174"Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine, "insanlar size karşı ordu hazırladılar, o halde onlardan korkun" deyince, bu onların imanını artırdı ve "Allah bize yeter. O, ne güzel vekîldir" dediler. Bunun üzerine kendilerine hiç bir fenalık dokunmadan Allah'dan bir nimet ve lütuf ile geri geldiler. Ve, Allah'ın rızasına da uymuş bulundular. Allah, çok büyük lütfü inayet sahibidir". Âyette birkaç mesele vardır: Uhud'un Ertesi Senesinde iki Taraf Arasında Savaş Vaadi Bu âyet, Bedr-i Suğra (Küçük Bedir) savaşı hakkında nazil olmuştur. İbn Abbas şunu demiştir: Ebu Süfyân, Medine'den Mekke'ye dönmeye niyetlenince şöyle nida etti: "Ey Muhammed, buluşma vaktimiz Bedr-i Suğra mevsimi (vaktidir). İstersen o mevsimde savaşırız." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e, "De ki: "İnşallah bu aramızda böyle kararlaştırılmış olsun" dedi. Buluşma zamanı gelince Ebu Süfyan, kavmi ile birlikte harekete geçerek, Merru Zahran denilen yere gelip konakladı. Fakat Cenâb-ı Allah, kalbine bir korku verdi. Böylece geri dönme fikrine düştü. Derken, umreden dönen Nu'aym İbn Mes'ud el-Eşca'i ile karşılaştı ve ona, "Ey Nu'aym, ben Hazret-i Muhammed ile, Bedr-i Suğra vaktinde savaşma hususunda sözleşmiştim. Fakat bu sene, kıtlık senesidir. Bize, her halükarda ağaçlarda hayvanlarımızı yayacağımız ve süt içeceğimiz bir senede, (savaşmamız) uygun düşer. Bunun için geri dönmek istiyorum. Fakat Muhammed çıkar da, ben çıkmamış olursam, bundan dolayı onun cüreti artar. Binâenaleyh sen Medine'ye git ve onları benden sana on deve var" dedi. Hazret-i Peygamberin ve Mü'minlerin Şecaatleri Bunun üzerine Nu'aym gitti ve müslümanları savaşa hazırlanırlarken buldu. Onlara, "Bu, doğru değil. Onlar sizin diyarınıza geldikleri halde, sizden birçoğunu öldürmüşlerdi. Eğer siz onların diyarına savaşmaya giderseniz, hiçbiriniz geri dönemezsiniz" dedi. Onun bu sözleri, bazı müslümanlara tesir etti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunu anlayınca, "Muhammed'in canı elinde olan Allah'a yemin ederim ki tek başıma da olsam onlara karşı gideceğim " buyurdu ve içlerinde İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'un da bulunduğu yetmiş kadar sahabe ile çıktılar. Bedr-i Suğra'ya kadar vardılar. Bu, Kinine kabilesine âit bir su idi. Burası, Arapların her yıl sekiz gün süreyle toplanıp alış-veriş yaptıkları bir pazar yeri idi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı, burada müşriklerden hiç kimseye rastlamadılar. Burada, pazar vaktine rastladılar ve yanlarında nafakaları ile ticaret malları bulunmaktaydı. Katık ve kuru üzüm alıp sattılar ve bir dirheme karşılık iki dirhem kâr ettiler. Sonra salim ve kârlı olarak Medine'ye döndüler. Ebu Süfyan Mekke'ye dönmüştü. Mekkeliler onun ordusuna, "ceyşüş-sevîk" (çorbacılar) adını verdiler ve "Siz, (savaşmaya değil), çorba içmeye çıkmışsınız" dediler. İşte bu âyetin sebeb-i nüzulü ile ilgili söz budur. Âyetin başındaki (......) kelimesinin cümle içindeki yeri hakkında şu izahlar yapılmıştır: a) (171. âyetin sonundaki) "mü'minîn" lâfzının sıfatı olup, diri