164

"Andolsun ki mü'minler daha evvel apaçık ve katî bir sapıklık içinde bulunuyorlarken, içlerinden ve kendilerinden onlara âyetlerini okuyan, onları tertemiz yapan, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermiş olduğu için, onlara büyük bir lütufta bulunmuştur".

Bil ki bu âyet, birkaç yönden öncesiyle münasebet halindedir:

1- Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber'i gulül ve hainlik yapmakla suçlayan kimsenin hatasını beyan edince, bunu bu âyette de tekid etmiştir. Bu böyledir, çünkü bu peygamber onların memleketlerinde ve aralarında büyüyüp gelişti. Ömrü boyunca, O'ndan doğruluk, güvenilirlik, Allah'a davet ve dünyaya itibâr etmemeden başka şey zuhur etmedi. Öyleyse, böyle olan bir zatın hıyanet etmesi nasıl yakışabilir?

2- Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber'i hainlik ve gulül yapmaya nisbet etme hususunda onların hatalarını beyan edince, bundan sonra (adetâ) şöyle demiştir: Ben o peygamber hakkında, sadece, onun hainlik ve hıyanetten uzak olduğunu açıklamakla iktifa etmeyip yetinmiyor, hatta şöyle diyorum: Onun sizin aranızda bulunması, size olan nimetlerimin en büyüklerindendir. Çünkü O, sîzi bâtıl yoldan uzaklaştırıp temizliyor ve size, dininiz ve dünyanız hususunda faydalı ilimler öğretiyor. Binaenaleyh, böyle bir zatı, hainlik yapmakla itham etmek kimin aklına gelebilir?

3- Cenâb-ı Hak adeta şöyle diyor: "O sizden, sizin hemşehrilerinizden ve akrabalarınızdan birisidir. Sizler ise, önemsiz ve değersiz kişilersiniz.. Binaenaleyh, Allahü teâlâ onu üstün meziyyet, fazilet ve ihsanlarla şereflendirip, bütün âlemlerden üstün kılınca, sizin aranızda bulunması sebebiyle, bu sizin için de büyük bir şeref olmuştur. Binaenaleyh O'nu kınamanız ve onu çirkin işlerle ilgili göstermeniz, akla uygun bir şey değildir.."

4- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk'ın kendisi vesilesiyle kullarına ikram ve ihsanda bulunacak kadar yüce bir mertebe ve makamda bulununca, her akıllı kimsenin gücünün son noktasına kadar ona yardım etmesi gerekir. Binaenaleyh, ey mü'minler, sizin onun düşmanlarıyla savaşmanız; elinizle, dilinizle, kılıç ve mızraklarınızla onun yanında olmanız gerekir. Bu âyetin maksadı, müslümanları, kâfirlerle cihad etmeye yeniden teşvik etmektir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Menn Kelimesinin Mânaları

Vahidî (r.h) şöyle demektedir: Arapça'da, (......) masdarının birçok manası vardır:

a) "Gökten inen şey" manasına ki bu, Hak teâlâ'nın, Ve size, kudret helvasıyla bıldırcın kuşu indirmiştik" (Bakara, 57) âyetinde belirtilen husustur.

b) "Birisine verdiğin şeyi onun başına kakma, minnet etme..." Bu Hak teâlâ'nın, "Sadakalarınızı, başa kakmak ve incitmek suretiyle heder etmeyin" (Bakara. 264) âyetinde belirtilen husustur.

c) "Kesmek manası.." Buda, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar için kesiksiz bir mükâfaat vardır" (Tin, 6) ve "Senin için muhakkak ve muhakkak tükenmeyen bir mükâfaat vardır" (Kalem. 3) âyetlerinde belirtilen hususlardır.

d) "Kendisinden bir karşılık talep etmeyeceğin kimseye inam ve ihsanda bulunmak.." Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu, bizim bağışımızdır.

Artık ister hesapsız ver, ister tut.." (Sad, 39) ve "Az bir şey verip karşılığında çok şey isteme (Müddessir, 6) âyetlerindeki husustur; Allah'ın sıfatları arasında bulunan lâfzının manası da "Bir karşılık talep etmeksizin garazsız ve ivazsız ihsan eden, ilk baştan veren" demektir. Hak teâlâ'nın, buyruğunun manası, "Bu peygamberi göndermek suretiyle, onlara lütfetti, ihsanda bulundu" demektir.

