ın Resulü bize buradan ayrılmamamızı tembih etti" deyince, onlar onu dinlememiş ve ganimet elde etmek için koşup gitmişlerdi. Geride Abdullah ile birlikte on kişiden daha az bir grup kalmıştı ki onların hepsini de müşrikler öldürmüşlerdi. İşte âyette bahsedilen "çekişme"den maksad budur. 2- Âyetteki "emir hususunda" tabiri hakkında şu iki izah yapılmıştır: a) Buradaki "emir", durum, hal ve vaziyet manasınadır. Yani, "İçinde olduğunuz durum hakkında..." demektir. b) Buradaki "emir", nehyin zıddı olan emirdir. Buna göre mana, "Sizler, Hazret-i Peygamber'in, yerinizden ayrılmama emri hususunda çekiştiniz" şeklindedir. Üçüncüsü, Sevmekte olduğunuz (zafer)i size gösterdikten sonra isyan etmenizdir ki bundan maksat, "Bulunduğunuz yerde durmayıp, orayt terketmek suretiyle İsyan ettiniz" manasıdır. Geriye, bu âyetle ilgili birkaç soru kalır: 1- Allahü teâlâ, feşel, yani "gevşeklik gösterme"yi niçin "çekişme ve isyan etme"den önce zikretmiştir? Cevap: Okçular, kâfirlerin bozguna uğradığını görüp, ganimet elde etme sevdasına düşünce, bu arzu yüzünden, gönüllerinde orada durma hususunda bir gevşeme meydana geldi. Sonra kendi kendilerine (vicdanlarında), "ganimet elde etmek için gidelim mi, gitmeyelim mi?" diye bir çekişme içine düştüler. Daha sonra da, ganimet elde etmekle meşgul oldular. 2- O yerden ayrılmak suretiyle işlenen bu isyan, onlardan sadece bir kısmına ait iken, hiçin âyetteki itâb (kınama), umûma yöneltilmiştir? Cevap: Bu (isyan ettiniz) hitabı, hernekadar umûmî ise de, kendisinden sonra onu tahsîs eden (sınırlayan) bir ifâde gelmiştir. Bu da, "İçinizden kimidünyayı istiyor, içinizden kimi de âhireti diliyordu" sözüdür. 3- Âyetteki, "arzu ettiğiniz (zafer)i de size gösterdikten sonra..." ifâdesinin mânası nedir? Cevap: Bunun maksadı, isyanın büyüklüğüne dikkat çekmektir. Çünkü, Allahü teâlâ'nın, va'adini gerçekleştirmek suretiyle kendilerine ikram ettiğini müşahede ettiklerinde, onlara böyle bir isyandan kaçınmak gerekirdi. Onlar, böyle bir günaha cesaret edip, bunu işleyince, Hak teâlâ bu ikramını onlardan geri çekmiş ve onlara isyanlarının cezasını tattırmıştır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Sonra (Allah) sizi imtihan etmek içîn, sizi onlardan geri çevirdi" buyurmuştur. Bu âyetin tefsiri hususunda, bizim (Ehl-i sünnet) âlimleri ile Mu'tezile'nin görüşleri farklıdır. Çünkü Allah'ın onları kâfirlerden geri çevirmesi bir günahtır. Binâenaleyh Allahü teâlâ, bu geri çevirme işini kendisine nasıl nisbet etmiştir? Bizim âlimlerimize göre müşkilat yoktur. Çünkü âlimlerimize göre, hayır da şer de Allah'ın yaratması ve irâdesi iledir. Buna göre âlimlerimiz, bu âyetteki "geri çevirme"nin, "Allahü teâlâ müslümanlan kâfirlerden geri çevirdi, kalplerine bozgun fikrini attı ve kâfirleri onlara musallat kıldı" manasında olduğunu söylemişlerdir. Bu, müfessirlerın, bu mananın caiz olmadığını ve bunun caiz olmayacağına aklî delillerin de delâlet ettiğini söylemiştir. Onlar "Naktî delil, Hakikaten, iki ordu karşılaştığı gün, içinizden geri dönenler (yok mu), onları, yaptıkları bazı şeylerden dolayı ancak şeytan kaydırmak