mahallen mecrurdur ve takdiri:"insanların kendilerine... dedikleri mü'minlerin ecirlerini Allah zayi etmez" şeklindedir. b) (172. âyetteki) ifâdesinden bedeldir. c) Mübteda olup, mahallen merfudur, haberi ise, cümlesidir. Hak teâlâ'nın ifâdesi ile murad edilenler, daha önce bahsedilmiş olan kimseler olup, bunlar da Allah ve Resulüne icabet edenlerdir. Bu Âyetin Nüzul Sebebi Olarak Öne Sürülen Başka Görüşler Hak teâlâ'nın, "İnsanlar, kendilerine... dedi" ifâdesi hakkında şu izahlar yapılmıştır: a) Buradaki, "insanlar"dan maksad, sebeb-i nüzulde de bahsettiğimiz gibi, Nu'aym İbn Mes'ud el-Eşca'î'dir. Tek kişiye, "insanlar" denebilir. Çünkü bir kişi bir söz söylediği zaman ve onun aynı sözü söyleyip, o söze razı olan taraftarları olduğu zaman, bu söz ve-fiili hepsine nisbet etmek yerinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hani siz bir kişi öldürmüştünüz ve onun (katili) hakkında birbirinizle atışmıştınız.." (Bakara, 72); ve "Hani siz, "Ey Musa, Allah'ı açıkça görmedikçe sana katiyyen imân etmeyiz" demiştiniz..." (Bakara, 55)buyurmuştur. Halbuki bu işi yapanlar, onların kendileri değil, atalarıdır. Fakat, onlar atalarına uyup, bu işlerinde onları tasvib etmek suretiyle uydukları için, bu fiil onlara nisbet edilmiştir. Burada da, bü sözün o tek kişinin sözüne razı olan bir cemaata nisbet edilmiş olması caizdir. b) İbn Abbas ile Muhammed İbn İshak'ın görüşüdür. Buna göre Abdu'l-Kays kabilesinden bir topluluk Ebu Süfyan'a rastladılar. Ebu Süfyan onları, müslümanları korkutmak için araya soktu ve buna karşılık kendilerine bir ücret vermeye söz verdi" demiştir. c) Süddî şöyle demiştir; "Bunlar, münafıklardır. Müslümanlar, Ebu Süfyan'a verdikleri sözlerinden dolayı, Bedr-i Suğra'ya hareket etmek için hazırlanırlarken, münafıklar, "Onlar daha önce sizin diyarınıza gelip savaştıkları halde, çoğunuzu öldürdüler. Eğer siz, onların diyarına gidecek olursanız, hiçbiriniz geri dönemezsiniz" demişlerdir. Ayetteki, "İnsanlar size karşı ordu hazırladılar" ifâdesindeki, "insanlar "dan murad, Ebu Süfyan, ordusu ve komutanlarıdır. sözü, "size karşı büyük bir topluluk topladılar" demektir. Bu cümlede mef'ul hazfedilmiştir. Çünkü Araplar, orduya (topluluk) derler ve bu kelimeyi şeklinde cemi yaparlar. Âyetteki (......) kelimesi "onlardan korkun" demektir. Kâfirlerin Aleyhteki Sözlerinin Müminlerin Cesaretini Artırması Daha sonra Cenâb-ı Allah, sözü dinledikleri zaman müslümanların, buna iltifat edip, bir kıymet vermediklerini haber vererek "Bu, onların imanını artırdı" buyurmuştur. Bu ilahî buyrukla ilgili birkaç mesele vardır: "İman Artırma" Tabirinden Maksat Hak teâlâ'nın, "Bu onların imânını artırdı" buyruğundaki, "bu" zamirinin, neye râcî olduğu hususunda şu iki görüş vardır: a) Bu, onların korkutmalarına râcîdir. b) Bu, onların söyledikleri sözlerin kendisine râcîdir ve takdiri, "Bu söz, onların imanını artırdı" şeklindedir. İmanın artırma işinin, bunlara nisbet edilmesi yerinde ve güzeldir. Çünkü imandaki bu artış, o sözleri dinlerken tahakkuk ettiği için, bu artışın o söze ve o sözü söyleyene nisbet edilmesi güzel olmuştur. Bunun bir benzeri de, "Fakat benim davetim, (imandan) kaçmalarından başka birşeyi artırmadı" (nûh, 6) ve "Fakat onlara bir korkutucu (peygamber) gelince bu, ancak onların uzaklaşmalarını artırdı" (Fatır. 