193

Üçüncü duaları Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetidir: "Ey Rabb'fmiz, muhakkak ki biz, "Rabb'inize iman edin" diye imana çağıran münadiyi İşittik de hemen iman ettik!. Ey Rabb'imiz, artık bizim günahlarımızı bağışla. Kusurlarımızı ört, canımızı da iyilerle beraber al..".

İmana Çağıran Münadî

Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu âyette sözü edilen "münadî"nin ne ve kim olduğu hususunda iki görüş vardır:

a) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Bu görüş, ekseriyetin görüşüdür. Bunun delili ise, "Rabb'inin yoluna davet et" (Nahl, 125) "Ve Allah'a, O'nun izniyle bir davetçt." (Ahzâb, 46)ve "Ben, Allah'a da'vet ediyorum" (yusuf. 106) âyetleridir.

b) Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bu görüşte olanlar şöyle demektedirler: Allahü Teâlâ, insanların mü'minlerinden bunu nakletmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, cinlerin mü'minlerinden de, "Biz, hayranlık veren bir Kur'ân dinledik ki o, Hakk'a ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona iman ettik" (cin. 1-2) dediklerini nakletmişti. Bu görüşte olanlar, sözlerine devamla şöyle demektedirler: "Âyeti bu şekilde tefsir etmenin daha uygun olduğunun delili şudur: Çünkü herkes, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile karşılaşamaz. Ama Kur'ân'ı herkes dinlemiş ve anlamıştır. Buradaki "münadi"nin (fail olarak) Kur'ân olması her ne kadar mecazî bir mana ise de, bu meşhur ve maruf bir mecazdır. Çünkü Kur'ân, doğru olanı ihtiva edip, Allahü teâlâ da onu buna muvaffak kıldığında, onu tefekkür eden herkes hidâyete ulaşınca, böylece o Kur'ân-ı Kerîm âdeta insanları kendisine çağırmış ve kendisinde bulunan çeşitli delillerle nida etmiş olur. Nitekim cehennem hakkında da, "Yüz çeviren, arka dönen kimseyi çağırır" (Mearic. 17)denilmiştir. Çünkü o kimselerin varacağı yer, orasıdır. Fasîh ve şair kimseler de, zamanı "çağıran ve nasihat eden bir şey" olarak vasfetmişlerdir ki, onların bundan maksatları, zaman içinde vaki değişen hallere işaret etmektir. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Ey ölüyü kabre koyan kimse.. Zaman sana seslendi, ama sen duymadın."

İkinci Mesele

Hak teâlâ'nın, "İmana çağırıyor" sözü hakkında birkaç izah bulunmaktadır:

a) Bu kelimenin, başında bulunan lâm, manasındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sonra, nehyolundukları o şeye dönmekteler" (Mûcadele, 8); "Sonra dar dediklerine dönenler (yok mu?)" (Mücadele, 3) "Çünkü Rabb'i kendisine vahyetmiştir" (Zilzâl, 5)ve "Bizi buna hidâyet eden Allah'a hamdolsun" (Ârâf. 43) şeklinde buyurmuştur. Yine, "Onu falan şeye çağırdı, davet etti"; "Onu, falan şeye teşvik etti" "Onu falan şeye çağırdı" ve "Onu, yola iletti" denilir. Bu iki harfin birbirlerinin yerine kullanılmalarının sebebi, hem "intihâ-i gaye", hem de ihtisas manasının birlikte bulunması sebebiyledir.

b) Ebu Ubeyde, "Âyette bir takdim ve tehir bulunmaktadır. Yani, "İman ediniz diye nida eden bir iman davetçisi duyduk" şeklindedir. Bu, "Bize, şöyle şöyle nida eden, emîrin nidâcısı geldi..." denilmesi gibidir.