istedi..." (Al-i İmran, 155) âyetidir. Allahü teâlâ, bu âyette, onlardan sâdır olan şeyi şeytana nisbet etmiştir. Binâenaleyh bundan sonra bu şeyi artık nasıl olur da kendisine izafe edebilir? Aklî delil ise şudur: Allahü teâlâ, onları bu geri dönmeden dolayı kınamıştır. Allah'ın insanları boylarının uzunluğu veya kısalığmdan, hastalıklı veya sıhhatli olmalarından ötürü kınaması caiz olmadığı gibi, böyle bir filüden ötürü, bu insanları kınaması da caiz değildir" demişlerdir. Daha sonra onlar, şu açıklamaları yapmışlardır: a) Cübbaî şöyle der: "Okçular iki kısma ayrıldılar: Bir kısmı, ganimet elde etmek için mevzilerini terketmiş, bir kısmı ise orada kalmıştı. Sonra orada kalanları düşman kuşattı. Eğer yerlerini terkedenler de orada katmış olsalardı, şüphe yok ki, düşman onları da hiç faydasız yere öldürecekti. İşte bundan dolayı onların orayı terkedip, düşmandan korunabilecekleri bir yere çekilmeleri caizdir. Baksana, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabından bir grup ile dağa doğru çekilip, sırtlarını dağa verip kendilerini muhafazaya almışlar ve böyle yapmakla âsî olmamışlardı. Böyle bir geri çekilme caiz olunca, "Allah'ın izni ve emriyle oldu" manasında, Hak teâlâ bu işi kendisine nisbet etmiştir, Daha sonra da Hak teâlâ, "Sizi imtihan etmek için..." buyurmuştur ki, bundan murad şudur: "Allahü teâlâ onları o yere döndürüp onlar da orada kendilerini muhafaza altına alınca, orada da cihad etmelerini ve geri kalan müslümanlan müdafaa etmelerini emretmiştir. Hezimete uğradıktan ve harb meydanında akrabaları ile dostlarının öldürüldüğünü gördükten sonra, müslümanların yeniden cihâda yönelmeleri, hiç şüphe yok ki en büyük bir imtihan olmuştur." Şayet, "Bu izaha göre, Allah'ın kâfirlerden geri çevirdiği müslümanlar, günah işlemiş olmazlar. Öyle ise, daha niçin Cenâb-ı Hak, "Allahsizi muhakkak bağışladı.." buyurmuştur?" denilir ise, biz (Mu'tezile) deriz ki: "Âyet, bu geri dönme hususunda mazur olanları da olmayanları da içine almaktadır. Mazur olmayanlar, ilk önce bozgunu başlatıp, devam eden ve emre isyan edenlerdir. Binâenaleyh Allah'ın, "Sizi onlardan geri çevirdi" ifâdesi, mâzûr olanlarla ilgili olmuş olur. Çünkü âyet, iki kısma ve iki hükme şâmil olunca, her hüküm ilgili olduğu kısma âit olmuş olur. Bu âyetin bir benzeri de, Hak teâlâ'nın, "(Resûlullah) ancak o iki (kişinin) ikincisi idi. Hani onlar mağarada idiler. Peygamber o vakit arkadaşı (Ebu Bekir'e), "Tasalanma, Allah hiç şüphe yok ki bizimle beraberdir" diyordu. Bunun üzerine Allah onun üzerine sekînesini indirdi" (Tevbe, 40) âyetidir. Burada, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kendisine "Tasalanma..." dediği, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'dir. Çünkü Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), bu sözden önce korkuyordu. Bunu duyunca korkusu dindi ve sakinleşti. Cenâb-ı Hak daha sonra, "(Allah) O (peygamberi) görmediğiniz ordularla güçlendirmiştir" (Tevbe, 40) buyurmuştur ki bununla da Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'i değil, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kastetmiştir. Çünkü