178"O kâfir olanlar, kendilerine mühlet tanımamızı sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar. Onlara mühlet tanımamız, ancak günahlarını artırmaları içindir. Onlara hor ve hakir edici bir azap vardır". Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabını savaştan geri bırakmak için Medine'ye gidenlerden bahsetmişti. Onlar, bazı müslümanları ancak Uhud'da öldürülen müslümanlar gibi öldürülmekle korkuttukları için, geri bırakabilmişlerdir. Halbuki Hak teâlâ, bu şeytanların sözlerini, hiçbir mü'minin kabul edip değer vermeyeceğini ve mü'min'in vazifesinin ancak Allah'ın lütfü ile fazlına itimad etmek olduğunu beyân etmişti. Daha sonra ise bu âyette savaşa katılmayanların geride kalmalarının, Uhud'da şehid edilenlerin öldürülmelerinden daha hayırlı olmadığını açıklamıştır. Çünkü bu geri kalış, dünyada bir hor ve hakir oluşa, kıyamette de devamlı bir azaba sebep olmuştur. Uhud'da şehid edilenlerin öldürülüşü ise, hem dünyada güzel bir övgüye, hem de âhirette bol mükafaata vesile olmuştur. Binâenaleyh müslümanları savaştan geri bırakmak isteyenlerin, dünya hayatına teşvik edip, şehid olmaktan soğutmalarını, ancak cahil olanlar kabul eder. Âyetin, kendinden önceki âyetlerle irtibatının izahı işte budur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: İbn Kesir ve Ebu Amr, Kur'ân'da dört yerde, yani (......) (Al-i İmran. 178); (......) (Al-i İmran, 180), (......) (Al-i imran, 188) ve (......) (Al-i imran, 188) âyetlerinde tâ ile (......) (Al-i İmran, 188) âyetinde ise bâ harfinin zammesi ile kıraat etmişlerdir. Nâfi ve İbn Âmir, son âyet hariç, bu kelimeleri yâ ile, sonuncusunu ise tâ ile okumuşlardır. Hamza ise hepsini tâ ile okumuştur. Kıraat imamlarının bu kelimenin sîn harfini üstün veya kesire okuyuştaki ihtilaflarını, Bakara sûresi'nde belirtmiştik. Bu kelimeyi yâ ile okuyanlar, (......) kelimesini fiil; sözünü ise fail kabul etmişlerdir. Bu fiil, iki mef'ul veya iki mefulün yerini tutan bir mef'ul alır. Mesela, (Zannettim) fiili ve "Zeyd'in gittiğini sandım"; ile "Amr'ın kalktığını sandım" cümlelerinde olduğu gibi. Buna göre, âyetteki "Kendilerine mühlet tanımamızı kendileri için hayırlı..." buyruğu, fiilin iki mef ulunun yerini tutan bir cümledir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa onların çoğunu, hakikaten (söz) dinlerler mi sanıyorsun?" (Furkân, 44) âyetidir. Bu fiili tâ ile okuyan Hamza'nın kıraatine göre, bu hususta söylenenlerin en güzeli, Zeccâc'ın şu izahıdır: Âyetteki (Kâfir olanlar) kısmı birinci mef'ul (Kendilerine mühlet tanımamız) kısmı ise, birinci mef'ulden, bedel (kendileri için hayırlı) sözü ise ikinci mef'ul olup, âyetin takdiri, "Ey Muhammed, kâfir olanların mühletini kendileri için hayırlı sanma" şeklinde olur. Fiil ile beraber olandı lafzının mef'ulden bedel kılınmasının misali Hani Allah size iki taifeden birinin misali, "Hani Allah size iki taifeden birinin muhakkak sizin olduğunu va'dediyordu" (Enfal, 7) âyetidir, Buradaki "Sizin olduğunu., ." kısmı, "İki taifeden birini" sözünden bedeldir. (......) lâfzındaki (......) kelimesinin şu iki şeyden biri olması muhtemeldir: a) Âl' manasıdır; Buna göre takdir, mühlet verdiğimiz o şey.." şeklindedir. Fiilin sonundaki zamiri hazfedilmiştir. Çünkü ism-i mevsûle râci olan zamir bazan hazf edilebilir. Bu senin, "Gördüğüm, Zeyd'dir" demen gibidir. b) (......) kelimesi, kendinden sonraki kısımla birlikte masdar manasındadır. Takdiri, "Onlara mühlet vermemi..." şeklindedir. Keşşaf sahibi, lâfzının, mâ-i masdariyye olduğunu söylemistir. Eğer böyle olsaydı, yazı ilmine göre hakkı ayrı olarak yazılması idi. Fakat Mushaf-ı Osman'da bitişik olarak