158

"Ey iman edenler, siz, o kâfir olup da yeryüzünde seyahat ve seferde, yahut gazada bulundukları zaman ölen kardeşleri hakkında: "Bizim yanımızda olsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi" diyenler gibi olmayın. Allah bunu onların yüreklerinde bir hasret, iç yarası yaptı. Allah hem diriltir, hem öldürür. Allah ne yaparsanız hakkıyla görendir. Andolsun, eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah'dan olan bir bağışlama ve merhamet onların toplayacakları şeylerden muhakkak daha hayırlıdır. Andolsun, ölseniz de, yahut öldürülseniz de, muhakkak ki hepiniz ancak Allah'ın huzuruna toplanacaksınız".

Bil ki münafıklar, mü'minlerin kâfirlere karşı savaşmalarını, "Bizim yanımızda olsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi" diyerek ayıplıyorlardı. Daha sonra mü'minlerin bir kısmından, cihâd hususunda bir gevşeklik ve yılgınlık zuhur edip, Uhud'da meydana gelen hadiseler meydana gelip, Allah da lütfuyla onları affedince, bu âyette, hiçbir mü'minin münafıkların sözlerine benzer söz söylememesini buyurmuş ve, "Ey iman edenler, cihada çıkmak isteyen kimselere, "Eğer cihada çakmasaydınız, ne ölür ne de öldürülürdünüz" demeyin.. Çünkü, öldüren de, dirilten de Allah'tır. Hayatta kalmasını takdir ettiği kimseler, cihadda öldürülmezler. Ölümünü takdir ettiği kimseler de, savaşmasalar dahi hayatta kalamazlar. İşte bu da Allahü teâlâ'nın, "Allah hem diriltir, hem öldürür" buyruğu ile kastedilendir.

Yine cihadda öldürülecekler, cihada çıkmasalar dahi hiç şüphesiz yine öleceklerdir. Binaenaleyh, ölmek muhakkak ve mukadder olunca, büyük bir sevaba nail olabilmek için cihadda öldürülmeleri, boşuna ve faydasız yere öldürülmelerinden daha hayırlı olur. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun, eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah'dan olan bir bağışlama ve merhamet, onların toplayacaktan şeylerden (dünyalıklardan) muhakkak daha hayırlıdır" âyetiyle kasdedilendir" şeklinde buyurulmuştur. Âyette ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âlimler, Hak teâlâ'nın "O inkâr edenler gibi" buyruğu ile kimlerin kastedildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, bu ifâdenin mutlak olduğunu, binâenaleyh ister münafık olsun isterse olmasın, bu sözü söyleyen herkesin bu sözün muhtevasına girebileceğini söylemiştir. Diğer bazıları ise, bunun münafıklara has bir ifâde olduğunu, çünkü âyetin başından sonuna kadar onların hallerini açıklamaya tahsis edildiğini söylerlerken, diğer bazıları da bu sözün, Abdullah İbn Ubey İbn Selûl ile Mu'teb İbn Kuşeyr ve diğer arkadaşlarına has olduğunu söylemişlerdir. Bu iki görüşe göre âyet, Kerrâmiyye'nin dediği gibi, imanın lisan ile ikrardan ibaret olmadığına delâlet eder. Çünkü eğer böyle olsaydı, münafık da mü'min sayılırdı. Şayet o mü'min olsaydı, Allah onu kâfir diye adlandırmazdı.

İkinci Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Hak teâlâ'nın buyruğu "Kardeşlerinden ötürü., diyenler" manasınadır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "O kâfirler, imân edenler hakkında dedi ki: "Eğer (iman) bir hayır olsaydı, bizden evvel ona koşmazlardı" (Ahkâf, 11) buyruğu gibidir." Bunun izah şekli şöyledir: Onlar, "Bizim yanımızda olsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi" deyince, bu ifâde, onların bu sözü söyledikleri esnada, kardeşlerinin ölmüş ve öldürülmüş olduklarına delâlet eder. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundan muradın, onların bu sözü kardeşlerinden ötürü" söylemiş olmaları gerekir. Bundan murad, onların, bu sözü kardeşleriyle birlikte, yani yan yana ve karşı karşıya söylemiş olmaları değildir.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ'nın, "kardeşten..." tabirinden muradın, her ne kadar ölenler müslüman olsalar dahi, neseb bakımından bir kardeşlik olması muhtemeldir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Âd'e de kardeşleri Hûd'u gönderdik" (Hûd. 50) ve, "Semûd'a da, kardeşleri Salih'i gönderdik..." (Hûd. 61) ifâdeleri gibidir. Çünkü bu âyetlerdeki kardeşlik, din kardeşliği değil, neseb kardeşliğidir. Belki de müslümanlardan ölmüş olan o kimseler, münafıkların akrabaları idiler. İşte bundan dolayı münafıklar bu sözü söylemişlerdi. Bu kardeşlikten muradın, dindeki müştereklikten dolayı olması da muhtemeldir. Bazı savaşlarda münafıklardan bazısının öldürülmüş olmaları, geri kalan münafıkların da bunu söylemiş olması muhtemeldir.