c) Bu lâm, "illet", "mef'ûlün leh" lamıdır. Buna göre mana, "insanlar iman etsin için, etsin diye nidada bulunan bir münadî duyduk", yani, "O çağıran, bu maksattan dolayı çağırıyor" şeklinde olur. Baksana Cenâb-ı Hak, (......) buyurmuştur, yani, "İnsanlar imân etsin diye" demektir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik" (Nisa, 64) ifâdesi gibidir.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ'nın, "Çağıran birdavetçiyi işittik" buyruğunun bir benzeri de, senin "Şöyle diyen bir adam işittim" ve "Konuşan Zeyd'i duydum" demen gibidir. Burada kelimeleri fiilin mef'ûlü olmuş, duyulan şey ise hazfedilmiştir. Çünkü sen onu, duyulan şeyle vasfedip, o duyulan şeyi onun bir hali kılınca, bu durum seni o şeyi zikretmekten müstağni kılmıştır. Bir de, vasfın veya hâlin mutlaka zikredilmesi gerekmez. Yine, "Falancanın sözünü veya kavlini işittim" denilir.

Dördüncü Mesele

Burada bir soru bulunmaktadır ki, o da şudur: "Nida eden ile, onun nida etmesini bir arada zikretmenin manası nedir? Cevap: Nidanın önce mutlak olarak zikredilip, daha sonra da iman ile kayıtlanarak zikredilmesi, nida eden kimsenin şanını tazim etmek içindir. Zira, imana davet eden münadîden daha büyük bir davetçi yoktur. Bunun bir benzen de senin, "İslâm'a ileten bir rehbere uğradım" demendir Bu böyledir, çünkü münâdî mutlak olarak zikredildiğinde, hatıra, harbe veya yanan bir şeyi söndürmeye yahut bir belâya duçar olmuş bir kimseye yardım etmeye veyahut da başa gelmiş bazı felâketlere çare olmaya çağıran bir münadî gelebilir. "Hidâyet eden" de böyledir. Bu isim bazen bir yol kılavuzuna, bazan da doğru görüşe sevkedip götüren kimseye ıtlak edilir. Binâenaleyh, sen "İmana çağıran", "İslâm'a hidâyet eden" dediğin zaman, çağıranın ve hidâyet edenin şanını yüceltmiş, onu tazim etmiş olursun.

Beşinci Mesele

Ayetteki ifâdesinde bir hazif veya bir takdir vardır. Mahzuf olanın takdiri "imân ediniz" şeklinde; mukadder olanın takdiri ise "imân ediniz diye" şeklindedir.

Müminlerin Dördüncü Duaları

Allahü Teâlâ bundan sonra onların, "Ey Rabb'imiz, artık bizim günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört, canımızı da iyilerle beraber al.." diye dua ettiklerini nakletmiştir. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki onlar, böyle dua etmek suretiyle Hak teâlâ'dan şu üç şeyi istemişlerdir:

a) Günahlarının bağışlanması.

b) Kusurlarının örtülmesi.

c) Canlarının iyilerle beraber alınması... "Gufran", örtmek ve üstünü kapamak demektir. "Tekfir" de üstünü kapamak manasınadır. Nitekim yani, "silahla örtünmüş, kaplanmış (tam teçhizatlı) bir adam" denilir. "Küfür" de bu manadadır. Nitekim Lebîd, "Karanlığı yıldızlan örtmüş olan bir gecede..." demiştir.

Bunu iyice anladığın zaman deriz ki: "Mağfiret", "tekfir" lügat bakımından aynı manaya gelirler. Fakat ve müfessirler bu hususta şunları söylemişlerdir:

a) Bu iki kelime ile aynı mana kastedilmiş olup, ikincisi te'kid için getirilmiştir. Çünkü duada ısrarlı olup, iyice dua etmek menduptur.

b) Birincisi ile daha önce yapılmış olan günahların, ikincisi ile ise bundan sonre işlenecek günahların affı kastedilmiştir.

c) "Gufran" (günahların bağışlanması) ile, tevbe ile affolunacak günahlar; "tekfir" (kusurların örtülmesi) ile de büyük taatların silip götüreceği günahlar kastedilmiştir.

d) Birincisi ile insanın, bir masiyet ve günah olduğunu bile bile yaptığı şeyler; ikincisi ile de, bir günah olduğunu bilmeden yaptığı şeyler kastedilmiştir.