yazılmıştır. Bütün mushafların, Mushaf-ı Osman'ın hattına uyması vaciptir. Bu âyetteki lâfzının da bitişik olması gerekir. Çünkü buradaki birinci daki mâ'nın aksine, mâ-i kâffedir. (......) "uzatıyor ve geri bırakıyoruz" manasınadır. İmlâ, mühlet vermek ve tehir etmek demektir. Vahidi (r.h), Bu kelime, zamanın bir dilimi (müddeti) manasına gelen (......) kelimesinden iştikak etmiştir. Meselâ, "Bir müddet mühlet verdim" denilir. Bu masdarların hepsi aynı manadadır. Esmi'i de, "Meselâ, zaman uzadığında "Zaman ona uzadı" denilir; birisi için mühlet uzatıldığında "O, ona mühlet verdi" denilir" demiştir. Ebu Ubeyde, "Geniş ve uzun yer manasında olan (......) kelimesi ile, gece ve gündüz manasında olan (......) kelimesi de bu köktendir" demiştir. Âlimlerimiz, bu âyeti kaza ve kader meselesinde, pek çok yönden delil getirmişlerdir: 1- Bu mühlet verme, zamanı uzatmadan ibarettir. Şüphe yok ki bu da Hak teâlâ'nın fiillerindendir. Âyet, bu mühlet verişin, bir hayır olmadığını açıkça beyân etmektedir. Bu da, Allahü teâlâ'nın hayr ile şerrin yaratıcısı olduğuna delâlet etmektedir. 2- Hak teâlâ, bu mühlet verişten maksadın, onların günahlarını, azgınlıklarını ve haddi aşmalarını artırmaları olduğunu açıkça beyân etmektedir. Bu da, küfrün ve isyanın da Allah'ın irâdesi ile olduğunu gösterir. Cenâb-ı Allah, bu hususu daha sonra, "Onlara hor ve hakir edici bir azab vardır" yani, "Biz onlara, günahlarını artırsınlar ve onlar için hor-hâkir kılıcı bir azap olsun diye mühlet verdik" buyruğu ile te'kid etmiştir. 3-Cenâb-ı Hak, onlar için olan mühlet verişte onlara bir hayır olmadığını bildirmiştir. Çünkü onlar, ancak devamlı isyan ve azgınlıklarını artırırlar. Bu hayrın mevcut olması ile birlikte, Allah'ın haber verdiği şeyin aksini yapmak, iki zıd şeyi bağdaştırmak olur ki, bu imkânsızdır. Onlar, bu mühlet tanımanın yapışıra ve bununla mükellef olmalarının yanısıra, hayra ve taata kadir olmasalardı, mühtet verişin kendisinde, Mu'tezile'nin görüşünün bâtıl olmasının bulunması gerekirdi. Mu'tezile şöyle demektedir: Birinci yönden âyetin delil getirilişine gelince, bu âyet "Bu mühlet verme hayırlı değildir" manasına gelmez. Âyetten murad, "Bu mühlet veriş, "Onların.şehidlerin Uhud günü ölmeleri gibi, ölmelerinden daha hayırlı değildir" şeklindedir. Çünkü buradaki bu âyetler, daha önceki âyetlerde de izah edildiği gibi, Uhud hâdisesi ve münafıkların mü'minleri cihaddan geri koymaları hakkındadır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, kâfirlerin bu dünyada bir müddet daha yaşatılmalarının ve kendilerine mühlet tanınmasının, şehidler gibi ölmelerinden onlar için daha hayırlı olmadığını beyân etmektir. Bu mühlet tanıyışın, o ölümden daha hayırlı olmadığını söylemek, bu mühlet verişin kendisinin hayırlı olmamasını gerektirmez. İkinci yönden âyetin delil getirilişine gelince, "Bu âyetten maksad, o mühlet verişin, kâfirlerin küfre ve fâsıklığa daha fazla dalmaları için olduğunu beyân etmek değildir. Bunun delili ise, "Ben, cinleri de, insanları da ancak bana kulluk etsinler tüye yarattım" (Zâriyat, 56) âyeti ile, "Biz, hiç bir peygamberi, Allah'ın izniyle kendilerine İtaat olunmasından başka bir hikmetle göndermedik" (Nisa, 64) âyetidir. Aksine, âyet birkaç manaya muhtemeldir: a) Âyetteki lâm harf-i ceninin, âkibet (tâ ki...) manasına alınmasıdır. Bu tıpkı, "Firavun'un adamları, sonunda kendilerine bir düşman ve bir deri olsun diye onu yitik olarak bulup aldılar" (Kasas, 8). "Andolsun ki, biz cinler ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır" (Araf, 179) ve "Onlar, işin sonunda, Allah yolundan saptırmak için Allah'a eşler koştular" (İbrahim, 