154

"Sonra o kederin ardından (Allah) üzerinize öyle bir eminlik, öyle bir uyku indirdi ki O, içinizden bir cemaatı örtüp buruyordu. Diğer bir cemaat da canları sevdasına düşmüştü. Allah'a karşı, câhiliyet zannı gibi, hakka aykırı bir zan besliyorlar ve "Bu İşten bize ne?" diyorlardı. De ki: "dütün iş Allah'ındır." Onlar sana açıkça söyleyemeyecekleri şeyi içlerinde saklıyorlar ve "Bu İşte elimizde bir şey olsaydı, burada öldürülmezdik" diyorlardı. De ki: "Eğer evlerinizde olsaydınız bile, kendilerine öldürülme takdir edilmiş olanlar, yine muhakkak ki yatacakları yerlere çıkıp gidecekti. (Allah bunu), göğüslerinizin içindekini yoklamak, yüreklerinizdekini temizlemek için (yaptı). Allah, sinelerde olan her şeyi hakkıyla bilendir"

Bu âyetin, önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu iki izah yapılmıştır:

1- Allahü teâlâ, kâfirlere karşı mü'minlere yardım va'adeclip, bu yardımdan önce de, mü'minlerin kalplerinden korkuyu gidermesi gerekince, bu âyette, mü'minlere yardım va'adini gerçekleştireceğine bir işaret olsun diye, mü'minlerin kalplerinden korkuyu giderdiğini beyân etmiştir.

2- Hak teâlâ, önce mü'minlere yardım ettiğini beyân buyurmuş; onlardan bazıları isyan edince, kalplerine bir korku salmış, sonra da onlara bir uyku vererek, bu korkuyu, imânında sâdık ve dininde sebatlı kimselerin kalbinden giderdiğini bildirmiştir.

Bil ki Uhud günü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunanlar iki kısım idi:

a) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah tarafından gönderilmiş hak bir peygamber olduğuna, onun kendi hevâ ve arzusuna göre değil, ancak vahiy üzere konuştuğuna kesinkes inanan kimseler.., Bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, Hak teâlâ'nın bu dine yardım edeceğini ve bu dini diğer dinlere üstün getireceğini işitip inanmış ve bu vak'anın kendilerinin köklerini kazımayacağını kesin olarak bilmişlerdi. Böylece, onlar hiç şüphe yok ki güven hissediyorlardı ve bu güven, rahatça uyuyabilecekleri bir dereceye varmıştı. Çünkü korku varken uyku tutmaz. Uyku tutması, korkunun tamamen kaybolduğuna delâlet eder. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, Uhud kıssasında, bu âyette onlar hakkında, "Sonra o kederin ardından (Allah) üzerinize, öyle bir eminlik, Öyle bir uyku indirdi ki..." buyurmuş ve Bedir kıssasında da "O vakit Allah, kendi tarafından bir enıinlik olmak üzere hatif bir uyku ile sizi buruyordu" (Enfal, 11) buyurmuştur. Uhud kıssasında Hak teâlâ eminliği, uykudan önce; Bedir kıssasında da uykuyu, eminlikten önce zikretmiştir.

b) İkinci kısım ise Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvveti hususunda şüpheye düşen münafıklar idi. Onlar, savaşa, sırf ganimet elde etmek için katılmışlardı. Bunlar, ufak bir sıkıntıda hemen feryadı basan çok korkak kimselerdi. Sonra Cenâb-ı Hak her iki taifenin durumlarını anlatarak, mü'minler hakkında, "Sonra o kederin ardından (Allah) üzerinize, öyle bir emînlik, öyle bir uyku indirdi ki..." buyurmuştur. Bu ifâde hakkında bazı meseleler bulunmaktadır

Birinci Mesele

Vahidî şöyle demiştir: (......) kelimesi, (......) kelimesi gibi masdardır. Bunun benzeri olan diğer masdarlar da, meselâ, "Azamet, ululuk" ve "galebe, üstünlük" gibi masdarlardır." Cübbâî ise, "(Falanca emin oldu) fiilinin güvenlik manasında olarak emn, emene ve emân masdarları bulunduğunu söylemiştir.

