NİSA SURESİ1"Ey İnsanlar, sizi bir tek kişiden yaratan Rabb'inizden ittikâ edin (çekinin)...”. Bil ki bu sûre, pekçok çeşit mükellefiyeti ihtiva etmektedir. Bu böyledir, çünkü Allahü Teâlâ, bu sürenin başında insanlara, kadınlara, çocuklara ve yetimlere şefkat etmelerini, onlara acımalarını, onların haklarını kendilerine vermelerini ve onlar için mallarını muhafaza etmelerini emretmiştir. İşte bu mânayla da sûre son bulmuştur ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Senden fetva isterler. De ki: "Allah, kelalenin (babası ve çocuğu olmayanın) mirası hakkındaki hükmü şöylece açıklar..." (Nisa, 176) âyetinin belirttiği husustur. Cenâb-ı Hak bu sûrede, başka mükellefiyetlerden de bahsetmiştir ki bunlar temizliği, namaz kılmayı ve müşriklerle savaşmayı emretmesidir. Bu mükellefiyetler insanlara zor ve ağır geldiği için onlara meşakkatli olunca, hiç şüphesiz, bu zor mükellefiyetleri yüklenmenin gerekçesini zikrederek bu sûreye başlamıştır ki, bu da bizi yaratan Rabb'imizden ve bizi var eden ilahımızdan ittikâ etmektir. İşte bunun için Cenâb-ı Hak, "Ey insanlar, sizi yaratan Rabb'inizden ittikâ edin (çekinin)..." buyurmuştur. Âyette birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey insanlar..." buyruğu hakkında Vahidî, İbn Abbas'tan şunu rivayet etmiştir: "Bu hitap, Mekkelileredir." Müfessir usulcüler; bu hitabın bütün mükelleflere olduğu hususunda ittifak etmişlerdir ki, bu şu sebeplerden dolayı en doğru olan görüştür: a) Bu âyette geçen "insanlar" kelimesi, başına eliflâm gelmiş olan bir çoğul lâfızdır. Binaenaleyh bu lâfız istiğrak (şümul ve umûm) ifâde eder. b) Allahü teâlâ "ittika ediniz" emrini, O'nun, insanları tek bir nefisten yaratmış olmasına bağlamıştır ki bu illet, bütün mükelleflerin Hazret-i Adem'den yaratılmış olmaları sebebiyle, o mükellefleri de içine alır. İllet âmm olunca, hüküm de âmm olur. c) İttikâ etmekle mükellef tutulma, sadece Mekkelilere ait değildir, Aksine, bütün insanlar hakkında umumî bir hüküm ifâde eder. (......) lâfzı herkesi içine aldığına, "ittika etmek" emri yine herkes için âmm olduğuna ve bu mükellefiyet illeti de, ki bu onların tek bir nefisten yaratılmış olmasıdır, herkes hakkında umûmî olduğuna göre, bu hitabın Mekkelilere tahsis edildiğini söylemek, son derece uzak bir ihtimaldir. İbn Abbas'ın delili, Hak teâlâ'nın "Kendisiyle birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'dan ve akrabalık (bağlârını kırmak)dan sakının" (Nisa, 1) buyruğunun Araplara mahsus olmasıdır. Çünkü "Allah aşkına" ve "akrabalık hakkı için" birşey istemek, Araplara mahsus bir örftür ki, meselâ onlar, "Senden, Allah ve akrabalık hakkı içün istiyorum.." ve "Senden Allah ve akrabalık hakkı içün talep ve rica ediyorum" derlerdi. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hakk'ın "Kendisiyle birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'dan ve akrabalık (bağlarını kırmak)dan sakının..." âyeti, Araplara mahsus olmuş olur. Bu sebeple de, âyetin baş kısmı olan "Ey insanlar..." hitabı, Araplara tahsis edilmiş olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, âyetin evvelinde, "Rabb'inizden ittikâ ediniz" ve bundan sonraki, "Kendisiyle birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'dan ve akrabalık (bağlarını kırmak)dan sakının" ifâdesi, aynı muhataba müteveccih olarak gelmişlerdir. İbn Abbas'ın bu görüşüne de şu şekilde cevap vermek mümkündür: Usûl-ü fıkıhta, âyetin sonunun hususi olması, baş kısmının umumî olmasına mani olmaz şeklinde bir kaide bulunmaktadır. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "Ey insanlar..." hitabı, bütün insanları içine alan âmm bir lâfız; O'nun, "Kendisiyle birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'dan ve akrabalık (bağlarını kırmak)dan sakının" buyruğu da Araplara mahsus olmuş olabilir. Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de iki sûreye, "Ey insanlar, Rabb'inizden ittikâ ediniz" hitabı ile başlamıştır. Bunlardan birisi bu sûredir ki, iş bu sûre, Kur'ân'ın ilk yarısının dördüncü süresidir. İkincisi ise Hacc süresidir ki, bu sûre de, Kur'ân'ın ikinci yarısının dördünce süresidir. Sonra Cenâb-ı Hak, bu sûrede "ittikâ ediniz" emrini, mebde'in, yaratılışın başlangıcını bilmeye delâlet eden hususa bağlamıştır ki bu, kendisinin insanları tek bir nefisten yaratmış olmasıdır. Bu da Yaratıcı'nın kudretinin, ilminin, hikmet ve celâlinin mükemmel olduğunu gösterir. Hacc süresindeki "ittikâ ediniz" emrini de, meâd, âhiret bilgisinin kemâline delâlet eden şeye bağlamıştır ki, bu da Hak teâlâ'nın "Çünkü o saatin (kıyametin) zelzelesi müthiş bir şeydir" (Hacc 1) ifadesidir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu iki sûrenin evvelini "mebde"' ve "meâd" bilgilerine bir delil yapmıştır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Mebde'e delâlet eden sûreyi "meâd"a delâlet eden sûreden önce getirmiştir. Bu konu pekçok sırları ihtiva etmektedir. Takva (Allah'ı Sayma) İle İnsanların Bir Babadan Yaratılmalarının İlgisi Bil ki Allahü teâlâ bize ittikâ etmemizi emretmiş, bunun peşinden de, bizi tek bir kişiden yarattığını zikretmiştir ki bu, ittikâ ediniz emrinin, O'nun bizi tek bir nefisten yaratmış olmasına bağlandığını hissettirmektedir. Binâenaleyh, bu hüküm ile o vasıf arasındaki münasebeti izah etmek gerekir. Buna göre biz deriz ki, "Allahü teâlâ bizi tek bir nefisten yarattı "şeklindeki sözümüz, şu iki kaydı ihtiva etmektedir: a) Allahü teâlâ'nın bizi yaratmış olması. b) Bu yaratmanın keyfiyyeti ki, bu keyfiyyet de, Allahü teâlâ'nın bizi sadece tek bir insandan yaratmış olmasıdır. Bu iki kayıttan herbirinin, takvâ'nın vacip oluşunda tesiri söz konusudur. Birinci kayıt, ki bu, Allahü teâlâ'nın bizi yaratmasıdır. Şüphe yok ki Allahü teâlâ'nın bizi yaratması, O'nun mükellefiyetlerine bağlanmamızın ve emir ve nehiylerine boyun eğmemizin farz olmasının gerekçesi ve sebebidir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: a) Allahü teâlâ, bizim yaratıcımız ve zât ve sıfatlarımızın var edicisi olunca, biz O'nun kulu, O da bizim Mevtamız olur. O'nun bizim Rabb'imiz olması ise, emirlerinin kulları tarafından yerine getirilmesini; bizim O'nun kulu olmamız da, Rabb'e, Mûcid ve Hâlık'a inkıyâd ve boyun eğmemizi gerektirir. b) Cenâb-ı Hakk'ın bizi yaratması, en büyük nimet ve nihayetsiz bir lütuftur. Çünkü sen yoktun, O seni var etti; sen ölüydün, O seni hayata kavuşturdu; sen acizdin, O sana güç ve kudret verdi ve sen câhildin, O sana öğretti... Nitekim Hazret-i İbrahim, "Ki O, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir" (Şuara, 78) demiştir. Nimetlerin hepsi Cenâb-ı Hak katından olunca, kuluna, huşu ve inkiyâdını izhâr edip, inâd ve isyanı terkederek, o nimetlere mukabelede bulunması gerekir ki, işte bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın "Nasıl oluyor da, Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki siz ölü idiniz de, O sizi diriltti..." (Bakara, 28) âyetinde kastedilen husustur. c) Cenâb-ı Hakk'ın bizim yaratıcımız, Halikımız, İlâh ve Rabb'imiz olduğu sabit ve kat'î olunca, bizim de O'na kullukla meşgul olmamız ve nehyettiği bütün şeylerden ittikâ ederek kaçınmamız gerekir. Yine, yaptığımız bu fiillerden hiçbirisinin, bir sevabı îcâb ettirmemesi gerekir. Çünkü bu tâatlerin, geçmiş nimetlerin mukabilinde yapılmış olması vacip olunca, bunların bir mükâfaatt gerektirmesi imkânsız olur. Çünkü, hak edene hak ettiğini vermek, başka bir şeyi gerektirmez. Bu, bütün tâatleri doğrudan, kendiliğinden yapmış olduğunu kabul etmemiz halinde böyledir. Bu nasıl olur, bu imkânsızdır. Çünkü tâatleri yapmak, ancak Allahü Teâlâ onları yapmaya kudret verdiği ve o tâatleri yapmaya götüren sebepleri yarattığı zaman mümkün olabilir. Bu kudret ve sebepler bulunduğu zaman bunların hepsi birden, kuldan tâatlerin sadır olmasına vesile olur. Durum böyle olunca da, kulun yapmış olduğu o tâatler de, Allahü teâlâ'nın kuluna lütfetmiş olduğu bir in'âm olur. Mevlâ, kuluna nimetler tahsis edince, bu nimetler, kula başka bir in'âmda bulunmasını (yani kulun yaptığı bu tâatlere mukabil yeniden mükâfaatlar vermesini) gerektirmez. Bu da, Allahü teâlâ'nın bizim yaratıcımız olmasının O'nun kulu olmamızı ve yasakladığı bütün şeylerden kaçınmamızı gerektirdiğini izah etmeye bir işarettir. İkinci kayıt, ki bu, Allahü teâlâ'nın bizi tek bir kişiden yaratmasının, kendisine tâatlerde bulunup, günahlardan sakınmamızı gerektirmesidir. Bunun izahı da şu şekilde yapılabilir: a) Bütün insan tiplerini, tek bir insandan yaratmak, kudretin ne kadar mükemmel olduğuna en ileri derecede bir delildir. Çünkü bu yaratma işi, tabiat ve özelliğe göre olmuş olsaydı, tek bir insandan meydana gelen ancak sıfatlarda aynı ve, yaratılış ve karakter bakımından birbirine benzer şeyler olurdu. Biz ise insan tipleri arasında beyaz, siyah, kızılderili, esmer, güzel, çirkin, uzun veya kısa tipler görünce, bu durum onları yaratıp var edenin mûcib bir illet (sebep) ve müessir bir tabiat değil, hür ve irâde sahibi bir Fâil-i Muhtar olduğunu gösterir. İşte bu incelik, âlemin müdebbirinin her türlü mümkinata kadir, her türlü malûmatı bilen; âlim bir Fâil-i Muhtar (irade ve ihtiyarı olan bir fail) olduğuna delâlet edince, bu durumda O'nun tekliflerine, emir ve yasaklarına inkıyâd etmemiz gerekir. Böylece, Hak teâlâ'nın "Rabb'inizden ittikâ ediniz.." emrinin "Sizi bir tek nefisten yarattı" buyruğuyla olan irtibatı son derece güzel ve yerinde olur. b) Allahü teâlâ "ittikâ ediniz" emrini zikredince, bunun peşinden yetimlere. kadınlara ve güçsüzlere iyilikte bulunmak emrini getirmiştir. Bütün insanların tek bir nefisten yaratılmış olmasının, bu ihsanda ve lütufta bulunma emrinde bir payı bulunmaktadır. Bu böyledir, çünkü akrabalar arasında mutlaka, muhabbet ve sevgiyi artıracak olan bir nevi münasebet ve bir arada bulunma söz konusudur. İşte bu sebepten dolayı insan, akraba ve ecdadının medhedilmesinden sevinir, onların kınanmasından ise kederlenir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Fatıma benim bir parçamdır. Ona eziyet veren şey, bana eziyyet verir" Buhârî, Fezailü'l-Ashâb, 12; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 93-94 (4/1902-1903). buyurmuştur. Durum böyle olunca, bu iyilikte bulunma emrinin manası, bunun, insanların birbirlerine karşı şefkatlerinin artmasına vesile olmasıdır. c) İnsanlar, herkesin aynı atadan gelme olduğunu bildiklerinde, birbirlerine karşı öğünüp kibirlenmeyi bırakıp, tevazu ve güzel bir davranış gösterirler. d) Bu, âhiret alemine delâlet eder. Çünkü Allahü teâlâ, tek bir şahsın sulbünden farklı sıfatları olan insanlar meydana getirmeye ve tek bir damla nutfeden, terkibi harika ve sureti de son derece güzel olan bir insanı var etmeye muktedir olunca, O'nun ölüleri diriltmesi, ba's-ü neşr etmesi ve hesaba çekmesi nasıl imkânsız bir ihtimal sayılabilir? İşte bu bakımdan âyet, âhiret hayatına da delâlet etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kötülük edenleri, yaptıklarına mukabil cezalandırması, güzel hareket edenleri de daha güzeliyle mükâfaatlandırması için.." (Neml, 31) buyurmuştur. e) Esamm: "Bunun manası şudur: İnsanların tek bir nefisten yaratılmış olmalarının gerektiği hususunda, aklî bir delil bulunmamaktadır. Aksine bu husus, ancak naklî delillerle bilinebilir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) herhangi bir kitabı okumamış ve herhangi bir hocadan da ders almamış olan bir ümmî idi. Binaenaleyh Hazret-i Peygamber, bu hususun böyle olduğunu haber verince bu, gaybden bir haber vermek olur ki, böylece de bu bir mucize olmuş olur. Netice olarak, Hak teâlâ'nın "Sizi yarattı" buyruğu, Allahü teâlâ'nın birliğini bilmemize; O'nun "Tek bir nefisten.." sözü de, nübüvveti bilip tanımamıza bir delildir" demiştir. Buna göre eğer, "Bu kadar çok insanın hepsinin, o küçücük tek bir nefisten yaratılması nasıl mümkün olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Allahü teâlâ bununla neyi murad ettiğini beyân etmiştir. Çünkü Hazret-i Adem'in zevcesi, O'nun bir parçasından yaratılmış, sonra onların çocukları onların her ikisinin nutfesinden meydana gelmiş, daha sonra da bu iş daima böyle olduğu için, insanların hepsinin yaratılmasını Hazret-i Âdem'e nisbet etmek caiz olmuştur. Müslümanlar, buradaki tek bir nefisten muradın, Hazret-i Adem olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak ne var ki, (......) kelimesinden dolayı (yani semâi müennes olduğundan) onun sıfatı da müennes kılınmıştır. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın öldürdün ha!.." (Kehf, 74) âyetidir. Şair de, Baban halife.. Onu, bir başka halife doğurmuştu. Sen de bu kemale halefsin" demiştir. Dilciler, buradaki müennesliğin (......) kelimesinin lâfzının nazar-ı itibara alınmasından ileri geldiğini söylemişlerdir. Hazret-i Âdem'in Eşinin Yaratılması "Ondan da onun zevcesini yarattı" (Nisa. 1). Bu hususta birkaç mesele vardır: Buradaki (......) kelimesinden murad, Havva (aleyhimesselâm)'dır. Hazret-i Havva'nın Hazret-i Âdem'den yaratıldığı hususunda iki görüş bulunmaktadır: Birinci görüş: Bu, ekseri âlimlerin kabul ettiği görüştür. Buna göre, Allahü teâlâ Hazret-i Adem'i yaratınca, O'nu bir sure uyuttu. Sonra da, O'nun sol kaburgalarının birinden Hazret-i Havva'yı yarattı. Hazret-i Adem uyandığında onu gördü, ona meyledip, onunla ünsiyyet kurdu. Çünkü o, Hazret-i Adem'in bedeninin bir parçasından yaratılmıştı. Âlimler bu görüşlerine Hazret-i Peygamber'in, "Kadın eğri bir kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Eğer onu düzeltmeye kalkışırsan onu kırarsın. Onu eğri olarak bırakırsan ondan istifâde edersin. " Buhârî, Enbiya, 1; Müslim, Redâ', 60 (2/1091). İkinci görüş: Bu, Ebu Müslim el-İsfehânî'nin görüşüdür. Buna göre Hak teâlâ'-nın, buyruğundan murad, "Onun çişinden, ani insan cinsinden, onun zevcesini yarattı" manasıdır. Bu, Hak teâlâ'nın "Allah sizin için, kendinizden zevceler yaptı" (Nahl. 72), "Allah, onlara kendilerinden bir peygamber gönderdiği için.." (Âl-i imran, 164) ve "Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki..." (Tevbe, 128) âyetlerinde olduğu gibidir. Kâdi birinci görüşün daha kuvvetli olduğunu söylemiştir. Çünkü ancak bu durumda, âyetteki "Sizi bir tek candan yarattı" ifâdesi, yerinde olmuş olur. Zira, şayet Hazret-i Havva da yoktan yaratılmış olsaydı, o zaman insan soyu bir candan değil iki candan (nefisten) yaratılmış olurlardı. Kâdî'nin bu görüşüne şu şekilde cevap verilir. "Âyetteki "bir kişiden" sözünün başındaki "mîn", ibtidâ-i gaye içindir. Yaratmanın ve yoktan varetmenin başlangıcı, bu tek can olan Hazret-i Adem olunca, "sizi bir tek candan yarattı" denilmesi yerinde olur. Yine Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Adem'i topraktan yaratmaya kadir olduğu sabit olduğuna göre, Hazret-i Havva'yı da topraktan yaratmaya kadirdir. Durum böyle olunca, Hazret-i Havva'yı, Hazret-i Adem'in bir kaburgasından yaratmasının manası nedir?" Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'ın Yaratılması İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demektedir: Hazret-i Adem'e, "Adem" ismi verilmiştir. Zira Allahü teâlâ onu, yeryüzünün kızıl, siyah güzel ve çirkin topraklarından yaratmıştır. İşte bu sebepten ötürü, onun çocukları arasında kızıl derili, siyah derili, güzel ve çirkin olanlar vardır. Onun hanımı da "Havva" diye adlandırılmıştır. Çünkü o Hazret-i Adem'in kaburgalarının birinden yaratılmıştır. Demek ki o, canlı (hayy) olan bir şeyden yaratılmış ve ona nisbetle de "Havva" diye adlandırılmıştır. Bir grup tabiatcı, bu âyetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ'nin "Sizi bir tek candan yarattı.." buyruğu bütün insanların tek bir nefisten yaratıldığın) gösterir. O'nun, "Ondan da onun zevcesini yarattı" sözü de, eşinin o nefisten yaratıldığına delâlet eder. Cenâb-ı Allah, daha sonra Hazret-i Adem hakkında, "Onu topraktan yarattı" (Al-i İmran, 59) buyurmuştur. Binâenaleyh bu, Hazret-i Adem'in de topraktan yaratıldığına delâlet eder. Allahü teâlâ, insanlar hakkında ise, "sizi ondan (topraktan) yarattık" demiştir. Bütün bu âyetler, sonradan olan bir şeyin, önceden olan bir maddeden yaratıldığına ve herhangi birşeyin sırf ademden (yokluktan) yaratılmasının imkânsız olduğuna delâlet etmektedir." Kelâmcılar, onlara şöyle diyerek cevap vermişlerdir: "Birşeyi birşeyden yaratmak (halketmek) aklen imkânsızdır. Çünkü yaratılmış olan bu şey, eğer kendinden önce mevcut olan o şeyin aynı olursa, bu bir yaratma olmaz. Bu bir yaratma olmayınca da, başka birşeyden yaratılmış olması da imkânsız olur. Şayet biz, bu yaratılan şeyin kendinden önce mevcut olan o şeyden başka bir varlık olduğunu söylersek, bu durumda yaratılan ve sonradan meydana gelen bu şey, sırf yokluktan meydana gelmiş ve bulunmuş olur. Böylece, birşeyin başka birşeyden yaratılmasının aklen imkansız olduğu sabit olur. Bu âyetteki harf-i cerri, ibtidâ-i gaye manasınadır. Bu, şu demektir: Bu şeylerin, şeylerden meydana gelişinin başlangıcı, bir zaruretten ötürü değil, sadece öyle vâki olduğu içindir." Keşşaf, sahibi, ism-i fail lâfzı ile, âyetin şeklinde de okunduğunu söylemiştir. Bu, mahzuf bir mübtedânın haberi olup, takdiri, "O, yaratandır.." şeklindedir. "... Ve o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yayan (Rabb'iniz'den ittikâ edin). Kendisi adına birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarım kesmekten) sakının. Çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir" (Nisa. 1). Cenâb-ı Allah'ın, "İkisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yayan (Allah)" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: İnsanların Bir Ana-Babadan Çoğalmaları Vahidî, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu ile dağıtıp, yayma manasını murad ettiğini söylemiştir. İbnul-Muzaffer Bir ise şöyle demektedir: (bess) senin eşyayı dağıtmandır. Mesela, "Atları, hücum için dağıtıp yaydı" "Avcı, köpeklerini salıp dağıttı" "Allah, mahlûkatı yarattı ve onları yeryüzüne dağıttı" ve birisi halıları yaydığında, "halıları yaydım" denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Yayılıp serilmiş saçaklı halılar..." (Gâşiye, 16) buyurmuştur." Ferrâ ve Zeccâc, bazı Arapların, fiili "Allah mahlûkatı dağıttı" şeklinde kullandıklarını söylemişlerdir. Cenâb-ı Hak, İkisinden erkekleri ve kadınları türetip yaydı" buyurmamıştır. Çünkü bu ifâde, bütün erkek ve kadınların bizzat o ikisinden yaratılmış olmalarını gerektirir ki bu imkânsızdır. İşte bundan ötürü Allahü teâlâ bu ifâde şeklini bırakıp, "İkisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yaydı" buyurmuştur. İmdi, "Cenâb-ı Hak niçin, "ikisinden birçok erkekler ve birçok kadınlar.." dememiş ve niçin çokluğu kadınlara değil de erkeklere tahsis etmiştir?" denilir ise, biz deriz ki: Allah bilir ya, bunun sebebi şudur: Erkeklerin şöhretli oluşları daha fazladır. Binâenaleyh onların çoklukları daha çok görülür. İşte bundan ötürü, çok oluş bilhassa onlara tahsis edilmiştir. İşte bu durum âdeta, erkeklere yakışanın şöhret, ortaya çıkma ve görünme olduğuna; kadınlara yakışanın da gizlenmek ve sesini çıkarmayıp adının sanının anılmaması olduğuna bir dikkat çekmedir. Bütün beşeriyyetin zerreler halinde olduğunu ve Hazret-i Adem'in sulbünde bulunduğunu söyleyenler, âyetteki, "İkisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yaydı" buyruğunu zahiri manasına hamletmişler; böyle söylemeyenter ise, bu ifâdeden maksadın, "Onların çocuklarının onlardan türeyip çoğalması ve onların çocuklarından da yeni nesil ve toplulukların türeyip meydana gelmesi olduğunu söylemişlerdir ki, bu durumda bütün insanların, Hazret-i Adem ve Havva'nın evlatları oluşları mecazen olmuş olur. Cenâb-ı Hakkın, "Kendisi adına birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını kesmekten) sakının, çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir" buyruğu ile ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Asım, Hamza ve Kisaî, şeddesiz olarak diğer kıraat imamları ise, şeddeli olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Şeddeli okuyanlar, fiilin aslının olduğunu düşünmüşlerdir. Böyle tâ harfi, her ikisi de dil harflerinden olduğu, ön dişlerin dibinden çıktığı ve "hems" sıfatında müşrek oldukları için, sın harfine idğâm edilmiştir. Şeddesiz olarak okuyanlar, mahreçleri ve sıfatları aynı olan iki harf yanyana geldiği için, (......) kelimesindeki tâ harflerinden birini hazfetmişler, böylece, birinciler idğam yoluyla kelimede i'lâl yaptıkları gibi, bunlar da hazf ederek i'lâl yapmışlardır. Bu böyledir, çünkü mahreç ve sıfatları aynı olan harfler bir kelimede bulundukları zaman bazan hazf, bazan da idğam ile hafifletilirler. Kelimesinde Hamza'nın Kıraatini Tenkide Cür'et Edenler Sadece Hamza, mim harfinin cerriyle olmak üzere (......) şeklinde okumuştur. Kaffâl (r.h) bu kıraatin, yedi kıraat imamının dışında Mücâhid ve başkalarından da rivayet edildiğini söylemiştir. Diğer kıraat imamlarının hepsi bu kelimeyi mîm harfinin nasbıyla (......) şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi: "Bu kelime üç harekeyle ve (......) şeklinde okunmuştur Pekçok nahivci, Hamza'nın kıraatinin yanlış olduğu görüşünde birleşerek şöyle demişlerdir: "Çünkü bu okuyuş, zahir bir ismin mecrûr bir zamire atfedilmesin) iktiza eder ki, bu caiz değildir. Onlar bunun caiz olmadığına delil olarak şunlarla istidlal etmişlerdir: a)Ebu Ali el-Farisî şöyle demektedir: Mecrûr zamir, harf demektir. Binaenaleyh, zahir bir ismin ona atfedilmemesi gerekir. Biz, mecrûr zamirin şu sebeplerden dolayı harf gibi olduğunu söyledik: 1-Bu zamir, tenvînin kelimeden ayrılmayışı gibi, kelimeden ayrılmaz. Bu böyledir, çünkü (......) ve (......) kelimelerindeki hâ ve kâf harflerinin, harf-i cerden kesinlikle ayrılmadığını görürsün. Böylece bu, âdeta bir tenvîn gibi olmuş olur. 2- Nahivciler, tercih edilen görüşe göre muzâf olan münâdadan, müfred olan münâdadan tenvîni hazfetmeleri gibi, nida edatı olan yâ harfini hazfederler. Müfrea münâdadan tenvîni hazfetmeleri, meselâ onların, (......) demeleri gibidir. Böylece mecrûr zamir, işte bu bakımdan tenvîne benzemiş olur. Bu sebeple de, mecrûr zamirin tenvîn harfi gibi olduğu sabit olmuş olur. Netice itibariyle de, zahir ismin mecrûr zamire atfedilmemesi gerekir. Çünkü matuf ile matufun aleyh'in arasında bir benzerliğin bulunması, atfın şartlarındandır. Binaenaleyh burada bir benzerlik bulunmadığına göre, atfın caiz olmaması gerekir. b) Ali İbn İsâ şöyle demektedir: Nahivciler, zahir ismin merfû zamir üzerine atfedilmesini de uygun görmemişlerdir. Binâenaleyh, "Sen ve Zeyd git!" ve "Ben ve Zeyd gittim" denilmesi caiz değildir. Bilâkis nahivciler, demektedirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, Artık sen Rabb inle beraber git! Böylece ikiniz harbedin" (Maıde. 24) buyurmuştur. Halbuki merfû zamir, bazan ayrılabilir. Binaenaleyh, zahir ismin, bazan ayrılabilmesi-sebebiyle mecrûr zamirden daha kuvvetli olan merfû zamire atfedilmesi caiz olmadığına göre, asla ayrılmayan mecrûr zamire atfedilmesi haydi haydi caiz olmaz. c) Ebu Osman el-Mazinî de şöyle demektedir: "Matuf ile matufun aleyh müşterektirler. Birincisini, ikincisini birincisine atfetmenin caiz olması halinde, ancak ikincisine atfetmek caiz olur. Halbuki burada böyle bir mâna mevcut değildir. Çünkü senin, şeklinde söylemen caiz olmadığı gibi, demen de caiz değildir." Hamza'nın Kıraatinin Sabit Olduğu Bil ki bu izahlar, kelimelerin kullanışlarında lisanda gelmiş olan rivayetleri reddetme hususunda pek kuvvetli görüşler değillerdir. Bu böyledir, çünkü Hamza, yedi kıraat imamından birisidir. Herhalde o, bu kıraati kendiliğinden bu şekilde okumamıştır. Aksine o bunu Allah'ın Resulünden rivayet etmiştir ki, bu da bu okuyuş şeklinin doğru olduğuna kesinkes hüküm vermeyi gerektirir. Kıyas, nakle karşı koyamaz, onun karşısında duramaz. Hele hele, örümceğin yuvasından daha zayıf olan bu gibi kıyaslar.. Hem bu kıraatin, şu iki türlü izahı da yapılabilir: a) Bu, harf-i cerrin tekrar edilmesinin takdir edilmesi itibariyle böyle okunmuştur. Sanki, denilmek istenmiştir. b) Bu kullanış, şiirde de gelmektedir. Nitekim Sîbeveyh bu manada olmak üzere şunu söylemiştir: "Bugün sen, muhakkak ki bizi hicvederek ve kınayarak sabahladın. Artık çek git! Sana ve günlere artık hayret etmiyoruz..." Yine Sîbeveyh, 'Biz, bilezik takar, gibi kılıçlarımızı kuşanırız; onlarla topuk arasında iser geniş vadiler, derin uçurumlar vardır" demiştir. Kuranın Kullanmasına Bakmayıp Şiir Şevahidi Arayan Nahivcilerin Tenkidi Şu nahivcilere şaşarım; zira onlar bu kullanış şekillerinin, bilinmeyen şu iki beyitle isbat edilmesini güzel görürler de, Kur'ân ilminde selef ulemâsının büyüklerinden olan Hamza ve Mücâhid'in kıraati ile isbât edilmesini uygun bulmazlar. Zeccfic da, Hamza'nın bu kıraatinin mâna bakımından bozuk olduğuna, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Atalarınızın adını anarak yemin etmeyiniz" Buhârî, Eymân, 4; Müslim, Eyman, 1-2 (3/1266). hadisiyle istidlal etmiştir. Binâenaleyh âyetteki lâfzını, ifâdesindeki zamire atfettiğin zaman bu atf, "akrabalar adiyle" de yemin edilebileceğini gösterir. Zeccâc'ın bu görüşüne de şu şekilde cevap verilebilir: "Bu, onların câhiliyye döneminde yapmış oldukları bir fiili nakletmektir. Halbuki, geçmişte onların bu fiili yaptıklarını nakletmek, gelecekte onu yasaklamaya ters düşmez. Yine Hazret-i Peygamber'in hadisi, yalnız ecdad adına yemin etmeyi yasaklamaktadır. Halbuki burada durum böyle değildir. Aksine o kimse önce Allah'a yemin etmiş, daha sonra da bu yeminine, akrabalara yemini eklemiştir ki, bu durum bu hadisin manasına da ters düşmez. Mecrûr olarak (......) şeklinde okunan kıraate göre söylenecek sözün özü, işte budur Bu kelimeyi nasb ile okuma hususunda da şu iki izah söz konusudur: a) Ebu Ali el-Farisî ile Ali İbn İsa'nın tercih ettiği görüşe göre bu ifâdesinin mahalline atfedilmiştir. (Çünkü (......) ifâdesi, gayri sarih mef'ûl olduğu için mahallen mansûbtur). Nitekim şâir de, "Binâenaleyh, biz dağ değiliz, demir de değiliz!..." demiştir. b) Ekseri müfessirlerin görüşüne göre âyetin takdiri, "Akrabalardan, yani onlarla münasebeti kesmekten sakının..." şeklindedir. Bu Mücâhid, Katâde, Süddî, Dahhâk, İbn Zeyd, Ferrâ ve Zeccâc'ın görüşüdür. Bu izaha göre bu lâfız, âl' lâfzına atfedilmesi sebebiyle mansûbtur. Yani, "Allah'dan ve akrabalardan sakının" demektir. Bu da, akrabaların haklarından sakının, onları ziyaret ediniz ve onlardan kopmaymız, demektir. Vahidî (r.h), bu kelimenin "iğrâ" (teşvik ve tahrik) sebebiyle mansüb olabileceğini söylemiştir. Yani, "Akrabaları koruyun gözetin ve onları ziyaret edin" demektir. Bu, senin tıpkı "Aslandan sakın, aslandan sakın!..." demen gibidir. Vahidî'nin bu açıklaması, sıta-i rahimde bulunmamanın haram, onları ziyaret etmenin vacip olduğuna delâlet etmektedir. Merfû olarak okumaya gelince, Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Merfû olarak okunmasına göre (......) kelimesi mübtedâ olup, haberi de mahzûftur. Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Akrabalar da sakınılması gereken şeyler cümlesindendir" veya "Akrabalar da, .kendileriyle istekte bulunulan şeyler cümlesindendir" manasında olmak üzere, "Akrabalar da böyledir..." Allah ve Rab Vasıflarının Delâleten Hakkında Güzel Bir İzah Allahü Teâlâ önce, "Rabb'inizden sakının" demiş, sonrada "Allah'tan sakının" buyurmuştur. Bu tekrar hakkında da şu izahlar yapılmıştır: a) Bu, emri tekid ederek, ona teşvik etmektir. Bu, senin bir kimseye "Acele et, acele et!" demen gibidir. Buna göre senin bu ifâden, "Acele et!" ifâdesinden daha belîğ olur. b) Cenâb-ı Hak ilk hitabında insanları yaratması ve diğer şeylerle onlara in'âm ve ihsanda bulunduğu için; ikincisinde ise, kendisi adıyla karşılıklı olarak istenildiği için, insanların birbirlerinden istedikleri şeyler tıususunda takvayı emretmiştir. c) Cenâb-ı Hak birinci hitapta, "Rabb'inizden"; ikincisinde ise, "Allah'tan ittikâ ediniz" buyurmuştur. "Rabb" terbiye ve ihsana delâlet eden bir lâfızdır. "İlah" ise, O'nun hakimiyetine ve heybetine delâlet eden bir lâfızdır. Binaenaleyh, birincisinde terğib ve teşvike, ikincisinde de terhîb ve sakındırmaya binaen, insanlara sakınmalarını emretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Korku ve ümid ile Rab'lerine duâ ederler" (secde, 16) ve "Umarak ve korkarak bize duâ ederler" (Enbiya. 90) buyurmuştur. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: O, seni büyütmüş, sana ihsanda bulunmuştur. Binaenaleyh, O'na muhalefet etmekten sakın; çünkü O, ikâbı şiddetli, azamet ve heybeti yüce olandır. Bil ki Allah ve akrabalar adına istemenin şu şekilde olduğu söylenmiştir: Kişinin kendisiyle, başkasından bir şey istemekle söz konusu olan muradını te'kîd ve takviye ettiği; ondan hakkını alacağını veya onun yardımını ve desteğini talep ederken onun şefkatli ve merhametli olmasını temin etmek istediği ifâdeler kabilinden olmak üzere "Allah aşkına senden istiyorum" "Allah aşkına, sana halimi arzediyorum" "Allah'ın adına sana yemin ediyorum" denilmektedir. Hamza'nın kıraati mana bakımından açık olup, âyetin takdiri, "Kendisi ve akrabalar adına birbirinizden bir şeyler istediğiniz Allah'dan korkun..." şeklindedir. Çünkü, Arapların âdeti ve örfü, akrabayı zikrederek başkasının şefkatli olmasını talep etmektir. Meselâ onlar, "Allah ve akraba aşkına senden istiyorum" demektedirler. Çoğu kez onlar yalnız akrabayı zikrederek, "Akraban aşkına senden istiyorum" derlerdi. Yine müşrikler Hazret-i Peygamber'e mektup yazarak, "Allah ve akraban aşkına, bize falan ve falancaları elçi olarak göndermemeni istiyoruz..." demişlerdir. Bu kelimeyi mansûb okumanın anlamı da bu manaya gelir ki takdiri, "Allah'tan ve akrabalardan sakının, ittikâ edin" şeklindedir. Kâdî şöyle demektedir: "İşte bu durum, bazan aynı lâfızla pekçok farklı mânanın kastedilebileceğine delâlet eden şeylerden birisidir. Çünkü Allah'tan sakınmanın manası, akrabalardan ittikâ etmenin manasından başkadır. Allah'tan ittikâ etmek, O'nun tâatine yapışıp, günahlardan kaçınma ile olur. Akrabalardan ittikâ etmek ise, onları ziyaret etmek, onlara iyilikte bulunup, ihsan ve ikramda bulunmakla olur." Kadî'nin bu görüşüne şöyle cevap verilebilir: Cenâb-ı Hak belki de bu lafzı iki kere tekrar etmiştir. Bu takdire göre de, bu problem ortadan kalkmış olur. Rahim (Akrabakk) Kelimesinin Mânası Bazı âlimler, (......) kelimesinin, nimet manasına olan (......) kelimesinden geldiğini söylemişler, bu görüşlerine de Hazret-i Peygamberin şu hadisini delîl olarak getirmişlerdir: O şöyle buyurmuştur: "Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "Ben, Rahmanım; o ise "Rahim" dir. Onun ismini kendi ismimden çıkarttım, türettim." Müsned, 1/194. Bu teşbihin münasebet noktası, bu halin bulunmasından dolayı, insanların birbirlerine karşı merhametli olmasıdır. Bazıları da bu ismin bulunmasıyla in'âmda bulunmanın tahakkuk ettiği (......) kelimesinden müştak olduğunu ve bunun asıl olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazıları da, bu iki kelimenin her biri başlıbaşına bir asıldır; bu gibi şeylerde tartışmak ise, birbirine yakın neticeler verir. Âyet, Allah aşkına bir şey istemenin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Mücahid, İbn Ömer'den Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kim sizden Allah hakkı için bir şey isterse, ona veriniz" Ebu Davud. Zekat, 38 (2/128); Nesâî, Zekat, 72 (5/82). dediğini rivayet etmiştir. Berâ İbn Azıb'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah'ın Resulü bize yedi şeyi emretmiştir ki, bunlardan bir tanesi de "vemini yerine getirmek"tir. Hak teâlâ'nın, "akrabalar" sözü, akrabanın hakkının büyük ve saygıya değer olduğuna ve sıtâ-i rahmi kesmemeyi tekîd ettiğine delâlet eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Demek, idareyi ve hakimiyeti ele alırsanız hem yeryüzünde fesad çıkaracak, akrabalık münasebetlerinizi bile parçalayıp keseceksiniz, öyle mi?" (Muhammed, 22): "Onlar bir mü'min hakkında ne bir yemin (buradaki (......) kelimesinin akrabalık bağı olduğu söylenmiştir) ne de bir vecibe, hak hukuk gözetmezler" (Tevbe, 10) "Rabb'in, "Kendisinden başkasına kulluk etmeyin ve ana ve babaya da iyi muamele edin" diye hükmetti" (isrâ, 23)ve "Allah'a ibâdet edin, O'na hiçbir şeyi eş koşmayın. Anaya babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara... iyilik edin" (Nisa, 36) buyurmuştur. Abdurrahman İbn Avf'tan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "Ben, Bamânım; o ise "Rahim"dir. O'nun ismini kendi ismimden çıkardım. Kim o ilgiyi devam ettirirse, ben de ona olan ihtimamımı devam ettiririm. Kim akrabasıyla münasebetini keserse, ben de onunla olan münasebetimi keserim'. Benzeri hadis: Buhârî, Edeb, 13; Tirmizi, Birr ve Sıla, 16 (4/324). Ebu Hureyre'den Hazret-i Peygamber'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kendisiyle Allah'a itaat edilip de, sevabı akrabayı ziyaret etmenin sevabından daha çabuk verilen hiçbir şey yoktur. Yine, kendisiyle Allah'a isyan edilip de, ikâbı haddi aşma ve yalan yemin etmenin ikâbmdan daha çabuk verilen hiçbir amel de yoktur." Tirmizi, Kıyame, 57 (İV/665). Enes'den de, Hazret-i Peyagamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Muhakkak ki, sadaka ve sıla-i rahim sebebiyle Allah, ömrü uzatır; yine onlar sebebiyle Allah sû-i hatimeden korur, ve onlar vesilesiyle sakınılan ve istenmeyen şeyleri defeder." Tirmizî, Zekât, 28 (IH/52). Yine Hazret-i Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem): "Sadakanın en üstünü, kâşih olan akrabana verdiğindir" Dârimî. Zekât, 38 (1/397); Müsned, 3/402. buyurmuştur. Buradaki, (......) kelimesinin, düşman manasına geldiği söylenmiştir. Böylece kitap ve sünnetin delaletiyle sıla-i rahmin vacip olduğu ve onun vesilesiyle mükâfaata nail olunacağı sabit olmuş olur. Kölelerin Hürriyete Kavuşma Sebebi Olarak Akrabalık Sonra, Ebu Hanife (r.h)'nin mezhebinde olanlar, bu kaideye şu iki meseleyi de dayandırmışlardır: a) Bir kimse kardeşi, kızkardeşi; amcası teyzesi gibi akrabalarına köle ve cariye olarak mâlik olursa, onlar hemen âzâd edilir. Çünkü mülkiyyet devam edecek olsa, icmâ sebebiyle, onların kendisine hizmet etmesini istemek helâldir. Ancak ne var ki, onların kendisine hizmet etmesini istemek, sıla-i rahmi inkıtaya uğratacak bir vahşettir. Bu ise, bu asla binâen, haramdır. Binâenaleyh, mülkiyyetin devam etmemesi gerekir. b) Yakın akrabaya (nikâhı yakın olan akrabaya) yapılan bağıştan rücû olunmaz. Çünkü bu hibeden rücû, sıla-i rahmi inkıtaya uğratmaya sebebiyet veren bir vahşettir. Binaenaleyh, bunun caiz olmaması gerekir. Bu iki mesele hakkındaki söz, hilâfiyyat kitaplarında geçmektedir. Sonra Cenâb-ı Hak bu âyeti, bir vâ'ad bir vaîd; bir terğîb ve bir terhîb olacak bir cümle ile bitirerek "Çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir" buyurmuştur, (......) kelimesi, "Senin bütün fiillerini gözetleyen, muhafaza eden" anlamına gelmektedir. Sıfatı ve vasfı böyle olan kimseden sakınılması ve ondan bir şeyler umulması gerekir. Böylece Cenâb-ı Hak, kendisinin sırları ve en gizli olan şeyleri bildiğini beyân etmiş olmaktadır. O, böyle olunca da kişinin, yaptığı ve yapamadığı her şey hususunda (O'ndan) sakınması ve korkması gerekir. Bu Sürede Farz Kılınan Bazı Mükellefiyetler 2"Yetimlere mallarını verin. Temizi murdara değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza (katarak) yemeyin. Çünkü bu, muhakkak ki büyük bir günahtır". Bil ki, Cenâb-ı Hak bu sûreye, kuluna, Allahü Teâlâ'nın emir ve tekliflerine boyun eğmesinin, O'nun gazabına sebebiyet verecek şeylerden de sakınmasının farz olduğuna delâlet eden hususları zikrederek başlayınca, bundan sonra da kısım kısım mükellefiyetleri açıklamaya başlamıştır. Birinci çeşit teklif: Bu, yetimlerin mallarıyla ilgili olan tekliftir ki, işte bu âyetin konusu da budur. Allahü teâlâ, önceki âyette sıla-i rahmi tavsiye buyurduğu gibi, bu âyette de yetimlerin haklarına riâyeti tavsiye etmiştir. Çünkü yetimler, kendilerinin işlerini görecek bir kefil ve üzerlerine titreyecek bir hâmî bulunmayan bir hale düşmüşlerdir. Böylece onların durumları, ya anne ve babası veyahut da yakın akrabası olması sebebiyle, kendilerinin başını okşayan ve onlara şefkat edecek birileri bulunan kimselerin hallerinden ayrılmıştır. Böylece de Cenâb-ı Hak, "Yetimlere mallarını verin" buyurmuştur. Âyette birkaç mesele vardır: Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Yetim, babaları ölmüş, böylece de babalarından ayrı kalmış kimselerdir. Binâenaleyh, yetimliğin manası, tek kalmak demektir." Nitekim, "(tek kalmış kum tanesi(?) ve "Eşsiz İnci" denilmektedir. İnsanlarda yetimliğin baba tarafından; hayvanlarda yetimliğin ise, ana tarafından olduğu söylenmiştir." Keşşaf sahibi sözüne devamla şöyle demektedir: "Esasen bu isim, babalardan ayrılık devam ettiği için, büyüğe de küçüğe de verilir. Ancak ne var ki örfde bu isim, henüz buluğa ermemiş kimselere tahsis edilmiştir. Böyle bir kimse, işlerini görme hususunda, kendisine kefalet eden bir kefile ve işlerini yerine getiren bir kayyime muhtaç olmayacak bir duruma gelince, o kimseye artık yetim denilmez. Kureyş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Ebu Talib'in yetimi" diyorlardı. Onların bu sözü, ya kıyastan ötürü, veyahut da Hazret-i Peygamber'in kadr-ü kıymetini düşürmek için, O'nun amcasının evinde büyüyen bir çocuk iken üzerinde bulunduğu hali anlatmak içindir. Hazret-i Peygamber'in, "Bulûğa erdikten sonra yetimlik yoktur" Ebu Dâvud, Vesâyâ, 9 (3/115). ifadesi, kelimenin kullanılışını değil, şer'î durumu öğretmektedir. Yani, kişi bulûğa erdiği zaman, ona küçük çocuğun hükümleri tatbik edilmez. Ebu Bekr er-Razî, "Ahkâmu'l-Kur'ân"ında, dedesinin İbn Abbas'a, "yetim ne demektir? Yetimlik ne zaman sona erer?" diye bir mektup yazdığını, İbn Abbas'ın da ona, "Onun rüşdü ve rüşde erdiği görüldüğü zaman, onun yetimliği sona erer" şeklinde cevap verdiğini nakletmiştir. Rivayetlerin birinde de şu yer almaktadır: "Bir kimse, sakalını tutsa dahi, henüz onun yetimliği sona ermez." Böylece İbn Abbas, o kimsenin rüşdü görülmediği zaman, buluğa erdikten sonra bile o kimseye yetim sıfatının verilebileceğini haber vermiştir. Ebu Bekr şöyle demektedir: "Kocasından ayrılan kadına "yetim" denebilir." Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), buyurmuştur. Yani, "Kocasız kalan yetim kadın ile nikahı hususunda müşaverede bulunulur.." Ebu Davud, Nikâh, 23 (2/231); Maksad: "evleneceği zaman onun görüşü alınır" demektir Tirmizî, Nikah, 19 (3/417). Buradaki kadından, baliğa olduğu halde izin istenmiştir (Yani, bâliğa olduğu halde yetim vasfı ona verilebilmiştir). Nitekim şâir: "Muhakkak ki kabirler, bekârları, yetim ve dul olan kadınlarla nikahlıyor." Şu söylediklerimizden çıkan netice; "yetim" vasfının, lügat bakımından hem küçük hem de büyük yaşta kimseler için, örfte ise sadece küçük yaştakiler için kullanıldığıdır. Yetim Kelimesinin Cemi Hakkında Burada şöyle bir soru vardır: "Yetim" kelimesi, nasıl "yetâmâ" şeklinde cemi yapılmıştır. Halbuki yetîm, fail veznindedir ve fail vezninde olan kelimeler, ve (hasta, hastalar; ölü ölüler; yaralı yaralılar) kelimelerinde olduğu gibi, vezni üzere cemîlenir. Keşşaf sahibi, bu hususta şu iki izahın yapıldığını söylemiştir: a) Şöyle denilebilir: "Yetim" önce şeklinde; daha sonra da vezninde şeklinde cemilenmiştir. Nitekim "esîr", "esrâ" (esirler) ve "esârâ" "üsârâ" (esirler) kelimesinde olduğu gibi... b) Şöyle de denilebilir: "Yetîm" kelimesinin çoğulu "yetâim"dir. Çünkü "yetim", sahip ve fâris (......) gibi isimlerdendir. Sonra "yetâim" kelimesi, "yetâmâ" şekline dönüşmüştür.Kaffâl (r.h), bu kelimenin "nedîm", "nedâmâ" (pişman olanlar) kelimesi gibi, "yetîm" "yetâmâ" şeklinde; "şerîf", "eşraf" kelimesi gibi de, "yefîm" - "eytâm" şeklinde cemîlenebileceğini söylemiştir. Yetimin Mâlı Kaç Yaşında Verilir? Burada ikinci bir soru da şudur: Biz, "yetîm" isminin, küçük yaşta olanlara verilebileceğini söyledik. Binaenaleyh ona, yetîm sayıldığı müddetçe malını kendisine teslim etmek caiz olmaz. O, malı kendisine verilecek kadar büyüyünce de ona yetîm denmez. Öyle ise Cenâb-ı Hak niçin, 'yetimlere mallarını verin" buyurmuştur? Bu soruya şu iki şekilde cevap verilir: 1- "Buradaki yetimden murad, buluğa ermiş ve büyümüş kimselerdir" deriz. Sonra verdiğimiz bu manayı şu iki bakımdan izah ederiz: a) Hak teâlâ, onları bu kelimenin lügat manasına göre "yetim" diye adlandırmıştır. b) Allah, her nekadar o anda yetim olmasalar bile, yetimlik çağını henüz geçmiş oldukları için onları "yetim" diye adlandırmıştır. Bu, Allahü teâlâ'nın "Büyücüler, derhal secde ediciler olarak yere kapandılar" (Şuara, 46) âyetinde olduğu gibidir. Yani, "Secde etmezden önce büyücü olan o kimseler..." demektir. Yine Cenâb-ı Hak, "İddetlerini bitirdiler mi, artık onları ya tutun..." (Bakara, 231) âyetinde, iddetin bitimine yaklaşma halini, "iddetin bitimi" diye ifâde etmiştir. Bu âyetteki yetimlerden muradın, buluğa ermiş kimseler olduğuna, "Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz zaman, karşılarında şahid bulundurun" (Nisa, 6) âyeti de delâlet etmektedir. Bulûğdan önce şahid bulundurmak yerinde olmayıp, ancak bulûğdan sonra doğru olur. 2- Buradaki "yetim" kelimesi ile küçüklerin kastedilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu manaya göre de âyeti şu iki şekilde izah ederiz: a) Âyetteki "verin" kelimesi, bir emirdir. Emirler, geleceği de içine alırlar. Binâenaleyh bunun manası, "şu anda yetim olan o çocuklara, bu sıfatları gittikten sonra onlara mallarını verin" şeklinde olur. Bu izaha göre bir çelişki söz konusu olmaz. b) Bu, "Yetimlere, yetimlikleri döneminde nafaka ve giyimlerini karşılayacak nisbette ihtiyaçları kadar şeyi verin" demektir. Bu mananın sağladığı fayda şudur: Onlar küçük iken, onlara mallardan harcamanın caiz olmayacağı sanılabilir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, bu emirle bunun mübahlığım beyan etmiş olur. Fakat bu manaya göre de şu problem ortaya çıkar: Eğer bu ifâdeden maksad bu olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak, "mallarından" (bir kısmını) verin" derdi. Allah, onlara bütün mallarını vermeyi emrettiğine göre, bu mana düşer. Yetimin Malı Hakkındaki Âyetin Nüzul Sebebi Ebu Bekir er-Râzi, Ahkâmu'l-Kur'ân'ında, Hasan el-Basrînin şöyle dediğini nakletmiştir: "Yetimlerin malları hakkında bu âyet nazil olunca, ashâb, onların mallarını kendi mallarıyla birlikte tutmayı uygun görmemiş ve onları kendi mallarından ayırmışlardı. Onlar bu hususu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şikayet ve arzedince Cenâb-ı Hak, "Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onları yararlı ve iyi bir hale getirmek hayırlıdır. Şayet kendileri ile bir arada yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerimizdir..." (Bakara. 220) âyetini indirmiştir. Ebu Bekir er-Râzi şöyle demiştir: "Ben, bunun râvinin bir hatası olduğunu sanıyorum. Çünkü bu âyetten maksad, yetimlere bulûğa erdikten sonra matlarını vermektir. Râvi bunu başka bir âyetle karıştırmıştır." Sa'id İbn Cübeyr, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir:'Cenâb-ı Hak, "Yetim, erginlik çağına erinceye kadar malına yaklaşmayın, ancak bunun en iyi bir suretle olanı müstesna..." (İsra.34)ve "Gerçekten, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler.." (Nisa, 10)âyetlerini indirince, uhdesinde yetim bulunan herkes varıp yetimin yiyeceğini kendi yiyeceğinden, içeceğini de kendi içeceğinden ayırmışlardı. Ama bu durum, yetimlere çok güç ve zor gelmişti. Böylece yetimler bu durumu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e anlatınca, Hak teâlâ, "Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onları yararlı ve iyi bir hale getirmek hayırlıdır. Şayet kendileri ile bir arada yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerimizdir.." (Bakara. 220) âyetini indirdi. Böylece de ashâb, bu durumda onların yiyeceklerini kendi yiyeceklerine, içeceklerini de kendi içeceklerine karıştırdılar." Müfessirler bu hususta doğru olanın şu olduğunu söylemişlerdir: Bu âyet, yanında yetim ve zengin bir yeğeni olan Gatafan kabilesinden bir kimse hakkında nazil olmuştur. Çocuk bulûğa erince malını istemiş, amcası ise malını vermemişti. Bunun üzerine her ikisi de Hazret-i Peygamber'e müracaat etmişlerdi. İşte bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil oldu. Amcası bu âyeti işitince, "Allah'a ve peygambere itaat ettik. Büyük günah işlemekten Allah'a sığınırız" demiş ve malını ona teslim etmiş; Hazret-i Peygamberde: "Kim, nefsinin cimriliğinden korunur ve bu şekilde Rabb isine itaat ederse, o yurduna (yani cennetine) konar" buyurur. Çocuk malını teslim alınca, onu Allah yolunda infak etmiş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Mükâfaat sabit oldu, günah ise kaldı" buyurmuştur. Bunun üzerine orada bulunanlar, "Ya Resûlallah, andolsun ki mükafaatın sabit olduğunu anladık, fakat şu çocuk malını Allah yolunda infâk ettiği halde, geriye günah ve mesuliyet nasıl kalır?" deyince O, "çocuğun mükafaatı sabit oldu, fakat babasındaki mesuliyet ve günah devam ediyor" buyurmuştur. Ebu Bekir er-Râzî bu âyeti, yirmibeş yaşından sonra sefih (aklı kıt) olanın "hacr" altına alınamayacağına hüccet getirmiş ve şöyle demiştir: Çünkü, âyetteki "yetimlere mallarını verin " emri, mutlak bir emir olup, sefih olanı da içine alır. İster rüşdü görülsün, isterse görülmesin, âlimler bu yaştan önce rüşdün görülmesinin, malın ona verilmesinin vacip olmasında şart olduğuna ittifak ettikleri için, yirmibeş yaşından öncesi için bu âyetle amel edilmemiştir. Bu ittifak, yirmibeş yaşından sonrası için yoktur. Binâenaleyh âyetin emrini, bu yaştan sonrası için zahirî manasına göre almak gerekir. Âlimlerimiz (Şafiî fakihleri), ona şu şekilde cevap vermişlerdir: Bu âyet, âmmdır. Çünkü Allahü teâlâ bu âyette yetimlerden genel olarak bahsetmiştir. Daha sonra yetimler, "Yetimleri deneyin" (Nisa, 6) ve "Mallarınızı sefihlere (akılsızlara) vermeyin.." (Nisa. 5) âyetleri ile daha iyi anlatılmışlardır. Allahü teâlâ bu iki âyetle yetimler aklı kıt olduklarında, onlara mallarını vermeyi haram kılmış (ve böylece umûmi hükmü, tahsis etmiştir). Hâs olan âyetin âmm olan âyetten önce geleceğinde şüphe yoktur. Sonra Cenâb-ı Hak, "Temizi, murdara değişmeyin" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Keşşaf sahibi, âyetteki "değişmeyin" sözünün "değiştirmeyi istemeyin" manasında olduğunu; "tebebddül" masdarının, "istibdat" manasına kullanılmasının pek nâdir olmadığını, nitekim isti'cal (acele etmesini istemek) manasına, "ta'accül" kelimesinin ve isti'hâr (gecikmesini istemek) manasına, "te'ahhur" kelimesinin kullanıldığını söylemiştir. Vahidi (r.h) de, birisi birşeyi birşeyin yerine aldığı zaman, denildiğini söylemiştir. "Kötüyü İyiye Değişmeyin" Buyruğu Ne Demettir? Âyette bahsedilen değişmenin nasıl olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır: Birinci izah: Ferrâ ve Zeccâc şöyle demektedir: "Size haram olan yetim mallarını, helâl kazançlarınız ve Allah'ın yeryüzüne saçılmış rızıklarından sizin için mubah kılınmış helâl mallarınızla değiştirip de, o haramı helâl yerine yemeyiniz." İkinci izah: "Kötü, murdar olan işi, yani yetimlerin mallarını (kendi mallarından) ayırma işini, onları koruyup muhafaza etmek demek olan güzel ve temiz işle değiştirmeyin." Bu, ekseri âlimlerin görüşüdür. Çünkü yetimlere velayet eden kimseler, onun malının iyisini alıp, yerine kendisinin daha kötü mallarını koyuyor, kendi kötü malını, yetimin iyi malı ile; kendi zayıf malını, yetimin semiz malı ile değiştiriyorlardı. Keşşaf sahibi bu açıklamayı tenkid ederek, "Bu şekilde yapma, bir tebeddül (değişme) değil, tebati (değiştirme)dir. Ancak o kimsenin kendi arkadaşlarından birine cemile olsun diye, yetimin parasıyla onun zayıf malını, semîz mal yerine alması (değiştirmesi) müstesna" demiştir. Üçüncü izah: Bu tebeddülün manası şudur: Onlar, daha sonra yerine koymak üzere yetimin malını yiyorlardı. Bunda da iyiyi kötü ile değiştirme oluyordu. Sonra Cenâb-ı Hak, "Onların mallarını kendi mallarınıza (katarak) yemeyin" buyurmuştur. Bu ifadenin iki izah şekli vardır: a) Bunun manası, "infâk ederken onların mallarını kendi mallarınıza katmayınız; sonra, kendisinden faydalanmanın helalliği hususunda kendi mallarınızla onların mallarını birbirinden ayıramazsınız.." şeklindedir. b) Âyetteki edatının (harfi ceninin), (ile) manasında olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kim?" (âl-i imran, 52) buyurmuştur; yani Allah'la beraber" demektir. Ancak birinci görüş daha doğrudur. Şunu bil ki, Allahü Teâlâ burada her ne kadar "yemek" işini zikretmişse de, bundan murad çalıştırmak, tasarrufta bulunmaktır. Çünkü, yetimin malını yemek nasıl haram ise, bunun gibi bu malları yok edecek olan diğer tasarruflar da haram kılınmıştır. Bunun delili ise, malda yenilmesi uygun olmayan şeylerin bulunmasıdır. Böylece, yemek fiilinden muradın, tasarrufta bulunmak olduğu sübut bulmuş olur. Cenâb-ı Hak burada yemek fiilini zikretmiştir, çünkü tasarrufun büyük bir kısmı yemek için yapılır. Eğer, "Cenâb-ı Hak önceki ifâdede haksız yere yetimlerin mallarını yemeyi haram kılınca, buna o malların tek başına ve başka mallarla beraber yenilmesinin haramlığı da dahil olmuştur. O halde, o malların, kendi mallarıyla yenilmesinin tekrar yasaklanmasının manası nedir?" denilirse, deriz ki: Çünkü veliler, Allah'ın kendilerini rızıklandırmış olduğu helâl malları sebebiyle, yetimlerin mallarına muhtaç olmadıkları halde, bununla beraber yine de onlar yetimlerin mallarına göz dikiyorlardı. Bu sebeple de bu kabahat daha çirkin.oluyor ve daha fazla kınama gerekiyordu. Allahü teâlâ bundan sonra, yetimlerin mallarını, hangi haram cihetten olursa olsun, yemenin büyük bir günah olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Çünkü bu, muhakkak ki büyük bir günahtır." Vahidî (r.h.) şöyle demiştir: Buradaki kinayeli ifâde, yemek fiiline râcidir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "yemeyin" buyruğu, yemeye; "günâh" kelimesi de, büyük günaha delâlet etmektedir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Eyyûb'un annesini boşaman günahtır (Ey Ebu Eyyûb)." Itırı Esîr, Nihâye, 1/455. Bunun gibi, ve ifâdeleri de, isim ve masdarda üç okuyuş şeklidirler. Ferra şöyle demiştir: şeklindeki okuyuş Hicazlıların, şeklindeki okuyuş da Temimtilerindir. Her ikisinin manası da, (günah)tır." Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Rabbim, tevbemi kabul buyur; günahımı ise yıka, arıt." İbn Mâce, Ouâ, 2 (2/1259); Tirmizî, Deavât, 103 (5/554). Keşşaf sahibi, kelimeleri tıpkı (söz, ifâde, görüş) kelimeleri gibidir" demiştir. Kaffâl ise, "kelimenin aslı, acı ve eziyyet duymak anlamına gelen (......) kelimesinden gelmektedir. Binâenaleyh, (......) kelimesi, irtikâb edenin, kendisinden bir acı duyacağı şeyi irtikâb edip yapmasına denilir" demiştir. Basralılar ise şunu söylemiştir: "Hâ harfinin fethasıyla olmak üzere (......) kelimesi masdar, hâ harfinin ötresiyle (......) kelimesi de isimdir. (......) kelimesi ise, "binâ-i merre" dir. Sonra bu kullanışlar, ras)' (kelâm, söz, ifâde) kelimesinde olduğu gibi birbirine karışmıştır. Çünkü, (......) kelimesi bir isim iken, sonra, as "Muhakkak ki ona öyle bir söz söyledim ki..." denildiğinde aynı kelime bu sefer masdar olmuştur." Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Hasan el-Basrî bu kelimeyi (......) şeklinde okumuştur. Yine bu kelime, şeklinde de okunmuştur. Kist, İksat Kelimelerinin İzahı 3"Eğer yetimler hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız...". Şunu bil ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın bu sûrenin başında zikretmiş olduğu hükümlerin ikinci nev'idir: Bu da, nikâhlar hakkındaki hükümdür. Bu âyette birkaç mesele bulunmaktadır: Vahidî (r.h) şöyle demiştir: (......) kelimesi, adaleti yerine getirmek manasındadır. Bir kimse âdil olduğu zaman, denilir. Cenâb-ı Hak da şöyle buyurmuştur: olun, Allah âdil olanları sever" (Hucurât, 9). Aynı kökten gelen (......) kelimesi ise, âdil ve insaflı olmak demektir. Bununla ilgili olarak da Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olunuz.." (nisa, 135). Zeccâc şunu söylemiştir: "Gerek (......) kelimesinin, gerekse (......) kelimesinin aslı, pay ve nasîb anlamına gelen (......) kelimesinden gelmektedir. Araplar, "zulmetti ve haksızlık yaptı" anlamında dedikleri zaman, bununla şunu demek isterler: "Arkadaşına düşen pay ve nasîb hususunda, ona zulmetti." Görmez misin ki Araplar, payına ve hissesine mukabil onu yendim, alt ettim anlamında olmak üzere demektedirler. İşte böylece (......) kelimesi, "zulmetti, haksızlık yaptı, yendi galip geldi" gibi manalarda kullanılmaya başlamıştır. Yine Araplar dedikleri zaman, onların bundan muradı, o kimsenin adalet ve hakkaniyet sahibi olduğudur. Böylece (......) kelimesi bir kimse, sözünde, fiilinde ve yemininde insaflı davranıp hakkını verdi, âdil oldu anlamlarında kullanılan fiili gibi kullanılmaya başlanmıştır. Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Adâlet gerine getirememekten korkarsanız.." buyruğu bir şart; "Sizin için helâl olan kadınlardan., nikâh edin" sözü de şartın cezası ve karşılığıdır. Bu ceza ve karşılığın bu şarta nasıl taalluk ettiğinin mutlaka açıklanması gerekmektedir. Müfessirlerin bu konuda birkaç izah şekli bulunmaktadır: a) Urve'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Aişe (radıyallahü anhnha)'ye, "Eğer yetimler hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız.." âyetinin manası nedir? diye sorunca, o şöyle dedi: "Yeğenim! bu yetim kızdır.. O, velîsinin evinde bulunur, velisi onun malına ve güzelliğine kapılır. Ancak ne var ki, en düşük bir mehirle onu kendine nikahlamak ister. Sonra onu kendine nikahlayınca, onu kendisine karşı müdafaa edecek ve kötülüğünü ondan savuşturacak bir kimsenin bulunmadığını bildiği için, ona adî bir şekilde davranır. İşte bunun için Cenâb-ı Hak, "Eğer, nikahladığınız zaman yetimlere zulmetmekten korkarsanız, onların dışında size helâl olan kadınlardan nikahlayınız" buyurmuştur. Hazret-i Aişe sözüne devamla şöyle demiştir: Sonra insanlar, bu âyetin peşinden, yetimler hakkında Hazret-i Peygamber'den fetva istediler. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, "Senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: "Onlara dair fetvayı Allah veriyor: Kitapta yetim kadınlar hakkında size okunan..." (Nisa, 127) âyetini inzal buyurmuştur. Buradaki, "kitapta, yetim kadınlar hakkında size okunan..." ifâdesinden murad, bu âyetteki "Eğer yetimler hakkında adaleti yerine getiremiyeceğinizden korkarsanız" (Al-i imran, 3) ifadesidir." b) Yetimler hakkında olan ve onların malını yemenin büyük günah olduğunu ifâde eden önceki âyet nâzit olunca, yetimlerin velileri, yetimlerin haklarında adaleti terk-etmeleri sebebiyle kendilerine bir günahın isabet etmesinden korktular, bu sebeple de onları velayetlerine almaktan kaçındılar. Bazan onlardan bir kimsenin nikâhı altında on veya daha fazla kadın bulunuyor, onlarsa onların haklarını yerine getiremiyor, aralarında adaleti yerine getiremiyorlardı. Bundan dolayı onlara, "Eğer yetimlerin haklarında adaleti yerine getirememekten korkup, onlara velî olmaktan çekmiyorsanız, aynı şekilde bütün kadınlara da âdil davranmamaktan korkun ve hanımların sayısını azaltın. Çünkü, onun bir benzerini işlerken, bir günahtan sakınan veya ondan tevbe eden kimse, hiç sakınmamış gibidir" denilmiştir. c) Onlar, yetimleri velayetlerine almaktan sakınıyorlardı. İşte bundan dolayı onlara şöyle denilmiştir: "Yetimler hakkında korkuyorsanız, zinadan da sakının. Öyleyse, kadınlardan size helâl olanları nikahlayın ve haram olan kadınların etrafında dolaşmayın." d) İkrime'den rivayet edildiğine göre o, şöyle demiştir: Bir adamın yanında hem hanımları, hem de yetimler bulunurdu. Kendi malını hanımlarına harcayıp, hiç malı kalmayarak muhtaç duruma düşünce, bu sefer hanımlarına yetimlerin mallarını harcamaya başlar. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Zevceler çok olduğu zaman, eğer yetimler hakkında adaleti yerine getiremiyeceğinizden korkarsınız, biliniz ki bu korkunun yok olması için, dörtten fazla kadın nikahlamanız size haram kılınmıştır. Dört kadının hukukuna riâyet edememekten de korkarsanız, o zaman bir kadın katidir" buyurmuştur. Allahü Teâlâ burada fazla tarafı, yani dördü; eksik tarafı, yani biri zikretmiştir. Böylece de, bu iki sayı arasındaki sayılara dikkati çekmiş ve adeta, "Eğer dörtten korkarsanız üç; üçten korkarsanız iki; ikiden korkarsanız bir hanım size yeter" demiştir. Bu, en uygun görüştür. Buna göre Allahü teâlâ, çok kadınla evlenmesi halinde daha fazla harcamada bulunmak zorunda kalacağından, bu sebeple de yetimin malına el uzatması muhtemel olacağından, veliyi çok kadınla evlenmekten sakındırmıştır. "Sizin için helâl olan (diğer) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin. Şayet adalet yapamıyacağınızdan korkarsanız, o zaman bir (tane ile) yahut mâlik olduğunuz câriye (ile yetinin). Bu, sizin için eğrilip sapmamanıza daha yakındır" (Nisa, 3). Bu âyetle ilgili birçok mesele vardır: Evlenmenin Hükmü: Farz Veya Mendub Olup Olmadığı Ashâb-ı Zahir (âyet-i kerimenin zahirine tutunanlar), nikâhın vacip olduğunu söylemişler ve bu âyete tutunmuşlardır. Onlara göre bu böyledir, çünkü "nikâh edin" sözü bir emirdir. Emrin zahiri ise vücûb ifâde eder. İmam-ı Şafiî ise, nikâhın vacip olmadığının beyân edilmesi hususunda Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikâhla alacak bir bolluğa güç yetiremezse, o halde sağ ellerinizin mâlik olduğu mü'min cariyelerinizden (alsın). Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir. Birbirinizden meydana gelmişsinizdir. O halde, fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere, onları sahiplerinin izniyle, kendinize nikahlayın. Mehirlerini de, güzellikle onlara verin. Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtikâb etti mi, o zaman onlara hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı (verilir). Bu, içinizden sıkıntıya düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır" (Nisâ..25) âyetine tutunmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, bu durumda evlenmeyi terketmenin, onu yapmaktan daha hayırlı olduğuna hükmetmiştir. Bu, nikâhın vacip ve farz olması bir tarafa, mendûb bile olmadığına delâlet eder. Allahü teâlâ, "Size helâl olan şey..." buyurmuş, "Size helâl olan kimse..." buyurmamıştır. Bunun birçok sebebi vardır: a) Allahü teâlâ, bununla cinsi kastetmiştir. Meselâ sen, "Yanında ne var?" dediğin zaman, muhatabın "Bir adam veya bir kadın" der. Bu sorunun manası, "Yanında olan şey, yanında bulunan hakikat nedir?" demektir. b) kelimesiyle onun sılası, masdar takdirinde olup, buna göre ifâdenin takdiri, "Kadınlardan helâl olanları nikahlayın" şeklindedir. c) ve kelimeleri, çoğu kez birbirlerinin yerine kullanılırlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Semâya ve onu bina edene yemin olsun" (şems, 5) ve "Ve siz de, benim taptığıma tapıcılar değilsiniz" (Kafirun, 5) buyurmuştur. Ebu Amr İbnu'l-Ala şunu söylemiştir: "Gök gürültüsünün kendisini tesbih ettiği o varlığı (Allah'ı) tenzih ederim.." Cenâb-ı Allah da. "Onlardan, karnı üzere yürüyen vardır" (Nûr, 45) buyurmuştur. d) Allahü teâlâ, kadınları gayr-i âkiller mertebesine indirmek için (......) zikretmiştir Cenâb-ı Hakk'ın, "Ancak ne var ki zevcelerine yahut sağ ellerinin sahip olduğu (cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesna... (Mümınun, 6) âyeti de bu kabildendir. Vahidî ve Keşşaf sahibi şöyle demişlerdir: "Âyetteki "Sizin için hoş olanlar.." ifâdesinin manası "Size helâl olan kadınlardan" şeklindedir. Çünkü kadınlardan, nikahı haram olanlar vardır. Onlar da, "Size anneleriniz, kızlarınız.... haram kılındı" (Nisa, 23) âyetinde zikredilen kadınlardır. Bence bu görüşü bir tetkik edip düşünmek lâzım. Çünkü biz, âyetteki "Nikâh edin" ifâdesinin, mübahhk ifâde eden bir emir olduğunu açıklamıştık. Binaenaleyh, eğer ifâdesinden murad. "Sizin için helâl olan kadınlar" manası olsaydı, âyet "Nikâhı size mubah olanlar nikâh etmenizi size mubah kıldım" cümlesi yerinde olurdu. Bu ise, âyeti bir mana ifâde etmekten çıkarır. Aynı şekilde, onların söylediği manaya hamletmemiz durumunda âyet mücmel olur. Çünkü, âyette helâllik ve mübahlığın sebepler zikredilmeyince âyet mücmel olmuş olur. Ama biz âyetteki (......) ifâdesini, nefsir hoşlandığı ve kalbin meylettiği kadınlar manasına alırsak, bu durumda âyet umum' olup, tahsis edilebilir. Usûlü fıkıhta sabit olan bir kaideye göre, icmal ile tahsis durumu arasında bir tearuz meydana gelirse, mücmelliği kaldırmak evlâdır. Çünkü tahsis edilmiş olan âmm ifâde, tahsis edildiği yerin dışında da hüccettir. Mücmel ifâde ise kesinlikle hüccet olamaz. Sayı Sıfatlarının Gayr-ı Munsarif Olması Dördüncü kaide: "İkişer, üçer, dörder" ifâdesine gelince, bunun manası, "iki iki, üç üç, dört dört" demektir. Bu kelimeler gayr-i munsariftirler Bunların gayr-i munsarif olmalarının izahı ise iki şekildedir: a) Bunlarda iki husus bir araya gelmiştir ki bunlar da "idi" ile "vasf'tır. İdi (muadil olma), senin bir kelimeyi zikredip onunla başka bir kelimeyi murad etmendir. Nitekim sen, dersin, bununla ve kastedersin. Burada da böyledir; sen de (ikişer) sözünle "iki iki" mânasını kastedersin; böylece de (......) kelimesi, ma'dûl bir kelime olmuş olur. Bu kelimenin sıfat olmasına gelince; bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "ikişer, üçer, dörder kanatlı.. ."(Fatır. 1) âyetidir. Bu âyette geçen (......) kelimesinin bir vasıf olduğunda şüphe yoktur. b) Bu kelimelerde iki udûl söz konusudur. Çünkü, yukarda beyan ettiğimiz gibi bunlar asıllarından değiştirilmiş (ma'dûl)tir; aynı zamanda da tekrardan udûl edilmiş, tekrar yapılmamıştır. Çünkü sen meselâ (......) kelimesiyle, sadece "iki" veya "iki iki" manasını kastedersin. Sen, "Bana iki veya üç kişi geldi" dediğin zaman, bundan maksadın, sadece bu sayıdaki kimsenin geldiğini söylemektir. Ama, "Bana topluluk ikişer ikişer geldi" dediğin zaman, onların geliş şekillerinin iki iki olduğunu ifâde etmiş olursun. Binaenaleyh, bu lâfızlarda, iki çeşit sayının meydana geldiği sabit olmaktadır. Öyleyse bu lâfızların gayr-i munsarıf olmaları gerekir. Çünkü bir isimde, iki sebep beraber bulunduğunda, bu durum o ismin gayr-i munsarif olmasını gerektirir. Zira bu kelime, bu sebeple her iki tarafın da yerine geçer, böylece de fiile benzediği için gayr-i munsarif olur. Aynı şekilde onda iki yönden bir udûl meydana gelirse, yine gayr-i munsarif olması gerekir. Allah en iyi bilendir. Muhakkik âlimler, "Hoşunuza giden kadınlar'ı size helâl olan kadınları nikahlayın" ifâdesinin kölelere şâmil olmadığını söylemişlerdir. Çünkü, buradaki hitap ancak bir kadın hoşuna gittiği zaman, onu nikâhlayabilen bir insanadır. Köle ise böyle değildir, çünkü o, efendisinin izni olmadan evlenemez. Buna Kur'ân-ı Kerim ve hadisler delâlet etmektedir. Kur'ân'dan delil Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah şöyle bir mesel îrad etti: "Hiçbir şeye gücü yetmeyen memlûk bir kul..." (Nahl, 75) âyetidir. Bu âyetteki "Hiçbir şeye gücü yetmeyen" ifâdesi kölenin evlenme hususunda bağımsız olmasını nefyeder. Hadisten delile gelince, bu Hazret-i Peygamber'in şu sözüdür: "Hangi köle, efendisinin izni olmaksızın evlenirse, o zina etmiş olur." Darimî, Nikah, 40 (2/152). Binâenaleyh zikrettiğimiz bu delillerle, bu âyetteki hitaba kölelerin dahil olmadığı sabit olmaktadır. Bu mukaddimeyi anladığın zaman biz deriz ki: Fakîhlerin çoğu, dört kadınla evlenmenin, köleler için değil, hür erkekler için meşru olduğu görüşüne varmışlardır. İmam Mâlik âyetin zahirî manasına tutunarak, "köle için de, dört kadınla evlenmesi helâldir" demiştir. Bu görüşe karşı, itimada şayan cevap şudur: İmam Şafiî, zikrettiğimiz hususun dışında diğer iki yönden daha, bu âyetin hür erkeklerle ilgili olduğuna delil getirmiştir: 1- Allahü teâlâ bu ifâdeden sonra, "Şayet adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz, o zaman bir (tane ile), yahut mâlik olduğunuz (cariyeler) ile yetinin" buyurmuştur ki, bu ancak hür erkekler için söz konusudur. 2- Allahü teâlâ, "Eğer (kadın mihrinden) birazını gönül hoşluğu ile size bağışlamış olursa, onu da afiyetle yiyin" (nisa, 4) buyurmuştur. Halbuki köle, hanımının mihrinden gönül hoşluğu ile bağışladığı şeyi yiyemez, çünkü o bağışlanan, efendisine âit olur. İmam Malik, "İki müstakil umûmi ifâde (peşpeşe) geldiğinde ve bunlardan ikincisine bir kayıt-şart dahil olduğunda bu, şartın önceki umûmî ifâdeye de dâhil olmasını gerektirmez" demiştir. İmam Şafii buna, "Bu âyetlerdeki hitaplar, bir sıra üzere gelmiştir. Binaenaleyh bazılarının hür erkeklere hâs olduğu anlaşılınca, hepsinin hür erkeklere âit olduğu da anlaşılmış olur" diyerek cevap vermiştir. Bazı fakihler, âyetin zahirî manasının köleleri de içine aldığını söylemişler, fakat bu umumî manayı kıyas ile (hür erkeklere) tahsis etmişler ve şöyle demişlerdir: "Köle oluşun, talak ve iddet bekleme meselelerinde olduğu gibi, nikahın haklarını eksik yapmada da bir tesiri bulunduğunda ittifak ettik. Evlenilecek kadınların sayısı meselesi de, nikah hukukundan olduğuna göre, köle için, hür erkeklere meşru olan sayının yarısının söz konusu olması gerekir." Birinci cevap daha uygun ve daha güçlü... Allah en iyisini bitir. Sayısı Mahdut Olmayacak Miktarda Kadınla Evlenmeyi Mubah iddia Edenler Başıboş bir güruh, istenildiği kadar sayıda kadınla evlenmenin caiz olduğu görüşüne varmışlar ve Kur'ân ile Hadis'ten buna delil getirmişlerdir. Onlar, Kur'ân'dan delil olarak, şu üç bakımdan bu âyete tutunmuşlardır: 1- "Sizin için helâl olan kadınlardan... nikah edin" emri mutlak olarak bütün sayıları içine alır. Çünkü içinden istisna yapılamayacak hiçbir sayı yoktur. İstisnanın hükmü ise, eğer istisna olmamış olsaydı ifâdenin hükmüne dahil olacak olanı hükmün dışında bırakmaktır. 2- Âyetteki "ikişer, üçer, dörder olmak üzere" ifâdesi, bu umumî manayı tahsîs edip (sınırlandıramaz). Çünkü bazı sayıları bilhassa zikretmek, o hükmün diğer sayılarda da bulunmasını nefyetmez. Aksine biz şöyle deriz: Bu sayıların zikredilmesi, günah ve yasağın mutlak olarak kaldırıldığına delâlet eder. Meselâ insan, çocuğuna "Dilediğini yap, ister çarşıya, ister şehre, ister bahçeye git" dediğinde, bu, serbestliği tamamen o çocuğun kendisine verdiğinin ve ondan mes'uliyet ile yasağı tamamen kaldırdığının mutlak ifâdesi olur, yoksa bu, sadece saydığı o yerler için izin verdiği manasına gelmez. Aksine saydığı ve saymadığı herşeye bir izin manasına gelir. Bu âyette de böyledir. Bir de, bütün sayıları saymak güçtür. Bundan dolayı, Sizin için helâl olan kadınlardan nikah edin" sözünden sonra, Allahü teâlâ sadece bazı sayıları zikredince, bu bütün sayılar için iznin bulunduğuna bir işaret olmuştur. 3- Atıf vâvı, mutlak cem' (toplama, bir arada bulunma) manasım ifâde eder. Binaenaleyh âyetteki "ikişer ve üçer ve dörder" tabiri, bütün bunların toplamının helâl olduğunu ifâde eder. Bu da toplam olarak dokuz eder. Hatta doğrusu toplam onsekiz eder. Çünkü "ikişer" lâfzı, sadece ikiden ibaret değil, aynı zamanda iki iki demektir. "Üçer" ve lâfızlarında da durum aynıdır." Bu iddiada olanların, hadisten delilleri iki bakımdandır: 1- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, dokuz hanımla evli iken vefat ettiği tevatürle sabittir. Hem sonra Cenâb-ı Hak, "Ona uyun" (Araf, 158) diye bize, peygambere uymamızı emretmiştir. Emrin en hafifi de mübahlığı ifâde etmesidir. 2- İnsanın sünneti, yolu ve gidişatıdır. Dörtten fazla hanımla evlenmek Hazret-i Peygamberin yolu olduğuna göre, bu aynı zamanda O'nun bir sünnetidir. Sonra O, "Benim sünnetimden yüz çeviren, benden (ümmetimden) değildir" Buhâri, Nikah, 1; Müslim, Nikah, 5 (2/1020). buyurmuştur. Bu hadisin zahiri, dörtten fazla kadınla evlenmeyi terkeden kimseyi kınamayı, en azından bunun caiz olduğunu söylemeyi gerektirir. Bil ki, fakîhler hasrı isbât ederlerken iki şeye dayanmaktadırlar: a) Haber.. Rivayet edildiğine göre, Gıylân müslüman olduğu zaman, uhdesinde on tane hanımı bulunuyordu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber ona, "Hanımlarından dördünü nikâhında tut geriye kalanları da ayır, boşa" buyurdu. Yine rivayet edildiğine göre, Nevfel İbn Muâviye müslüman olduğu zaman, uhdesinde beş tane hanım bulunuyordu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber ona, "Dördünü nikâhında tut birisini boşa" buyurdular. Şunu bil ki, bu usûl şu iki bakımdan zayıftır: 1- Kur'ân-ı Kerim, bu haber ile hasrın tahakkuk etmediğine delâlet edince, bu, Kur'ân-ı Kerim'i haber-i vâhid ile neshetmek olur ki, bu ise caiz değildir. 2- Bu haber, bir durum hakkındadır. Belki de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o kimseye, dört hanımı nikâhında tutmasını, diğerlerinden ise ayrılmasını emretmiştir; çünkü dört hanımla diğerlerini bir arada tutmak, neseb veya emzirme sebebiyle caiz değildir. Özetle, bu haber hakkında bu ihtimal daima söz konusudur; binaenaleyh, böylesi haberlerle Kur'ân'ı neshetmek mümkün değildir. b) Bu, belli başlı merkezlerdeki fakihlerin dörtten fazla kadın almanın caiz olmadığı hususunda icmâ etmiş olmalarıdır ki kendisine itimad edilen görüş de budur. Burada iki sual söz konusudur: 1- İcmâ ne nesheder, ne de nesholunur. O halde nasıl olur da bu âyeti icmâ neshetmiştir denilebilir? 2- Ümmet içinde nâdir de olsa dörtten fazla kadınla evlenmenin haram olmadığını söyleyenler bulunmaktadır. Binâenaleyh icmâ, az sayıda da olsa bazı kimselerin muhalefet etmesi ile vakî olmamış olur? Birinci soruya şöyle cevap verilir: İcmâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, bunu nesheden bir hükmün bulunduğunu ortaya koymaktadır. İkinci soruya da şöyle cevap verilir: Bu icmâ'ya, ehl-i bid'at'ın muhalefetine itibar edilmez. Eğer, "Hal sizin dediğiniz gibi olsaydı, o zaman en uygun olan "ikişer veya üçer veya dörder" denilmesi olurdu. O halde niçin, âyette atıf harfi olarak (veya) değil de "ve" getirilmiştir?" denilir ise deriz ki: Şayet Cenâb-ı Hak, (......) lâfzını kullansaydı bu, bunun ancak bu kısımlardan sadece biri hakkında caiz olmasını ve, "onlardan bir kısmı iki kadınla, diğer bir kısmı üç kadınla evlenir, bir diğer kısmı da dört kadınla evlenir" manasında olmak üzere, müslümanlara bu kısımları beraberce yapmanın caiz olmamasını gerektirirdi. Cenâb-ı Hak, bu ifâdeyi vâv harfi ile birbirine atfedince, bu durum herkesin bu hallerden herhangi birini tercih edebilmesinin caiz olduğunu ifâde etmiştir. Bunun bir benzeri de, bir kimsenin bir topluluğa, "Bin dirhem olan şu parayı ikişer ikişer ve üçer üçer ve dörder dörder bölüşün" demesidir. Onun, bu sözünden maksadı, o gruptakilerden bir kısmının ikişer dirhem almalarının, diğer bir kısmının üçer dirhem almalarının ve üçüncü bir kısmın da dörder dirhem almalarının caiz olduğunu anlatmaktır. İşte bu âyette de edatının zikredilmeyip "vâv" harf-i atfının zikredilmesinin faydası, söylediğimiz bu husustur. Allah en iyi bilendir. Hak teâlâ'nın, kelimeleri, "hoş olan, helâl olan "ifâdesinden "hal" olarak mahallen mansubtur. Buna göre mana, "sizler bu sayılarca, yani ikişer ikişer, üçer üçer ve dörder dörder olmak üzere size helâl olan (hoşunuza giden) kadınlardan nikahlayınız" şeklindedir. Hak teâlâ'nın, "Şayet adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz, o zaman bir (tane ile), yahut mâlik olduğunuz (cariyeler) ile (yetinin)" emriyle ilgili olarak birkaç mesele vardır: Adalet Yapılamazsa Erkek Bir Tek Kadınla Evlenir Bunun manası şöyledir: "Eğer bu sayıdan fazlasında adalet edememekten korktuğunuz gibi, bu sayıdaki hanımlar arasında da adaletli davranamamaktan endişe ederseniz, tek bir hanımla veya cariyelerle yetininiz." Böylece Cenâb-ı Hak, suhulet ve kolaylık bakımından, tek hanım ile, sayısını tahdid etmediği cariyelerin birbirine denk olduğunu beyân etmiştir. Ömrüme yemin ederim ki, cariyelerin sorumlulukları daha az ve yükleri de mehirli (hür) hanımların yüklerinden daha azdır. Onlara ister az, ister çok ver; aralarındaki taksimatta (onlarla yatmada) ister eşit davran, ister davranma; onlara ister azil yap, ister yapma, sana bundan dolayı bir sorumluluk ve günah gerekmez. Ayetteki lâfzı, tâ harfinin fethası ile (......) şeklinde okunmuştur. Buna göre mana şöyle olur: "O zaman bir tane ile yetinin, veya bir kadını seçin, birden çok kadınla evlenmeyi terkedin. Çünkü bütün işler adaletle dönüp, dolaşır. Adaleti hangisinde bulursanız, onu yapın." Yine bu kelime, merfu olarak (......) şeklinde de okunmuştur. Buna göre manası, "O takdirde bir tanesi yeter, veya, size bir hür kadın yahut sahip olduğunuz cariyeler kâfidir" şeklinde olur. Şafiî'ye Göre Nafile İbadetle Meşguliyet Evlenmekten Efdaldir İmam Şafiî (r.h), nafile ibâdetlerle meşgul olmanın, evlenmekten daha faziletli olduğu görüşünü açıklarken bu âyeti delil getirmiştir. Bu böyledir. Çünkü Hak teâlâ, bu âyet-i kerimede, insanları tek kadınla evlenme ile câriye edinme arasında muhayyer bırakmıştır. İki şey arasında muhayyer bırakma, o işte arzu edilen hikmet bakımından o ikisinin eşit olduğunu hissettirmektir. Bu tıpkı, bir doktorun "Elma veya nâr ye" demesine benzer. Bu ifâde, maksadın tam yerine gelmesi hususunda, bu iki meyveden herbirinin diğerinin yerini alabileceğini bildirmektedir. Nasıl Âyet-i kerime'nin bu eşit oluşa delâlet ettiği gibi akıl da aynı şekilde buna delâlet etmektedir. Çünkü evlilikten maksad sükunet bulmak, birlikte yaşamak, dini ve evin işlerini koruma altına almaktır. Bütün bunlar, her iki şekilde de hâsıl olur. Yine bir kadının câriye olup, sonra efendisinin onu azâd ederek onunla evlendiğini farzedersek, bu durumda evlenme ile câriye edinmenin birbirine eşit olduğu apaçık ortaya çıkar. Bu âyet-i kerime ile evlenme ve câriye edinmenin birbirine eşit olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Nafile ibâdetlerle meşgul olmanın, câriye edinmekten daha faziletli olduğunda icmâ etmiştik. Binaenaleyh nafile ibâdetlerle meşgul olmanın, nikahlan maktan da faziletli olması gerekir. Çünkü eşit iki şeyden birisinden üstün olanın, diğerinden de üstün olması gerekir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Bu, sizin için eğilip sapmamanıza daha yakındır" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır: Âyetteki (......) kelimesi en yakın (akrab) manasınadır ve ifâde "Bu, sapmamanıza daha yakındır, daha uygundur" takdirindedir. Söz kendisine delâlet ettiği için, bu ifâdedeki harf-i cerrinin hazfedilmesi güzel olmuştur. Âyetteki tabirinin tefsirinde birkaç vecih bulunmaktadır: a) Bu, "zulmetmemenize ve (haktan) sapmamanıza.." manasındadır. Müfessirlerin ekserisince tercih edilen görüş de budur. Bu mâna merfû bir hadis olarak rivayet edilmiştir. Çünkü Hazret-i Aişe (r. anha), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu, sizin için eğilip sapmamanıza daha yakındır" ifâdesi hakkında, "zulmetmemenize..."; başka bir rivayette de "sapmamanıza daha yakındır" dediğini rivayet etmiştir. Vahidî (r.h), bu iki lâfzın da rivayet edildiğini söylemiştir. (......) kelimesinin aslı, meyletmektir. Nitekim, terazinin kefesi meylettiğinde zulmettiğinde "Hakim hükmünde zulmetti" denilir. Çünkü hakim zulmettiği zaman, haktan meyletmiş, sapmış olur. Nitekim, Ebu Talib hakkında şâirler şöyle demişlerdir: "Bir taneyi dahi eksiltmeyen bir adalet terazisi ve doğruluk tartısıyla, haksızlık etmeksizin, onu tarttı..." Rivayet olunduğuna göre bir hakim bir bedevinin aleyhine hükmetmiş de, bunun üzerine bedevî, hakime "Bana zulüm mü ediyorsun?" demiştir. Yine pay arttığında yine ben, hissede bir arttırma yaptığımda, denilir. Pay arttığı zaman, (terazinin) dengesinin bozulacağı herkesçe malumdur. Böylece kelimenin iştikakı hakkındaki bu açıklamalar, bu lâfzın aslının meyletmek manası olduğuna delâlet etmiştir. Sonra örf gereği bu kelime, haksızlık yapmak ve zulmetmeye meyletme manasında kullanılmıştır. Ekseri âlimin taraftar olduğu bu görüşün izahı hakkındaki sözümüz bundan ibarettir. b) Bazı âlimler, bu tabirin manasının, "muhtaç olmamanıza daha yakındır" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Nitekim, fakir kimse mânasında (......) denilmektedir. Bu böyledir, çünkü bir kimsenin çoluk çocuğu az olduğu zaman, harcaması da az olur. Harcaması az olduğu zaman da, başkasına muhtaç olmaz. c) Şafiî (r.h)'den, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu sizin için eğilip sapmamanıza daha yakındır" tabirinin manasının, "Bu, çoluk çocuğunuzun çoğalmamasına daha yakındır" şeklinde olduğunu söylediği nakledilmiştir. Ebu Bekr er-Razî, Ahkâmu'l-Kur'ân'ında şöyle demektedir: "Âlimler, Şafiî'nin bu hususta şu üç yönden yanıldığını söylemişlerdir: 1- Selef ile, bu âyetin tefsirini rivayet eden herkes arasında, bu âyetin manasının, "Meyletmemenize ve zulmetmemenize daha yakındır" şeklinde olduğu hususunda bir ihtilâf yoktur. 2- Bu, lügat bakımından da yanlıştır. Çünkü âyetin metni, "Bu, çoğalmamanıza daha yakındır" şeklinde olsaydı, o zaman Şafiî'nin söylediği doğru olabilirdi. Ama âyetteki, lâfzını, manasına almak, lügat bakımından bir hatadır. d) Allahü teâlâ tek bir hanımı, veya mülk-i yemîn ile cariyeyi, aile içinde kadınlar mesabesinde zikretmiştir. Bir kimsenin, istediği sayıda mülk-i yemini ve cariyesi olacağı hususunda bir ihtilâf yoktur. Böylece biz, bu tabirden maksadın, çoluk çocuğun çokluğu olmadığını anlamış olduk. Bu meseleyi eleştirme hususunda Nazm sahibi el-Cürcani dördüncü bir görüş daha zikretmiştir ki, bu da şudur; Allahü teâlâ âyetin evvelinde, "Şayet, adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir (tane ile yetinin)" buyurmuş, ama, "fakir olmaktan korkarsanız.." dememiştir. Binaenaleyh, cevabın da bu şarta atfedilmesi, (ona göre olması) gerekir. Bu şartın cevabı ise, ancak adaletin zıddı olan bir şey ile olur ki, bu da çoluk çocuğun çokluğu değil, "zulüm" ve "cevr" dir. Ben derim ki: Birinci soru, son derece tutuk ve bozuktur. Çünkü Şafiî (r.h)'den, müfessirlerin, âyetin manasının "zulmetmemenize, cevretmemenize.." şeklinde olduğu görüşleri hakkında bir tenkid nakledilmemiştir. Ancak ne var ki o, bu hususta başka bir izahta bulunmuştur. Usulü fıkıhta şöyle bir kaide yer almaktadır: Önceki âlimler, âyetin tefsiri hususunda bir izahta bulundukları zaman, onların bu izahları daha sonra gelen âlimleri, o ayetin tefsiri hususunda başka bir izahta bulunmalarına mani değildir.. Eğer bu caiz olmasaydı, o zaman, daha sonra gelen âlimlerin, Allah'ın kelâmını tefsir hususunda istinbât ettikleri, ortaya koydukları o ince manalar, merdûd ve bâtıl olmuş olurdu. Bunun böyle olduğunu ise, ancak aciz bir mukallidin söyleyebileceği malumdur. Ebu Bekr er-Razî'ye, Şafiî'nin ileri sürmüş olduğu bu manayı, sahabe ve tabiûndan hiç kimsenin söylememiş olduğunu kim haber vermiştir? Biz bunu nasıl söylemiyelim ki? Çünkü Tavus İbn Keysân'ın, Hak teâlâ'nın bu âyetini, "Bu çoğalmamanıza daha yakındır" şeklinde okuduğu meşhurdur. Önceki âlimlerin bunu bir kıraat kabul ettikleri sabit olunca, kıraati bir tefsir addetmeleri, haydi haydi uygun olur. İşte yapılan bu izahla, bu tenkîd hususunda Ebu Bekr er-Razî'nin ne kadar bilgisiz olduğu ortaya çıkmıştır. İkinci soruya gelince, biz deriz ki: Sen bu lâfzın iştikakını Müberred'den naklettin. Fakat sen, müçtehid ve önde gelen âlimlerin başlarını tenkid etme hırsından, cehaletinden ve bilgisizliğinin şiddetinden ötürü, Müberred'in zikretmiş olduğu bu tenkidin yerinde olmadığını bilemedin. Bunun yanlışlığı pekçok yönden izah edilebilir: 1- Hisse artıp çoğaldığında, denilir. Bu mana, meyletmek manasına yakın bir manadır. Çünkü o şey fazlalaştığında onu arzu etme cihetleri ve isteme gerekçeleri çoğalmış olur. Durum böyle olunca da âyetin manası, "Bu, çoğalmamanıza daha yakındır" şeklinde olur. Çünkü sizler çoğalmadığınız zaman, insan zulüm ve haksızlığa düşmez. Çünkü zulüm, çoğalıp insanların birbirine karışmasıyla olur. İşte bu şekildeki açıklamayla, bu tefsir cumhurun tercih etmiş olduğu ilk tefsire yakın bir tefsir olmuş olur. 2- Bir kimse, dediği zaman, ona, "Bunun manası ne demektir?" denildiğinde onun, "Bunun manası, boyu uzun, izzet ve ikramı çok" demesi yerinde ve güzel olur. Bundan murad, ifâdesinin tefsirinin, onun boyunun uzun olması değildir. Bilâkis o kimsenin bu sözünden maksadı, sadece bu manadır. Bu şekildeki ifâde şeklini, beyân alimleri bir şeyi kinaye ve ta'rîz yoluyla açıklama diye isimlendirmektedir. Bunun neticesi tek bir metoda varıp dayanır ki bu da, bir şeye, onun ayrılmaz unsurlarını (levazımını) zikrederek işaret etmektir. Burada, ailenin kalabalık olması, haktan meyletmeyi ve çevri gerektirir. Binaenaleyh, Şafii (r.h) ailenin kalabalık olmasını, haktan meyletme ve cevr'den kinaye kabul etmiştir. Zira ailenin kalabalık olması, her halükârda zulüm ve haktan meyletmeden ayrılmaz. Böylece Şafiî bu manayı mutabakat yoluyla değil, aksine kinaye ve istilzam suretiyle tefsir kabul etmiştir. Bu ise Allah'ın kitabında meşhur ve bilinen bir usûldür. Şafiî, Arapça'nın bütün söz üslûplarını iyice kavramış olduğu için, bu sözü bu şekilde zikretmesi yerinde ve güzeldir. Ebu Bekr er-Razi'ye gelince, o bilgisi yetersiz ve Arapçanın ifâde özelliklerini bilmekten uzak olunca, muhakkak ki bu sebeple bu husustaki en güzel ifâde tarzını bilememiştir. 3- Keşşaf sahibi'nin zikretmiş olduğu şu husustur: "Bu tefsir, senin (......) "Adam, çoluk çocuğunu baktı, onları bakıyor, bakımını üstleniyor" tabirinden alınmadır. Bu, bir kimse çoluk çocuğuna harcamada bulunduğu zaman demeleri gibidir. Çünkü çoluk çocuğu çok olan kimsenin, onlara bakması lâzımdır. Bunda da, takva, helâl kazanç ve temiz rızık sınırlarına riâyet etmeyi güçleştiren durumlar söz konusudur." Böylece bu yapılan izahlarla, müslümanların imamlarından Şafiî (r.h)'nin zikrettiği şeyin son derece güzel ve yerinde olduğu; bu konudaki tenkidin ise ancak bilgisizlik ve cehaletten kaynaklandığı sabit olmuş olur. Üçüncü soruya gelince ki, buda "Ailenin kalabalık olması, kadın hür ya da Köle olması bakımından bir farklılık arzetmez" şeklindeydi, buna da şu iki yönden cevap verebiliriz: a) Kaffal (r.h)'in ileri sürmüş olduğu şu husustur: Cariyeler çok olduğu zaman, efendilerinin onlara kazanç sağlamak için çalışmayı teklif etme hakkı vardır. Cariyeler kazanç temin edince de, hem kendilerine hem de efendilerine harcamada bulunurlar. Böylece de aile, yani çoluk çocuk yükü azalmış olur. Ama hanımlar hür olduğunda, durum böyle olmaz. b) Evin kadını cariye olduğunda, efendisi de onlara harcamada bulunamadığında, onları satarak onların sıkıntısından kurtulur. Ama, kadınlar hür olduğu zaman, onlara mutlaka harcamada bulunması gerekir. Örf, koca hanımını nikâhında tuttuğu müddetçe, hanımın ondan mihrini isteyemeyeceğine delâlet etmektedir. Ama, kadını boşamaya uğraştığında, hanımı ondan mihrini ister, böylece de koca bir sıkıntıya düşmüş olur. Dördüncü soruya gelince, ki bu Nazm sahibi el-Cürcanî'nin zikretmiş olduğu husustur; buna da şu iki bakımdan cevap verebiliriz: a) Kâdî'nin söylemiş olduğu şu husustur: "Şafiî'nin öne sürdüğü mana, daha tercihe şayandır. Çünkü, tabiri zulüm ve cevr manasına hamledilirse, bu bir tekrar olur. Çünkü bu mâna, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer yetimler hakkında adaleti yerine getiremiyeceğinizden korkarsanız" ifâdesinden anlaşılmaktadır. Ama biz bu kelimeyi, Şafiî'nin ileri sürdüğü mânaya hamledersek, burada herhangi bir tekrar söz konusu olmaz. Binâenaleyh, bu mâna daha yerindedir." b) Şöyle de diyebiliriz: Farzedelim ki durum sizin söylediğiniz gibi olsun.. Ancak biz, Şafiî'nin zikretmiş olduğu mananın, incelendiği zaman ilk tefsire râci olduğunu da beyân etmiştik. Ancak ne var ki bu, kinaye ve tâ'riz yoluyla anlatılmıştır. Durum böyle olunca, böyle bir soru ortadan kalkmış olur. İşte bu mevzûdaki konunun tamamı bundan ibarettir. Muvaffakiyet ancak Allah'tandır. İkinci Hüküm: "Kadınlara Mehir Veriniz" 4"(Aldığınız) kadınların mehirlerini yürekten isteyerek ve (Allah'ın) bir atiyyesi olarak verin. Bununla beraber ondan birazını gönül hoşluğu ile size bağışlamış olurlarsa, onu da içinize sine sine yeyin" Âyette birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın, 'Kadınlara., veriniz" emrinin kime hitap olduğu hususunda iki görüş vardır: a) Bu, hilab kadınların velilerinedir. Bu böyledir, çünkü cahiliyye döneminde Araplar, kadınlara mehirlerinden hiçbirşey vermiyorlardı. İşte bundan dolayı, kızı olan kimseye derlerdi ki, bunun manası şudur: "Sen, onun mihri olarak bir deve alır; onu develerine katarsın, böylece de malın çoğalır, büyür" İbnu'l-A'râbî ise, bu ifâdede geçen (nafice) kelimesinin manasının, "Bir kimse kızını kocaya verdiği zaman almış olduğu ücret, (başlık parası) olduğunu söylemiştir. Böylece Cenâb-ı Hak bunu yasaklamış, onu sahibine vermeyi emretmiştir. Bu, Kelbî ve Ebu Salih'in görüşü olup, Ferrâ ile İbn Kuteybe'nin tercihidir. b) Bu hitap, kocalaradır. Onlar, kadınlara mehirlerini vermekle emrolunmuşlardır. Bu da Alkame, Nehaî, Katâde'nin görüşü olup, Zeccâc'ın da tercihidir. Zeccac şöyle demiştir: "Burada velilerden bahsedilmemiştir. Bu ifâdeden önceki ifâdeler de, nikâh eden, evlenen kocalara bir hitaptır." Kaffâl(r.h) şöyle demektedir: "Bu ifâdedeki iyi "veriniz" ifâdesinden maksat, vermektir. Bundan muradın, "üstlenmek, iltizam etmek, emri kabul etmek" olması da muhtemeldir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar..." (Tevbe, 29) buyurmuştur. Bunun manası, "O cizyeyi tazmin edip, üstlenecekleri zamana kadar"dır. Binaenaleyh, birinci izaha göre bu ifâdeden maksat, sanki "onlar hanımları için belirledikleri o mehirleri vermekle emrolunmuşlardır" şeklindedir. İkinci takdire göre ise murad, "İster belirlenmiş olsun, isterse belirlenmemiş olsun, kadınların tereleri ancak bir bedel mukabilinde mubah olur" demektir. Ancak, Hazret-i Peygamber'e has bir hüküm olan, kendisini O'na hibe etmiş olan kadınların durumu müstesna..." Kaffal (r.h) sözünü şöyle sürdürür: "Bu sözün her iki manayı da ihtiva etmesi caizdir." Allah en iyi bilendir. Keşşaf sahibi, tabirinin manasının, "onların mehirleri" şeklinde olduğunu söylemiştir. Şureyh hadisine göreyse, İbn Abbas kadınlara mehir verilmesine hükmetmiş, bu kelimeyi, tabirinin tahfifli şekli olarak sadın fethâsı, dalın da sükûnuyla (......) kelimesinin çoğulu olarak da, şadın ötresi, dalınca sükunuyla (......) şeklinde okumuştur. Yine bu kelime, (......) kelimesinin, şeklinde de söylenmesi gibi, (......) kelimesinin müsakkal (dâl harfinin ötreli olarak okunması) şekliyle olmak üzere, sâd ve dâl harflerinin dammesiyle müfred olarak şeklinde de okunmuştur. Vahidî, harflerinin bu tertip üzere dizilmiş olmasının, kemâl ve sıhhat manalarına delâlet için olduğunu; işte bu sebeple de, nikâh kendisiyle tam ve mükemmel olduğu için, mihrin de ve diye isimlendirildiğini söylemiştir. Âyetteki, (......) kelimesinin ne olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır: a) İbn Abbas, Katâde, İbn Cüreyc ve İbn Zeyd bunun manasının, "'arz kılınmış bir hak olarak.." "Cat olduğunu söylemişlerdir. Onlar, (......) kelimesini (......) kelimesiyle tefsir etmişlerdir, çünkü Arapça'da, (......) kelimesi din, inanç, şeriat, yol ve mezhep anlamlarına gelmektedir. Meselâ, bir kimse bir şeyi din olarak kabul ettiğinde, ; yine "dini, mezhebi" manasında "onun mezhebi şudur" denilir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, yani "Onlara mehillerini verin. Çünkü bu, bir nihledir, yani bir din, bir şeriat ve bir mezheptir. Din ve mezhep olan şeyler ise, farz olan şeylerdir" demektir. b) Kelbî, bu kelimenin manasının, "bîr bağış ve hibe olarak..." şeklinde olduğunu söylemiştir. Nitekim, "Falancaya bir şey hibe ettim, bağışladım, bağışlıyorum, bağışlamak ve hibe etmek" denilir. Kaffâl (r.h) da şöyle demektedir: "Bu kelimenin aslı, bir şeyi kendisine ait olmayan bir kimseye nisbet etmektir. Nitekim, denilir. Yani, "Bu, gerçek söyleyenine nisbet edilmeyen bir şiirdir" demektir. O yine sen bir şeyi iddia ederek onu kendine nisbet ettiğin zaman, "Onu kendime mal ettim" dersin. Bu görüşe göre, mehir kimin tarafından yapılmış bir bağıştır? Bu hususta iki ihtimaf bulunmaktadır: Bu, kocanın yaptığı bir bağıştır. Bu böyledir, çünkü koca mehre karşılık hiçbir şey elde edemez. Çünkü nikahtan sonra kadına malik olma hususunda kadının ferci, nikâhtan önceki gibidir. Binaenaleyh koca ona mihrini vermiş, fakat ondan, o mihre karşılık, elde edeceği bir bedel alamamıştır. Buna göre bu mihir, karşılığında herhangibir bedel olmayan bir bağış, hibe manasında olmuş olur. Kocanın, nikâh akdiyle o kadından hak ettiği, elde ettiği şey mülkiyyet değil, onun mübahlığını elde etmek, te'min etmektir. Başka âlimler ise şöyle demektedirler: "Allah, şehveti giderme ve çocuk doğurma gibi nikâhın temin ettiği menfaatleri, karı-koca arasında müşterek bir husus kabul etmiş, daha sonra da kocaya hanımına mihir vermesini emretmiştir ki, böylece bu, doğrudan doğruya Allah'tan bir bağış olmuş olur." c) Ebu Ubeyde şöyle demiştir: "Âyetteki (......) tabiri, "gönül hoşluğu ile.." demektir. Çünkü Arapça'da bu kelime, bir karşılık almaksızın bağışta bulunma manasına gelir. Nitekim, bir adamın oğluna malından birşeyler vermesi de bu kelimeyle ifâde edilir. Bir karşılık beklemeksizin verilen şey, ancak gönül hoşluğu ile verilir. Binaenaleyh Allahü teâlâ, kadınlardan birşey istemeksizin ve onlarla çekişmeksizin mihirlerini vermeyi emretmektedir. Çünkü davalaşma yoluyla alınan şeye, bağış (nihle) denilemez." Biz, "nihle" kelimesini "din" manasına alırsak, âyetteki bu kelimenin mansub olmasının iki izah şekli vardır: a) Kelime mef'ûlün lehtir. Buna göre âyetin manası, "O kadınlara mihirlerini, dinin bir hükmü olarak veriniz" şeklinde olur. b) Kelime, "mehirler" lâfzından haldir. Yani, "şer'î ve farz bir hüküm olması Allah'tan bir din olarak.." demektir. "Nihle" kelimesini bağış manasına alırsak, kelimenin mansub olmasını izah hususunda yine iki izah şekli söz konusudur: a) Kelime, masdar (mefûl-ü mutlak) olduğu için mansubtur. Çünkü "nihle" kelimesi de, "îtâ" kelimesi de vermek manasınadır. Buna göre sanki, "kadınlara, mehirlerini gönül hoşluğu ile veriniz" denmektedir. b) Kelime, hat olduğu için mansubtur. Kelimenin, hal sayılmasına göre de şu iki ihtimal bulunmaktadır: 1- Bu, âyetle kendilerine hitab olunan muhataplardan haldir. Yani, "Onlara mehirlerini, bağışlayan ve gönül hoşluğu ile veren kimseler olarak veriniz" demektir. 2- Bu, âyetteki ifâdesinden haldir. Yani, "gönül hoşluğu ile verilmiş bir bağış olarak mehirleri..." demektir. Halvet-i Sahiha Mehri Vacip Kılar mı? Ebu Hanife (r.h), halvet-i sahîhanın mehrin verilmesini vacip kıldığını söylemiştir. Şafiî (r.h) ise, bunun aksi görüştedir. Ebu Hanife, görüşünün doğruluğuna bu âyeti delil getirmiştir. Bu böyledir, çünkü bu âyet mutlak olarak (bir şarta bağlı olmaksızın) mihrin tastamam verilmesini gerektiriyor. Bir dokunma (cinsî münasebet) ve halvet-i sahiha bulunmadığı durumlarda, bu âyetle amel edilmemiştir. Fakat bu ikisinden biri bulunduğunda, âyetin muktezasına göre amel etmek (mehri vermek) gerekir. Bizim (Şafiî) âlimlerimiz, âyetin umûmî olduğunu, "Eğer, onlara bir mehir belirlemiş olduğunuz baldef kendileriyle cinsi münasebette bulunmadan o kadınları boşarsanız..." (Bakara, 237) âyetinin ise, bu durumdaki kadınlara sadece mihrin yarısının verileceğine delâlet ettiğini ve binâenaleyh hususi olduğunu; husûsî âyetin, umumî âyetten önce nazar-ı itibara alınacağını söylemişlerdir. Kadın Mehrinden Vazgeçip Kocasına Bağışlayabilir Cenâb-ı Allah'ın, "Bununla beraber ondan birazını gönül hoşluğu ile size bağışlamış olurlarsa, onu da içinize sine sine yeyin" buyruğuna gelince, bil ki Allahü Teâlâ erkeklere, kadınların mihirlerini vermeyi emredince, bunun peşinden kadının mehirden vazgeçip onu kocasına bağışlamasının caiz olduğunu da zikretmiştir. Bundan maksat, kadının gönül hoşluğu ile mehri terketmesi halinde dahi, erkeğin onun mehrini vermesi gerektiği zannına kapılmamasıdır. Âyette ilgili birkaç mesele vardır: (......) kelimesi, temyiz olması cihetiyle mansûbtur. Buna göre mâna ve takdir, "Eğer onların nefisleri, gönül hoşluğu ile sizin için mehrin bir kısmından vazgeçerse..." şeklinde olur. Ama âyet-i kerimede fiilin faili "nefisler..." kelimesi, bizzat fiilindeki nûn harfi olmuş, böylece de "nefs" kelimesi temyiz olarak getirilmiştir. Nitekim Araplar, "Sen, yüz cihetinden güzelsin" derler. Aslında güzel olmak fiilinin faiti yüz kelimesidir. Ama, güzel olmak işi yüzün sahibine nibet edilince (......) kelimesi, fiilden dolayı temyiz olarak ifâde edilmiştir. Bunun bir benzeri de, "Onunla gözüm aydın oldu" ve "Onun yüzünden göğsüm daraldı" denilmesidir. (Aslında bu cümlelerdeki failler, ve kelimeleridir.) Âyet-i kerimede (......) kelimesi müfred olarak getirilmiştir. Çünkü bundan maksad, fiilin konumunu beyân etmektir. Bu beyân ise, müfred kelimeyle de elde edilir. Bunun bir misâli de, "yirmi dirhem" ifadesidir (yani, denilmemiştir). Ferrâ, "Şayet kelimeler çoğul getirilmiş olsaydı daha doğru olurdu. Nitekim Cenâb-ı Hak, : "(Yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları size haber vereyim mi?" (Kehf. 103) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ondan" ifâdesindeki teb'îz için değil, tam aksine beyân içindir. Buna göre mana, "Mihir olan o cinsten herhangi bir şeyden..." demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O halde murdardan, putlardan kaçının" (Hacc. 30) buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü kadın mihrin hepsini gönül hoşluğu ile bağışlasa, kocasının o mihri tamamen alması helâldir. Bu ifâdenin zamirinin mercii, mihirter veya o şeydir. Bu tıpkı, 'Ve ki: "Size bundan, yani arzu ettiğiniz o şeylerden daha hayırlısını haber vereyim mi?" (Al-i İmran, 15) âyetinde olduğu gibidir. Rivayet olunduğuna göre Ru'be, cildi beyaz lekeler kaplamışcasına, onda beyaz, beyaz siyah karışımı taktadır" dediğinde ona, bu şiirdeki ifâdesindeki zamir eğer "hutût" lâfzına râci ise, yok"sevâd' ve "belak" kelimelerine râcî ise, demeliydin" denilince o, "Ben bu şekil ile, "Sanki şunun gibi..." demek istedim" demiştir. Burada yapılabilecek bir başka izah da şudur: Âyetteki "sadakat" kelimesi "sadak" (mihir) manasınadır. Çünkü sen "kadınlara, mihrini veriniz" desen, bununla da maksad ifâde edilmiş olur. Üçüncü bir izah da şudur: Zamirin müzekker olarak getirilmesinin faydast, zamiri o mihrin bir kısmına râci kılmaktır. Bunun gayesi ise, kadınları mihrin bir kısmını bağışlamaya teşviktir. Âyetin manası şu şekildedir: "Eğer onlar, onlarla geçimsizliğiniz veya huysuzluk yapmanız bunun sebebi olmaksızın, mihirlerinden bir kısmını gönül hoşluğu ile size bağışlarlarsa, onu yeyin ve harcayın." Âyette bu konuda bu yolun darlığına ve ihtiyatlı davranmanın gerektiğine dâir bir delil (işaret) vardır. Çünkü Cenâb-ı Allah, şartı gönül hoşluğunun olmasına bağlayarak, "gönül hoşluğu ile size bağışlamış olurlarsa.." buyurmuş, fakat "eğer size hibe eder ve cömert davranırlarsa.." dememiştir. Bu, burada o kadının bizzat kendisinin o bağışladığı şeyden gönül hoşluğu ile ayrıldığını bildirmedir. (......) ve (......) kelimeleri, "Yemek hoşuna gitti ve afiyetle yendi" tabirinden alınmış iki sıfattır. Bu, yemek boğazdan yağ gibi akıp, külfetsiz yendiğinde denilir. yiyenin hoşuna giden şey; (......) kelimesinin de, neticesinden memnun kalınan manasına olduğu söylenmiştir. Yine bunun, boğazdan kolayca akıp giden şey ve boğazdan midenin girişinekadar olan kısma (yemek borusuna), yemekler içinde kolayca akıp gittiği için, denildiği de söylenmiştir. Vahidî, dilcilerin bazısından (......) kelimesinin, uyuzu katran sürerek tedavi etmek manasına olan masdarına dayandığı görüşünü nakletmiştir ki buna göre bu kelime, uyuzdan şifâ bulma manasınadır. Müfessirler, âyetin manasının "Onlar, mihirlerini kocalarına gönül hoşluğu içerisinde hibe edip bağışladıklarında, kocalarına bundan dolayı, dünyada da âhirette de bir soruşturma ve kovuşturma (mesuliyet) yoktur" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Özet olarak diyebiliriz ki bu ifâde, helâl kılmak, mubah oluşu ve o hususta herhangi bir mesuliyetin olmadığını iyice belirtmekten ibarettir. Âyetteki kelimeleri mahzuf bir mef'ûl-ü mutlakın sıfatıdırlar. Yani bu, "O bağışlananı kemâl-i afiyetle yiyin" takdirindedir. Yahut da bunlar, "Onu yeyiniz" ifâdesindeki "onu" zamirinden haldir ve takdiri, "O, afiyet olduğu halde, onu yeyiniz" şeklindedir. Bazan âyetteki (......) kelimesinin sonunda vakıf yapılıp (durulup), daha sonra ifadeleriyle, bir duâ veya sanki denilmiş gibi, mefûlü mutlak yerine geçen iki sıfat olarak başlanılır. Nisa 4 Âyetinin İhtiva Etliği Fıkhi Ahkâm Bu âyet pek çok hükme delâlet eder: a) Mihır, kadının hakkıdır. Kadının velisinin bunda bir hakkı yoktur. b) Kadın, mihrini bocasına bağışlayabilir, kocası da bunu kabul edebilir. Çünkü âyetteki "Onu da içinize sine sine yeyin" ifâdesi, her iki manaya da delâlet etmektedir. c) Kadın, mihrini eline almadan ("kabz"dan) önce de bağışlayabilir. Çünkü Allahü teâlâ, iki durumu birbirinden ayırdetmemiştir Burada şöyle bir mesele vardır: Hak teâlâ'nın, "Onu da içinize sine sine yeyin" emri, mihrin bir mal (ayn) olması durumunu içine alır. Ama mihrin bir borç olması haline şamil değildir. Çünkü zimmette (uhdesinde borcu) olan şey için "Onu da içinize sine sine yeyin" denilemez. Bu meseleye karşı biz deriz ki: Âyetteki "Onu da içinize sine sine yeyin" buyruğundan maksad, bizzat yemek değil, aksine bu hususta tasarrufta bulunmanın mubah oluşudur. Âyette bizzat "yeyin" lafzı zikredilmiştir. Çünkü mal elde etmenin en büyük gayesi, yeyip içmektir. Bunun bir benzeri de, "Gerçekten yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler..." (Nisa, 10) ve "Aranızda mallarınızı haksız yollarla yemeyin" (Bakara, 188) âyetleridir. Mihrînî Hibe Eden Kadın Hibesinden Rûcû Edebilir Âlimlerden bazıları, "Kadın mihrini önce bağışlar, sonra da onu geri isterse, onun bunu gönül hoşluğu ile bağışlamadığı anlaşılmış olur" demişlerdir. Şâ'bî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Bir kadın, kocasılle beraber, kocasına bağışlamış olduğu şeyi geriye istediği için Kadı Şureyh'e başvurmuşlar. Kadı Şureyh kocaya "Onu kadına geri ver" hükmünü verince, adam "Allahü teâlâ, "Birazını gönül hoşluğu ile size bağışlamış olurlarsa..." buyurmamış mıdır?" dedi. Bunun üzerine Kadı, "Eğer kadın bunu gönül hoşluğu ile bağışlamış olsaydı, bundan caymazdı" demiştir. Yine Kâdı'nın "Ben, kadının hîbe edişini bozuyorum, erkeklerin hîbe edişini bozmuyorum. Çünkü kadınlar aldatılırlar" dediği de rivayet edilmiştir. Anlatıldığına göre, Ebu Mu'ayt soyundan bir adama hanımı, mihri olan bir dinarı bağışlar. Bir ay sonra adam, onu boşar. Bunun üzerine kadın onu Halife Abdulmelik İbn Mervân'a şikayet eder. Adam da, "O, bana bu mihri gönül rızasıyla bağışlamıştı" der. Abdulmelik, "Âyette bu ifâdeden daha sonra, "Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, öbürüne yüklerle (mehir) vermiş olsanız biler içinden hiçbirşey almayın" (Nisa, 20) âyeti gelmektedir, ona mihrini geri ver" der. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in, kadılarına (hâkimlerine) şu şekilde mektup yazdığı rivayet edilmiştir: "Kadınlar bir arzu ve bir korkusundan dolayı mihirlerini bağışlarlar. Hangi kadın mihrini bağışlar, sonra da bundan vazgeçmek isterse, bu onun hakkıdır." Allah en iyisini bilir. Üçüncü Hüküm: Sefihlere Mallarında Tasarruf Yetkisi Vermeyin 5"Allah'ın sizi başına diktiği mallarınızı beyinsizlere vermeyin. Kendilerine, bunlardan yedirin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin". Bil ki bu, bu sûrede zikredilen hükümlerin üçüncü çeşididir. Bil ki bu âyetin, önceki âyetlerle ilgisi şu şekildedir: Sanki Cenâb-ı Hak şöyle demektedir: "Ben, yetimlere mallarını, kadınlara da mihirlerini vermenizi emrettim. Bunu, onlar âkil baliğ, ve mallarını koruyabilecek bir halde oldukları zaman size emrediyorum. Fakat onlar akıllı veya bâtiğ olmazlarsa, veyahut da âkil-baliğ olduktan halde, müsrif bir sefih olurlarsa, onlara bu halleri zail oluncaya kadar mallarını vermeyip, elinizde tutunuz. Bütün bunlardan maksad ise, zayıf ve âciz kimselerin mallarını koruma hususundaki ihtiyattır." Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Âyetin izahı hakkında iki görüş vardır: Birinci görüş: Bu âyet, velilere bir hitaptır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ey veliler, velayetiniz altında bulunan ve sefîh olan kimselere mallarını vermeyiniz" demiştir. Bunun velilere bir hitap olduğunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın "Kendilerine, bunlardan yedirin, giydirin" ifadesidir. Yine bu görüşe göre, bizim de izah ettiğimiz gibi, âyetin kendisinden öncesiyle ilgisi yerinde ve güzel olur. Buna göre şayet, "Bu izaha göre, "sefihlere mallarını vermeyiniz" denilmesi gerekirdi. O halde ne diye "mallarınızı vermeyiniz" denilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun cevabı konusunda şu iki açıktama yapılmıştır: a) Allahü Teâlâ. malı onlara (velilere), mâlik oldukları için değil, sadece onda tasarrufta bulunabilmeleri itibariyle nisbet etmiştir. Nisbetin yerinde ve güzel olabilmesi için, en ufak bir sebebin bulunması kâfidir. b) Böyle bir nisbet, nev' birliği, şahıs birliği yerine konulmak suretiyle yerinde ve güzel olmuştur. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki..." (Tevbe, 128): "O halde sağ ellerinizin mâlik olduğu mü'min cariyelerinizden..." (Nisa. 25);".... Nefislerinizi öldürün.." (Bakara, 54) ve "Sonra sizler, yine onlarsınız ki kendilerinizi öldürüyorsunuz..." (Bakara, 85) ifâdeleridir. Onlardan hiç kimsenin kendini öldürmediği malumdur; onlar ancak birbirlerini öldürmüşlerdir. Binâenaleyh hepsi aynı türden olmuşlardır. İşte burada da böyledir; çünkü mal, insan türünün kendisinden faydalanıp kendisine muhtaç olduğu bir şeydir. İşte bu tür birliğinden dolayı, sefihlerin mallarının, velîlerine nisbet edilmesi yerinde ve uygundur. İkinci görüş: Bu âyet, babalara hitaptır. Böylece Cenâb-ı Hak o babaları, çocukları sefih olup, kendi başlarına mallarını koruyamayarak onu ıslâh edemeyince, mallarının tamamını veya bir kısmını onlara vermeyi nehyetmiştir. Çünkü böylesi durumda malları onlara vermede tfsâd söz konusudur. Bu izaha göre, malların onlara (babalara) nisbet edilmesi, mecazî manada değil, hakîki manada olmuş olur. Bu görüşe göre âyetten kastedilen, zayi etmeme ve tüketmeme hususunda, matı korumaya ve çalışıp çabalamaya teşvik etmektir. Bu da, onların bütün mallarını yememeleri ve tüketmemeleri gerektiğine delâlet etmektedir. Kişi ölümün yaklaştığını hissedince, vereseleri için, malını muhafaza edecek bir güvenilir, emîn kişiye malını vasiyyet etmesi gerekir. Biz, iki sebepten dolayı birinci görüşün daha müreccah olduğunu söylüyoruz: a) Nehyin zahirinin "tahrim" ifâde etmesi, bu tercihin delillerinden birisidir. Ümmet-i Muhammed, bir kimsenin malından istediği kadarını küçük çocukları ile kadınlarına hibe etmesinin haram olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Yine ümmet-i Muhammed, velînin, sefihlere mallarını vermesinin haram olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Durum böyle olunca, âyeti ikinci görüşe değit, birinci görüşe hamletmek vacip olur. Allah en iyi bilendir. b) Allahü Teâlâ âyetin sonunda, "Ve onlara güzel söz söyleyin" buyurmuştur. Böyle bir vasiyyetin yetimlere yapılmasının daha uygun Hüçeceğinde şüphe yoktur. Çünkü kişi, tabiatının muktezası olarak, çocuklarına haliyle müşfiktir. Bınaenaleyh, onlara ancak maruf ve güzel olan şeyleri söyler. Böyle bir vasiyyete ancak, yabancı yetimler için gerek duyulur. Ayeti her iki görüşe hamletmek de imkânsız değildir. Kadî, buna hamletmenin uzak bir ihtimal olduğunu, çünkü bunun "Mallarınız" ifâdesini aynı anda hem hakîkî, hem de mecazî manaya hamletmeyi gerektireceğini söylemiştir. Kadî'nin bu görüşüne, "Hak teâlâ'nın "mallarınızı..." sözü, o malların onlara, tasarrufu mümkin kılacak bir tahsisle tahsis olmasını ifâde etmektedir. Sonra bu tahsis, hem kendisinin mülkü olan mallarda, hem de yetim çocuğun mülkü olan malda söz konusudur. Ancak ne var ki velînin, çocuğun malında tasarruf etmesi gerekir. İşte böyle bir farklılık, Cenâb-ı Hakk'ın "mallarınızı..." sözünden anlaşılan mefhumun dışına çıkan bir mefhûmda bulunmaktadır. Durum böyle olunca, bu lâfzı, -lâfzın her ikisi arasında müşterek bir manayı ifâde etmiş olması bakımından- hem hakîkî, hem de mecazî manaya hamletmenin uzak bir ihtimal olmadığım" söyleyerek cevap vermek mümkündür. Âlimler, âyet-i kerimedeki süfeha (beyinsizler) tabiriyle neyin murad edildiği hakkında şu görüşleri zikretmişlerdir: a) Mücahid ile Ceveybir'in Dahhak'tan rivayetine göre, buradaki "süfehâ" kelimesinin ister karılar, ister anneler, isterse kızlar olsun, kadınlardır. Bu, İbn Ömer'in mezhebidir. Bunun böyle olduğuna Ebu Umâme'nin Hazret-i Peygamber'den rivayet etmiş olduğu şu hadis de delâlet etmektedir: "İyi biliniz ki, ateş ancak sefihler için yaratılmıştır." Hazret-i Peygamber bunu üç kere söyleyip (O, sonra şöyle devam etti): 'İyi biliniz ki sefihler, kocasına itaat eden kadın hariç kadınlardır." Buna göre eğer, "Sefîhlerden murad kadınlar olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, (garib, yabancı, el) kelimesinin çoğulu ve geldiği gibi; (......) kelimesinin çoğulu olarak da veya demesi gerekirdi" denilirse, Zeccâc bu soruya, (fakir kadın) kelimesinin çoğulunun (fakirler) şeklinde gelmesi caiz olduğu gibi, (......) kelimesinin çoğulunun da şeklinde gelmesi caizdir" diyerek cevap vermiştir. b) Zührî ve İbn Zeyd, buradaki sûfehâ kelimesiyle, çocukların sefîh olanlarının, kastedildiğini ve "Senin geçimini temin eden malını sefih çocuğuna verme. Zira o o malı ifsâd eder" dendiğini söylemişlerdir. c) İbn Abbas, Hasan el-Basrî, Katâde ve Said İbn Cübeyr'in görüşüne göre, âyette geçen süfehâ lafzından, hem kadınlar hem de çocuklar kastedilmiştir. Bunlar şöyle demektedirler: "Bir kimse hem hanımının, hem de çocuğunun sefîh ve ifsadçı olduğunu anlarsa, onlardan hiçbirini malına hükümran kılması uygun düşmez. Çünkü onlar, bu malı ifsâd ederler, yok ederler." d)Âyetteki süfehâ kelimesinden murad, malı muhafaza edecek kadar aklı ve izanı olmayan herkestir. Böylece bu lâfzın muhtevasına kadınlar, çocuklar, yetimler ve böyle olan herkes dahil olmaktadır. Bu görüş daha uygundur; çünkü delil olmaksızın tahsis etmek caiz olmaz. Biz Bakara sûresinde sefîhliğin, akıl yetmezliği olduğunu söylemiştik. İşte bundan dolayı fâsık kimseye de sefih denilmiştir, çünkü onun ilim ehli ve dindar kimseler nezdinde bir ağırlığı ve saygınlığı yoktur. Aklı noksan olan kimse de, aklının yetmezliğinden dolayı işte sefih diye adlandırılmıştır. Bu kimseler hakkında kullanılan sefîhlik, zem ve kınama ifâde eden bir sıfat değildir. Bu, Allahü Teâlâ'ya isyan manasını ifâde etmez. Onlar, sadece akıllarının azlığı, malı muhafaza etme hususunda temyiz kabiliyetlerinin yetersizliğinden dolayı "sefih" diye adlandırılmışlardır. Malın Ehemmiyeti Neden İleri Gelir? Allahü teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'in pekçok yerinde mükelleflere, mallarını muhafaza etmelerini emretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İsraf ile saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleri olmuşlardır" (isrâ. 26-27) ve "Elini boynuna bağlı olarak asma. Onu, tamamiyle açma.. (Ne çok eli açık, ne de eli sıkı olma). Sonra kınanmış ve pişman bir halde oturup kalırsın" (isra.29) ve "Onlar ki harcadıktan zaman ne israf, ne de eti sıkılık yapmazlar.." (Furkan, 67) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, müdâyene âyetinde de (Bakara. 282-263) malı muhafaza etmeye teşvik etmiştir. Çünkü bu âyetlerde borcu yazmayı, akde şahidler tutmayı, (sefer esnasında da) rehin almayı emretmiştir. Akıl da bunu teyid etmektedir. Çünkü insanın, gönlü müsterih ve hoş olmadığı sürece, dünya ve âhiret menfaatlerini elde etmesi mümkün değildir. İnsanın gönlü de ancak mal vasıtasıyla hoş ve müsterih olabilir. Çünkü menfaatleri temin, zararları savuşturmak ancak mal sayesinde mümkün olabilir. Binaenaleyh, kim bu maksatla dünyayı talep ederse, dünya o kimse hakkında, âhiret saadetini kazanmaya yardım eden vesilelerin en büyüğü olmuş olur. Ama kim de o dünyanın bizzat kendisini, onu isterse, o zaman dünya, âhiret mutluluğunu elde etmekten uzaklaştıran sebeplerin en büyüklerinden olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizi başına diktigi..." tabirinin manası, "sizin geçiminiz ve hayatınızı sürdürmeniz, ancak bu mal ile mümkün olabilir" şeklindedir. Binaenaleyh mal, ayakta durabilmenin ve müstakil olarak yaşayabilmenin sebebi olunca, Cenâb-ı Hak onu, mübalağa yoluyla, "müsebbeb" (netice)'in ismini "sebeb"e ıtlak ederek diye adlandırmıştır. Yani "Bu mal, sizin ayakta durabilmenizin ve hayatınızı sürdürebilmenizin bizzat kendisidir" demektir. Nafi ve İbn Amir, bu ifâdeyi (......) şeklinde okumuşlardır. Bazan denilmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Dimdik ayakta duran bir dine, İbrahim'in dinine." (Enam. 161) buyurmuştur. Abdullah İbn Ömer ise, vâv ile olmak üzere (......) şeklinde okumuştur. ifâdesinin anlamı ise, "Kendisiyle ayakta durulan şey" demektir. Bu, senin kendisiyle mâlik olunulan şeye, demen gibidir. İsraf Edenin Hacrolunup Olunmayacağı Şafii (r.h), bulûğa eren bir kimse, malını saçıp savurup onu. ıfsad ettiğinde, o kimsenin hacr altına alınabileceğini; Ebu Hanife (r.h) ise, bu kimsenin hacr" altına alınamayacağını" söylemişlerdir. Şafiî'nin delili şudur: Bu kimse sefihtir. Sefihin de hacr altına alınması gerekir. Biz onun sefih olduğunu söyledik; çünkü Arapçada sefih, "ağırlığı az olan kimse" demektir. Malını gereksiz yere saçıp savurarak onu telef eden kimsenin, insanların kalbinde bir ağırlığı.yeri ve saygınlığı yoktur. Böylece o kimse, insanlara göre ağırlığı olmayan bir kimse olmuştur. Binâenaleyh, o kimsenin sefih diye adlandırılması gerekir. Bu sabit olunca böyle bir kimsenin Cenâb-ı Hakk'ın, "Mallarınızı beyinsizlere (sefihlere) vermeyin..." âyetinin muhtevasına girmesi gerekir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Kendilerine bunlardan yedilin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, sefihe mal vermeyi yasaklayınca, bundan sonra şu üç şeyi anlatmıştır: a) Cenâb-ı Hakk'ın, emridir. Bunun manası, "Onlara harcayın, infâk edin" demektir. Kulların rızık vermesinin manası, vazifeli kimsenin, vakti gelince rızık ile alâkalı vazifede bulunmasıdır. Nitekim, denilir. Yani, bu fiili onlara icra etti, uyguladı demektir. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerimede velilere sefihlerin mallarının "bir kısmım" onlara rızık olarak vermelerini buyurmamış, yani demeyip buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak onlara, sefihlerin mallarında ticaret yapmak ve onları verimli hale getirmek; böylece de onların rızıklarını asıl maldan, sermayeden değil, kârdan temin etmeleri suretiyle, mallarını geçimlerine vesile kılmalarını mretmiştir. b) Cenâb-ı Hakk'ın, Onları giydirin..."buyruğudur. Bundan maksad açıktır c) Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve onlara güzel söz söyleyin ' buyruğudur. Allahü Teâlâ bunu emretmiştir, çünkü güzel söz kalplere tesir eder, böylece de sefîhliğin (manevi ezikliğini) izâle etmiştir. Ama güzel olmayan söz ise, sefihin bu halini ve eksikliğini fazlalaştırır. Müfessirler, buradaki "güzel söz"ün ne demek olduğu hususunda, şu açıklamaları yapmışlardır: a) Ibn Cüreyc ve Mücahid, bunun iyilik yapmak ve ziyarette bulunmak gibi, güzel va'ad olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbas da, bunun, bir kimsenin "Şu ticaret yolculuğunda kar elde edersem, lâyık olduğun her şeyi sana yaparım; eğer savaşlarda ganimet elde edersen, sana (da) veririm..." demesi gibi olduğunu söylemiştir. b) İbn Zeyd, bunun duâ olduğunu söylemiştir. Meselâ bir kimsenin, "Allah bize ve sana afiyet versin! Allah, senin hakkında bunu mübarek kılsın.." demesi gibi... Netice olarak, söz ve amele dair, gönüllerin kendisinde huzur bulup sevdiği, muhabbet duyduğu her şey "iyi"; gönüllerin hoşlanmadığı, yadırgadığı ve nefret ettiği her şey de, "münker- kötü, çirkin"dir. c) Zeccac şöyle demektedir: "Bu tabirin manası, "Onları yedirmeniz ve giydirmenizin yanısıra onlara ilim ve amele taalluk eden dinî hususları da öğretin" şeklindedir." d) Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "İyi söz, kendisine velayet edilen çocuk olursa, velînin ona, malın onun kendi malı olduğunu, kendisinin o malın sadece bekçiliğini yaptığını, yetimin çocukluk devresi bitince malını ona vereceğini o yetime anlatmasıdır. Bunun bir benzeri de, "O halde yetime gelince, (onu sakın) hırpalama" (Duhâ, 9) âyetidir. Bu, "Köleye yaptığın gibi, o yetime de ezici muamelede bulunma" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Şayet Rabb'inden umduğun rahmeti arayarak onlardan sarf-ı nazar edersen, kendilerine yumuşak söz söyle!" (isrâ. 28) âyeti de böyledir. Eğer kendisine velayet edilen kimse sefih olursa, veli ona va'z-ü nasihatta bulunup, onu namaza teşvik eder; malını saçıp savurmadan israftan men eder, ve ona malı saçıp savurmanın neticesinin fakirlik ve halktan dilenme olduğunu anlatır, ve benzeri şeyler söyler. İşte bu izah, naklettiğimiz diğer izahlardan daha güzeldir. Yetimlere Mallarının Teslim Edileceği Çağ 6"Yetimleri, nikah (çağma) erdikleri zamana kadar, (gözetip) deneyin. O vakit kendilerinde bir akıl ve salah gördünüz mü mallarını onlara teslim edin. Büyüyecekler diye bunları israf ile tez elden yemeyin. Kim zengin iser kaçınsın (o mala tenezzül etmesin). Kim de fakir ise, örfe göre (ondan biraz) yesin. Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz vakit karşılarında şâhid bulundurun. Hesap sorvcü olarak Allah yeter". Bil ki Allahü teâlâ daha önce, "Yetimlere mallarını veriniz" diye, yetimlere mallarını vermeyi emredince, bu âyetle de, onlara mallarının ne zaman verileceğini beyân buyurmuş, bu âyeti zikretmiş ve bu âyette, onlara mallarını vermeyi şu iki şarta bağlamıştır: a) Nikah çağına ermeleri... b) Kendilerinde bir akıt ve salah (iyi hal) görülmesi... Yetimlerde, mallarının kendilerine verilebilmesi için mutlaka bu iki sıfatın bulunması gerekir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Ebu Hanife (r.h) şöyle demiştir: "Akıllı ve temyiz (iyiyi kötüden ayırma) gücü bulunan çocuğun, velisinin izni ile yapacağı tasarrufları sahihtir." İmam Şafiî (r.h), bunun sahîh olmadığını söylemiştir. Ebu Hanife, görüşüne bu âyeti delil getirmiştir. Çünkü, "Yetimleri, nikah (çağına) erdikleri zamana kadar, (gözetip) deneyin" âyeti, bu denemenin ancak buluğ çağından önce olmasını gerektirir. Bu deneme ve imtihandan murad, o yetimin alış-verişe uygun bir tasarruf halinin olup olmadığını denemektir. Bu deneme ise ona, alış-veriş hususunda müsaade edildiği zaman mümkün olur. Bu şey, bizzat bir deneme olmasa bile, içinden istisna yapılabilmesinin de delâlet ettiği gibi, denemenin içindedir. Mesela "Alış-veriş müstesna, yetimleri deneyiniz" denilebilir. İstisnanın hükmü ise, istisna bulunmadığı zaman, müstesnanın hükmüne girecek şeyleri, hükmün dışında bırakmaktır. Binâenaleyh âyetteki "Yetimleri., deneyin" ifâdesinin, velilere, buluğ çağına gelmeden önce o yetimlere alış-veriş hususunda müsâade etmelerine dair bir emir olur ki, bu da onların tasarruflarının (alış-verişlerinin) sahih sayılmasını gerektirir. Şafiî (r.h), Ebu Hanife (r.h)'nin görüşüne şöyle diyerek cevap vermiştir: "Hak teâlâ'nın, "Yetimleri., deneyin" emrinden murad, yetimlere, küçük iken alış-veriş (tasarruf) izninin verilmesi değildir. Bunun delili, bu ifâdeden sonra, "O vakit kendilerinde bir akıl ve salah (iyi hal) gördünüz mü, mallarını kendilerine teslim edin" buyurulmuş olmasıdır. Cenâb-ı Allah, onlara mallarını, ancak bulûğa ermelerinden ve kendilerinde bir rüşd görülmesinden sonra verilmesini emretmiştir. Bu âyetin gereği olarak, yetimlere küçükken mallarını vermenin caiz olmadığı sabit olunca, küçük iken tasarruflarının da caiz olmaması gerekir. Çünkü bu iki durum arasında bir fark bulunduğunu hiç kimse söylememektedir. Binaenaleyh, anlattığımız gibi, bu âyetin Şafiî'nin görüşüne delil olduğu sabit olmuş olur. Hanefilerin delil olarak ileri sürdükleri şeyin cevabı şudur: Âyette bahsedilen denemeden maksad, o yetimin, iyiyi kötüyü birbirinden ayırdetmede bir anlayışının ve gücünün olup olmadığı hususunda aklını denemek ve durumunu iyice ortaya çıkarmaktır. Bu da velinin, çocuğun yanında alıp-satması, sonra da çocuktan bu alış-verişin durumunu, kârlı mı zararlı mı olduğunu açıklamasını istemesidir. Şüphe yok ki, bu kadarcık birşeyle de deneme ve imtihan gerçekleşmiş olur. Yine farzet ki biz o velinin, alıp-satması için o yetime birşeyler verebileceğini kabul ediyoruz. Fakat niçin bu kadar bir şeyin de onun alış-verişinin doğruluğuna delâlet ettiğini söylüyorsun? Aksine o kimse alış-veriş yapıp, bununla aklı denendiğinde, veli onun alış-verişini tamamlar. İşte bu da muhtemeldir. Allah en iyisini bilendir. Mükellefiyet Buluğla Başlar, Buluğun Alametleri "Nikah çağına ermek"ten maksad, "Sizden olan çocuklar bulûğ çağına ulaştığı zaman..." (Nûr. 59) âyetinde zikredilen ihtilâm çağıdır ki, bu bütün fakîhlere göre, mevcut olduğunda sahibine sorumluluk terettüb eden, hadlerin (cezaların) ve hükümlerin gerekli olduğu erkeklik çağına ulaşmaktan ibarettir. Âyette "ihtilâm", "nikah çağına ermek" diye ifâde edilmiştir. Çünkü "ihtilâm", cinsî münasebette atma suretiyle çıkan suyun (meninin) inmesidir. Bil ki bulûğa ermiş olmanın beş alameti vardır. Bunların üçü, kadın ve erkek arasında müşterektir. Bu üçü ihtilâm, belli bir yaşa gelme ve kasıklarda sert kılların bitmesidir. Bunların ikisi ise sadece kadınlara ait olup, hayız ve hâmile olabilmedir. Rüşd (Aklın Emesi) Ne Demektir? buyruğundaki "înâs" ile "rüşd"ün ne demek olduğunu mutlaka açıklamak gerekir. Buradaki (......) kelimesi "anladınız" demektir. Bunun, "gördünüz" manasında olduğu da söylenmiştir. Arapça'da "înâs" kelimesinin asıl manası, "gözle görmek"tir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Tur dağı tarafında bir ateş gördü" (Kasas. 29) âyeti de böyledir. "Rüşd" kelimesine gelince, bunun, onun malının salaht (iyiliği) ile ilgili olmayan bir rüşd olmadığı malumdur. Aksine bununla şunun murad edilmiş olması gerekir: O da, o yetimin malının kıymetini bildiğinin, kendisinden bir israfın sâdır olmayacağının ve başkasının onu aldatamayacağının bilinmesidir. Sonra âlimler, buna dinî bakımdan olan iyi hâlin (salâhın) ilâve edilip edilmeyeceği konusunda ihtilaf etmişlerdir. İmam Şafiî (r.h)'ye göre, bu da gerekir. Ebu Hanife (r.h)'ye göre ise, dini bakımdan salah'a, bunda itibar edilmez. Birinci görüş daha evladır ve ona bir çok şey delâlet etmektedir: a) Lügatciler, "Rüşd, hayrı elde etmek, (bulmaktır)" demişlerdir. Dinî bakımdan müfsid olan ise, hayrı bulmuş olmaz. b) "Rüşd" kelimesi, "ğayy" kelimesinin zıddıdır. Cenâb-ı Hak, "Hakikat rüşd ile gayy apaçık meydana çıkmıştır" (Bakara, 256) buyurmuştur. Gayy, dalâlet ve fesâd manasınadır. Hak teâlâ, "Adem, Rabbine karşı geldi ve şaşıp kaldı (saptı)." (Tâ-ha, 121) buyurmuş, âsî olanı "ğavî" (sapan) diye ifâde etmiştir. Bu, rüşdün ancak dinde sâlih (iyi) olma ile gerçekleşeceğine delâlet eder. c) Cenâb-ı Allah, "Firavun'un işi reşid değildi" (Hud, 97) demiş ve Firavun'un rüşd sahibi olmadığını göstermiştir. Çünkü o, dinî bakımdan iyi olan şeyleri gözetmezdi. En iyisini Allah bilir. Bunu anladığın zaman biz deriz ki: Bu ihtilâfın özü şudur: İmam Şafiî (r.h), fasıka (günahkâra) "hacr" uygulanacağı görüşündedir, Ebu Hanife (r.h) ise bu görüşte değildir. Âlimler, kişi reşîd olmadan bulûğa erdiğinde, kendisine malının verilemiyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra Ebu Hanife'ye göre, o yirmibeş yaşına varıncaya kadar malı kendisine verilmez. Bu yaşa gelince, o ne olursa olsun ona malı verilir. Ebu Hanife şundan dolayı bu yaşı nazar-ı itibara almıştır: Ona göre erkeğin bulûğ çağı onsekiz yaşıdır. Bu yaşa Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Yedi yaşma geldiklerinde çocuklara, namaz kılmalarını emredin" Benzeri bir hadis için bkz: Tirmizî, Salât, 299 (2/259). hadis-i şerifinden ötürü, insanın hallerinin değişmesinde (dönüm noktası) olan bu yedi yaş da, bu onsekize ilâve edilince, yirmibeş yaşında insanın hallerinin değişebilene çağı tamamlanmış olur. Bu durumda da, ister rüşdü görülsün ister görülmesin malı o yetime teslim edilir. Şafiî (r.h) ise, rüşdü görülmediği müddetçe o kimseye kesinlikle malının verilmeyeceği görüşündedir. Bu aynı zamanda İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed (r.h)'in de görüşüdür. Ebu Bekir er-Râzi, bu âyeti Ebu Hanife'nin tahine delil getirerek şöyle demektedir: "Rüşd, mücmel olarak akıl manasına gelir. Allah bu lafzı nekire olarak getirip, bir miktar da olsa bir rüşdü varsa, aklı bir miktar eriyorsa onunla yetinmiş, rüşdün diğer şartlarını aramamıştır. Binaenaleyh âyetin zahiri, akıl ouıununca, âyetteki rüşd şartının da bulunacağını gösterir. Böylece de malının ona verilebilmesi gerekir. Fakat yirmibeş yaşın altında olanlar için, âyet-i kerime ile amel olunmamıştır. Yirmibeş yaşın üstündekiler hakkında, âyetin ifâde ettiği hükme göre amel etmek gerekir." Ebu Bekir er-Râzî'nin (el-Cessâs'ın) bu görüşüne şu şekilde cevap verilir: Hak teâlâ, "Yetimleri ... deneyin" buyurmuştur. Bundan muradın, onları mallarını korumadaki faydalarla ilgili hususlarda deneme olduğunda şüphe yoktur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O vakit kendilerine, bir rüşd (bir akıl ve iyi hal) gördünüz mü, mallarını onlara teslim edin" buyurmuştur. Bu emirden muradın, "Eğer siz onlarda, mallarını koruma ve faydalarını anlama hususunda bir rüşd görürseniz" şeklinde olması gerekir. Çünkü âyetten bu mana kastedilmemiş olursa, nazım (sıra) bozulur ve âyetin parçalarının birbiriyle ilgisi kalmaz. Bu sabit olunca, âyette muteber olan şartın malın faydalarını gözetme hususundaki rüşdün mevcudiyeti olduğunu anlamış oluruz. Böylece de, Ebu Bekir er-Râzî'nin istidlali düşer. Hatta bu âyet onun aleyhine bir delil olur. Çünkü o, malın faydalarını gözetmeyi, o malın yetime verebilmesinin bir şartı saymıştır. Yirmibeş yaşından sonra da bu şart bulunmayınca, malın ona verilmesinin caiz olmaması gerekir. Kıyâs-ı celî de, bu nass (âyet) ile istidlali kuvvetlendirir. Çünkü çocuk, malın nasıl korunacağına ve ondan nasıl istifâde edileceğine götüren bir akildan mahrum olduğundan, malı ona verilmemiştir. Bu hal, genç ve ihtiyar kimsede de bulununca, o da bir çocuk hükmünde olmuş olur. Böylece de, "Böylesi bir insan yirmibeş yaşına geldiğinde rüşdü (aklı ve salâhı) görülmese bile, malı kendisine verilir" diyenlerin görüşlerinin bir izah yolunun olmadığı sabit olmuş olur. Kişi reşîd olarak bulûğa erer, sonra durumu değişir sefîh olursa, Şafiî'ye göre bu kimseye "hacr" konulur (tasarruf yetkisi elinden alınır); Ebu Hanife'ye göre ise "hacr" konulmaz. Bu mesele, (Nisa. 5) âyetinin tefsirinde geçmiştir. Kıyas-ı celî de buna delâlet eder. Çünkü bu âyet, kişi reşîd olmadan bulûğa erdiğinde, malının kendisine verilemiyeceğine delâlet etmektedir. O kimseye malı, ancak mal zayi olmasın, ihtiyaç duyacağı bir gün için korunmuş olarak kalsın diye verilmemiştir. Bu durum, sonradan olan sefîhlikte de mevcuttur. Binâenaleyh ona da itibar edilmesi gerekir. Allah en iyisini bilendir. Keşşaf sahibi, âyetteki "rüşd" kelimesinin nekire olarak getirilmesinin faydasının, nazar-ı dikkate alınan şeyin, tasarruf ve ticaretteki rüşd olduğuna veyahut da tam bir rüşd hali gözetilmesin diye, bir tür rüşdün bulunup, onun izlerinin görünmesine İtibar edileceğine dikkat çekmektir. Keşşaf sahibi, İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'un, "hissettiniz' manasında, kelimeyi (......) şeklinde okuduğunu ve bir şâirin de "Kadınlar onu farkettiler; ancak ona, büyüklenerek ve kibirlenerek, gözlerinin ucuyla bakıyorlar" dediğini söylemiştir. Rüşd kelimesi iki fetha ile ve iki zamme ile ve şekillerinde de okunmuştur. Sonra Cenâb-ı Allah, "Mallarını onlara teslim edin" demiştir. Bundan murad, bulûğ ve rüşde ermenin görülmesi demek olan o iki şart tahakkuk ettiğinde onlara mallarının verilmesinin gerektiğidir. Allahü teâlâ, bu iki şartın yanısıra aklın kemâlini (tam olmasını) zikretmemiştir. Çünkü rüşde ermenin anlaşılması ancak akıllı olduğunu görmekle olur. Zira rüşd, akıldan daha fazla olan bir haldir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Büyüyecekler diye, bunları israf ile tez elden yemeyin" buyurmuştur. Bu, "Onlar büyüyecekler diye, müsrifler ve tez elden yiyenler olarak..." veyahut da "büyüyecekler diye, israf etmeniz ve tez elden yemeniz için..." manasınadır. Yani sizler, o malları harcama hususunda ifrata varıyor ve "Biz, yetimler büyüyüp de o malları elimizden çekip almazdan önce, istediğimiz gibi onu harcarız" dersiniz. Sonra Allahü teâlâ, durumu yetimlere vasî (veli) olanın zengin ve fakir oluşuna göre ayırarak, "Kim zengin ise, kaçınsın (o mala tenezzül) etmesin" buyurmuştur. Vahidî (r.h): "Birisi birşeyden kaçınıp onu bıraktığında, denilir" demiştir. Keşşaf sahibi, fiili, fiilinden daha beliğdir. Sanki Cenâb-ı Hak, bunu kullanmakla daha ileri derecede bir kaçınmayı emretmiştir" demiştir. Fakir Olan Vasî, Yetim Malından Makul Bir Tarzda Faydalanabilir Sonra Cenâb-ı Hak, "Kim de fakir olursa, örfe göre (ondan biraz) yesin" buyurmuştur. Âlimler vasî'nin, yetimin malından istifâde edip edemeyeceği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bu hususta şu görüşler vardır: 1- "Vasî, yetimin malından ihtiyacı nisbetinde ve onun için yaptığı işin ücreti kadar alabilir." Bu görüşte olanlar görüşlerine birçok delil getirmişlerdir: a) Ayetteki "Bunları israf ile tez elden yemeyin" cümlesi, yetimin vasisinin ihtiyacı nisbetinde o maldan yiyebileceğini ihsâs ettirmektedir. b) Allahü teâlâ, "Kim zengin ise, kaçınsın, (o mala tenezzül etmesin). Kim de fakir ise, örfe göre (ondan biraz) yesin" buyurmuştur. Binâenaleyh âyetteki "Kim zengin İse, kaçınsın, (o mala tenezzül etmesin)" cülmesinden maksad, zengin olan vasîyi kendine âit maldan nehyetmek olmayıp, aksine onu yetimin malından faydalanmaktan nehyetmedir. Durum böyle olunca, âyetteki "Kim de fakir isef örfe göre (ondan biraz) yesin" ifâdesinin, ihtiyacı nisbetinde yetimin malından istifâde etmesi hususunda, vasî için bir müsaade olması gerekir. c) Hak teâlâ'nın, "Muhakkak ki yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler." (Nisa. 10) ifâdesi, yetimin malının bazen zulüm yoluyla, bazen de zulüm olmaksızın yenildiğine bir delildir. Eğer bu böyle olmasaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler.." (Nisa, 10) ifâdesinin bir manası olmazdı. Bu da, muhtaç durumda olan vasinin ma'ruf ve makul bir şekilde yetimin malından yiyebileceğini gösterir. d) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen şu husustur: Bir adam, Hazret-i Peygamber'e gelerek, "Himayem altında bir yetim bulunmaktadır. Onun malından yiyebilir miyim?" deyince, Hazret-i Peygamber, "Bir mal yıgmaksızın ve kendi malını da onun malıyla, onun malını ileri sürmeksizin himaye etmeksizin, mâruf ölçüler içinde yiyebilirsin" buyurdu. Bunun üzerine adam, "Onu dövebilir miyim?" deyince de, Hazret-i Peygamber, "Çocuğunu dövdüğün şeyler yüzünden dövebilirsin" buyurdu. e) Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahü anh)'ın, Ammâr, İbn Mes'ûd ve Osman İbn Hanîf'e yazmış olduğu şu husustur: "Allah'ın selâmı üzerinize olsun. İmdi bundan sonra size her gün olmak üzere bir koyun ayırdım ki, bunun yarısı Ammar'ın, dörtte biri Abdullah İbn Mesûd'un ve dörtte biri de Osman İbn Hanîf'indir. İyi biliniz ki ben, hem kendimi hem de sizi Allah'ın malı karşısında yetimin malına velayet eden kimsenin yerine ve mertebesine koydum. Zengin olan iffetli olsun (tenezzül etmesin); fakir olan ise, maruf ölçüler içinde yesin içsin." İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, bir yetimin velisi İbn Abbas'a "Onun (yetimin) devesinin sütünden içebilir miyim?" dediğinde, İbn Abbas şöyle der: "Eğer yittiği zaman onu arıyorsan; su içme gölünü (su sızdırmasın diye) onarır sıvarsan; uyuz olduğu zaman tedavi edersen ve susadığında da ona su verirsen, nesline zarar vermeden ve sağmak konusunda aşırı gitmeksizin onun sütünden iç..." Yine İbn Abbas'tan "Velînin eli, yetimlerin eliyle beraberdir; binâenaleyh vasi maruf ölçüler içinde yesin içsin; ama bir sarık ya da daha ufak bir şeye gelince, onu giymesin!..." dediği rivayet edilmiştir. 1) Vasî, sabinin (yetim çocuğun) işlerini ıslâh etmeyi, ifa etmeyi tekeffül edince, zekâtı alıp onu biriktiren zekât memuruna kıyasla, yaptığı işe oranla yetimin malından yiyebilir. Zira zekât memuruna, bu zekâttan muayyen bir hisse ayrılmıştır. İşte burada da böyledir. Bu görüşün izahı budur. 2- Vasî, ihtiyacı nisbetinde yetimin malından borç alabilir. Sonra eli bolluğa vardığında, aldığı borcu öder. Eğer ölür de ödeyemezse, kendisine herhangi bir şey terettüb etmez. Bu, Sâid İbn Cübeyr, Mücâhid ve Ebu'l-Aliye'nin görüşüdür. İbn Abbas'tan yapılan rivayetlerin ekserisi de böyledir. İlim ehlinden bazıları, bu borcu altın, gümüş vb. temel ve ana mallara tahsis etmişlerdir. Ama hayvanların sütlerinden istifade etmek, kölelerini istihdam etmek ve hayvanlara binmek gibi hususlara gelince, mala zarar vermediği müddetçe, vasinin bunlardan istifade etmesi mubahtır. Bu, Ebul-Altye ve bazılarının görüşüdür. Bunlar şöyle istidlal etmişlerdir: "Allahü Teâlâ, "Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz vakit." buyurmuş, yetimlerin malları hakkında, o malların yetimlere verilmesine hükmetmiştir." 3- Ebu Bekr er-Razî şöyle demektedir: "(Hanefî) âlimlerimizin mezhebinden bildiğimiz husus şudur: Vasî, ister zengin olsun isterse fakir, ne borç alabilir, ne de doğrudan doğruya onların mallarından istifâde edebilir. er-Razî bu görüşü hususunda birçok âyetle istidlal etmiştir: a) "Yetimlere mallarını verin. Temizi murdarla değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza (katarak) yemeyin. Çünkü bu, muhakkak ki büyük bir günahtır" (Nisa, 2). b) "Muhakkak ki, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir" (Nisa, 10). c) ".... bir de yetimlere karşı adaleti ayakta tutmanız..." (Nisa, 127). d) "Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin.." (Bakara, 188). er-Razî sözüne devamla şöyle der: "Bu âyetler muhkem olup, vasî ister zengin ister fakir olsun, yetimin malının ona memnu ve yasak olduğunu göstermektedir. Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın "Kim de fakir olursa, örfe göre (ondan biraz) yesin" ifâdesi müteşabih bir ifade olup, çeşitli manalara muhtemeldir. Binâenaleyh bu ifâde müteşabih olduğu için, muhkem âyetlere havale edilmesi gerekir." Bana göre, bu âyetler er-Razî (el-Cessâs)'nin benimsediği görüşün delili değillerdir. Delil olarak getirmiş olduğu, "Yetimlere mallarını verin..." ifâdesi "âmm" bir ifâdedir. Bizim ele aldığımız bu âyet ise hâsdır. Hâs ise, âmm'dan önce gelir. Yine onun delil olarak ileri sürdüğü, "muhakkak ki, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler..." (Nisa, 10)âyeti, vasinin, yetimin malından maruf ölçüler içinde yemesinin zulüm olmasının sabit olması halinde, bu meseleyi içine alır. Münakaşa ise, zaten bu husustadır. Bu cevap, onun delil olarak ileri sürmüş olduğu "Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin..." (Bakara, 188) deliline de bir cevaptır. Cenâb-ı Hakk'ın "... bir de yetimlere karşı adaleti ayakta tutun" (Nisa. 127) buyruğuna gelince bu, ancak yemenin "adalet" ile olmamasının sabit olması durumunda münakaşa konusu olan şeye şamildir. Münakaşa ise zaten bu husustadır. Böylece Cessâs'ın bu konudaki sözünün yerinde olmadığı ve bozuk olduğu ortaya çıkmış olur. Allah en iyi bilendir. Yetime Malı Teslim Edilirken Şahit Tutun Sonra Cenâb-ı Hak, "Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz vakit, karşılarında şahid bulundurun" buyurmuştur. Bil ki ümmet, vasînin, yetim bulûğa erince, malını ona teslim ettiği zaman, şu sebeplerden dolayı, evlâ ve ihtiyatlı olanın, malını ona verdiğine dair şahid tutması olduğu hususunda ittifak etmişlerdir: a) Yetimin aleyhine, malını aldığı hususunda bir delil ve şahid bulununca, kendisine ait olmayan şeyin kendisine ait olduğunu iddia etmekten son derece uzak olur. b) Yetim, yalan bir iddiaya yöneldiğinde, vasî, malını ona verdiği hususunda ikâme etmiş olduğu delilini getirir. c) Şahid bulundurma hususu, vasînin emânete riâyet eden tertemiz, dürüst olduğunu ortaya koyar. Bunun bir benzeri de, Hazret-i Peygamber'in 'Kim bir yitik bulursa, adil iki şahid bulundursun; onu sakın inkâr etmesin, saklamasın" Ebu Davud, Lukâta, 9 (2/136); İbn Mace, Lukata, 2 (2/837) şeklindeki hadisidir. O, kişinin emânet ehli olduğunu göstermesi ve kendisinden töhmeti gidermesi için, şahidler bulundurmasını emretmiştir. Böylece zikretmiş olduğumuz icmâ ve aklî deliller ile, ihtiyatlı olanın şahid getirmek olduğu sabit olmuş olur. Âlimler, yetim bulûğa erdikten sonra o yetime malını verdiğini iddia etmesi durumunda, vasînin bu sözünün tasdik edilip edilmeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Vasînin, "Yetim küçük iken ona harcamada bulundum" demesinin tasdik edilip edilmeyeceği de ihtilaflıdır. İmam-ı Mâlik ve İmam-ı Şafiî "Bu söz tasdik edilmez" demişlerdir. Ebu Hanife ve arkadaşları ise, "Vasinin bu sözü doğru kabul edilir" demişlerdir. Şafiî bu âyetle istidlal etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın Karşılarında şahid bulundurun" ifadesi, bir emirdir. Emrin zahiri ise, vücub ifâde etmektedir, Vasi Yetim Münasebetlerinde İmamların Anlayışları Şafiî şöyle demektedir: "Yetimin malına velayet ve gözcülük eden kimse, yetim cihetinden mûtemed, emin kimse değildir. Bu kimse, ancak şeriat cihetinden emin kabul edilmiştir." Ebu Bekr er-Razî ise, bu görüşü akılsızca tenkid etmiş ve şöyle demiştir: "Eğer onun söylemiş olduğu şey tasdik edilmemenin sebebi ve illeti olsaydı, o zaman, kâdînin (hakimin) yetime "sana verdim..." dediğinde tasdik edilmemesi gerekirdi; çünkü yetim cihetinden onun da mutemed olmaması gerekir. Yine ona, babası için, çocuğu bulûğa erdikten sonra "Malını sana verdim" demesi halinde tasdik edilmeyeceğini söylemesi gerekir; çünkü çocuk onu da mutemed yapmamıştır. Yine Şafii'ye, yetimler bulûğa erdikten sonra vasiler birbirlerini tasdik ederek, yetimin malının telef olduğunu söylediklerinde, "vasilere malı tazmin etmelerinin gerektiğini söylemesi gerekir. Çünkü o vasî, yetim kendisini mutemed yapmaksızın onun malını alıkoymuştur" demiştir. er-Razî'ye (el-Cessas'a) şöyle denilir: "Senin bu sözün, gerçekten fıkhı manalardan çok uzaktır. Şafiî'nin görüşünü, getirmiş olduğun kâdî meselesiyle nakzetmen, akıldan uzak bir iştir. Zira kâdî hakimdir, hüküm verendir; binâenaleyh, hükmünün geçerli olabilmesi için töhmetten berî olması gerekir. Eğer böyle olmasaydı, kâdî'nin, aleyhine hükmetmiş olduğu herkes, o kâdînin yalan söylediğini, haktan meylettiğini veya birilerine yaranmaya çalıştığını ileri sürebilirdi. Bu durumda da kâdî, başka bir kadıya muhtaç olurdu, böylece de teselsül gerekirdi. Böyle bir mananın, yetimin vasîsi için söz konusu olmadığı herkesin malûmudur. Verdiğin baba misâline gelince, şu iki sebepten dolayı aradaki fark açık ve zahirdir: 1- Babanın şefkat ve merhameti, yabancı birinin şefkatinden daha tam ve mükemmeldir. Baba hakkındaki töhmetin azlığından, yabancı birisi hakkında da töhmetin az olması gerekmez. 2- Yetimler bulûğa erdikten sonra vasilerin, malın zayi olduğu hususunda birbirlerini teyid etmeleri durumuna gelince, biz deriz ki: Eğer velî, kusurundan dolayı malın yok olduğunu ikrar ederse, bu durumda (haliyle) malı tazmin etmesi gerekir. Ama o malın kendi kusuru olmaksızın helak olduğunu bildirirse, bu durumda sözünün kabul olunması gerekir. Aksi halde bu, insanların vesayeti kabul etmelerine mani olur. Böylece de, son derece mühim olan bu iş hususunda büyük bir eksiklik ve halel meydana gelmiş olur. Ama, bulûğa erdikten sonra yetimin malını kendisine verdiği hususunda şahid tutmasına gelince, işte bu durum böyle bir kötü neticeye müncer olmaz, sebebiyet vermez. Binaenaleyh, iki durum arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Şu husus da böyle bir farkın mevcudiyetini kuvvetlendirmektedir: Allah Tealâ, bu âyetten önce, yetimde, vasî hakkında bir töhmeti gerektiren şeye delâlet eden hususu da zikretmiştir ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Büyüyecekler diye bunları israf ile tez elden yemeyin" buyruğudur. İşte bu ifâde, âdetin, velîlerin yetim ve çocuklara zulme meyletme şeklinde cereyan ettiğine delâlet etmektedir. Bu durumda âyet, yetim velîsi hakkında töhmeti gerektiren şeylerin bulunduğuna delâlet etmektedir. Vasî, Yetime Malını Teslim Ettiğinde Şahit Çağırır Bundan sonra Cenâb-ı Hak, "Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz vakit karsılarında şahid bulundurun" buyurmuştur. Bu da, bundan maksadın, çocuk tarafını gözetmek olduğunu hissettirir. Zira, malı yetime verme iddiası ancak şahid huzurunda mümkün olunca, bu durum o kimsenin zulmüne, cimriliğine, hasisliğine ve malı noksan olarak vermesine mani olur. Durum böyle olunca, Hak teâlâ'nın "Şahid bulundurun" emrinin, zahiren vücûb ifâde ettiği gibi, aynı şekilde karine ve durumların da vücûbu gerektirdiğini anlamış oluruz. Sonra bu Razî (el-Cessas) şöyle demektedir: "Vasinin bu konuda, şahidsiz olarak kabul edileceğine, vasinin, hak ettiği zamanda onu yetime teslim edinceye kadar o malı korumakla ve emânet biçiminde o malı elinde tutmakla emrolunmuş olduğu hususunda bütün âlimlerin ittifak etmiş olmaları da delâlet etmektedir. Binâenaleyh bu mesele, bırakılmış olan emânetler veya yapılmış ortaklıklar mesabesindedir. İşte bundan dolayı, emaneti geri verenin, bunu vermesinin tasdik edilip doğrulanması gibi, o vasinin sözünün de tasdik edilmesi gerekir." Bu durumda el-Cessas'a şöyle denilir: "Bu meseleyle bırakılan emanetler meselesi arasındaki farkı, Şafif (r.h) zikretmişti. Senin bu farka yaptığın itirazın yanlış olduğu daha önce geçmişti. Hem senin âdet ve tutumun, tasavvur etmiş olduğun yanlış kıyastan dolayı, Allah'ın kitabına İltifat etmemektir; böyle bir anlayış, senin hakkında müsellem ve kabul edilmiş bir hal olsa da bu hususta sana katılmak gerekmez. Muvaffakiyyet ancak Allah'tandır. Esma-yi Hüsnadan el-Hasîbin Mânası Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hesap sorucu olarak Allah yeter" buyurmuştur. İbnü'l-Enbari ve el-Ezherî şöyle demektedirler: "Âyetteki "hasîb" lâfzının "muhâsib" manasına gelmesi muhtemel olduğu gibi, kâfî (yeter) manasına olması da muhtemeldir. Arapların, bir insana tehdid için demeleri birinciye misaldir ki bunun manası, "Allah o kimseyi, işlediği zulümden ötürü muhasebe eder" şeklindedir. Bizim, buradaki "hasîb" kelimesinin, "muhâsib" manasına olduğunu söylememizin bir benzeri de, (......) kelimesinin, (içme arkadaşı) manasına geldiğini söylememizdir. Arapların, yani "Allah sana yeter" şeklindeki sözleri de ikincinin misalidir. Bil ki bu ifâde, yetimlere velayet eden kimseler için uır tehaid ve yetimin malı hususunda helâl olmayan şeylere niyetlenmesinler veya yapmasınlar ve malı yetime verinceye kadar, emâneti tam olarak yerine getirsinler diye, Allahü teâlâ'nın işin zahirine olduğu gibi bâtınına da vakıf olduğunu bildirme manasına gelir. "Hasîb" kelimesini ister "muhâsib", ister "kâfî" (yeter) manasına alalım, bu incelik mevcuttur. Bil ki, "Allah yeter" "Rabbin yeter" âyetlerindeki bâ harf-i cerri, Kur'ân'ın her yerinde zâiddir. Vahidî de Zeccâc'ın bu görüşte olduğunu nakletmiştir. Ayetteki "hasîben" kelimesi hal olarak mansubtur, yani "Allah, muhasîb olarak kâfi olarak yeter" demektir. 7"Ana ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından erkeklere ve yine ana ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından kadınlara, -azından da, çoğundan da farz kılınmış birer nasib olarak, hisseler vardır". Bil ki bu sûrede bahsedilen hükümlerin dördüncü çeşidi, miras ve ferâizle ilgilidir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Miras Hakkındaki Âyetlerin Nûzul Sebebi İbn Abbas (radıyallahü anh), âyetin sebeb-i nüzulü hakkında şöyle demiştir: "Evs İbn Sabit el-Ensârî, geriye üç kız ve bir hanım bırakarak ölmüştü. Vasileri olan amcaoğullarından Süveyd ve Ailece isminde iki adam gelip, Evs'in malına el koymuşlardı. Bunun üzerine Evs'in hanımı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip, durumu ona arzederek, vast olan bu iki kişinin, ne kendisine ne de kızlarına hiçbir mal vermediklerini söylemişti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona, "Haydi evine git, ben Allah'ın senin bu işin hususunda ne buyuracağına bakayım" demişti. İşte bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e bu âyet nazil oldu ve erkeklerin de, kadınların da mirastan paylan olduğunu bildirdi. Fakat Hak teâlâ, bu âyette payların ne kadar olduğunu beyân etmedi. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o iki vasiye haber göndererek, "Evs'in malından hiçbir şeye dokunmayınız" dedi. Daha sonra Allahü teâlâ'nın, "Allah size, evlatlarınız hakkında (...) emreder" (Nisa. 11-12) âyetleri nazil oldu ve böylece kocanın ve kadının hisselerinin miktart belirtildi. Bunun üzerine Allah'ın Resulü, o iki vasî'ye Evs'in hanımına mirastan sekizde bir hisse verip, kızların hisselerini ellerinde tutmalarını emretti. Daha sonra da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, kızların hisselerini de kızlara vermelerini bildirdi. O iki vasî de, onların hisselerini kendilerine verdi." İşte âyetin sebeb-i nüzulü ile ilgili söz bundan ibarettir. Miras Ahkamına Alıştırmada Tedric Cahiliyye insanları, kadınlara ve çocuklara miras vermezler ve "Mızraklanyla vuruşmayan, yurdunu müdafâa edemeyen ve ganimet elde edemeyen kimseler.vâris olamazlar" derlerdi. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, vâris olmanın erkeklere has olmayıp, erkeklerle kadınlar arasında ortak bir husus olduğunu beyân buyurmuş, bu âyette sadece bu kadarını zikredip, bundan sonra tafsilatını bildirmiştir. Cahiliyye insanının, çocukları ve kadınları değil de, yetişkin erkekleri vâris sayma şeklinde bir örfleri olduğu için, Cenâb-ı Hakk'ın, onları tedricen bu örflerinden, başka bir şeye geçirmesi imkânsız değildir. Çünkü örf ve âdetlerden vazgeçmek, insan tabiatına ağır ve güç gelir. Binâenaleyh bu geçirme bir defada olursa, bunun güçlüğü kalpte artar. Ama bu tedricen olursa, kolaylaşır. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, hükmü önce mücmel olarak (kısaca) zikretmiş, peşinden tafsilatını getirmiştir. Zevi'l-erham Kısmından Olan Akrabaların Mirastaki Durumu Ebu Bekir er-Râzî, bu âyeti zevi'l-erham'ıh da vâris olacağına delil getirerek şöyle demiştir: "Çünkü halalar, teyzeler, dayılar ve kızların çocukları akrabalardandır. Binâenaleyh bunların da "Ana ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından erkeklere ve yine ana ve baba ile yakut arkabaların bıraktıklarından kadınlara, -azından da, çoğundan da-, farz kılınmış birer nasib olarak, hisseler vardır" âyetinin hükmüne dâhil olmaları gerekir. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bahsedilen "hisse"nin miktarı bu âyette belirtilmemiştir. Fakat biz, bunların da herhangibir hisseye müstehak olduklarını bu âyetle isbat ediyoruz. Bunların hisselerinin miktarını ise, diğer delillerden çıkartıyoruz." Âlimlerimiz (Şafiîler), Ebu Bekir er-Râzî el-Cessâs'ın bu görüşüne, şu iki şekilde cevap vermişlerdir: 1- Allahü teâlâ, âyetin sonunda, "Farz kılınmış birer nasîb olarak" buyurmuştur ki bu, "takdir edilmiş, belirlenmiş bir hisse..." demektir. Zevi'l-erhâm'ın, belirlenmiş bir hisseleri olmadığı icmâ ile sabittir. Binâenaleyh bu yakın akrabaların, âyetin hükmüne dahil olmadıkları sabit olmuş olur. 2-Bu âyet, yakın akrabalara aittir. Binâenaleyh siz niçin zevi'l-erham'ın, yakın akrabalardan olduğunu söylüyorsunuz? Sözün özü şudur: Ayetteki "Yakın akrabalardan" murad, ya başka her bir şeyden daha yakın olanlardır, yahut da herşeyden daha yakın olanlardır. Birincisi bâtıldır. Çünkü bu, insanların pek çoğunun, âyetin hükmüne dâhil olmasını gerektirir. Çünkü her insanın, başkasına, ya yakın veya uzak bir sebepten ötürü neseb birliği (hısımlığı) vardır ki uzak sebep, Hazret-i Adem'in soyundan olmaktır. Binâenaleyh insanın, ölen kimseye, çocuğundan daha yakın olması gerekir ki bu durumda, bütün insanların bu âyetin hükmüne girmeleri gerekir. Bu ise bâtıldır. Bu ihtimal bâtıl olunca, nassı (âyet-i kerimeyi) ikinci ihtimâle hamletmek gerekir ki, bu ikinci ihtimal, âyetteki en yakın akrabadan muradın ölen kimseye, insanların en yakın olanının olmasıdır. Bu da ancak, ebeveyn ile ölenin çocuklarıdır. Böylece bu nassın muhtevasına zevi'l-erhâm'ın giremeyeceği sabit olmuş olur. Âyetteki "en yakın akraba" ifâdesini ebeveyn mânasına hamledersek, "burada tekrar yapılmış olduğu söylenmiş olur" şeklinde bir şey de söylenemez. Zira biz, "en yakın akraba" tabirinin altında iki türü bulunan bir cins olduğunu söylüyoruz. Bu iki tür ise, ebeveyn ile çocuklardır. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, önce ebeveyni, daha sonra da en yakın akrabayı zikretmiş olduğu sabit olmuş olur. Buna göre de mâna, O'nun, önce türü sonra da cinsi zikretmesi şeklinde olur. Böylece de herhangi bir tekrarın yapılmış olması gerekmez. Cenâb-ı Hakk'ın "nasîb, hisse" lâfzının mansûb olması hususunda şu görüşler beyân edilmiştir: a) Bu kelime, "ihtisâs"tan dolayı mansûbtur. Yani "Ben farz kılınmış, katî ve vacip olan bir payı kastediyorum" demektir. b) Bu kelimenin, mef'ûlü mutlak olmaktan dolayı nasbedilmiş olması da caizdir. Çünkü (nasîb, hisse, pay) kelimesi masdar manasında bir isimdir. Buna göre sanki (vacip bir taksimat olarak..) denilmek istenmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Allah'tan birer farizadır" (Nisa, 11)yani, "farz kılınmış bir paydır" âyeti gibidir. Farz İle Vacip Tabirlerinin Manası "Farz" kelimesinin asıl manası, (ağaç üzerindeki) çentiktir. Bundan dolayı, yayın tam ortasındaki çentiğe de "farz" denir. Fal okları üzerindeki çentiklere de "farz" denir. Bunun kendisini başkalarından ayıran bir alameti vardır. Su taksim kabındaki işaretlere de denilir. Bu işaretler sayesinde, her hak sahibi, su hakkının miktarını bilir. İşte, "farz" kelimesinin Arapça'daki asıl manası budur. Ebu Hanife'nin talebeleri "farz" kelimesini, vacip oluşu kat'î delil ile bilinen şeye; "vacip" kelimesini de, vacip oluşu zannî delil ile bilinen şeye tahsis ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü farz, kesmek ve çentik atmaktan ibarettir. Vacip ise, düşmekten ibarettir. Meselâ güneş düştüğünde (battığında) yine duvar yıkıldığında ve birşeyin düşüşü duyulduğunda "(Bir düşme duydum") denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yanları üstü düşüp (öldükleri) vakit..." (Hacc. 36) buyurmuştur. Binâenaleyh "farz" kelimesinin, kesmek ve çentik atmaktan, "vücûb'un ise sükûttan (düşmekten) ibaret olduğu ortaya çıkmaktadır. Çentik atmanın ve kesmenin tesiri, düşmenin tesirinden şüphesiz daha kuvvetli ve daha ileridir. İşte bu sebeple, Ebu Hanife'nin talebeleri "farz" kelimesini, vacip oluşu kat'î delil ile bilinen; "vacip" kelimesini ise vücûbiyyeti zannî delil ile bilinen şeye tahsis etmişlerdir. Bunu anladığın zaman biz deriz ki: Hanefilerin yaptıkları bu izah, kendilerinin aleyhine olmak üzere, âyetin zevi'l-erhâmı mirasçı kılmak, icmâ-ı ümmet ile, kat'î delille bilinen şeylerden değildir. Binâenaleyh zevi'l-erhamı mirasçı kılmak farz olmaz. Halbuki âyet, ancak farz kılınmış mirası içine alır. Binâenaleyh bu âyetin zevi'l-erhâmı içine almadığına kesinkes hükmetmek gerekir. Allah en iyi bilendir. 8"Miras taksim olunurken, akraba, yetimler ve yoksullar hazır bulunursa, kendilerini ondan (bir şey vererek) rızıklandırın ve onlara güzel sözler söyleyin". Âyette birkaç mesele vardır: Taksim Sırasında Orada Bulunan Akrabalara da Birşeyler Verin Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Miras taksim olunurken, hazır bulunursa" ifâdesinde, bu taksimatın ne olduğunun izahı bulunmamaktadır. İşte bu sebepten dolayı müfessirler bu âyet hakkında pekçok görüş beyân etmişlerdir: Birinci görüş: Allahü teâlâ bundan önceki âyette, mirastaki payları hususunda kadınların da erkekler gibi olduğunu zikredip, akraba arasından varis olan ve olmayanlar ile, taksimat zamanında orada hazır bulunup da varis olmayan kimseleri ve bu kimseler mirastan tamamen mahrum edildiklerinde, bu durumun onlara ağır geleceğini bildirince, hiç şüphesiz güzel bir edeb ve güzel bir muamele gerçekleşsin diye, taksimat esnasında bu kimselere de bir şeyler verilmesini emretmiştir. Sonra, bu görüşü ileri sürenler de kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir. Meselâ bunlardan bazıları bu verme işinin vacip olduğunu ileri sürerlerken, bazıları da bunun mendub olduğunu söylemişlerdir. Akrabaya Birşeyler Vermenin Vacip Olduğunu Söyleyenler Vacip olduğuna taraftar olanlar da birçok şekilde ihtilâf etmişlerdir: a) Onlardan bir kısmı şöyle demektedir: "Mirasa konan kimsenin, eğer bulûğa ermiş ise, vereceği kimseyi memnun edecek kadar orada hazır bulunanlara birşeyler vermesi gerekir. Eğer bu kimse bulûğa ermemiş ise, onun velîsinin o maldan orada hazır bulunanlara'birşeyler vermesi vacip olur." Bazıları da şöyle demişlerdir: "Eğer mirasa konan kimse bulûğa ermişse, o maldan birşeyler vermesi ona vaciptir. Bulûğa ermemiş ise, velisinin, onlara özür beyân ederek şöyle demesi gerekir: "Ben bu malın sahibi değilim. Bu mal, kendilerine terettüb eden şeyleri akledemiyecek kadar küçük olan şu aciz kimselerindir. Bülüğa erdiklerinde onlar sizin haklarınızı bilirler..." İşte âyette bahsi geçen "güzel söz" ifâdesinden murad budur. b)Hasan el-Basri ve en-Nehaî şöyle demektedirler: "Bu birazcık verme işi, eşyanın taksimatıyla ilgili bir husustur. Ama arazî, köle, vb. şeylerin taksimatına gelince, mirasa konan kimse, meselâ onlara, "Varın gidin; Allah hakkınızda hayırlar ihsan etsin" demesi gibi, güzel sözler söyler." c) Alimler şöyle demişlerdir: "Verilmesi vacip olan miktar, az bir şeydir. Bunun miktarının tayin edilmediği icmâ ile sabittir." d) Bu verme işinin vacip olmasının kabul edilmesi halinde, bu âyet mensûh olur. Atâ'nın rivayetine göre İbn Abbas şöyle demektedir: "Bu âyet, miras âyetiyle mensûhtur." Bu, Saîd İbnu'l-Müseyyeb ve Dahhâk'ın da görüşüdür. İkrime'nin rivayetine göreyse İbn Abbas, âyetin mensûh değil muhkem olduğunu söylemiştir ki bu da, Ebu Musa el-Eş'ârî. İbrahim en-Nehaî, Şa'bî, Zührî, Mücahid, Hasan el-Basri ve Saîd İbn Cübeyr'in görüşüdür. Bu zatlar, taksimat esnasında orada bulunan kimselere miras malından bir şeyler verilmesi taraftarıdırlar. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Aişe hayatta iken, Abdullah İbn Abdurrahman İbn Ebî Bekr es-Sıddîk, babasının mirasını taksim etti ve orada bulunan hiç kimseyi miras dışı bırakmaksızın herkese bir şeyler verdi, sonra da bu âyeti okudu. İşte bütün bunların hepsi, bu hükmün vacip olduğunu söyleyenlerin görüşünün tafsilatıdır. Bir Şeyler Vermenin Mendub Olduğunu Söyleyenler Bazıları da bu hükmün farz ve vacip olmadığını, mendûb ve müstehâb olarak sübût bulduğunu söylemişlerdir. Bu mendûb oluş da ancak, mirasa konan kimselerin bulûğa ermeleri halinde tahakkuk eder. Onlar baliğ olmamışlarsa, güzel söz söylemeden başka bir hüküm söz konusu değildir. İşte bu görüş, cumhur-u fukahânın benimsediği görüştür. Bunlar şu şekilde istidlal etmişlerdir: "Eğer bu kimseler için muayyen bir hak olmuş olsaydı, diğer haklarda olduğu gibi, muhakkak ki Cenâb-ı Hak, bu payın miktarını beyân ederdi. Böyle bir beyânda bulunmadığına göre, biz bu hükmün vacip olmadığını anlamış oluruz. Bir de şayet bu hüküm vacip olmuş olsaydı, fakir ve yoksul kimseler, bunun miktarının ne kadar olduğu hususunda aşırı özen gösterecekleri için, bu miktarın ne kadar olduğunun anlatılıp nakledilmesini gerektiren sebepler de o kadar çok olmuş olurdu. Böyle olunca da, muhakkak ki bu, tevatür yoluyla nakledilmiş olurdu. Durum böyle olmayınca, biz bu hükmün vacip olmadığını anlamış oluyoruz. Bu Taksimattan Maksad Vasiyyettir İkinci görüş: Âyette bahsedilen taksimattan murad, vasiyyettir. Akrabadan varis olmayan kimseler ile, yetimler ve yoksul kimseler orada hazır bulunduklarında, Allahü teâlâ, ölen kimsenin onlar için bir pay ayırmasını ve bununla beraber, onlara o zaman güzel söz de söylemesini emretmiştir. Böylece bu durum, o kimselere o anda ve gelecekte bir neşe ve sevincin gelmesine vesile olmuştur. Birinci görüş daha uygundur. Çünkü, mirastan bahsedilmiş, ama vasiyyet mevzubahis olmamıştır. Bu görüşün daha uygun olduğunun söylenmesi de mümkündür. Çünkü önce geçen âyet, vasiyyet hakkındadır. Üçüncü görüş: Bu âyette geçen, "akraba" kelimesinden maksat, varis olan kimseler; 'yetimler ve yoksullar' kelimesinden maksat ise, varis olmayan kimselerdir. Cenâb-ı Hak daha sonra, 'Kendilerini ondan (birşey vererek) rızıklandırın ve onlara güzel sözler söyleyin" buyurmuştur. Buna göre O'nun "Kendilerini rızıklandırın" buyruğu, vâris olan akrabalar ile; "... ve onlara güzel sözler söyleyin" buyruğu ise, varis olmayan yetim ve yoksul kimselerle ilgilidir. Bu görüş, Sâîd İbn Cübeyr'den nakledilmiştir. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın emrindeki zamiri, ebeveyn ve en yakın akrabanın miras olarak bıraktığı şeylere racidir." Vahidî ise bu zamirin, mirasa ait olduğunu söylemektedir. Bu izaha göreyse zamir, âyette geçen (taksimat) kelimesinin lafzına, manasına raci olmuş olur. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "Nihayet onu kardeşinin kabından çıkardı" (Yusuf 76) ifâdesi gibidir. Âyette geçmekte olan (su tası) kelimesi müzekker bir kelimedir. ateşindeki zamiri, bu kelimeye raci olamaz. Ancak ne var ki, (......) kelimesi ile (maşraba, su içme kabı) manası kastedilmiştir. Böylece de müennes zamir lâfza değil, manaya raci olmuş olur. Bu izaha göre, âyette geçen (taksimat) lâfzı ile, (taksim edilen şey) manası kastedilmiştir. Çünkü rızık, taksimatın bizzat kendisinden değil, ancak taksim edilen şeylerden olur. Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede yetimleri yoksullardan önce zikretmiştir. Çünkü yetimlerin acziyyeti daha fazla ve ihtiyaçları daha çoktur. Bu sebeple sadakaları onlara vermek, ecir ve sevap bakımından daha faziletli ve üstün olmuş olur. En uygun olan, âyette geçen "güzel sözler" ifâdesinden muradın, verdiği hediyyeye sözlü bir başa kakma ve eziyyetin eklenmemesi olduğunun söylenmesidir. Veyahut da bundan muradın, (verdiği kimselere) daha fazlasını va'adetmek; bir şey vermediği kimselere ise, özür beyân etmesidir... 