Dördüncü Mesele

Münafıklar kendilerinden ayrılarak uzak bir yolculuğa çıkanlara ki Cenâb-ı Hakk'ın, "yeryüzünde yürüdüklerinde" ifadesiyle kasdettiği bunlardır-, ve savaşa çıkanlara Cenâb-ı Hakk'ın, "yahûd gazada bulunduklarında" kasdettiği kimseler bunlardır-öldükleri veya öldürüldükleri zaman, bunun onlara sırf sefere çıkmaları ve savaşa katılmaları sebebiyle geldiğini zannediyor ve bunu, insanları cihaddan uzaklaştırmak için bir vesile ediniyorlardı. Bu böyledir, çünkü insanların yaratılışında hayatı sevme, ölüm ve öldürülmeden hoşlanmama hisleri hakimdir. Çünkü bir kimseye, "Eğer yolculuktan ve cihaddan kaçınırsan hayatta kalırsın, yaşantın güzel olur; ama eğer bunlardan birini körükörüne seçersen, ölürsün veya öldürülürsün" denildiğinde, genel olarak kişinin yaratılışı bundan nefret eder ve evinden ayrılmamaya arzu ve iştiyak duyar. Bu da, mü'minleri cihaddan uzaklaştırma hususunda münafıkların kurdukları tuzaklardan birisidir.

Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, muhtevasında bulunduğu halde, "yeyüzünde seyahat etmek" ifâdesinden sonra, "gazaya, savaşa katılmak" sözünü niçin zikretmiştir?" denilirse, biz deriz ki:

Çünkü yeryüzünde yürümekten, yolculukta uzaklaşmak kastedilir, yakın yolculuk değil; savaşta ise, yolculuğun uzağı ile yakını arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü Medine'den Uhud dağına yola çıkan kimse, gazi olsa dahi, mesafe yakın olduğu için yeryüzünde seyahat etmekle vasfedilemez. İşte savaşın, yeryüzünde yürümekten ayrı olarak zikredilmesinin mânası budur.

Bu Âyette Muzari Yerine Mazi Fiil Kullanılmasının İzahı

Âyette bir müşkil vardır ki o da Hak teâlâ'nın, "Kardeşleri hakkında... dediler" ifâdesinin geçmiş zamana; "Yeryüzünde seyahat ve seferde bulundukları zaman..." ifâdesinin ise gelecek zamana delâlet etmesidir. O halde, bu iki tabir nasıl birleştirilebilir? Aksine Cenâb-ı Hak, "Yürüdükleri zaman..." manasında olmak üzere demiş olsaydı, bir müşkilât olmazdı.

Buna şu şekillerde cevap verebiliriz:

a) Hak teâlâ'nın, "Dediler..." buyruğunun anlamı, "derler, diyorlar.." şeklindedir. Buna göre sanki, "... inkâr edenler ve, o kardeşlen hakkında şöyle şöyle... diyenler gibi olmayın..." denilmiştir. Burada, şu iki faydadan dolayı muzari zaman, mazi, geçmiş zamanla ifâde edilmiştir.

1- Gelecek zamanda olması zarurî olan bir şey, bazan "oldu, oluyor" diye ifâde edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın emri geldi" (Nahl, 1) ve "Sen muhakkak kir ölüsün" (Zümer, 30)buyurmuştur. Binâenaleyh bu durum, muzari bir sigayla ifade edilmiş olsaydı, bu ifâdede te'kîd ve mübalağa anlamı bulunmazdı. Ama, mazi lafzıyla ifade edilince bu, onların arkadaşlarına o şüpheyi yerleştirme hususunda göstermiş oldukları gayret ve çabaların had noktaya ulaştığına delâlet eder. İşte bu gayretten dolayı, gelecekte olacak olan şey, olmuş ve meydana gelmiş gibi oldu.

