167"İki ordu karşılaştığı gün size gelen musibet Allah'ın izniyle idi. (Bu, Allah'ın) mü'minleri ve münafıkları bilmesi (ayırd etmesi) içindi. Onlara, 'Velin, Allah yolunda muharebe edin, yahut müdafaa yapın" denildi onlar, "Biz muharebeyi bilseydik, elbette arkanızdan gelirdik" dediler. Onlar, o gün imandan ziyâde küfre yakın idiler. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Onların gizlediğini, Allah pek iyi bilmektedir". Bil ki bu âyet, daha önce geçen "Size, onların başına iki mislini getirdiğiniz bir musîbet gelip çattığı zaman..." (Âl-i İmran. 165) âyetine bağlıdır. Hak teâlâ önceki âyette, bu musibetin günahları sebebi ile onların başına geldiğini ve bunun onların kendileri yüzünden olduğunu zikretti. Bu âyette de, bu belânın onların başına gelişinin bir başka sebebini belirtmiştir, o da mü'mini münafıktan ayırdetmektir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Âyetteki "İki ordu karşılaştığı gün..." tabirinden murad, Uhud günüdür. İki ordudan birisi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabı olan İslâm ordusu; diğeri de Ebû Süfyan komutasındaki müşrik ordusudur. Âyetteki "Allah'ın izniyle idi" hakkında birkaç izah şekli vardır: 1- "Allah'ın izni", mü'minler ile kâfirleri tamamen kendi hallerine bırakıp mü'minlere yardımı terketmekten ibaret olup, buradaki "izin" kelimesi, mecazî olarak, müslümanlarla kâfirleri başbaşa bırakma manasına kullanılmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, müslümanları sınamak için, onları kâfirlere karşı korumamıştır. Çünkü birşeye izin vermek, izin verilen kimseyi o şeyi murad etmekten geri çevirmez. Müdafaayı bırakmak, iznin ayrılmaz bir parçası olunca, "izin" lâfzı mecazî olarak müdafaayı ve korumayı bırakma manasında kullanılmıştır. 2- "Allah'ın izniyle idi" buyruğu, "Allah'ın ilmi ile idi, (bilgisi dahilinde idi)" demektir. Bu tıpkı, "Allah'tan bir izin vermedir" yani, "bir bildiridir" (Tevbe, ) "Sana bildirdik, bizden hiçbir şahit yoktur" (Fussüet, at, ve "O zaman, Allah'a karşı bir harbe (girmiş olduğunuzu) bilin" (Bakara. 279)âyetlerinde olduğu gibidir. Bu âyetlerde geçen "izin" kelimeleri, "bilme" manasınadır. Vahidi, bu görüşü tenkid ederek şöyle demiştir: "Ayet, mü'minleri, başlarına gelen musibetten ötürü teselli etmektedir. Teselli ise, ancak bilmeye dayanır. Çünkü Allah'ın ilmi, "O'nun ilmi dışında, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz" (t, 47) âyetinin de delâlet ettiği gibi, bütün malumat hakkında umûmidir. 3- "İzin"den murad, "Sonra Allah, sizi imtihan etmek için, sizi onlardan geri çevirdi" (Al-i imran, 152) âyetinin de delâlet ettiği gibi, "emir" manasıdır. Buna göre ifâdenin manası, "Allahü teâlâ muharebeyi emredip, sonra o muharebe de böyle bir bozguna müncer olunca, mecazî olarak "bu Allah'ın emriyle oldu" denilebilir" şeklindedir. 4- İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan nakledilen şu görüştür: Âyetteki "izin"den murad, Allah'ın bu husustaki kaza ve kaderi, hükmüdür. Bu görüş daha uygundur. Çünkü âyet, başlarına gelen musibetten dolayı mü'minleri teselli etmektedir. Teselli ise ancak, "Bu, Allah'ın kazası ve kaderi ile olmuştur" denilerek yapılabilir. Böylece onlar da Allah'ın kazasına rıza göstermiş olurlar. Sonra Allahü teâlâ, "(Bu, Allah'ın) mü'minleri bilmesi ve münafıkları bilmesi içindi" buyurmuştur. Bu, "Mü'minleri münafıklardan ayırdetmesi" manasınadır. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Vahidî şöyle demektedir: "Bir insan iman ettiğini ifâde edip, iman etmemiş oluşunu kalbinde gizlediğinde, "Adam münâfıklık yaptı, o münafıktır" denilir. Buna göre "nifak", İslâm döneminde ortaya çıkmış bir isim olup, hangi kökten türemiş olduğu hususunda ihtilaf edilerek, şu görüşler ileri sürülmüştür: a) Ebû Ubeyde şöyle demiştir: "Bu kelime, Arapların "tarta faresi yuvası" mânasına kullandıkları (......) tabirinder alınmıştır. Çünkü tarla faresi ve köstebeğin yuvasının iki ağzı vardır, birisine (......); diğerine de (......) denilir. Tarla faresi, bu kapıların hangisinden yakalanılmaya çalışılsa, diğerinden çıkar kaçar. İşte bundan dolayı münafık da böyle isimlendirilmiştir. Çünkü o, kendisi için iki çıkış yolu koymuştur; birisi İslâm olduğunu ifâde etmesi, diğeri de kâfir olduğunu saklamasıdır. Bu ikisinden, hangisi hususunda onu yakalamak istersen, o diğerinden çıkıp kurtulur." b) İbnu'l-Enbârî ise, "münafık" kelimesinin, "tünel" manasına gelen (......) kelimesinden olduğunu, bunun, "insanın tünelde kendisini gizlediği gibi, münafık da İslâm ile kendisini saklar" manasında olduğunu söylemiştir. c) Bu ifâde, tarla faresi yuvası anlamına gelen, (......) kelimesinden alınmıştır. Fakat bu, Ebû Ubeyde'nin zikrettiği şekilde değil. Bu şu şekildedir: "Nâfika", tarla faresinin toprağın altında kazıp yaptığı bir odadır. Sonra tarla faresi bu odanın toprağın üstüne çıkış yerini ince bir toprakta örter. Böylece bir şüpheye düştüğünde, o ince toprağı başıyla iter ve çıkıp kaçar. İşte bundan ötürü münafığa da "münafık" denmiştir. Çünkü o, içinde küfrünü saklar. Sen onu eşelediğinde, kendisinden o küfrü atar ve İslâm'a sarılmış görünür. Âyetteki "mü'minleri bilmesi" ifadesinin zahiri, Allahü teâlâ'nın, bu hususta bir bilgi edinmek için, o musibete izin verdiğini ihsas ettirir. Bu da, Allah'ın ilminin durmadan yenilendiğini düşündürür ki, Allah'ın ilmi hakkında böyle birşey düşünülemez. Binâenaleyh âyetteki "bilme"den maksad, zaten Allah tarafından bilinmekte olan şeylerdir. Bu ifâdelerin takdiri, "mü'min münafıktan ayrılıp iyice belli olsun diye, Allah o musîbete izin vermiştir" şeklindedir. Bunun ne manaya geldiği ise, daha önce geçen (benzeri) âyetlerde izah edilmiştir. Allah en iyi bilendir. Âyette bir hazif olup takdiri, "mü'minlerin imanını ve münafıkların nifakını bilmesi (göstermesi) içindir" şeklindedir. Şuna göre eğer, "Allahü teâlâ niçin şeklinde değil de, şeklinde demiştir?" denilirse, biz deriz ki: "İsim, mananın te'kidine; onun yerine kullanılacak fiil ise mananın teceddüdüne (tekrar tekrar o fiilin işlendiğine) delâlet eder. Buna göre âyetteki, "mü'minleri" kelimesi onların imanlarında bir istikrar bulup, devamlı olduklarına delâlet eder; nifak yapanlar.. " ifâdesi ise, onların o anda nifaka uygun şeyler yaptıklarına delâlet eder." Sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara, "Gelin, Allah