9"Arkalarında aciz ve küçük evlatlar bıraktıkları takdirde onlara karşı endişe edenler, saygı ile korksunlar, Allah'tan sakınsınlar, sözü dosdoğru söylesinler". Âyette birkaç mesele vardır: Peşlerinden Zayıf ve Güçsüz Zürriyet Bırakacak Olanlar Cenâb-ı Hakk'ın, bir şart cümlesi olan "Arkalarında âciz ve küçük evlatlar bıraktıkları takdirde onlara karşı endişe edenler" ifâdesi, O'nun "o kimseler ki." Sözünün sılası ve sıfatıdır. Buna göre mâna, "Nitelikleri, aciz ve küçük evlâtlar bırakmaları halinde onlar hakkında endişe etmek olan kimseler, korksunlar..." şeklinde olur. Haklarında korku duyulan kimseler ise burada zikredilmemiştir. Müfessirlerin bu husustaki görüşlerini ilerde zikredeceğiz. Muhakkak ki, Cenâb-ı Hakk'ın "Arkalarında âciz ve küçük evlâtlar bıraktıkları takdirde onlara karşı endişe edenler.." ifâdesi, aciz ve küçük kimseler için daima ihtiyatlı olmayı gerektirir. Müfessirlerin bu husustaki görüşleri de şunlardır: Birinci görüş: Bu, hasta olan kimsenin yanında oturup da, ona şöyle diyen kimselere bir hitaptır: "Senin evlâtların, yarın âhirette Allah'dan sana gelecek herhangi bir şeyi (ukubeti) defedemezler. O halde gel malını, falanca falanca kimselere vasiyyet et." Bu kimseler, malından vereselerine hiçbir şey kalmayıncaya kadar, ölmek üzere olan o kimseye, kendisine varis olmayan kimselere vasiyyette bulunmasını devamlı olarak telkin ederler. İşte bu sebeple onlara şöyle denilir: "Evlâtlarınızın, malsız olarak acziyyet ve açlık içinde kalmalarını arzulamadığınız gibi, Allah'tan korkunuz da, hastayı, aciz ve zayıf olan çocuklarını onun malından mahrum etmeye sevketmeyin.." Sözün neticesi şudur: "Sen, böyle bir şeyin sana yapılmasına razı olmazsın. Binâenaleyh, müslüman kardeşine de böyle bir şeyin yapılmasına razı olma!.." Enes (radıyallahü anh)'den Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Kul, kendisi için arzuladığı şeyi, kardeşi için de sevip arzulamadıkça gerçek mü 'min olamaz" Buhâri, İman, 7; Müslim. İman, 71 (1/67). dediği rivayet edilmiştir. İkinci görüş: Hubeyb İbn Ebî Sabit şöyle demektedir: "Miksem'e bu âyet hakkında sordum da, o da şöyle dedi: "Burda bahsedilen, ölmek üzere olan ve akrabası olmayan kimseler lehine mal vasiyyet etmek isteyen kimsedir." İşte bunun üzerine yanındakiler ölmek üzere olan kimse vasiyyet etmeyi arzu etmekle beraber, ona "Allah'tan kork, malını çocuklarına bırak!." derler. Birinci görüşe göre âyet, ölmek üzere olanın yanında bulunan kimseleri, o şahsı vasiyyet etmeye teşvik etmekten sakındırma anlamına hamledil mistir. İkinci görüşe göreyse âyet, orada bulunan kimseleri vasiyyete mani olmaktan nehyetme anlamına alınmıştır. Birinci görüş daha uygundur. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, "Arkalarında aciz ve küçük evlâtlar bıraktıktan takdirde onlar hakkında endişe edenler.." buyruğu, birinci tefsire daha müsait ve ona daha yakındır. Üçüncü görüş: Bu âyetin, ölmek üzere olan kimselere bir hitap olması ve maksadının ise, kendisine varis olan kimselerin, ölmek üzere olan kimsenin ölümünden sonra aç-susuz kalmamaları için çokça vasiyyet etmekten nehyetmek olması da muhtemeldir. Sonra bu âyet, şayet vasiyyet üçde bir oranında takdir edilmezden önce nazil olmuşsa, bundan maksad, geriye kalan malın vasiyyete boğulmamasıdır. Eğer bu âyet, vasiyyetin üçde bir azamî nisbetinde takdir edilmesinden sonra nazil olmuş ise, o zaman bundan maksad, yine üçde bir nisbetinde vasiyyet edilmesi, hatta çocukları hakkında endişe duyarsa daha azını vasiyyet etmesi olur. Pekçok sahabeden, işte bu sebepten dolayı, üçde birden azı vasiyyet ettikleri rivayet edilmiştir. Onlar şöyle diyorlardı: Beşte bir, dörtte birden; dörtte bir, üçte birden daha azdır. Sa'd'dan gelen haber de bunu göstermektedir, ki bu da Hazret-i Peygamber'in şu hadisidir:"(Vasiyyet) üçde birdir. Üçde bir de çoktur. Sana varis olanları zengin olarak bırakman, onları insanlara el-avuç açacak şekilde fakir ve muhtaç olarak bırakmandan daha hayırlıdır. " Buhârî, Vesâya, 2. Dördüncü görüş: Bu, yetimin velilerine bir emirdir. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Ölümünden sonra çocukları için endişelenen kimse, himayesinde olan ve başkasının çocuğu olan âciz ve yetim kimselerin malını zayi etmekten korksun..." Bu izaha göre, âyetten maksat, Hak Subhânehu ve Teâlâ'nın insanları mallarını muhafaza etmeye teşvik etmesi ve o kimsenin, kendisini malını korumaya adamasını istemesidir. Bu hususta ihtiyatlı olmak, geriye çocuklar ve mal bırakması halinde, başkalarının, çocuklarına ve onlara bırakmış olduğu mallara iyi davranmalarını istemesi gibidir. Kâdî, bu mananın yetimler hakkında varid olan âyetlerden daha önce ve sonra geçen âyetlerden anlaşılan manaya daha uygun olduğunu söylemiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, insanları yetimlerin malını korumaya davet ederken, son olarak onların dikkatlerini kendilerine ve ölümünden sonra hallerini düşündüğü zürriyetlerinin durumunu düşünmeye yöneltmektedir. Hiç şüphesiz bu, bu gayenin yerine getirilmesindeki sebep ve illetlerin en güçlülerindendir. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Ayetteki (......) kelimesi, (sarhoşlar) kelimesi gibi ve (......) şeklinde okunmuştur." Vahidî, Hamza'nın bu kelimeyi, her iki kelimede de, imâle ile okuduğunu söylemiştir, paha sonra (......) kelimesinin imâle ile okunmasının sebebini açıklarken şöyle der: vezninde olan ve kelimelerinde olduğu gibi, başında kesreli istila harflerinden birisi bulunan kelimede imâle yerinde ve güzel olur. Bu böyledir, çünkü okuyuş esnasında dil istîla harfiyle yükselir, sonra kesre ile iner. Binaenaleyh, ses aynı tonda çıksın diye, kesreden sonra tefhim (kalın okuyarak) dilin yükseltilmemesi müstehâb olur. (......) kelimesinde yapılan imâle de güzeldir. Zira sen böylece ifâdesindeki kesreyi talep etmiş olursun. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Allah'tan sakınsınlar, söylesinler" buyurmuştur. Bu cümleler önceki ifâdelerin bir takririr. Buna göre Cenâb-ı Hak, sanki şöyle demek İstemiştir: "Daha önce geçen şeyler hususunda Allah'tan korkun. Bu hususta ihtiyatlı olan onlar başkalarını bir İşe, bir fiile sevketmek istediklerinde, onların sözü dosdoğru söylemeleridir." den maksat, sözün âdil ve doğru olanıdır. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Vasilerin kavl-i sedîdi, yetimlere eziyyet etmemek ve kendi çocuklarıyla müsamaha ve hoşgörü ile konuştukları gibi, onlarla da aynen öyle konuşmalarıdır; onlara hitap ettikleri zaman, "Evladım, oğlum" demeleridir. Yanında oturanların, hastaya karşı güzel sözleri ise şudur: "Eğer vasiyyet etmek istiyorsan, vasiyyetinde aşırı gitme, çoluk çocuğunu mağdur etme..." Bu tıpkı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Sa'd'a söylediği söz gibidir. Varislerin, miras taksimatı sırasında orada bulunan ve varis olmayan kimselere karşı güzel sözleri ise, onlara nazik söz söylemeleri ve onlara ikram ve izzette bulunmalarıdır. 10"Muhakkak ki yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir". Yetim Malı Yemek, Ateş Yemek Gibidir Bil ki, Allahü Teâlâ haksız olarak yetim malını yeme konusundaki tehdit ve vaîdini tekid etmiştir. Bu âyetlerde, böyle yapan kimseye karşı yapılmış olan tehditler peşpeşe sıralanmıştır. Meselâ bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Temizi murdarla değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza (katarak) yemeyin. Çünkü bu, muhakkak ki büyük bir günahtır" (Nisa, 2); "Arkalarında âciz ve küçük evlatlar bıraktıktan takdirde, onlara karşı endişe edenler.." (Nisa, 9) âyetleridir. Bundan sonra Cenâb-ı Hak, bu âyeti yetimlerin mallarını yiyen kimseleri tehdid için, müstakil olarak zikretmiştir ki bütün bunlar, Allah'ın yetimlere olan rahmetidir. Çünkü yetimler, son derece âciz ve güçsüz olduklarından ötürü, Allah tarafından bu denli yardım ve ikrama müstehak olmuşlardır. Bu tehdid, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin genişliğine ve afvı ile fazlının çokluğuna ne kadar fazla delâlet etmektedir! Zira yetimler, güçsüzlükte had noktaya ulaşınca, Allah'ın onlara inayeti de had noktaya varmıştır. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bu âyet, yetim malının bazan haksız yere olmaksızın yenilebileceğine delâlet etmektedir. Eğer böyle olmasaydı, âyetin "zulüm (haksız olarak)" ifadesi ile tahsis edilmesinin bir manası olmazdı. Bu ise, daha önce de söylediğimiz gibi, muhtaç olan veli ve vasîlerin maruf bir şekilde yetimin malından yiyebilmeleridir. Hak teâlâ'nın "karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar" buyruğu ile ilgili iki görüş vardır: Birinci görüş: Bu ifâde, zahiri (hakiki) manasına göre alınır. Süddî şöyle demiştir: "Bir insan, yetimin malını haksız olarak yediği zaman, kıyamet günü ağzından, kulaklarından ve gözlerinden cehennem ateşinin alevleri çıktığı halde diriltilir. Onu gören herkes, onun yetim malı yediğini anlar." Ebu Sa'îd el-Hudrî (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Miraca götürüldüğüm gece, dudakları deve dudakları gibi olan bir grup insan gördüm. Onlar için, dudaklarından tutan, sonra da ağızlarına ateşten bir kaya koyan kimseler vazifelendirilmişti. Bu kayalar, onların altlarından çıkıyordu. Bunun üzerine, "Ey Cebrail, bunlar kimler?" dediğimde, O: "Bunlar, yetimlerin mallarını baksız olarak yiyen kimselerdir" dedi" İkinci görüş: Bu, mecazî bir ifâdedir. Bundan murad şudur: Yetim malı yemek, cehenneme götürmesi ve cehennemi gerektirmesi bakımından sanki ateşi yeme gibidir. Bazan biribirinin mülazımı (gereği) olan iki şeyden birinin ismi, diğerine verilebilir. Bu tıpkı, Allahü teâlâ'nın, "Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür" (Şûra, 40) âyetinde olduğu gibidir. Kâdî, bu görüşün, birinciden daha evla olduğunu söylemiştir. Zira âyetteki, "Muhakkak ki yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar" ifâdesinde, bunların herbirine işaret vardır. Binâenaleyh bunu zikredilen mecazi manaya hamletmek daha evladır. Birisi şöyle diyebilir: "Yeme, ancak karna olur. O halde, âyette, "karınlarına" denilmesinin faydası nedir?" Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bu, Allahü teâlâ'nın, "Onlar ağızlan ile, kalplerinde olmayan şeyleri söylüyorlardı" (Âl-i İmran. 167) âyetinde olduğu gibidir. Halbuki söz, ancak ağızla söylenir. Yine Cenâb-ı Allah, "Fakat sinelerin içindeki kalpler kör olur" (Hacc, 46) buyurmuştur. Halbuki kalp, zaten sinede olu)'. Yine Cenâb-ı Hak, "İki kanadıyla uçan hiçbir kuş yok ki..." (Enam. 38) buyurmuştur. Halbuki uçma, zaten kanat ile olur. Bütün bunlardan maksat te'kîd ve kuvvetlice ifâde etmedir. Allahü teâlâ, âyette her nekadar yemeyi zikretmiş ise de, bundan maksat hertürlü yiyip bitirme ve harcamadır. Zira yetimin zararı, malının yenilmesi veya başka bir yolla bitirilmesi ile değişmez. Cenâb-ı Hak, âyette sadece yemeyi zikretmiş ve bununla, şu sebeplerden ötürü hertürlü bitirme yollarını kastetmiştir. a) O zamanlar, yetimlerin malları genel olarak etleri yenilen ve sütleri içilen hayvanlardı. Binaenaleyh âyet, onların âdetine göre ifâde edilmiştir. b) Malını, ister hayır ister şer olsun, her türlü yönde israf eden kimseler hakkında, "O, malını yedi" denilmesi âdettir. c) Yeme, yapılan işlerde gözetilen en büyük gayedir. Mu'tezile şöyle demektedir: "Âyet, ister müslüman olsun ister olmasın, bu işi yapan herkesin, tehdid edildiğini gösterir, zira Hak teâlâ'nın, "Muhakkak ki yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler..." sözü, herkese şamil olan umûmî bir ifâdedir. Bu da, iiâhî tehdidin kesin olduğuna delâlet etmektedir. Âyette, "Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir" buyruğu, onların tevbesiz olarak ölmeleri halinde, kesin olarak bu çılgın ateşe gireceklerini gösterir. Bunun cevabını, Bakara sûresinde enine boyuna zikretmiştik. Sonra biz, "Bu ilâhî tehdidin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kâfirler zulmedenlerin taa kendileridir" (Bakara, 254) âyetinden dolayı, kâfirlere mahsus olduğu niçin söylenemesin?" diyoruz. Sonra Mu'tezile şöyle der: "Bu tehdide, yetimin malından az bir şey yemenin dâhil olması caiz değildir. Çünkü ilâhî tehdid, bu yeme ile birlikte tevbenin, olmaması şartına bağlanmıştır Halbuki bu günahtan, daha büyük olacak bir taat yoktur. Durum böyle olunca, bu tehdîde dâhil olduğu kesin söylenen kimsenin, kendisinin büyük bir günah işleyip, buna tevbe etmeyen kimse olması gerekir. Bu sebeple hiç şüphesiz, yetimin malından ne kadar yenilirse, ona çok denileceğinin araştırılması gerekir. Buna göre Ebu Ali el-Cübbaî bu miktarın beş dirhem olduğunu söylemiştir. Zira bu miktar, zekâtı vermeyen kimseler hakkındaki "kenz âyeti" (Tevbe, 34-35) âyetlerinde kendisine ilahî tehdidin terettüp ettiği miktardır." Kâdî'nin zikrettiği görüşün tamamı işte budur. Kadî'ye şöyle denilebilir: "Sen şu iki sebepten dolayı âyetin umûmî ifâdesinin zahirine muhalefette bulundun: a) Buraya tevbe etmeme şartını ilâve ettin. b) Yine sen buraya, bu kimsenin bütûğa ermemesi kaydını ekledin. Bu ilâveler caiz olunca, bizim bu konuya affetmeme şartını ilâve etmemiz niye caiz olmasın?" Bu konuda söylenebilecek en son söz şudur: Biz, affın bulunduğuna delâlet eden bir delil bulamadık.. Ancak, ne var ki bunu da şu iki yönden cevaplayabiliriz: 1- Biz, affın delillerinin bulunmadığını kabul etmiyoruz; bilâkis Bakara sûresinde de açıkladığımız gibi, bu deliller pek çoktur. 2- Farzedelim ki siz bu delilleri bulamadınız. Fakat delilleri bulamamak, cnların olmadığı hususunda kesinlik ifâde etmez, bilâkis, bulunma ihtimali söz konusu olur. O takdirde de bu âyete tutunma, kesinlik ve katiyyet ifâde etme dâiresinden çıkar. Allah en iyi bilendir. Allahü teâlâ, zekâtını vermeyenler hakkında, bedenlerinin dağlanacağı tehdidini zikrederek, 'Ogün bunlar, üzerlerinde (yakılacak) cehennem ateşinin içinde kızdırılacak da o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak" (Tevbe, 35) buyurmuştur. Allahü Teâlâ, yetim malını yiyen kimse için de, karnının ateşle doldurulacağı tehdidinde bulunmuştur. Şüphe yok ki bu tehdid daha şiddetlidir. Bunun sebebi şudur: Zekat mevzuunda, fakir kimse nisab miktarı mala mâlik değildir. Aksine mâlik ve zengin olanın, malından belli bir miktara o fakiri mâlik kılması gerekmektedir. Yetimin malını yeme meselesine gelince, yetim bu mala sahip ve mâliktir. Bundan dolayı velînin, yetime malını vermemesi daha çirkin bir fiildir. Binâenaleyh bu husustaki tehdid, daha şiddetli olmuştur. Bir de fakir bazan büyük olur ve bu sebeple de mal kazanabilir. Yetim ise, küçüklüğü ve güçsüzlüğünden dolayı âcizdir. Bundan dolayı yetimin malını telef edip bitirme hususundaki va'îd daha şiddetli olmuştur. Sonra Hak teâlâ, "Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir" buyurmuştur. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Âsım'ın râvisi Ebu Bekir ile İbn Âmir, âyeti meçhul sîgasında, yâ harfinin zammesi ile şekünde okumuşlardır ki bu:"Onlar, cehenneme girdirileceklerdir" manasındadır. Diğer kıraat imamları ise yâ harfinin fethasıyla okumuşlardır. Ebu Zeyd, bu kelimenin "Adam ateşe girdi, giriyor, girmek " "O, ateşe giricidir"; "Giren kavim" şeklinde kullanıldığını söylemiştir. Hak teâlâ da, "Cehenneme girecek olan kimse müstesna" (sâffat, 163); "Ona girip (yanmaya) daha lâyık olanlar" (Meryem, 70) ve "Cehenneme onlar girecekler" (Sâd, 56) buyurmuştur. Ferrâ şöyle demiştir: yakacağın ismidir. Buna da denir. Bu kelimeyi sâd harfinin kesresi ile okuduğunda şeklinde uzatırsın; fetha ile okuduğunda ise uzatmadan (......) şeklinde okursun. Fiildeki yâ harfini zamme ile okuyanlar, onu Arapların "Allah onu, ateşin sıcağına iyice soktu" tabirinden almışlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz, onu ateşe sokacağız" (Nisa, 30) ve "Onu cehenneme sokacağım" (Müddessir. 26) buyurmuştur. Keşşaf sahibi, bu fiilin, yâ harfinin zammesi ile ve İâmı şeddesiz okuyarak, şeklinde ve yine yânın zammesi, lâm'ın şeddesi ile (......) şeklinde okunduğunu söylemiştir. (......) yanan ateş demektir. Nitekim bu manada, "Ateşi yaktım, onu iyice tutuşturdum " "O iyice tutuşmuştur ve iyice yanandır" denilir. (......) kelimesi kelimesinden dönmedir. Nitekim "kınalı el” Nitekim tabiri de ifâdesinden dönmedir. Cenâb-ı Hak, bu kelimeyi şeklinde nekire olarak getirmiştir. Zira bundan murad, şiddetinin derecesini Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği bir ateş olduğunu göstermektir. Rivayet olunduğuna göre bu âyet nazil olunca, ifâde etliği hüküm insanlara ağır geldi ve bundan dolayı Müslümanlar yetimlerle birlikte yaşamaktan tamamen uzaklaştılar. Bu durum yetimlere zor geldi. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın, "Şayet kendileriyle birarada yaşarsanız, onlar sizin kardeşinizdif..." (Bakara, 220) âyeti nazil oldu. Bazı cahiller, bu âyetin o âyetle mensûh olduğunu söylemişlerdir ki bu, gerçekten uzak bir görüştür. Çünkü bu âyet, insanları yetimlere zulmetmekten men etme konusundadır. Binâenaleyh bu mensûh olamaz. Aksine bundan maksat, yetimlerin mallarını (kendi mallarına katmak) eğer zulüm yoluyla olur ise, bunun en büyük günahlardan biri olduğunu bildirmektir. Nitekim bu âyette de böyledir. Eğer bu katma işi, terbiye etme ve iyilikte bulunma yoluyla olursa, bu da en büyük iyiliklerden biri olmuş olur. Nitekim bu hususta, "Şayet kendileriyle birarada yaşarsanız, onlar sizin kardeşinizdir..." (Bakara, 220) âyetinde ifâde edilmiştir. Allah en iyi bilendir. 11"Allah size, evlatlarınız hakkında tavsiye eder ki: Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır. Fakat onlar, ikiden fazla kadınlar ise, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. (Dişi evlat) tek ise, o zaman bunun yarısı onundur. (Ölenin) çocuğu varsa, ana ve babadan herbirine terikenin altıda biri (verilir). Çocuğu bulunmayıp da kendisine ana ve babası mirasçı olduysa, (malın) üçte biri arasınındır. (Erkek, dişi) kardeşleri varsa, o vakit altıda biri anasınmdır. (Fakat bütün bunlar, ölenin) yapacağı vasiyyetten veya borçtan sonradır. Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin, size fâidece daha yakın olduğunu bilmezsiniz. (Bunlar), Allah'tan birer farizadır. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilicidir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir". Bu âyetle ilgili birçok mesele bulunmaktadır: Bil ki cahiliyye halkı, şu iki şey sebebiyle birbirlerine varis oluyorlardı : a) Neseb, b) Muahede, sözleşme... Neseb cihetinden birbirlerine varis olmalarına gelince onlar, ne küçük çocuklara, ne de kadınlara miras vermiyorlardı. Onlar ancak, at üzerinde savaşan ve ganimet elde eden erkek akrabaları mirasa mâlik kılıyorlardı. Sözleşme cihetinden birbirlerine varis olmalarına gelince, bu da şu iki şekilde tahakkuk ediyordu: 1- Anlaşma: Cahiliyyede bir kimse, bir başkasına "Kanım, kanın; canım, senin canın.. Sen bana, ben de sana varis olurum... Sen beni kollarsın, ben de seni.." derdi. Onlar bu şekilde bir akid yaptıklarında, onlardan hangisi diğerinden önce ölürse, sağ kalan için, ölünün malından daha önce şart koşulmuş olan şey tahakkuk ederdi.. 2- Evlat edinme... Araplardan herhangi bir kimse, başkasının oğlunu evlat ediniyordu. Böylece bu çocuk babasına değil de, o kimseye nisbet ediliyor ve o kimseye varis oluyordu. Bu evlat edinme de anlaşma çeşitlerinden birisiydi. Hak teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i peygamber olarak gönderince O, ilk başlarda Arapları cahiliyyedeki adetleri üzere bırakarak, onlara dokunmadı. Alimlerden şöyle diyenler de vardır: Aksine, Cenâb-ı Hak onları bu âdetleri üzere bıraktı da, 'Her biri için baba ve ananın, yakın hısımların terikelerinden de varisler yaptık" (Nisa, 33) buyurdu ki, bundan maksat da neseb cihetinden birbirlerine varis olmalarıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Akd ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere de hisselerini verin" (Nisa. 33) buyurmuştur ki bundan murad da, anlaşma sebebiyle birbirlerine varis olmalarıdır. Birinci görüşte olanlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Akd ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere de hisselerini verin" (Nisa, 33) tabirinden muradın, maldan hisse, pay olmadığını, aksine bundan muradın "onlara yardım, nasihat ve güzel muameleye dair hisselerini, paylarını verin" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Cahiliyye dönemindeki Arapların birbirlerine varis olma sebeplerinin izahı işte budur. İslâm'daki, insanların birbirlerine varis olma sebeplerine gelince: Biz, İslâm'ın ilk yıllarında, anlaşma ve evlat edinme yoluyla insanların birbirlerine varis olma yolunu benimsediğini zikretmiştik.. Ayrıca buna şu iki hususu da ilâve etmiştik: a) Hicret. Buna göre hicret eden kimse, her ne kadar (neseb cihetinden) yabancı olsa dahi, diğer muhacir ile çok sıkı münasebet ve ilişki içine girdiği için ona varis oluyor, akrabası olsa dahi, muhacirden başkası ona varis olamıyordu. b) Kardeşlik (muâhât..) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashâbdan her iki kişi arasında bir kardeşlik tesis etmişti. Böylece bu da, onların birbirlerine varis olmalarına sebep teşkil etmişti. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hısımlar, Allah'ın kitabınca birbirine daha yakındırlar..." (Enfal, 75) âyetiyle, bütün bu varis olma sebeplerini neshetmiştir. İslâm dininin üzerine bina edildiği veraset sebepleri ise, üçtür: a) Neseb, b) Nikâh, c) Velâ... Ata şunu rivayet etmiştir: "Sa'd İbn Rebî şehit edildi ve geriye iki kızını, hanımını ve kardeşini bıraktı. Kardeşi malın tamamını alınca, Sa'd'ın hanımı Hazret-i Peygamber'e gelerek, "Ya Resûlallah, şu iki kız Sa'd'ın kızlarıdır. Sa'd şehit edildi; kızların amcası ise, onların mallarını aldı" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Dön, umulur ki Allah bu hususta hükmedecektir" dedi. Bir müddet sonra kadın geldi ve ağlamaya başladı. İşte böylece bu âyet-i kerime nazil oldu. Bunun üzerine de Allah'ın Resulü, o iki kızın amcasını çağırdı ve "Sa'd'ın iki kızına üçte iki, annelerine ise sekizde bir mal ver, geriye katan ise senindir" buyurdu. İşte İslâm'da taksim edilen ilk miras budur. Bu âyetin kendinden önceki âyetlerle münasebeti konusunda şu iki açıklama yapılmıştır: 1- Allahü teâlâ yetimlerin malları hakkındaki hükmünü ve bu hususta velilere terettüp eden mükellefiyetleri beyân edince, bu yetimin veraset yoluyla mala nasıl mâlik ve sahip olacağını da beyân buyurmuştur. Bu ise ancak, miras hükümlerinin tamamının izah edilmesiyle mümkün olmuştur. 2- Allahü teâlâ miras hükümlerini, "Ana ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından erkeklere farz kılınmış bir nasîb, hisse vardır" (Nisa. 7) ifâdesinde kısaca beyân edince, bu mücmel ifâdenin peşinden de şu tafsilata yer vererek, "Allah size, evlatlarınız hakkında tavsiye eder ki:..." (Nisa, 11) buyurmuştur' Kaffâl şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu şu demektir: "Allahü Teâlâ size, ölümünüzden sonra, sizi evlâtlarınızın haklarını tastamam yerine getirmeye vesile olan bir söz söylüyor..." Buradaki (tavsiye etmek) kelimesinin astı, ulaştırmak anlamındadır. Bir kimse bir şeye ulaştığı zaman, yine bir kimse bir kimseyi bir şeye ulaştırdığında, denilir. Meselâ, denildiğinde bunun manası "O, beni kendisini bilmem gereken şeyi bilmeye ve anlamaya iletti, götürdü" şeklinde olur. (......) kelimesi de böyledir; ancak ne var ki, mübalağa ifade etmek için kullanılır." Zeccâc, buradaki "size tavsiye eder.." cümlesinin manasının, "Allah size farz kılıyor" şeklinde olduğunu; zira Cenâb-ı Hakk'ın yapmış olduğu tavsiyenin farz anlamına geleceğini; bunun delilinin ise, "(Kısas ve zina gibi şeylerden dolayı meşru) bir hak olmadıkça, Allah'ın haram ettiği cana kıymayın. İşte Allah size. aklınızı başınıza alasınız diye bunları emretti" (Enam. 151) buyruğu olduğunu; bunun ise bize farz olduğunda herhangi bir şüphe bulunmadığını söylemiştir. Buna göre şayet, ""Arapça'da, "Seni şu şeye tavsiye ediyorum" şeklinde bir kullanış yoktur. O halde nasıl olup da Cenâb-ı Hak burada, buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Vasiyyet, bir söz olunca, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, "Allah size tavsiye eder.." ifâdesinden sonra müste'nef bir haber zikretmiş ve "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyurmuştur. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "İman edip de iyi amelde bulunan o kimselere Allah hem mağfiret, hem büyük mükafaat va'adetmiştir" (Fetih, 29)âyetidir. Yani, "Allah şöyle demiştir: "Onlar için bir mağfiret vardır..." demektir. Çünkü va'ad, söylemek anlamına gelir. Bil ki, Allahü teâlâ önce çocukların mirastaki payını zikretmiştir. Allah, insanın çocuğuna olan ilgi ve alâkası, beşerî ilgi ve alâkaların en kuvvetlisi olduğu için, böyle yapmıştır. İşte bu sebepten dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Fatıma benden bir parçadır" buyurmuştur. İşte bu sebeple Allahü teâlâ çocukların mirastaki paylarını önce zikretmiştir. Bil ki, çocukların bir yalnız başlarına bulunma durumları; bir de ebeveynleriyle birlikte bulunma durumları söz konusudur. Yalnız başlarına bulunma durumları üçtür. Bu böyledir, zira ölen kimse, geride ya hem erkek hem dişi; ya sadece dişi, veyahut da sadece erkek evlat bırakır. Erkek ve Kız Evladın Beraber Bulunma Hali Birinci kısım: Ölen kimsenin geride, hem erkek hem de dişi evlat bırakması halidir. Allahü teâlâ bu husustaki hükmünü, hiç şüphesiz "Erkeğe, İki dişinin payı miktarı vardır" cümtesiyle beyan buyurmuştur. Bil ki bu ifâde, pekçok hükmü ortaya koymaktadır: a) Ölen kimse, geride bir erkek ve bir kız çocuğu bıraktığı zaman, erkeğin mirastaki payı 2 (iki), dişininki ise 1 (bir)'dir. b) Varis olacak kimseler, üç (3) ve daha fazla sayıdaki erkek ile üç (3) ve daha fazla sayıdaki dişi ise, her erkeğin hissesi iki, her dişinin hissesi ise birdir. c) Çocuklarla beraber, ana-baba ve zevceler gibi başka varisler de bulunursa, bunlar kendi hisselerini alırlar, paylar alındıktan sonra geriye kalan mal, erkeğin payı 2 (iki) olmak üzere, evlatlar arasında taksim edilir. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin bu pekçok hükmü ifâde ettiği sabit olmuş olur Yalnız Kız Evlatların Bulunması Durumu İkinci kısım: Ölen kimsenin geride sadece dişi evlat bırakması hali.. Allahü teâlâ dişi evlâdın, ikiden fazla olması halinde, hisselerinin üçte iki olduğunu; tek olmas halinde ise, bu hissenin yarım olduğunu beyân buyurmuştur. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, iki kızın hükmünü, sarih bir ifâde ile beyân buyurmamıştır. Âlimler, İki kızın paylarının ne olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Üç kız ve daha fazlasının hissesi, üçte ikidir. İki kızın hissesi ise, yarıdır.' İbn Abbas, bu hükmüne Cenâb-ı Hakk'ın şu buyruğunu delil getirmiştir: "Fakat onlar, ikiden fazla dişiler ise, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır" (Nisa, 11) Arapça'da (......) kelimesi, şart koşmayı ifâde etmektedir. Bu da, üçte iki hissenin alınabilmesinin. dişilerin sayısının üç ve daha fazla olması sayısına bağlandığını gösterir ki, bu da iki kıza üçte iki pay verilmesine manidir." Buna birkaç bakımdan cevap verilebilir: Birinci şekil: Bu söz, İbn Abbas'ın aleyhinedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "(Dişi evlat) tek ise, o zaman bunun yarısı onundur" (Nisa. 11) buyurmuş, yarım hissenin tahakkukunu, dişi evladın bir olması şartına bağlamıştır. Bu ise, iki dişi için, pay olarak yarım hissenin tahakkuk etmesini engeller. Binaenaleyh, bu sözün doğru olması halinde bu, İbn Abbas'ın görüşünü iptal eder. İkinci şekil: Biz, (......) kelimesinin vasıf, nitelik yok olduğunda hükmün yokluğuna delâlet ettiğini kabul etmiyoruz. Bunun böyle olduğuna şu da delâlet eder: Eğer durum böyle olsaydı, bu iki âyet arasında bir tenakuzun bulunması gerekirdi. Zira "icmâ", iki kızın hissesinin ya yarım, veyahut da üçte iki olduğuna delâlet etmektedir. (......) kelimesinin şart koşmayı ifâde ettiğini kabul etmemiz halinde, bu iki hükmün de yanlış olduğunu söylemek gerekir. Böylece, bu kelimenin şart mânasını ifâde ettiği şeklinde hüküm vermenin yanlış ve bâtıl bir neticeye götürdüğü sabit olmuş olur. Binaenaleyh, böyle bir hüküm asılsız olmuş olur. Bir de Cenâb-ı Hak, "... ve eğer bir yazıcı da bulamadınızsa, o vakit (borçludan) alınmış rehinler (yeter)..." (Bakara. 283) ve 'Eğer kâfirlerin size fenalık yapacağından endişe ederseniz, namazdan kısaltmanızda size bir vebal yoktur" (Nisa, 101) buyurmuştur. Halbuki bu kelimenin, bu âyetlerde şart koşma manasını ifâde etmesi imkânsızdır. Üçüncü şekil: Âyette, bir takdimve tehir söz konusudur. Kelâmın takdiri ise şöyledir: "Eğer dişiler iki ve daha fazla olurlarsa, onlar için (mirastan) üçte iki pay vardır." İşte, İbn Abbas'ın deliline karşı vereceğimiz cevap budur. Ümmetin diğer âlimleri ise, iki dişinin hissesinin üçte iki olduğunda ittifak ederek şöyle demişlerdir: "Biz bu hükmün böyle olduğunu, birçok şeyden ötürü anlıyoruz: 1- Ebu Müslim el-İsfehanî şöyle demektedir: "Biz bunu Hak teâlâ'nın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğundan anlamaktayız. Bu böyledir zira, bir kimse ölse ve geride bir oğul ve bir kız bıraksa, bu durumda, Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" hükmünden dolayı, oğulun mirastaki hissesinin üçte iki olması gerekir. Erkeğin payı iki dişinin payı olduğuna ve burada erkeğin payının üçte iki olduğuna göre hiç şüphe yok ki, iki dişinin mirastaki payının da üçte iki olması gerekir." 2- Ebu Bekr er-Razî şöyle demektedir: "Bir kimse ölür, geride de bir oğul ve bir kız bırakırsa, bu durumda kızın mirastaki hissesi, Hak teâlâ'nın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğunun delaletiyle üçte birdir. Bir kızın hissesi, bir erkekle beraber bulunduğunda üçte bir olduğuna göre, bu kızın mirastaki payının başka bir dişiyle beraber üçte bir olması daha evlâ olur. Çünkü erkek, dişiden daha güçlüdür. 3- Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, İki dişinin payı miktarı vardır" âyeti, iki dişinin mirastaki payının, bir dişinin mirastaki payından daha fazla olduğunu ifâde etmektedir. Aksi halde, erkeğin payının bir dişinin payı kadar olması gerekir ki, bu da âyetin hilâfına bir durumdur. İki dişinin payının, bir dişinin payından daha fazla olduğu sabit olunca, biz deriz ki, bunun da üçte iki olması gerekir. Çünkü arada herhangi bir fark bulunduğunu söyleyen yoktur. 4- Biz, bu âyetin nüzul sebebinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Sa'd İbn Rebî'in iki kızına, üçte iki verdiğini zikretmiştik. Bu da, bizim söylediğimiz görüşe delâlet etmektedir. 5- Allahü teâlâ bu âyette, bir kız ile üç ve üçün üzerinde olan kızların mirastaki paylarını beyân buyurmuş, iki kıza dair hükmü ise beyân etmemiştir. Yine Allahü teâlâ kız kardeşlerin mirastaki paylarının ne olduğunu belirtmek için de, "Eğer evladı (ve babası) olmayan bir erkek ölür, onun (ana baba bir veya sadece baba bir) bir tek kız kardeşi kalırsa, terikesinin yarısı onundur.(...) Eğer kız kardeş iki ise, oğlar kardeşinin bıraktığının üçte ikisini alırlar" (Nisa. 176) buyurmuştur. Burada Cenâb-ı Hak, bir ve iki kız kardeşin mirastaki hükmünü belirtmiş, ikiden fazla kız kardeşin mirastaki hükmünü zikretmemiştir. Böylece bu iki âyetten her biri, bir yönden mücmel bir yönden de mübeyyen olmuş olur. Buna göre biz deriz ki, iki kız kardeşin hisses: üçte iki olunca, iki kız evladın hissesinin bu olması daha uygundur. Çünkü bu iki kız evlat, ölen kimseye iki kız kardeşten daha yakındır. Üç ve üçten fazla kızlarır hissesi üçte ikiden fazla olmadığına göre, üç ve üçten fazla kız kardeşlerin mirastaki paylarının da bundan fazla olmaması gerekir. Zira kız evladı, ölen kimseye daha yakın olunca, daha zayıfı daha güçlü olana üstün kabul etmek imkânsız olur. Bu konuda zikredilmiş görüşlerin tamamı işte budur. Bunlardan ilk üçü, âyetten istinbât edilmiş, dördüncüsü sünnetten, beşincisi ise "kıyas-ı celîden alınmıştır. Varislerin Yalnız Erkek Evlatlar Olması Durumu Üçüncü kısım: Ölen kimsenin, geride sadece erkek evlat bırakması hali. Buna göre biz deriz ki, tek bir oğul mirasta yalnız başına bulunduğunda, malın tamamım alır. Bunun izahı pekçok bakımdandır: 1-Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğunun delâleti itibariyle. Zira bu ifâde, erkeğin mirastaki payının, iki dişinin mirastaki payı miktarı olduğuna delâlet etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak kızlar hakkında da, "(Dişi evlât) tek İse, o zaman bunun yarısı onundur" buyurmuştur. Böylece bu iki âyetin toplamından, mirasta yalnız başına kalan bir oğulun hissesinin malın tamamı olması neticesi ortaya çıkar. 2- Biz bunun böyle olduğunu sünnetten de anlıyoruz. Bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Paylar dağıtıldıktan sonra geriye kalan miktar, en yakın erkek asabeye verilir." Buhâri, Ferâiz. 5; Müslim, Ferâiz, 1. Oğulun, erkek asabe olduğunda bir münakaşa yoktur. Oğul, hisselerden sonra geriye kalan malın tamamını alınca, hisse bulunmaması halinde de malın tamamını alması gerekir. 3- Ölüye en yakın asabe, oğuldur. Oğulun mirastaki payının muayyen ve mahdut olmadığı icmâ ile sabittir. Bu yalnız oğulla beraber, mirastaki hissesi âyette belirlenmiş bir kimse (sahib-i farz) bulunmayınca, onun muayyen bir miktar alması, geriye kalanı almasından daha evlâ değildir. Binaenaleyh, bu oğulun malın tamamını alması gerekir. İmdi şayet, "İki dişinin hissesi üçte ikidir; binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, tki dişinin payı miktarı vardır" buyruğu, erkeğin mirastaki payının mutlak olarak üçte bir olmasını gerektirir. Bu ise onun, malın tamamını almasına mani olur.." denilirse, biz deriz ki: Bundan maksat, erkek evladın diğer mirasçılarla beraber bulunması halidir; yoksa yalnız başına kalması hali değildir. Buna, şu iki husus da delâlet etmektedir: a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah size, evlatlarınız hakkında şöyle tavsiye (emr) eder..." buyruğu çocukların mevcut olmasını gerektirir. O'nun, "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğu da, miras taksimi durumunda erkek ve dişi evlatların bulunmasını gerektirir. b) Allahü teâlâ bunun peşinden, çocuğun yalnız olma halini de zikretmiştir. Bütün bu anlatılanlar bir kimse ölüp, geride tek bir oğul bırakması durumunda söz konusudur. Ama, bir kimse ölüp geride, mala hak kazanma cihetinden müşterek olan pek çok oğullar bıraktığında, aralarında herhangi rüçhaniyyet durumu söz konusu değildir. Binaenaleyh miras malının onlar arasında eşit olarak taksim edilmesi gerekir. Allah en iyi bilendir. Âyetle ilgili olarak geriye iki soru kalmıştır: Mirasta Kadının Hissesinin Daha Az Olmasının Hikmeti Birinci soru: "Hiç şüphesiz, şu sebeplerden dolayı kadın erkekten daha âcizdir: a) Kadın dışarı çıkmaktan ve ortada gözükmekten âcizdir. Zira onun kocası ve atabaları, bunu ona yasaklar. b) Aklı kıt, aldanması ve yanılması çoktur. c) Erkeklerle karıştığında, töhmet altına girer. Kadının acziyyetinin daha fazla olduğu sabit olduğuna göre, mirastaki hissesinin de daha çok olması gerekir. Daha çok olmasa bile, en azından erkeğinkine eşit olması gerekir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, kadına mirastan erkeğin payının yarısını vermesindeki hikmet nedir?" Bu soruya şu şekillerde cevap verilir: 1- Kadının harcaması daha azdır. Çünkü kocası, onun için harcar. Erkeğin harcaması ise daha çoktur. Çünkü erkek, hanımı için de harcar. Harcaması ve masrafı daha çok olan, mala daha muhtaçtır. 2- Erkek, yaratılış, akıl ve meselâ kadılık (hakimlik), imamet (devlet başkanlığı) yetkisinin kendisine verilmesi gibi dinî mertebeler bakımından kadından daha üstün durumdadır. Keza kadının şahitliği, erkeğin şahitliğinin yarısı kadardır. Bu durumda olan Kimseye, daha tazla verilmesi gerekir. 3- Kadının aklı az, (arzuları) çoktur. Kadınaçok mal verildiğinde, fesat büyür. Nitekim Şâir: "Boş zaman, gençlik ve bolluk içinde olmak, kişiye çok zararlıdır" demiştir. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Çünkü insan muhakkak kendini ihtiyaçtan vareste gördü diye azar" (Alâk, 6-7) buyurmuştur. Erkeğin durumu ise böyle değildir. 4- Erkek, aklının tam oluşu sebebi ile, malını hanlar yaptırma, çaresizlerin güzel övgüyü, âhirette de bol sevabı kazandıracak şeylere harcar. Bunu ancak erkek yapabilir. Çünkü erkek, insanlara daha fazta karışıp içli-dışlı olur. Kadının, insanlara ihtilatı ise azdır. Binaenaleyh kadın buna muktedir olamaz. 5- Rivayet olunduğuna göre Cafer-i Sadık'a bu mesele sorulunca o şöyle demiştir: "Hazret-i Havva bir avuç buğday alıp onu yedi. Sonra bir avuç daha atıp onu gizledi. Daha sonra bir başka avuç aldı ve onu Hazret-i Adem'e verdi. Hazret-i Havva, kendi payını erkeğin payının iki katı kılınca, Allahü teâlâ durumu aleyhine çevirdi de, kadının (mirastan) hissesini, erkeğin hissesinin yarısı kıldı." Buyurulup Başka Şekilde Bildirilmeyişinin Hikmeti İkinci soru: Cenâb-ı Allah niçin "iki dişi için bir erkeğin payı miktarı vardır" veya "Bir dişi için, erkeğin payının yarısı miktarı vardır" demedi? Buna birkaç yönden cevap verilir: a) Erkek, kadından daha üstün olduğu için, Cenâb-ı Hak erkeği kadından önce zikretmiştir. Nitekim erkeğin payını da, kadının payının iki katı kılmıştır. b) Hak teâlâ'nın, 'Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğu, erkeğin üstünlüğüne mutabakat dişinin noksanlığına ise iltizâm suretiyle delâlet etmektedir. Eğer Allah, sizin dediğiniz gibi demiş olsaydı, o zaman o ifâde dişinin noksanlığına mutabıkı olarak, erkeğin üstünlüğüne ise iltizâmi olarak delâlet etmiş olurdu. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, faziletleri teşhir etmedeki sa'y-ü gayretin, rezillikleri teşhir etmedeki sa'y-ü gayrete tercih edildiğine dikkat çekmek için birinci yolu tercih etmiştir. Nitekim O, "Eğer iyilik ederseniz, kendinize tyilfk etmiş olursunuz. Eğer kötülük ederseniz, (yine) kendinize etmiş olursunuz" (isra, 1)buyurmuş ve iyilik etmeyi iki kere, kötülük etmeyi ise bir kere zikretmiştir. c) Cahiliyye Arapları kadınları değil de sadece erkekleri mirasçı kılıyorlardı. İşte bu âyetin sebeb-i nüzulü budur. Bundan dolayı şöyle denilmiştir: "Erkeğin mirastaki payının, kadının payının iki katı olması ona yeter. Binaenaleyh erkeğin kadını mirastan tamamen mahrum etmeyi arzulaması uygun değildir." Allah en iyi bilendir. Veled (Çocuk) Kelimesinin Manası Veled (çocuk) kelimesinin, hakikî manada adamın sulbünden olan çocuğa isim olarak verildiğinde şüphe yoktur. Yine bu kelimenin oğulun çocuğu (torun) hakkında da kullanıldığında şüphe yoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yâ Beni Âdeme" buyurmuştur. Yine Hak teâlâ Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki yahudilere de "Ey Benî İsrail (İsrailoğulları)" demiştir. Fakat konumuz, "veled" lafzının, oğulun çocuğuna (toruna) mecazi olarak mı hakîkî olarak mı verildiği hususundadır. Buna göre, eğer biz bunun mecazî olduğunu söylersek, şöyle deriz: Usûl-u fıkıhta "tek bir lâfzın aynı anda hem hakîkî, hem de mecazî manada kullanılmasının caiz olmadığı" kaidesi vardır. Bu durumda Allahü teâlâ'nın, "Allah size, evlatlarınız hakkında şöyle tavsiye (emr) eder..." buyruğu ile, hem sulbten olan çocuğu, hem de oğulun çocuğunu (torunu) murad etmiş olması imkansızdır. Bil ki bu müşkili gidermenin yolu şöyle demektir: "Biz, oğulun çocuğunun hükmünü bu âyetten değil, aksine sünnet (hadis) ve kıyastan elde ediyoruz. Fakat bu hükmü bu âyetten almak istersek şöyle deriz: Hem sulbten olan çocuk, hem de oğulun çocuğu bu âyetle aynı anda murad edilmemiştir. Bu böyledir, Zira oğulun çocukları (torunlar), mirasa ancak şu iki durumun birinde müstehak olurlar: a) Sulbten olan çocuk hiç mevcut olmaz ise... b) Sulbten olan çocuk mirasın tamamını alamıyorsa... Bu durumda onlar (torunlar), kalan mirası paylaşırlar. Fakat oğulun çocuğunun, sulbten olan çocukların birlikte hak sahibi olmaları gibi, sulbten olan çocuklarla birlikte ortak olarak hak sahibi olmalarına gelince, iş böyle olmaz. Buna göre de bu âyetin, sulbten olan çocuk ile oğlun çocuklarına (torunlara) delâlet etmesinden, tek bir lâfız ile, o lâfzın aynı anda hem hakikî hem de mecazi manasının murad edilmiş olması gerekmez. Zira bu tek lâfız ile sulbten olan çocuk murad edildiğinde oğulun çocuğu; oğulun çocuğu murad edildiğinde ise sulbten olan çocuk murad edilmiş olmaz. Velhasıl diyebiliriz ki, bu âyet, bazan sülbten olan çocuğa, bazan da oğulun çocuğuna hitap olmuş olur. Bu iki durumun her birinde de tek bir şey murad edilmiş olur. Fakat biz "veled" isminin, hem sülbten olan çocuğa, hem de oğulun çocuğuna verilmesinin, hakiki manada olduğunu söylersek, bu durumda kelimeyi bu iki mana arasında müşterek kabul edersek, yine aynı müşkilat ortaya çıkmış olur. Zira müşterek bir lâfzın, aynı anda iki manasını ifâde etmek için kullanılamayıp, aksine onu bu iki manaya uygun (mütevatı) kılmanın gerektiği sabit olmuştur. Mesela insan ve ata nisbetle "hayvan" (canlı) kelimesinin kullanılışı gibi... Bunun doğruluğuna "Kendi sulbünüzden (gelmiş) oğullarınızın hanımları..." (Nisa, 23)âyeti de delâlet etmektedir. Âlimler, bu ifâdeye sülbten olan oğul ile oğulun oğlunun (torunların) girdiği hususunda ittifak etmişlerdir. Böylece biz "ibn (oğul)" kelimesinin hem sülbten olan çocuğa hem de toruna nisbetle uygun bir manaya geldiğini anlamış olduk. İşte bu izaha göre müşkilat giderilmiş olur. Bil ki "ibn" (oğul) kelimesinin oğulun oğlunu (torunu) içine alıp almadığı hususundaki bu bahis, "eb" (baba) ve "ümm" (anne) kelimelerinin dedeleri ve nineleri içine alıp almadığı hususunda da aynen söz konusudur. Şüphesiz ki bu kelimeler de Hak teâlâ'nın, "Senin tanrına ve babaların İbrahim'in, İsmail'in, İshâk'ın bir tek tanrısı olan Allah'a İbadet edeceğiz" (Bakara, 133)âyetinin delâlet ettiği gibi, onları kapsamaktadır. Bu içine alma işinin hakiki manada olmadığı daha zahirdir. Zira sahabe, dede ile ilgili Kur'ân'da zikredilen bir hükmün bulunmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Eğer "eb" (baba) kelimesi, hakîkî manada olarak dedeyi ifâde etmiş olsaydı, sahabenin bu şekilde ittifakı doğru olmazdı. Allah en iyi bilendir. Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah size, evlatlarınız hakkında şöyle tavsiye (emr) eder: "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır-' buyruğunun umûmî manasının, şu dört durum ile tahsis edilmiş olduğu söylenmiştir: a) Hür ve köle birbirine varis olamaz. b) Kasten katil olan kimse vâris olamaz. c) İki ayrı dine mensup olanlar birbirine vâris olamazlar. Bu, ümmetin kabul ettiği ve meşhur derecesine ulaşan bir haberdir. Bu haberden şu iki fer'î hüküm de çıkar: Birinci hüküm: Âlimlerimiz, kâfirin müslümana vâris olamayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Müslümanın kâfire vâris olması meselesine gelince, çoğu âlimlerimiz bunun da kâfire vâris olamayacağı kanaatindedirler. Bazı âlimler ise vâris olabileceğini söylemişlerdir. Meselâ Şâ'bî şöyle der: "Mu'aviye bu şekilde hüküm verdi ve bunu (valisi) Ziyad'a yazdı. Bunun üzerine Ziyad, bunu Kâdî Şüreyh'e gönderdi ve bu şekilde hükmetmesini emretti. Daha önce Kadî Şüreyh müslüman kâfire vâris olamaz diye hüküm veriyordu. Ziyad, Şüreyh'e bunu emredince, Şüreyh buna uygun hüküm verip, "mü'minlerin emiri (devlet başkanı) da bu şekilde hükmediyor" dedi. Birinci görüşte olanların delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "İki ayrı dinden olanlar, birbirine vâris olamazlar" Ebu Davûd, Ferâiz, 10 (8/126); Tirmizî, Feraiz, 16 (4/424). hadiâ-i şerifinin umumî manada oluşudur. İkinci görüşte olanların delili ise, rivayet edilen şu husustur: Mu'âz (radıyallahü anh) Yemen'de iken kendisine bir yahudinin ölüp, geride müslüman bir kardeşinin kaldığını söylediler. Bunun üzerine Mu'âz (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, "İslâm arttırır, eksiltmez" Ebu Davud. Feraiz, 10 (3/126). dediğini duydum" dedi. Sonra bu görüşte olanlar bunu şöyle diyerek kuvvetlendirmişlerdir: "Hak teâlâ'nın, "Allah size, evlatlarınız hakkında tavsiye eder ki: "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin zahirî manası, kâfirin müslümana, müslümanın da kâfire vâris olmasını gerektirir. Fakat biz bu âyetin zahirini, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "İki ayrı dinden olanlar, birbirine vâris olamazlar" hadis-i şerifi ile tahsîs eder (sınırlarız). Çünkü bu hadis, âyetten daha hususidir. Husûsî (hâs) olan delil, umumî olan delilden önce nazar-ı itibara alınır. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'irı "İslâm arttırır, eksiltmez" ifâdesi, "İki ayrı dinden olanlar, birbirine vâris olamazlar" hadisinden daha husûsidir. Binâenaleyh bu hadisin, ona takdim edilmesi gerekir. Hatta bu tahsîs daha evladır. Zira bu hadisin zahiri, âyetin umûmî manası ile kuvvet kazanmaktadır. Birinci hadis ise böyle değildir. Buna cevap olarak söylenecek son söz şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "İslâm arttırır, eksiltmez" hadisi, mirasta bir nass sayılmaz. Binaenaleyh bunu başka durumlara hamletmek gerekir." İkinci hüküm: Müslüman, irtidâd edip sonra ölür ya da öldürülürse, irtidad süresince kazandığı mala vâris olunamayacağı, bilâkis bu malın Beytü'l-male (devlet hazinesine) verileceği hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Onun müslüman iken kazandığı mala gelince, bu hususta iki görüş vardır: Şafiî, "O mala vâris olunamaz, aksine Beytü'l-male kalır" demiştir. Ebu Hanife ise, "Ona, müslüman olan varisleri varis olabilir" demiştir. Şafiî'nin delili şudur: "Biz Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "İki ayrı dinden olanlar birbirine vâris olamazlar" sözünü, Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin umûmî manasına tercih etme hususunda ittifak ettik. Mürted ve onun müslüman vârisi, iki ayrı dinden olmuş olur. Binâenaleyh bunların birbirine varis olmamaları gerekir. Buna göre şayet, "mürtedin mala mâlik oluşu, müslümanlığının sona erişi ile zail olmuş ve bu mülkiyet kendisine vâris olan kimselere intikal etmiştir. Bu durumda da, müslüman kâfire değil müslümana vâris olmuş olur" denilir ise biz deriz ki Müslüman şayet mürtede varis olmuş olsaydı, ona ya mürted hayatta iken, yahut da öldükten sonra varis olmuş olurdu. Birincisi bâtıldır ve müslümanın bu durumda o mallarda tasarrufta bulunması helâl olmazdı. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Ancak zevceleri veya sağ ellerinin mâlik olduğu (cariyeleri) müstesna... "(Müminun, 6) buyurmuştur. Bu. icmâ ile de bâtıldır. İkincisi de bâtıldır. Çünkü mürted, ölürken kâfir olarak ölmüştür. Binaenaleyh bu durum, iki ayrı dinden olan kimselerin birbirine vâris olması neticesine götürür ki bu da hadisin aksine bir şey olur. Burada geriye ancak şöyle demek kalır: "O müslüman, o mürtede, mürtedin müslüman olduğu son âna dayanarak, ölümünden sonra ona varis olmuştur. Fakat buna dayanmaya hükmetmek de bâtıldır. Zira mürted hayatta iken, mülkiyet bulunmadığına göre, eğer bu mülkiyet o kimsenin ölümünden sonra, hayatta iken bulunduğu şekilde mevcut olmuş olsaydı, o zaman geçmiş zamanda tasarruf yapılmış olurdu ki bu da aklın bedaheti ile bâtıldır. Eğer bu istinad, tebyin ile tefsir edilecek olsa, söz yine vârisin, mürted hayatta iken mürtede vâris olması neticesine varır ki biz bunun bâtıl olduğunu bildirmiştik. Allah en iyi bilendir. Peygamber Miras Bırakmış mıdır? d) Âyetin tahsis edilmiş olduğu şekillerden birisi de, müçtehidlerin ekserisinin görüşü olan, peygamberlere vâris olunamayacağıdır. Şiî'ler bunu kabul etmemişlerdir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Fatıma (radıyallahü anhnha) miras isteyip, ashab ona o mirası vermeyince, ashab Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Biz peygamberler topluluğuna vâris olunmaz (ölümümüzden sonra) geriye ne bırakırsak, o, (ümmet için) sadakadır" Buhârî. Humus, 1, Ferâiz, 3; Müslim, Cihad, 49-56 (3/1377-1383). hadisine tutunmuşlardır. Bunun üzerine Hazret-i Fatıma (radıyallahü anhnha) da Hak teâlâ'nın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin umûmî manasına tutunmuş ve sanki Kur'ân'ın umûmî manasının, haber-i vâhid ile tahsis edilemiyeceğine işaret etmiştir. Sonra Şi'îler şöyle demişlerdir: "Kur'ân'ın umumiliğinin haber-i vâhid ile tahsis edilmesi caiz olsa bile burada böyle bir tahsis caiz değildir. Bunu şu üç şekilde izah ederiz: 1- Bu hüküm, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Zekeriyyâ'dan naklen: "Ki o bana mirasçı olsun. Ya'kub hanedanına da mirasçı olsun" (Meryem, 7)âyeti ile, "Süleyman Davud'a mirasçı oldu" (Neml, 16) âyetinin hilâfınadır. Bunu, onların ilim ve dinine vâris olma manasına hamletmek mümkün değildir. Zira bu hakikî manada bir veraset olmayıp, yeni bir kesb (kazanç elde ediş) olur. Hakiki manada vâris olmak, ancak malda olur. 2- Bu meseleleri bilmeye muhtaç olan, ancak Hazret-i Fatıma, Hazret-i Ali ve Hazret-i Abbas (radıyallahü anhnhüm)'dır. Bunlar ise zâhid, âlim ve dindar kimselerin en önde gelenlerindendir Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in bu meseleyi bilmeye hiç ihtiyacı yoktu. Zira o, Hazret-i Peygamber'e vâris olacağını düşünen kimselerden değildi. O halde bu meseleyi bilmeye ihtiyacı olmayan kimseye bunu tebliğ edip, bu meseleyi bilmesi daha fazla gerekenlere tebliğ etmemesi Hazret-i Peygambere nasıl yakışır? 3- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "(Ölümümüzden sonra) geriye ne bırakırsak" ifâdesi "Vâris olunmayız" ifâdesinin sılası da olabilir. Buna göre ifâdenin takdiri, "Geride sadaka olarak bıraktığımız şeye, işte buna vâris olunmaz" şeklindedir. Buna göre eğer, "Böyle bir takdir yapılması halinde, bu hükümde peygamber için bir hususiyet kalmaz" (Zira diğer insanların da sadaka olarak bıraktıktan şeyler paylaşılmaz) denilirse, biz deriz ki: "Aksine peygamberlerin bir şeyi tasadduk etmeye niyetlenmeleri halinde, sırf niyetleri sebebiyle, o şeyin onların mülkiyetlerinden çıkması ve o şeye, onlardan hiç kimsenin vâris olamayacağı ihtimalinden ötürü, bu hususiyet mevcuttur. İşte böyle bir mana, peygamberlerden başkası için söz konusu değildir." Şiilerin bu görüşüne şöyle cevap verilir: Hazret-i Fatıma (radıyallahü anhnha), bu münazaradan sonra Hazret-i Ebu Bekr'in hükmüne razı olmuş ve Hazret-i Ebu Bekr'in kail olduğu hükmün doğruluğu hususunda icmâ meydana gelmiştir. Binaenaleyh böyle bir soru ortadan kalkar. Allah en iyi bilendir. Bu âyetle ilgili meselelerden birisi de, âyetteki "Erkece, iki dişinin payı miktarı vardır" ifâdesi, "Onlardan erkeğe..." manasındadır. Âyet-i kerimeden (Onlardan) ifâdesi, anlaşıldığı için hazf edilmiştir. Bu tıpkı senin Yağın iki ölçeği, bir dirhemedir" sözün gibidir. Allah en iyisini bilendir. Varisler Arasında Kadınların İkiden Fazla Olmaları Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat onlar ikiden fozla kadınlar ise, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır" buyruğunun manası, "Eğer, kızlar veya kız çocuklar, hepsi kadın olur, içlerinde oğlan bulunmaz ise..." şeklindedir. Hak teâlâ'nın "İkiden fazla" lâfzının, fiilinin ikinci haberi veya (kadınlar) lâfzının sıfatı olması caizdir. Bu, "Kadınlar ikiden fazla olurlarsa.." demektir. Burada birkaç soru vardır: Birinci Soru: Âyetteki, "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğu çocuklardan iki kızın hissesini beyân etmek için değil de, erkeğin hissesini beyân etmek için söylenmiş bir sözdür. O halde, Hak teâlâ'nın 'Fakat onlar ikiden fazla kadınlar ise..." ifâdesi, kadınların hissesini beyân etmek için getirilmiş olduğu halde, bununla erkeğin hissesini murad etmiş olması, nasıl güzel ve yerinde olur? Buna şu iki şekilde cevap verilir: 1- Biz, "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" beyanının iki dişinin hissesinin üçte iki nisbetinde olduğuna delâlet ettiğini açıklamıştık. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, iki dişinin mirastaki payının ne kadar olduğunu gösteren şeyi beyân edince, daha sonra, "Onlar, sayıları üçten fazla olan bir kadınlar topluluğu olurlarsa, bunların mirastaki payları, İki dişinin payı olan üçte iki nisbetindedir" manasında olmak üzere, "Fakat onlar ikiden fazla kadınlar iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır" buyurmuş ve böylece üç veya üçten daha fazla kadının (kızın) mirastaki hükmünün, herhangibir fark olmaksızın iki dişinin (kızın) hükmü gibi olduğunu bildirmiştir. Binaenaleyh bu atfın yerinde olduğu sabit olur. 2- İki dişinin hükmü daha önce geçmişti. Bundan dolayı, atfın yerinde yapılmış olduğu hususunda bu kadar söz yeter. İkinci toru: Âyette geçen fiilinin, tam bir fiil sayılarak ve ifâdelerindeki zamirlerin birer müphem zamir; vekelimelerinin ise, o zamirleri açıklayan birer ifâde olmaları doğru olur mu? Cevap: Keşşaf sahibi bunun uzak bir ihtimal olmadığını söylemiştir. Üçüncü soru: Âyette geçen (......) kelimesi cemidir. Cemî'nin (çoğulun) en azı ise üçtür. Binaenaleyh "nisa" kelimesinin, ikiden fazla kadının bulunması manasına olması gerekir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın bu kelimeyi "ikiden fazla" diye kayıtlamasının manası nedir? Cevap: Cemî'nin en aztnın iki olduğunu söyleyenlerin delilleri, bu âyettir. Cemî'nin üç ve daha fazlasını ifâde ettiğini söyleyenler ise, "ikiden fazla" ifâdesinin te'kîd için olduğunu söylemişlerdir. Bu tıpkı, "karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar" (Nisa. 10) ve "İki Tanrı edinmeyin. O, ancak bir Tanrıdır" (Nahl, 51) âyetlerinde olduğu gibi. Hak teâlâ'nın, "(Dişi evlat) tek iser o zaman bunun yarısı onundur" buyruğuna gelince biz deriz ki: Nâfî, (......) kelimesini merfû (ötreli) olarak; diğer kıraat imamları ise mansûb (fethalı) olarak okumuşlardır. Merfû okuyanlar buradaki fiilini tam fiil saymışlardır. Tercih edilen okuyuş mansûb olarak okumaktır. Çünkü bu ifâdeden önce geçen ibaresindeki fiilinin mansûb bir haberi vardır. Âyetin takdiri, "Eğer vâris olanlar, sadece kadınlar olurlarsa..." şeklindedir. İşte bu ibarede de aynıdır ve bunun takdiri, "Eğer geride bırakılan tek bir kadın olursa" şeklindedir. Zeyd İbn Ali, "nısf" kelimesini, nûn harfinin zammesi ile, (......) şeklinde okumuştur. Mirasta Ana-Babanın Herbirinin Hissesi Altıda Birdir Hak teâlâ, Ölenin varsa, ana ve babadan herbirine terikenin altıda biri (verilir)" buyurmuştur. Bil ki Allahü Teâlâ çocukların miras paylarının nasıl olduğunu zikredince, bunun peşisıra ana-babanın mirastaki hissesini zikretmiştir. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Hasan el-Basri ile Nu'âym İbn Ebû Meyser, kelimeyi sükûn ile (......) şeklinde okumuşlardır. Bunlar (......) ve (......) kelimelerini de böyle okumuşlardır. Bil ki ana-babanın üç hali vardır: Birinci hal: Ana-baba ile birlikte, ölenin bir çocuğunun da bulunması ki bu âyette anlatılan bu haldir; oğlan ve kız için, "çocuk" (veled) kelimesinin kullanıldığı hususunda bir münakaşa yoktur. Binaenaleyh bu birinci halin, şu üç şekilde olması mümkündür: a) Ana-baba ile birlikte, ölenin bir veya daha fazla erkek çocuğunun geriye kalmış olması... İşte bu durumda ana-babadan herbirinin payı altıda birdir. b) Ana-baba ile birlikte, ölenin iki veya daha fazla kız çocuğunun geriye kalmış olması... Bu durumda hüküm yine aynıdır. c) Ana-baba ile birlikte, ölenin geriye tek kızının kalmış olması hali... Bu durumda, kızın mirastaki payı, malın yarısı, bu âyete göre de, ananın payı altıda bir, babanın payı altıda birdir. Geriye kalan altıda bir ise, asabe olması sebebi ile yine babaya aittir. Burada birkaç soru vardır: Birinci soru: Ebeveynin insan üzerindeki hakkının, çocuğunun hakkından daha büyük olduğu hususunda şüphe yoktur. Ana-babanın hakkı o dereceye ulaşmıştır ki. Cenâb-ı Hak, onlara itaati kendine boyun eğme ile birlikte zikrederek, "Rabb'in, Kendinden başkasına kulluk etmeyin, ana ve babaya iyi muamele edin" diye hükmetti ' (İsra, 23) buyurmuştur. Durum böyle olunca, Allahü teâlâ'nın, çocuklara mirasta ana-babadan daha fazla pay vermesindeki sebep nedir? Buna şöyle cevap verilir: Bu son derece güzel ve hikmetlidir. Zira ana-babanın geriye pek az ömrü çalmıştır. Binaenaleyh bunların mala ihtiyaçları azdır. Fakat çocuklar, daha küçük loştadırlar ve mala ihtiyaçları daha fazladır. Binâenaleyh aradaki fark açıktır. İkinci soru: Hak teâlâ'nın, "Onun ana-babasına.." sözündeki "O" zamiri, kime râcidir? Cevap: Bu, merci'i zikredilmeyen bir zamirdir. Bu, "ölenin ana-babası" manasınadır. Üçüncü soru: Âyette geçen "ebeveyn" ile kim murad edilmiştir? Cevap: Bunlar ana ile babadır. Anne için, aslında (......) kelimesinin kullanılması gerekir. Binaenaleyh "ebeveyn" kelimesi, (baba) ve (anne) kelimelerinin tesniyesidir. Dördüncü soru: Bu âyetin tahlili (iğrabı) nasıldır? Cevap: Âyetteki "onlardan herbiri" ifâdesi, âmil olan lâm harf-i cerrinin tekrarı ile, "ana-babadan" ifâdesinden bedeldir. Böyle bir bede yapmanın faydası şudur: Eğer, "Ana-babası için altıda bir pay var" denilmiş olsayd.. bunun zahirinden her ikisinin müşterek olarak altıda bir alacakları anlaşılırdı. Buna göre şayet, "denilmeli değil miydi?" denilir ise, biz deriz ki: "Çünkü mücmel bir ifâdeden sonra, bedel yapıp o ifâdeyi iyice açmada bir te'kîd ve kuvvetle ifâde etme vardır." Âyetteki (......) kelimesi mübtedâ, ifâdesi ise, onun haberidir. Bedel de, izah için mübtedâ ile haber arasına girmiştir. Yalnız Ana-Babanın Varis Olması Hâli Allahü teâlâ, "Çocuğu bulunmayıp da kendisine ana ve babası mirasa olduysa, (malın) üçte biri anasınındır" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır: Bil ki bu, ana-babanın ikinci halidir ki bu da, ana-baba ile birlikte, ölenin hiç çocuğunun bulunmaması ve ebeveynden başka hiçbir varisin olmamasıdır. Âyetteki, "Kendisine ana ve babası varis olduysa" ifâdesinden kastedilen bu haldir. Bu durumda ananın mirastaki payı üçte bir olup, nass (ayet) ile açıkça belirlenmiş hissesidir. Geriye kalan mal ise babaya aittir. Bu böyledir. Çünkü Hak teâlâ'nın, "Kendisine ana ve babası varis olduysa..." ifâdesinin zahiri, ölenin ana ve babasından başka varisinin olmadığını ihsas ettirmektedir. Durum böyle olunca, malın tamamı ana-babaya kalır. Binâenaleyh ananın mirastaki hissesi üçte bir olunca, geriye kalan üçte ikinin de babaya kalmış olması gerekir. İşte bu durumda, ana-baba arasında taksim edilen mal, evlatlar arasında taksim edildiği şekilde, erkeğe, dişinin hissesinin iki misli düşmüş olur. Bu söylediğimiz husustan, şu iki fer'î mesele kaynaklanır: a) Daha önceki âyet, babanın ayetle belirlenen payının altıda bir olduğuna delâlet etmektedir. Bu halde ise baba üçte iki almıştır. Fakat baba, o önceki durumda altıda biri ashab-ı ferâizden olması sebebi ile, malın yarısını da asabe olması sebebiyle almaktadır. b) Babanın bu halde, asabe olması sebebi ile malın yarısını alacağı sabit olunca, tek başına olduğu zaman (annenin hayatta olmaması durumunda) da malın tamamını alması gerekir. Zira asabenin özelliği, tek başına kalmış olduğu zaman, bütün mala varis olmasıdır. Bütün bunlar, ölenin ebeveynin dışında bir varisi bulunmadığı zaman söz konusudur. Fakat ölen kimseye, ebeveyni, eşlerden birisi ile birlikte mirasçı olduğunda, bu durumda, sahabenin ekserisi, (meselâ) kocanın kendi hissesini alıp, sonra kalan malın üçte birini kadının annesine, geri katan malı da kadının babasına vereceği görüşünü benimsemişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh) da şöyle demektedir: "Eşe, mirastaki (belirlenen) payı, ölenin annesine malın üçte biri, kalanı da ölenin babasına verilir." İbn Abbas (radıyallahü anh) sözüne devamla, "Geriye kalan malın üçte birinin kime verileceği hususunu Kur'ân'da bulamadım" demiştir. İbn Sîrîn'in, ölenin karısı ve ana-babası arasındaki miras taksimatı hususunda İbn Abbas (radıyallahü anh)'a muvafakat ettiği, ve fakat karı ölüp geriye kocası kalmışsa onunla ana-babası arasındaki miras taksimatı hususunda ona muhalefet ettiği rivayet edilmiştir. Zira bu durum, iki erkeğin hissesinin, bir dişi (kadın) için olması neticesine götürür. Fakat ölenin karısı ile ilgili taksimat, bu neticeye götürmez. (Sahabenin) cumhurunun delilleri şunlardır: 1- Mirastaki kaide şudur: "Her ne zaman ana-baba bir erkek ve kız evlatlar birlikte mevcut olursa, erkek için iki dişinin (kızın) hissesi kadar pay vardır. Baksana kız ile birlikte bulunan erkek evladın durumu da böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah size, evlatlarınız hakkında şunu tavsiye (emr) eder ki: "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyurmuştur. Yine kızkardeşle birlikte bulunan erkek kardeşin durumu da böyledir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer (yine aynı şartlarla varis olanlar) erkek ve dişi kardeşler ise, o zaman erkek için, dişinin iki hissesi vardır" (Nisa, 176) buyurmuştur. Baba ile birlikte (sağ olarak) bulunan ananın durumu da böyledir. Çünkü biz, ana-babanın dışında mirasçı olmadığı zaman annenin payının üçte bir, babanın ise üçte iki olduğunu beyân etmiştik. Bu sabit olunca biz deriz ki, eş (kan veya koca) mirastaki hissesini alınca, geriye kalan malın ebeveyn arasında erkeğe, kadının iki misli olarak, (ikili birli) kalması vacip olur. 2- Ebeveyn, aralarında mal bulunan iki ortağa benzerler, Binaenaleyh, o maldan bir şey alındı mı, geriye kalan mal ebeveyn arasında ilk hak edilişe göre devam eder. 3- Eş, hissesini, yakınlık itibariyle değil, nikâh akdine göre alır. Bu yönüyle de bu mesele, geriye kalanın taksimatı hususunda vasiyyete benzemiş olur. 4- Kadın (ölüp), geriye kocasını ve ana-babasını bıraktığında, bu durumda kocanın mirastaki payı, malın yarısıdır. Binaenaleyh, şayet biz üçte biri anaya, altıda biri de babaya verirsek, bu durumda kadının payı, iki erkeğin payı kadar olmuş olur. Ki bu da, "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin aksinedir. Bil ki ilk üç delilin neticesi, âyetin umumiliğini kıyas ile tahsis etmeye müncer olur. Dördüncü delile gelince, bu da iki umûmdan birisini diğeriyle tahsis etmektir. Hamza ve Kisaî, hemzenin ve mîm harfinin kesresiyle (......) şeklinde okumuşlar ve bunun kesre okunabilmesi için kendisinden önce meksûr bir harfin veya yâ harfinin bulun masını şart koşmuşlardır. Birinci duruma gelince bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Annelerinizin karınlarında" (Zümer.6): ikinci duruma gelince, bu da "Ana merkezle lerine... bir peygamber" (Kasas, 59) âyetlerinde olduğu gibidir. Bu şartlar bulunmadığı zaman, (......) kelimesi sadece damme okunur. Meselâ, Cenâb-ı Hakk'ın, "Meryem'in oğlunu da, anasını da bir âyet kıldık" (Mü'minun. 50) âyetinde olduğu gibi. Diğer kıraat imamları ise, hemzeyi her durumda damme ile okumuşlardır. Meksûr okuyanların yapmış oldukları izah şudur: Zeccâc şöyle demektedir. "Araplar, Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifâdesinde, kesreden sonra damme ile okumayı ağır ve zor bulmuşlardır. Bu böyledir, zira lâm harfi (......) lâfzına iyice bitiştiği için, bunların hepsi sanki tek bir kelime gibi olmuştur. Arapçada, fâel-fülinin kesre, ayne'l-fiilinin dammesiyle şeklinde bir kelime yoktur. İşte bundan dolayı muhakkak ki, ayne'l-fiilinin dammesı kesreye dönüştürülmüştür." Hemzeyi damme ile okuyanların izahı ise, şöyledir: Bu, hemzeyi asit üzere kullanmaktır. Bundan, şeklinde bir kullanış ortaya çıkmaz. Zira, (......) kelimesindeki lâm harfi, ayrı bir harf hükmündedir. Allah en iyisini bilendir. Varislerin Anne İle Kardeşler Olması Cenâb-ı Hakk'ın, "(Ölenin erkek dişi) kardeşleri varsa, o vakit altıda biri ananındır" buyruğuna gelince, bil ki bu ebeveynin hallerinden üçüncü haldir ki, ebeveyn ile beraber erkek ve kız kardeşlerin bulunması durumudur. Âyetle ilgili birkaç.mesele vardır: Âlimler, tek bir kız kardeşin, anneyi üçte birden altıda bire "hacb" edemiyeceği, (indiremiyeceği) hususunda ittifak etmişlerdir. Yine âlimler, üç kız kardeşin (anneyi) üçte birden hacbedeceği hususunda ittifak etmişler, ama iki kız kardeşin hacbedip edemiyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Sahabenin ekserisi, üç kız kardeş bulunması halinde olduğu gibi, iki kız kardeşin de hacbedeceği kanaatindedirler. İbn Abbas ise, bir kız kardeşte olduğu gibi, bu iki kız kardeşin de hacbedemiyeceği görüşündedir. İbn Abbas'ın delili şudur: Bu âyet bu hacbin, kardeşlerin bulunması şartına bağlanmış olduğuna delâlet etmektedir. (......) lâfzı cemî bir lâfızdır. Usûlü fıkıhta sabit olduğuna göre, cem'in en azı üçtür. Binaenaleyh üç kardeş bulunmadığı zaman, hacbin şartı da bulunmamış olur. Binaenaleyh bu durumda hacbin bulunmaması gerekir. Rivayet olunduğuna göre İbn Abbas Hazret-i Osman'a şöyle demiştir: "İki kardeş neye göre anneyi üçte birden altıda bire indirger, hacbeder? Halbuki Cenâb-ı Hak, "(Ölenin erkek, dişi) kardeşlen varsa..." buyurmuştur. Halbuki, Arapça'da iki kardeş, (cemi olarak) kardeşler değillerdir." Bunun üzerine Hazret-i Osman, "Ben, benden önce verilmiş ve ülkenin bütün beldelerine yayılmış bir hükmü geri çeviremem" demiştir. Bil ki bu anlatılan durumda, cem'in en az sayısının üç olduğuna delâlet bulunmaktadır. Zira İbn Abbas, meseleyi Hazret-i Osman'la beraber müzakere etmiş; Hazret-i Osman ise, İbn Abbas'ın vardığı hükmü yadırgamamıştır. Oysa ki her ikisi de halis Arap, ve din alimlerindendir. Binaenaleyh onların ittifakları bu hususta bir delil olmuştur. Cem'in En Az Miktarı "İki" Adedi midir? Bil ki, cem'in en az sayısı hakkında âlimler şu iki görüşü beyân etmişlerdir: a) Cem'in en az sayısı ikidir. Bu, Kadî Ebu Bekr el-Bakıllanî (r.h)'nin görüşüdür. Bu görüşte olanların delilleri şunlardır; 1- Cenâb-ı Hak, "Hakikaten sizin kalpleriniz kaymıştır" 4) buyurmuştur. Halbuki, bir insanın birden fazla kalbi olmaz. 2-Hak teâlâ, "Fakat onlar, ikiden fazla kadınlar ise..." (Nisa, 11) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, burada "ikiden fazla.." lafzıyla kayıtlaması, ancak, (......) kelimesinin iki sayısına elverişli, onu içine alması halinde güzel olur. 3- Arapların, "iki ve ikinin üzerinde sayı, cemâattir (cemâat hükmündedir)" sözüdür. Bu görüşü benimseyenler, âyetin zahirinin, iki kardeş ile de ananın hacbedilmesini gerektirdiğini iddia etmişlerdir. Ancak, usûlü fıkıhta benimsediğimiz husus, cem'in en az sayısının üç olduğudur. Bu takdire göre âyetin zahiri, ananın iki kardeş bulunduğunda hacbedilmesini gerektirmez. Bunu gerektiren ise, ancak ve ancak kıyastır. Bunu izah ederken şunu deriz: İki kız kardeş, hacbetmeyi gerektirirler. Durum böyle olduğuna göre, iki erkek kardeşin de hacbetmeleri vacip olur. Biz iki kız kardeşin hacbettiklerini söyledik, zira Cenâb-ı Hakk'ın, miras mevzuunda iki kadını üç kadın yerine koyduğunu görmekteyiz.. Baksana, iki kız ile üç kızın mirastaki paylan, üçte ikidir. Yine, ana bir iki kız kardeş ile, üç kız kardeşin hissesi üçte birdir. İşte bu inceleme, hacbin üç kız kardeşin varlığı ile tahakkuk ettiğ gibi, iki kız kardeş ile de tahakkuk etmesini gerektirir. Böylece, iki kız kardeşin de hacbettikleri sabit olmuş olur. Bu durum, iki kız kardeş hakkında söz konusu olunca, aynı durumun iki erkek kardeş hakkında da bulunması gerekir. Hiç kimse, bunlar arasında bir fark bulunduğunu söylememektedir. Binaenaleyh işte bu, bu mevzuda söylenmesi mümkün olan görüşlerin en güzelidir. Yalnız burada bir müşkil ortaya çıkmaktadır: Payların oranını tayin etmede kıyası tatbik etmek güç bir şeydir. Çünkü bu pay oranlarının manası ve niçin böyle olduğu akılla anlaşılamaz. Binaenaleyh bu, cihet-i camia (müşterek bir nokta) olmaksızın, sırf bir teşbih olmuş olur. Şöyle de denilebilir: Bu hususta kıyasa değil de, aksine "istikra" (inceleme ve araştırma) metoduna temessük edilir. Zira çokluk, umumî oluşun alâmeti ve belirtisidir. Ancak ne var ki. bu metod da son derece zayıftır. Allah en iyisini bilendir. Bil ki bu husus, tabiînin, İbn Abbas'ın görüşünün sakıt olduğu hususunda ittifak etmiş olmaları ile de güç kazanmıştır. Usulü fıkıhta en sahih görüş, ihtilâfın hemen peşinden meydana gelen icmâ'nın bir hüccet ve delil olduğudur. Allah en iyi bilendir. Kardeşler, anneyi üçte birden altıda bire hacbettiklerinde, onlar mirasta kesinlikle herhangi bir varis olamazlar; aksine geriye kalan malın tamamını baba alır ki, bu da beş tane altıda birdir. Baba altıda birini ashâb-ı farz olarak; geriye kalanını ise, asabe olması sebebiyle alır. İbn Abbas ise, kardeşlerin, anneyi hacbettikleri altıda bir miktarı alacaklarını, geriye kalanın ise babaya ait olacağını söylemiştir. İbn Abbas'ın delili şudur: "İstikra (araştırma, tetkik) varis olamayan kimselerin hacbedemiyeceklerine delâlet etmektedir. Bu kardeşler hacbettiklerine göre, vâris olmaları gerekir." Cumhurun delili ise şudur: "Kardeşler bulunmadığı zaman, mal ebeveynin mülkü olur; bulundukları zaman ise, Allahü teâlâ onların vasfının, anneyi üçte birden altıda bire hacbetmek olduğunu zikretmiştir. Kardeşlerin hacbedici olmalarından, onların varis olmaları neticesi çıkmaz. Binaenaleyh, bu hacb işi tahakkuk ettikten sonra malın, hacb'den önce de olduğu gibi, ebeveynin mülkü olarak kalması gerekir." Allah en iyisini bilendir. Mirasın Taksimi Vasiyyet İle Borçlar Verildikten Sonradır Cenâb-ı Hak, "(Fakat bütün bunlar, Ölenin) yapacağı vasiyyetten veya borçtan sonradır" buyurmuştur. Vasiyyet meseleleri, bu âyetin son kısmında ele alınmıştır. Burada birkaç mesele vardır: Allahü teâlâ çocukların ve ebeveynin mirastaki paylarını ele alınca, "(Fakat bütün bunlar, ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır" buyurmuştur. Yani "Bu hisseler, hak sahiplerine, geriye bırakılan mal, ölenin yaptığı vasiyyet ve borçlardan fazla olduğu zaman ancak hak sahiplerine verilir. Bu böyledir, zira ölünün geriye bıraktığı maldan ilk ödenecek şey onun borcudur. Öyle ki borç, ölen kimsenin bütün malını kuşatırsa, o malda varislerin hiçbir hakkı olmaz. Ama ölen kimsenin borcu olmaz, veya olur da bu borç ödenir, bundan sonra geriye de bir miktar mal kalırsa, bu durumda bakılır: Eğer ölen kimse bir vasiyyette bulunmuşsa, vasiyyeti de geriye kalan malın üçte birinden yerine getirilir, en sonunda kalan mal, Allah'ın belirttiği şekilde taksim edilir. Ali İbn Ebî Talib (radıyallahü anh)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Sizler (Kur'ân-ı Kerim'de) vasiyyeti borç ifâdesinden önceokuyorsunuz. Halbuki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) borcu vasiyyetten önce yerine getirirdi." Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin bu sözünden maksadı, takdimin sadece lâfızda ve okumada olduğudur. O'nun maksadı, âyet-i kerimenin, hüküm bakımından vasiyyetin borca takdim edilmesini gerektirdiği şeklinde değildir. Çünkü (......) edatı, kesinlikle "tertîp" ifâde etmez. Âyette Vasiyyetin Borçtan Önce Zikredilmesinin Hikmeti Vasiyyetin lâfız bakımından, borçtan önce zikredilmesinin hikmetini şu iki şekilde açıklayabiliriz: a) Vasiyyet, karşılıksız olarak alınan bir maldır. Binaenaleyh, bunun verine getirilmesi, varis olan kimselere çok güç gelir. Bu sebeple de onun edası ihmâl edilebilir. Borç ise böyle değildir; çünkü varislerin gönülleri onu yerine getirmekle tatmin olur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, vasiyyeti yerine getirme hususuna teşvik ve onu edâ etmeye sevketmek için, vasiyyeti borçtan önce zikretmiştir. Daha sonra bu teşvikini, ödenmesinin vacip olması konusunda vasiyyetle borcun ödenmesinin aynı, yani birbirine eşit olduğu hususuna dikkat çekmek için, "vasiyyet" kelimesinin başına edatını getirerek, bu teşviki te'kîd etmiştir. b) Varis olan kimselerin payları borçtan sonraya bırakıldığı gibi, vasiyyet sonraya da bırakılabilir. Baksana, ölen kimse malının üçte birini vasiyyet ettiği zaman, vereselerin hisseleri, bu üçte birin kendisine vasiyyet edilen şahsa tesliminden sonra muteber olur. Böylece Cenâb-ı Hak, bize, vereselerin hisselerinin borçtan sonra muteber olacağı gibi, vasiyyetten sonra da muteber olacağını bildirmek için, borç ile vasiyyeti birlikte zikretmiştir. Cenâb-ı Hak, borç ile vasiyyet arasında, başka bir cihetten daha ayrım yapmıştır ki, o da şudur: Malın bir kısmı telef olduğunda, gerek kendisine vasiyyet edilenlerin, gerekse ölüye varis olan kimselerin hisselerinde bir eksilme meydana gelir. Halbuki borç böyle değildir. Zira malın bir kısmı helâk olsa dahi, geriye kalan maldan borç tastamam ödenir. Eğer borç, geriye kalan bütün malı kaplarsa, hem kendisine vasiyyet edilenin, hem de varislerin bütün hakları yok olur. Binaenaleyh vasiyyet, bir yönden verasete, diğer bir yönden de borca benzemiş olur. Vasiyyetin verasete benzemesi yönüne gelince, bu biraz önce bizim, "Miras malından herhangibir şey helak olduğunda, gerek kendisine vasiyyet edilenlerin, gerekse varislerin hisselerinde bir eksilme meydana gelir" şeklinde zikretmiş olduğumuz husustur. Vasiyyetin borca benzemesi ise, "Varis olan kimselerin hisselerinin, ölen kimsenin borcunun ödenmesinden sonra muteber olması gibi, vasiyyetten sonra da muteber olduğu" hususudur. Allah en iyisini bilendir. Bu Âyette "Ve" Değil de "Veya" Edâtının Kullanılışının Sebebi Bir kimse şöyle diyebilir: "Buradaki (veya..) edatının manası nedir" "veya" yerine "ve" kullanılarak (fakat bütün bunlar, ölenin) yapacağı vasiyyetten ve borçtan sonra- dır denilmeli değil miydi?" Buna şu iki yönden cevap verebiliriz: a) edatı mübahhk (ibaha) ifâde eder. Bu birisinin "İster Hasan'la isterse İbn Şîrîn ile görüş" demesi gibidir ki bunun manası, bunlardan her birinin sohbetlerinde bulunmaya layık kimseler olmasıdır. Bu sebeple, sen Hasan'la da oturmuş olursan isabet etmiş olursun, İbn Sîrin ile de oturmuş olursan isabet etmiş olursun, her ikisiyle beraber oturursan da isabet etmiş olursun... Ama bir kimse, "Şu iki adamla beraber otur" dese, sen onlardan biriyle beraber oturup diğeriyle oturmasan, emre uymuş olmazsın. İşte burada da böyledir. Şayet Cenâb-ı Hak, "Vasiyyetten ve borçtan sonra" demiş olsaydı, o zaman her ölen kimsenin malında, bu iki durumun mutlaka bulunması gerekirdi. Halbuki, bunun böyle olmadığı herkesçe malûmdur. Ama Cenâb-ı Hak bunu, (veya) edâtıyla zikredince, mâna "Eğer bunlardan birisi (vasiyyet veya borç) bulunursa, miras taksimatı bundan sonra yapılır. İkisinin bulunması hali de böyledir" şeklinde olur. b) edatı, olumsuzluk ifâde eden bir kelimenin başına geldiğinde, (ve) edatının mânasını ifâde eder. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Onlardan hiçbir günahkâra ve hiçbir nanköre boyun eğme..." (insan, 24) ve"Onlara, sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık. Bunların sırtlarına ve bağırsaklarına yapışan ve kemiğe karışanlar müstesna.." (En'âm, 146) âyetlerinde olduğu gibidir. Böylece edatı, bu âyetlerde (ve) manasına gelmiş olur. Hak teâlâ'nın, "Yapacağı vasiyyetten veya borçtan sonradır" buyruğu istisna manasında olunca, O sanki, "O zaman bir vasiyyet ve bir borcun buluması durumu müstesna..." demek istemiştir. Böylece de maksat, "Bu ikisinin tastamam ifasından sonra..." şeklinde olmuş olur. Âsım'ın ravisi Ebu Bekr ile İbn Kesîr ve İbn Âmir, bu fiili, meçhul sîgasıyla olmak üzere, sâd harfinin fethasıyla, (......); Nâfi, Ebû Amr, Hamza ve Kisâî de vasiyyet eden kimseye nisbetle (malûm sîgasıyla olmak üzere) sâd harfinin kesresiyle (......) şeklinde okumuşlardır ki, bu ikinci okunuş Cenâb-ı Hakk'ın, "Çocuğu varsa, terikeden..." buyruğunun delaletiyle, tercih edilen okuyuştur. Hak teâlâ, "Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin, size faidece daha yakın olduğunu bilmezsiniz. (Bunlar), Allah tan birer farizadır. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" buyurmuştur. Babalarınızla Oğullarınızdan Hangisinin Size Yakın Olduğunu Bilemezsiniz Bil ki, "Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin, size faidece daha yakın olduğunu bilmezsiniz" buyruğu varisler ve onların hisselerinin anlatıldığı ifâde ile, "(Bunlar), Allah'tan birer farizadır" buyruğu arasına girmiş bir muteriza, (ara) cümlesidir. İtirâziyye cümlesinin vazifesi, arasına girmiş olduğu iki cümleyi te'kîd etmektir. İmdi biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, çocukların ve ebeveynin mirastaki paylarını belirtip; bu hisseler farklı olup, akıl bu takdir edilen hisselerin ne kadar olacağını bilemeyip, insanın hatırına, "bu taksimat başka bir şekilde olsaydı, daha faydalı ve daha uygun olurdu..." şeklinde düşünceler gelip; özellikle Arapların mirastaki taksimleri bu şekilde olup, onlar güçlü kuvvetli erkeklere mirastan pay verdikleri halde çocukları, kadınları ve zayıf kimseleri mirastan mahrum bırakınca, Cenâb-ı Hak şöyle diyerek bu şüpheleri ortadan kaldırmıştır: "Sizler, akıllarınizin, (hangi şeylerin) sizin menfaatinize olduğunu ihata edemez, tam anlayamaz; binaenaleyh, çoğu kez sır zarar olduğu halde, bir şeyin sizin menfaatinize olduğunu; sırf menfaatinize olan şeyi de mahzâ zarar zannedersiniz. Ama, Hakîm ve Rahîm olan Allah, bütün gaiblen ve neticelerini bilen Zât'tır." Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Ey insanlar, miras paylarını, akıllarınızın güzel gördüğü miktarlarla takdir etmeyi bırakın da Allah'ın sizin için takdir etmiş olduğu şu paylar hususunda O'nun emrine itaat ediniz." İmdi Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin, size faidece daha yakın olduğunu bilmezsiniz" buyruğu, insan tabiatının, mirasın varislere taksimatı hususunda temayül ettiği şeyleri terketmeye; O'nun, "(Bunlar) Allah'tan birer farizadır" buyruğu ise, şeriatın takdir edip hükmettiği bu taksimatı kabul etmenin farz olduğuna bir işarettir. Âlimler, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlardan hangisinin, size faidece daha yakın olduğu..." ifâdesinden ne murad edildiğini izah hususunda şu görüşleri belirtmişlerdir: 1-Bundan maksat, "Onlardan hangisinin, âhirette size faidece daha yakın olduğu..." şeklindedir. İbn Abbas şöyle demektedir: "Allah sizi birbirinize şefaatçi kılar. Binaenaleyh, ey oğullar ve babalar! Sizin hanginiz Allah'a daha çok itaat ediyorsa, cennette en yüksek derece onun olur. Eğer cennette, babanın derecesi çocuğunun derecesinden daha yüksek olursa, gözü aydın olsun diye, babasının isteği üzerine Allah, onun çocuğunu babasının yanına yükseltir. Ama, çocuğun derecesi babasınınkinden daha yüksek olursa, Allah o çocuğun anne-babasını onun yanına yükseltir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin size faidece daha yakın olduğunu bilmezsiniz" buyurmuştur. Çünkü, baba ve evlâddan biri, kendisinin cennetteki istifâdesinin, babasıyla mı veyahut da evladıyla mı daha fazla olacağını bilemez. 2- Bu ifâdeden maksat, "Birbirlerine harcamada bulunmak, birbirlerini eğitmek ve birbirlerini kötülüklerden korumak ve müdafaa etmek gibi yapılması gerekli olan hususlarda, onların dünyada iken, birbirlerinden nasıl istifâde edeceklerini" bilememeleridir. 3- Bu ifâdeden maksat, oğulun babadan, babanın oğuldan önce ölerek böylece de hangisinin diğerine varis olacağının bilinmemesidir. Hak teâlâ'nın "(Bunlar), Allah'tan birer farizadır" buyruğu, te'kîd için gelmiş olan bir mef'ûlü mutlaktır. Yani, "Allah bunu bir farz olarak takdir etmiştir. Muhakkak ki Allah hakkıyla bilen, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" demektir. Buna göre mana, "Allah'ın mirası bu şekilde taksim etmesi, sizin gönüllerinizin meylettiği taksimattan daha evlâ ve hayırlıdır. Çünkü O, bütün malûmatı bilendir. Böylece de O, miras taksimatındaki sizin lehinize ve aleyhinize olan hususları en iyi bilendir. Yine O Hakimdir; bu sebeple de ancak, en güzel ve en yararlı şeyleri emreder. İşte durum böyle olunca, O'nun mirası bu şekilde taksimatı, sizin murad edip gönlünüzden geçirdiğiniz taksimat şeklinden daha hayırlı ve evlâdır..." şeklinde olur. Bu ifâde, O'nun meleklere "Ben, sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim..." (Bakara, 30) demesi gibidir. Buna göre şayet, "Allah şu anda da böyle olduğu halde, niçin "Muhakkak ki Allah hakkıyla bilen yegâne hüküm ve hikmet sahibi idi" demiştir?" denilirse, biz deriz ki: Halil şöyle demiştir: "Bu lâfızlarla, Allah hakkında bir haber vermek, O'nun hakkında hâl ve istikbal ifâde eden lâfızlarla haber vermek gibidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, zaman mefhumunun içinde bulunmaktan münezzehtir." Sîbeveyh ise, "Bir topluluk bir ilim, bir hikmet, bir fazilet ve bir ihsan görüp müşahede edince, taaccüb ederler de, bunun üzerine onlara, "Şüphesiz Allah daha önce böyle olduğu gibi O, daima da bu sıfatlarla muttasıftır..." denilir" demiştir. Varislerin Sıralanmasındaki Hikmet 12"Zevcelerinizin çocuğu yoksa, terikesinin yarısı sizindir. Eğer onların çocuğu varsa, size terikesinden (düşecek hisse) dörtte birdir. (Fakat bu da) onların edecekleri vasiyyet ve borçtan sonradır. Eğer çocuğunuz yoksa bıraktığınızdan dörtte biri onlarındır. Şayet çocuğunuz varsa, terikenizden sekizde biriedeceğiniz vasiyyet ve borçtan sonra- yine onlarındır". Bil ki, Allahü Teâlâ bu âyetlerde, veresenin taksimatını en güzel biçimde zikretmiştir. Bu böyledir, zira varis olan, ölen kimse ile ya doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili olur. Eğer, varis olan kimsenin ölen kimse ile ilgisi doğrudan olursa, bu ilginin sebebi ya neseb olur, veya zevciyyet (evlilik) hali olmuş olur. Böylece bu durumda şu üç kısım meydana gelmiş olur: a) Bu ilgilerin en üstünü, neseb cihetinden doğrudan meydana gelmiş olan ilgidir ki, bu da birbirinden meydana gelme, doğma yakınlığıdır. Bu yakınlığa, çocuklar ve ebeveyn dahildir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu kısma ait hükmü en önce zikretmiştir. b) Evlilik cihetinden doğrudan meydana gelen münasebet ve ilgi. Bu kısım, üstünlük bakımından, birincisinden sonra gelmektedir. Birinci kısım ilgi, zatî; ikincisi ise arızîdir. Zatî olan, arızî olandan daha üstündür. İşte bu ikinci kısım, şu anda tefsirini yapmakta olduğumuz âyette kastedilen kısımdır. c) Dolaylı olarak meydana gelen ilgi ve münasebet ki, bu ilgi ve münasebete "kelâle" denilmiştir. İşte bu üçüncü kısım, şu sebeplerden dolayı, ilk iki kısımdan sonra gelmiştir: 1- Çocuklar, ebeveyn, karı ve koca için, mirastan tamamiyle düşmek söz konusu değildir. Ama "kelâle"ye gelince onlar için bazan, tamamiyle mirastan düşmek söz konusu olabilir. 2- İlk iki kısımdan her birinin ölen kimseyle olan nisbet ve ilgisi, doğrudan (zati)dir. Kelâlenin nisbeti ise dolaylıdır. Doğrudan sabit olan (zatî) şey, dolaylı sabit olandan (arızî) daha üstündür. 3- İnsanın ebeveyn, çocuklar, karı veya koca ile olan ilişkileri, "kelâle" ife olan ilişkilerinden daha tam ve mükemmeldir. İçli-dışlılığın çok olduğu yerde, ülfet ve şefkatin mevcudiyyeti hissedilmektedir. Bu ise, onlarla ilgili hallere gerekli alâka ve ihtimamı göstermeyi icap ettirir. İşte bu üç sebep ve benzeri sebeplerden dolayı Cenâb-ı Hak, "kelâle"nin mirasını, ilk iki kısmın miras hükümlerinden sonra zikretmiştir. Bu ne güzel bir tertib ve aklın kanunlarıyla ne güzel bir uyumdur! Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Allahü teâlâ, neseb yönünden olan ilgide erkeğin mirastaki payını, iki dişinin payı kadar kılınca; tıpkı bunun gibi, sebebî yönden olan ilgide de, erkeğin payının iki dişinin payı kadar olduğuna hükmetmiştir. Bil ki bir ve birden fazla kişi, dörtte bir ve sekizde birde eşit olup, bu eşten veya başkasından olan çocuk da, bunları yarımdan dertte bire veya dörtte birden sekizde bire indirmede eşittir. Bil ki çocuğun erkek ve kız olmasında fark olmadığı gibi, oğulun, oğulun oğlunun, kızın ve oğulun kızının arasında da herhangi bir fark yoktur. Ölümden Sonra Karı-Kocalık Münasebeti Hakkında Şafiî (r.h), kocanın (öldükten sonra) karısını yıkamasının caiz olduğunu; Ebu Hanife (r.h) ise, caiz olmadığını söylemistir. Şafiî'nin delili şudur: "Bu kadın, ölümünden sonra da onun karışıdır. Dolayısı ile onun, o kadının cenazesini yıkaması helaldir. Bu kadının, hâlâ onun hanımı olduğunun delili, Hak teâlâ'nın, "Zevcelerinizin çocuğu yoksa, terikesinin yarısı sizindir" buyruğudur. Cenâb-ı Hak o kadını, ölürken malının yarısının kocasına ait olduğunu söylerken "zevce" diye ifâde etmiştir. Kadın öldüğünde malının yarısı kocasmadır. Binaenaleyh öldükten sonra da o kadının, onun zevcesi sayılması gerekir. Bu sabit olunca, kocanın o kadınını yıkamasının helâl olması gerekir. Zira evlilik olmazdan önce erkeğin o kadını yıkaması helâl değildir. Fakat evlilik tahakkuk edince, erkeğin kadını yıkaması helâl olur. Deveran, apaçık illiyyetin (sebep oluşun) delilidir." Ebu Hanife'nin delili ise şudur: "O kadın, (ölünce) artık onun hanımı sayılmaz. Dolayısf ile onun onu yıkaması helâl olmaz." Ebu Hanife, "O kadın, onun hanımı sayılmaz" hükmünü şu şekilde açıklamıştır: "Eğer o, o adamın hanımı sayılsaydı, onun ölümünden sonra o kocanın, "ancak zevceleri müstesna., " (Mü'minûn, 6) âyetinden dolayı, o kadınla cinsî münasebette bulunması helâl olurdu. Helal olmadığı sabit olduğuna göre, onu yıkayamaması da gerekir. Zira bu yıkama helâl olsaydı, ya o kadına bakmasının helâl olmasıyla sabit olurdu ki bu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Zevcenden başka diğer kadınlardan gözünü yum" hadisinden dolayı bâtıldır. Yahut da bakma helâl olmaksızın (bakmaksızın) yıkamasının helâl olması sabit olur ki bu da icma ile bâtıldır." Ebu Hanife'nin görüşüne şöyle cevap verilir: Arada zevciyyetin bulunup bulunmadığı hususunda iki delil çatışınca, bir tercih yapmak gerekir. Buna göre biz deriz ki: "Eğer o, onun hanımı sayılmasaydı, Cenâb-ı Hakk'ın "Zevcelerinizin, çocuğu yoksa, terikesinin yarısı sizindir" buyruğu mecaz olurdu. Eğer o kocanın, o (ölmüş olan) hanımı ile cinsi münasebette bulunması helâl olmadığı halde, karısı sayılır ise, o zaman bir tahsîs (sınırlama) gerekir. Usûl-ü fıkıhta, tahsis yapmanın daha evlâ olduğunu zikretmiştik. Binaenaleyh, tercih bizden yanadır. Hem nasıl olmasın ki biz birçok şekil ve misalde, cinsî münasebette bulunmak helâl olmadığı halde, arada karı-kocalık halinin bulunduğunu biliyoruz. Meselâ kadının hayız ve nifaslı olduğu zamanlar, ramazan ayı gündüzleri, farz olan hac ve namazı eda ederken, şüphe ile cinsî münasebette bulunmadan ötürü iddet zamanlarında olduğu gibi. Hem biz, hilâfiyyât kitaplarında, birçok menfaat ihtiva etmesinden dolayı, cinsi münasebette bulunmanın helal oluşunun, delillerin aksine sabit olduğunu beyân etmiştik. Ölüm olduktan sonra, bu menfaatlerden geriye kalan yoktur. Binaenaleyh iş, aslolan haramlığa dönüşmüş olur. Yıkamanın helalliğine gelince, kadının ölümünden sonra, kocasının onu yıkayabileceğini söylemek, birçok menfaatin kaynağıdır. Bundan dolayı bu helalliğin devam ettiğine hükmetmek gerekir. Allah en iyisini bilir. Âyette, erkeklerin kadınlardan üstün olduğuna delil olan hususlar vardır. Çünkü Allahü teâlâ, bu âyette erkeklerden bahsederken, onlara hitap ederek; kadınlardan bahsederken ise onları gaib sîgalar ile zikrederek bahsetmiştir. Yine Hak teâlâ bu âyette yedi kez erkeklere hitap etmiş, kadınları isa gâib sîgalar ile bundan daha az zikretmiştir. Bu durum, erkeklerin kadınlardan üstün sayılmasına delâlet eder. Bu inceliğe riayet eden Allah ne güzeldir. Çünkü o, mirastaki paylar bakımından erkekleri kadınlara üstün kılmış ve bu incelikle de onların kadınlardan üstün olduğuna dikkat çekmiştir. Cenâb-ı Hak: "Eğer (öten) erkek veya kadının mirasçısı evladı ve ana-babası olmayıp başka yakınları ise o zaman bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, her birine altıda bir düşer. Eğer onlar bundan çok iseler, o zaman onlar (ölünün) etmiş olduğu vasiyet ve borçtan sonra kalan üçte birde ortaktırlar. Zarar verici olmamalıdır. (Bunlar), Allah 'tan birer vasiyyettir. Allah alîm ve halimdir" (Nisa. 12) buyurmuştur. Bil ki bu âyet, varislerden üçüncü kısmın varis oluş şeklini açıklamaktadır. Bunlar "kelâle" olup, ölen kimseye dolaylı olarak nisbet edilen kimselerdir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Mirasta Kelâlenin Manası Hakkında Görüşler Ashab, "kelâle"nin ne olduğunu ortaya koyma hususunda pek çok söz söylemiştir. Hazret-i Ebu Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh), "kelâle"nin, ötenin ebeveyni ile çocukları dışındaki akrabalarından ibaret olduğu görüşünü tercih etmiştir ki muhtar ve doğru görüş budur. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) ise "kelâle"nin, ölenin çocukları dışındaki akrabaları olduğunu söylemiştir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebu Bekir'in görüşünü tenkit ederek şöyle dermiş: "Ben, "kelâle"nin çocuğu olmayan kimse olduğu görüşündeyim. Kelâle"nin, Ölenin babası ile çocukları dışında kalanlar olduğunu söyleyen Ebu Bekr'e muhalefet etmiş olmaktan utanıyorum." Bu hususta Hazret-i Ömer'den gelen bir başka rivayete göre, o bu meselede tevakkuf etmiş (fikir bildirmemiş) ve şöyle demiştir: "Üç şey var ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onları açıklaması, bizim için dünya ve dünyadaki herşeyden daha sevimli idi. Bunlar kelâle, hilâfet ve ribâ (faiz) konularıdır. (Fakat açıklamadı.)" Hazret-i Ebu Bekir'in Görüşünün Delilleri Hazret-i Ebu Bekr Sıddîk (radıyallahü anh)'in görüşünün doğruluğuna şunlar delâlet eder: Birinci delil: "Kelâlâ" lâfzının iştikakına tutunmak. Bu hususta şu izahlar vardır: a) Aralarındaki akrabalık uzak olduğu zaman, "Falanca ile falanca arasındaki akrabalık uzaktır"; yine bir kimse, diğer bir kimseden uzaklaştığında "Falanca falancaya nisbet edildi, sonra o ondan uzaklaştı" denilir. Binâenaleyh uzak akrabalık, işte bu yönden "kelâle" kelimesiyle ifâde edilmiştir. b) Yine bir kimse aciz kalıp güç ve kuvveti gittiğinde denilir. Daha sonra bu kelimeyi Araplar, neseb bakımından olmayan akrabalığı ifâde etmek için, istiare (mecaz) olarak kullanmışlardır. Bu böyledir, çünkü bu nevi akrabalığın dolaylı olarak meydana gelmiş olduğunu beyân etmiştik. Bu sebeple bu çeşit akrabalıkta bir nevi zayıflık bulunmaktadır. Binâenaleyh bu izahla, ebeveynin "kelâle" mefhumuna girmesinin uzak bir ihtimal olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü ebeveynin ölene akrabalığı doğrudan doğruyadır. c) "Kelâle" lâfzı, asıl lügatta "ihata etmek (kuşatmak) manasına gelir. Başın etrafını sardığı için taca da "iklîl" denilmiştir. İçine dahil olan herşeyi kuşattığı için "küll" kelimesi de böyledir. Bulutlar her tarafı sardığında denilir. Bunu iyice anladığında biz deriz ki: Ölenin babası ve çocukları dışındaki akrabaları "kelâle" diye adlandırılmışlardır. Çünkü onlar insanın etrafını kuşatan bir dârie ve başını kuşatan bir tâç gibidirler. Halbuki doğumdan dolayı olan (neseb) yakınlığı böyle değildir. Çünkü bunda, insanlar birbirinden dallanır budaklanır ve birbirinden türemiş olur. Bu, tek bir kökten çoğalan bir tek şey gibidir. İşte bundan dolayı şâir: 'Ebâ an ceddin birbirini takip ederek fasılasız gelen bir sülâle, İç içe borulardan (kamışlardan) meydana gelmiş olan bir mızrak gibidir, (çok sağlamdır)" demiştir. Fakat doğumdan dolayı olan akrabalığın dışındaki kız kardeşlik, erkek kardeşlik, amcalık ve halalık gibi diğer akrabalıklara gelince, bunların neseblerinin, kendisine nisbet edildikleri kimse ile bir ilgisi ve ihatası vardır. Binaenaleyh bütün bu iştikakla (türemeyle) ilgili izahlar sayesinde, "kelâle"nin, ölenin ebeveyni ile çocukları dışındaki akrabalarından ibaret olduğu sabit olur. İkinci delil: Allahü teâlâ "kelâle" lafzını, Kur'ân'ın hiçbir yerinde zikretmeyip ancak bu sûrede iki defa zikretmiştir: Birincisi bu âyette, ikincisi ise bu sûrenin sonundaki: "Deki "Allah "kelâle" hakkındaki hükmü (şöyle) açıklar: Eğer evladı olmayan bir erkek ölür ve bir tek kız kardeşi kalırsa, terikesinin yarısı onundur" (Nisa 176) âyetinde.. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bu âyeti "kelâle"nin, sadece çocuğu bulunmayan kimse olduğuna delil getirerek şöyle demiştir: "Burada "kelâle"nin tefsiri olarak zikredilen, onun çocuğunun bulunmayışıdır." Biz de diyoruz ki: Bu âyet "kelâle"nin, geride babası ve çocuğu olmayan kimse olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ ölenin kelâle olması halinde, erkek ve kız kardeşlerinin ona varis olmasına hükmetmiştir. Erkek ve kız kardeşlerin, ölenin ebeveyninin sağ olması hafinde vâris olamayacaklarında şüphe yoktur. Binaenaleyh öten kimsenin ebeveyninin sağ olması halinde, kelâle sayılmaması gerekir. Üçüncü delil: Allahü teâlâ, geçen âyetlerde ölenin çocuğunun ve ebeveyninin mirastaki hükmünü zikretti. Daha sonra bunun peşisıra "kelâle"nin hükmünü getirmiştir ki, işte bu sıralama, "kelâle"nin ölenin ebeveyni ve çocukları dışındaki akrabaları olmasını gerektirir. Dördüncü delil: Ferezdak'ın şu beytidir: "Sizler, mülkün ambar ve depolarına "kelâle" olarak değil. Menâfin iki oğlundan: Abd-i şems ve Haşim'den varis oldunuz." Bu beyit, Arapların mülke, kelâle olarak vâris olmadıklarına, aksine bu mülkü babalarından aldıklarına delâlet etmektedir. Bu ise babanın "kelâle" ifâdesine dahil olmamasını gerektirir. Allah en iyi bilendir. "Kelâle", bazan vâris olanların, bazan da vâris olunanların vasfı kılınır. Binâenaleyh biz bu kelimeyi vâris olanların vasfı kabul edersek, bununla ölenin çocukları ve ebeveyni dışında kalan akrabalar murad edilmiş olur. Biz bu kelimeyi, kendisine vâris olunan kimsenin vasfı kabul edersek, yine ölenin ebeveyni ve çocukları dışında kalan vârisler kastedilmiş olur. Bu kelimenin vârisler hakkında kullanılmasının delili, Hazret-i Cabir (radıyallahü anh)'in rivayet ettiği şu hadistir: O şöyle demiştir: "Ölümden döndüğüm bir hastalığa tutuldum. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana geldi. Ben de "Ya Resûlallah, ben ancak kendisine "kelâle"nin varis olacağı bir adamım" dedim..." Câbir (radıyallahü anh) bu sözü ile babasının ve çocuğunun mevcut olmadığını ifâde etmek istemiştir. Fakat bu kelimenin kendisine vâris olunanlar hakkında kullanılışının delili, Ferezdak'tan naklettiğimiz beyittir. Bu beytin manası, "Siz bu mülkü, amcalarınızdan değil aksine babalarınızdan aldınız" şeklindedir. Böylece Ferezdak burada, "amcalar") "kelâle" diye ifâde etmiştir. Amcalar ise bu beyitte vâris olan değil, vâris olunan durumundadır. Buna göre biz deriz ki: Bu âyetteki "kelâle"den murad, geride ebeveyni ve çocuğu kalmayan ölüdür. Çünkü bu vasıf, kendisinin çocuğu veya babası bulunup bulunmaması sebebi ile hali değişmeyen vâris hakkında olmayıp, ancak vâris olunan ölü hakkında söz konusudur. Arapça'da, , (kelâle adam), kadın) ve (kelâle topluluk) denilir. Bu kelime ve (delâlet, vekâlet) lâfızları gibi bir masdar olduğu için, tesniye ve cemisi yoktur (ve aynı zamanda müzekker ve müennesi müsavidir). Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki, biz bu kelimeyi ister varis olanın, isterse kendisine varis olunanın sıfatı kabul edelim, bu kelime (kelâle sahibi, kelâleli) anlamına gelir. Nitekim bir kimse (yakınlık sahibi) manasını kastederek, (falanca bana yakınlığı olanlardandır) der. Keşşaf sahibi, bu "kelâle" lâfzının, ahmak hakkında kullanılan (ne yaptığını bilmeyen) ve (ne konuştuğunu bilmeyen) kelimeleri gibi, bir sıfat olmasının da caiz olduğunu söylemiştir. Bu Âyetteki İ'rab Farklarına Göre Muhtemel Manalar Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesinde şu iki ihtimal bulunmaktadır: a) Bu kelimenin, (Adam ona varis oldu, ona varis oluyor) tabirinden alınmış olması.. Bu takdirde âyette geçen, (erkek) kelimesi, kendisine varis olunan olmuş olur. "Kelâle" lâfzının mansub olması hakkında da şu izahlar yapılmıştır: 1- Hal olduğu için, kelime mansubtur. Buna göre kelamın takdiri, "O adam, "kelâle" olarak kendisine varis olunursa..." şeklinde olur. Bu durumda "kelâle" kelimesi, hâl mevkiinde bulunan masdar (mef'ûlü mutlak) olmuş olur ki, takdiri "kendisine nesebi uzak olanların varis olduğu bir adam olursa., , " şeklinde olur. 2- ifâdesinin lâfzının sıfatı olup; lâfzının ise, fiilinin haberi olması durumu.. Buna göre kelamın takdiri, "Eğer kendisine varis olunan adam kelâle olursa..." şeklinde olur. 3- lâfzının mef'ûlün leh olması. Buna göre kelâmın takdiri, "kelâle olduğu için kendisine varis olunan bir adam olursa.." şeklinde olur. b) ifâdesinin, (miras bıraktı, miras bırakıyor) tabirinden alınmış olmasıdır. Bu durumda adam mirası bırakanın bizzat kendisi olmuş olur. Buna göre de lâfzının mansub oluşu, yukardaki izahlara göre olmuş olur. Hasan el-Basrî ile Ebû Recâ el-Utâridî, bu fiili ma'ûm sîgasıyla olmak üzere (......) ve (......) bablarından (miras bırakıyor, bırakır) ve (miras bırakıyor, bırakır) şeklinde okumuşlardır. Cenâb-ı Hakk'ın, "... ve onun erkek veya kız kardeşi bulunursa, bu kardeşlerden her birinin (hakkı) altıda birdir" buyruğuna gelince, bu hususta iki mesele vardır: Burada hatıra bir soru gelmektedir ki, o da şudur: "Allahü teâlâ, "Eğer mirası alman erkek veya kadın kelâle olur.." buyurmuş, daha sonra da, "ve onun erkek kardeşi bulunursa" buyurarak, erkeğe racî olan bir zamir (......) getirmiş, fakat kadına raci bir zamir zikretmemiştir. Bunun sebebi ne olabilir?" Cevap: Ferrâ şöyle demiştir: "Bu caizdir. Zira, aynı manada birbirine denk iki şey (......) edâtıyla getirildiği zaman bu tefsirin (zamirin), bunlardan istenilen herhangi birisine isnâd edilmesi ile, her ikisine birden isnâd edilmesi caizdir. Meselâ sen, "Kimin bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, onu ziyaret etsin" dediğin zaman, buradaki zamir (......) erkek kardeşe, aynı zamanda kız kardeşe veya (......) dediğin zaman kız kardeşe; aynı zamanda erkek kardeşe; dediğin zaman da her ikisine birden raci olur (yani zamir müzekker tesniye olduğu halde, kız kardeşe de şamil olur). Müfessirler burada geçen (erkek kardeş) ve (kız kardeş) kelimelerinden kastedilenin, ana bir erkek ve kız kardeş olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sa'd İbn Ebî Vakkas da, bu âyeti, "Ve onun, ana bir erkek veya kız kardeşi bulunursa" şeklinde okurdu. Âlimler bu mananın kastedildiğine hükmetmişlerdir, Zira Cenâb-ı Hak bu sûrenin sonunda, "De ki, Allah, babası ve çocuğu olmayanın mirası hakkındaki hükmü (şöylece) açıklar..." (Nisa. 176) buyurmuş, iki kız kardeşin mirastaki payının üçte iki; kardeşlerin payının ise malın tamamı olduğunu; burada ise, erkek ve kız kardeşlerin mirastaki paylarının üçte bir olduğunu açıklamıştır. Binâenaleyh, burada kastedilen erkek ve kız kardeşlerin, (Nisa. 176) âyetinde kastedilen erkek ve kız kardeşlerden başka olması gerekir. Bu sebeple buradakiler sadece ana bir erkek ve kız kardeşler; (Nisa, 176) âyetindekiler ise, ana-baba bir veya baba bir erkek ve kız kardeşlerdir. Sonra Cenâb-ı Hak, Eser onlar bundan çok iseler, o zaman onlar.... üçte birde ortaktırlar" buyurmuş, böylece, her ne şekilde olurlarsa olsunlar, onların mirastaki paylarının üçte birden fazla olamıyacağtnı beyân buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Ölünün) etmiş olduğu vasiyyet ve borçtan sonra..." buyurmuştur. Bu âyetle ilgili olarak da birkaç mesele vardır: Bu âyetin zahiri, malın tamamıyla, arzu edilen bir kısmının vasiyyet edilmesinin cevazını gerektirir. Nafi'in İbn Ömer den rivayet ettiği şu hadis de, bu âyete uygun düşen hadislerden birisidir. İbn Ömer'e göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Vasiyyet edecek malı bulunan müslüman kişiye, vasiyyeti yanında yazılı bulunmadıkça, iki gece yatması muhakkak surette caiz değildir. Buharî, Vesâyâ. 1. buyurmuştur. İşte bu hadis de, vasiyyetin istenildiği bir biçimde, mutlak manada yapılabileceğine delâlet etmektedir. Ancak biz deriz ki, bu umumî ifâdeler şu iki yönden tahsis edilmiştir: 1-Vasiyyetin miktarının belirli olmasından dolayı... Zira, malın tamamını vasiyyet etmek, Kur'ân ve sünnetin delaletiyle caiz değildir. Kur'ân'dan olan delâlete gelince, bunlar, mücmel ve mufassal olarak mirasa delâlet eden âyetler. Mücmel olan âyete gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Ana ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından, erkeklere hisseler vardır" (Nisa, 7) âyetidir. Malın tamamını vasiyyet etmenin, bu nassın neshedilmesini iktizâ edeceği malumdur. Mufassal olanına gelince, bunlar miras âyetleridir. Meselâ bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah size, evlatlarınız hakkında erkeğe, iki dişinin payı miktarı olduğunu... tavsiye eder" (Nisa, 11) âyeti bunlardandır. Yine buna Hak teâlâ'nın, "Arkalarında âciz ve küçük evlatlar bıraktıkları takdirde onlar hakkında endişe edenler, saygı ile korksunlar.." (Nisa, 9) âyeti de delâlet etmektedir. Sünnetten olan delâlete gelince bu, bu konuda meşhur olan Hazret-i Peygamber'in su hadisidir "(Haim) Üçte birini (vasiyet edebilirsin). Hatta üçtebir bile çok. Çünkü zengin olarak bırakman, hiç şüphesiz onları insanlara el avuç açar vaziyette muhtaç bırakmandan daha hayırlıdır, " Buhârî, Nafakât, 1. Bil ki bu hadis pekçok hükme delâlet etmektedir: a) Malın üçtebirinden çoğunda vasiyyet etmek caiz değildir. b) Evlâ olan, vasiyyetin, Hazret-i Peygamberin "üçte bir de çoktur" buyurmasından ötürü, üçte birden noksan olmasıdır. c) Ölen kimse geride az miktarda mal bırakır, kendisine varis olan kimseler de fakir olurlarsa, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Vârislerini zengin olarak bırakman, hiç şüphesiz onları insanlara el avuç açar vaziyyette muhtaç bırakmandan daha hayırlıdır" Buhârî, Nafakât, 1. ifâdesinden dolayı, herhangi bir şey vasiyyet etmemesi daha efdâl ve uygundur. d) Bu ifâdede, ölen kimsenin varisleri olmadığı zaman, malın tamamının vasiyyet edilebileceğine bir delâlet bulunmaktadır. Çünkü, malın tamamının vasiyyet edilmesinin men edilmesi, varislerden ötürüdür. Binaenaleyh varisler olmadığı zaman, malın tamamının vasiyyet edilebilmesi gerekir. 