192"Onlar, ayakta iken. otururken, yanlan üstünde (yatar)ken Allah'ı anarlar ve gökler ile yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler. "Ey Rabb'imiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (bundan) münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru. Ey Rabb'imiz, gerçekten sen kimi o ateşe sokarsan şüphesiz onu hor ve hakir edersin. Zâlimlerin hiçbir yardımcıları yoktur". Bil ki Allahü teâlâ, rubûbiyyetini anlatan ulûhiyyet, kudret ve hikmetinin delilleri olan şeyleri zikredince, bunun peşisıra ubudiyyet (kulluk) ile ilgili hususları zikretmiştir. Ubudiyyet üç çeşittir. Kalb ile tasdik, dil ile ikrar, azalarla amel ve ibâdet... Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ı anarlar " buyruğu, dil ile yapılan kulluğa; "ayakta İken, otururken, yanlan üstünde (yatar)ken" sözü azalarla yapılan kulluğa; "gökler ile yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler" buyruğu da kalbin, fikrin ve ruhun kutluğuna bir işarettir. İnsan işte, ancak bunların toplamıdır. Dil, zikre; azalar şükre; kalb de tefekküre daldığında, işte bu şekilde olan kul, her şeyi ile ubudiyyete garkolmuş olur. Bundan dolayı önceki âyet, rubûbiyyetin kemâline, bu âyet ise ubudiyyetin (kulluğun) kemaline delâlet etmektedir. Bu, ruhları mahlûkattan kurtarıp Halika doğru çekmesi; sırları aldanış yurdu dünyadan alıp, affedici hükümdara doğru nakletmede, ne güzel bir tertiptir. Biz deriz ki: Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Müfessirlerin bu âyetle ilgili iki görüşten vardır: 1- Bundan murad, insanın devamlı olarak Rabb'ini zikret- mesidir. Çünkü insanın durumları bu üç şekilden ibarettir. Sonra Cenâb-ı Hak. insanları bu üç durum ile tavsif edince, bu onların devamlı zikredip, kesinlikle ondan ayrılmamalarının gerektiğine bir delil olur. 2- Bu âyette bahsedilen zikirden murad, namazdır. Buna göre âyetin manası, "Onlar ayakta olarak, eğer buna güçleri yetmiyorsa oturarak, eğer buna da güçleri yetmiyorsa, yanları üstü yatarak namaz kılarlar" şeklindedir. Bu da, onlar hangi halde olurlarsa olsunlar namazı terkedemezler manasına gelir. Âyete birinci görüşe göre mana vermek daha evladır. Çünkü pek çok âyet, Allah'ı zikretmenin, hatırlayıp anmanın faziletini ifâde etmektedir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kim cennet bahçelerinde, serbestçe yiyip içmek isterse, Allah'ı çokça zikretsin" buyurmuştur. Bu zikirden murad, dil ile yapılan zikir olabileceği gibi, kalb ile yapılan zikir de olabilir. En mükemmel olan mana, her ikisi ile birlikte yapılan zikrin murad edilmiş olmasıdır. Şâfif (r.h) "Hasta, yatarak namaz kıldığı zaman, bir yanına yatarak namaz kılması gerekir" demiş; Ebu Hanife (r.h) ise, "Aksine o sırtüstü yatarak namaz kılar. O, bir hafiflik hissettiğinde, oturarak kılar" demiştir. İmam Şâfiî (r.h)'nin delili, bu âyetin zahirî manasıdır ki, Allahü teâlâ, yanları üstünde iken zikredenleri medhetmiştir. Binâenaleyh bu şekil daha uygundur. Bil ki burada tıbbî bir incelik vardır. O da şudur: Tıbbî konularda sabit olduğuna göre insan, sırtüstü yattığında bu, o kimsenin, en mükemmel derecede düşünmesine mânidir. Fakat yan üstü yatış, buna mâni olmaz. İşte bu âyette de düşünme ve tefekkür murad edilmektedir. Bir de yan üstü yatma, uykuya iyice dalmaya manidir. Binâenaleyh bu şekil daha evladır. Çünkü bu uyanık olmaya ve Allah'ı zikretmekle meşgul olmaya daha uygundur. Âyetteki, "Yanları üstünde" tabiri kendinden önceki kelimelere atfedildiği için 'hal" olarak mansubtur. Sanki "ayakta olduğu halde, oturduğu halde ve yan yattığı halde" denilmektedir. Allah'ın Zatını Değil Mahlukatını Düşünebiliriz Bil ki Allahü teâlâ, onların zikrettiğini bildirip, zikrinde ancak tefekkürle tamamlanacağı sabit olunca, bundan sonra "Vegöklerle yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler buyurmuştur. Bu ifâde hakkında da birkaç mesele bulunmaktadır; Bil ki Allahü teâlâ, insanları kendisini zikretmeye teşvik etmiştir. İş tefekküre dayanınca, Allah, zâtını tefekküre değil göklerin ve yerin hallerini tefekküre teşvik etmiştir. Bu âyet doğrultusunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Yaratılmışlar üzerinde tefekkür edin, fakat Yaratan üzerinde tefekkür etmeyin" Keşfu'l-Hafâ, 1/311. buyurmuştur. Bunun sebebi şudur: Yaratılmışlar ile yaratana istidlalin mümâselet vasfı üzere olması mümkin değildir, ancak muhalefet vasfı üzere olması mümkindir. (Yani mahlukların özellikleri tesbit edilip Allah'ın bu sıfatlardan münezzeh olduğu sonucu çıkarılır.) Bundan dolayı biz bu mahsûsat (madde) aleminin hadis (sonradan) oluşu ile, Yaratıcının kıdemine (ebedi ve ezeli oluşuna); madde âleminin kemiyet, keyfiyet ve şekilleri ile de yaratıcının kemiyet, keyfiyet ve şekilden beri olduğuna istidlal ederiz. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kendini tanıyan, Rabb'ini de tanır" Keşfu'l-Hafâ, 2/262. hadisi, "Kendisinin sonradan olduğunu bilen, Rabb'inin kadîm olduğunu; kendisinin "mümkin" bir varlık olduğunu anlayan, Rabb'inin vâcibu'l-vücud olduğunu ve kendisinin muhtaç olduğunu idrâk eden, Rabb'inin herşeyden müstağni olduğunu anlar" manasındadır. Binâenaleyh, mahlûkât hakkında tefekkürde bulunmak, işte bu bakımdan mümkündür. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın zâtı hakkında tefekkür etmek kesinlikle mümkün değildir. İşte bundan dolayı O'nun hakikati ancak selbî (olumsuz) sıfatlarla düşünülebilir. Bu sebeple "Allah, cevher, araz, mürekkep ve müellef bir varlık değildir. O, bir cihette bulunmaz. O'nun husûsî zâtı bu olumsuz şeylerden başkadır. O'nun husûsi zâtım bilmenin imkânı yoktur. Böylece akıl, bu noktada âdeta şaşar, dehşete ve hayrete düşer" deriz. Bu sebeple Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah hakkında tefekkür etmemizi yasaklamış, mahlûkât üzerinde tefekkür etmemizi emretmiştir. İşte bu incelikten ötürü, Allahü teâlâ, bu âyetlerde kendisini zikretmemizi emretmiş; tefekkürden bahsedince ise, kendisi hakkında değil, mahlûkâtı hakkında tefekkür etmeyi emretmiştir. Bil ki, husûsî hakikati ile kendisini bilmek mümkin olmayan bir varlığı, ancak eserleri ve fiilleri ile bilmek mümkin olur. Binâenaleyh onun fiilleri şerefli ve yüce olduğu zaman, aklın o failin mükemmelliğini bilişi de o nisbette mükemmel olur. İşte bu sebepten ötürü, câhil bir insanın Kur'ân hakkındaki inancı büyüktür. Fakat onun inancı taklîdî ve icmali bir imandır. Ama, Cenâb-ı Hakk'ın her âyetindeki şaşırtıcı sırlara ve lâtif inceliklere muttali olan muhakkik bir müfessirin Kur'ân'ın büyüklüğü hakkındaki inancı daha mükemmeldir. Tevhidin Afakî ve Enfüsî (Objektif ve Sübjektif) Delilleri Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Tevhidin delilleri iki kısma hasredilmiştir: a) Âfâkî deliller, (insanın dışındaki deliller). b) Enfüsî (insanın kendindeki) deliller., . Âfâkî delillerin, daha yüce ve daha büyük olduğunda şüphe yoktur. Nitekim Allahü teâlâ, "Göklerin ve yerin yaratılışı, insanların yaratılışından elbette daha büyüktür' (Mümin. 57) buyurmuştur. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hak bu âyette göklerin ve yerin yaratılması hususunda tefekkürü emretmiştir. Çünkü onlardaki deliller daha dikkate değer ve daha büyüktür. Biz nasıl böyle demiyelim; zira insan, şayet bir ağacın en küçük yaprağına baktığında, o yaprakta ortasında uzanan bir damar görür. Daha sonra o ana damardan, her iki tarafa doğru pek çok damarcıkların ayrıldığını ve onlardan da daha ince nice damarcıkların ayrıldığını görür. Öyle ki bunlardan gözün göremiyeceği incelikte diğer nice damarlar ayrılmaktadır. Bu durumda insan, Yaratıcı'nın bu yaprağı, böyle yaratmış olmasında yüce hikmetleri ve şaşırtıcı sırları bulunduğunu ve O'nun bu yaprakta, yerin derinliklerinden gıdasını çekebileceği bir kuvvet yarattığını, sonra bu gıdanın parçalarının, o yaprağın her damarında, Âzîz ve Alîm Allah'ın takdiri ile eşit dağıldığını görür, anlar. İnsan, şayet o yaprağın nasıl yaratıldığını ve onun icâdındaki ve ondaki gıda alma ve büyüme kuvvetlerinin ona verilişindeki tedbirin nasıl olduğunu anlamak istese, bundan âciz kalır. Binâenaleyh insan, aklının o küçük yaprağın nasıl yaratıldığını anlamaktan âciz olduğunu görünce, o yaprağı, içinde güneşin, ayın ve yıldızların yer aldığı göklere; keza içinde denizlerin, dağların, madenlerin, bitkilerin ve canlıların yer aldığı yeryüzüne kıyas ettiğinde, göklere ve yere nisbetle bu yaprağın yok mesabesinde olduğunu anlar. Böylece de aklının bu küçücük şeyi bile anlamaktan