Hazret-i Peygamber Yalnız Müslümanlar Değil Bütün İnsanlar için Nimettir

Hazret-i Peygamber'in peygamber olarak gönderilmesi bütün âlemlere bir lütuf ve bir ihsandır. Bu böyledir, çünkü O'nun için peygamber olarak gönderilmesiyle tahakkuk eden lütfün şekli, O'nun, o insanları Allah'ın azabından halas edipkurtaracak ve onları ilahî mükâfaata ulaştıracak şeye davet edici olmasıdır ki, bu bütün âlemleri içine alan bir husustur. Çünkü O, bütün âlemlere peygamber olarak gönderilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz seni ancak bütün insanlara peygamber olarak gönderdik" (Sebe, 28) buyurmuştur. Ama ne var ki, bu lütuftan sadece müslüman olanlar istifade edince, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak bu lütfü sadece mü'minlere tahsis etmiştir.

Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, herkes için bir hidâyet olduğu halde "Müttakiler için bir hidâyet rehberidir" (Bakara, 2) buyurmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak "İnsanlar için bir hidâyet rehberi" (Bakara, 185) ve "Sen ancak, ondan korkanlar için bir uyarıcı ve korkutucusun" (Naziat, 45) buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

Bil ki, Hazret-i Muhammed'i peygamber olarak göndermek, Allah'ın insanlara bir lütfudur. Peygamberden yararlanma ne kadar çok olursa, peygamberlerin peygamber olarak gönderilmesindeki in'âm ve ihsanın nev'i de o nisbette çok olur. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderilmesi şu iki hususu ihtiva etmektedir.

a) Bizzat peygamber olarak gönderilmenin kendisinden elde edilen faydalar.

b) Bizzat Hazret-i Muhammed'de bulunup da, O'ndan başkasında bulunmayan özellikler sebebiyle elde edilen menfaat ve faydalar.

Bizzat peygamber olarak gönderilmenin kendisinden elde edilen faydalar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Peygamberleri müjdeciler ve azâb habercileri olarak (gönderdik). Ta ki peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir bahaneleri kalmasın.. (Nisa, 165) âyetinde belirtmiş olduğu hususlardır. Ebu Abdillah el Halfmî şöyle demiştir: Peygamberlerin gönderilmesinden istifade sekti, ancak dinî hususlarda olur ki, bunlar da şu hususlar olabilir:

a) İnsanlar eksik, anlayışı az ve dirayetsiz olarak yaratılmışlardır. Halbuki peygamberler, onlara çeşitli deliller getirmişler ve bunları çok güzel bir şekilde izah etmişlerdir. Onların kalbine her ne zaman bir şek ve şüphe gelmiş ise, onlar bunları izâle ederek cevaplandırmışlardır.

b) İnsanlar, her ne kadar Mevlâlarına hizmet etmelerinin vacip olduğunu bilseler dahi, o hizmetin ne şekilde ifa edileceğini bilmiyorladı. İşte peygamber olan kimse, insanlar hizmet ederken yanlışa düşmekten ve gerekli olmayan şeyleri yapmaktan emin olsunlar diye, o hizmetin keyfiyyetini açıklayıp şerhetmişlerdir.

c) İnsanlar tembellik, gaflet, gevşeklik ve usanç üzere yaratılmışlardır. Halbuki peygamber onlara, teşvik eden ve sakındıran çeşitli şeyler getirir. Öyle ki, her ne zaman onlara bir tembellik ve gevşeklik arız olsa, O onları tâata teşvik edip bu hususta ısteklendirır.

d) İnsanların akıllarının nurları, gözlerinin nurları yerine geçer. Gözlerin nurundan istifâde etmek, ancak güneşin nurlarının parlamasıyla tam ve mükemmel olur. Peygamberin nuru ise, aklî ve ilahî olup, âdeta güneşin doğuşuna benzer.. Dolayısıyla, insanların akılları, onun aklının nuruyla güç kazanır ve peygamber zuhur etmeden önce kendilerine kapalı olan gayb pırıltıları, bu sefer onlara zuhur eder ki, işte bu, bizzat peygamber olarak gönderilmenin faydalarına hakiki olarak bir işarettir.