2- Cenâb-ı Hak, gelecek olanı mazî zaman sîgası ile bildirince, bundan maksat, bu sözün onlardan sadır olduğunu haber vermek değildir. Aksine bundan maksat, bu şüpheyi yerleştirme hususunda onların gösterdikleri faaliyetlerin ne derece fazla olduğunu haber vermektir. Bana göre, bu hususta itimat edilecek cevap işte budur. Allah en iyisini bilendir.

b) Bu sözün, geçmiş zamanın hikâyesi şeklinde söylenmiş olmasıdır. Buna göre mana, "Onların kardeşleri yeryüzünde seyahat ve sefere çıktıklarında, kâfirler, "Onlar yanımızda kalsalardı ne ölür, ne de öldürülürlerdi" diyorlardı, şeklinde olur. Binâenaleyh onların böyle dediklerini haber veren kimsenin, mutlaka "Dediler.." sığasını kullanması gerekir. İşte bizim, "Bu söz, geçmiş zamanın hikâyesi olarak söylenmiştir" sözümüzden murad budur.

Kur'ân'la İstişhad Etme Şiire Tercih Edilir

c) Kutrub şöyle demektedir:" (......) ile (......) edatlarının birbirlerinin yerine kullanılmaları caizdir." Ben derim ki, Kutrub'un bu sözü güzel bir sözdür. Bu böyledir, çünkü biz, bir kelimenin, söyleyeni meçhul bir adamdan nakledilen meçhul hali bilinmeyen bir şiir ile isbat edilmesinin caiz olduğunu söylediğimize göre, bunun Kur'ân-ı Kerim ile isbat edilmesi haydi haydi doğru ve yerinde olur. Bu konuda söylenebilecek en son söz şudur: ül edatı, gelecek zaman için hakiki manada kullanılır. Ancak ne var ki, lil He âl, arasındaki şiddetli benzerlikten dolayı, lal edatının mecaz yoluyla mazi hakkında kullanılması niçin caiz olmasın? Çoğu zaman nahivcileri, Kur'ân'da bulunan lâfızların izahı hususunda şaşakalmış vaziyette görüyorum. Onlar, Kur'ân'ın lâfızlarını izah etme hususunda meçhul bir beyitle istişhad ettiklerinde son derece seviniyorlar. Ben onların bu hallerine çok şaşıyorum. Çünkü onlar, o lâfzın o meçhul beyitte bulunmasını, onun (o lâfzın) sıhhatine delil yaptıklarına göre, herhangibir lâfzın Kur'ân'da yer almasını, o lafzın sıhhatine haydi haydi delil saymaları gerekir.

Altıncı Mesele

(......) "kelimesi" "söyleyen", "rüku eden" ve "secde eden" kelimelerinin çoğulu olan ve (......) kelimeleri gibi, (......) kelimesinin çoğuludur. Nakıs fiillerden bunun benzeri olan bir fiil de, fiilidir. Yine bu kelimenin çoğulunun, (atan) ve (kadı) kelimelerinin çoğulu olan ve (......) kelimesi gibi, şeklinde olması da caizdir. Arapça (......) kelimesinin manası, düşmana yönelmek, kastetmektir. Nitekim, (......) kelimesinin manası, maksad ve gayedir.

Yedinci Mesele

Vahidî şöyle demektedir: "Âyette, sözün delâlet ettiği bir hazf vardır. Bunun takdiri ise, "Onlar yeryüzünde sefere çıkıp (öldüklerinde, yahud savaşıp da öldürüldüklerinde), şayet bizim yanımızda olsalardı ne ölür ne de öldürülürlerdi" şeklindedir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ölmezler ve öldüriilmezlerdi" ifâdesi, onların öldüklerini ve öldürüldüklerini gösterir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah bunu onların yüreklerinde bir hasret bir iç yarası yaptı" buyurmuştur. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır;

1- Kelamın takdiri, "Onlar, Allah bu sözü onların kalplerinde bir hasret kılmak için bu sözü söylemişlerdir" şeklindedir. Bu tıpkı, "Bana eziyyet etsin diye onu terbiye edip büyüttüm ve bana kahredip ezsin diye ona yardım ettim..." denilmesi gibidir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Böylece Firavun'un adamları, onu buldular ve yitik olarak aldılar. Çünkü o, neticede kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı" (Kasas, 8) âyetidir. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, âlimler bu sözün nasıl, onların kalplerinde hüzün ve hasretin meydana gelmesini takip ettiği, izlediği hususunu beyân etme hakkında şu izahları yapmışlardır:

a)Ölenlerin akrabaları "Onlar bizim yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi" sözünü duyduklarında, kalplerdeki hasret ve hüzün artıyordu. Çünkü onların her biri şöyle inanıyordu: Şayet kendisi, ölen şahsın sefere çıkma ve savaşa katılmasını engelleme hususunda daha fazla çaba gösterseydi, o ölmeyecekti. O şahıs ancak, bu insanın onu men etmek hususunda kusurlu davranması sebebiyle ölmüş veya öldürülmüştür. Böylece bu sözü duyan kimse, kendisi nazarında çok kıymetli olan o şahsın ölmesine ve öldürülmesine bizzat kendisinin sebebiyet verdiğine inanıyordu. Buna bu şekilde inandığı sürece de, hiç şüphesiz hayıflanması ve tehassürü artıyordu. Ama, hayatın ve ölümün ancak Allah'ın takdiri ve kazası ile olduğuna inanan müslüman kimsenin kalbinde ise böyle bir hayıflanma ve tehassür bulunmaz. Böylece, münafıkların zikretmiş olduğu o şüphelerin, onlara hasret ve hayıflanmalarının artmasından başka bir şey sağlamadığı ortaya çıkmış olur.

b) Münafıklar bu şüpheyi kardeşlerinin kalbine attıkları zaman, onlar savaşa ve cihada katılmıyor, bundan geri duruyorlardı. Müslümanlar savaş ve cihad ile meşgul olup, bu sebeple de büyük ganimetler elde edip, düşmanlarına üstün gelerek emniyete ulaşınca, bu sırada savaşa katılmayanlar bir pişmanlık ve tehassür içinde kalakalıyorlardı.

c) Bu hasret (pişmanlık), Allah'ın mücâhidlere alabildiğine ikramda bulunduğunu ve onlara yüksek dereceler verdiğini, kendilerini ise alabildiğine rezil ve rüsvay edip, lanetleyerek cezalandırdığını görünce, kıyamet günü münafıklarda meydana gelecek olan bir pişmanlıktır.

d) Münafıklar bu şüpheyi, inanç bakımından zayıf müslümanlara ilkâ edip, bu hile ve tuzaklarını o zayıf müslümanlar üzerinde tesirli oluşunu ve onların da bunu kabul ettiklerini gördükleri zaman, son derece seviniyorlardı. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, bu şüpheyi ilkâ etmede yanlış yolda olduklarını anladıklarında, yaptıkları bu işin, o münafıkların kalplerinde bir pişmanlığa dönüşeceğini söylemektedir.

e) Onların şüpheleri çoğaltıp, sapıklık telkin etmedeki faaliyetleri, kalplerini körleştirir. Bundan dolayı onlar bir şaşkınlığa, pişmanlığa ve gönül darlığına düşerler ki işte âyetteki "hasref'ten murad budur. Bu, Hak teâlâ'nın, "(Allah) kimi de sapıklıkta bırakmak dilerse, onun kalbini son derece daraltır, sıkar" (Enam, 125) âyetinde ifâde edildiği gibidir.

f) Onlar, bu şüphelerini müslümanların imanca güçlü olanlarına vermek isteyip, onlar da bu gibi şeylere iltifat etmeyince, münafıkların gayretleri boşa çıkmış ve tuzakları işe yaramamış oluyordu. İşte bundan dolayı o münafıkların kalplerinde bir pişmanlık (hasret) oluyordu.

2- Âyetteki, buyruğunun başındaki lâm harfi, nehyin delâlet ettiği şeye taalluk etmektedir. Bunun takdiri, "Siz onlar gibi olmayınız, ta ki: Sizin kendileri gibi olmayışınızı, Allah onların kalplerinde bir pişmanlık ve nedamet pınarı kılsın" şeklinde olur. Çünkü söyledikleri ve inandıkları şeylerde onlara muhalefet edip, onlara zıd davranmak ian gayza sevkeden şeylerdendir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah hem diriltir, hem öldürür" buyurmuştur. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır:

1- Cenâb-ı Hakk'ın bu sözden maksadı, onların bu şüphelerine karşı verilecek cevabın ne olduğunu beyân etmektir. Bunun izahı şöyledir: Dirilten ve öldüren ancak Allah'tır. Diriltme ve öldürmede, hiçbirşeyin tesiri yoktur. Çünkü Allah'ın ilmi değişmez. Onun hükmü değişmez. O'nun kaza ve kaderi değişmez. O halde, evde oturup kalmak, ölmemeye nasıl çare olabilir?