âciz kaldığını gördüğünde, göklerin ve yerin yaratılışındaki hayranlık uyandıran ilahî hikmetlere tam manasıyla vakıf olmanın kendisi için mümkün olmadığını anlar. O, bu parlak aklî delil ile, aklının ve anlayışının bunu ihata edemeyeceğini anlayınca, Yaratıcı'nın, vasfedenlerin O'na verdikleri vasıflarının ve bilginlerin bilgilerinin O'nu kuşatmasından çok çok yüce ve büyük olduğunu itiraf eder. Hatta Allah'ın yarattığı her şeyde, O'nu bilmeye bir yol olmasa da, Allah'ın yüce hikmetlerinin ve büyük sırlarının olduğunu kabul eder. İşte bu noktada o insan, "Sübhâneke" "Ya Rabbî sen münezzeh ve yücesin" der. Bundan murad, insanın tesbih (sübhânallah), tehlil (lâilahe illallah), tahmid (elhamdülillah) ve ta'zim ile uğraşmasıdır. İbadetin En Mükemmeli Tefekkürle Yapılanıdır Daha sonra kul bu noktada dua ile de iştigal ederek, "Bizi ateşin azabından koru" der. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Adamın birisi yatağında sırtüstü yatarken, başını gökyüzüne çevirip, yıldızlara ve göğe bakarak "şehadet ederim ki senin bir Rabbin ve bir yaratıcın var. Allahım, beni bağışla" derse, Allahü teâlâ ona (rahmetle) nazar eder ve onu bağışlar" dediği rivayet edilmiştir. O, "Tefekkür gibi ibâdet yoktur" demiştir. "Tefekkür, gafleti giderir ve suyun ekin yetiştirmesi gibi, kalbe Allah korkusunu çeker" denilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Benim, Hazret-i Yunus İbn Mettâ'dan üstün olduğumu söylemeyin. Çünkü onun için hergün, bütün yeryüzündeki insanların amelleri kadar (sevap göğe) yükseltilirdi." Âlimler bu âmelin, marifetullah hususundaki tefekkür ameti olduğunu söylemişler, "Çünkü hiçbir kimse azaları ile, bütün yeryüzündekiler kadar amel edemez" demişlerdir. İmanda Tahkikin Önemi Taklidin Geçersizliği Âyet, sıddîkların en yüce mertebesinin, Allah'ın zâtının ve sıfatlarının delilleri üzerinde tefekkür etme mertebesi olduğuna, taklidin geçersiz, nazar-ı dikkate alınmayan ve kıymet verilmeyen bir şey olduğuna delâlet etmektedir. Bil ki, Allahü teâlâ, zikrullaha ve tefekküre devamlı olan o salih kullarının beş çeşit dua ettiklerini hikaye etmiştir. Birinci çeşit: "Ey Rabb'lmiz, Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (bundan) münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru" buyruğudur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Âyette bir takdir vardır ve bu hususta iki görüş vardır: Vahidî (r.h) bu takdirin, ... "Onlar "Ey Rabbimiz derler" şeklinde olduğunu; Keşşaf sahibi, ise bu ifâdenin hâl mahallinde olup, "Onlar, "Ey Rabb'imiz "diyerek tefekkür ederler.." şeklinde olduğunu söylemiştir. Âyetteki "Sen, bunları boşuna yaratmadın" ifadesindeki "bunları" kelimesi, mahlukâta işaret etmektedir ve "Sen, bu hayranlık veren mahlûkatı boşuna yaratmadın" demektir. Bu ifâdedeki "bunlar" kelimesi, bir çeşit saygıyı gösterir. Bu tıpkı "Gerçekten bu Kuran en doğru olana hidayet eder" (İsra, 9) âyetinde olduğu gibidir. Âyetteki, (......) kelimesinin mansub oluşu ile ilgili birkaç ihtimal bulunmaktadır: a) O, mahzuf bir masdarın sıfatıdır ve"bâtıl bir yaratılışla (yaratmadın)" takdirindedir. b) Başındaki harf-i cerhazfedildiği için mansubtur ve takdiri "bâtıl bir gaye sebebiyle" veya "bâtıl için" şeklindedir. c) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Bu kelimenin (......) kelimesinden "hal" olması mümkündür." Allahü teâlâ'nın Fiillerinin Hikmeti Olması Şart Mıdır? Mu'tezile "Allahü teâlâ her yaptığını, ancak ya kullarına ihsan gayesiyle, veyahut da bir hikmete mebni olarak yapar. Bundan murad, kulların maslahatını gözetmektir" demiştir. Onlar, bu görüşlerine bu âyeti delil getirmişler ve "Çünkü, eğer Allahü Teâlâ gökleri ve yeri bir gaye için yaratmamış olsaydı, bu sefer onları boş yere yaratmış olurdu ki, bu ise âyetin ifâdesine zıddır. Cebriyye'nin "Allahü Teâlâ gökleri ve yeri yaratmak suretiyle, kullarının ekserisinden zulüm ve bâtıl olan şeylerin sadır olmasını ve onların, yerlerin ve göklerin yaratıcısını inkâr etmelerini irâde etmiş, dilemiştir" şeklindeki görüşü ise, bu âyete ters düşmektedir. Halbuki, âyetteki "Sen (bandan) münezzehsin" ifâdesi, Allahü Teâlâ'yı, gökleri ve yeri bâtıl, boş yere yaratmaktan ve çirkin olan bütün şeylerden tenzih etmeyi ifâde