30) âyetlerindeki lâm harf-i cerleri gibidir. Halbuki müşrikler, saptırmak için değil, hidayete erdiklerini zannederek şirk koşmuşlardır. Yine "Benim sana va'z-ü nasihatim, neticesi bu olduğuna göre, sanki ancak fâsıktıkta devamını sağlamak için olmuş" denilir. b) Bu sözde, bir takdim-tehir vardır. Buna göre takdir, "Kâfirler, bizim kendilerine mühlet verişimizin, günahlarını artırmaları için olduğunu sanmasınlar. Biz onlara ancak kendilerine bir hayır olsun diye mühlet tanıdık" şeklindedir. c) Allahü teâlâ, onların bu mühlet esnasında ancak isyan ve azgınlıkta devamlarını artıracaklarını bildiği halde, onlara mühlet verince, bu durum, sanki bu maksaddan ötürü mühlet tanıyanın fiiline benzemiş olur. Müşabehet (birşeyi benzediği şey ile ifâde etmek), güzel mecazi ifâde sebeplerinden birisidir. d) O muarızlara (ehl-i sünnete) karşı sorduğumuz şu sorudur: Âyetteki "günahlarını artırmaları için..." ifâdesinin lâm'ı, ümmetin icmâ'ına göre garaz (için) manasına değildir. Fakat ehl-i sünnetin görüşüne gelince, onlar Allah'ın fiillerini birtakım maksadlara (garazlara) bağlamayı tercih ediyorlar. Fakat biz, Allah'ın fiillerinin, yorgunluk ve elem verme gibi maksadlara bağlanamayacağını söylüyoruz. Hatta bize göre Allahü teâlâ, bir fiili, ancak ihsan (iyilik) maksadıyla yapar. Durum böyle olunca, bu lamın bir ta'lil ve garaz (için) manasına hamledilemeyeceğinde bir cmâ bulunmuş olur. Bu durumda da, sizin delil olarak ileri sürdüğünüz hususlar sakıt olur. Bundan sonra, "Ya, bu lamın manası nedir?" diyenin sözüne iltifat edilmez. Çünkü istidlal eden kimse, bu istidlalini lamın, ta'lil (için) manasına oluşuna bina etmiştir. Binâenaleyh lâm'ın ta'lil manasına olduğu bâtıl olunca, onun istidlali de sakıt olur. Üçüncü yönden delil getirişleri ki bu, Allah'ın bunda bir hayır olmadığını haber vermesi ve bilmesi meselesidir. Bu da, sununla tezâd teşkil eder: Eğer kul bir fiilden men edilmişse, şüphesiz Allah onu men etmiş olur. Bu durumda da, Allah'ın ihtiyar sahibi değil, mûcib olması gerekir ki bu da icmâ ile bâtıldır." Mutezileye Karşı Ehl-i Sünnetin Cevabı Mu'tezile'nin Birinci iddiasına şöyle cevap verilir: "O kâfir olanlar, kendilerine mühlet tanımamızı, sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar" âyeti, bu mühlet tanıyışın kendisinde hayır olmadığı manasınadır, yoksa bunun başka bir şeyden dolayı hayır olmadığı manasında değildir. Çünkü mübalağa sîgası ancak bir râcih (tercih edilen) ve mercûh (tercih edilmeyen) söz konusu olduğu zaman zikredilebilir. Allahü teâlâ burada, bu iki şeyden sadece birini zikrettiğine göre, anlıyoruz ki bu ifâde, o mühlet verişin başka bir şeyden dolayı hayır olmadığını göstermek için değil, hiç bir hayır olmadığını beyân etmek içindir. Mu'tezile'nin İkinci iddiasına gelince ki bu onların, "Ben, cinleri de, insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (zâriyat, 56) ve "Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle kendilerine itaat olunmasından başka bir hikmetle göndermedik" (Nisa. 64) âyetlerine tutunmalarıdır. Bunun cevabı şöyledir: "Bizim delil olarak getirdiğimiz âyet "has" (hususî manalı) bir âyettir, sizin zikrettiğiniz âyet ise "âmm" (umûmî manalı) bir âyettir. Hâs olan âyet, delâleti umumî olan âyetten öncedir." Mu'tezile'nin Üçüncü iddiasına, yani buradaki lâm harfini "âkibet" manasına almalarına gelince, bu, âyetin zahirini bir tarafa bırakmak demektir. Hem şu aklî delil de onların görüşünü bâtıl kılar: Çünkü Allahü teâlâ, o kâfirlerin azgınlık ve isyan ile mevsûf olduklarını kesin olarak bilince, bu mutlaka böyle olur. Çünkü Allah'ın bildiği şeyin, bildiği şekilde tahakkuk etmesi vacip, etmemesi