42) âyetleridir. İmandaki artıştan maksad şudur: Onlar, korkutmak için söylenen bu sözleri dinlediklerinde buna iltifat etmemiş, aksine kalplerinde, kâfirlerle savaşma ve ister ağır ister hafif olsun emir ve yasaklarında peygambere itaat hususunda kuvvetli bir azim meydana gelmiştir. Çünkü içlerinde ağır yaralı kimseler vardı ve bunlar tedaviye muhtaçtılar. Onların kalplerinde de, Allah'ın düşmanlara karşı kendilerine yardım edeceğine ve bu savaşta onları destekleyip kuvvetlendireceğine bir güven meydana gelmişti ki "Bu, onların imanını artırdı" ifâdesinin anlattığı budur. "İmân, tasdik değil, aksine taatlardan ibarettir. Taatlar ise, artıp eksilmeyi kabul eder" diyenler, bu âyeti delil getirmişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ, burada imanda artış olabileceğini açıkça belirtmiştir. Bu görüşte olmayanlar ise, şöyle demişlerdir: "Bahsedilen artış, imanın mertebelerinde ve alâmetlerindeki artıştır. Binâenaleyh mecazî olarak imanda artış olduğunu söylemek doğrudur." Bu hâdise, bütün herşeyin, Allah'ın kaza ve kaderi ile olduğuna apaçık delâlet etmektedir. Çünkü müslümanlar Uhud'da müşrikler tarafından hezimete uğratılmışlardı. Örten, iki düşmandan birisi, diğeri tarafından yenildiğinde, galip olan tarafın kalbinde bir kuvvet ve bir hükümranlık duygusu, mağlup olan tarafın kalbinde ise bir kırıklık ve güçsüzlük duygusu meydana gelir. Halbuki Hak teâlâ, bu durumu ters çevirmiş ve galip olan müşriklerin kalplerine korku ile endişe, mağlup durumda olan müslümanların kalbine de, kuvvet, izzet-i nefis ile serttik vermiştir. Bu da, bütün sebep ve tesirlerin Allah'tan olduğunu göstermektedir. Bu sebepler kalplerde meydana geldiğinde, fiiller de onlara uygun şekilde gerçekleşir. (Hasbünallah) Tabirinin Mânası Sonra Hak teâlâ, "Ve, "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir" dediler" buyurmuştur. Bundan murad şudur: Onların kalplerinde imanları arttıkça, onlar bu artışa uygun olanı ortaya koyarak, "Allah bize yeter, o ne güzel vekildir!" demişlerdir. İbnu'l-Enbâri, "Hasbünallah" tabirinin "Allah bize kâfidir" demek olduğunu söylemiştir. Bunun bir benzeri de İmriu'l-Kays'ın şu şiiridir: "Sana zenginlik olarak yeyip içmek kâfidir." Ayetteki "vekil" kelimesi ile ilgili şu görüşler vardır: a) Vekîl, "kefîl" demektir. Şâir şöyle demiştir: "Ebu Ervâ'yı hatırladım ve sanki geçmiş işleri geri çevirmeye vekilmişim gibi geceledim" yani şair, "Sanki ben geçmiş işleri geri çevirmeye kefilmişim gibi..." demek istemiştir. b) Ferrâ, "vekîl" kelimesinin kâfi (yeten) anlamında olduğunu söylemiştir. Bu sözün doğruluğuna delil, (......) kelimesinin başında bulunduğu cümlenin, kendinden önceki cümleye uygun olmasıdır. Meselâ sen, Allah rızıklandırıyor. O, ne güzel bir rızık vericidir" ve "Bizi, Allah yarattı. O, ne güzel yaratıcıdır" dersin. Bu, "Bizi Allah yarattı, O ne güzel bir rızık