İkinci Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: (......) kelimesi, mîm harfinin sükûnuyla (......) şeklinde okunur. Çünkü bu siga, kökünden "masdar-ı binâ-i merre" dir.

Üçüncü Mesele

Âyetteki (......) kelimesi hakkında şu iki izah söz konusudur:

1- Bu, fciî (bir uyku) kelimesinden bedeldir.

2- Mef'uldür. Buna göre, âyetteki (......) kelimesi hakkında şu ihtimaller vardır:

a) Bu, öne geçmiş bir haldir. Bu, tıpkı senin "Bir adamı binitli olarak gördüm" demen gibidir.

b) Bu kelime, "Emniyet duygusundan dolayı uyudunuz" takdirinde mef'ûlün lehtir.

c) Bu kelime, "emniyet hissedenler" manasında (siz) zamirinden haldir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "İçinizden bir topluluğu örtüp buruyordu' buyurmuştur. Bununla ilgili olarak iki mesele vardır:

Müminlerin Uykuya Dalmalarının Sağladığı Faydalar

Bu cemaatin, imânlarında basîret (şuur) üzere olan mü'minler olduğunu söylemiştik. Ebû Talha (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Biz saf halinde beklerken, üzerimize bir ağırlık geldi. Bundan dolayı meselâ birimizin elindeki kılıç düşüyor, o onu atıyor, derken tekrar düşüyor, tekrar alıyordu."

Hazret-i Zübeyr (radıyallahü anh)'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Korku iyice arttığında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında idim. Derken Allah, bize bir uyku verdi ve ben, uyuklarken Mu'teb İbn Kuşeyr'in, "Eğer bize bu işten bir şey (bir pay) olsaydı, burada öldürülmezdik" dediğini duyuyordum." Abdurrahman İbn Avf (radıyallahü anh) da, "Uhud günü üstümüze bir uyku atıldı" demiştir. İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'un, "Savaşta uyumak bir emniyet, namazda uyuklama ise şeytandan olan bir iştir" dediği rivayet edilmiştir. Bu böyledir, çünkü savaştaki emniyet, Allah'a son derece güvenmeden ve o nisbette de dünyadan yüz çevirmeden dolayı meydana gelir. Namazdaki uyuklama ise, Allah'tan son derece uzaklığı gösterir.

Bil ki bu uyuklamada birçok fayda vardır:

1- Bu hal, alışılmış bir şekilde (bazı insanları) değil, bütün mü'minleri saran bir hal olmuştur. Böylece bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in açık bir mu'cizesi olmuş olur. Hiç şüphe yok ki mü'minler, meydana gelen bu yeni mu'cizeyi müşahede ettiklerinde, imanları kat kat artıyordu. Böyle olunca da, düşmana karşı savaş hususunda istek ve gayretleri ile Allah'ın va'adini gerçekleştireceğine güvenleri artıyordu.

2- Uyku tutmama ve uyuyamama, bıkkınlık ve zayıflığı gerektirir. Uyku ise, kuvvet ve neşenin geri gelmesini ve artmasını temin eder.

3-Kâfirler, müslümanları öldürmekle meşgul olunca, Hak teâlâ, kıymetli arkadaşlarının öldürülmesini görmesinler, böylece de kalplerindeki korku ve çekingenlik artmasın diye, sağ kalan müslümanlara bir uyku vermiştir.

4-Düşmanlar, müslümanları öldürmeye son derece hırslı ve arzulu idiler. Binâenaleyh müslümaniann, bu uykuya rağmen, harp meydanında sağ salim kalmaları, Allahü teâlâ'nın onları koruyup kolladığına delâlet eden delillerin en büyüklerindendir. Bu da müslümanların kalplerindeki korkuyu siliyor ve Allah'ın va'adine güvenlerinin artmasını sağlıyordu. Bazı âlimler buradaki "uyku" lafzının, ileri derecede bir emniyet hissini kinaye yollu ifade etmek için getirildiğini söylemişlerdir ki bu görüş zayıftır. Çünkü bir lâfzı, hakîkî mânasını bırakıp mecazi manada kullanmak, ancak hakiki manasını kullanmaya mânı bir delil (durum) bulunduğu zaman söz konusu olur. Mezkûr fayda ve hikmetleri kapsadığı halde bu lâfzın hakikî manası nasıl terkedilebilir?