Hazret-i Peygamberin Mekke'den Zuhurundaki Faydalar

Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'de bulunan sıfatlar sebebiyle elde edilen faydalar pekçok olup, Allahü teâlâ onları işte bu âyette zikretmiştir ki, bunun ilki de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerinden" ifadesidir. Bil ki, Peygamberin onlardan olmasından elde edilen faydalar şunlardır:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların beldelerinde doğmuş ve onların içinde büyümüştü. Onlar, O'nun bütün hallerini biliyor ve bütün fiil ve sözlerine muttali bulunuyorlardı. Onlar, onun ömrünün başından sonuna kadar O'ndan sadece doğruluk ve iffeti, dünyaya iltifat etmemeyi, yalandan uzak durmayı ve devamlı olarak sıdk ve doğruluğu müşahede edip görmüşlerdi. Ömrünün başından sonuna kadar halleri devamlı doğru söylemek, emânet ehli olmak, hıyanet ve yalandan uzak olmak gibi hususlar olduğu bilinen bir kimse, sonra kalkıp, böylesi bir meselede yalan çeşitlerinin en çirkini olacak olan nübüvvet ve risâlet iddiasında bulunursa, herkes zann-ı galibi ile o şahsın bu iddiada sâdık olduğuna, doğru söylediğine hükmeder.

b)Yine onlar, Hazret-i Muhammed'in hiç kimsenin talebesi olmadığını, herhangi bir kitap okumadığını, hiçbir alıştırma ve tekrar yapmadığını ve kırk yaşı bitinceye kadar, nübüvvet ve risâletten kesinlikle bahsetmediğini; kırk yaşından sonra risâlet iddiasında bulunduğunu ve lisanında, hiçbir kimsenin lisanında zuhur etmemiş olan bir ilmin zuhur ettiğini; daha sonra, kitaplarında bulunduğu gibi, geçmiş ümmetlerin kıssalarını ve önceki peygamberlerin durumlarını anlattığını biliyorlardı. Binâenaleyh, akl-ı selimi olan herkes bunun, ancak semavî bir vahiy ve ilahî bir İlhamla ortaya çıktığını anlar.

c) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) nübüvvet meselesini ortaya attıktan sonra, bu davadan vazgeçmesi için onlar O'na pekçok mal sunmuş, keza hanımlar teklif etmişlerdi. Ama, O bunlardan hiçbirine iltifat etmemiş, aksine fakirlikle yetinmiş, sıkıntılara katlanmıştır. Peygamberlik meselesi yoluna girip, O'nun durumu iyileşip, beldeler fethedip, çok çok ganimetler elde edince de, O, dünyadan uzak kalma ve Allah'a davet etme şeklinde yolunu, yaşantısını değiştirmemiştir. Halbuki yalan söyleyen kimse, dünyayı elde etmek için yalan söyler. Onu bulup da bir elde etti mi, ondan iyice istifâde eder, alabildiğine ona dalar.. Binaenaleyh, Hazret-i Muhammed bu hususlara dair herhangi bir şey yapmayınca, O'nun doğru ve sadık olduğu anlaşılır.

d) O'nun getirdiği Kitapta tevhidin, tenzihin, adaletin, nübüvvetin izahı, âhiret hayatının isbatı, ibâdetlerin açıklanması ve tâatlerin izah ve yorumu bulunmaktadır. İnsanın kemâlinin, hak ve hakikati lizatihi, hayrı ise amel etmek için hayrı bilmede bulunduğu herkesçe malumdur. O'nun kitabı, ancak bu iki hususu anlatmak ve ortaya koymak için gelince, her akıllı insan onun söylemiş olduğu hususlarda doğru, sadık ve sözüne güvenilir olduğunu anlar, bilir.

e) Hazret-i Peygamber'in bîsetinden önce, Arapların dini, putlara tapmak demek olan dinlerin en rezili; ahlâkları da, çapulculuk, yağmalama, adam öldürme ve bayağı, iğrenç şeyleri yemekten ibaret idi. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed'i peygamber olarak gönderince, Allah o Arapları peygamberin gönderilmesinin bereketiyle, derecelerin en âdisi olan o derecelerden ilim, zühd, ibâdet ve dünya ve lezzetlerine iltifat etmeme hususunda ümmetlerin en faziletlisi ve üstünü olacakları bir hale nakletmiş, yüceltmiştir. Bunun, nimetlerin en büyüğü olduğu hususunda şüphe yoktur.