etmektedir" demişlerdir. Vahidi, bu şüpheye cevap olabilecek olan şu sözü söylemiştir: "Bâtıl", kendisinde hiçbir kuvvet, sağlamlık ve beka bulunmayan, yok olucu ve zeval bulacak olan bir şeyden ibarettir. Halbuki, göklerin ve yerin yaratılışı, sağlam ve muhkem bir yaratıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, "O Rahman'ın yaratışında hiçbir nizamsızlık görmezsin. İşte gözünü çevir, hiçbir çatlak görecek misin?" (Mülk, 3) ve "Üstünüze sağlam sağlam yedi (gök) bina ettik" (Nebe, 12) âyetlerine bakmaz mısın? İşte, Cenâb-ı Hakk'ın "Ey Rabb'imiz, sen bunları boşuna yaratmadın" buyruğundan murad budur; yoksa Mu'tezile'nin zikretmiş olduğu mâna değil... Buna göre eğer, "Bu izah tarzı birçok yönden reddedilmektedir: a) Eğer "bâtıl"dan murad, gevşek ve yok olucu olan bir şey olsaydı, bu durumda âyetteki "Sen (bundan) münezzehsin" ifâdesi, Allah'ı bu gibi şeyleri yaratmaktan tenzih etme olurdu. Malumdur ki, bu bâtıldır. b) "Biz bu sözü, söylediğimiz mânaya hamlettiğimiz zaman ancak, "Bizi ateşin azabından koru" sözünü bu ifâdeyle birleştirmek güzel olmuştur. Çünkü âyetin manası şu şekilde olmaktadır: "Sen bunları boş yere ve hikmetsiz olarak yaratmadın.. Aksine, büyük bir hikmet üzere yarattın. Bu da onları, senin tâatınla meşgul olan ve sana karşı günah işlemekten sakınan mükellefler için meskenler, sığınaklar yapmandır. Binaenaleyh, sen bizi ateşin azabından koru. Çünkü ateş, isyan edip itaat etmeyen kimselerin cezasıdır." Böylece sabit oluyor ki biz, "Sen bunlan boşuna yaratmadın" âyetini zikrettiğimiz şekilde tefsir edersek, âyetteki bu nazm ve sıralama güzel olmaktadır. Fakat biz bu âyeti, "Muhakkak ki sen bunları muhkem (sapasağlam), yapısı ve terkibi sağlam olarak yarattın" şeklinde tefsir edersek, bu takdirde bu sıralama güzel olmaz. c) Allahü teâlâ, bu hususu başka âyetlerde de zikredip, "Ogöğü, o yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri biz boşuna yaratmadık. Bu, o küfredenlerin zannıdir " (Sad, 27). "Biz göğü de, yeri de, ikisinin arasında bulunan şeyleri de oyuncuların işi) olarak yaratmadık. Biz bunları, ancak hak ile yarattık" (Duhân, 38-39) ve "Va sizi ancak boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? Mülk, ancak kendi hakkı olan Allah çok yücedir" (Müminun, 115-116) yani, "Melik ve Hak olan Allah, fiilinin abes ve anlamsız olmasından münezzehtir" buyurmuştur. O'nun fiilinin abes ve anlamsız olması imkânsız olunca, bâtıl ve boş yere olması öncelikle imkânsızdır" denilirse buna şöyle cevap verilir: Ehl-i Sünnetin Mu'tezile'ye Cevabı Bil ki, aklın bedaheti, varlığın ya zâtı gereği vacip, ya da zâtı gereği mümkin olduğuna; yine, zâtı gereği mümkin olan her varlığın, var edilmesindeki tercih iradesi hususunda, zâtı gereği vacip olan bir varlığa varıp dayanması gerektiğine şehâdet etmektedir. Bu kaziyyede, bu mümkin'in kulların fiillerine mugayir şeylere mahsus olması söz konusu değildir. Bilâkis bu kaziyye, umûma şamil olarak, aklın sıhhatine şehâdet ettiği bir kaziyyedir. Durum böyle olunca, hayır ve şerrin Allah'ın kaza ve kaderiyle olması gerekir. Hayır ve şer Allah'ın kazasıyla olunca da, bu âyetten muradın, Allah'ın fiillerini, kulların faydalarına bağlamak (böylece ta'lîl etmek) imkânsızdır. Bunu anladığın zaman biz deriz ki, âyetin manasının, Vahidî'den naklettiğimiz şey olması niçin caiz olmasın! Vahidî'nin, "Şayet böyle olsaydı, âyetteki "Sen (bundan) münezzehsin" ifâdesi, Allahü teâlâ'yi. sağlam ve dayanıklı olmayan bir şeyi yapmaktan bir tenzih olurdu; bu ise, yanlış ve doğru değildir" sözüne gelince, biz deriz ki: "Bu âyetten muradın, "Ey Rabb'imiz, sen bunları gevşek ve terkibi bozuk olarak yaratmadın. Aksine, sağlam ve muhkem olarak yarattın" manası olması ve "Sen (bundan) münezzehsin" ifâdesinin de, "Muhakkak ki sen, her ne kadar gökleri ve yeri sağlam, muhkem ve kalıcı olarak yarattıysan da, bunlara muhtaç olmaktan ve bunlardan istifâde etmekten münezzehsin.." manasında olması niçin caiz olmasın?.. Buna göre, "Sen (bundan) münezzehsin" ifâdesinin mânası budur. Vahidt'nin İkinci olarak söylemiş olduğu, "Biz bu âyeti söylediğimiz şekilde tefsir edersek, ancak o zaman bu ifâdeyle, "Bizi ateşin azabından koru" ifâdesini bağdaştırmak yerinde olmuş olur" sözüne gelince, biz