2- Bu, âyetin umumîliğinin, kendisine vasiyyet edilen kimse hakkında tahsis edilmiş olmasıdır. Bu böyledir, zira ölen kimsenin kendisine varis olan kimselere vasiyyet etmesi caiz değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)"İyi biliniz ki, varis olana vasiyyet edilmez!" buyurmuştur. Hacc ve Zekât Borcu Olarak Ölenin Terikesinden Bunlar Ayrılır Şafiî (r.h) şöyle demektedir: Bir kimse, zekâtını ve haccını tehir edip, böylece de ölse, zekât ve hacc bedelinin bıraktığı maldan yerine getirilmesi vacip olur. Ebu Hanife (r.h) ise, "vacip değildir" demiştir. Şafiî'nin delili şudur: "Farz olan zekât ile farz olan hacc, bir borçtur. Binâenaleyh işte bu âyetten dolayı o borcun terikeden ödenmesi vacip olur. Biz, zekât ve haccın bir borç olduğunu söyledik, çünkü (borç) kelimesinin lügavî manası buna delâlet etmektedir. Şeriat da bunu gösterir, (......) kelimesinin lügavî manası, inkıyâd edilmeyi gerektiren durumdan ibarettir. Meşhur duâfarda da, "Ey (insanların) boyunlarının kendisine inkıyad edip boyun eğdiği zât.." denilmektedir. Şeriatın da buna delâlet etmesine gelince, Has'amiyye, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e babasının üzerinde bulunan (hayattayken yapamadığı) haccın durumunu sorunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Söyle bakalım ne dersin? Babanın bir borcu olsa da, sen onu ödeşen, bu kifayet eder mi?" Bunun üzerine o, "evet" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'ın borcu, ödenmeye daha lâyıktır" buyurdu. Bunların bir borç olduğu sabit olunca Cenâb-ı Hakk'ın, "(ölünün) etmiş olduğu vasiyyet ve borçtan sonra..." buyurmasından dolayı, miras taksimatından önce ele alınmaları gerekir. Ebu Bekr er-Razî: "Âyette zikredilen borç herhangi (mutlak) bir borçtur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise haccı, "Allah için bir borç" diye tavsif etmiştir; mutlak olan şey ise mukayyede şamil olmaz" demiştir. Biz deriz ki, bu son derece zayıf bir sözdür. Bunun bir borç olduğu sabit olup, âyetin hükmüne göre de borçların, miras taksiminden önce ele alınacağı sabit olunca, hiç şüphesiz maksadın hasıl olması gerekir. Mutlak ve mukayyet sözü manasız bir kelâm olup, bu neticeye bir zarar vermez. Allah en iyisini bilendir. Vasiyyette Zarara Yol Açma Şekilleri Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın "Zarar verici olmaksızın' kaydı hal olmak üzere mansubtur. Yani, "(Vasiyyet eden) vereselerine zarar vermeksizin, vasiyyet olunan bir vasiyyetten sonra..." demektir. Bil ki, vasiyyette zarar verme işi şu şekilde olabilir: a) Vasiyyet eden kimsenin, malının üçte birinden fazlasını vasiyyet etmesidir. b) Malının hepsini veya bir kısmını bir yabancıya vermesi. c) Miras malını vereselere vermemek için, kendisinin, gerçekte olmayan bir borcunun olduğunu ikrar etmesi.. d) Başkasında olan alacağını tastamam aldığını ve o alacağın kendisine ulaştığını söylemesi. e) Malını ucuz bir değere satması, veyahut da pahalı olarak bir şey alması. İşte bütün bunlar, malın vereselerin eline geçmemesi için ileri sürülmüş, yapılmıştır. f) Malının üçte birini Allah rızası için değil, vereselerin mirastaki haklarını noksanlaştırma maksadıyla noksanlaştırmasıdır. Vasiyyette zarar verme şeklinin izahı işte budur. Şunu bil ki âlimler, evlâ olanın, kişinin malının üçte birinden daha azını vasiyyet etmesi olduğunu söylemişlerdir. Ali şöyle demiştir: "Ölenin, malının beşte birini vasiyyet etmesi, dörtte birinden; dörtte birini vasiyyet etmesi de, üçte birini vasiyyet etmesinden bence daha makbuldür." Nehâî de şöyle demektedir: "Allah'ın Resulü, vasiyyet etmeden irtihâl etmiştir. Hazret-i Ebu Bekir ise vasiyyet ederek vefat etmişti Buna göre, bir kimse vasiyyet ederse, bu güzel ve yerinde olur. Eğer vasiyye: etmezse, bu da güzel ve yerinde olur. Bil ki insana yakışan, geride bıraktığı malın miktarı ile, kendisine varis olan kimseleri nazar-ı dikkate alıp, sonra da vasiyyetini buna göre yapmasıdır. Buna göre eğer malı az, kendisine varis olan kimseler de çok ise, vasiyyet etmez. Eğer malı çok ise, malına ve ölümünden sonra, kendisine varis olan kimselerin sayısının az veya çok olmasına göre vasiyyet etmesidir. Allah en iyi bilendir. Vasiyyette Varislere Zarar Vermek Günahtır İkrime, İbn Abbas'ın vasiyyette zarar vermenin büyük günahlardan olduğunu söylediğini nakletmiştir. Bil ki bunun böyle olduğuna Kur'ân-ı Kerim, sünnet ve aklî deliller de delâlet etmektedir. Kur'ân'dan delile gelince bu Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte bunlar Allah'ın sınırlandır. Kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse..." (Nisa. 19) âyetidir. İbn Abbas, "Kim, vasiyyet konusunda Allah'a ve peygamberine itaat ederse; kim de vasiyyet hususunda Allah'a ve peygamberine isyan ederse..." (Nisa, 14) demiştir. Sünnetten delile gelince, bu İkrime'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiği şu hadistir: Buna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Vasiyyette zarar vermek büyük günahlardandır" demiştir. Şehr İbn Havşeb'den rivayet edildiğine göre Ebu Hüreyre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Muhakkak ki bir kimse, yetmiş sene cennetliklerin ameliyle amel eder de, vasiyyetinde zulmeder (haddi aşar)sa, yapmış olduğu amellerin en şerlisiyle işine son verilir. Böylece cehenneme girer. Yine bir (başka) kimse de, yetmiş sene cehennemliklerin ameliyle amel eder de, vasiyyetinde âdil olur (haddi aşmaz)sa, yapmış olduğu amellerin en hayırlısıyla işine nihayet verilir de böylece cennete girmiş olur. " Ebu Davud, Vasâya, 2 (3/113) (kısmen). Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kim, Allah'ın farz kılmış olduğu bir mirası kesmek, engellemek isterse, Allahü Teâlâ da, o kimsenin cennetten olan (cennetten elde edeceği) mirası keser, men eder' buyurmuştur. Vasiyyette (belirlenen miktardan) fazla yapılmasının, mirastan kesme ve engelleme olduğu malumdur. Bu meselenin aklî delili de, ölüme yaklaşıldığı bir sırada, Allah'ın emrine muhalefet etmenin, Allah'a karşı çok fazla cüretkâr olduğuna ve O'nun tekliflerine inkıyâd edip boyun eğmekten kaçınma ve buna karşı koyma olduğuna delâlet eder ki, bu da büyük günahların en büyüklerindendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Bunlar), Allah'tan birer vasiyyetnr" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili olarak şu iki soru söz konusudur: Birinci soru: Cenâb-ı Hakk'ın, sözü niçin mansûbtur? Cevap: Buna birkaç yönden cevap verilir: a) Bu kelime, te'kîd için gelmiş olan bir mefûlün mutlak olup, takdiri "Allah bunu size iyice vasiyyet ediyor" şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "Allah'tan kesin birer farizadır" ifâdesi gibidir. b) Bu ifâdenin, O'nun "Zarar vermeksizin" ifadesiyle nasbedilmiş olmasıdır. Yani "Allah'ın vasiyyeti, vasiyyetin üçte birden fazla olmaması hususunda zarar vermeksizin.." demektir. c) Takdirin şöyle olmasıdır: "Bu, çocuklara ve ölen kimsenin, vasiyyetinde Heri gitmek suretiyle çocuklarını başkalarına el-avuç açacak bir şekilde muhtaç ve yoksul bırakmaması hususunda Allah tarafından bir vasiyyet olmak üzere.." Bu izahı Hasan el-Basrî'nin izafetle (......) şeklinde okuması da destekler. İkinci soru: Cenâb-ı Hak niçin önceki âyetin sonunu "Allah'tan bir fariza olarak" (Nisa, 11) buyurarak; bu âyetin sonuna ise, "Allah'tan bir vasiyyet olmak üzere" diye bitirmiştir? Cevap: "Farz" lâfzı, "vasiyyet" lâfzından daha güçlü ve daha kuvvetlidir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, evlatların miraslarının izahını, (......) kelimesiyle; "kelâle"nin mirasını ise, "vasiyyet" sözüyle bitirmiştir. Bu, bütün bunlar her ne kadar riâyet edilmesi gereken bir husus ise de, ancak ne var ki, çocukların hallerine riâyet etmeyi ifâde eden birinci kısmı gözetmenin daha münasip olduğuna delâlet etmek için, ifâde bu şekilde geçmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani "Allah, vasiyyetinde zâlim veya âdil olanları bihakkın bilir, zâlim olanların cezasını derhal verme konusunda aceleci olmayıp, halîmdir" demektir ki, bu bir tehdit anlamındadır. Allah en iyi bilendir. 13Âyetin tefsiri için bak:14 14"İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, (Allah) onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar ki onlar orada ebedi kalıcıdırlar. Bu, en büyük bir kurtuluş (ve saadettir). Kim de Allah'a ve peygamberine isyan ederse ve Allah'ın sınırlarını çiğneyip geçerse (Allah) onu da içinde dâimi kalıcı olmak üzere cehenneme sokar. Onun için hor ve hakir edici bir azab vardır". Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Allahü teâlâ, miras paylarını açıkladıktan sonra, insanları kendisine itaata teşvik ve kendisine isyandan korkutmak için, va'ad ve va'îdini zikrederek "İşte bunlar Allah'ın sınırlandır..." buyurmuştur. Bu ifâde hakkında iki bahis vardır: Birinci bahis: Âyetteki dili (İşte bunlar) lâfzı neye işaret etmektedir? Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür: 1- "Mirastaki "hallere" işarettir." 2- "Yetimlerin malları, nikâhın hükümleri ve mirasın halleri gibi sûrenin başından buraya kadar zikredilen bütün hükümlere işarettir." Bu görüş, Esamm'ındır. Birinci görüşün delili, zamirlerin, zikredilen şeyler arasında kendisine en yakın olana râcî olması kâidesidir. İkinci görüşün delili şudur: Zamîrin en yakına râcî olması kaidesi, daha uzaktakine râcî olmasına bir manî bulunmadığı zaman geçerlidir. Mani yoksa, zamir hepsine râcî olabilir. Allah'ın Hudutları Ne Demektir? İkinci bahis: "Allah'ın sınırlan"ndan murad, Allah'ın zikredip açıkladığı ölçü ve miktarlardır. Birşeyin hududu (sınırı), kendisi ile başka şeylerden ayrıldığı taraftır. "Hudûdu'd-dâr" (evin sınırları) ifâdesi de bu manadadır. Birşeyin hakikatine delâlet eden söz de, "o şeyin haddi (sınırı)" diye adlandırılır. Çünkü o söz, ifâde ettiği hükmün içine başkasının girmesine mâni olur. "Başkası" ise, o sözün dışında kalan herşeydir. Bazı âlimler, Hak teâlâ'nın 'Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse.." sözü ile, "Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan ederse..." ifâdesinin, bu sûrede bahsedilen mükellefiyetlerde Allah'a itaat veya isyan eden kimseler hakkında olduğunu söylemişlerdir. Muhakkik âlimler ise, bu tabirlerin, hem bu mükellefiyetler, hem de diğer mükellefiyetlerde Allah'a itaat veya isyan eden kimselere şamil olan, umûmî ifâdeler olduğunu söylemişlerdir. Bu böyledir, çünkü âyetteki "kim" lâfzı umûmîdir. Binaenaleyh bunların, herkesi içine alması gerekir. Bu mevzuda söylenecek son söz şudur: Bu umûmî ifâdeler, her nekadar belli birtakım mükellefiyetlerden sonra getirilmişler ise de, bu kadarcık şey bu umûmî ifâdelerin tahsîs edilip (sınırlandırılmasını) gerektirmez. Baksana, baba, bazan çocuğuna yönetip, onu belli bir iş hususunda azarlar, sonra da "Bana karşı gelip âsî olmaktan sakın!", der. Babanın bu sözünden maksadı, çocuğunu bütün işlerde kendisine karşı gelmekten men etmektir. İşte burada da böyledir. Allah en iyi bilendir. Nafî ve İbn Âmir, âyette aynı olan iki yerde de, kelimeyi nûn ile, "Biz onu, cennetlere sokarız" ye "Biz onu, cehenneme sokarız" şeklinde; diğer kıraat imamları ise, yâ harfi ile (......) şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraat, "iltifat" üslûbuna göredir. Bu, tıpkı Hak teâlâ'nın önce, "Hayır, sizin yârınız, yardımcınız Allah'tır" (Al-i İmran, 150) buyurup, sonra da "Biz, korku salacağız...” (Al-i İmran 150) buyurması gibidir. İkinci okuyuşun sebebi ise açıktır. Burada hatıra şöyle bir soru gelmektedir: Hak teâlâ'nın, "(Allah) onu ... cennetlere, sokar" buyruğundaki zamir müfred olup bir şahsa uygundur. Cenâb-ı Hakk'ın bundan sonra gelen, "Onlar orada ebedî kalıcıdırlar" sözü ise, birden fazla sayıda kimse için uygun olan bir ifâdedir. Binaenaleyh bu iki ifâdenin arası nasıl bulunur? Cevap: Âyetteki, "kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse.." kısmındaki "kim" (men) lâfzı, lâfız olarak müfred, mana olarak cemidir. İşte bu sebepten ötürü, bu iki şekil doğru ve yerinde olmuştur. Âyette geçen (......) ve (......) kelimeleri, fiillerindeki hüve zamirinden "hal" olarak mansûbtur. Bunun manası "içinde daimî kalıcı olacakları bir şekilde Allah onu cehenneme sokar" şeklindedir. Mutezile şöyle demektedir:" Bu âyet, ehl-i salâttan (namaz kılanlardan) fasık (günahkâr) olanların cehennemde ebedî bırakılacaklarına delâlet etmektedir. Zira âyetteki "Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan ederse ve Allah'ın sınırlarını çiğneyip geçerse ..." sözü ya daha önce zikredilen mîrâsla ilgili hükümleri çiğneyen kimseler hakkındadır veyahut da bu ifâdeye hem miras, hem de başka hükümler dâhildir. Her iki takdire göre de, bu tehdide miras hükümlerini çiğneyen kimselerin girmesi gerekir. Bu ise, ister ehl-i salat (namazlı), ister namazsız olsun, haddi aşan (Allah'ın hükümlerini çiğneyen) herkes hakkında umûmî bir ifâdedir. Binâenaleyh bu âyet, ilâhî tehdidin kesin olduğuna ve bunun da cehennemde ebedî kalma olduğuna delâlet etmektedir. Bu va'îdin, Allah'ın sınırlarını (hükümlerini) aşan kimselere mahsus olduğu ve bunun ise ancak kâfir hakkında söz konusu olabileceği, zira kâfirin, Allah'ın bütün sınırlarını çiğneyip aşan kimse olduğu söylenemez. Çünkü biz diyoruz ki : Bu, şu iki yönden kabul edilemez: a) Biz, bu âyeti şayet Allah'ın bütün hududlarını (ahkamını) çiğneyip geçme manasında alırsak, âyet bir mana ifâde etmemiş olur. Zira Allahü teâlâ, Yahudilik, Hristiyanfık ve Mecusilikten insanları nehyetmiştir. Binâenaleyh Allah'ın bütün sınırlarını çiğneyip geçmek, bu nehyedilen şeylerin hepsini bırakmaktır. Bunların hepsini bırakmak ise, ancak Yahudilik, Hristiyanlık ve Mecusiliği aynı anda yapmış olmakla olur. Bu ise imkansızdır. Binâenaleyh Allah'ın bütün hudutlarını çiğnemenin imkânsız olduğu sabit olur. Bu sebeple, eğer âyetten kastedilen mana bu olmuş olsaydı, âyet bir mana ifâde etmemiş olurdu. Böylece buradaki Allah'ın sınırlarını çiğnemeden murad edilenin, O'ntın hududlarından (hükümlerinden) herhangibirini çiğneyip aşma olduğunu anlıyoruz. b) Bu âyet mirasın taksimatı ile ilgili âyetlerin peşisıra gelmiştir. Bundan dolayı âyetteki "ve Allah'ın sınırlarını çiğneyip geçerse ..." sözünden kastedilen, bu âyetlerdeki hudûdullahı çiğneyip geçmedir. İşte bu takdire göre de böyle bir söz söylenemez." Mu'tezile'nin sözünün sonu budur. Biz bu meseleyi, Bakara sûresinde iyice ele aldık. Burada o meselenin bir kısmını tekrar etmekte zarar olmaz. Biz diyoruz ki: Âyetteki va'îdin, tevbe edilmeme hali ile ilgili olduğu hususunda ittifak ettik. Zira (şer'î) deliller, tevbe edilmesi halinde, geriye bu tehdidden birşey kalmayacağına delâlet etmektedir. Yine bunun, Allah tarafından affedilmeme şartına bağlı olması da mümkündür. Çünkü affın olduğuna dâir bir delilin bulunması durumunda, geriye böyle bir azabın kalması imkansız olur. Halbuki biz, Allah'ın affedeceğine dâir nice deliller zikrettik. Hem sonra biz, bu umûmî hükmün kâfirlere mahsus olduğunu söylüyoruz. Şu iki şey de bunun böyle olduğuna delâlet etmektedir: a) Biz, size " (kim) kelimesinin, "şart cümlesi içinde, umûmî mana ifâde ettiğine dâir deliliniz nedir?" desek, siz " Bunun delili, bu kelimeden istisna yapılabilmesidir. İstisna, istisna yapılmaması halinde kendisine dâhil olabilecek hükümleri o sözden (kelimeden) çıkarmadır" dersiniz. Binâenaleyh biz deriz ki: "Eğer deliliniz doğru ise bu Hak teâlâ'nın, " Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan ederse..." sözünün, sadece kâfirler hakkında olduğunu gösterir. Çünkü bütün isyan (ve günahların) bu ifâdeden istisna edilmesi ve (mesela) "Küfür ve fasıklık (günah) müstesna, kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse..." denilmesi doğru olur. İstisnanın hükmü, istisna yapılmaması halinde, içine dahil olabilecek şeyleri o sözün dışında bırakmaktır. Binâenaleyh işte bu durum, Hak teâlâ'nın "Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan ederse ..." ifâdesinin, bütün isyan ve kötülük çeşitleri hakkında olmasını gerektirir. Bu ise, ancak kâfir için söz konusudur. Hasmımızın, "İsyanların hepsini birden yapmak imkansızdır. Zira (mesela) hem Yahudiliği, hem de Hristiyanlığı aynı anda yapmak imkansızdır" şeklindeki görüşüne karşı biz deriz ki: Aklî veya şer'î bir tahsis edici (sınırlayıcı) delilin bulunması durumu hariç, lafızların zahiri umûmî mana ifâde eder. Yapılan bu izaha göre, onların ileri sürdükleri şeyler sakıt olur, bizim söylediklerimiz kuvvet bulur. b) Bu âyetin kâfirlere has olduğunun izahının ikinci şekli şudur: Hak teâlâ'nın "Kim de, Allah'a ve Resulüne isyan ederse ..." buyruğu, bu kimsenin günahın faili olduğunu gösterir. O'nun, "ve Allah'ın sınırlarını çiğneyip geçerse..." buyruğundan da şayet, önceki ifâdenin anlattığı şey kastedilmiş olursa, o zaman (lüzumsuz) bir tekrar olur ki bu aslolanın hilafına birşeydir. Binâenaleyh bu ikinci sözü, "küfür" manasına almak gerekir. Hasmımızın, "Biz bu âyeti, miras hususundaki ahkâmı (hudûdullahı) çiğneme manasına hamlediyoruz " şeklindeki iddiasına gelince, biz deriz ki: Farzet ki bu böyledir. Fakat ne var ki, bizim zikrettiğimiz soru bu sözle sakıt olur. Çünkü miras hududunu (ahkâmını) çiğneyip geçmek, bazan bu mükellefiyet ve hükümlerin hak ve kabulü vacip olduğuna inanmak, fakat onları yerine getirmemek, bazan da bunların hikmetli ve doğru olmadığına inanmak suretiyle olur ki işte bu ikinci şekil, Allah'ın hududunu (ahkâmını) çiğnemede zirvedir. Birinci şekle gelince, o kimseler için de, "Allah'ın hududunu çiğneyip geçti" denilebilir. Fakat bu durumda, bahsettiğimiz gibi, âyette bir tekrar söz konusu olmuş olur. Bundan dolayı bu tehdidin (va'îdin), Allahü teâlâ'nın buradaki âyetlerde zikrettiği miras hükümlerine razı olmayan kâfire mahsus olduğunu anlamış oluruz. Bu âyete has bahisler, işte bunlardan ibarettir. Geriye kalan suallerin izahı Bakara sûresinde geçmişti. Allah en iyi bilendir. 15"Kadınlarınızdan fuhşu irtikab edenlere karşı içinizden dört şahid getirin. Eğer şehâdet ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye kadar, yahut Allah onlara bir yol açmcaya kadar, kendilerini evlerde alıkoyun". Bil ki Allahü teâlâ, geçen âyetlerde kadınlara iyilik etmeyi, onlara güzel davranmayı ve bu hususlarla ilgili şeyleri emredince, bunun peşisıra onların fuhuşta bulunmalarına karşı sert hükmünü getirmiştir. Gerçekte bu hüküm, onlara bir ihsan ve ahiretleri ile ilgili olarak onları bir görüp gözetmedir. Yine bunda şöyle diğer bir fayda daha bulunmaktadır: Allah'ın erkeklere, kadınlara ihsanda bulunmalarını emretmesini, onlara şer'î cezaların tatbik edilmemesine bir sebep kılınmamalıdır. (Onlar için cezaların terkedilmesi), onların çeşitli bela ve kötülüklere düşmesine bir sebep olur. Bu hükümde üçüncü bir fayda daha vardır. O da, Allahü teâlâ'nın, mahlukatından hakkını tastamam alması gibi, o erkeklerden de hakkını taslamam alacağını; O'nun hükümlerinde bir müsamahanın bulunmadığını, kendisiyle herhangi bir fert arasında herhangi bir yakınlık ve karabet bulunmadığını, şeriatının medar ve dayanağının adalet ve her konuda ifrat ve tefritten sakınma olduğunu beyândır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı.." buyurmuştur. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Âyet-i kerimedeki (......) kelimesi, (......) kelimesinin cem'îdir. Arapların, bu lâfzın cemisinde çok çeşitli kullanışları vardır: ve Ebu Bekr İbn el-Enbârî şöyle demektedir: "Araplar cansız varlıkların cem'i hakkında (......), canlıların cem'i hakkında ise (......) kelimesini kullanırlar. Bu, meselâ, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ın sizi başına diktiği mallarınızı..." (Nisa.5) âyetinde olduğu gibidir." Yine Cenâb-ı Hak, âyetlerinde ve buyurmuştur. Aradaki fark şudur: Cansızların cemisi, müfred bir şey gibidir. Ama, canlıların cemisi böyle değildir, aksine onlardan her biri, kendisinin dışında kalanlardan birtakım özellik ve niteliklerle ayrılmamışlardır. İşte fark budur. Araplardan, bu iki husus arasında bir fark görmeyip de bunları şu şekilde kullananlar vardır: "Durumları şöyle şöyle olan Hinde'ler ne yaptı?" ve "Durumları şöyle şöyle olan elbiseleri ne yaptın?" Birinci görüş, tercih edilen görüştür. Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinin manası, "Onlar o fuhşu işlerler" demektir. Meselâ, "Sen onu yaptın" manasında "Sen çirkin bir iş yaptın" denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Andolsun sen, acaib bir şey yapmışsın" (Meryem, 27) Andolsun siz pek çirkin bir iş yaptınız.." (Meryem, 89) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, fuhuş işlemeyi bu şekilde ifâde etmesinde bir incelik vardır ki o da şudur: Cenâb-ı Hak, mükellefi bu günahı işlemekten nehyedince O, o mükellefe bunu yapma konusunda yardımcı olmaz, aksine mükellef, sanki o işe kendiliğinden gitmiş ve onu, sırf karakteri gereği seçip tercih etmiştir. İşte bu incelikten dolayı "Muhakkak ki o, o fuhuşa geldi ve ona yöneldi, gitti.." denilir. Ancak ne var ki bu incelik, Mu'tezile'nin görüşü benimsendiğinde tamam olur. İbn Mesûd bu ifâdeyi, (......) şeklinde okumuştur. (......) kelimesi çirkin fiil manasına gelip, dilcilere göre, (akıbet) lâfzı gibi masdardır. Meselâ bir kimse, çirkin bir söz söyleyip veya çirkin bir fiil yaptığında, ve ifâdesi kullanılır. Âlimler, âyette geçen "fahişe" kelimesinin, zina olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Birçok çirkin fiilden daha fazla çirkin ve kabîh olduğu için, zinaya "fahişe" ismi ıtlak edilmiştir. Buna göre şayet, "Küfür (kâfir olmak) ve adam öldürmek, zinadan daha çirkin ve kabahatli bir fiildir. Halbuki, bu fiiller "fahişe" ismiyle adlandırılmamışlardır " denilirse, biz deriz ki: Bunun sebebi şudur: İnsanın bedenini idare eden kuvvetler üçtür: Kuvve-i natıka, kuvve-i gadabiyye ve kuvve-i şeheviyye... Kuvve-i natıkanın (düşünme kuvvetinin) bozulması, küfür, bidat ve bu ikisine benzeyen şeylerdir. Kuvve-i gadabiyyenin bozulması ise, adam öldürmek, kızmak ve benzeri şeylerdir, Kuvye-i şeheviyyenin bozulması ise, zina, livata, sürtüklük, zamparalık ve bunlara benzeyen şeylerdir. Bu üç kuvvetin en âdisi ve alçak olanı, şehevî kuvvetin fesada uğramasıdır. Binâenaleyh, onun fesada uğraması, hiç şüphesiz en adî bir fesat nev'i olmuş olur. İşte bu sebepten dolayı bu işe, hassaten "fahişe" ismi ıtlak edilmiştir. Allah ne murad ettiğini en iyi bilendir. Hak teâlâ'nın, "Kadınlarınızdan ûıhşu irtikâb edenlere karşı" sözüyle neyin murad edildiği hususunda şu iki görüş beyân edilmiştir: Birinci görüş: Bundan, zina murad edilmiştir. Bu böyledir. Çünkü bir kadın zinaya nisbet edildiğinde, zina işlediğine dair müslüman dört erkeği şahid olarak getirmediği müddetçe, hiç kimse o kadına dokunamaz. Şahidler, o kadının aleyhine şehâdet ettikleri zaman, o kadın herhangi bir yerde ölünceye, veyahut da Allah onlara bir yol açıncaya kadar tutulur. Bu görüş, cumhûr-ı müfessirinin görüşüdür. Zina Cezası Hakkında Ebu Müslim'in İzahı İkinci görüş ki bu Ebu Müslim el-İsfehanî'nin tercih ettiği görüştür. Buna göre, Cenâb-ı Hakkın, "Kadınlarınızdan fuhşa irtikâb edenlere karşı..." sözüyle sürtük ve ahlâksız, ki bunların cezası ölünceye dek bir yerde hapsolunmalarıdır; O'nun "Sizlerden fuhşu irtikâb edenlerden her ikisini de ..." (Nisa, 16) sözüyle de livata yapanlar kastedilmişlerdir ki, bunların cezası da, söz ve fiil ile eziyyet edilmeleridir. Nur suresinde zikredilen âyet ile (Âyet 2) kastedilen ise, erkek ile kadın arasında meydana gelen zina fiilidir ki, bunun cezası da, bakire olanlar için sopa; evli olanlar için ise, recm'dir. Ebu Müslim bu konuda şu delilleri ileri sürmüştür: a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı..." sözü, kadınlara; "sizlerden fuhşu irtikâb edenlerden her ikisini de ..." (nisa. 16) ifâdesi ise. erkeklere tahsis edilmiş olup, onlarla ilgilidir. Zira, Hak teâlâ'nın, "O İki erkek' ifâdesi, tesniye müzekker bir ifadedir. Buna göre şayet, ifadesiyle (Nisa, 16) hem erkek, hem de kadının kastedilmiş olması; ama ne var ki, tağlîb'den dolayı müzekker lâfzın kullanılması niçin caiz değildir?" denilirse, biz deriz ki, eğer bu böyle olsaydı, Cenâb-ı Hak bu ifadeden önce kadınlarla ilgili olan ifâdeyi müstakil olarak zikretmezdi. Binâenaleyh O, kadınları başlı başına ele alıp, bundan sonra da, "Sizlerden fuhşu irtikâb edenlerden her ikisini de ..." (Nisa. 16) buyurunca, bu ihtimal artık söz konusu olmaz. b) Böyle bir izah ve takdir yapıldığında, ilgili âyetlerden herhangi birisinde "nesh"in cereyan ettiğini söylemeye de gerek kalmaz. Aksine, bu âyetlerden herbirinin hükmü cari ve yürürlükte olmuş olur. Ama sizin belirttiğiniz açıklamaya göre, bu âyetlerde "nesh" in cereyan ettiğini kabul etmek gerekir. Böylece, bu görüş daha evlâ olur. c) Sizin zikretmiş olduğunuz açıklamaya göre, Cenâb-ı Hakk'ın "Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı..." ifâdesi, zina ile ilgili olmuş olur. O'nun, "Sizlerden fuhşu irtikâb edenlerden her ikisini de ..." (Nisa. 16) sözü de zina hakkında olmuş olur. Böylece bu. durum, aynı mevzuda aynı şeyin tekrar edilmesi neticesine götürür ki, bu da hoş bir şey değildir. Ama bizim yaptığımız izaha göre, böyle bir netice ortaya çıkmaz. Binâenaleyh, bizim görüşümüz daha uygun ve evlâ olur. d) Bu âyetin zina hakkında nazil olduğunu söyleyenler, Hak teâlâ'nın "yahut Allah onlara bir yol gösterinceye kadar" ifâdesini, recm, sopa atma ve sürgün etmek ile tefsir etmişlerdir ki, bu doğru değildir. Çünkü bütün bunlar kadınların lehine değil, aleyhine olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kazandığı kendi faidestne, yaptığı (şer) kendi zarannadır" (Bakara, 286) buyurmuştur. Ama biz, Cenâb-ı Hakk'ın "yahut Allah onlara bir yol gösterinceye kadar" sözünü, Allah'ın, o kadınlara şehvetlerini nikâh yoluyla evlenmek suretiyle gidermelerini kolaylaştırması diye tefsir ediyoruz. Sonra Ebu Müslim sözüne devamla şöyle demektedir: "Bizim söylediğimiz görüşlerin doğruluğuna delâlet eden hususlardan birisi de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Erkek erkek ile (cinsî) münasebet kurduğunda, onların her ikisi de zinakârdırlar. Kadın da kadın ile münasebet kurarsa, onların da her ikisi zinakârdırlar" hadisidir. Diğer Alimlerin Ebu Müslim'in İddiasını Tenkitleri Alimler, Ebu Müslim'in görüşünü iptal etme hususunda şunlarla ihticâc etmişlerdir: a) Bu, önceki müfessirlerden hiç kimsenin söylemediği bir görüştür; binâenaleyh, bu görüş bâtıldır. b) Hadis-i Şerifte, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "İşte Allah onlara bir yol gösterdi: Evli veya dul olanlar recm edilir; bakireler iser sopalanır" Müslim, Hudûd, 13 (3/1316). dediği rivayet edilmiştir. Bu da bu âyetin, zina eden kadınlar hakkında nazil olduğunu gösterir. c) Sahabe, "Livata"nın hükümleri hususunda ihtilâf etmişler ve onlardan hiçbiri bu âyete de tutunmam ıslardır. Onların, bu hükme delâlet eden bir nassa çok şiddetli ihtiyaçları olmasına rağmen, bu âyete temessük etmemeleri, bu âyetin, "livata" hakkında olmadığına delâlet eden delillerin en kuvvettilerindendir. Birinciye şöyle cevap verilir: Böyle bir icmâ kabul edilmez. Çünkü, andolsun ki, bu görüşü büyük müfessirlerden olan Mücahid beyan etmiştir. Bir de biz usûlü fıkıhta, âyetten, öncekilerin zikretmemiş olduğu yeni bir görüş çıkarmanın caiz olduğunu beyan etmiştik. İkinciye cevap: Bu, Kur'ân'ın haber-i vahid ile neshedilmesini gerektirir ki, bu caiz değildir. Üçüncüye cevap: Sahabenin gayesi "lûtî" olan kimseye ceza tatbik edilip edilmeyeceğini tetkik ve tahkik idi. Halbuki bu âyette menfî ve veya müsbet yönae bir delâlet bulunmamaktadır. İşte bundan dolayı sahabe, bu âyete başvurmamıştır Cumhura Göre Bu Âyetin Hükmü Mensûhtur Cumhur-u müfessirîn, bu âyetin mensûh olduğunu iddia etmişlerdir. Ebu Müslim ise, bu âyetin mensûh olmadığın söylemiştir. Müfessirler bu görüşlerini kendilerinin şu kaidelerine dayandırmışlardır: Bu âyet, zinanın hükmünü beyân hakkındadır. Bu âyetin hükmünün devam etmediği malûmdur. Binaenaleyh âyet mensûhtur. Sonra bu fikri benimseyenler de, kendi aralarında şu iki şekilde ihtilâf etmişlerdir: 1- Bu âyet, şu hadis ile neshedilmiştir Ubade İbn es-Sâmît, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "(Hükümlerinizi) benden alın, benden alın. Muhakkak ki Allah onlara bir yol açtı: "Bekâr bekâr iler dul veya evli de dul veya evli ile zina yaptığında, bekar sopalanıp sürgün edilir; dul veya evli de sopalanır ve recmedilir." Müslim. Hudûd, 13 (111/1316). Sonra bu hadis de, Hak teâlâ'nın "Zina eden kadınla, zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun" (Nur, 2) âyeti ile neshedilmiş olur. Bu izaha göre, bazan Kur'ân'ın sünnet ile, bazan da sünnetin Kur'ân ile neshedildiği sabit olmuş olur. Şafiî'nin görüşü böyle değildir. Şafiî'ye göre, bunlar birbiriyle nesholunmazlar. 2- Bu âyet, celde âyeti (Nur, 2) ile neshedilmiştir. Bil ki Ebu Bekir er-Râzî (el-Cessâs), İmâm Şafiî'yi tenkide çok istekli olduğu için şöyle demiştir: "Birinci görüş daha evlâdır. Zira celde âyeti, Hazret-i Peygamber'in "(Hükümlerinizi) benden alın, benden alın..." ifâdesinden önce inmiş olsaydı, Resûluliah'ın böyle söylemesinin bir manası olmazdı. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber'in "(Hükümlerinizi) benden alın..." ifâdesinin, celde âyetinden (Nur, 2) önce olması gerekir. Bu takdire göre de habs âyeti (Nisa. 15) bu hadisle; bu hadis de celde âyeti ile neshedilmiş olur. Böylece Kur'ân ve sünnetin herbirinin diğeri ile bazan neshedilebildiği sabit olmuş olur." Bil ki, Râzî el-Cessâs'ın görüşü şu iki bakımdan zayıftır: a) Ebû Süleyman el-Hattabî'nin, "Meâlimü's-Sünen" adlı eserinde zikrettiği şu husustur: "Ne bu âyette, ne de bu hadiste nesh kesinlikle söz konusu değildir. Zira Hak teâlâ'nın, "O kadınları ölüm alıp götürünceye kadar, yahut Allah onlara bir yolgösterinceye kadar, kendilerini evlerde alıkoyun" ifâdesi, o kadınların evlerde tutulmalarının, Allah'ın onlara bir yol açmasına kadar süreceğine delâlet etmektedir. Binâenaleyh âyette geçen "yol" kelimesi, mücmel (net olmayan) bir ifâdedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "(Hükümlerinizi) benden alın.. Dul veya evli recmedilir, bekâr ise sopalanıp sürgün edilir" buyurunca, bu hadis, o âyeti neshetmemiş aksine tefsir etmiş olur. Ve yine bu hadis, Cenâb-ı Allah'ın, "Zina eden kadınla, zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun" (Nûr, 2) âyetinin umûmî manasını tahsis etmiş (sınırlandırmış) olur. Bu hadis-i şerifin, şu iki âyetten biri için beyân, diğeri için de muhassis (tahsis edici) olduğunu kabul etmedin, zincirleme neshin olduğunu söylemekten daha evlâ olduğu malumdur. Hem nasıl olur ki habs âyeti (Nisa, 15) kesinlikle mücmel bir âyettir. Bu âyette geçen "yol"un nasıl olduğuna delâlet eden herhangibir şey yoktur. Binâenaleyh bu âyetin bir mübeyyininin (açıklayıcısının) bulunması gerekir. Celde âyeti (Nûr, 2) ise tahsis edilmiştir. Mutlaka onun da bir tahsis edicisinin olması gerekir. Bu sebeple biz bu hadisi, habs âyetinin mübeyyini, celde âyetinin de muhassisi kabul ediyoruz." Fakat Ebu Hanife taraftarlarına göre, bunda üç cihetten nesh bulunmuştur. Birisi şudur: Habs âyeti, recmin delilleri ile neshedilmiştir. Böylece söylediğimiz şeyin, şüphe götürmez bir gerçek olduğu ortaya çıkmış olur. Ebu Bekr er-Razî'nin Sözünü Red Hususunun İkinci Yönü Şudur b) Sen celde âyetinin, Hazret-i Peygamber'in "(Hükümlerinizi) benden alın..." hadisinden önce nazil olmuş olmasının mümkün olmadığını söylüyorsun. Niçin bu âyetin o hadisten sonra olması gerektiğini söylüyorsun Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu âyet nazil olunca böyle demiş olduğunu söylemek niçin caiz olmasın? Bunun izahı şöyledir: "Cenâb-ı Hakkın, "Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun" (Nûr, 2) âyeti, müslüman dul hakkında, icmâ ile tahsis edilmiş olur. Halbuki tahsis eden delilin, tahsis gören umûmî ifâdeden sonra gelmesi bir karışıklığa sebebiyet vereceği için, sana ve Mu'tezile'nin ekserisine göre caiz değildir. Durum böyle olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu sözü, Hak teâlâ'nın "Zina eden kadınla, zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun" (Nûr. 2) âyeti indiği zaman söylemiş olduğu sabit olmuş olur. Bu izaha göre de senin, "Hadis, celde âyetinden önce söylenmiştir" şeklindeki sözün düşmüş olur. Bütün bunlar habs âyetinin, zina eden kadınlar hakkında nazil olduğunu söyleyenlerin görüşüne dayanan izahlardır. Binaenaleyh bu görüşe göre, bu âyetin mensuh oluşunun delil ile sabit olmadığı ortaya çıkmış olur. Ebu Müslim el-İsfehânî'nin görüşüne göre, âyetin zahirî manası neshedilmemiştir. Allah en iyi bilendir. Bu âyetin zina hakkında nazil olduğunu söyleyenlere şu sorular yöneltilir: Birinci soru: Âyetteki "kadınlarınızdan" ifâdesi ile ne murad edilmiştir? Cevap: Bu hususta şu izahlar yapılır: a) Bundan murad, "zevcelerinizden" manasıdır. Bu tıpkı, "Kadınlarından, zıhâr yaparak ayrılmak İsteyenler..." (Mücadele, 3) ve "Kendileri ile (zifafa) girdiğiniz kadınlarınızdan olan..." (Nisa, 23) âyetlerinde olduğu gibidir. b)Bundan murad, hür olan kadınlardır. Bu tıpkı, "Erkeklerinizden iki de şâhid tutan.." (Bakara. 282) buyruğundaki (erkekler) kelimesinde olduğu gibidir. Bundan maksad, cariyeler için (zinadan dolayı) bir cezanın olmadığını beyân etmektir. c) Bu, mü'min kadınlar manasınadır. d) Bu "bekâr değil dul olan kadınlar" demektir. İkinci soru: Âyetteki, "Kendilerini evlerde alıkoyun" emrinin manası nedir? Cevap: Bu, "Onları, evlerinizde devamlı hapsediniz" demektir. Bunun hikmeti şudur: Kadın, zinaya ancak dışarı çıkıp orada burada dolaştığı zaman düşer. Fakat onlar evlerde tutulduklarında zinaya imkân bulamazlar. O kadın bu hal üzere tutulduğu sürece, iffeti yeniden kendisine dönüp, zinadan o nisbette uzaklaşmış olur. Üçüncü soru: Âyetteki, "Ölüm (onları) alıp götürünceye kadar.." tabirinin manası nedir? Halbuki mevt (ölüm) ve teveffî (öldürmek) aynı manadadır. Binaenaleyh bu ifâde, "Onları ölüm öldürünceye kadar..." manasına gelmiş olur. Cevap: Bu tabirle, "Ölüm meleği, onların canını alıncaya kadar..." manası kastedilmiş olabilir. Bu tıpkı, "Meleklerin canlarını aldığı kimseler.." (Nahl, 28)ve "Deki: "Size müvekkel (vazifeli) ötem ölüm meleği canınızı alacak" (Secde, 11) âyetlerinde ifâde edildiği gibidir. Veyahut da bunun manası, "ölüm onları yakalayıp, canlarını tastamam alıncaya kadar..." şeklindedir. Dördüncü soru: Siz, Allahü teâlâ'nın "Yahut Allah onlara bir yolgösterinceye kadar..." ifâdesini, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "işte Allah onlara bir yol gösterdi.. Bekâr sopalanır. Evli ve dul ise recmolunur" hadis-i şerifi ile tefsir ediyorsunuz ki bu uzak bir izahtır. Çünkü bu yol, onların lehine değil aleyhinedir. Zira recm, hiç şüphe yok ki, onları hapsetmekten daha sert ve katı bir cezadır? Cevap: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), âyette geçen "bir yol" ifâdesini böyle tefsir ederek, "(Hükümlerinizi) benden alın. İşte Allah o (kadınlara) bir yol gösterdi: Dul veya evlinin, dul veya evli ile zinasının cezası, yüz değnek ve taşla recmolunmalandır. Bekârın bekâr ile zinasının cezası ise yüz değnek ve bir yıl sürgündür" buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "bir yol"u bu şekilde açıklayınca, bunun doğruluğuna kesin inanmak gerekir. Hem sonra bunun, dil bakımından da şöyle bir izahı yapılabilir: İster ağır ister hafif olsun, birşeyden kurtulan kimse için, o şey bir yoldur. 16"Sizlerden fuhşu irtikâb edenlerin her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe edip, (hallerini) düzeltirlerse, artık onlardan elinizi çekin. Çünkü Allah tevvâb ve rahîmdir". Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: İbn Kesir, bu kelimeyi nûn harfinin şeddesi ile, ve şeklinde; diğer kıraat imamları ise, şeddesiz olarak okumuşlardır. Ebu Amr, İbn Kesir'e (......) (Kasas, 32) şeklindeki okuyuşunda muvafakat etmiştir. Şeddeli okuyuşun izahı hususunda İbn Miksem şöyle demiştir: İbn Kesîr, bu nûnları şu iki sebepten ötürü şeddeli okumuştur: a) Mebnî isimler ile mu'reb isimlerin tesniyelerini birbirinden ayırmak için.. b) ve kelimeleri zal harfine dayanmaktadır. Bundan dolayı, Araplar bu kelimelerin tesniyelerinin nûnuna, aynı cinsten bir başka nûn daha ekleyerek, bu kelimeleri güçlendirmek istemişlerdir. Başkaları da şöyle demiştir: Bu kelimeleri şeddeli okuyuşun sebebi şudur: Bunların sonundaki nûn, tesniye nûnu değildir. Dolayısı ile İbn Kesir, bu nûn ile tesniye nûnu birleştirmek istemiştir. Arapların, bunun başına elif-lâm ziyâde ettikleri gibi, te'kîd için sonuna da nûn getirdikleri söylenmiştir. Ebu Amr'in, ta'viz işini ism-i mevsullere değil de, ism-i işaretlere tahsis etmesi, öyle anlaşılıyor ki, hazfin ism-i işaretler için elzem olduğunu düşünmekten ileri gelmiş olmalıdır. Binaenaleyh ism-i işaretlerin, bedele (ivaz'a) hak kazanma derecesi daha ileridir.. Bu Âyetin Zina Hakkında Olduğunu Söyleyenler Önceki âyetin zina edenler hakkında olduğunu söyleyenler, bu âyetin de zina edenler hakkında olduğunu söylemişlerdir. Böylece onlar, bu tekrarın sebebi ve faydasının ne olduğu nususunda ihtilâf ederek, şu görüşleri söylemişlerdir: 1- Allahü teâlâ'nın, "kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenler.." (Nisa, 15) âyeti, zinâkâr kadınlar; "Sizlerden fuhşu irtikâb edenler.." (Nisa, 16)âyeti ise zinâkâr erkekler hakkındadır. Sonra Cenâb-ı Hak, evlerde alıkonma hükmünü kadınlara, eziyet edilme hükmünü de erkeklere tahsis etmiştir ki bunun sebebi şudur: Kadın zinaya, ancak dışarı çıkıp orada burada dolaştığı zaman düşer. Fakat evde alıkonulduğunda, bu günahı kesilir. Erkeğe gelince, onu evde alıkoymak mümkün değildir. Çünkü erkeğin, geçimini temin etme, işlerini düzeltme ve çoluk çocuğunun rızkını temin için dışarı çıkması gerekir. Bundan dolayı zina eden kadına evde alıkonulma, zina eden erkeğe de eziyet olunma cezası verilmiştir. Erkek tevbe edip döndüğünde, artık ona eziyet edilmez. Şöyle de denebilir: Eziyet, erkek ve kadına uygulanan müşterek bir cezadır. Hapsolunma ise, kadınlara has bir cezadır. Binâenaleyh zinâkar kadın ve erkekten ikisi de pişman olup tevbe ettiğinde, onlardan "eziyet olunma" cezası kaldırılır. Fakat kadının hapsolunma cezası devam eder. İşte bu, söylenen görüşlerin en güzelidir 2- Süddî şöyle demiştir: "Bu âyetle kastedilen, kadın ve erkeklerden bekâr olanlar; önceki âyetle kastedilen ise evli veya dul olanlardır. Buna göre iki âyet arasındaki fark ortaya çıkmaktadır." Bu görüştekiler, "bu izaha şunlar delâlet eder" demişlerdir: a) Allahü teâlâ, 'Kadınlarınızdan fuıhşu İrtikab edenler.." (Nisa. 15) buyuru kadınları kocalara nisbet etmiştir. b) Cenâb-ı Hak onları "Nisa" (kadınlar) diye tavsif etmiştir ki bu, evli ve kadınlara daha uygun düşer. c) Eziyet etmek, evde hapsolunmaktan daha hafif bir cezadır. En hafif ceza ise, zina eden dul ve evliye değil, zina eden bekaradır. d) Hasan el-Basrî şöyle demektedir: "Bu âyet, önceki âyetten daha önce nâzil olmuştur ve bunun takdiri şu şekildedir: "Kadın ve erkeklerinizden fuhşu irtikâb edenlere eziyet edin. Eğer onlar tevbe eder ve hallerini düzeltirlerse, artık onlardan elinizi çekin." Daha sonra Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerini evlerde alıkoyun" (Nisa, 15) âyeti nazil olmuştur. Bu, "Eğer onlar tevbe etmez ve bu çirkin fiilde ısrar ederlerse, onların gerçek durumlarını anlayıncaya kadar, onları evlerde alıkoyun" demektir. Bu görüş, bana göre son derece uzak bir ihtimaldir. Zira bu, bu âyetlerdeki tertibin bozulmasını gerektirir. e) Ebu Müslim'den, önceki âyetin sürtük kadınlar hakkında nazil olduğunu; berikinin ise, lûtîler hakkında nazil olduğunu izah etmiştik ki, bunun izahı daha önce geçmişti. f) Bundan murad şudur: Allahü teâlâ, önceki âyette zina hadisesineşehâdeteden kimselerin mutlaka dört tane olması gerektiğini beyan buyurmuştur. Böylece bu âyette ise, "Onların iki şahit olmaları halinde, onlara eziyyet edin, onları devlet başkanının ve hâkimin huzuruna götürülme ve kendilerine ceza tatbik edilme ile korkutun" şeklinde bir hüküm beyân etmiştir. Söz Konusu Eziyet Etmenin Nasıl Olacağı Âlimler, bu eziyyetin mutlaka dil ile sıkıntı vermek şeklindeki bu da azarlama ve ayıplamadır gerçekleştirileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Meselâ şöyle denilir: "Yaptığınız bu iş, ne kadar kötüdür. Siz, kendinizi Allah'ın ceza ve gazabına duçar kıldınız. Ve yine siz kendinizden adalet, liyâkat ve ehliyetini uzaklaştırıp, şehâdet etme hakkını yitirdiniz..." Âlimler, bu eziyyete, dövmenin de dahil olup olmayacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbas'tan, onların pabuçlarla dövüleceği rivayet edilmiştir. Birinci görüş daha uygundur, çünkü passın medlulü (manası) onlara sadece eziyyet etmedir. Bu ise, sadece dil ile yapılan eziyyet ile tahakkuk etmektedir. Âyet-i Kerime'de, dövmeye delâlet eden bir husus da yoktur. Bundan dolayı, bu görüşe varmak doğru değildir. Hak teâlâ daha sonra, 'Eğer tevbe edip, (hallerini) düzeltirlerse, artık onlardan elinizi çekin" buyurmuştur. Bu, "onlara eziyyet etmeyi bırakın" manasındadır. Cenâb-ı Hak daha sonra da, "Çünkü Allah tevvâb ve rahimdir" (Nisa. 16) buyurmuştur. "Tevvâb" kelimesi, "kulu, günahı sebebiyle kendisine tevbe ettiği zaman, kuluna ihsan ve mağfiret ile muamele eden" demektir. ifâdesinin izahı daha önce geçmişti. 17"Allah katında (makbul olan) tevbe, kötülüğü ancak cahillik sebebiyle yapacakların, sonra da çarçabuk (vazgeçip) tevbe edecek olanların (tevbesi)dir. İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır. Allah hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir". Tevbe Hakkındaki Bu Âyetin Daha Öncesi İle Münasebeti Bil ki, Allahü teâlâ önceki âyette, fuhuş irtikâb edenler, tevbe edip hallerini iyileştirdiklerinde, onlardan eziyyetin kalkacağını zikredip, mutlak manada da kendisinin Tevvâb ve Rahîm olduğunu haber verince, bundan sonra tevbenin ne zaman yapılacağını, şartını zikretmiş, insanları, günahda ısrar ettikleri bir sırada kendilerine ölüm gelmeden önce, onları hemencecik tevbe etmeye teşvik etmiştir; zira ölüm esnasında yapacaktan tevbe onlara fayda vermeyecektir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Tevbenin mana ve mahiyyetini Bakara sûresinde, Cenâb-ı Hakk'ın "(Allah da) tevbelerinizi kabul etmişti. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edenin, çok merhamet edenin ta kendisidir" (Bakara, 54) âyetinin tefsirinde zikretmiştik. Kâdî, bu âyetle Cenâb-ı Hakk'ın tevbeleri kabul etmesinin vacip olduğuna şu iki bakımdan aklen istidlal etmiştir; a) Âyet-i kerimede geçen, (......) kelimesi, vücûb ifâde eder. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, 'Allah katında (makbul olan) tevbe... "tabiri, Cenâb-ı Hakk'ın tevbeleri kabul etmesinin aklen vacip olduğuna delâlet etmektedir. b) Şayet biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah katında (makbul olan) tevbe..." buyruğunu sırf O'nun tevbeleri kabul etmesi manasına hamledersek, o zaman bu sözle 'İşte Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" kısmı arasında herhangi bir fark kalmaz. Zira bu da, Cenâb-ı Hakk'ın tevheleri bilfiil kabul ettiğini haber vermektedir. Ama biz önceki ifâdeyi, tevbeleri kabul etmesinin vacip olmasına; bu ifâdeyi de, tevbeleri bilfiil kabul ettiği manasına alırsak, böylece bu iki âyet arasındaki fark ortaya çıkar ve herhangi bir tekrar da meydana gelmemiş olur. Allahü teâlâ Hakkında Vacip Olan Şey Yoktur Bil ki, "Vücûb alâ'llah" (Bir şeyin Allah'a vacip olduğuna) hükmetmek bâtıldır. Bunun böyle olduğunun birçok delili vardır: Birinci delil: Vacip olarak üstlenilmiş olan şey yapılmadığı, yerine getirilmediğinde, zemmedilmeyi ve kınanmayı gerektirir. Bu lâzım olma keyfiyetinin Cenâb-ı Allah hakkındaki sübûtu ya imkânsız olur veyahut da olmaz.. Birincisi bâtıldır. Zira, vacip olanı terketmek, bu zemmi gerektirip, bu zemmin ve kınanmanın da Allah hakkında sübûtu, varlığı imkânsız olunca, vacibi yerine getirmeyisin Allah hakkında sübûtunun, varlığının imkânsız olması gerekir. Bu yerine getirmeyisin Allah hakkında sübûtu aklen imkânsız olunca, fiilin (vücûbiyyetin) sübûtu vacip olmuş olur. Bu durumda da Allahü teâlâ, fâil-i muhtar değil de, zâtı gereği mûcib (mûcib-i bizzat) olmuş olur. Bu ise bâtıldır. Ama, zemme müstehak olmanın Allah hakkında imkânsız olmayışına gelince, mümkün olan her şeyin meydana geleceğini farzetmekten, onun imkânsız olması gerekmez. Bu durumda da, ilâhın, ilâh olmasıyla birlikte, zemme müstehak olmakla vasfedilebileceği sonucu çıkar ki bu, hiçbir akıllının söylemeyeceği 'bir muhaldir. Bu iki kısım bâtıl olunca, "vücûb alâ'llah" (bir şeyin Allah'a vacip olduğu)na hükmetmenin bâtıl olduğu sabit olur. İkinci delil: Tevbe'yi yapıp yapmamaya nisbetle kulun kadir olması, ya eşit olur, veya eşit olmaz. Eğer bu kudret eşit olursa, tevbe'yi yapmak yapmamaya, ancak bir müreccih sebebiyle üstün gelebilir. Sonra bu müreccih, bir ihdas ve icad eden tarafından meydana gelmezse, o zaman Yaratıcı'nın yokluğu gerekir. Eğer bu müreccih kul tarafından meydana gelirse, taksîm tekrar döner (başa dönülmüş olur). Eğer bu müreccih Allah tarafından meydana gelmişse, bu durumda kul tevbe etmeye, ancak Allah'ın yardımı ve güç-kuvvet vermesiyle yönelebilmiştir. Bu sebeple kulun tevbesi, Allah tarafından kuluna bir in'âm olmuş olur. Allah'ın kuluna in'âmda bulunması, ona yeniden in'âm ve ihsanda bulunmasını gerektirmez. İşte bu sebeple, kuldan tevbenin sudur etmesi, Allah'a o tevbeyi kabul etmesinin vacip olmasını gerektirmez. Ama, kulun kadir olması, bir şeyi (tevbeyi) yapıp yapmamaya elverişli olmazsa, işte bu durumda da "cebr" kaçınılmaz olur. Böyle olunca da, "vücûb alâ'llah"a hükmetmek, apaçık bâtıl ve fasit olmuş olur. Üçüncü delil: Tevbe, geçmişe (yapılan işe) pişman olup, gelecekte onu bir daha yapmamaya kesinkes karar vermekten ibarettir. Pişman olmak ve karar vermek ise, istemek ve istememek kabilindendir. İsteyip istememek ise, kulun ihtiyarı ile meydana gelmez. Aksi halde kul, bunları meydana getirme hususunda başka bir "irade"ye muhtaç olur; böylece de "teselsül" gerekmiş olur. Durum böyle olunca da, bu pişmanlığın ve karar vermenin meydana gelip vücûd bulması, sırf Allah'ın yaratmasıyla olur. Allah'ın bir şeyi yapması, kendisine başka bir şeyi meydana getirmesini vacip kılmaz. İşte böylece de "vücûb alâ'llah"a hükmetmenin bâtıl ve yanlış olduğu sabit olmuş olur. Dördüncü delil: Mu'tezile'nin görüşüne göre tevbe, kulun ihtiyarıyla meydana gelen bir fiildir. Binaenaleyh, eğer bu, "vücûb alâ'llah"ın illeti sayılırsa, o zaman kulun fiili Allah'ın zat ve sıfatlarında müessir olmuş olur ki, bu hiçbir akıllı kimsenin söyleyeceği bir şey değildir. Mu'tezile'nin istidlal ettikleri hususa vereceğimiz cevap da şudur: Allahü teâlâ mü'minlerin tevbesini kabul edeceğini vaadetmiştir. Allah bir şeyi va'adedip, vaadinden cayması da muhal olunca, işte bu bir nevi "vücûb"a benzemiş olur. İşte bu açıklamaya göre, lafza-i Celâle'nin başına (......) kelimesinin getirilmesi doğru ve yerinde olmuş olur. Bu sebepte de, Hak teâlâ'nın "Allah katında (makbul olan) tevbe..." buyruğu ile O'nun, "İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" buyruğu arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Eğer, "Allahü teâlâ ievbenin kabulünden haber verip, Allahü Teâlâ'nın vukuundan haber verdiği her şeyin meydana gelmesi de vacip olunca, o zaman sizin, Allah'ın fâil-i muhtar olmadığını kabul etmeniz gerekir" denilirse, biz deriz ki: Bir şeyin meydana geldiğini haber vermek, o şeyin hasıl olmasına bağlıdır. Meydana gelme de, onu meydana getirene tâbidir. Tâbi olan (ikinci derecede bulunan), "asi" olanı değiştiremez. Bu sebeple O, bu meydana getirme hususunda Fail-i Muhtar olmuş olur. Ama siz ise, tevbenin tevbe olması bakımından meydana gelişinin, o tevbeyi kabul etmenin Allah'a vacip olması hususunda müessir olduğuna hükmediyorsunuz. Bunu ise, hiç kimse söylemez. Böylece fark, ortaya çıkmış olur. Bilmeyerek Günah İşleyenlerin Tevbesi Makbuldur Allahü Teâlâ bu tevbenin kabulünü iki şarta bağlamıştır: Bunlardan biri, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kötülüğü ancak cahillik sebebiyle yapacakların. buyruğudur. Bu ifâde hakkında da şu iki soru vardır: a) Günah olduğunu bilmeden bir kimse bir günah işlerse, o kimse herhangi bir cezaya müstehak olmaz. Çünkü bilmeden işlenen şeylerin günahı ve cezası, bu ümmetten kaldırılmıştır. İşte bundan dolayı, bilmeden günah işleyen kimselerin, tevbe etmelerine ihtiyaç yoktur. b) Âyette geçen (......) kelimesi, hasr içindir. Binâenaleyh, âyetin zahiri günah olduğunu bilerek bir kötülüğü yapmaya yeltenen kimselerin, tevbelerinin kabul edilmemesini gerektirir. Halbuki bu ise, icmâ ile bâtıl ve geçersizdir. Bilmeyerek Yapılan Günah, Sorumluluğa Yol Açar mı? Birinci soruya cevap: Yahudi, yahudiliği, onun bir günah olduğunu bilmediği halde seçmiş, tercih etmiştir. Ama ne var ki o, bundan dolayı bir cezaya müstehaktır. Bilerek Günah İşleyenlerin Tevbesi Makbul Olmaz mı? İkinci soruya cevap: Günah olduğunu bilmemekle beraber, bir günah işleyen kimsenin durumu, günah olduğunu bilerek onu işleyen kimsenin durumundan daha hafiftir. Hal böyle olunca vücûb olma hali, bir va'ad ve kerem vücûbu olmak üzere, hiç şüphesiz birinci kısımdaki kimselerin tevbelerinin kabulüne tahsis edilmiştir. İkinci kısımdakilerin günahları daha ağır olunca, hiç şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, tevbelerinin kabul edilmesi hususunda böyle bir te'kîde yer vermemiştir. Böylece bu âyet, işte bu yönden de tevbeleri kabul etmenin Allah'a vacip olmadığına delâlet etmiş olur. Tevbenin Kabulünün İlk Şartı Cehalet Bu iki soruya verdiğimiz cevapları iyice anladıysan, şimdi biz, bu ifâdede yer alan "cahillik" kelimesinin tefsiri hususunda müfessirlerin zikretmiş olduğu görüşlere geçebiliriz. Birinci görüş: Müfessirler şöyle demektedirler: Allah'a isyan eden herkes, câhil; yaptığı o fiil ise, cehalet diye adlandırılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hazret-i Yusuf'tan bahsederken, "... Onlara meyleder, câhillerden olurum" (Yusuf, 33) buyurmuştur. Yine O, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'tan naklederek, Yusuf'un, kardeşlerine "Siz (henüz) cahil kimseler iken Yusuf'a ve kardeşine neler yapağınızı biliyor musunuz?" dedi" (Yusuf, 89) dediğini buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, "(Allah da şöyle) buyurdu: "Ey Nuh, o katiyyen senin âilenden değildir. Çünkü o(nun işlediği) salih olmayan bir iştir. O halde bilgin olmadığı birşeyi benden isteme. Seni câhillerden olmaktan bihakkın men ederim" (Hûd, 46) ve "Allah size muhakkak bir inek boğazlamanızı emrediyor" demişti de, onlar, "Bizi eğlence mi ediniyorsun?" demişti. Musa da, "Ben cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım" demişti" (Bakara, 67) buyurmuştur. Bazan, efendi kölesine, kölesinin yaptığı bir işten dolayı onu kınarken, "Ey câhil, niye şöyle şöyle yaptın?" der. Rabb'ine isyan eden kimseye câhil denilmesinin sebebi şudur: Şayet bu kimse, kendisinde mükâfaat ve cezanın ne olduğu hususundaki bilgisini kullanmış olsaydı, bu günahı işlemez, ona yeltenemezdi. Binâenaleyh, o bu ilmini kullanmayınca, sanki hiç ilmi yokmuş gibi olur. İşte bu sebepten dolayı da, Rabb'ine isyan eden kimseye câhil denilir. Bu izaha göre, insanın yaptığı şeyin, günah olduğunu bilerek veya bilmeyerek işlediği her masiyyet ve günah cehalet mefhumuna dahildir. İkinci görüş: İnsanın, yaptığı şeyin günah olduğunu bildiği halde, onun cezasının miktarının ne kadar olacağını bilmeyerek işlemiş olduğu günahlardır. Nitekim biz insanın, neticesinde meydana gelecek olan belâ ve musîbetterin miktarını bilmediği halde, yaptığı şeyin, yapılmaması gereken bir şey olduğunu bilerek o günahı yapmaya yellenip, onu yaptığında bu kimseye, mecazî olarak, "O, ne yaptığını bilmiyor" denildiğini biliyoruz. Üçüncü görüş: Bundan murad, insanın, günah olduğunu bilmeyerek ve fakat onun bir günah olduğunu bilmesinin mümkün olması şartıyla bir günah işlemesidir. Buna göre o kimse de, cezaya müstehak olur. İşte bu sebepten dolayı biz, yahudinin, yahudiliğin bir günah olduğunu bilmemekle beraber, onun bir günah ve masiyyet olduğunu bilebilmesinin mümkün olması sebebiyle, bir cezaya müstehak olacağı hususunda ittifak ettik. İşte bu, bir cezaya müstehak olmanın sübûtu hususunda yeterli derecede bir izahtır. Uyuyan ve yanılan kimse, bizim bu söylediğimizin dışında kalır. Çünkü bunlardan her biri de, (yapmaları halinde) çirkin bir fiil yapmışlardır, ancak bunların onun çirkin (kabîh) olduğunu bilmeleri mümkün değildir. Bu görüş, cehalet lâfzının ilk iki görüşte mecazî; bu görüşte ise hakikî manaya hamledilmiş olması bakımından, diğerlerine râcih ve üstün bir görüştür. Ama ne var ki bu görüşe göre, âyetin ifâde ettiği hükme ancak, yaptığının kötü ve günah olduğunu bilmeyerek onu irtikâb eden kimseler dahil olur. Bu kabîh fiili kasten işleyenler İse, âyetin ifâde ettiği hükme dahil olmayıp, bu kimselerin durumu, ancak kıyas yoluyla bilinir ki, bu kıyas da şudur: Yaptığının ne olduğunu bilmeden yapan bu câhile tevbe etmek vacip olunca, kasten bir kabahatte bulunan bir kimsenin tevbe etmesi, haydi haydi vacip olur. Tevbenin şartlarından birinci şart hakkında söyleyeceklerimiz bundan ibarettir. Tevbenin Kabulünün İkinci Şartı: Çabucak Dönüş Yapma Tevbenin ikinci şartına gelince ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra da çarçabuk (vazgeçip) tevbe edecek" buyruğudur. Alimler bu yakınlıktan maksadın, ölüm zamanının gelip çatması ile, ölüm korkularının bizzat müşahede ve aynelyakîn görülmesi olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Allahü teâlâ bu müddeti. şu sebeplerden dolayı yakın olarak adlandırmıştır: a) Ecel, gelmekte olandır. Her gelmekte olan ise, yakındır. b) İnsanın ömür müddetinin, her ne kadar insana uzun gelse dahi, kısa ve yakın olduğuna dikkat çekmek.. Çünkü, İnsanın ömür müddeti, ezel ve ebed tarafından kuşatılmıştır. Buna göre senin ömrün, bu iki tarafa nisbetle taksim edilip bölündüğünde, adeta yok gibi olur. c) İnsan her an ölüm olayının başına gelmesini bekler. Durumu bu olan bir şey de, muhakkak ki yakın olarak vasfedilir. Buna göre "Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesindeki (......) kelimesi hangi manayı ifâde ediyor?