bunların ikisi birlikte zikredilmişlerdir." İşte Cübbâi'nin bu konuda söylediklerinin hepsi budur. b) Ebû Müslim el-İsfehânî'nin söylediği şu izahtır: "Hak teâlâ'nın, "Sizi onlardan geri çevirdi" buyruğundan maksad, "Müslümanların isyanlarına ve gevşeklik göstermelerine bir ceza olsun diye, kâfirlerin kalplerindeki müslümanlardan duydukları korkuyu giderdi" manasıdır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Sizi imtihan etmek için.." buyurmuştur ki bu, "Emrine muhalefet edip, ganimet elde etmeye yönelmeniz hususunda, Allah'a dönüp, O'na yönelerek, O'ndan mağfiret talep edesiniz diye, bu geri çevirmeyi size bir belâ kıldı" manasınadır. Daha sonra Hak teâlâ onlara, kendilerini affettiğini bildirmiştir." c) Ka'bî bu ifâdenin, "sonra size birçok nimetler verip, yükünüzü hafifletmek suretiyle sizi imtihan etmek için, Allahü teâlâ hemen yeniden savaşa dönmenizi emretmemek suretiyle, sizi onlardan çevirmiştir" manasında olduğunu söylemiştir. Bu konuda, onların yaptığı izahlar işte bunlardır. Allah en iyisini bilendir. Sonra Cenâb-ı Allah, "(Allah) sizi muhakkak bağışladı" buyurmuştur ki bu ifâdenin zahiri, onlardan daha önce bir günah sâdır olmasını gerektirir. Kâdî şöyle demiştir: "Eğer bu, küçük günahlardan ise, Cenâb-ı Hakk'ın onu tevbe edilmeden de affedebileceğini söylemek doğru olur. Eğer bu, büyük günahlardan ise, büyük günah sahibi olanların, tevbe etmeden af ve mağfirete uğrayamayacaklarına delil bulunduğu için, onların mutlaka tevbe etmiş olduklarını kabul etmek gerekir." Bil ki bu günah şüphesiz, bir büyük günahtır. Çünkü o okçular, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nassının (hadisinin) açık manasına muhalefet etmişlerdir. Bu muhalefet, müslümanların bozulmasına ve ileri gelen bir çok müslümanın öldürülmesine sebeb olmuştur. Bütün bunların, günah-ı kebâir cinsinden olduğu herkesin malûmudur. Yine Hak teâlâ'nın, "Kim böyle bir günde o (kâfirlere) arka çevirirse..." (Enfal, 16) âyetinin zahiri de, bu işin büyük günah olduğuna delâlet eder. Bu son âyetin, Bedir savaşındaki müslümanlara has olduğunu söyleyenlerin görüşü zayıftır. Çünkü âyetin lâfzı umûmîdir ve maksadda da bir farklılık yoktur. Binâenaleyh âyeti tahsis etmek (sınırlandırmak) imkânsızdır. Sonra bu âyetin zahiri, Hak teâlâ'nın onları tevbesiz olarak affettiğini gösterir. Çünkü âyette tevbeden bahsedilmemektedir. Binâenaleyh bu, Allahü teâlâ'nın, büyük günah sahiplerini de bazan affedebileceğine bir delildir. Mu'tezile'nin, bunun imkânsızlığına dair delilinin cevabı, Bakara sûresinin tefsirinde geçmişti. Sonra Cenâb-ı Allah, "Zaten Allah mü'minlere bol lütf-u inayet sahibidir" buyurmuştur ki, bu ifâde, daha önce geçen ilâhî yardım, ve günahkârları af ile ilgilidir. Bu âyet, büyük günah sahibinin mü'min olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü biz bu günahın, günah-ı kebâirden olduğunu açıklamıştık. Allahü teâlâ bu buyruğunda onları "mü'minler" diye adlandırmıştır ki bu, Mu'tezile'nin iddiasının aksine, büyük günah sahiplerinin de mü'min olmasını gerektirir. Allah en iyisini bilendir. |
﴾ 152 ﴿