İkinci Mesele

Hamza ve Kisâî, zamiri âyetteki "eminlik" ifâdesine râcî kılabilmek için, fiili ta ile (o bürür) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, zamiri "bir uyku" ifâdesine verebilmek için (......) şeklinde okumuşlardır ki bu ikinci şekli Ebu Hatim, Halef ve Ebu Ubeyd de tercih etmişlerdir.

Bil ki "eminlik" ve "uyku" kelimelerinden her biri diğerine delâlet eder. Bundan dolayı fiildeki zamiri hangisine versen, güzel olur. Bu, "Şüphesiz o zakkum ağacı, günaha düşkün olanın yemeğidir. (O), karınlar içinde, erimiş madenler gibi kaynar" (Duhân, 43-45) âyetinde olduğu gibidir. Buradaki fiil şeklinde de okunabilir. Her iki okunuşun da caiz olduğunu anladığın zaman biz deriz ki: Ta harfi ile olan kıraati güçlendiren, âyette asıl olan lâfzın "eminlik" olması ve nuâsen (bir uyku) kelimesinin ondan bedel oluşudur. Zamiri asıl olana vermek daha yerindedir. Hem "emînlik" maksûd olan şeydir. Maksûd olan "eminlik" bulunduğu zaman, "uyku" da bulunur. Çünkü "eminlik", uykunun sebebidir. Zira korkan kişi, nerede ise hiç uyuyamaz. Bu fiili yâ ile okuyanların detili ise şudur: Burada müslümanları bürüyen uykudur. Çünkü Araplar, "Bizi uyku bürüdü" derler. Nadiren de "Beni, uykudan dolayı bir emniyet bürüdü" derler. Hem bu kelime, (Enfal, 11) âyetinde fiili ile birlikte zikredilmiş ve fiilin hemen arkasından gelmiştir. Bu, cümle dizilişinde fiile (......) kelimesinden daha yakındır. O halde, fiili müzekker (yani yâ ile) getirmek daha uygundur.

Sadece Canlarının Derdine Düşen Güruh

Sonra Cenâb-ı Allah, "Bir taife de canlan sevdasına düşmüştü" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu âyette bahsedilenler, Abdullah İbn Übey, Mu'teb İbn Kuşeyr ve taraftarları gibi münafıklardır. Bunların bütün endişeleri, canlarını kurtarmaktı. Nitekim Arapça'da denilir ki bu, "Benim kastım ve gayem şu şeydir" manâsındadır. Ebû Müslim şöyle demektedir: "Arapların korkan kimseye, (O, canı derdine düştü) demeleri âdetlerindendir. Bu münafıklar da, öldürülmekten çok korktukları için, uykuları kaçmıştı." Şöyle de denilmiştir: Mü'minlerin gaye ve düşünceleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile diğer mü'min kardeşleridir. Münafıkların gaye ve düşünceleri ise sadece kendi canlandır. Bu hususta sözün özü şudur: İnsan birşeyle fazlaca meşgul olup, ona iyice daldığında, onun dışındaki herşeyden habersiz kalır. Binâenaleyh insana kendi canı herşeyden daha sevgili olunca, canının tehlikeye girdiğini hissettiğinde, canından başka hiçbirşey düşünemez olur ki işte Cenâb-ı Allah'ın' "(Onlar) canları sevdasına düşmüştü" tabirinden maksad budur. Çünkü korkunun sebeplerinden olan, düşmanın (onların) canlarına kastetmesi mevcut idi. Bu korkuyu defedecek olan, Allah'ın ve Resulünün va'adine güvenme ise, onlarda mevcut değildi. Çünkü onlar, kalben peygambere inanmıyorlardı. İşte bundan dolayı da kalplerindeki korku artıyordu.