İmdi eğer, "Allah'ın kaza ve kaderinin değişmeyeceğini söylemek, ölmekten ve öldürülmekten sakınma hususunda çalışıp tedbir almanın bir mana ifâde etmeyeceğini gösterir: Yine Allah'ın kaza ve kaderinin değişmeyeceğini söylemek, âhiret cezasından sakınma hususunda amel etmenin de bir mana ifâde etmeyeceğini gösterir. Bu ise, "teklif" (mükellefiyet)'in lüzumlu oluşuna mânidir. Halbuki bu âyetten maksad, cihad ve mükellefiyet işini anlatıp iyice zihinlere yerleştirmektir. Böyle bir cevap âhirete yönelik mükellefiyetin düşmesi neticesine götürünce, bu sözün sübûtu da mükellefiyetin olamayacağı neticesine götürür ki bu batıl olur" denilir ise, şöyle cevap verilir: Bize göre teklifin güzeli, bir illet ve maslahatı gözetmeye bağlı olmayan tekliftir. Daha doğrusu, bize göre Allah dilediğini yapar, istediği hükmü verir."

2- Bu sözden maksad, münafıkların ortaya attıkları o şüpheye cevap vermek değildir. Aksine Allah, mü'minleri, münafıkların sözüne benzer bir söz söylemekten nehyedince, Allah'ın, nuru ve furkanı ile, Allah'a ve Allah dostlarına itaat edenlerin kalplerini dirilteceğini, münafıklar gibi Allah düşmanlarının kalplerini de öldüreceğini murad ederek, "Allah hem diriltir, hem öldürür" buyurmuştur.

Sonra Allahü teâlâ, "Allah, ne yaparsanız hakkıyla görendir" buyurmuştur ki bu tabirle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ifâdeden maksad, insanları mü'minlerin yoluna teşvik ve münafıkların yolundan sakındırmaktır.

İkinci Mesele

İbn Kesir, Hamza ve Kisâi, gâib sîgasıyla fiili (......) şeklinde okumuşlardır ki bunun manası, "Allah, onlar ne yaparlarsa hakkıyla görür" şeklinde olur. Diğer kıraat imamları, bu cümleden önceki "Kâfir olanlar... gibi olmayınız" ifâdesi ile, bundan sonra gelen, "Andolsun eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz" âyetine uygun düşsün diye, muhatab sîgası ile (tâ'lı olarak) (ne yaparsanız) şeklinde okumuşlardır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Andolsun, eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah'tan olan bir bağışlama ve merhamet onların toplayacakları şeylerden muhakkak daha hayırlıdır" buyurmuştur.

Bil ki bu ifâde münafıkların şüphelerine karşı verilen ikinci cevaptır ve izahı şöyledir: Ölüm mutlaka olacaktır. Ölümden veya öldürülmeden kurtuluş yoktur. Bu ölüm veya öldürülme, Allah yolunda veya O'nun rızasını talep etme yolunda meydana gelmesi, bunun dünya ve ölümden sonra kesinlikle istifâde edilemeyecek dünya lezzetlerini elde etme yolunda olmasından daha hayırlıdır. Çünkü insan cihada yöneldiğinde, gönlü dünyadan sıyrılır ve âhirete yönelir. Binâenaleyh bu insan cihadda öldüğünde, sanki düşmanından kurtulup sevdiğine kavuşmuş gibi olur. Fakat insan, evinde ölümden korkarak ve dünya malı toplamaya arzulu olarak otururken öldüğünde, sanki ma'şukuna ulaşamamış ve yabancı bir memlekete atılmış garip bir kimse gibi olur. Birincisi şüphe yok ki saadetin zirvesinde, ikincisi de şekâvetin (bahtsızlığın) zirvesinde olmuş olur.

Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Nafi', Hamza ve Kisâî, mîm harfinin kesresi ile fa şeklinde; diğer kıraat imamları ise, mîm'in zammesi ile (......) şeklinde okumuşlardır. Birinciler bu kelimeyi, ve fiilleri gibi, fiilinden almışlardır. Fiilin bu şeklini Müberred rivayet etmiştir. Bu şekil doğru olunca, bu kıraat da doğrudur. Fakat ekseri kıraat imamlarının okuyuşuna gelince bu ifâde, fiili gibi, şeklinden alınmıştır.

İkinci Mesele

Vahidî (r.h) şöyle demiştir: "Âyetteki (......) sözünün başındaki lâm harfi, "Allah'a yemin ederim ki, eğer Allah yolunda öldürülürseniz..." takdirinde olarak, kasem vâvıdır. Hak teâlâ'nın, buyruğunun başındaki lâm da kasemin cevabı olup, başına geldiği ifâdenin bir ceza ve karşılık olduğuna delâlet eder. Bana göre doğru olan, bu lamın, te'kid lamı olduğunun söylenmesidir." Buna göre mana şöyle olur: "Eğer sizin, seferinizde ve savaşınızda ölmeniz ve öldürülmeniz vacip olmuşsa, aynen bunun gibi, sizin mağfireti de elde etmeniz vacip olur. Binâenaleyh, daha niçin bundan kaçınıyorsunuz?" Sanki şöyle denilmek istenmektedir: "Şüphesiz ölüm ve öldürülme, mutlaka tahakkuk etmesi gerekmez. Sonra, tahakkuk etmesi takdir edildiğinde de bunu, muhakkak olarak mağfiretin tahakkuk etmesi izler. Bu sebeple aklı olanın bundan kaçınması hiç münasip olur mu?"