vericidir" sözünden daha güzeldir. Bu âyette de böyledir. Buna göre âyetin takdiri, "Allah bize kâfidir. O, ne güzel kâfidir" şeklindedir. c) "Vekîl", fa'îl vezninde olup, ism-i mef'ul manasınadır. Buna göre, buradaki "vekil", "mevkûlun ileyh" (kendisi vekil kılınmış olan) manasınadır. Kâfi ve kefîl olana, "vekîl" denilmesi caizdir. Çünkü kâfi olan da, işe vekil kılınmış olur; kefil olan da.. Sonra Hak teâlâ, "Allah'tan bir nimet ve lütuf ile geri geldiler" buyurmuştur. Bu böyledir. Çünkü Hazret-i Peyamber (sallallahü aleyhi ve sellem), savaş için çıkmıştı. Buna göre mana, "Onlar çıktılar ve geri döndüler" şeklindedir. Binaenaleyh âyette, "çıkma" hususu hazfedilmiştir. Çünkü "gerigeldiler" sözü ona delâlet etmektedir. Bu tıpkı, "Asanı denize vur" diye vahyettik. Derhal (deniz) yarıldı" (Şu'ara, 63)âyeti gibidir. Yani, Hazret-i Musa asasını vurdu, deniz de yarıldı. Hak teâlâ'nın, "Allah'tan bir nimet ve fazl ile" ifâdesine gelince, Mücahid ve Süddi, buradaki nimetin, afiyet (belasız olarak dönme) ve "fazl"ın da ticaret olduğunu söylemişlerdir. Âyetteki "nimet"ın dünya menfaatlarını, "fazl"ın da âhiret sevabını ifâde ettiği söylenmiştir. Hak teâlâ'nın, buyruğu bütün müfessirlere göre, "Onlara hiçbir, fenalık, yani bir öldürülme ve yaralanma, dokunmamıştır. Onlar, Resûlullah'a itaat hususunda, Allah'ın rızasına da uymuş bulundular. Allah çok büyük lütf-u inayet sahibidir, yaptıkları işlerde, muvaffak kılarak onlara lütufta bulunmuştur" manasındadır. Bu ifâdede, savaşa katılmayanların gönüllerine bir pişmanlık verme ve savaşa gidenlerin elde ettikleri şeylerden kendilerini mahrum ettikleri için hata ettiklerini ortaya koyma vardır. Onların, "Bu, bir savaş mı ki Allah onlara, savaş mükafaatı vermiş ve onlardan razı olmuştur" dedikleri de rivayet edilmiştir. Bil ki siyer ve İslâm tarihi âlimleri bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Mesela Vâkidî, önceki âyetin Hamrâ-ul-Esed hâdisesine, ikincisinin de Bedr-i Suğra hâdisesi ile ilgili olduğu kanaatindedir. Bu âlimlerden, her iki âyetin de Bedr-i Suğrâ hâdisesi ile ilgili olduğunu söyleyenler de vardır. İlk görüş daha uygundur. Çünkü Hak teâlâ'nın, "Kendilerine yara isabet ettikten sonra" (Âl-i İmran. 172) buyruğu, bu yaralanmanın sanki yakın bir zamanda olduğuna delâlet etmektedir. Binaenaleyh bundaki medih, yara onlara dokunduğu zaman düşmana karşı çıkmalarına mukabil medihten daha çoktur. Diğer görüş de muhtemeldir. Bu görüşe göre "yaralanma" (karh), hezimet manasında alınmalıdır. Binaenaleyh sanki, "Bozguna uğrayıp da sonra tevbe ederek amellerini iyileştiren, diğer işlerinde Allah'tan korkan, daha sonra da sevap almaya azmederek ve kendilerine çok sayıda ordularla gelseler bile düşman karşısında ayrılıp yılgınlık göstermeyecek şekilde kendilerini düşmanla karşılaşmaya alıştırarak Allah'a icabet eden ve Allah'a tevekkül edip, bir kâfi ve yardımcı olarak Allah'tan razı olan kimseler için, bu hezimetleri de kendilerini Allah'tan alıkoymaksızın büyük bir ücret vardır. Çünkü onlar tevbe etmişlerdir" denmektedir. Allah en iyi bilendir. |
﴾ 174 ﴿