İkinci Mesele

(......) kelimesi mübtedâdır ve merfûdur. Bunun haberi, cümlesidir. Bu mübtedanın haberinin, kısmı olduğu da söylenmiştir. Sonra Allahü Teâlâ bu ikinci güruhu, çeşitli sıfatlarla tavsif etmiştir:

“Zann”ın Buradaki Mânası

Birinci sıfat: "Allah'a karşı, câhiliyetzannıgibi, hakka aykırı bir zan besliyorlardı" âyetinin ifâde ettiği sıfattır. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Burada bahsedilen "zan" hakkında şu iki ihtimal söz konusudur:

a) Bu en açık manadır. Buna göre, bu zan, onların kendi kendileri, "Eğer Muhammed davasında doğru olsaydı, Allah, kâfirleri ona musallat kılmazdı" diye düşünmeleridir. Bu, fâsid bir zandır. Fakat Ehl-i Sünnet'in görüşüne göre Allahü teâlâ dilediğini yapar, istediği gibi hükmeder, hiç kimsenin Allah'a karşı itiraz etmeye hakkı yoktur. Çünkü peygamberlik, Hak teâlâ'nın, seçkin kullarını şereflendirdiği bir elbisedir. Aklen, efendi kölesine bir elbise hediye ederek ikramda bulunduğu zaman, ona ikinci bir elbise ile İkramda bulunması vacip değildir. Aksine Allahü teâlâ, ulûhiyetinin hikmetine göre, peygamberine istediği gibi emir ve yasaklarda bulunabilir.

Allah'ın fiil ve hükümlerinde, kulların maslahatını gözetmesi gerektiği görüşünde olan (Mu'tezile'ye) göre, Allahü teâlâ'nın müslümanlart ezecek şekilde onlarla kâfirlerin arasından çekilmesinde gizli bir hikmetin ve gözetilen bir inceliğin mevcut olması da uzak bir ihtimal değildir. Çünkü dünya bir imtihan yurdudur. İnsanların maslahatlarının ne şekilde olacağı akıllara kapalıdır. Bazan kâfirin mü'mini ezmesine sebebiyet verecek şekilde, kâfirle mü'mini başbaşa bırakmada bir maslahat ve menfaat bulunabilir. Bazan da menfaat, fakirlik ve kötürümlüğün mü'minlere musallat olmasında olur. Kaffal şöyle demiştir: "Eğer mü'minin hak üzere olması, bu gibi şeylerin (belâların) yok olmasını gerektirseydi, hakkı kabul etmeye insanlar mecbur edilmiş olurlardı. Bu ise, "teklif" hikmetine ve "sevâb ile ikâbı haketme" manalarına aykırı bir durumdur. Aksine insan, kendisinin haktan yana olduğunu ancak yanındaki deliller ve belgeler ile bilebilir. Zorlamaya gelince, bazan batıldan yana olan kimse, haktan yana olan kimseyi zorlar; bazan da haktan yana olan, bâtıldan yana olan kimseyi zorlar. İşte devleti, gücü ve üstün kuvveti ellerinde bulundurdukları için, o kimselerin hak üzere bulunduklarına istidlal etmenin caiz olamayacağını ortaya koyma hususunda bu açıklamalar kâfidir.

b) Bu zan, onların, hertürlü makdûrâta (güç yetirilebilecek şeye) kadir ve her malûmatı bilen bir ilâh ile peygamberlik ve ölümden sonra dirilmeyi inkâr etmeleridir. Bundan dolayı onlar, Allahü Teâlâ'nın müslümanları kuvvetlendirip onlara yardım edeceğini söyleyen peygambere güvenmemişlerdir.