Üçüncü Mesele

Asım'ın ravisi Haîs, gâib sîgasıyla olmak üzere yâ harfiyle "topluyorlar"; diğer kıraat imamları ise muhatab sîgasıyla olmak üzere tâ harfiyle, "topluyorsunuz" şeklinde okumuşlardır. Gâib sîgasıyla okunması halinde mana, "Şüphesiz Allah'ın mağfireti, o münafıkların biriktireceği, toplayacağı fani dünya malından daha hayırlıdır"; muhatab sîgasıyla okunması halinde ise mana, "Allahü teâlâ sanki mü'minlere hitap edip, onlara "Allah'ın mağfiret sizin dünyada bir araya toplayıp yığacağınız mallardan daha hayırlıdır" şeklinde olur.

Allah'ın Rahmetinin Dünya Nimetlerinden Daha Hayırlı Olmasının Sebebi

Biz, şu sebeplerden dolayı Allah'ın rahmet ve mağfiretinin dünya nimetlerinden daha hayırlı olacağını söyledik:

a) Mal talep eden kimse, o malı talep etme peşinde yorgunluk içine düşer. Yarından önce öleceği için, belki de o, o maldan yarın istifâde edemiyecektir. Ama rahmet ve mağfireti talep etmeye gelince, kişinin mutlaka ondan istifâde etmesi söz konusudur. Çünkü Allahü teâlâ va'adinden dönmez. Nitekim Hak teâlâ, "Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onun (sevabını) görecektir" (Zilzâl, 7) buyurmuştur.

b) Farzedelim ki o kimse yarına çıktı. Fakat belki bu mal yarına çıkamayacak. Çünkü nice insanlar bir hükümdar olarak sabahlamış, ama bir esir olarak akşamlamıştır. Ahiretin hayırları ise, Hak teâlâ'nın, "Bakî olan iyi (amel ve hareketler), Rabb'înin nezdinde sevabca daha hayırlıdır" (Kehf, 46) ve "Sizin nezdinizdekt tükenir, Allah 'in indindeki ise bakidir" (Nahl, 96) âyetlerinin de ifâde ettiği gibi, asla sona ermez.

c) Bu insanın ve o malın yarına çıktığını kabul etsek bile, belki de bir hastalık, bir acı, bir elem veya benzeri bir mani onun bu maldan faydalanmasını engelleyebilir. Halbuki ahiretin faydaları böyle değildir.

d) Yarın insanın o maldan istifade edebileceğini farzetsek bile, dünya lezzetleri elem ve acılarla karışıktır ve dünya menfaatleri sıkıntılarla doludur. Bu, gizli olmayan bir durumdur. Ahiretin menfaatleri ise böyle değildir.

e) Bu faydaların, yarın sıkıntı ve elemlerden uzak olarak meydana geleceğini Kabul etsek bile, ne var ki bunlar devam etmezler ve sürekli olmazlar. Bilâkis sonlu ve fânidirler. Dünya lezzeti ne kadar kuvvetli ve mükemmel olursa, onu yitirdiği zaman insanın duyacağı üzüntü ve tahassür de o derece şiddetli olur. Âhiret menfaatları ise, sona ermekten ve zeval bulmaktan masundurlar.

f) Dünya menfaatleri hissidir. Âhiret menfaatleri ise aklîdir. Hissî olan değersiz, aklî olan ise şerefli ve üstündür. Sen, eşeğin yemekten ve cinsi münasebetten duyduğu lezzetin, mukarreb meleklerin ilâhî nurlarla aydınlandıklarında duydukları sevince denk olduğunu söyleyebilir misin? İşte bu altı husus, dikkatini Hak teâlâ'nın, "Allah 'tan olan bir rahmet ve mağfiret onların toplayacakları şeylerden muhakkak daha hayırlıdır" sözünün doğruluğunu gösteren, nihayetsiz izahlara çekmektedir.