Ebrar (İyilerle) Beraber Vefat Etmenin Mânası

Cenâb-ı Hakk'ın, "Canımızı da iyilerle (ebrâr ile) birlikte al" âyeti ile ilgili şu iki izah vardır:

a) Ebrâr, "berr" veyahut da "bârr" (iyi, itaatkâr) kelimelerinin cem'idir. Bu, tıpkı rab-erbâb ve sâhib-ashâb kelimeleri gibidir.

b) Kaffal, bu "birlikte" olmanın tefsiri hususunda şu iki izahı zikretmiştir:

1- Onların canlarının ebrâr ile birlikte alınması, kıyamet günü o ebrârın mertebesinde olabilmeleri için, aynı amelleri yapmış olarak ölmeleridir. Nitekim insan bazan, "Bu meselede ben Şafiî ile beraberim" der ve bununla, o inançta onun gibi olduğunu kasteder.

2-"Falanca, bağış hususunda, binlerce lira verenlerle birliktedir" denilir. Bu, "O, bin lira vermede, onlarla beraberdir" demektir. Bir üçüncü mana da, bundan muradın, onların, ebrârın (iyi kimselerin) taraftarları ve peşinden gidenler içinde yer almaları olmasıdır. Hak teâlâ'nın, "İşte onlar Allah'ın nimet verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle ve iyi insanlarla beraberdirler" (Nisa, 69)âyeti de bu manadadır.

Allah Dilerse Tevbe Etmeyen Kulu da Affeder

Âlimlerimiz bu âyeti, yani "Ey Rabb'imiz artık bizim günahlarımızı bağışla.." buyruğunu, tevbe edilmeksizin de Allahü teâlâ'nın günahları affedebileceğine delil getirmişlerdir. Bu âyet şu iki bakımdan delil olarak getirilmiştir:

a) Onlar, günahlarının bağışlanmasını istemişlerdir. Bu ifâdede, onların tevbe ettiklerini gösteren herhangi birşey bulunmamaktadır. Binâenaleyh, bu, onların mutlak olarak bağışlanmayı istediklerine delâlet eder. Hem sonra Hak teâlâ, onların bu dualarını kabu etmiştir. Zira O, âyetin devamında, "Nihayet Rab'leri, onların dualarına icabet etti.." (Âl-i İmran, 195) buyurmuştur. İşte bu ifâde, Allahü teâlâ'nın, bazan tevbe edilmeden de günahları affedeceği hususunda açık bir nasstır.

b) Allahü teâlâ, onların, imân ettiklerini haber verip, "Ey Rabb'imiz artık bizim günahlarımızı bağışla..." dediklerini nakletmiştir. Buradaki lâfzının başındaki fâ harfi, fâ-i cezâiyyedir İşte bu da, sırf imanın Allah'tan bağış talep etmeye bir sebep teşkil ettiğinin delilidir. Sonra Allahü teâlâ, "Nihayet Rab'leri, onların dualarına icabet etti" (Al-i imran, 195) buyruğu ile, onların bu dualarını kabul eniğini belirtmiştir. Binâenaleyh bu âyet, mücerred imânın bağışlanma Vesilesi olabileceğine delâlet eder. Bu, onları affedip hiç cehenneme sokmamak sureti ile taa baştan olabileceği gibi, onları cehenneme sokup bir müddet azab ettikten sonra bağışlayıp oradan çıkarma suretiyle de olabilir. İşte âyetin, bu iki bakımdan da affın söz konusu oluşuna delâleti böylece sabit olur.

Hazret-i Peygamberin Günahkârlar Hakkında Şefaati

Âlimlerimiz bu âyet ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in büyük günah sahipleri hakkındaki şefaatinin kıyamet günü kabul edileceğine istidlal etmişlerdir. Çünkü bu âyet, o mü'minlerin Allah'tan, tevbe kayıt ve şartına bağlamaksızın mutlak olarak, günahlarının bağışlanmasını talep ettiklerini göstermektedir. Hak teâlâ da onların isteklerini kabul etmiş ve onlara taleplerini vermiştir. Binâenaleyh, Allahü teâlâ, günahların bağışlanması hususunda mü'minlerin şefaatini kabul ettiğine göre, bu hususta Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaatini öncelikle kabul eder.

Mü'minlerin Dördüncü Duaları

Dördüncü çeşit duaları, Hak teâlâ'nın onlardan naklettiği şu ifâdedir:

193 ﴿