İkinci Mesele

Âyetteki, (hakka aykırı) tabiri masdar hükmündedir; mânası ise, "Onlar Allah hakkında zannolunması gereken hak ve doğru zandan başka bir zanda bulunuyorlar" şeklindedir. "Cahiliyye kısmı ise bundan bedeldir. İfâdenin bu şekilde tertibindeki İncelik ise şudur: Hak olmayan pek çok din ve inanç vardır. Bunların en kötüsü ise, cahiliyye insanlarının söyledikleri sözlerdir. Bu sebeple Hak teâlâ önce, onların Allah hakkında gerçek (hak) olmayan bir zanda bulunduklarını zikretmiş, sonra da onların hak olmayan din çeşitlerinden en bozuk ve en batılını seçtiklerini beyan etmiştir. Bu da, cahiliyye insanlarının zannıdır. Nitekim, "Dini, mülhidlerin dinidir" manasında (Falancanın dini hak değildir) denilir.

Üçüncü Mesele

"Câhiliyye zannı" tabiri hakkında iki görüş vardır:

1- Bu, tıpkı senin, "Cömert(lik kahramanı) Hatam" ve "Adalet (timsali) Ömer" sözlerin gibidir. Buna göre Hak teâlâ, cahiliyyet inancına has zannı kastetmektedir.

2- Bundan murad, câhiliyye insanının zannıdır.

Allahü teâlâ'nın, münafıklar hakkında kullandığı ikinci sıfat, "Bu fşfen bize ne?" demeleridir.

Bil ki, "Bu işten bize ne?" ifâdesi, nifak ehlinin tutunduğu şüpheyi nakletmektedir. Bu sözün birkaç manaya gelmesi muhtemeldir:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Uhud hadisesi öncesinde Abdullah İbn Übey ile müşavere edince, O, Medine'den çıkmama görüşünü beyân etmişti. Daha sonra (genç) sahabe-i kiram, müşrikleri şehrin dışında karşılama hususunda ısrar edince, Abdullah İbn Übey buna kızdı ve, "Benim sözümü dinlemedi de çocuklara uydu" dedi, daha sonra Hazreç kabilesinden çok kişi öldürülüp, Abdullah İbn Übey geri dönünce, ona, "Hazrecoğulları öldürüldü" denildi. O da bunun üzerine, "Bu işten bize ne?" yani, "Muhammed, ben ona Medine'de kalıp oradan çıkmamasını emrettiğim zaman benim sözümü kabul etmedi" dedi. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın münafıklardan nakletmiş olduğu, "Eğer bizi dinleselerdi ölmeyeceklerdi" (Al-i İmran, 168) sözüdür. Bunun manası, "Bizim itaat edeceğimiz bir iş mi var!" demektir. Bu, inkâr üslubuyla gelmiş olan bir istifhamdır.

b) Devlet ve güç, düşmanlarının elinde olduğu zaman, "iş onun uhdesinde (elinde)" demek, Arapların adetlerindendir. Buna göre, âyetteki, "Bu işten bize ne?" ifâdesinin mânası. "Muhammed'in bize vaadettiği zafer ve kudretten bize ne!" şeklindedir. Bu, inkâr üslûbu ile varid olan bir istifhamdır. Münafıkların bundan maksadı, bununla, bir nusret ve Allah'ın ümmet-i Muhammed'i koruyacağı hususundaki vâ'adinde Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yalancı olduğuna istidlal etmek istemeleridir. Bu da, inkâr yoluyla varid olmuş bir istifhamdır.

c)Bu ifâdenin takdirinin, "Şunlara karşı galibiyetin bizden taraf olabileceğini umabilir miyiz?" şeklinde olmasıdır. Bundan maksad ise, cihad konusunda ve kâfirlerle savaş hususunda daha sebatlı olmaları için müslümanları sabra teşvik etmektir.

Cenâb-ı Hak sonra bu şüpheye "Deki: "Bütün iş Allah'ındır" sözüyle cevap vermiştir. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebu Amr, (......) kelimesini, lâm harfinin ref'i ile şeklinde; diğer kıraat alimleri ise nasb ile (......) şeklinde okumuşlardır.

Ref'i ile okunması halinde bunun izahı şöyle olur: (......) kelimesi mübteda, (......) kelimesi ise onun haberidir. Sonra bu mübteda-haber cümlesi lâfzının haberidir. Nasb ile okunmasına gelince; çünkü lafzı te'kîd içindir. Bu sebeple (hepsi) kelimesi gibi olmuştur. Eğer (......) denilmiş olsaydı, (......) kelimesi sadece mansub olabilirdi. İşte, (......) denildiğinde de böyledir.