Buna göre şayet, "Sizin topladığınız şeyde, herhangibir hayır olmadığı halde, mağfiretin daha nasıl "sizin topladığınız şeylerden" daha hayırlı olduğu söylenebilir?" denirse, biz deriz ki: "Onların bu dünyada toplamış oldukları şeyler bazan "hayır" sayılan helâl mal kabilinden olur. Hem bu onların, "Mallar hayırlı şeylerdir" demelerine ve böyle inanmalarına karşı söylenen bir ifâdedir. Binâenaleyh onların sözüne karşı, "Mağfiret-i ilâhi, sizin hayır sandığınız o şeylerden daha hayırlıdır" denilmiştir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Andolsun ölseniz de, yahut öldürülseniz de, muhakkak ki hepiniz ancak Allah'ın huzuruna toplanacaksınız" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, bundan önce mücahitleri Allah'ın mağfiretinde toplanmaya teşvik etmiş; bu âyette ise, derecelerini daha da yükselterek Allah'ın huzuruna toplanmaya teşvik etmiştir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i İsa (aleyhisselâm), bedenleri zayıf düşmüş ve yüzleri sararmış bir topluluğa rastladı ve onlarda ibâdet emareleri görerek, "Ne elde etmek istiyorsunuz?" dedi. Onlar, "Biz, Allah'ın azabından korkuyoruz" dediler. Bunun üzerine Hazret-i İsa, "O, sizi azabından kurtarmamaktan daha kerimdir" (yani, sizi azabından kurtarır) dedi. Daha sonra bir başka cemaata rastladı. Onların üzerinde de aynı emare ve işaretleri görerek aynı şeyi onlara da sorunca, onlar, "Biz cenneti ve Allah'ın rahmetini istiyoruz" dediler. Bunun üzerine Hazret-i İsa (aleyhisselâm), "O, size rahmetini esirgemekten daha kerimdir, yani, esirgemez" dedi. Daha sonra üçüncü bir topluluğa rastladı. Onların üzerinde daha çok kutluk izleri görerek, onlara da aynı soruyu sordu. Onlar, "Biz, bir korku veya bir arzumuzdan dolayı değil, O, bizim ilâhımız, biz de onun kulları olduğumuz için Allah'a ibâdet ediyoruz" dediler. Bunun üzerine Hazret-i İsa (aleyhisselâm), "ihlastı olanlar ve gerçek ibâdet edenler sizlersiniz" buyurdu.

Cenâb-ı Hakk'ın bu âyetteki tertibine bir bak! Çünkü O, ilk âyette, "Allah'tan olan bir mağfiret bağışlama..." buyurmuştur ki bu, ikâbından korkarak kendisine ibâdet eden kimselere bir işarettir. Sonra, "ve rahmet" buyurmuştur ki bu, mükâfaatını elde etmek için kendisine ibadet eden kimselere işarettir. Daha sonra da, âyetin sonunda "Muhakkak ki hepiniz ancak Allah'ın huzuruna toplanacaksınız" buyurmuştur ki bu da Allah'a sırf Rab olduğu için ve kulluktan dolayı ibâdet eden kimselere işarettir. İşte bu, kulluktaki derecelerin en yükseği ve makamların en yücesidir. Baksana, Hak teâlâ melekleri şereflendirince, "Onun huzurundaki (melek)ler, O'na ibâdet etmekten asla kibirlenmezler.." (Enbiya, 19) buyurmuş ve sevap ehlinden mukarrep insanlar için de, "(Onlar), kudret sahibi yüce hükümdar (Allah'ın) yanındadırlar" (Kamer, 55) demiş ve böylece Allah'a taat ve Allah düşmanlarıyla cihad etme yolunda canlarını ve bedenlerini veren o kimselerin, Allah'ın huzurunda toplanacaklarını, Allah'ın keremi ile birbirlerine ünsiyet duyacaklarını ve rubûbiyyet nurunun aydınlığından istifade edeceklerini beyân buyurmuştur ki, bu anlatılması çok uzun sürecek bir konudur. Görmek isteyene, bizim söylediğimiz kadarı yol gösterir.

Biz yine tefsire dönelim. Âyette sanki şöyle denilmek istenmiştir: Eğer cihadı bırakır, ölümden ve öldürülmeden korkarsanız, dünyanın bu değersiz lezzetleri ile kısa bir zaman yaşar ve sonra onları bırakmaya mecbur kalırsınız. Böylece onların lezzetleri başkasına, mesuliyet ve hesabı sizin üzerinize kalmış olur. Fakat siz dünya lezzet ve tadlarından yüz çevirir, nefsinizi ve malınızı mevlâmz için harcarsanız haşriniz (toplanışınız, ) Allah huzurunda duruşunuz Allah'ın rahmetinin eşiğinde ve lezzetiniz de Allah'ı zikretmede olmuş olur. Binâenaleyh bu iki derece ve makamın arası çok uzaktır.