deriz ki: Bunu kabul etmiyoruz. Aksine âyetteki nazm ve tertip, kul "Sen (bundan) münezzehsin "dediğinde, Allah'ın bütün mâsivallah'tan müstağni olduğunu itiraf etmiş olursa yerinde ve güzel olmuş olur. Buna göre o kul, Allah'ı ganî olarak vasfettiğinde, kendisinin âciz, dünyada ve âhirette Allah'a muhtaç bir kul olduğunu, "Bizi ateşin azabından koru" diyerek itiraf etmiş olur. Âyetin nazmının güzelliğindeki bu izah, sizin söylediğinizden daha güzel değilse bile, ondan aşağı da kalmaz.. Allahü teâlâ'nın fiillerinin, abes, bâtıl ve oyun olarak vasfedilmekten münezzeh olduğuna delâlet eden zikrettiğimiz diğer âyetlere gelince, onların gerektirdiği manayı biz de kabul ediyoruz. Şüphe yok ki Allah'ın bütün fiilleri hikmetli olup. doğrudur. Çünkü Allahü teâlâ, ancak kendi milkinde ve mülkünde mutasarrıftır. Bu sebeple O'nun bütün hükümleri mutlak olarak doğrudur. Bu münazara hakkında söylenen şeyler işte bundan ibarettir. Allah en iyi bilendir. Her Varlıkta Özel Bir Kuvvet Bulunup Bulunmadığı İslâm feylosoffarı bu âyeti, Allahü Teâlâ'nın bu felekleri, yıldızları yarattığı; onlardan her birine hususî kuvvetler yerleştirdiği; onları, hareketlerinden ve birbirleriyle irtibatlarından bu âlemin maslahat ve bu yeryüzü mıntıkası sakinlerinin menfaatlerinin meydana gelecek bir şekilde yerleştirdiği hususuna delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: "Çünkü onlar şayet böyle olmuş olmasalardı, boş yere yaratılmış olurlardı. Bu ise, âyetin manasını reddeder mahiyettedir. Onlara göre biri çıkıp da şöyle diyemez: "Bunların faydası, onlar vasıtasıyla muhtar olan bir Yaratıcı ve Hâlık'ın varlığına istidlal etmektir. Bu böyledir, çünkü bu hava ve su kürelerinden her biri, bu anlamda, felekler ve yıldızlarla müşterektir. Binâenaleyh, bu durumda, onların özellikle bir felek, bir güneş ve bir ay olmasının herhangi bir manası kalmamış olur. O zaman da bu, bâttl olmuş olur. Bu ise, âyetin hilâfınadır" diyemezi' Kelâmcılar buna şöyle diyerek cevap vermişlerdir: "Bu manada, onların hakikat yoluyla değil de, âdetin cereyanına göre birer sebep olmaları niçin yeterli olmasın?" Cenâb-ı Hakk'ın, vardır: "Sen (bundan) münezzehsin" ifadesiyle ilgili iki mesele vardır. Birinci Mesele Bu, akılların, göklerin ve yerin yaratılışındaki, Allah'ın hikmetinin eserlerini ihata etmekten âciz olduğunu bir ikrar ve tasdiktir. Yani, insanlar bu büyük büyük cisimler üzerinde düşündükleri zaman, ancak şu kadarını anlayabilirler: Bunları yaratan, bâtıl ve boş yere yaratmamış, aksine, her ne kadar akıllar tam olarak bilgisini ihata edemese de, yüce hikmetler ve büyük, engin sırlardan ötürü yaratmıştır. Bundan maksat, Allah'ın, kullarına nasıl duâ edeceklerini öğretmesidir. Bu şu şekildedir: Dua etmek isteyen kim senin, âyette de olduğu gibi, önce Allahü teâlâ'ya sena etmesi, daha sonra talebi zikretmesi gerekir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Bizi ateşin azabından koru "duasına gelince, bil ki, Allahü teâlâ bu ihlâs sahibi kullarının lisânlarının Zikrullâh'a; bedenlerinin Allah'a tâate ve kalplerinin de Allah'ın azametinin delillerini tefekküre dalmış olduğunu anlatınca, onların bu tâatlerin yanısıra, Allahü teâlâ'dan kendilerini ateşin azabından kurtarmasını da zikretmiştir. Eğer Allahü teâlâ'nın onlara azâb etmesi yerinde ve uygun olmayacak olsaydı, bu duâ anlamsız olurdu. Binâenaleyh, eğer Mu'tezile önceki âyetin kendileri için bir hüccet olduğunu zannediyorsa bilsinler ki, bu âyet-i kerimenin sonu da, Allah'tan olan hiçbir şeye çirkin denilemeyeceği hususunda bizim lehimize bir hüccet ve delildir. Bu niyaz ve tazarrûnun bir benzeri de, Cenâb-ı Allah'ın Hazret-i İbrahim'den hikâye ettiği şu yakarıştır: "Ceza gününde kusurlarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur" (Şuara, 82). İkinci çeşit: Cenâb-ı Allah'ın onlardan naklettiği şu duadır: "Ey Rabb'imiz, gerçekten sen kimi o ateşe sokarsan, şüphesiz onu hor ve hakir edersin. Zâlimlerin hiçbir yardımcıları yoktur" Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Bil ki onlar, Rablerinden, kendilerini cehennem azabından kurtarmasını istedikleri zaman, bunun peşisıra, isteme makamı çok büyük olsun diye, bu ikâbın büyüklüğüne ve şıadetine delâlet eden şeyi, yani bu