yolunda muharebe edin, yahut müdafaa yapın" denildiğinde" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Bu sözü söyleyenin, kim olduğu hususunda şu iki izah vardır: a) Esamm, onları (böyle söyleyerek) savaşa davet edenin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğunu söylemiştir. b) Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl münafığının, askeriyle Uhud'a doğru hareket ederken, "Biz kendimizi niçin savaşın içine atalım?" deyip, geri döndükleri rivayet edilmiştir. Bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte savaşa çıkmış olan bin Kişinin içinde idiler ve üçyüz kişiydiler. Bunun üzerine onlara, Ebû Câbir İbn Abdullah el-Ensâri künyesiyle anılan Abdullah b. Amr İbn Haram (radıyallahü anh), "Düşmanın karşısında Peygamberinizi ve milletinizi tek başına bırakıp gittiğiniz için, size Allah'ı hatırlatırım!" demiştir. İşte âyetteki "Onlara., denildi" ifâdesinden murad, Abdullah (radıyallahü anh)'ın bu sözüdür. "Allah yolunda muharebe edin, yahut müdafaa yapın" emrinden murad, "Eğer kalbinizde din ve İslâm sevgisi bulunuyorsa, din ve İslâm için savaşın; yok eğer böyle değilse kendinizi, ailenizi ve malınızı müdafaa etmek için savaşın" yani "ya dinin adamlarından, yahut dünyanın adamlarından olunuz" manasıdır. Süddî ve İbn Cüreyc, bunun "Bizimle birlikte savaşmıyorsanız bile, karartınızla (sayı çokluğu ile) bizi düşmanlara karşı müdafaa edin. Çünkü sayı çokluğu, heybetli ve azametli görünüşün sebeplerinden biridir. İlk izah, daha uygundur. Hak teâlâ'nın, "Allah yolunda muharebe edin, yahut müdafaa yapın" emri, onların dinî yöndeki arzularını, dünyevî arzularından öne aldıklarını açıkça göstermektedir ki bu da, müslümanın, her işinde dinini dünyasına takdim etmesi gerektiğine delâlet eder. Sonra Allahü Teâlâ, 'Onlar, "Biz muharebe bilseydik, elbette arkanızdan gelirdik " dediler. Onlar, o gün imândan ziyade küfre yakın idiler" buyurmuştur ki bu münafıkların verdikleri cevabı ifade etmektedir. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır: 1- Bundan murad, "Bu iki ordu kesinlikle savaşmayacaklar, işte biz bundan dolayı geri döndük" manasıdır. 2- Bunun manası, "Biz, savaş denebilecek bir işin olduğunu bilseydik, sizin peşinizden gelirdik, yani bunu yapmak isteyenlerin yaptıkları vuruşmaya savaş denmez. Buna, olsa olsa, "insanın kendini tehlikeye atması" denilir" şeklindedir. Çünkü Abdullah münafığı, Medine'de kalıp Uhud'a çıkılmaması görüşünde idi. Bil ki bu sözden murad, birinci mana olursa, bu söz fasit olur. Çünkü dünya işlerinde "zannetme", bilme manasında kullanılır. Halbuki o günde savaşın olacağı emareleri apaçık ve ortada idi. Bu şekilde cevap veren o münafığa "O zaman, harpte kılıcını çekmiş birisini gördüğünde, onunla vuruşmaya yeltenmemen gerekir. Çünkü sen, onun savaşıp savaşmayacağını kesin bilmiyorsun" denilir. Dünyevî diğer işlerde de hüküm aynıdır. Halbuki aksine hak olan, muharebe emareleri zuhur ettiğinde, cihadın vacip olacağıdır.Müşrüklerin Uhud eteklerine kadar Medine'ye yaklaşmış olmalarından daha kuvvetli bir ernâre olamaz. Binâenaleyh münafığın bu şekildeki cevabı, alabildiğine