İkinci Mesele

Bu cevabın izahı, daha önce açıklamış olduğumuz şu husustur: Biz ehl-i sünnetin görüşünü benimsediğimiz zaman, öldürmek, diriltmek, fakir kılmak, zengin etmek, mutluluk verme ve sıkıntı verme gibi fiillerinden hiçbirisi hakkında Allah'a itiraz edilemez. "Kullarının maslahatını gözetmesi gerekir" diyen (Mu'tezile'nin) görüşünü benimsersek, şu söylenebilir: Maslahat şekillen gizli olup, onların hepsini ancak Allah bilebilir. Binâenaleyh bazan sevinç ve lezzet vermede maslahat bulunduğu gibi, bazan da hüzün ve elemleri musallat kılmada maslahat bulunabilir. İşte böylece münafıkların buyönden gelen şüpheleri giderilir.

Sonradan Meydana Gelen Bütün İşler Allah'ın Takdiri İledir

Bizim âlimlerimiz, bu âyet ile, sonradan meydana gelen bütün şeylerin, Allah'ın kaza ve kaderi ile olduğuna istidlal etmişlerdir. Bu böyledir: Çünkü münafıklar, "Eğer Muhammed tam görüşümüzü ve nasihatimizi kabul etseydi, bu sıkıntılara düşmezdi" demişler ve Allahü teâlâ da onların bu sözüne, "Bütün iş Allah'ındır" diye cevap vermişti. Bu cevap ancak, kulların fiillerinin de Allah'ın kaza, kader ve meşî'eti ile olması halinde uygun olan bir cevaptır. Çünkü bu fiitter eğer Allah'ın meşî'etinin dışında olmuş olsaydı, bu cevap münafıkların şüphesine bir cevap olamazdı. Böylece bu âyetin, söylediğimiz şeye delil olduğu sabit olmuştur.

Yine bu âyetin zahiri, "burhân-ı aklî" (aklî açık delil)e de uygundur. Çünkü mevcut olan şeyler, ya zâtı gereği zaruri (vâcib li-zâtihî), ya da zatı gereği mümkin (mümkin li-zâtihi) bir varlıktır. Zatı gereği mümkin olan şeyin varlığı yokluğuna, ancak zatı gereği vâcib olana dayanıldığı zaman üstün gelir. Binâenaleyh Allah'ın dışındaki bütün varlıkların, O'nun tcâd ve yaratmasına dayandıkları ortaya çıkmaktadır. Bu kaide, sadece bazı muhdes (sonradan olma) veya sadece bazı mümkin varlıklara has değildir. Bu sebeple, kulların fiilleri, hareketleri ve hareketsizlikleri de bu kaideye dahildir. İşte Allahü teâlâ'nın, "Bütün iş Allah'ındır" buyruğu ile kasdettiği budur. Bu, Allah'ın kendisini insaflı olmaya muvaffak kıldığı kimse nazarında son derece açık bir sözdür. Hak teâlâ daha sonra "Onlar sana açıkça söyleyemeyecekleri şeyi içlerinde saklıyorlardı" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, onların "Bu işten bize ne?" dediklerini nakletmiştir ki bu, iki şeye muhtemeldir: Belki de bu sözü söyleyen gerçek mü'minterden idi ve onun bundan maksadı da, korkusunu ifâde etmek, kurtuluşun ne zaman olacağını ve muzafferiyetin ne zaman gerçekleşeceğini sormak idi. Belki de bunu söyleyen, münafıklardan idi. Bu takdirde o bu sözü, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetini ve İslâm'ı tenkid etmek için söylemişti. İşte Hak teâlâ bu âyet-i kerîmede, bu kimselerin, bu sözü söylemekten maksadlarının bu ikinci ihtimal olduğunu beyan etmiştir. Bu tenbihin faydası ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in o münafıkların hile ve desiselerine karşı uyanık olmasını temin etmektir.