azabın hor ve hakîr kılıcı, alçaltıcı bir azap olduğunu zikretmişlerdir. Çünkü, Rabb'inden birşeyi yapmasını veya yapmamasını isteyen kimse, bu istediği şeyin büyüklüğünü ve önemini (kuvvetini) açıkladığı zaman, onu bu duaya sevkeden şey daha mükemmel ve talebindeki ihlâsı daha yoğun olmuş olur. Duâ ise, ancak ihlâs ile yapıldığı zaman müstecâb olup, kabule mazhar olur. İşte bu, Allah'ın, kullarına nasıl duâ edeceklerini öğretmesidir. Vahidî şöyle demiştir: (......) kelimesi lügatte, birbirine yakın olan birçok manaya gelmektedir." Zeccâc, (......) tabirinin manasının, "Allah, düşmanı rahmetinden uzaklaştırsın" şeklinde olduğunu söylerken; başka âlimler bunun, "Allah onu alçaltsın, hor kılsın" anlamında olduğunu söylemişleraır. Şemir İbn Hamdeveyh, bunun mânası, "Allah onu rezil ve rüsvay etsin" şeklindedir. Kur'ân-ı Kerîm'de "Beni misafirlerim içinde küçük düşürmeyin" (Hud, 78) buyurmuştur" demiştir. Mufaddal, (......) tabiri, "Allah onu helak etti, etsin" anlamındadır, demiştir. İbnu'l-Enbarî, (......) kelimesi Arapça'da telef olmak, hüccetsiz kalmak, veyahut da bir belâya düşmek suretiyle helak ve yok olmak manasındadır" demiştir. Bütün bunlar birbirine yakın olan manalardır. Sonra Keşşaf sahibi ise şöyle demiştir: "Âyetteki, (......) ifâdesi, "Onu, son derece hor ve hakîr kıldın" anlamındadır. Bu, söylenen şu ifâdeye benzemektedir: "Falancayı geçen, gerçekten iyi geçmiştir" ve "Falancadan öğrenen gerçekten iyi öğrenmiştir." Büyük Günah Hakkında Mu'tezile'nin İddiası Mu'tezile, bu âyetin "ehl-i salât"tan büyük günah işleyenlerin mü'min olmadıklarına delâlet ettiğini, çünkü büyük günah işleyenler cehenneme girdiklerinde, bu âyetin delâletine göre, Allah'ın onları hor ve hakir kılacağını; mü'min kimsenin ise, "O gün Allah peygamberini ve îman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek.." (Tahrim, 8) âyetinin de gösterdiği gibi, hor ve hakîr olmayacağını; binaenaleyh, bu iki âyete göre, büyük günah işleyenin mü'min olmaması gerektiğini söylemiştir. Mu'tezile'nin bu görüşüne şu şekilde cevap verebiliriz: Hak teâlâ'nın, "O giın Allah peygamberini ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek..." (Tahrîm, 8) âyeti, hor ve hakîrliğin mutlak manada bulunmamasını gerektirmez. Bu ifâde ancak, hor ve hakîr olmanın, (onların) Hazret-i Peygamberle birlikte olmaları halinde bulunmamasını iktizâ eder. Bu bulunmayış, başka bir zamanda bulunabilmesi ihtimalinden dolayı, hor ve hakîrliğin bir nebze bulunmasına ters düşmez. Bana göre en doğru cevap işte budur. Vahidî, Kitâbu'l-Basît inde, bizim söylediğimiz cevaptan başka bu mevzuda üç çeşit cevap daha zikretmiştir: a) Saîd İbnü'l-Müseyyeb, es-Sevrîve Katâde'den, Allahü Teâlâ'nın "Cerçekteu sen kimi o ateşe sokarsan, şüphesiz onu hor ve hakir edersin" ifâdesinin ebedî olarak cehenneme girecek olan kimseler hakkında olduğu nakledilmiştir. Bana göre bu cevap zayıftır, çünkü Mu'tezile'ye göre cehenneme girecek olan her fâsık, oraya ebedî kalmak üzere girer. Binâenaleyh, bu açıklama onlara karşı bir cevap olmaz. b) Cehenneme giren kimse, neticede oradan çıksa bile, oraya girdiği anda (sadece) hor ve hakir kılınmıştır. Bu açıklama da bana göre zayıftır. Çünkü istidlal konusu, Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün Allah, peygamberini ve îman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek.. (Tahrim, 8) ifâdesi., mutlak manada mü'minlerin hor ve hakîr olmayacaklarına delâlet etmektedir. Bu âyet ise (Al-i İmran. 192), cehenneme giren herkes için, bir hor ve hakirliğin bulunacağına delâlet etmektedir. Binaenaleyh, bu iki âyetin hükmüne göre, cehenneme girenlerden mü'min olanla kâfir olan arasında farklı bir durum bulunmaktadır. c) (......) tabiri şu iki manaya muhtemeldir: 1- Hor ve hakîr kılmak, helak etmek. 2- Utandırmak, küçük düşürmek. Meselâ bir kimse utandığında, bir kimse birisine, onu mahcûb edecek ve utandıracak bir iş yaptığında da, "Başkası onu küçük düşürdü, utandırdı" denilir. Bil ki, bu cevabın neticesi şudur: Bu lâfız, utandırma ile helak etme manaları arasında müşterek bir lâfızdır. Müşterek lafzı ise, müsbet ve menfî taraflarda, her iki manasına birden hamletmek mümkün değildir. Durum böyle olunca Hak teâlâ'nın, "O gün Allah peygamberini ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek..." (Tahrim, 8) ifadesiyle nefyedilmiş olanın, O'nun "Gerçekten sen kimi o ateşe sokarsan, şüphesiz onu hor ve hakîr edersin" (Al-i imrân. 