âdî ve alçak olduğuna, ve bu cevaptan maksatlarının ya işi karıştırıp örtbas etme, ya da istihza etme olduğuna delâlet eder. Münafığın bu cevaptan maksadının, İkinci İzahtaki mana olması da bâtıldır. Çünkü Allahü teâlâ, müslümanlara yardım edip, ilâhî nusretini göndereceğini va'adedince, onların böyle bir savaşa çıkmaları, kendilerini tehlikeye atma olmaz. Onlar O Gün İmandan Ziyade Küfre Yakın İdiler Daha sonra Hak teâlâ, münafıkların bu cevabı verdikleri esnadaki hallerini beyân ederek, "Onlar, o gün imandan ziyâde küfre yakındılar" buyurmuştur. Bu cümle ile ilgili birkaç mesele vardır: Bu ifâde hakkında şu iki mana verilmiştir: 1- "Onlar, bu Uhud hadisesinden önce, kendilerinin mü'min olduklarını izhâr ediyorlardı ve küfürlerini gösteren bir emare de zuhur etmiyordu. Fakat ne zaman ki, mü'minlerin ordusundan ayrılıp döndüler, işte o zaman, kendilerinin mü'min zannedilmeleri halinden iyice uzaklaştılar. Bil ki onların, müslümanlara destek olmamaları müslüman olmadıklarını göstermez. Yine onların, "Biz, muharebe bilseydik, elbette arkanızdan gelirdik" demiş olmaları da, müslüman olmadıklarına delâlet eder. Çünkü biz bu sözün, ya müslümanlarla alay etmeye, ya da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözüne güvensizliğe delâlet ettiğini beyan etmiştik. Bunun her ikisi de küfürdür. 2- Bundan murad, "Onlar, imân ehlinden ziyâde kâfirlere yardım etmeye daha yakın idiler" manasıdır. Çünkü onların, çekip gitmek suretiyle müslümanların sayısını ve karartısını azaltmaları, müşrikleri destekleme manasına gelir. Âlimlerin pek çoğu, "Bu, Allah tarafından o münafıkların kâfir olduğu hususunda bir nasstır" demişlerdir. Hasan el-Basri, "Allahü teâlâ, "daha yakındır" dediğinde, bu onların müşrik olduklarını yakinen ortaya kor. Bu, Hak teâlâ'nın, "(Yüzbin hatta daha fazla)" (Saffat, 147) âyetinde olduğu gibidir. Binâenaleyh bu ziyâde oluşta herhangibir şüphe yoktur. Yine mükellef ya mü'mindir, ya da kâfirdir. Binâenaleyh âyet, daha yakın oluşu gösterince, bu onlarda küfrün olduğunu gösterir" demiştir. Vahidi, "el-Basît" adlı eserinde şöyle der: "Bu âyet, kelime-i tevhid getiren kimsenin küfre nisbet edilemiyeceğine, ve mutlak olarak onun kâfir olduğunun söylenemeyeceğine delildir. Çünkü Allahü teâlâ, onlar "Lâilâhe illallah, Muhammedur-resûlullah" (Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah'ın resulüdür) dedikleri için, gerçekte kâfir olmalarına rağmen, mutlak olarak kâfir olduklarını söylememiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı" buyurmuştur. Bu ifâde, "Onların dilleri ve sözleri, kalplerinde olana terstir. Onlar, her nekadar dilleriyle iman ettiklerini söyleseler de, kalplerinde küfrü saklamaktadırlar" manasındadır. Hak teâlâ sonra da, "Allah, onların gizlediğini pek iyi bilmektedir" buyurmuştur. Buna göre eğer, "Bilinen birşey, iki bilen tarafından bilindiğinde, onlardan biri onu diğerinden daha iyi biliyor olamaz. Binâenaleyh âyetteki, "Allah daha iyi bilendir" ifâdesi ne manaya gelir?" denilir ise, biz deriz ki; Bundan maksad, Allahü teâlâ'nın, o durumların detayını, hiç kimsenin bilemeyeceği bir şekilde bitmesidir. |
﴾ 167 ﴿