Razî'nin Mutezili İle Münafık Arasında Bulduğu Benzerlik

Üçüncü sıfat: Allahü teâlâ'nın münafıklardan naklettiği şeylerin üçüncüsü olan, "Bu işte elimizde bir şey olsaydı, burada öldürülmezdik" sözleridir. Burada bîr müşkil (problem) vardır, o da şudur: Bir kimse, "Bu söz ile, daha önce geçmiş olan, "Bu işten bize ne?" ifâdesi arasında ne fark var?" diyebilir. Buna iki şekilde cevap verilebilir:

1- Allahü teâlâ onların, "Bu işten bize ne?" dediklerini nakledince, buna, "Bütün iş Allah'ındır" sözü ile cevap vermiştir. Münafıklar, "Şayet bu işte bizim elimizde birşey olsaydı, Medine'den çıkmaz ve orada öldürülmezdik." Binâenaleyh, bu da gösteriyor ki, sizin iddia ettiğiniz gibi bütün işler Allah'a ait değildir" diye, bu cevabı tenkid etmişlerdir. Bu ehl-i sünnet ile Mu'tezile arasında cereyan eden münazaraya benzer. Çünkü ehl-i sünnete mensup olan kimse, "Tâat ve masiyet, iman ve küfür hususunda, bütün iş Allah'ın elindedir" derken, Mu'tezilî olan şahıs, "Hayır, durum böyle değildir. Çünkü insan irâde sahibi olup, fiillerinde hürdür. Dilerse iman eder. dilerse kâfir olur" der. Bu izaha göre, bu ifâde basit başına bir delîl olmaz. Daha doğrusu bundan maksad, Allahü teâlâ'nın münafıkların birinci şüphelerine verdiği cevabı tenkid etmektir.

2- Hak teâlâ'nın, "Bu işten bize ne?" tabirinden maksad, "Muhammed'in va'adettiği yardımdan bize birşey var mı, bize ne?"; "Bu işte elimizde birşey olsaydı, burada öldürülmezdik" tabirinden maksad da, Abdullah İbn Übey'in söylemiş olduğu, "Şayet Muhammed benim sözümü tutup. Medine'den çıkmasaydı, burada öldürülmezdik" sözüdür.

Hak teâlâ bu şüpheye üç yönden cevap vermiştir:

Birinci cevap: "De ki: "Eğer evlerinizde olsaydınız bile, kendilerine öldürülme takdir edilmiş olanlar, yine muhakkak ki yatacakları yerlere çıkıp gidecekti" âyetidir. Bunun manası şudur: Sakınmak, kaderi savuşturamaz. Tedbir takdire karşı koyamaz. Bu sebeple, Allahü teâlâ'nın, öldürülmesini takdir ettiği kimselerin, her halükarda öldürülmeleri kaçınılmaz. Çünkü Allahü teâlâ, onun öldürüleceğini haber verdiği halde, o öldürülmez ise, Allah'ın ilmi cehalete dönüşmüş olur. Yine biz daha önce, öldürülmenin "mümkin" bir iş olduğunu ve bunun Allah'ın yaratmasına dayanması gerektiğini açıklamıştık. Allahü teâlâ onu yaratmayacak olsaydı, O'nun kudreti acizliğe dönüşmüş olurdu. Bütün bunlar, Allah hakkında düşünülemeyecek şeylerdir. Açıkladığımız gibi, "vâcib" olanın meydana gelmesinin kaçınılmaz olduğuna delâlet eden şeylerden birisi de, Allahü teâlâ'nın, "kendilerine öldürülme takdir edilmiş olanlar" ifadesidir. Buradaki " (Takdir edilmiş) ifâdesi, "vacip" oluşu gösterir. Çünkü Hak teâlâ'nın, "Size oruç farz kılındı" (Bakara. 183) ve "Size kısas farz kılındı" (Bakara, 178) buyruklarındaki (......) fiili, bu işin yapılmasının vacip (farz) olduğunu ifâde etmektedir. Burada ise, bu kelimeyi işin vücûbuna hamletmek mümkin değildir. Bu sebeple onu, bu işin meydana gelmesinin "vacip" (zorunlu) olduğu manasına hamletmek gerekir. İşte bu, Allahü teâlâ'nın, tevfiki ile desteklediği kimse nazarında son derece açık bir sözdür.