192) ifâdesinde isbât edilmiş olandan başka olması caizdir. Buna göre de, böyle bir istidlal sakıt olur. Ancak ne var ki böyle bir cevap, "ihzâ" lafzı bu iki mana arasında müşterek olduğu zaman geçerli olur. Ama bu lâfız, aynı manayı ifâde eden bir lâfız olup, Vahidinin de zikretmiş olduğu o iki mana aynı cinsin kapsamı altında bulunan iki tür bulununca böyle bir cevap sakıt olmuş olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün Allah peygamberini ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek..." (Tahrim. 8) ifâdesi, cinsi nefyetmekte; "Şüphesiz onu hor ve hakir edersin" (Âl-i İmran, 192) ifâdesi de nev'i isbât etmektedir. Bu durumda bu iki ifâde arasında bir aykırılık meydana gelmiş olur. Bûyük Günah İşleyen Hakkında Mürci'enin İddiası Mürcie bu âyetle, büyük günah işleyenlerin hor ve hakîr edilmeyecekleri hususunda kat'î hüküm vermişlerdir. (Onlara göre) cehenneme giren herkes, hor ve hakîr olur.Binâenaleyh, büyük günah işleyenlerin cehenneme girmeyecekleri hususunda kat'î hüküm vermek gerekir. Biz, büyük günah sahibinin hor ve hakîr kılınmayacağım söyledik, zira büyük günah işleyen kimse mü'mindir; mü'min ise, hor ve hakîr-kılınmaz. Biz, büyük günah işleyenin mü'min olduğunu söyledik, zira Cenâb-ı Hak, "Eğer müminlerden iki zümre birbiriyle döğüşürlerse aralarını (bulup) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecâvüz ediyorsa, siz, tecâvüz edenle Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın.." (Hucurat, 9) buyurmuş, tecâvüz ve taşkınlık yapan bu kimseyi bu halinde bile mü'min diye adlandırmıştır. Halbuki, tecavüz ve taşkınlık yapmak, icmâ ile büyük günahlardandır. Yine Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, öldürülen kimseler hakkında kısas yapmanız hükmedildi" (Bakara, 178) buyurmuş, haksız yere kasten adam öldüreni mü'min diye tavsif etmiştir. Böylece, büyük günah işleyenin mü'min olduğu sabit olmuş olur. Biz mü'min kimsenin, hor ve hakir kılınmayacağını söyledik, zira Allah, "O gün Allah peygamberini ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek..." (Âl-i imran, 8) ve "Kıyamet günü bizi utandırma" (Al-i İmran. 194) buyurmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak, "Nihayet Rab'leri onlara icabet etti.." (Âl-i İmran, 195) buyurmuştur. Bu icabet, Allahü teâlâ'nın, mü'minteri hor ve hakir kılmayacağına delâlet etmektedir. Binâenaleyh, bizim yaptığımız bu açıklamalarla, büyük günah işleyen kimsenin cehennem ateşiyle hor ve hakir kılınmayacağı sabit olmuş olur. Biz, cehenneme giren herkesin, Hak teâlâ'nın, "Gerçekten sen kimi o ateşe sokarsan, şüphesiz onu hor ve hakir edersin" (Âl-i İmran, 192) âyetine binaen, hor ve hakir olacağını söyledik. Böylece bu iki mukaddimeden, büyük günah sahibinin cehenneme girmeyeceğine dair kesin bir hüküm ortaya çıkmış olur. Mürcie'nin bu görüşüne verilecek olan cevap, daha önce geçmiş olan söylediğimiz şu husustur; Hak teâlâ'nın, "Ogün Allah peygamberini ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek..." (Tahrim, 8)buyruğu, hor ve hakîr olmanın mutlak manada (hiç) bulunmayacağına delâlet etmez. Aksine bu, onların Hazret-i Peygamber'le beraber bulunmaları halinde hor ve hakir kanmayacaklarına delâlet eder ki, bu da, bir başka zamanda hor ve hakîr kılınmanın söz konusu olmasına ters düşmez. Hak teâlâ'nın, "Gerçekten sen kimi o ateşe sokarsan şüphesiz onu hor ve hakîr edersin" (Al-i İmran, 192) ifâdesi, birkaç yerde tahsis edilmiş olan umûmî bir ifâdedir. a) Hak teâlâ'nın, "Sizden hiçbiriniz müstesna olmamak üzere, mutlaka oraya uğrayacaktır. Bu, Rabb'inin kati olarak üzerine aldığı bir şeydir. Sonra takvaya erenleri kurtaracağız" (Meryem, 72-73) âyeti, her mü'minin cehenneme bir kere uğrayacağına, sevap ehlinin hor ve hakir kılınmaktan kurtarılacaklarına delâlet etmektedir. b) Cehennemin bekçileri olan melekler, cehennemdedirler. Onlar da hor ve hakîr edilmekten korunmuşlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "(O ateşin) üzerinde iri gövdeli, sert tabiatlı melekler vardır" (Tahrim, 