Allah'ın Huzuruna Toplanmanın Manası

Bil ki, Hak teâlâ'nın, "Muhakkak ki hepiniz ancak Allah'ın huzuruna toplanacaksınız " âyetinde bir çok incelik vardır:

a) Allah, Allah'ın huzurunda toplanacaksınız) değil, "Muhakkak ki hepiniz ancak Allah'ın huzurunda toplanacaksınız" buyurmuştur. Ki bunun manası, "Bütün âlemler, başkasının değil ancak Allah'ın huzurunda toplanacaklardır" şeklindedir. Bu da o kıyamet gününde yegane hâkim'in Allah olduğuna ve O'ndan başka hiçbir zarar veren veya fayda veren bulunmadığına delâlet eder. Nitekim Allahü teâlâ, 'Bugün mülk kimindir? Bir olan, kahhar olan Allah'ındır " (Mü'min, 16) ve "Bugün iş Allah'ındır" (infitar, 19) buyurmuştur.

Hak teâlâ, "Allah" ismini, isimlerinden biri olarak zikretmiştir ki isimlerinin en büyüğüdür ve rahmeti ile kahrının mükemmel olduğunu gösteren bir isimdir. Binâenaleyh bu isim, rahmetinin mükemmelliğine delâlet ettiği için va'ad çeşitlerinin en büyüğünü, kahrinin mükemmelliğine delâlet ettiği için de va'îd çeşitlerinin en şiddetlisini ifâde etmektedir.

c) Cenâb-ı Hak, "Muhakkakki Allah'ın huzuruna..." buyururken, Lafza-ı Celâlin başındaki harf-i cerre te'kîd lamının getirilmiş olması.... bu, senin dikkatini, ilâhlığın bu toplanma ve diriltilmeyi gerektirdiği, iktiza ettiği hususuna çekmektedir.

Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ben onu nemen hemen, herkes neye çalışıyorsa, kendisine onunla mukabele edilsin diye gizliyorum..." (Taha. 15) buyurmuştur.

d) Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, bu haşrin faili Cenâb-ı Hak olduğu halde, faili belirtilmemiş bir fiildir. Burada fail sarahaten açıklanmamıştır; çünkü zâtı yüce ve mukaddes olan yüce Allah öyle ulu bir varlıktır ki, akıllar, yaratan ve sonra insanları iade ederek diriltecek olanın; inşâ ve iade edenin ancak O yüce Allah olduğuna şehâdet etmiştir. Böylesi yerlerde sarahaten bildirmenin terkedilmesi, Cenâb-ı Hakk'ın azametine daha fazla delâlet etmektedir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Denildi ki: "Ey arz, suyunu yut..." (Hûd. 44) ifadesidir.

e) Cenâb-ı Hak onların hasrolunmasını, onların dışındakine nisbet etmiştir. Bu ise.bütün varlıkların kudret kabzasında ve meşîet-i ilahîyenin tesiri hususunda çaresiz ve boyun eğmiş olduklarına; ister ölü isterse hayatta olsunlar, rubûbiyyetin hükümran gücü ve uluhiyyetin de, kibriyâ ve azametinden dışarı çıkamama konusunda hepsinin eşit ve müsavi olduğu hususunda aklın dikkatini çekmektedir.

f) Cenâb-ı Hakk'ın, "toplanacaksınız.." buyruğu, herkese yöneltilen bir hitaptır. Bu da, bütün âlemlerin haşrolunacağına ve kıyamet meydanıyla adalet sergileri üzerinde durdurulacaklarına, binâenaleyh, zâlimle mazlumun, katille maktulün bir araya geleceğine, Cenâb-ı Hakk'ın kulları arasında, cevr ve zulümden uzak olan adaletiyle hükmedeceğine delâlet etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz kıyamet gününe mahsus adalet terazileri koyacağız" (Enbiya, 47) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki hepiniz, ancak Allah'ın huzuruna toplanacaksınız" âyetini düşünen ve kendisine tevfîk-i ilahî yardım eden kimse, zikrettiğimiz bu mânaların bu âyete yerleştirilmiş esrar denizlerinden bir damla gibi olduğunu anlar. Kadî, bu âyeti, maktulün ölü (meyyit) olmadığına delil getirerek, "Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "Andolsun, ölseniz de, yahutöldüriilseniz de..." ifâdesi, maktulün meyyitin üzerine atfedilmiş olmasını gerektirir. Bir şeyin, yine kendisine atfedilmesi imkânsızdır" demiştir.

Resûlullah'ın Mü'minlere Olan Şefkati

158 ﴿