Sonra deriz ki: Bu sözün izahı hakkında müfessirlerin iki görüşü vardır:

a) "Şayet siz, evlerinizde oturup bekleseydiniz bile, Allah'ın, sizlerden öldürülmesini takdir ettiği kimseler, yatacakları (yani öldürülüp serilecekleri) yerlere çıkarlardı da, Allah'ın meydana geleceğini bildiği şey, yine meydana gelirdi."

b) Münafıklara sanki şöyle denilmiştir: "Şayet siz, evlerinizde oturup cihaddan geri kalmış olsaydınız bile, kâfirlerle savaşmaları takdir edilmiş mü'minler yine öldürülüp yatacakları yerlere çıkarlar ve sizin geri kalmanız yüzünden, onlar bu taattan geri kalmazlardı."

İkinci cevap: "(Allah bunu) göğüslerinizin içindekini yoklamak... için (yaptı)" buyruğudur. Bu böyledir. Çünkü münafıklar bu savaşa çıkmanın bir zarar olduğunu iddia etmişlerdi. İş onlara kalsaydı onlar savaşa çıkmayacaklardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: İddianızın aksine bu savaşın iki faydası vardır; Allah'ın emrine uyanları, münafıklardan ayırdetmek bunlardan birisidir. Meşhur bir darb-ı meselde, "Fitneleri kötü görmeyin, çünkü onlar münafıkları ortaya çıkarır" denilmiştir. "Allah'ın imtihan etmesi"nin izahı daha önce birçok kere geçti.

Allah'ın Hikmeti Mü'minleri Sınamak İster

Şayet, "Sonra Allah sizi imtihan etmek için, sizi onlardan geri çevirdi" (Âl-i İmran. 152) âyetinde "imtihan" zikredildiği halde, burada ikinci kez "imtihan" niçin zikredilmiştir?" denilir ise, deriz ki "Söz uzadığı için, Cenâb-ı Allah bu kelimeyi tekrar zikretmiştir. Yine önceki "imtihan"ın mü'minlerin hezimeti, ikincisinin ise diğer haller ve hâdiseler olduğu da söylenmiştir.

Üçüncü cevap: "Ve yüreklerinizdekini temizlemek için (yaptı)" buyruğudur. Bu ifâdenin iki izah şekli vardır:

a) "Bu Uhud hadisesi, sizin kalplerinizi vesvese ve şüphelerden temizler."

b) "Bu hadise, sizin günahlarınızın keffâreti olur, böylece sizi günahların ve kötülüklerin mesuliyetlerinden arındırır." Cenâb-ı Hak "imtihan ve ibtila" kelimelerinin yanısıra "göğüsler (sudur)" kelimesini; "temizlemek ve arındırmak" kelimesi ile birlikte ise "kalpler" (yürekler) kelimesini zikretmiştir ki, bu hususta bir araştırma gerekir.

Zâtü's-Sudûr Ne Demektir?

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah göğüslere sahip olanı hakkıyla bilendir" buyurmuştur. Bil ki göğüslerin sakladığı şeyler, göğüslerde mevcut olan, sırtar ve gizliliklerdir. Zira bunlar, oraya yerleşmiş, ona refakat ve musahabet eden şeylerdir. Bir şeyin sahibi ise, onu elde edendir. Allahü teâlâ bunu sırf imtihan edişinin, göğüslerde bulunan şeylerin veya diğer şeylerin kendisine gizli oluşundan dolayı olmadığını göstermek için zikretmiştir. Çünkü O, bütün herşeyi bilendir. O, kullarını ancak, ya sırf utûhiyyetinden dolayı veyahut da kulların durumlarını iyileştirmek için imtihan etmektedir.

Düşman Karşısında Kaçanlar Şeytana Uymaktadırlar

154 ﴿