6) buyurmuştur. İslâm feylesofları, bu âyet ile, ruhanî azabın cismanî (bedenî) azaptan daha şiddetli ve kuvvetli olduğuna istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü âyet, cehennem azabından sonra hor ve hakîr edilme ile tehdide delâlet etmektedir. Hor ve hakîr edilme ise, utandırmaktan, küçük düşürmekten ibarettir. Bu utanma ise vicdanî bir azaptır. Binâenaleyh, şayet ruhanî azap cismanî ve maddî azaptan daha güçlü olmasaydı, cehennem ateşiyle azap gören kimseyi, hor ve hakîr kılınma ile utandırılma azabıyla tehdit etmek yerinde ve uygun olmazdı. Fasıkların Cehennemde Daimi Kalacaklarına Dair Mu'tezile İddiası Mutezile bu âyet ile, cehenneme giren fasıkların oradan çıkamayacaklarına, aksine orada ebedî olarak bırakılacaklarına dair istidlalde bulunarak şöyle demektedir: "Hızy", helak olmak demektir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerçekten sen kimi o ateşe sokarsan, şüphesiz onu hor ve hakir edersin" âyetindeki, "Şüphesiz onu hor ve hakir edersin" buyruğunun manası, "şüphesiz sen onu helak edersin, ettin" demektir. Şayet onlar, cehennemden çıkıp cennete girecek olsalardı, cehennemden çıkan herkesin helak olmaması gerekirdi. Mu'tezile'nin bu görüşüne de şöyle cevap veririz. Biz, hor ve hakîr kılmayı helak etme manasına almıyor, aksine onu hor ve hakir kılıp, utandırma anlamına alıyoruz. Bu durumda da, sizin görüşünüz zail olmuş olur. Âhirette Şefaat Meselesi Hakkında Mutezileye Cevap Cenâb-ı Hakk'ın, "filmlerin hiç bir yardımcıları yoktur" buyruğuna gelince, bunda iki mesele vardır: Mu'tezile, bu âyetle fasıklara şefaat edilmeyeceği hususunda istidlal etmişlerdir. Bu böyledir, çünkü şefaat bir nevi yardım demektir. Cinsi nefyetmek ise, nev'i nefyetmeyi gerektirir. Mu'tezile'nin bu görüşüne birçok yönden cevap verebiliriz: 1- Kur'ân-ı Kerîm, zalimin, mutlak manada kâfir olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kâfirler zalimlerin ta kendileridir" (Bakara, 254) buyurmuştur. Bu manayı Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlerin şefaat ve yardımcılarının bulunmamasını kendilerine tahsis etmiş olmalarını nakletmesi de tekid etmektedir. Çünkü kâfirler, "Artık bizim için ne bir şefaatçi vardır, ne de candan bir dost!.. 100-101) demişlerdir. 2- Şefaat eden kimsenin de, ancak Allah'ın izni ile şefaat etmesi mümkün olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onun izni olmadıkça, katında şefaat edecek kimmiş?.." (Bakara, 255) buyurmuştur. Durum böyle olunca, şefaat eden kimse, ancak kendisine izin verildikten sonra başkasına yardım edebilir. Kendisine izin verildiğinde de, gerçek manada O'nun şefaatinin bir manası kalmaz. Bu durumda da affın, ancak Allahü teâlâ tarafından olabileceği hususu ve o şefaatin hadd-i zâtında bir tesirinin olmadığı ve hükmün ancak Allah'a ait olduğu ortaya çıkmış olur. İmdi Cenâb-ı Hakk'ın 'Zâlimlerin hiçbir yardımcıları yoktur" âyeti, hükmün ancak Allah'a ait olduğunu ifâde eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gözünüzü açın ki bütün hüküm O'nundur"(Enâm.62)ve "Ogün emir, yalnız Allah 'indir" (infıtar. 19) buyurmuştur. Bu açıklamaya göre, bu hükmü zâlimlere tahsis etmenin herhangi bir anlamı yoktur denilemez; zira biz bunun da bir manasının bulunduğunu söylüyoruz. Çünkü Cenâb-ı Hak bu dünyada mü'min ve muttaki olan kimselere, (âhirette) mükâfaat elde edeceklerini ve cehennem azabından kurtulacaklarını va' adet mistir. Kıyamet gününde mü'minlerin böyle bir delili vardır. Fasıklara gelince, onların böyle bir delili yoktur. Binaenaleyh, "yardımcıların bulunmaması.." hükmünü, mutlak anlamda onlara tahsis etmek doğru ve yerinde olur. 3- Bu âyet, umumî hüküm ifâde etmektedir. Şefaatin bulunduğunu ifâde eden nasslar ise, hususîdir. Hâs ise umûmî olandan önce gelir. Allah en iyi bilendir. Mutezile, fâstk kimselerin cehennemden çıkamıyacaklan hususunda istidlalde bulunarak şöyle demişlerdir: "Şâvet fâsık cehennem ateşinden çıkacak olsaydı, onu oradan çıkaracak kimse, ona yardım etmiş olurdu. Halbuki âyet, cehenneme giren fasıkın asta bir yardımcısının olmadığına delâlet etmektedir." Cevap: Onların bu açıklamaları, Bakara sûresinde de belirttiğimiz gibi. Cenâb-ı Hakk'ın affedeceğine delâlet eden âyetlerle çelişki teşkil eder. |
﴾ 192 ﴿