Bütün bunları iyice kavradığın zaman biz deriz ki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onlar arasında doğmuş ve onların içinde büyümüştü. Onlar, bütün bu halleri müşahede etmiş ve bütün bu delillere muttali olmuşlardı. Binaenaleyh, bütün bu halleri müşahede ettikleri için, onların iman etmeleri, bu durumlara muttali olmayan kimselerin iman etmelerinden daha kolay olmuştur. İşte bütün bu manalardan dolayı, Hazret-i Muhammed'in onlardan bir peygamber olarak gönderilmiş olması sebebiyle, Allah onlara lütfunu bildirmiş ve "İçlerinden (kendilerinden) bir peygamber göndermişti" buyurmuştur. Bunda başka bir minnet ve lütuf şekli daha vardır. Çünkü Hazret-i Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesi, Araplar için bir şeref ve övünç vesilesi olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki o, senin için de, kavmin için de bir şereftir" (Zuhruf, 44) buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) ile iftihar etme hususu, Araplar, yahudiler ve hristiyanlar arasında müşterek idi. Sonra yahûdiler ve hristiyanlar, Hazret-i Musâ ve Hazret-i İsâ, Tevrat ve İncil ile de iftihar ediyorlardı. Arapların ise bunlara mukabil övünecekleri şeyleri yoktu. İşte Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, peygamber olarak gönderip Kur'ân'ı da onlara indirince, Arapların bundan dolayı kazandıkları şeref, diğer bütün ümmetlerin şerefinden üstün olmuş oldu. İşte İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "İçlerinden ve kendilerinden" ifâdesindeki mana ve incelikler bunlardır.

Cenâb-ı Allah, bundan sonra, "Onlara âyetlerini okuyan, onları tertemiz yapan, onlara kitap ve hikmeti öğreten.." buyurmuştur. Bil ki, insanın kâmil bir hale ulaşması şu iki husus ile gerçekleşir: Hakkı sırf hak olduğu için bilmek ve amel etmek için de hayrt bilip tanımak.. Başka bir tabirle bu şu demektir: İnsan nefsinin iki kuvveti vardır: Kuvve-i nazariyye (tefekkür kuvveti, akıl kuvveti..) ve kuvve-i ameliyye (iş yapabilme kuvveti). Hak teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, her iki kuvvet hususunda da insanları kemâle erdirmeye bir sebep olması için, Kur'ân-ı Kerîm'i indirmiştir. Buna göre Allahü teâlâ'nın, "Onlara âyetlerini okuyan..." sözü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu vahyi Allah katından insanlara ulaştırmakla görevli olduğuna; "Onları tertemiz yapan" sözü, ilâhî bilgileri elde etmek suretiyle kuvve-i nazariyyeyi kemâle erdirici olduğuna ve "kitap" sözü de, tefsir etme bilgisine işaret etmektedir. Bir diğer ifâde ile, "kitap" kelimesi şeriatın zahirine, "hikmet" kelimesi de, şeriatın güzelliklerine, sırlarına, hikmetlerine ve faydalarına işarettir. Hak teâlâ sonra, bu nimeti kemâle erdiren şeyi beyân etmiştir. O da şudur: O Araplar daha önce açık bir sapıklık içindeydiler. Çünkü mihnetten sonra nimet gelince, onun tesiri daha büyük olur. Nimet, ilim ve bildirme şeklinde olunca ve bunlar cehalet ve dinden uzak oluşun hemen peşinden gelince, bu nimetin kıymeti daha büyük olmuş olur. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Seni, sapmış olarak bulup da, hidayete erdirmedt mi?" (duha, 7), âyetidir.

Size Gelenin İki Misli Düşmanlarınızın Başına Gelmişti

164 ﴿