ise imkânsızdır. İmkânsız olan bir şeyi irâde etmek de imkânsızdır. Binâenaleyh, Allahü teâlâ'nın onların imân etmelerini murad etmesi imkansız, azgınlık ve isyanlarının artmasını murad etmesi ise vacip olur. Bu durumda da "artırmaları için" ifâdesindeki lâm harf-i cerrinin ta'lil için getirildiği ve bunun lâm-ı âkibet olamayacağı sabit olur. Mu'tezile'nin âyette bir takdim-tehir olduğu şeklindeki dördüncü iddialarına ise şu üç şekilde cevap verilir: a) Âyette bir takdim-tehir olduğunu iddia etmek, âyetin zahirini terketmektir. b) Vahidi (r.h) şöyle der: "Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesindeki lâfzını kesreti olarak ifâdesindeki lâfzını da fethalı olarak (......) şeklinde okunması halinde ancak yerinde olur. Halbuki böyle bir kıraat yoktur." c) Biz kesin aklî delil ile, Cenâb-ı Hakk'ın bu mühlet verişten muradının, imanın değil de tuğyanın bulunması olması gerektiğini beyân etmiştik. Bundan dolayı âyette bir takdim-tehir bulunduğunu söylemek, hem âyetin zahirini bırakmak, hem de kesin aklî delilin hilâfına olan bir şeyi gerekli görmek olur. Mu'tezile'nin, âyetteki lâm harf-i cerrinin ta'lil manasına alınamayacağı şeklindeki beşinci iddialarına da şöyle cevap veririz: Bize göre Allah'ın fiillerini, kullardan sudur edecek bir gaye sebebi ile olduğunu söylemek imkansızdır. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın, bir fiili ondan başka bir şey meydana gelsin diye yapması imkansız değildir. Hem Allahü teâlâ'nın, "Onlara mühlet tanımamız, ancak günahlarım artırmaları içindir" buyruğu, bu mühlet tanıyıştan maksadın, onlara hayrı ulaştırmak ve onlara iyilikte bulunmak olmadığı hususunda açık bir delildir. Halbuki Mu'tezile bunun aksini söylüyor. Binâenaleyh bu âyet, işte bu bakımdan, Mu'tezile aleyhine bir hüccettir. Mu'tezile'nin, "Bu, Allah'ın fiilleri ile çelişki teşkil eder" şeklindeki altıncı iddialarına da şu şekilde cevap veririz: Sonradan olan varlıkların yaratılışında kudret-i ilâhiyyenin tesiri, Allah'ın o şeyin olmayacağını bilmesinden önce gelir. Binâenaleyh ilm-i İlâhinin, kudret-i ilâhiyyeye manî olması mümkin değildir. Fakat kula gelince, kulun kendi fiilini meydana getirmede kudretinin tesiri, Allah'ın, kulun yapmak istediği o fiilin meydana gelmeyeceğini bilmesinden sonradır. Binâenaleyh Allah'ın bu bilgisi, kulun o fiili yapmasına mâni olur. Bu âyetle ilgili münâkaşanın hepsi bundan ibarettir. Âlimlerimiz, kâfirler hakkında dinî nimetlerden herhangi birisini vermenin Cenâb-ı Allah için bir mecburiyet olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir. Allahü teâlâ'nın, kâfirlere dünyevi nimetlerden vermesi gerekli olup olmadığı meselesinde âlimlerimiz farklı görüşlere sahiptirler. Bunun Allah'a gerekli olmadığını söyleyenler, işte bu âyeti delil getirmiş ve şöyle demişlerdir: "Bu âyet, Cenâb-ı Hakk'ın bu dünyada kâfirin ömrünü uzatmasını ve onu çeşitli muradlarına ulaştırmasının bir nimet olmadığına delâlet eder. Çünkü Allahü teâlâ, bunlardan hiçbirinin o kâfir için hayır olmadığını açıkça bildirmektedir. Bunun böyle olduğunu akıl da gösterir. Zira birisine zehirli bir hurma tatlısı ikram eden kimsenin, bu ikramı bir nimet verme sayılamaz. Bundan dolayı, Allah'ın kâfire dünyevî nimetler vermesinin maksadı, âhiret cezasını (artırma) olunca, bunlardan hiçbiri gerçekte nimet olamaz. Allahü teâlâ'nın, kâfirlere birçok nimetler verdiğini ifâde eden âyetlere gelince, bütün bu âyetler, o şeylerin zahiren nimet oluşuna hamledilmiştir. Bu âyet ile, o gibi âyetlerin arası ancak, "o nimetler zahiren nimet olup, gerçekte bir belâ ve gazab sebebidirler" denilerek bulunur. Allah en iyi bilendir. |
﴾ 178 ﴿