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Bu, "ibtidâ-i gaye" manasını ifâde etmektedir. Yani, "Onun tevbeye başlaması günahta ısrar edenler zümresine dahil olmaması için, hemen günahın peşinde başlar" demektir. Günah işledikten hemen sonra ve de ölüm gelmeden önce değil de, günah işlemesinden çok zaman sonra tevbe eden kimselere gelince bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah katında (makbul olan) tevbe.. ve "İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" buyruklarıyla, tevbelerini kabul etmeyi zatına bir lütuf vücûbu kabul etmekle mükerrem kıldığı kulların dışında kalmış olur. Tevbeleri yukardaki şekilde meydana gelmeyen kimselerin ise Cenâb-ı Hakk'ın, Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" Tevbe, 102) buyruğundaki (olur ki. umulur ki, belki..) kelimesiyle tevbelerinin kabulü va'adedilen kimselerden olması. kendisine kâfidir. Şüphe yok ki, bu iki derece arasındaki fark apaçık olup herkesçe bilinir. ifâdesindeki edatının "teb'îz" için olduğu da söylenmiştir. Yani, "Onlar yakın bir zaman içinde tevbe ederler" demektir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, isyanın meydana geldiği zaman ile, ölümün gelip çattığı zaman arasındaki müddeti, "yakın zaman" olarak adlandırmıştır. Bu sebeple insan, bu arada kalan zaman dilimlerinin herhangi bir diliminde tevbe ederse, bu yakın bir zamanda tevbe etmiş olur. Aksi halde o, uzak bir zamanda tevbe eden olmuş olur. Bil ki Allahü teâlâ, bu iki şartı zikredince, "İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" buyurmuştur. İmdi eğer "Cenâb-ı Hakk'ın "Allah katında (makbul olan) tevbe..." buyurduktan sonra, "İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" sözünün faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki bu hususta iki açıklama yapılmaktadır: a) Hak teâlâ'nın, "Allah katında (makbul olan) tevbe...." sözü, tevbeleri kabul etmenin Allah'a, "mecbursun, yapacaksın" anlamında bir vücûb değil de, O'nun keremi, ihsanı ve fazlı gereği bir vücûb olduğunu bildirmektir. O'nun "İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" buyruğu ise, O'nun tevbeyi kabul edeceğini haber vermektir. b) Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, "Bilmeyerek bir günah işleyip de, sonra da hemencecik ondan tevbe edip, o günahta ısrar etmeyi terkederek, istiğfarda bulunan kimseler hakkında, tevbe etmeye iletmek, ona irşâd etmek ve bu tevbe hususunda tevbe edenlere yardım etmek, ancak Allah'adır..." anlamındadır. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Durumu böyle olan bu kul, tevbe ettiğinde, Allah onun tevbesini kabul eder" demektir. Buna göre birinci ifadeyle, tevbeye muvaffak kılması; ikinci ifâdeyle de, yapılan tevbeyi kabul etmesi kastedilmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir" buyurmuştur. Yani, "Allah kulun şehveti, gazabı ve cehaleti kendisini istîla edip bürüdüğü için bu masiyeti irtikâb etmiş olduğunu bilir; kulun vasfı bu olup, sonra da en yakın zamanda bu günahından tevbe ettiğinde, keremi ve lütfü gereği, o kimsenin tevbesini kabul etmesi hususunda hakîm'dir" demektir. 18"(Yoksa makbul olan o tevbe), kötülükleri yapıp yapıp da, onlardan (yan! Böyle yapanlardan) her hangi birine ta ölüm gelince: "Ben şimdi hakikaten tevbe ettim" diyenlerin tevbesi değil... Kendileri kâfir olarak öleceklerin (tevbesi) de değil. Onlar (öyle işte), biz onlar için pek acıklı bir azâb hazırîamışızdır". Bil ki Cenâb-ı Hak, makbul olan tevbenin şartlarını zikredince, bunun peşinden makbul olmayan tevbenin izahını yapmıştır. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Ölüm Gelip Çatınca Yapılan Tevbe Makbul Değildir Âyet-i Kerime, kendisine ölüm gelip çatan ve ölümün dehşetini müşahede eden kimselerin tevbelerinin makbul olmayacağına delâlet etmektedir. Bu mesele şu iki konuyu ihtiva etmektedir: Birinci konu: Durumunu belirttiğimiz kimselerin tevbelerinin makbul olmadığına şunlar delâlet etmektedir: a) Bu âyet ki bu, bu neticeyi verme hususunda açık ve sarihtir. b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Ama hışmımızı gördükleri zaman, imanları fayda verecek değildi." (Mû'min, 85) buyruğudur. c) Cenâb-ı Hak, Firavun'un sıfatı hakkında "Nihayet su onu boğmaya başlayınca (şöyle) dedi: "İnandım. Hakikat İsrailoğullarının iman ettiğinden başka Tanrı yokmuş. Ben de müslümanlardanım." Şimdi mi (iman ediyorsun)? Halbuki sen bundan evvel (ömrün boyunca) isyan etmiştin..." (Yunus, 90-91) buyurmuş, Cenâb-ı Hakk'ın azabını müşahede ettiği sırada yapmış olduğu tevbeyi kabul etmemiştir. Şayet Firavun bu imanı, o andan bir lahza önce yapmış olsaydı, muhakkak ki makbul olurdu. d) Hak teâlâ'nın, "Nihayet onlardan her birine ölüm gelip çatınca, (tekrar tekrar şöye) diyecektir: "Rabb'im, beni (dünyaya) geri gönder. Ta ki ben, zayi ettiğim (ömrüm) mukabilinde, iyi amelde bulunayım." Hayır, onun söylediği bu söz, boş lâftan ibarettir" (Mü'minun, 99-100) âyetidir. e) Cenâb-ı Hak, "Herhangi birinize ölüm gelip de, "Ey Rabb'im, beni yakın bir müddete kadargeciktirseydin de, sadaka verip dursaydım, iyi kimselerden olsaydım" demesinden evvel size rızık olarak verdiğimizden harcayın. Halbuki Allah, hiçbir kimseyi, eceli gelince, asla geri bırakmaz..." (Münafikûn, 10-11) buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak bu âyetlerde, Ölüm gelip çattığı zaman yapılmış olan tevbenin kabul edilmeyeceğini beyân buyurmuştur. f) Ebu Eyyûb, Hazret-i Peygamber, (sallallahü aleyhi ve sellem)'den "Muhakkak ki Cenâb-ı Hak, canı boğazına dayanmadıkça, kulunun tevbesini kabul eder" Tirmizi, Da'avât. 99 (5/548); İbn Mâce, Zühd, 30 (2/1420). dediğini rivayet etmiştir. Atâ'dan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Ölümden iki deve sağımlığı bir zaman önce tevbe etmiş bile olsa.." dediği rivayet edilmiştir. Hasan el-Basrî'den de şu rivayet edilmiştir: "İblis yeryüzüne indirildiğinde, "Senin izzetine yemin ederim ki âdemoğlunun ruhu bedeninde olduğu müddetçe onun peşini bırakmam" deyince, Cenâb-ı Hak, "Ben de İzzetime yemin ederim ki, âdemoğlunun canı boğazına dayanmadığı müddetçe tevbe kapısını ona kapamayacağım" buyurdu. Bil ki Hak teâlâ'nın, "Herhangi birine ta ölüm gelince..." ifâdesi, "ölümün inmesinin ve yaklaşmasının alâmetleri gelince" demektir. Bu tıpkı, "Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman, vasiyette bulun(manız) farz kılındı..." (Bakara, 180)âyeti gibidir. Ölümün Yaklaşması Tevbenin Kabulünü önlemez İkinci konu: Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: "Ölümün yaklaşması, tevbenin kabulüne manî değildir. Aksine tevbenin kabulüne manı olan, meydana geldiklerinde, zarurî olarak Allah'ın bilinmesinin tahakkuk ettiği hallerin bizzat görülmesidir. Biz ölümün yaklaşmasının, tevbenin kabulüne manî olmadığını şu sebeplerden ötürü söyledik: a) Meselâ, İsrâiloğulları ve Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'un çocukları gibi toplulukları Hak teâlâ öldürüp sonra diriltmiş; bu diriltmeden sonra da onları mükellef tutmuştur. Bu durum, Ölümü müşahede etmenin, mükellef kılmaya zarar vermediğine delâlet etmektedir. b) Ölmek üzere olan kimsenin karşılaştığı sıkıntılar, "kulunç" girdiğinde meydana gelen zorluklar ile kadınların doğum sırasında çektiği sancılar esnasında çekilen sıkıntılar gibidir veya bundan biraz daha ileridir. Binâenaleyh bu sıkıntılar, mükellefiyetin devamına manî olmadığına göre, ölüm esnasındaki sıkıntılar da aynı hükümde olur. c) Ölmek üzere olan kimsenin ızdırabı arttığında, kulun bunalması çok şiddetli olur ki bu, Hak teâlâ'nın, "Darda kalana kendisine duâ ettiği zaman icabet eden mi...?" (Neml, 62)âyetinde beyân ettiği husustur. Binâenaleyh o esnada elemlerin artmasının tevbenin kabulüne bir sebep olması, kabul edilmemesine bir sebep olmasından daha evladır. Böylece bu izahlar ile, ölümün yaklaşmasının ve ölümün elemleri ile sıkıntılarının artmasının, tevbenin kabulüne manî olamayacağı sabit olmaktadır. Biz deriz ki: Tevbenin kabulüne mâni olan şudur: ölmek üzere olan insan, birtakım haller ve dehşetler müşahede ettiğinde, bunları müşahede ederken, zarurî (kesin) olarak Allah'ı tanıyıp inanır. Her nezaman insan zarurî olarak Allah'ı tanırsa, ondan mükellefiyet sakıt olur. Baksana, âhirettekilerin bilgileri zarurî olduğu için, her nekadar orada bir ölüm ve bir ceza olmasa da, onlardan teklif sakıt olmuştur. Çünkü haşr ve hesâb esnasında ve cehenneme girmezden önce onların yaptıkları tevbeter makbul olmaz. Bil ki burada derin bir usûl meselesi vardır: Çünkü kıyamettekiler, kendilerinin ölümlerinden sonra diri olduklarını görürler. Yine onlar, büyük bir ateşi (cehennemi) ve çeşitli dehşetengiz şeyleri müşahede ederler. Bütün bunlar, Allah'ı bilmenin, zarurî bir ilim olmasını gerektirmez. Çünkü yokluktan sonra hayatın meydana geldiğini bilmek ve bunun bir faile muhtaç olduğuna inanmak, çoğu Mu'tezilî âlime göre nazarî (teorik) bir ilimdir. Bu ilmin, zarurî bir ilim sayılmasına göre, bu diriltmenin Allah'tan başkası tarafından olmadığını bilmek, hiç şüphesiz nazarî bir ilimdir. O büyük ateşi yaratanın ancak Allahü teâlâ olduğunu bilme ise istidlali bir ilimdir. Binâenaleyh âhirettekilerin, âhiretin dehşetli hallerini görmelerinden dolayı, Allah'ı ilm-i zarurî ile tanıdıkları nasıl iddia edilebilir? Sonra farzet ki durum böyledir. Binâenaleyh daha niçin, "Allah'ı bilme zarurî olduğu zaman bu, mükellefiyetin sıhhatine manî olur" dediniz? Zira kul, mükâfaat veren ve cezalandıran bir tanrının varlığını zarurî olarak bilmesine rağmen, O tanrının kerîm olduğunu ve insanların taatının O'na bir faydası, günahlarının da bir zararı olmayacağını bildiği için, bazan günaha yönelebilir. Durum böyle olunca, siz niçin "Bu, teklîfin sakıt olmasını gerektirir" dediniz? Hem sonra şu Mu'tezile'nin dediği, "Teklif (mükellefiyet) yurdu dünyada Allah'ı bilmenin nazarî bir bilgi olması gerekir. Eğer bu ilim zarurî olursa, mükellefiyet sakıt olur" şeklindeki sözleri, zayıf bir sözdür. Çünkü kalbinde Allah'ı bilme hususunda bir bilgi bulunan kimsenin, kalbinde bu bilginin zıddı başka birşeyi de bulundurabileceği söylenir ise, bu bir ilim değil "zan" olur. Eğer o kimsenin kalbinde, bunun zıddını bulundurması mümkün görülmez ise, başka bir ilmin bundan daha güçlü ve kuvvetli olması imkânsız olur. Bu takdire göre, geriye ilm-i zarurî ile ilm-i nazarî arasında hiçbir fark kalmaz. Böylece, Mu'tezile'nin söylediği bütün bu görüşlerin zayıf ve güçsüz ifâdeler olduğu, Hak teâlâ'nın istediğini yaptığı ve istediği şeye hükmettiği sabit olmuş olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah, bazan fazlı ile tevbeleri kabul edeceğini va'adetmiş, bazan ise adaleti ile tevbeleri kabul etmeyeceğini haber vermiştir. İşleri yönetme O'nun hakkıdır. Bundan dolayı O, makbul olanı merdûd, merdûd olanı da makbul kılar. Zira O, "Yapacağından mesul olmaz, fakat onlar (insanlar) mes'ûl olurlar" (Enbiya, 23) buyurmuştur. Tevbesi Kabul Veya Reddedildiği Bildirilmeyen Kısım Allahü teâlâ, iki kısım tevbeden bahsetmiştir. Birinci kısım hakkında "Allah katında (makbul olan) tevbe, kötülüğü ancak cehalet sebebiyle yapacakların tevbesidir..." (Nisa, 17) buyurmuştur. Bu ifâde, bunların tevbelerinin kabulünün gerekli olduğunu iş'âr etmektedir. Hak teâlâ ikinci kısım tevbe hakkında ise, "(Yoksa makbul olan o tevbe), kötülükleri yapanların (tevbesi) değildir..." (Nisa, 18) buyurmuştur ki bu ifâde de, Allah'ın böylesi kimselerin tevbesini kabul etmeyeceğini kesin olarak göstermektedir. Binâenaleyh geriye, aklî taksimata göre, bu iki kısım arasında üçüncü bir kısmın daha bulunması kalmaktadır ki bu üçüncü kısım, Allahü teâlâ'nın, tevbelerini ne kabul edeceğini, ne de reddedeceğini kesin olarak belirtmediği kimselerdir. Bu sebeple birinci kısım, bilmeden bir kötülük (günah) işleyenler; ikinci kısım da, ancak dehşetengiz şeyleri müşahede ettiklerinde tevbe edenler olunca, bu iki kısım arasında kalan, ortadaki kısmın, bir günahı bilerek işleyip, ama sonra tevbe eden kimseler olması gerekir. Allahü teâlâ, işte bu kimselerin tevbelerini kabul veya reddedeceğini bildirmemiş, aksine onları meşîetine (dilemesine) bırakmıştır. Nitekim O. bunları bağışlamayı da meşîet-i ilâhîyesine bırakarak, "(Allah), (şirkten) başka günahı dilediği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48) buyurmuştur. Allahü Teâlâ, ölüm emare ve alâmetlerinin göründüğü sırada tevbe edenlerin tevbesinin makbul olmayacağını beyân buyurunca, "Kendileri kâfir olarak öleceklerin (tevbesi) de değil..." demiştir. Bu hususta şu iki izah vardır: a) Bu, "ölümleri yaklaşan kimseler..." manasına'dır ki bu da, işlenilen günahlardan dolayı ölüm esnasında yapılan tevbelerin kabul edilemiyeceği gibi, aynı esnadaki imanın da makbul olmayacağı manasına gelir. b) Bundan murad şudur: Kâfirler küfürleri üzere öldüklerinde, âhirette tevbe ederlerse, tevbeleri kabul olunmaz. Vaidiyye Fırkasının İddiası Ve Onlara Verilen Cevap Bkz. Bakara, 81. âyetin tefsiri. Va'idiyye fırkası, kendi inançlarının doğruluğuna, bu âyeti şu iki bakımdan delil getirmişlerdir: 1- Onlar şöyle derler: "Allahü teâlâ, "(Yoksa makbul olan tevbe), kötülükleri yapıp yapıp da, onlardan (yani böyle yapanlardan) herhangi birine tâ ölüm gelince: "Ben şimdi hakîkaten tevbe ettim" diyenlerin tevbesi değil. Kendisi kâfir olarak öleceklerin (tevbesi de) değil" buyurup, "kötülük yapanlar"ı, "kâfir olarak ölenler"e atfetmiştir. Ma'tuf (atfedilen), ma'tufun aleyhten (üzerine atfedilenden) başkadır. Binaenaleyh birinci grubun kâfir olmadıkları sabit olmuş olur. Hak teâlâ, daha sonra bunların hepsi hakkında, "Biz onlar için pek acıklı bir azab hazırlamışızdır" buyurmuştur. Bu da, bu va'tdin hem kâfirleri hem de fâsıklart (günahkâr mü'minleri) içine almasını gerektirir. 2- Allahü teâlâ, âhiretin korkunç halleri müşahede edildiği zaman, onların yapacağı tövbelerin kabul edilmeyeceğini haber vermiştir. Bundan dolayı tevbenin hiç yapılmaması durumunda onları bağışlar ise, bu haber verişin bir manası kalmaz." Bunlara şöyle cevap verilir: Biz, Bakara sûresinde "kim bir kötülük (günah) kazanır da suçu kendisini çepeçevre kuşatırsa, onlar cehennemliktirler..." (Bakara, 81) âyetini tefsir ederken, Va'îdiyye'nin bütün umûmî inançlarını birlikte zikretmiş ve tutundukları bu şeylere birçok yönden cevap vermiştik. Bu umûmî inançları ile ilgili cevaplan yeniden zikretmeye gerek yok. Hem sonra biz diyoruz ki: Zamirin, daha önce zikredilen şeylerden, kendisine en yakın olanına râcî olması gerekir. Hak teâlâ'nın, "Onlar ifin.. İşte biz onlar için pek acıklı bir azâb hazırlamışızdır" buyruğuna en yakın olan, "Kendileri kâfir olarak ölenler..." buyruğudur. Binâenaleyh, âyetteki "Biz onlar için pek acıklı bir azab hazırlamışızdır" ifâdesinin, sırf kâfirler hakkında olması niçin caiz olmasın? Bu hususta sözün özü şudur: Allahü teâlâ, ancak âhiretin dehşetengiz hallerini müşahede ettiklerinde, tevbeye yönelenlerin tevbelerinin kabul edilmeyeceğini haber verip, daha sonra kâfirlerden bahsetmiştir. Binâenaleyh bu gibi kimselerin ölürken iman edişlerinin de makbul olmadığını beyân buyurmuştur. Hiç şüphesiz kâfir, Allah katında, fiil bakımından daha kabîh (çirkin) ve derece bakımından daha düşüktür. Bundan dolayı en fazla hor ve hakir kılınışın, kâfire has kılınması gerekir. Binâenaleyh âyetteki, "Biz onlar için pek acıktı bir azap hazırlamışadır" buyruğunun, onlara kâfir oluşları sebebi ile daha fazla ceza ve zilletin verildiğini beyân etmek için, kâfirlerle ilgili bir ifâde olması caizdir. Va'îdiyye'nin dayandığı ikinci yöne gelince bunun cevabı şöyledir: Allahü teâlâ, kıyametin korkunç halleri göründüğünde tevbelerin kabul olmayacağını haber vermiştir. Tevbe olmayınca, orada hem cezalandırma, hem de affetme söz konusu olabilir. Bu ise, bir çeşit korkutmadır. Bu, Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz ki Allah, kendisine eş tanınmasını affetmez. Ondan başkasını dileyeceği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48) âyetinde olduğu gibidir. Bu "hitap deliline" tutunmadır. Mu'tezile ise bunu kabul etmemektedir. Allah en iyi bilendir. Allahü teâlâ, ölüm esnasında görülen dehşetli hallere binâen "tevbe edenler"e, "kâfirler"i atfetmiştir. Ma'tuf, ma'tûfun aleyhten başkadır. Bu da ehl-i salattan olan fâsıkların (günahkârların) kâfir olmamalarını gerektirir. Yine bununla, Haricîlerin "Fâsık, kâfirdir" şeklindeki sözleri bâtıl olmuş olur. Bununla münafıkların murad edilmiş olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira doğru olan görüş, münafığın kâfir sayılmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah şehâdet eder ki münafıklar hiç şüphesiz yalancıdırlar" (Münafikun, 1) buyurmuştur. Allah en iyi bilendir. Âyetteki (......) kelimesi, "biz hazırladık ve âmâde kıldık" manasına gelir. Bunun bir benzeri de, cehennem ateşi hakkındaki, "O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır" (Bakara.24) âyetidir. Alimlerimiz bu âyeti, cehennemin şu anda yaratılmış bulunduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü "acıklı (elim) bir azab", ancak cehennemin ateşi ve soğuğudur. Âyetteki "Hazırlamışızdır" ifâdesi, geçmişten haber vermektedir. Bu da cehennemin yaratılmış olduğuna, bu bakımdan da delâlet eder. Allah en iyi bilendir. Kadınlara Zorla Mirasçı Olmayınız 19"Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmanız ve onları kendilerine verdiğiniz (mehir)den birazını giderip (ele geçirmek) için, zorlamanız size helâl olamaz. Ancak arayı açacak bir fuhşu irtikab etmiş olmaları müstesna... Onlarla iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmıyorsanız, olabilir ki birşey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur" Bil ki, Cenâb-ı Hak tevbe'yi vasfettikten sonra, tekrar kadınlarla ilgili hükümleri beyan etmeye başladı. Yine şunu da bil ki cahiliyye Arapları kadınlara çok çeşitli eziyetler ediyor ve onlara çok çeşitli zulümler yapıyorlardı. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak onları yaptıkları bu işlerden, bu âyetlerde nehyetmiştir. Kadınlara yapılan zulüm ve eziyyetin birinci nev'i, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmaz.." buyruğudur. Bu hususta iki mesele vardır: Mezkûr Hükme Dair Âyetin Nûzûl Sebebi Âyetin nüzul sebebiyle ilgili olarak şu iki görüş beyân edilmistir: Birinci görüş: Cahitiyye döneminde bir adam ölüp, geride hanımı da kaldığı zaman, o adamın o kadından olmayan oğlu veya adamın akrabalarından bazıları gelir, kadının üzerine elbisesini atar ve şöyle derdi: "O adamın malına varis olduğum gibi, karısına da varis oldum." Böylece bu sözü söyleyen kimse, o kadın üzerinde, hem kadının kendisinden hem de diğer insanlardan daha fazla hak sahibi olmuş olurdu. Bu sebeple de isterse o kadınla, ölen kimsenin vermiş olduğu ilk mihif hariç, herhangi bir mihir vermeden evlenir; isterse o kadını, başka birisiyle evlendirir, kadının mihrini alır, o mihirden de kadına hiçbir şey vermezdi. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti indirip, bunun ve herhangi bir kimsenin ölen kişinin hanımına bu yolla varis olmasının haram olduğunu beyân buyurmuştur. Bu görüşe göre Cenâb-ı Hakk'ın, "kadınlara mirasçı olmanız.." ifadesiyle kastedilen, kadınların bizzat kendileri ve kocalarının ölümünden ötürü onların kendilerine varis olunamayacağı hususudur. İkinci görüş: Bu verasetin, kadının malıyla ilgili olmasıdır. Bu böyledir, zira ölünün varislerinin, kadın ölünceye ve onlar onun malına varis oluncaya kadar, o kadını evlenmekten men etme hakları vardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Onlar istemedikleri halde, sizin onların mallarına varis olmanız helâl olmaz" buyurdu. Hamza ve Kisâî, kâf harfinin dammesiyle olmak üzere. gerek bu âyette gerekse (Tevbe, 53) ve (Ahkâf, 15) âyetlerinde Asım ile İbn Amir (Ahkâf, 15) âyetinde zamme ile; diğer yerlerde fetha ile ve Nafi, İbn Kesir ve Ebu Amr bütün yerlerde fetha ile olmak üzere (......) şeklinde okumuşlardır. Kisâî, bu iki kullanılışın da aynı manaya geldiğini; Ferrâ ise, fetha ile okunduğunda ikrah (zorlama), damme ile okunduğunda ise, meşakkat manasına geldiğini söylemişlerdir. Yine Ferra, yapılmaya zorlanılan şeyi ifâde için, fetha ile kişinin kendisinden olan şeyi ifâde için de damme ile lâfzının kullanıldığını söylemiştir. İkinci nev': Hak teâlâ'nın, "Ve onları, kendilerine verdiğimiz (mehir)den birazını giderip (ele geçirmek) için..." sözüdür. Bu hususta da birkaç mesele vardır: (......) buyruğunun i'râbtaki yeri hususunda şu iki görüş vardır: a) Kendinden önce başında ûl bulunan lâfza atfedildiği için, mahallen mansûbtur. Kelamın takdiri ise, "Kadınlara zorla mirasçı olmanız ve onları zorlamanız size helâl olmaz" şeklindedir. Abdullah İbn Mesûd da bu şekilde okumuştur. b) Bu, daha önce geçen söze atfen, meczûmdur. Takdiri de, "Onlara (bu şekilde) varis olmayın ve (onları) kocadan men etmeyin" şeklinde olur. (......) kelimesinin manası, "men etmek'tir. Nitekim karşı konulamayan hastalığa da denilir. Bu husustaki inceleme, Hak teâlâ'nın, "Kadınların, artık kendilerini kocalarına nikâh etmelerine mani olmayın" (Bakara. 232) âyetinin tefsirinde geçmişti. Cenâb-ı Hak, "onları zorlamayınız.." ifadesiyle kimlere hitap etmiştir? Bu hususta üç görüş vardır: a) Cahiliyyede bir kimse hanımından hoşlanmıyor ve ondan ayrılmayı istiyor; bu sebeple ona kötü muamele yapıyor, kadın mihrini fidye olarak verip de canını kurtarıncaya kadar ona baskı yapıyordu.. Bu görüş, ekseri müfessirlerin tercih ettiği görüştür. Buna göre Cenâb-ı Hak, "Sizin onlarla zorlama yoluyla evlenmeniz helâl olmaz. Ve yine, onlarla evlendikten sonra, onlara mihir olarak verdiğiniz şeylerin bir kısmını geri versinler diye, onları engellemeniz ve hapsetmeniz helâl olmaz" buyurmuştur. b) Bu, cahiliyye insanlarının yaptığı gibi, kadını istediği ve dilediği kimselerle evlenmekten men etmeyi terketmeleri için, varis olan kimselere hitaptır. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerine verdiğiniz (mihir)den birazını giderip (ele geçirmek) için..." sözünün manası ise şudur: Onlar, ölen kimsenin kadınını engelliyor ve hapsediyorlardı. Maksatları ise, kadının, Ölen kimsenin mirasından almış olduğu şeyi geri vermesini temin etmektir. c) Bu, velîlere bir hitap olup, onları kadınları engellemekten bir nehiydir. d) Bu, kocalara bir hitaptır. Çünkü onlar cahiliyye döneminde kadını boşuyor ve kendisinden bir şeyler koparmak amacıyla, onun başkasıyla evlenmesine manî oluyor, onları zorluyorlardı. e) Bu, umumî olarak herkese bir hitaptır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ancak arayı açacak bir fuhşu irtikâb etmiş olmaları müstesna.." istisnasıyla ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın, "arayı açacak bir fuhuş" ifadesiyle ilgili şu iki açıklama vardır: a) Bu, "Kadının geçimsizliği, insanlara karşı kötü huyluluğu, kocasına ve yakınlarına eziyyet etmesidir." Buna göre mana, "Kadınlardan bir kötü muamelenin olması durumu müstesna.. Bu durumda ey erkekler, sizler kadınlardan "hull" (fidye karşılığı boşanma) istemekte mazursunuz.." şeklinde olur. Bunun böyle olduğuna, Ubey Ibn Ka'b'ın "Size karşı, haddi aşmış olmaları müstesna.." şeklindeki kıraati de delâlet eder. b) Bu ifâde ile, onların zina yapmaları kastedilmiştir. Bu, Hasan el-Basri ve Ebû Kılibe ve Süddi'nin görüşüdür. Hak teâlâ'nın, yi istisnası hangi şeyden istisna edilmiştir? Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır: 1- Bu, ahz-i emval (mal alma)dan yapılmış bir istisnadır. Yani, "Erkeğin, fidye versin diye hanımını zarara sokmak için engellemesi helâl değildir. Ancak o kadının zina etmesi durumu hariç (o zaman helâl olur)" demektir. Bu görüşte olanların bir kısmı bu hükmün devam edip nesholunmadığını, bir kısmı da bunun celde âyetiyle (Nûr, 2) mensûh olduğunu söylemişlerdir. 2- Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "kendilerini evlerde alıkoyun" (Nisâ. 15) âyetinde geçen engelleme ve tutmadan istisnadır. Bu Ebû Müslim'in görüşü olup, o bu âyetin mensûh olmadığını iddia etmiştir. 3- Bu istisnanın, Hak teâlâ'nın, "onları zoriamayınız" buyruğundan bir istisna olması da mümkündür. Çünkü (......) kelimesi, hapsetmek anlamındadır. Binâenaleyh, bu kelimenin manasına, o kadınları evlerde hapsetme hususu da dahildir. Böylece velîler ve kocalar, o kadınları evlerde hapsetmekten nehyedilmiş olurlar. O kadınların, arayı açacak bir fuhuş irtikâb etmiş olmaları durumu müstesna... Bu durumda, hem velîlerin hem de kocaların, onlan evlerinde hapsetmeleri helâl olur. Nâfi ve Ebu Amr, bu âyeti şeklinde; Kur'ân'da geçtiği bütün yerlerde yâ harfinin fethasıyla (......) şeklinde okumuşlardır. Onlar şöyle demişlerdir: ifâdesinde, o âyetlerin ortaya konulup beyân edilme gayesi bulunmaktadır.ifâdesinde ise, bu fuhşun ortaya çıkarılma maksadı yoktur." İbn Kesir ve Âsım'ın ravisi Ebû Bekr, her iki ifâdeyi de fetha ile; diğerleri ise, kesre ile okumuşlardır. Fethâ ile okuyanlar, bunu iki şekilde izah etmişlerdir: a) "Fahişe" ve "âyât" kelimeleri, hakikatte fail durumunda değillerdir. Onları ortaya koyup beyân eden, ancak Allahü teâlâ'dır. b) Fuhuş ortaya çıkar; eğer dört şahit o fuhşun yapıldığına şahitlik ederse, o zaman o fuhuş, ortaya konulmuş ve beyân olunmuş olur. Âyetlere gelince, her halükârda Cenâb-ı Hak, onları beyân ettiği için "mübeyyen" (beyan olunmuş) olurlar. Bu kelimeleri kesre ile okuyanların izahı ise şudur: Âyetler, ortaya çıkıp zuhur ettiklerinde, beyân etme ve açıklamanın birer sebebi olurlar. Âyetler açıklama ve beyânın birer sebebi olunca da, açıklamanın onlara isnâd edilmesi (bu kelimelerin fail durumuna geçmeleri) caiz olur. Nitekim putlar, sapıklığın bir sebebi oldukları için, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabb'im, çünkü onlar insaflardan birçoğunu baştan çıkardılar" (ibrahim, 36) buyruğunda saptırmanın onlara isnâd edilmesi yerinde ve güzel olmuştur. Kadınlarla İlgili Hükümlerin Üçüncü Nev'i Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlarla iyi geç inin "buyruğudur. Cahiliyyedekiler, kadınlara kötü muamele yapıyorlardı. İşte bunun üzerine onlara, "Onlarla iyi geçinin" denilmiştir. Zeccâc, bunun, geceleme (hanımlara ayrı ayrı gece tahsisatı) ile onlara yapılan harcama konusunda âdil olmak ve güzel söz söylemek olduğunu söylemiştir. Hoşlanmadığınız Bir Evlilikte Allah Çok Hayır Yaratabilir Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer kendilerinden hoşlanmıyorsanız, olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de, Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur" buyurmuştur. Yani, "Onlarla iyi geçinmeyi ve onların kocası olmayı istemez de, onlardan ayrılmayı tercih ederseniz, biliniz ki, olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de, Allah onda birçok hayır takdir etmiş olabilir. Bu âyette bulunan "onda" kelimesindeki zamirin neye râci olduğu hususunda şu iki izah yapılmıştır: a) Bu, "Eğer onlarla beraber yaşamayı istemezseniz, onları güzel bir şekilde tutun, alıkoyun. Olabilir ki, onlarla beraber yaşamanızda birçok hayır bulunabilir" demektir. Bu görüşte olanlar, buradaki (......) ifâdesini bazan dünyaya gelecek bir çocuk ile tefsir etmişlerdir. Böylece o istememezlik (kerahet) muhabbete, nefret de arzuya dönüşmüş olur. Onlar bazan da bu ifâdeyi şu şekilde tefsir etmişlerdir: "Erkek onunla birlikte yaşamayı istemediği halde, sonra o buna rağmen, Allah'ın mükâfaatını elde etmek için bu sıkıntıya katlanır, o kadına harcamada bulunur, istemediği halde ona iyilikte bulunursa, âhirette bol sevaba, dünyada ise güzel bir övgüye müstehak olmuş olur. b) Mananın şöyle olmasıdır: "Eğer siz onlarla beraber yaşamayı istemez, onlardan ayrılma hususunda arzulu olursanız, Cenâb-ı Hak bu ayrılıkta o kadınlar için birçok hayırlar meydana getirir. Bu da, o kadının kocasından kurtulup, ondan daha hayırlı olan bir koca bulması ile tahakkuk eder. Bu âyetin bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer (karı-koca) birbirinden ayrılacak olurlarsa, Allah her birini fazlû keremiyle ihtiyaçtan müstağni kılar.." (Nisa, 130) âyetidir. Bu görüş, Ebu Bekr el-Esamm'ın görüşüdür. Kadı ise şöyle demektedir: "Bu görüş, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Cenâb-ı Hak, söyledikleriyle (kocayı) hammıyla sürekli yaşamaya teşvik etmiştir. Binâenaleyh, daha nasıl O, bununla onların ayrılmasını murâd etmiş olabilir?" Kadınlarla İlgili Hükümlerin Dördüncü Nevi 20Âyetin tefsiri için bak:21 21"Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, öbürüne yüklerle vermiş olsanız bile, içinden bir şey almayın. Bir iftira ve açık bir günah olarak alır mısınız onu? Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize karılıp katıldınız? Onlar sizden kuvvetli bir teminat da aldılar...". Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Allahü Teâlâ, önceki âyette, kadınların arayı açacak bir fuhuş işlemeleri halinde onlara zarar verme hususunda müsaade edince, bu âyette de fuhuş işleme halinin dışında onlara zarar vermenin haram olduğunu beyân buyurarak, "Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz" buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre, câhiliyyede bir kimse başka bir kadınla evlenmeyi arzu ettiğinde, bizzat kendi hanımına fuhuş iftirası atardı. Böylece kocası o kadını, yeni evlenmek istediği kadınla evlenme masrafını karşılamak için, ona daha önce mihir olarak verdiği şeyi fidye olarak geri vermeye (kadını "hull" yapmaya) zorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz... "buyurmuştur. Bu âyette geçen "kıntar" kelimesinden maksat, çok miktarda mal olup, bu kelimenin tefsiri, Cenâb-ı Hakk'ın "yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş..." (Al-i imrân 14) âyetinin izahında geçmiştir. Âlimler, bu âyetin "mihr"deki fiatların (mihr'in miktarının) artabileceğine delâlet ettiğini söylemişlerdir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) minberde iken, "Dikkat ediniz. Kadınların mihirlerini yüksek tutmayın" demiş, bunun üzerine bir kadın ayağa kalkarak, "Ey İbnu'l-Hattâb, Allah bize veriyor, sen ise mani oluyorsun.." diyerek bu âyeti okumuş. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, "Herkes Ömer'den daha fakîh!" demiş ve mihrin fiatlarının artırılmasının uygun olmayacağı görüşünden vazgeçmiştir. Bana göre âyette, "mihr"in fiatlarının artabileceğine dair bir delâlet bulunmamaktadır. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın "Öbürüne yüklerle vermiş olsanız bile" tabiri, O'nun, "Eğer oralarda (gökte ve yerde) Allah 'tan başka tanrılar olsaydı, onların ikisi de muhakkak ki harap olup gitmişti" (Enbiya, 22) buyruğunun, Allah'dan başka ilâhların bulunduğuna delâlet etmediği gibi, kadınlara mihr olarak çok mal verilebileceğine delâlet etmez. Netice olarak diyebiliriz ki, bir şeyi başka bir şeyin şartı yapmaktan, o şartın haddi zatında tahakkuk etmiş olması gerekmez. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Kimin bir yakını öldürülürsef öldürülenin ailesi, iki şeyi (diyet veya kısas) tercih etme arasında muhayyerdirler" Ebu Davud, Diyât, 4 (4/172); Müsned. 6/365. buyurmuştur. Hazret-i Peygamber'in bu hadis-i şerifinden öldürmenin caiz olduğu neticesi çıkmaz. Bazan bir kimse, "şayet ilâh cisim olsaydı, muhdes olurdu" der. Bu, doğru bir sözdür. Ama bundan "İlâh gerçek bir cisimdir" şeklinde bir hüküm çıkarmamız gerekmez. Bu âyete, erkeğin kadına mihir vermesi durumu da, vermemesi durumu da dahildir. Bu böyledir, çünkü erkek nikâh akdini, Allah'ın belirttiği şekilde, bu "mihr"e karşılık yapmıştır. Binâenaleyh, o erkeğin bu "mihr"i bizzat vermesiyle vermemesi durumu arasında bir fark yoktur. Halvet-i Sahiha Mihir Vermeyi Gerektirir Ebu Bekr er-Razî el-Cessâs, bu âyetle "halvet-i sahîha"nın mihri gerektirdiğine istidlal ederek şöyle demektedir: "Çünkü Allahü teâlâ, kocayı kadının mihrinden her hangi bir şeyi almaktan men etmiştir. Bu men' mutlaktır. "Halvet-i sahîha" olmadan önce, âyetle amel edilmemiştir Binâenaleyh, halvet-i sahîhadan sonra bu âyetle amel edilmesi gerekir." O, sözüne devamla şöyle demektedir: "Bunun, Hak teâlâ'nın "Eğer siz onları kendilerine temas etmeden önce bosar, (fakat daha evvelden) onlara bir mihir tayin etmiş bulunursanız, o halde tayin ettiğiniz mihrin yarısı onlarındır" (Bakara, 237) âyetiyle tahsis edilmiş olduğunun söylenmesi de caiz değildir. Zira, Sahabe dokunmanın tefsiri hususunda ihtilâf etmişlerdir. Meselâ Hazret-i Ali ve Hazret-i Ömer, bundan muradın "halvet-i sahîha" olduğunu söylerlerken, Abdullah İbn Mesûd, bunun cima olduğunu söylemiştir. Bu, hakkında ihtilâf edilnn bir husus olunca; bunun, bu âyetin umumîliğinden ötürü tahsis edilmiş olduğunu kabul etmek de imkânsız olur." Cevap: Burada zikredilen âyet, Cenâb-ı Hakk'ın "Birbirinize karılıp katılmış iken, onu nasıl alırsınız ki?" buyruğunun delaletiyle, cimâ'dan sonraki durumla tahsis edilmiştir. Çükü "onların birbirlerine karılıp katılmaları", müfessirlerin ekserisine göre, "cimâ"dır. Bunun doğru olduğuna dair, ileride deliller getireceğiz. Kötü Muamele Eden Koca, Ayrılırken Karısının Mihrini Eksiltemez Kötü muamele, ya koca yahut da kan tarafından yapılır. Buna göre, eğer bu kötü muamele kocadan ise; o kocanın, karısının mihrinden herhangibir şey alması mekruh olur. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, öbürüne yüklerle (mihir) vermiş olsanız bile, içinden birşey almayın" hitabı, geçimsizliğin kocadan olması durumunda, o kocanın karısının mihrinden herhangi bir şey almaktan nehyedilmiş olduğu hususunda sarih bir âyettir. Sonra, eğer karıyla koca arasında "hûll" (fidye karşılığında kocanın kadını boşaması) akdi meydana gelmişse, tıpkı cuma namazı çin ezan vaktinde alış-veriş yapmanın yasaklanmış olması; yapılması halinde bu alışverişin geçerli olup bir mülkiyyet ifâde etmesi gibi, koca "hulf'un bedelini alabilir. Ama geçimsizlik kadından olursa, bu durumda kocanın, "hull" bedelini alması helâl olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, ".. ve onları kendilerine verdiğiniz (mihir)den birazını giderip (elegeçirmek) için, zorlamanız helâl olmaz..." (Nisa. 19) buyurmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak, "Nasıl olur da bir iftira ve açık bir günah olarak onu alırsınız!" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Arapça'da "bühtan" kelimesi, bir kimsenin büyüklenerek, arkadaşının yüzüne söylemiş olduğu yalandır. Kelimenin asıl manası, bir kimse şaşakaldığında Arapların söylemiş olduğu tabirine dayanmaktadır. Buna göre "bühtan", cesametinden dolayı insanın şaşakaldığı bir yalandır. Sonra, butlanından dolayı şaşakalınan her bâtıl, bühtan diye isimlendirilmiştir. "Onda olmayan bir şeyi kardeşinin yüzüne karşı söylediğinde ona bühtanda bulunmuş olursun." hadisi de bu köktendir. Âyetteki "bühtan" kelimesi niçin mansub kılınmıştır? Bu hususta şu ihtimaller vardır: a) Zeccâc, bu kelimenin "hal" makamında kullanılmış bir mefûl-ü mutlak olduğunu söylemiştir. Buna göre mana, "siz o malı, bühtan edici ve günaha girici olarak mı alırsınız?" şeklinde olur. b) Keşşaf sahibi ise şöyle demektedir: "Bu kelimenin her nekadar hakîkatta bir sebep olmasa da, mefûl-ü leh olduğu için mansub olmuş olması da muhtemeldir. Bu, tıpkı senin "korktuğu için savaştan geri durdu" sözünde olduğu gibidir. c) Bu kelime, başındaki harf-i cerr hazfedilmiş olduğu için mansub kılınmıştır ve bu, (bühtan ile) takdirindedir. d) Burada bir hazif vardır ve takdiri, "O malı bir bühtan ve bir günah olarak alıyorsunuz" şeklindedir. Mihirden Bir Şey Almanın "Bühtan" Diye Tavsif Edilmesinin Sebebi Bu malın alınışına, "bühtan" denilmesi hususunda da şu izahlar yapılmıştır: 1-Allahü teâlâ, bu mihrin verilmesini farz kılmıştır. Binaenaleyh kim onun geri verilmesini isterse, sanki "Bu farz değildir" demiş olur ve bundan dolayı bu bir bühtan olmuş olur. 2- Koca, nikah akdi yapılırken, o mihri o kadına teslim edip, ondan geriye birşey almayacağına garanti vermiştir. Binâenaleyh koca o malı geri alınca, ilk verdiği söz bir bühtan olmuş olur. 3- Biz, "câhiliyye Araplarının, hanımlarını boşamak istediklerinde, onlara iftira etmeleri adetlerindendi. Bundan dolayı kadın, kocasının böyle birşey yapmasından Korkup, kocasının verdiği mihri geri verme karşılığında, kendisini (nikahını) kocasından almak (hull' yapmak) istiyordu" dedik. İş genel olarak bu şekilde cereyan ettiği için, sanki karı kocadan herbiri, diğeri gibi sayılmıştır. 4- Allahü teâlâ, önceki âyette "Onları, kendilerine verdiğiniz (mehir)den birazını giderip (ele geçirmek) için zorlamayınız. Ancak arayı açacak bir fuhşu irtikâb etmiş maları müstesna" (Nisa, 19) buyurmuştur. Müslümanın zahirî hali, onun Allah'ın emrine muhalefet etmeyeceğini gösterir, Binâenaleyh böyle bir koca, hanımının - Tinden bir kısmını geri aldığında, onun bu alışı, hanımının apaçık bir fuhuş işlemiş buğunu ihsas ettirir. Gerçekte böyle bir şey olmadığı ve kocanın bu hareketinin de aslında böyle birşey olmadığı halde kadının fuhuş yaptığı manasına gelmesi bakımından, kocanın bu mal alışını bir bühtan (iftira) olarak isimlendirmek doğru olur. Bu hususta bir başka izah da şöyledir: Kocanın bu malı alışı, kadının zatını bir tenkid ve onun malını haksız bir alıştır. Bundan dolayı bu hareket, bir yönden bir bühtan, bir yönden de bir zulümdür. Binaenaleyh büyük günahlardan biri olmuş olur. 5- Bühtan ve açık bir günahın ilahî cezası onlarca bilinmektedir. Buna göre Hak teâlâ'nın, "Nasıl olur da bir iftira olarak onu alırsınız!" buyruğunun manası, "Bühtanın (iftiranın) cezasını alır mısınız?" şeklindedir. Bu tıpkı, "Gerçekten, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar" (Nisa, 10) âyetinde olduğu gibidir. Hak teâlâ'nın, "Nasıl olur da onu alırsınız!" buyruğunun başındaki istifham, "Böyle şey olmaz" manasında istifham-ı inkârî olup, "Şer'an ve aklen kabîh (kötü ve çirkin) olduğu ortada iken, siz böyle bir şeyi nasıl olur da yaparsınız!" demektir. Koca, Verdiği Mehri Kısmen de Olsa Geri Alamaz Cenâb-ı Hak daha sonra, Onu nasıl alarsınız ki, birbirinize :arılıp katıldınız? Onlar sizden kuvvetli bir teminat da aldılar" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ bu men edişin sebebi olarak şunları zikretmiştir: 1- Bu malı (mihri) geri alma, zımnen kadının açık bir fuhşa nisbet edilmesi manasını taşır. Binaenaleyh bu bir bühtan olmuş olur. Bühtan ise, büyük günahların belli başlılarındandır. 2- Bu, apaçık bir günahtır. Zira bu mal, o kadının hakkıdır. Binâenaleyh kim, bu zorlama ve şiddet gösterme yoluyla -ki bu bir zulümdür- kadının malını almaya uğraşırsa -ki bu da ikinci bir zulümdür - ve kadını güç durumda bırakırsa, hiç şüphesiz böylece bir zulümle diğer bir zulme yot arayan bu kimsenin bu hareketi apaçık bir günah olmuş olur. 3- Hak teâlâ'nın, "Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize karılıp katıldınız" âyetiyle beyân ettiği husus... Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır: Burada geçen "genişlik" manasına gelen masdarındandır. Nitekim Araplar, bir yer geniş olduğu zaman, fiilini söylerler. Leys de, "Birisi birisine ulaştığında, denilir ki, bu "O, onun bosluğunda ve sahasında oldu" manasınadır" demiştir. Müfessirler, bu âyetteki "ifdâ"nın ne manaya geldiği hususunda şu iki görüşü zikrederler: a) Buradaki "ifdâ", cima (cinsî münasebet)ten kinayedir. Bu, İbni Abbas, Mücâhid ve Süddî'nin görüşü olup, Zeccâc ve İbn Kuteybe'nin de tercihidir. Bu, aynı zamanda İmam Şafiî'nin görüşüdür, Çünkü Şafiî'ye göre, koca, hanımıyla hiç cinsi münasebette bulunmazdan önce onu boşarsa, aralarında bir halvet-i sahîha (tam bir başbaşa kalma) olsa dahi, koca mihrin yarısını alabilir. b) "İfdâ", hanımıyla cinsî münasebette bulunmasa bile, kocanın onunla halvet-i sahihada kalması manasınadır. Kelbî, "ifdâ, ister cinsi münasebette bulunsun, ister bulunmasın, kocanın hanımıyla birlikte bir örtü (yorgan-yatak) içinde bulunmalarıdır" der. Bu, Ferrâ'nın tercihi olup, Ebu Hanîfe(r.h)'nin de görüşüdür. Çünkü halvet-i sahîha, mehrin verilmesini gerektirir. Bil ki birinci görüş daha evlâdır. Buna şunlar da delâlet eder: 1- Leys, tabirinin, falanca adam, "falanca kadının boşluğunda ve sahasında oldu" manasına geldiğini söylemiştir. Bunun, hakikî manada ancak cima esnasında bulunacağı herkesin malumudur. Fakat cinsî münasebet (cima) bulunmadığı zaman, bu mana bulunmaz. 2-Allahü teâlâ, bunu taaccüb sadedinde zikredip, "Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize karılıp katıldınız!" buyurmuştur. Taaccüb ise, ancak bu ifdâ (karılıp katılma) ülfet ve muhabbetin meydana gelmesinde kuvvetli bir sebep olduğu zaman, tam ve yerinde olur. Bu kuvvetli sebep, sırf başbaşa kalmak değil, aksine cimâdır. Binaenaleyh "ifdâ" kelimesini, cima manasına almak gerekir. 3- Okadına "ifdâ" yapmanın, mutlaka kendisinde son bulacağı bir iş ile tefsir edilmesi gerekir. Çünkü harf-i cerri, intihâ-i gaye manasınadır. Fakat karı-koca arasındaki halvet-i sahîha böyle değildir. Zira sırf halvette, koca ile karıdan birinin fiili diğerine ulaşmış olmaz. Binâenaleyh âyetteki "Birbirinize karılıp katıldınız" ifâdesini, sırf halvet manasına almak imkânsızdır. Buna göre şayet, "Onlar bir örtü altında birbirleriyle sarmaş dolaş olduklarında, hiç şüphe yok ki aralarında bir ifdâ (karılıp katılma) meydana gelmiş olur. Binâenaleyh bunun yetmesi gerekir. Halbuki siz böyle demiyorsunuz" denilir ise, biz deriz ki: Burada hüküm veren olan iki kişidir. Birisi, mihrin ancak cima ile; diğeri ise sırf halvet ile olacağını söylüyor. Halbuki ümmet arasında, sarmaş dolaş olma sebebi ile mihrin gerekeceğini söyleyen hiç kimse yoktur. Binaenaleyh bu görüş icmâ ile bâtıf olmuş olur. Bu durumda, âyetteki ifdâ (karılıp katılma) kelimesinin tefsiri hususunda geriye şu ikisinden birini söylemek kalır: Bu, ya cimâ veya halvet-i sahîha manasınadır. Açıkladığımız sebeplerden dolayı, bunun, "halvet" manasına olduğunu söylemek bâtıldır. Geriye, bundan muradın "cimâ" (cinsî münasebet) olması kalır. 4- Halvet olmadan, mehir kesinleşmez. Halbuki şeriat, mehrin kesinleşmesini karı ile kocanın birbirine "ifdâ"sına bağlamıştır. Âyetteki "ifdâ" ile, halvet mi cimâ mı murad edildiği meselesi karışıktır (net ve açık değildir). Bir meselede bir şüphe meydana geldiğinde, onu evvelki hali üzere bırakmak gerekir ki bu da, mehrin kesinleşmemesidir. İşte bütün bu izahlar ile Şafiî'nin mezhebinin daha tercihe şayan olduğu ortaya çıkmış olur. Allah en iyi bilendir. Hak teâlâ'nın, "Onu nasıl alırsınız ki birbirinize karılıp katıldınız" buyruğu bir taaccüb (hayret) ifadesidir. Yani, "Hangi sebep ve şeyden dolayı böyle yapıyorsunuz!" Çünkü o kadın, kendisini sana adamış, kendisini senin için ve istifâden için sunmuş ve aranızda tam bir ülfet (yakınlık) ve sevgi meydana gelmiştir. Aklı olan kimseye, o hanımına gönül hoşluğu ile verdiği mihirden, kendisine birşeyleri geri vermesini istemesi nasıl uygun düşer? Bu, hiç şüphe yok ki fıtratı bozulmamış ve dürüst kimselere kesinlikle uygun değildir" demektir. Allahü teâlâ'nın, bu mehri geri istemeyi men edişinin sebebi olarak zikrettiği şeylerden dördüncüsü, "Onlar sizden kuvvetli bir teminat da aldılar" âyetiyle beyân ettiği husustur. Bu âyetteki "kuvvetli bir teminat" hususunda şu izahlar yapılmıştır: a) Süddî, İkrime ve Ferrâ şöyle demişlerdir: "Bu, insanların "Bu kadını seninle, Allah'ın erkeklerden kadınlar için aldığı, ya o kadını maruf (iyi) bir şekilde tutma veya güzel bir şekilde salıverme şeklindeki ahdi üzere evlendiriyorum" demelerindeki (teminattır). Halbuki erkek, hanımını mehri geri vermeye mecbur ettiğinde, hanımını güzel bir şekilde değil, ona kötülük ederek salıvermiş olacağı herkesçe malumdur. b) İbn Abbas (radıyallahü anh) ve Mücahid, kuvvetli teminatın, mihre dayandırılmış nikah akdi olduğunu ve bunun kendisi ile, kadınların ferçlerinin helâlliğinin teminine çalışıldığı bir kelime (söz) olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kadınlar hakkında Allah'tan korkun. Çünkü siz onları Allah'ın birer emâneti olarak aldınız ve Allah'ın kelimesi (sözü) ile onların ferçlerini kendinize helâl kıldınız" Müslim, Hacc, 147 (2/889) (Veda Haccı hutbesinden...) demiştir. c) Hak teâlâ'nın "Onlar sizden kuvvetli bir teminat da aldılar" buyruğu, "Onlar sizden, birbirinize karılıp katılmanız sebebi ile, kuvvetli bir teminat aldılar" demektir. Cenâb-ı Hak bu ahdi (teminatı), çok kıymetli ve önemli olduğu için, "kuvvetli" diye tavsif etmiştir. Âlimler şöyle derler: "Yirmi günlük beraberlik, akrabalık sayılır. Artık karı koca arasında meydana gelen birlik ve imtizaçtaki yakınlık derecesini varın düşünün." Kadınlarla İlgili Beşinci Hüküm 22'Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin. Ancak daha önce geçenler müstesna... Şüphe yok ki o bir hayasızlık, (Allah'ın) hışmına (bir sebep) ve kötü bir yoldur ". Bu âyetle ilgili meseleler vardır: Birinci Mesele İbn Abbas (radıyallahü anh) ve müfessirlerin ekserisi şöyle demişlerdir: "Câhiliyye devri insanları, babalarının hanımları ile evlenirlerdi. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu âyetle onları bu işten nehyetti." Nikahın Cinsi Münasebet Olduğu Şeklindeki İzah Ebu Hanife (r.h) "Bir kimsenin, babasının zina ettiği bir kadınla evlenmesi haramdır" derken, Şafiî (r.h) ise, "haram değildir" demiştir. Ebu Hanife bu âyetle istidlal ederek şöyle demektedir: "Çünkü Allahü teâlâ insanı, babasının nikahladığı bir kadını nikâhlamaktan nehyetmiştir. Nikâh, cinsî münasebetten ibarettir. Binâenaleyh bu âyet, insanı, babasının cinsî münasebette bulunduğu kadını nikâhlamaktan nehyetmiştir. Biz, şu sebeplerden dolayı nikâhın cinsi münasebette bulunmaktan ibaret olduğunu söyledik: 1- Cenâb-ı Hak, "Yine erkek, zevcesini (üçüncü defa olarak) boşarsa ondan sonra kadın, kendinden başka bir kocayı nikâhlamadıkça ona helâl olmaz" (Bakara, 230) buyurmuş, böylece bu nikâhı karıya nisbet etmiştir. Halbuki karıya nisbet edilen nikâh akid değil cinsî münasebette bulunmaktır. Çünkü insanın, bizzat kendi zevcesiyle evlenmesi mümkün değildir. Çünkü hâsıl-ı tahsil imkânsızdır. Bir de, bu âyette nikâr ile kastedilen nikah akdi olsaydı, o zaman sırf akid ile (üç talâk ile boşanan kadın ilk kocasına) helâl olması gerekirdi. Böyle olmadığına göre, biz bu âyette nikâhlar kastedilenin, nikâh akdi olmadığını anlamış oluruz. Böylece de bunun, "cinsi münasebet"te bulunmak olduğu açık bir biçimde ortaya çıkar. Çünkü, aralarında bir fark bulunduğunu hiç kimse söylememektedir. 2- Hak teâlâ, "Yetimleri nikâha erdikleri zamana kadar deneyin..." (Nisa. 6) buyurmuştur. Burada "nikâh" sözünden kastedilen, nikâh akdi değil cinsî münasebettir. Zira, "akîd" yapma ehliyeti devamlı olarak mevcuttur. 3- Cenâb-ı Hak, "zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahlamaz.." (Nûr, 3)buyurmuştur. Binaenaleyh, eğer buradaki "nikâh" sözünden maksad nikah akdî olsaydı, o zaman yalan söylenmiş olması gerekirdi. 4-Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Elininikahlayan (eliyle kendini tatmin eden) melundur" Keşfu'l-Hafâ, 1/325. buyurmuştur. Hazret-i Peygamber'in bu hadisindeki "nikâh" sözüyle, nikâh akdi değil, aksine cinsî münasebette bulunma, yani elle tatmin olma kastedilmiştir. Bütün bu anlatılanlarla, "nikâh"ın cinsî münasebette bulunmaktan ibaret olduğu sabit olmuş olur. O zaman da Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manasının, "Babalarınızın cinsî münasebette bulunduğu o kadınları nikahlamayın" şeklinde olması gerekir ki, bu durumda bu ifâdeye hem nikahladığı hem de zinada bulunduğu kadınlar dahil olmuş olur." Nikâh lâfzı, cinsî münasebette bulunmak manasına geldiği gibi, akid yapmak manasına da gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İçinizden bekarları evlendiriniz.." (Nûr, 32), "Sizin için helâl olan (diğer) kadınlardan nikâh edin" (Nisa, 3) ve "Mü'min kadınları nikahlayıp da..." Hazret-i Peygamberde, "Ben nikâhtan dünyaya geldim; zinadan doğmadım" buyurmuşlardır. O halde, artık niçin nikâh lâfzını cinsî münasebette bulunmaya hamletmek, nikâh akdi yapmaya hamletmekten daha evlâ olur" denilebilsin? Hanefîler, bu soruya şu üç şekilde cevap vermişlerdir: a) Kerhî'nin şu görüşü: "Nikâh lâfzı, "cinsî münasebette bulunma" anlamında hakikat; "akid yapma" manasında ise mecaz ifâde eder. Zira, Arapça'da nikâh lafzı, "eklemek, ilâve etmekten ibarettir. Bu mâna ise akidde değil, cinsî münasebette söz konusudur. Böylece "nikâh" lâfzı, cinsî münasebette bulunmak manasında hakikat ifâde etmiş olur. Daha sonra akid yapmak, bu isimle, nikâh kelimesiyle adlandırılmıştır. Çünkü nikâh akdi, cinsî münasebette bulunmanın bir sebebi olunca, böylece müsebbebin ismi sebebe verilmiş olur. Bu tıpkı şuna benzer: "Akîka", doğarken çocuğun başında bulunan saçlara verilen bir isimdir. Daha sonra, bu saçlar tıraş edilirken, kesilen koyun da "akîka" diye isimlendirilmiştir. İşte burada da böyledir." Bil ki, Kerhî'nin görüşüne göre tek bir lâfzı, aynı mana kastedilerek, hem hakîkî hem de mecazî manada kullanmak caiz değildir. Binaenaleyh, hiç şüphesiz Kerhî, bu âyetten anlaşılanın "cinsi münasebette bulunma"nın hükmü olduğunu, akdin hükmünün ise bu âyetten anlaşılmadığını; aksine başka bir yoldan ve başka bir delilden elde edildiğini söylüyordu. b) Bazı alimler, müşterek bir lâfzın, iki mâna hakkında birden kullanılabileceğini söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar şöyle demektedirler: Zikredilen âyetler, nikâh lâfzının, hem cinsî münasebette bulunmak, hem de nikâh akdi yapmak manasında beraberce kullanıldığına delâlet etmektedir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin" buyruğu nikâh lâfzını, ifâde ettiği her iki manaya da hamledebilmek için, hem cinsî münasebette bulunmaktan, hem de nikâh akdi yapmaktan bir nehy olmuş olur, c) Bu, "Müşterek lâfzın, ifâde ettiği her iki mâna hakkında da kullanılması caiz değildir" diyenlerin görüşüdür. Onlar sözlerini şu şekilde sürdürmüşlerdir: Zikredilen deliller ile nikâh lâfzının, Kur'ân-ı Kerim'de bazan "cinsî münasebette bulunmak", bazan da "nikâh akdi yapmak" manasında kullanılmış olduğu ortaya çıkar. Bu lâfzın hem müşterek bir lâfız, hem de mecaz olduğunu söylemek ise, aslolanın hilâfınadır. Binaenaleyh bu kelimeyi, müştereklik ve mecaz manası bertaraf olsun diye, müştereklikle mecaz arasında ortak olan bir noktada hakikat kabul etmek gerekir ki, işte bu nokta da eklemek, katmak, ilâve etmek manasıdır. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin" buyruğu, bu iki kısım arasında müşterek olan bu "eklemek, katmak" manasından bir neyh olmuş olur. İki kısım arasında müşterek bir manadan nehyetmek ise, hiç şüphesiz, o iki kısmın her birinden bir nehy olmuş olur. Zira evlendirmekten nehyetmek, hem nikâh akdinden, hem de cinsî münasebette bulunmaktan beraberce nehyetmek olur. Bu sorunun açıklanması hususunda söylenilmesi mümkün olanların tamamı bundan ibarettir. "Nikâh Cinsî Münasebet Değil, Yapılan Akiddir" İzahı Hanefîlerin bu görüşüne şu şekillerde cevap verilebilir: 1- Biz, nikâh kelimesinin, cinsî münasebette bulunmak anlamına geldiğini kabul etmiyoruz. Hanefilerin, bu konuda tutunmuş oldukları bütün deliller şu şeylerle çelişmektedir: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Nikâh benim sünnetimdir" İbn Mace, Nikah, 1 (1/592). buyurmuştur. Şüphe yok ki, cinsî münasebette bulunmak, cinsî münasebette bulunmak itibariyle, O'nun bir sünneti değildir. Aksi halde, zina yoluyla cinsî münasebette bulunmanın da Hazret-i Peygamberin bir sünneti olması gerekirdi. Nikâhın bir sünnet olduğu, cinsî münasebette bulunmanın ise bir sünnet olmadığı sabit olunca, nikâhın cinsî münasebette bulunmaktan ibaret olmadığı sabit olmuş olur. Hazret-i Peyamber'in, "Evleniniz, çoğahnız.." Keşfu'l-Hafâ, 1/318. emrine temessük etmek de böyledir. Eğer, cinsî münasebette bulunmak "nikâh" lafzıyla isimlendirilmiş olsaydı, bu mutlak manada cinsî münasebette bulunmak hususunda bir müsaade olmuş olurdu. Cenâb-ı Hakk'ın, "İçinizden bekârları evlendirin" (Nur, 32) ve "Sizin için helâl olan (diğer) kadınlardan nikâh edin" (Nisa, 3) ifadeleriyle ihticâc etmek de böyledir. "Deliller arasında bir çelişki meydana geldiğinde, tercih bizimledir" denilemez. Zira biz, cinsî münasebette bulunmanın hakîkî manada "nikâh" lafzıyla adlandırılmış olduğunu söylemiş olsaydık, o zaman delillerimize mecazın da girmiş olması gerekirdi. Mecaz ile tahsis etmek arasında her ne zaman bir tearuz meydana gelirse, tahsîsi tercih ve iltizâm etmek evlâ olur. Çünkü biz şöyle diyoruz: "Nikâh lâfzının akid manasında kullanılabileceği görüşüne siz de yardımcı oluyorsunuz. Zira şayet biz, "nikâh lâfzı cinsî münasebette bulunmak manasında hakikat ifâde eder" dersek, o zaman zikretmiş olduğumuz âyetlerde tahsisin bulunması gerekir. Yine, içinde nikâh lâfzının geçmiş olduğu âyetlerde bu lâfzın akid manasında mecazî olarak kullanılmış olduğuna hükmetmek gerekir. Ama, bu âyetlerdeki nikâh lafzının cinsî münasebette bulunmak manasına geldiğini söylersek, o zaman tahsis etmiş olmamız gerekmez. Binâenaleyh, sizin hükmünüz, hem mecazın hem de tahsisin aynı anda bulunmasını; bizim hükmümüz ise sadece mecazı gerektirir. Bundan dolayı bizim görüşümüz daha evlâdır. b) Nikâh lâfzının cinsî münasebette bulunmak manasında hakikat olmadığına delâlet eden delillerden birisi de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Ben nikâhtan dünyaya geldim, zinadan doğmadım" şeklindeki sözüdür. Böylece Hazret-i Peygamber, kendisinin zinadan değil de, nikâhtan dünyaya geldiğini beyân etmiştir. Bu ise, zinanın bir nikâh olmadığını; aksine onun sadece cinsi münasebette bulunmak olmasını gerektirir. Bu ise, cinsî münasebette bulunmanın bir nikah olmamasını iktizâ eder. c) Bir kimse zinadan olan çocuklar hakkında, Onlar nikâh yoluyla meydana gelen çocuklar değillerdir" diye yemin etse, yemininde "hânis" olmaz (yemini doğru olmuş olurdu). Eğer cinsi münasebette bulunmak bir nikâh olmuş olsaydı, o zaman o kimsenin yemini yerinde olmuş olmazdı. İşte bu da, cinsî münasebette bulunmanın hakikî mânada olmak üzere "nikâh" lafzıyla isimlendirilmeyeceğine apaçık bir delildir. 2- Biz, cinsî münasebette bulunmanın "nikâh" lafzıyla adlandırılmış olduğunu kabul ediyoruz. Ama ne var ki, nikâh akdi yapmak da bu lâfızla adlandırılmıştır. O zaman daha niçin âyeti, sizin ileri sürmüş olduğunuz şeylere hamletmek, bizimkilere hamletmekten daha evlâ oluyor? Kerhî'nin zikretmiş olduğu şeye gelince, bu son derece zayıf ve yetersizdir. Bunu iki şekilde izah edebiliriz: Birinci şekil: Cinsî münasebette bulunmak, nikâh akdi yapmanın bir neticesi (müsebbebi)dir. Müsebbebin isminin, mecazî olarak sebep yerinde kullanılması uygun ve güzel olduğu gibi; sebebin isminin de, mecazî olarak, müsebbebe verilmesi yerinde ve güzeldir. Nikâh lâfzının, cinsî münasebette bulunmanın bir ismi; sonra da bu ismin, cinsî münasebette bulunmanın sebebi olduğu için, nikâh akdi yapmaya ıtlak edilmiş olduğunun söylenmesi muhtemel olduğu gibi, aynı şekilde nikâh lafzının, nikâh akdi yapmanın bir ismi, sonra da bu ismin, -cinsî münasebette bulunmak nikâh akdinin bir neticesi olduğu için- cinsî münasebette bulunmaya ıtlak edilmiş olduğunun söylenmesi de muhtemeldir. O halde daha niçin, onlardan biri diğerinden evlâ olsun? (Böyle bir evleviyyetten bahsedilecekse), bizim zikretmiş olduğumuz ihtimal daha evlâdır. Zira sebebin müsebbebi gerektirmesi; müsebbebin muayyen sebebini istilzam etmesinden daha evlâdır. Çünkü bir hakikatin meydana gelebilmesi için, birçok sebebin bulunması imkânsız değildir. Meselâ bu, "mülk" lâfzı gibidir.. Zira bu mülkiyyet alışveriş, hibe, vasiyyet ve veraset yoluyla meydana gelmiş olabilir. Bir mülâzemetin bulunmasının, mecazın meydana gelebilmesinin şartı olduğu hususunda hiçbir şüphe yoktur. Böylece "nikâh" lâfzının, nikâh akdi yapmada hakikat; "cinsî münasebette bulunmak" manasında mecaz olduğuna hükmetmenin, aksini söylemekten daha evlâ olduğu ortaya çıkmış olur. İkinci şekil: "Nikâh" lâfzı, şayet cinsî münasebette bulunmada hakikat; nikâh akdi yapmada mecaz olsaydı, -ki usûlü fıkıhta, bir lâfzın aynı anda hem hakîki hem de mecazî mânada kul lanı lamıyacağı hükmü yer almıştır- bu durumda âyetin, nikâh akdi yapma hükmüne delâlet etmemesi gerekir. Bunu her ne kadar Kerhî benimseyip ileri sürmüşse de, ancak ne var ki bu. kat'î delil ile bertaraf edilmiştir. Bu böyledir, çünkü müfessirler, bu âyetin nüzul sebebinin, cahiliyyedekilerin babalarının hanımlarıyla evlenmeleri olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Müslümanlar da, bu âyetin nüzul sebebinin bu âyetin hükmüne dahil olması gerektiği hususunda icmâ etmişler; daha doğrusu, bu sebeb-i nüzul dışındaki durumların bu âyetin hükmü altına girip girmeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Sebeb-i nüzulün bu âyetin hükmüne dahil olmasına gelince, bu, ümmet arasında üzerinde icmâ edilen bir husustur. Müfessirlerin tcmâıyla, bu âyetin nüzul sebebinin, cima değil de akd-i nikâh olduğu; müslümanların icmâıyla da mutlaka sebeb-i nüzulün murad edilmesi gerektiği sabit olunca, böylece icmâ yoluyla, bu âyette nikâh akdinden nehyin murad edilmiş olduğu sabit olmuş olur. Buna göre Kerhî'nin görüşü bu kat'îdelilin zıddına ve hilâfına varid olmuş olur ki, bundan dolayı da kesin olarak bozuk olup, merdûddur. Onların, "Biz nikâh lâfzını, her iki manasına da hamlederiz" şeklinde zikrettikleri hususa gelince, biz diyoruz ki: Bu da yanlış ve temelsizdir. Biz, fıkıh usûlünde bunun niçin yanlış olduğunu beyân etmiştik. Üçüncü şekil: Bu konuda zikredilmiş görüşlerin en güzeli olmakla beraber o da zayıftır. Çünkü, cima esnasında söz konusu olan birleşme, bedenlerin birleşmesinden ve birbirine yapışmasından ibarettir. Nikâh akdinde meydana gelen birleşme ise, böyle değildir. Zira nikâh akdinde söz konusu olan îcâb ve kabul, kalıcı olmayan sözlerdirler. Binâenaleyh birleşme, karşılaşma ve birbirine yapışma mânaları bu sesler hakkında imkânsız olur. Hal böyle olunca da, cima ile akîd arasında bir mâna ortaklığı bulunmamaktadır ki, nikâh lâfzı onda hakikat ifâde eder denilsin. Bu bâtıl olunca geriye ancak "nikâh lâfzı, cima ile akîd arasında müşterektir; yine nikâh lâfzı, onlardan birinde hakikat ifâde etmektedir, diğerinde de mecaz..." denilmesi kalır ki, o zaman da söz daha önce zikredilmiş olan iki veçhe intikâl etmiş olur. İşte bu konuda söylenebilecek özet söz bundan ibarettir. 3- "Nikâh" kelimesinin "cima" manasına geldiğini kabul ettik.. Müfessirler lâfzının akıllı olmayan varlıklar hakkında hakikat ifâde ettiği hususunda icmâ ettikleri halde, siz niçin Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinden muradın, "nikahlanan" olduğunu söylediniz? Şayet bundan burada murad, "nikahlanan" (kadın) olmuş olsaydı, mecaz gerekirdi. Bu ise, aslın hilâfınadır. Daha doğrusu Arapça konuşanlar, ism-i mevsûlünün, kendisinden sonra gelen cümle ile birlikte, bir masdar takdirinde olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Buna göre âyetin takdiri, şeklinde olur. Buna göre bu ifâdeden murad, "Babalarınızın nikahı gibi bir nikâh yapmayınız. Çünkü atalarınızın nikahları velisiz ve şahidsiz, muvakkat (zamanla sınırlı) ve zorlama yoluyla idi" şeklinde bir nehiy olmuş olur. Binaenaleyh Hak teâlâ, bu âyet ile onları bu şekilde nikâh yapmaktan nehyetmiş oldu. Bu görüş, âyetin tefsiri sadedinde Muhammed İbn Cerîr et-Taberî'den nakledilmiştir. 4- Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundan muradın, "Nikahlanan (kadın)" olduğunu kabul ettik. Buna göre kelâmın takdiri, şeklinde olur. Fakat, "babalarınızın nikahladığı kimseler" ifâdesi, başına "küllü" (bütün) ve "ba'zı" lâfızlarının gelmesi sahih olması ve binâenaleyh "sizler, babalarınızın nikahladığı kimselerin bütününü nikahlamayın" ve "Sizler, babalarınızın nikahladığı kimselerin bir kısmını (bazısını) nikahlamayın" denilebilmesinin sahih ve uygun olmasının da delâlet ettiği gibi, umûm ifâde etmesi bakımından sarih ve net değildir. Şayet bu umûmî hüküm ifâde etme bakımından sarih olsaydı, bunun başına "küllü" (bütün, hepsi) kelimesinin getirilmesi bir tekrar, bazı (bir kısmı) kelimesinin getirilmesi de bir noksanlık olurdu. Bunun böyle olmadığı ise malumdur. Böylece Hak teâlâ'nın, "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin" buyruğunun, umûmî bir hüküm ifâde etmediği sabit olmuş olur. Bu umûmî bir hüküm ifâde etmeyince, tartışma mevzuumuzu da ilgilendirmez. "Bu, umûmî bir hüküm ifâde etmiyor ise, onu kısımlardan birisine hamletmek, diğer kısımlara hamletmekten daha evlâ olmaz. Çünkü o zaman bu ifâde, birşey anlaşılmayan mücmel bir söz olmuş olur. Aslolan ise, bunun böyle olmamasıdır" denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: Bunun umûmî bir hüküm ifâde etmemesi halinde, bir kısma hamledifmesinin diğer kısımlara hamledilmesinden daha evla olmayacağını kabul etmiyoruz. Bu böyledir. Zira müfessirler, bu âyetin sebeb-i nüzulünün, babaların hanımları ile evlenme olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Bundan dolayı âyetin hükmünü, bu kısma hamletmek daha evlâ olmuştur. Bu değerlendirmeye göre, âyetin mücmel olması ve tartışma mevzuu olan meseleyi ilgilendirmesi gerekmez. 5- Kabul edelim ki bu nehiy, tartışma mevzuu olan meseleyi içine alıyor. Fakat siz niçin "Bu âyet, haram oluşu ifâde ediyor" dediniz? Nehyin kısımlarından pek çoğu haramlığı değil aksine tenzîhi (mekruhu, sakındırmayı) ifâde etmiyor mu! O halde siz niçin, "muhakkak ki durum böyle değildir" dediniz? Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bu, aslın hilâfına olan bir durumdur. Fakat bir delil, kendisine delâlet ettiği zaman, ona başvurmak gerekir. Biz inşaallah bu nikahın ne manaya geldiğinin delillerini zikredeceğiz. 6- Farzet ki sizin zikrettiğiniz şeyler, bu nikahın fesadına (bozukluğuna) delalet etsin. Fakat burada bu nikahın doğruluğuna da delâlet eden deliller bulunmaktadır. Bunlar da birkaç tanedir: Birinci delil: Bu nikâh, akdolunmuştur (kıyılmıştır), binaenaleyh sahih olması gerekir. Bunun akdolunmuş bir nikah oluşunun açıklaması, onun, Ebu Hanife (r.h)'ye göre, bu âyetle nehyolunmuş olmasıdır. Onun mezhebine göre, birşeyden nehyetmek, haddizatında o şeyin mün'akid (akdolunmuş, önceden geçerli) olduğuna delâlet eder. Fâsid alış-veriş ve Kurban bayramının ifk günü tutulan oruç meselesinde, Ebu Hanife'nin mezhebinin benimsediği esas görüş budur. Binâenaleyh bu iki mukaddimenin toplamından, bu nikah'ın Ebu Hanife'nin benimsediği bu kaideye göre, mün'akid olması gerekir. Bu durumda böyle bir nikahın mün'akid olduğunu söylemek sabit olunca, onun sahih olduğunu da söylemek gerekmektedir. Çünkü bu iki durum arasında bir fark olduğunu söyleyen kimse yoktur. İşte bu açıklama, bu nikâhın sıhhati konusunda, onlara ilzam (kendi delilini onlara karşı kullanma) yoluyla yöneltilmiş güzel bir izahtır. İkinci delil: Hak teâlâ'nın, "İman etmedikçe müşrik kadınları nikahlamayınız..." (Bakara, 221) âyetinin ifâde ettiği umûmî hüküm, müşrik kadınları nikahlamaktan nehyetmekte ve nehyi bir gayeye (bir zamana) kadar uzatmaktadır ki bu da o kadınların iman etmeleridir. Bir gayeye (müddete) kadar uzatılan hüküm, o gaye tahakkuk ettiği zaman sona erer. Bu sebeple onları nikahlamayı men eden hükmün, onlar iman edince sona ermesi gerekir. Bu yasaklama sona erince, onları nikahlamanın caiz olacağı hükmü ortaya çıkar. İşte bu da, mutlak manada o kadınları nikahlamanın caiz olmasını gerektirir. Şüphe yok ki bu umumîliğe, babanın zina yoluyla cinsî münasebette bulunduğu kadınlar ile diğer kadınlar dahildir. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Âyetin bu umûmî hükmünün bazı kısımlarına bir tahsis (sınırlama) girmiş olup tahsise maruz kalmayan sahada bu genel hüküm geçerli olmakta devam eder. Biz, aynı şekilde nikahla ilgili şu umûmî hükümlerin hepsi ile istidlal ederiz: "İçinizden bekarları evlendirin" (Nur, 32), ve "Sizin için helâl olan (diğer) kadınlardan nikâh edin" (Nisa, 3) âyetleri gibi. Aynı şekilde "Onların dışındakiler ise size helâl kılındı' (Nisa. 24) âyetine de tutunuruz. Bir kimse şöyle diyemez: "Bu âyetteki "Onların dışındakiler" ifâdesindeki zamir, (ism-i mevsul, yani ilgi zamiri), daha önce anılan kadınlara râcîdir. "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlar.." da, daha önce zikredilmiş olanlar cümlesindendir." Bu böyledir. Çünkü zamirin, daha önce zikredilenlerden kendisine en yakın olana râcî olması gerekir. Burada zamire en yakın olan da "Analarınız, kızlarınız... size haram edildi" (Nisa, 23) ifadesidir. Binâenaleyh "Onların dışındakiler ise size helâl kılındı" (Nisa, 24) buyruğu bununla alakalıdır ve buna "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlar.." dahil değildir. Biz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Size, dinî hayatını beğendiğiniz kimseler gelirse, onu evlendiriniz" Tirmizi, Nikah, 3 (3/394); İbn Mâce, Nikah, 46 (1/633). ve "Kızlarınızı, kütüvleri (denkleri) ile evlendiriniz" Keşfu'l-Hafâ. 1/442; Câmiü's-Sağir. 2/28. hadislerinin ifâde ettikleri umûmî hükümlere de delîl olarak tutunuyoruz. Bütün bu umûmî ifâdeler, tartışma konusu olan meseleyi içine alırlar. Bil ki biz, "Usûl-ü'l-Fıkth"ta delillerin çokluğu sebebi ile tercih yapmanın caiz olduğunu beyân etmiştik. Durum böyle olunca diyoruz ki: Onların görüşüne uygun olarak "nikâh kelimesinin "cima" manasında hakîkat, nikah akdi manasında mecaz olmasının kabul edilmesi halinde, şayet âyeti "akid" anlamına hamledersek, tek bir mecaza başvurmuş oluruz. Âyeti nikahın haramlığı manasına hamletmemiz halinde de, bu birçok tahisi yapmış olmamız gerekir. Böy'ece tarafımızdan yapılan tercih, bu husustaki delillerin çokluğu sebebi ile olmuş olur. Üçüncü delil, bu mesele hakkındaki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu meşhur hadisidir. "Haram, helâli haram kılmaz' İbn Mâce, Nikah, 63 (1/649). Bu konuda (muhaliflerimizce) söylenebilecek son söz şudur: "Bir damla içki, bir bardak suya düşse, o zaman haram (içki) helâl olan o suyu haram kılmış olur. Yahut evli bir kadın (kocasının nikâhı altında olmayan) öteki kadınlarla karışıp da ayırdedilemezse, bu durumda da onların haramlığı, onu da haram hale getirir." Ancak biz şunu diyoruz: Bazı durumlarda bu (umumî) hükme tahsisin girmiş olması, onunla istidlal edilmesine mâni değildir. Dördüncü delil, kıyas yoluyla şöyle dememizdir: Nikahın caiz oluşunu gerektiren illet mevcuttur. İcmâ'ya konu olan şey ile tartışmaya konu olan şey arasındaki fark açıktır. Binaenaleyh nikahın caiz olduğunu söylemek gerekir. Nikahın caiz olmasını gerektiren şey, bu kadının nikâhını üzerinde ittifak edilen şartlar bulunduğu zaman, diğer kadınların nikahına kıyas etmektir. Diğer kadınların evlenmelerinde faydalar varsa, bu kadının evlenmesinde de vardır. Aradaki fark ise şudur: Şeriat, nikah sebebiyle meydana gelmiş olan bağı devam ettirmek amacı ile bu haramlığı (yani babanın karısının oğula haram olduğuna) hükmetmiştir. Malumdur ki zina böyle bir mahremiyet meydana getirmeye lâyık değildir. Birinci makamın açıklaması: Bir kimse bir kadın ile evlense, eğer o gelinin yanına kayın pederi veya üvey oğlu, kocanın yanına da kayınvalidesi ve karısından taraf üvey kızı girmezse bu durumda kadın, evde hapsedilmiş bir insan durumunda olur ve karı ile koca evlilikteki birçok menfaattan istifâde edemezler. Eğer biz bu girişe izin verir de onun haramlığına hükmetmez isek, bazan olur ki onların gözü birbirlerine kayar da, aralarında bir meyil ve istek meydana gelebilir. Şayet koca kayınvalidesi veya üvey kızı ile evlenirse, karısı ile annesi veya karısı ile kızı arasında şiddetli bir nefret meydana gelir. Çünkü akrabalardan gelecek olan eziyyet, tesir bakımından daha kuvvetli, elem ve acılar bakımından daha şiddetlidir. Aralarında şiddetli bir nefretin hasıl olması sebebi ile de talak ve ayrılık meydana gelir. Fakat kayınvalide ve üvey kızla evlenme yasaklanırsa, mahremiyet hükmü verilirse, bütün arzu ve ümitler kesilir, şehvet zabt-u rabt altına alınmış olur. Böylece de bu zararlar meydana gelmez. Binâenaleyh karı ile koca arasındaki nikah, böylesi bozukluklardan uzak ve salim olmuş olur. Bu anlattıklarımız ile, şeriatın bu mahremiyete hükmetmesindeki maksadın, karı-koca arasında meydana gelen bağı sağlamlaştırmaya çalışmak olduğu ortaya çıkar. Şeriatın bunun haramlığına hükmetmesindeki maksad, bu bağı devam ettirmek olup, nikah sırasında meydana gelen bu münasebetin devamının matlub olduğu da malum olunca, şeriatın, bu mahremiyetin mevcudiyetine hükmetmesinin de münasib ve yerinde olduğu anlaşılır. Buna karşılık zina sırasında meydana gelen alaka ve bağın devamı arzulanmaz. Bundan dolayı da şeriatin, bu durumda böyle bir mahremiyeti kabul etmesi münasip olmamıştır. Bu, iki durum arasındaki farkı son derece münasip ve makbul bir şekilde gösteren bir izahtır. Bu izah şekli, mesele hakkında İmam Muhammed İbn Hasan ile yaptığı münazara sırasında İmam Şafiî (r.h)'nin söylediği şu sözden (mülhemdir): "Bir cima var ki, sen onunla medholunursun. Bir cima da var ki, onun sebebi ile recm olunursun. Bu ikisi nasıl birbirine benzeyebilir?" Biz mesele hakkında şimdilik bu kadar sözle yetinelim. Bil ki meseleyi böyle derinlemesine ele almamızın sebebi şudur: Ebu Bekir er-Razî (el Cessas), bu meseleyi eserlerinde uzun uzun sözkonusu yapmıştır. Fakat işi bu kadar uzatması, ancak dolaşık cümleler ve bozuk açıklamalarla sözü uzatması ile olmuştur. Sonra, iş İmam Şafiî hakkında konuşmaya gelince, edebte kusur etmiş, haddi aşmış, düşüncesizliğe dalmış, delillerini ortaya koyamamış ve hüccetlerini gösterememiştir. Üstelik kendi görüşünü destekleyecek hiçbir fayda ve hasımlarına hiçbir zarar veremeyecek olan saçma sapan sözlerle dolu birçok eserini yazdıktan sonra, kendi mezhebinde olanların ilimlerinin çok, onlara muhalefet edenlerin ilimlerinin ise az olduğunu ileri sürmek gibi şiddetli bir tenkid ve büyük bir böbürlenme ortaya koymuştur. Ener o ilim ehli olsaydı, kendi gürüşunü desteklemeye çalışmak için sarfettiği sözlerden dolayı pişman olup haline ağlar ve marifet ehlinden (bilenlerden), delilleri öğrenirdi. Her kim bizim ve onun kitabına bakar da insaflı davranırsa, şunu anlar ki: Biz ondan bir boncuk aldık, sonra bu boncuğu iyice netleştirip berrak hale koyarak bir inci haline getirdik. Sonra ona usûl kaidelerine dayanan ve fıkhın kurallarına uygun olan güzel cevaplar verdik. Biz, Allahü teâlâ'dan hüsn-ü hatime (güzel son) ve tevfiki ile yardımının devamını niyaz ederiz. Üvey Anneleriyle Daha Önce Nikahlanmış Olanlar Nikahlarını Bozmazlar Müfessirter, ayetteki "Ancak daha önce geçenler müstesna.. ' istisnası hakkında birkaç izah şekli zikretmişlerdir: 1- En güzel izah şekli, "Hallül-Akd" kitabının müellifi es-Seyyîd'in şu izahıdır: "Bu, mana yoluyla yapılmış bir istisnadır. Çünkü "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin. Ancak daha önce geçenler müstesna.." âyeti, tahrîm âyetinden (Nisa, 23) 'den önce nazil olmuştur. Binâenaleyh daha önce olanlar affolunmuştur." 2-Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Buradaki istisna, şâirin Onların, kılıçlarının... olmasından başka bir ayıpları yoktur" sözündeki "kılıçlarının., olmasından başka..." kısmının istisna edilişine benzer. Yani, "Daha önce geçenleri nikahlamanız mümkün olursa onları nikahlayınız. Çünkü size, ondan başkası helât olmaz" demektir. Bu mana mümkün değildir. Çünkü âyetten maksad, bu tür nikahı haram kılıp, onun mübahlığına götürecek bütün yolları kapama hususunda bir te'kîd ve mübalağadır. Nitekim, (bir şeyin imkansızlığını göstermek için)"Zift, beyaz oluncaya kadar" "Deve, iğne deliğinden geçinceye kadar.." gibi tabirler kullanılır. 3- Bu, bir istisnâ-i munkatî'dır. Çünkü maziyi muzâriden müstesna kılmak caiz değildir. Buna göre mana şöyle olur: "Fakat daha önce geçen yok mu, muhakkak ki Allah onu atfetmiştir." 4- Bu âyetteki (......) kelimesi, "sonra" manasınadır. Bu Cenâb-ı Hakk'ın (Duhan, 56) âyetinde olduğu gibidir. Bu, "Onlar âhirette, birinci ölümden sonra (başka) ölüm tatmayacaklardır" manasındadır. 5- Âlimlerden biri şöyle demiştir: Bunun manası, "Ancak daha önce geçenler müstesna. Çünkü siz bunu sürdürüyorsunuz" şeklindedir. Bunlar şöyle demişlerdir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu durumda olanları nikahlan üzere tutmuş, daha sonra onlardan boşanmalarını emretmiştir. Hazret-i Peygamber bunu, onları bu kötü adetten tedricen kurtarmak için yapmıştır. Bunun yanlış olduğu da söylendi. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu durumdaki hiç kimseyi, câhiliyye döneminden kalmış olsa bile, babasının hanımı ile nikahlı bırakmamıştır. Berâ (radıyallahü anh)'nın rivayet ettiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebu Bürde (radıyallahü anh)'yi, babasının hanımı ile evlenmiş bir adamı öldürüp malını alması için yollamıştı. Dördüncü Mesele Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifâdesindeki zamir neye râcidir? Bu hususta şu iki izah yapılmıştır: a) Bu, nehyedilmeden önceki nikâh mefhumuna râcidir. Allahü Teâlâ, onlara haram kılmış olduğu bu şeyin, onların gönüllerinde çirkin kabul edilip, onlarca da bu işin gazabı gerektirecek bir şey olduğunu bildirmiştir. Araplar, bir kimsenin, babasının hanımından olan çocuğuna (gazaba uğramış) diyorlardı. Bu böyledir, zira babanın hanımı, anneye benzer. Anneleri nikahlamak ise, Araplarca en çirkin fiillerdendir. Binâenaleyh bu nikah, böyle olan bir şeye benzeyince, Araplarca da çirkin görülen bir husus olmuştur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu nikâhın devamlı olarak çirkin ve de daima gazab sebebi olduğunu beyân etmiştir. b) Bu zamir, nehyedildikten sonra yapılmış olan nikâh mefhumuna râcidir. Böylece Allahü Teâlâ bu nikâhın, İslâmî dönemde bir hayasızlık ve Allah'ın hışmına bir sebep olduğunu beyân buyurmuştur. Hak teâlâ, bu işin kendi hükmünde ve ilminde böyle vasfedilmiş olduğunu beyân etmek için de buyurmuştur. Beşinci Mesele Allahü teâlâ bu nikâh hadisesini şu üç şeyle tavsif ederek nitelemiştir: a) Bu, bir hayasızlıktır. Cenâb-ı Hak bu nikâhı bir "hayasızlık" diye vasfetmiştir, zira biz babanın hanımının anne demek olduğunu beyân etmiştik. Binâenaleyh, onunla cima yapmak en büyük hayasızlık olmuş olur. b) Bunun, Allah'ın hışmına bir sebep olmasıdır. Bu ise, sahibinin irtikâb etmiş olduğu çirkin bir fiil sebebiyle meydana gelen bir ilgisizliğe ve aldırışsızlığa mukabil yapılan bir buğzdan ibarettir. Kul hakkındaki bu buğzun Allah'tan olması, o kulun son derece rezîl rüsvay edildiğine, hüsrana uğratıldığına delâlet eder. c) Hak teâlâ'nın, "Ve, ne kötü bir yoldur!" ifadesidir. Leys, şöyle demektedir: fiili, lâzım bir fiil olup, faili ise, gizli zamirdir. (......) kelimesi ise, failin bir tefsiri ve temyizi olmak üzere mansubtur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar ne güzel arkadaştırlar!" (Nisa, 69) buyurmuştur. Bil ki "kubh" (çirkinlik)un mertebeleri üçtür: 1- Aklen kabîh olan, 2- Şer'an kabîh olan, 3- Örf cihetiyle kabîh olan.. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphe yok ki o, bir hayasızlıktır" buyruğu, bu nikâh türünün aklen kabîh, O'nun "(Allah'ın) hışmına (birsebep)" ifâdesi, bunun şer'an kabîh ve Onun "Ne kötü bir yoldur!" buyruğu da bunun örf ve adetçe kabîh olduğuna işarettir. Bir şey hakkında her ne zaman bütün bu nitelikler bir araya gelirse, muhakkak ki o şey kabîhliğin son haddine varmış demektir. Allah en iyi bilendir. Kadınlarla İlgili Altıncı Hüküm 23"Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, birader kızları, kız kardeşin kızları, sizi emziren (süt) analarınız, süt kız kardeşleriniz, karılarınızın anaları, kendileriyle (zifafa) girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız (la evlenmeniz) size haram edildi. Eğer onlarla (üvey kızlarınızın analarıyla) zifafa girmemişseniz, (onlarla evlenmenizde) size bir günah yoktur. Yine, kendi sulbünüzden olan oğullarınızın kanlarıyla (evlenmeniz) ve iki kız kardeşi birlikte almanız da (aynı şekilde haram edildi). Ancak, daha önce geçen geçmiştir. Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir". Nikâh Kıyılması Haram Olan Ondört Sınıf İnsan Bil ki Allahü Teâlâ ondört sınıf kadının haram olduğunu, bu âyet-i kerimeyle beyân etmiştir: Bunlardan yedisi neseb cihetinden haram olup şunlardır: Anneler, kızlar, kız kardeşler, halalar, teyzeler, erkek kardeşin kızları ve kız kardeşin kızları.. Diğer yedisi ise, neseb cihetinden değildir. Bunlar süt anneler, süt kız kardeşler, karıların anaları, zifafa girmiş oldukları karılarının başka kocadan olan kızları, oğulların ve babaların hanımları -Ancak ne var ki, oğulların hanımlarının haram oluşu burada, babaların hanımlarının haram oluşu bir önceki âyette zikredilmiştir- ve iki kız kardeşi aynı anda nikâhı altında bulundurmak.. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Kerhî, bu âyetin mücmel olduğu kanaatine vararak şöyle demektedir: "Bu âyette, haram kılma işi annelere, kızlara.. nisbet edilmiştir. Hararnlığın zâtlara nisbet edilmesisızdır. Bunun ancak fiillere nisbet edilmesi mümkündür.Bu fiil ise, zikredilmemiştir. Binâenaleyh bu haramlığın anneler, kızlar., hakkında düşünülemeyen bazı fiillere nisbet edilmesi, bazılarına nisbet edilmemesinden evlâ değildir. Binâenaleyh âyet işte bu bakımdan mücmeldir." Kerhî'nin bu görüşüne şu iki bakımdan cevap verebiliriz: a) Hak teâlâ'nın "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin" (Nisa.22 ifâdesinin daha önce zikredilmiş olması, O'nun "Size analarınız... haram kilindi (Nisa. 23) ifâdesinden kastedilenin, onların nikâhlarının haram kılınmış olduğuna delâlet eder. b) Bundan muradın, onları nikahlamanın haram olduğu, Hazret-i Muhammed'in getirmiş olduğu dinden zarurî olarak bilinen bir husustur. Bu hususta temel kaide şudur: Haramlık ve helâllik, zâtlara nisbet edildiklerinde bundan örfte onlardan matlub olan fiillerin haramtığı kastedilir. Buna göre meselâ. "Size leş ve kan haram kılındı.." (Maide, 3) denildiğinde herkes bundan muradın onları yemenin haram kılınmış olduğunu anlar. Yine, "Analarına, kızlarınız., size haram kılındı" denildiğinde de, herkes bundan murad onlarla evlenmenin haram olduğudur. (Zira örfe göre o hayvanların etlerini yemek, kadınları ise nikahlamak fiilleri sözkonusudur.) Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Müslüman bir kimsenin kanı, ancak üç sebepten biri için helâl olur" Buhârî, Diyât, 6; Müslim, Kasâme. 25, 26 (3/1302). buyurunca, herkes bundan müslüman bir kimsenin kanım akıtmanın haram olduğunu anlar. Bu şeyler zarurî olarak bilinen birer husus olunca. bu hususta birtakım şüpheler izhâr etmek, bedihî olan şeyleri ta'n etme yerine geçer ve böylece bu sofistliğe benzer bir hâl olur. Bu sebeple de son derece yanlış ve bozuk bir durum ortaya çıkar. Allah en iyi bilendir. Evet, bana göre bu hususta daha başka bazı yönlerden de işi ele almak gerekir 1- Hak teâlâ'nın, buyruğu faili zikredilmeyen (meçhul) bir fiildir. Binâenaleyh burada, bu nikâhı haram kılanın Allah olduğu hususunda açık bir izah bulunmamaktadır. Bu belli olmayınca, âyet başka bir şey ifâde etmez. Bu, ancak icmâ ile bilinebilir. Binâenaleyh bu âyet tek başına herhangi bir hüküm ifâde etmeyip, bununla beraber bunun böyle olduğu hususunda icmâ edilmiş olması gerekir. 2- Hak teâlâ'nın "Size... haram kılındı" buyruğu, bu haramlığın ebedi olduğu hususunda bir nass değildir. Zira, âyette bahsedilen bu miktar haramlığın, hem ebedî haramlığa hem d.e geçici olarak haramlığa taksim edilmesi mümkündür. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki bazan, "Anneleriniz, kızlarınız... size sadece falan vakte kadar haram kılınmıştır"; bazan da "Anneleriniz, kızlarınız., size ebedî olarak haram kılınmıştır" demiş olur. Âyette zikredilen miktar haramlık bu İki kısma taksim edilmeye elverişli olunca, bu miktar bu haramlığın ebedî olduğu hususunda bir nass olmaz. Binâenaleyh, ebedî haram kılınış, âyetin zahirinden değil, aksine ayrı bir delilden elde edilmiş ve anlaşılmış olur. 3-Hak teâlâ'nın, "Analarınız... size haram edildi" buyruğu şifahî bir hitaptır. Binâenaleyh bu, orada bulunan kimselere tahsis edilmiş olur. Böylece bu haram kılınışın herkes hakkında olması, ancak ayrı bir delilden anlaşılabilir. 4- Cenâb-ı Hakk'ın, bu haram kılınışın, geçmiş zamanda olduğunu haber veren bir ifâdedir. Binâenaleyh bu ifâdenin zahiri, şimdiki ve gelecek zamanlan içine almaz. Bu da, ancak ayrı bir delil ile bilinebilir. 5- Hak teâlâ'nın, buyruğunun zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın, herkese bütün anne ve kızları haram kılmış olmasını gerektirir. Halbuki, bunun böyle olmadığı malumdur. Bilâkis bundan maksad, Allahü teâlâ'nın "cem'i cem' ile mukabele etmesi"dir. Binâenaleyh bu da, ferdin ferd ile mukabele edilmesini gerektirir. İşte bu da Allahü teâlâ'nın, herkese kendi annesiyle kendi kızını haram kılmış olmasını iktizâ eder. Bu açıklamada da, âyetin zahirinden bir nevi ayrılma söz konusudur. 6- Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun zahiri, bu haramlıktan önce bir helâlliğin bulunmasını gerektirir. Çünkü, eğer bu devamlı olarak haram diye vasfedilmiş olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın "haram kılındı" ifâdesi, zâten haram olan bir şeyi haram kılmış olurdu. Böylece bu, mevcut olan bir şeyi icâd etme olurdu ki, bu da imkânsızdır..Binâenaleyh, Hak teâlâ'nın "haram kılındı" ifâdesinden maksadın, bu haramlığı yeniden haram kılma olmadığı kesinleşmiş olur; böylece zikredilmiş olan müşkil ortaya çıkmaz.. Bilakis bu ifâdeden maksat, bu haram kılmanın meydana geldiğini bildirmektir. İşte bütün bu yaptığımız izahlar ile, âyetin zahirinin tek başına, gayenin elde edilmesi hususunda yeterli olmadığı ortaya çıkmış olur. Allah en iyisini bilendir. Ana ve Kızla Evlenmenin Mahzuru Bil ki, annelerin ve kızların haram oluşu, Hazret-i Adem devrinden bu zamana kadar var olan bir şeydir. İlâhi dinlerin hiçbirinde, bunlarla evlenmenin helâl olduğu hükmü bulunmamaktadır. Sadece, Mecusîlerin peygamberi olan Zerdüşt, bunların nikâhının helâl olduğuna hükmetmiştir. Ancak ne var ki müslümanların ekserisi, onun yalancı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Kız kardeşlerle evlenmeye gelince; bunun Hazret-i Adem zamanında mubah olduğu nakledilmiştir. Allahü teâlâ, zaruret sebebiyle bu evliliği mubah kılmıştı. Bazı âlimlerin bunu kabul etmeyerek şöyle dediklerini de biliyorum: "Allahü teâlâ, Hazret-i Adem'in oğulları evlensinler diye cennetten huriler gönderiyordu." Bu görüş akıldan uzaktır. Çünkü Hazret-i Adem'in oğullarının hanımları ile kızlarının kocaları cennetliklerden olursa, bu durumda bu nesil sadece Hazret-i Adem'in çocuklarının nesli olmaz. Halbuki bu, icmâ ile bâtıldır. Âlimler, bu haram otusun sebebini şu şekilde açıklamışlardır: Cinsî münasebette bulunmak kadını zelil kılıp, onu hakîr bur duruma düşürmektir. Çünkü insan, bunu söylemekten bile haya öder. Bu işi ancak, hiç kimsenin bulunmadığı uygun yerlerde yapar. Sövmenin pekçok çeşidi de ancak, bu fiili ifâde eden kelimelerin söylenmesiyle olur. Durum böyle olunca, annelerin bundan korunması gerekir. Çünkü annenin çocuğuna olan lütuf ve in'âmı, in'âm ve ihsan çeşitlerinin en büyüğüdür. Binâenaleyh annenin, bu tür bir zelil kılmadan korunmuş ve mâsun olması gerekir. Kız da, insanın bir parçası ve kısmı mesabesindedir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Fatıma, benden bir parçadır" Buhâri, Fezâllü's-Sahâbe, 12, 16; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 93, 94 (4/1902-1903). buyurmuştur. Binaenaleyh, onun da böyle bir zelîl kılmadan korunmuş olması gerekir. Çünkü, insanın kendi kızıyla cinsî münasebette bulunması da onu zelîl, hor-hakîr kılması yerine geçer. Geriye kalanlar hakkındaki hüküm de böyledir. Allah en iyi bilendir. Biz şimdi konunun tafsilatına geçiyor ve şöyle diyoruz: Haram Kılınanların Nevileri 1- Anneler Haram kılınanların birinci nev'i annelerdir. Bu hususta birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Vahidî (r.h) şöyle demektedir: (anneler) kelimesi, (......) kelimesinin çoğuludur. Bu kelime ise aslında (......) şeklindedir. Bu şekilde müfredinde bulunan hâ harfi düşürülmüştür. Nitekim şair: "Annem Handef, babam da İlyas'tır" demiştir. Bu kelime bazan, hâ harfi olmaksızın şeklinde cem' edilir. Bu kelime genel olarak, insanların dışındaki canlılar hakkında kullanılır. Nitekim (çoban) Ra'î şöyle demiştir: ve Muharrik kabilelerinin en asil dişi develeri, o yavruların analarıdır." (Veya, "O yavruların anaları, Münzir ve Muharrik kabilelerinin en asil dişi develeridir); onları dötleyen erkek develer ise, erkek ve damızlık develerin en kuvvetli olanlarıdır." İkinci Mesele İster kadın ister erkek vasıtalarla, gerek baban gerek anan tarafından -bir veya daha fazla batınla- doğurmak suretiyle nesebinin ulaştığı her kadın senin annendir. Sonra burada incelenecek bir husus bulunmaktadır ki, o da şudur: Ümm lâfzı, muhakkak ki aslî anneyi ifâde etme bakımından hakikattir. Ama bu kelime, nineleri ifâde etme hususunda ya hakikat olur veya mecaz olur. Eğer bu lâfız, aslî anneler ile nineler hakkında hakikat olursa, bu durumda bu lâfız, ya ilk vaz'olunduğu anda her ikisine mutabık olan bir lâfız olmuş olur veya müşterek olur. Eğer bu lâfız her ikisine de uygun bir lâfız olursa, -ki ben bununla ümm lâfzının, aslî anne ile diğer nineler arasında müşterek olan bir nokta mukabilinde vaz' edilmiş olduğunu kastediyorum, bu takdirde Cenâb-ı Hakk'ın, "Analarınız.. size haram kılındı" buyruğu, aslî anne ile, bütün ninelerin haram kılınması hususunda bir nass olur. Ama, ümm lâfzı aslî anne ile nineler hakkında müşterek olursa bu, iki şey arasında müşterek olan lâfzın, o ikisi hakkında aynı anda kullanılıp kullanılamıyacağı meselesine dayanır. Buna göre, bunu uygun gören kimse, burada bu lâfzı her iki manaya da hamleder. Bu durumda da, ninelerin nikâhının haram kılınışı nassa, âyete dayanmış olur. Bunun caiz olmadığını söyleyenlerin ise, bunu izah hususunda şu iki izah şekli bulunmaktadır: a) Şüphe yok ki ümm lafzıyla burada, aslî anneler kastedilmiştir. Binaenaleyh, aslî annelerin nikâhının haram oluşu, işte bu vecihten, bu âyetten anlaşılmış olur. Ama ninelerin nikâhının haram oluşu ise, bu husus bu âyetten anlaşılmayıp, aksine icmâ'dan elde edilmiştir. b) Allahü teâlâ bu âyeti, her seferinde bir başka manayı kastederek, iki defa irad etmiştir. Ama biz ümm lâfzının aslî anneyi ifâde etmede hakikat, nineleri ifâde etmede ise mecaz olduğunu söylersek, bu durumda tek bir lafzın aynı anda hem hakiki hem de mecazi manada kullanılamıyacağı sabit olur. O zaman da ümm lâfzının, aslî anne ile nineleri ifâdede hakikat olması halinde zikretmiş olduğumuz o iki izah şekli tekrar ortaya çıkar. Üçüncü Mesele Şafiî (r.h) şöyle demiştir: "Bir kimse annesiyle evlenip, onunla cinsî münasebette bulunduğunda, bu kimseye zina cezası tatbik edilir." Ebu Hanife (r.h) ise, "Gerekmez.." demiştir. Şafiî'nin delili şudur: "Burada bir nikâhın bulunup bulunmaması aynıdır.Binaenaleyh, bu cinsî münasebet sırf zina olur. Böylece de bu kimseye Hak teâlâ'nın "Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun" (Nur, 2) âyetinden dolayı zina cezasının uygulanması gerekir. Biz, bu nikâhın olmasının veya olmamasının bir farkı olmadığını söyledik. Zira Allahü teâlâ, "Analarınız., size harar kılındı" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın bu âyetten maksadının, anneler ile nikâhın haram kılınmış olduğu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiği dinden zarurî olarak anlaşılan bir husustur. Bu sabit olunca biz deriz ki: Mevcut olan, ancak "îcab" ve "kabul" sîgalandır. Binâenaleyh eğer bu nikah akdi meydana gelmiş olursa, bu durumda bunun ya hakîkaten meydana gelmiş olduğu veya şeriatın hükmüne göre meydana gelmiş olduğu söylenebilir. Birincisi batıldır. Çünkü "îcab" ve "kabul sığaları, birer sözdürler. Söz ise, devam etmeyen bir arazdır. Kabul ancak icabtar sonra bulunur. Halbuki mevcut (bulunan) ile ma'dûm (olmayan) arasında bir akdir bulunması imkansızdır. İkincisi de batıldır. Çünkü şeriat, bu âyette bu akdin kesir olarak bâtıl olduğunu beyân etmiştir. Bu akdin, şeriata göre kesin olarak bâtıl olması ile birlikte, daha nasıl bunun şer'ân meydana geldiğini söylemek mümkün olur? İşte böylece bu akdin bulunup bulunmamasının farksız olduğu sabit olmuş olur. Bu sabit olunca, diğer teferruat ve açıklamalar, geçen şekilde olur. 2- Kızlar Haram kılınanların ikinci nevi kızlardır. Bu hususta da iki mesele vardır: Kişinin Kızı İle Evlenmesinin Haramlığı Erkekler veya kadınlar yoluyla, bir veya birkaç derece. doğum sebebi ile nesebi sana ulaşan her dişi senin kızındır. Oğulun kızı, kızın kızı, hakîkî olarak mı, mecazî olarak mı onun kızı sayılır? Bu husustaki söz, anneler için söylediğimiz sözün aynısıdır. İkinci Mesele Şafiî (r.h) zina yoluyla doğan kız çocuğun, zina eden erkeğe haram olmayacağını söylerken, İmam Ebu Hanife, bunun haram olduğunu söylemiştir. Şafiî'nin delili şudur: Bu kız, onun kızı sayılmaz. Binâenaleyh bunun haram kılınmaması gerekir. Biz, şu sebeplerden ötürü bu kızın, onun kızı sayılamayacağına hükmettik: a) Ebu Hanife, bu kızın ya hakîkî manada onun kızı olduğunu söylemiş olması gerekir ki bu, o kızın o erkeğin menisinden (tohumundan) meydana gelmiş olmasıdır. veyahut da şeriatın bu nesebin sabit olduğuna hükmetmesine dayandırarak bunu söylemiş olması gerekir. Birincisi, Ebû Hanife'nin mezhebine göre hem "tarc" cihetinden, hem de "aks" cihetinden bâtıldır. Tard cihetinden bâtıl oluşu şöyledir; Bir kimse, bakire bir câriye satın alıp onunla münasebette bulunup, onu evinde tutarken, câriye bir çocuk doğursa, bu çocuğun o adamın menisinden olmuş olacağı malumdur. Fakat Ebu Hanife der ki: "Bu çocuğun nesebi ondan sabit olmaz, meğer ki kendisi onu ilhak edip nesebine katsın." Eğer sebep, o çocuğun adamın menisinden meydana gelmiş olması ise, bu sebep nesebin sabit olması hususunda o adamın "Bu, bendendir" deyip dememesine dayanmaz. Bunun "aks" yönünden bâtıl oluşu ise şöyledir: "Doğudan bir adam, batıdan bir kadınla evlenseler ve bir çocuk olsa, bu durumda Ebu Hanife, o çocuğun o adamın suyundan yaratılmış olmadığını kesin bildiği halde, çocuğun o adamın nesebinden olduğunu kabul eder. Böylece Ebu Hanife'nin görüşüne göre, bir çocuğun bir adamın menisinden yaratılmış olmasının, nesebin tesbitine bir sebep kılınmasının hem "tard", hem de "aks" yönünden bâtıl olduğu sabit olur. Fakat biz nesebin, ancak şeriatın hükmüne göre sabit olacağını söylersek, bu durumda bütün müslümanlar, zinadan doğan çocuğun bir nesebi olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Eğer bu çocuk, zina eden kimseye nisbet edilir (onun nesebinden sayılır) ise, kâdı'nın bu nisbet edişe mâni olması gerekir, Böylece o çocuğun nesebinin, zina eden erkeğe ne hakîkî manada ne de şer'î hükme binâen nisbet edilmesinin mümkün olmadığı sabit olmuş olur. b)Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Çocuk, (doğduğu) yatağa aittir. Zina edenin ise hiçbir hakkı yoktur, (Neseb iddia edemez) " Müslim, Rıdâ, 36 (2/1080). hadis-i şerifi delil getirilir. Binâenaleyh "Çocuk (doğduğu) yatağa aittir" ifâdesi, nesebin çocuğun doğduğu yatağa hasredilmesini gerektirir. c) Eğer o veled-i zina, onun kızı sayılsaydı miras alırdı. Çünkü Hak teâlâ, "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" (Nisa, 11) buyurmuştur. Ayrıca "icbar hakkı" doğardı. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kızlarınızı denkleriyîe evlendiriniz" Keşfu'l-Hafâ, 1/442; Câmius-Sağir. 2/28. buyurmuştur. Yine bu adam üzerine, o kızın nafakası ve büyütülmesi vacip olurdu. Yine o kız ile başbaşa kalabilmesi gerekirdi. Bunlardan hiç biri söz konusu olmadığına göre biz bunun, o adamın kızı sayılmayacağını anlamış oluruz. Bunun, o adamın kızı olmadığı sabit olunca, onun o kızla evlenmesinin helâl olması gerekir. Çünkü onunla evlenememesi, ya onun kendi kızı sayılması, veyahut de zinanın hurmet-i müsaharayı (evlilikten doğan haramlığı) gerektirmiş olması sebebiyledir. Bu hasr (sınırlama), icmâ ile sabittir. Onun, o adamın kızı sayılması, zikrettiğimiz yönlerden dolayı bâtıldır. Zina sebebiyle meydana gelen hurmet-i musâhara da bâtıldır, nitekim bunun izahı daha önce geçmişti. Binâenaleyh o kızın, zina eden o adama haram olmaması sabit olmuş olur. Allah en iyi bilendir. 3- Kız Kardeşler Kız Kardeşle Evlenmenin Haramlığı Haram kılınanların üçüncü nev'i de, kız kardeşlerdir. Buna, ana-baba bir kız kardeşler, baba bir kız kardeşler ve ana bir kız kardeşler girmektedir. 4-5- Halalar ve Teyzeler Haram kılınanların dördüncü ve beşinci nev'ileri ise, halalar ve teyzelerdir. Vahidi (r.h) şöyle demiştir: "Senin nesebinin, kendisine varıp dayandığı her erkeğin kız kardeşi senin halandır. Bazan hala, anne cihetinden de olur ki bu, annenin babasın -kız kardeşidir. Senin nesebinin doğum yoluyla kendisine vardığı her dişinin kız kardeşi de senin teyzendir. Bazan teyze, baba cihetinden de olur ki bu, babanın annesinin kız kardeşidir. 6-7- Yeğenler Yeğenlerle Evlenmenin Haramlığı Haram kılınanların altıncı ve yedinci nev'ileri, erkek kardeş ile kız kardeşin kızlarıdır (yeğenlerdir). Erkek ve kız kardeşlerin kızları ile ilgili hüküm, insanın kendi sulbünden gelen (öz) kızları hakkındaki hüküm gibidir. İşte bu yedi kısım, neseb ve rahimler bakımından, âyetle haram kılınmışlardır Müfessirler şöyle derler: "Allah'ın, neseb ve rahim (sülb) bakımından nikahını haram kıldığı her kadının haramlığı ebedî olup, hiçbir şekilde helâl olmaz. Nikahları helal olup da, sonra ârizî bir sebeple haram olan kadınlar, âyetin devamında zikredilenlerdir 8-9- Süt Ana ve Süt Kız Kardeş Süt Emmeden Dolayı Olan Mahremiyet Haram kılınanların sekizinci ve dokuzuncu nevileri, Hak teâlâ'nın "Sizi emziren (süt) analarınız ve süt kız kardeşleriniz..." âyeti ile ifâde ettikleridir. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Vahidî (r.h) şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak, süt analarını da. nikahları haram olduğu için "analar" diye adlandırmıştır Nitekim O, yine aynı haramlıktan dolayı, "(Peygamberin) hanımları da, mü'minlerin analarıdır" (Ahzab. 6) âyetinde, ezvâc-ı tâhiratı "mü'minlerin anneleri" diye tavsif etmiştir." İkinci Mesele Allahü teâlâ, bu âyette süt analarının ve süt kız kardeşlerinin nikah lan masının haram olduğunu açıkça belirtmiştir. Fakat bu haramlık sırf bunlara has değildir. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Neseb bakımından haram olanlar, süt cihetinden de haram olurlar" Buhârî, Nikâh. 20, 27; Müslim, Radâ', 1, 2 (271068). buyurmuştur. Biz bu âyetlerin delaletiyle durumun böyle olduğunu biliyoruz. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak emzireni anne, emeni de kız kardeş diye adlandırmıştır. Böylece Cenâb-ı Hak bununla, kendisinin süt emmeyi de "neseb" yerine koyduğuna dikkat çekmiştir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak, neseb sebebiyle yedi kimsenin nikahlanmasını haram kılmıştır. Bunlardan ikisi, doğum sebebiyle haram kılınanlardır ki anneler ile kızlardır. Bunlardan beşi de kardeşlik münasebetiyle haram kılınanlardır ki kız kardeşler, halalar, teyzeler, erkek kardeşin kızları ve kız kardeşin kızlarıdır. Sonra Cenâb-ı Hak, süt emzirmenin durumunu izaha başlayınca, geri kalanlara dikkat çekmek için, bu iki kısımdan tek bir şekil zikretmiştir. Böylece, doğum sebebiyle meydana gelen akrabalıktan anneleri (süt anneleri); kardeşlik yoluyla meydana gelen akrabalık kısmından da kardeşleri (süt kız kardeşleri) zikretmiş oldu. Böylece de O, şu iki kısımdan iki misali zikrederek, süt emmenin durumunun "neseb"deki durum gibi olduğuna tenbihte bulunmuştur. Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk'ın bu beyânını, "Neseb bakımından haram olanlar, süt cihetinden de haram olurlar" Buhâri, Nikah, 20, 27; Müslim, Radâ', 1, 2 (2/1068). sözüyle te'kîd etmiştir. İşte böylece hadisin sarîh ifâdesinin, âyetin mefhumuna mutabık ve uygun olduğu anlaşılır ki, bu da çok ince bir açıklamadır. Süt Emme Sebebiyle Haram Olanlar "İnsanın süt anası, onu emziren kadındır. Aynı şekilde bu süt emzirene, ister neseb cihetinden olsun, ister süt emme cihetinden olsun, "anne" olarak nisbet edilen her kadın da yine o insanın süt anası sayılır." Babanın durumu da anne gibidir. Sen, annenin ve babanın durumunu anladığın zaman, aynı yolla kızla ilgili durumu da anlarsın. Süt kız kardeşlere gelince, bunlar üç çeşittir: Birincisi, ana-baba bir süt kız kardeşindir. Bu, senin babanın nikahında iken, ister seninle birlikte, isterse senden önce veya sonraki kardeşinle emzirmiş olsun, annenin emzirmiş olduğu yabancı küçük çocuktur. İkincisi, baba bir süt kızkardeşindir. Bu da, senin babanın nikahında iken, babanın (annen olmayan) hanımının emzirmiş olduğu kız kardeştir. Üçüncüsü, ana bir kız kardeşindir. Bu ise, başka bir adamın nikahında iken, annenin emzirmiş olduğu kız kardeştir. Bunu iyice kavradığında, süt teyzelerini, süt halalarını, süt kızkardeşinin kızlarını ve süt kardeşlerinin kızlarını tanıman kolaylaşır. Dördüncü Mesele Şafiî (r.h) şöyle demektedir: "Süt (Redâ'a) sebebi ile nikahin haramlığı, emmenin beş defa olması şadına bağlıdır. Ebu Hanife (r.h) ise, bu haramlığın meydana gelmesi için tek bir emmenin yeterli olduğunu söylemiştir. Bu mesele, Bakara sûresinde (233. âyette) geçmişti. Ebu Bekr er-Râzî el-Cessâs, bu âyeti delil getirerek şöyle demektedir: "Allahü teâlâ, süt anneliği ve süt kızkardeşliğini, emme (redâ'a) işine bağlamıştır. Bu fiil meydana geldiğinde, süt ile ilgili hükmün terettüb etmesi gerekir." Cessâs, daha sonra, Hak teâlâ'nın "Sizi emziren (süt) analarınız., "buyruğu, "sizeveren vesizi giydiren, analarınız" sözü gibidir. İşte bu, süt annelik ve süt kızkardeşlik sıfatının, süt emme fiilinden önce olmasını gerektirir. Aksine Cenâb-ı Hak, şayet "sizi emziren kadınlar sizin annelerinizdir" buyurmuş olsaydı senin maksadın hasıl olmuş olurdu?" diyerek kendi kendine sorar ve yine kendisi şöyle cevap verir: "Redâ'a (süt emzirme), o kadına "annelik" ismini kazandıran şeydir. Binaenaleyh bu isim, süt emmenin bulunmasına dayanınca, hüküm de ona dayanır. "Sizi giydiren, analarınızdır" sözü ise böyle değildir. Çünkü "annelik" ismi, giydirme ile elde edilemez." Cessâs sözüne devamla, "Âyetten bunun anlaşıldığına, rivayet edilen şu husus da delâlet eder: "Bir adam İbn Ömer (radıyallahü anh)'e gelerek, İbn Zübeyr bir defa ve iki defa emmenin bir mahzuru olmadığını söyledi", der. Bunun üzerine İbn Ömer (radıyallahü anh), "Allah'ın hükmü, İbn Zübeyr'ın hükmünden daha hayırlıdır. Çünkü Allah, "Süt kız kardeşleriniz.." buyurmuştur" demiştir. İbn Ömer, "âyetin zahirinden az bir emme ile de bu haramlığın meydana geleceğini anlamıştır" demiştir. Bil ki bu cevap son derece bozuktur. Onun, "Annelik ismi, süt emme (emzirme)'den dolayı meydana gelmiştir" görüşüne gelince, biz deriz ki: Münakaşa konusu zaten budur. Çünkü bana göre. süt annesi olma işi, ancak beş kere emme ile gerçekleşir. Sana göre ise bu, sırf emme ile olur. Sen, bu kaideni isbat için bu âyete tutundun. Sen bu âyeti, o kaidene delil olarak getirdiğinde, delili medlul (delâlet ettiği şeyle) isbat etmiş olursun ki bu devr-i fasittir ve geçersizdir. İbn Ömer'in, sırf bir emme ile süt haramlığının meydana geleceğini âyetten anlamış olması, İbn Zübeyr'in anladığı mana ile çelişir. Halbuki bunların ikisi de fakîh sahabelerden ve Arapçayı iyi bilenlerdendir. O halde daha nasıl, onlardan birisinin anlayışı delil kabul ediliyor, diğerininki ise hasmının görüşüne delil kabul edilmiyor. Kalbleri kör eden şu taassub olmasaydı, bu cevabın zayıflığı kapalı kalmazdı. Sonra Cessâs, mezhebini isbat için, hadislere ve kıyasa da tutunmuştur. Ahkamu'l-Kur'ân (Kur'ân'ın Hükümleri) konusunda konuşan kimselerin, ancak âyetten çıkardığı şeyleri zikretmesi gerekir. Bunun dışındaki delillerin yeri ise ancak fıkıh kitaplarıdır. 10- Kayınvalideler Kayınvalidelerle Evlenmenin Haramlığı Haram kılınanların onuncu nev'î, “Karılarınızın anaları... 'âyeti ile ifâde edilenlerdir. Bu âyetle ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele Bu ifâdeye, benzerini neseb anneliği hususunda zikrettiğimiz gibi, hanımların öz anneleri ile birlikte, annesi ve babası cihetinden olan bütün büyük anneleri (nineleri) de girer. İkinci Mesele Sahabe ve Tabiînden ekserisinin görüşü şudur: "Bir kadıla evlenen bir kimseye, evlendiği kadınla ister zifafa girsin ister girmesin, o kadının annesi haram olur." Sahabeden bir topluluk da şunu belirtmiştir: Üvey kızın annesi, üvey kız ile cinsî münasebette bulunulduğunda o kimseye nasıl haram oluyorsa, kızıyla cinsî münasebette bulunulduğunda o kızın annesi de o kimseye haram olur. Bu Hazret-i Ali, Zeyd, İbn Ömer, İbnu'z-Zübeyr ve Câbir'in görüşü olup, İbn Abbas'tan rivayet edilen görüşlerin de en açık ve belirgin olanıdır. Bunların delilleri şudur: Allahü teâlâ önce iki hüküm zikretmiştir ki bu, O'nun "kankınnızm anaları ve himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız.. " ifâdeleridir. Daha sonra bir şart ileri sürmüştür ki, o da O'nun, "Kendileriyle (zifafa)girdiğiniz karınızdan olup.." ifadesidir. Binaenaleyh bu şartın her iki hükümde de muteber bir şart olması gerekir. Birincilerin delili ise şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, "Kanlarınızın anaları" sözü, başlı başına müstakil bir cümledir. Bu şartın onunla ilgili olduğuna bir delil yoktur. Binâenaleyh bu hükmün, umumîliği üzerine bırakılması gerekir. Biz, şu sebeplerden dolayı bu şartın onunla ilgili olmadığını söyledik: a) Şartın, mutlaka kendinden önce geçen bir şeye talîk edilmesi, bağlanması gerekir. Binâenaleyh bu şartı iki cümlenin birisine bağlayıp talîk ettik mi, onu diğer cümleye de talîk etmeye gerek kalmaz. Binâenaleyh, o şartı diğer cümleye talîk etmek, delil bulunmaksızın zahiri terketmek olur ki, bu caiz değildir. b) Bu cümlenin umumîliği malumdur, Şartın onunla ilgili olması ise, ihtimâl dahilindedir. Zira, şartın sadece son cümleye tahsis edilmiş olması caiz olduğu gibi, aynı şekilde her iki cümleye birden ait olması da caizdir. Bu şartın iki cümleye birden ait olduğuna hükmetmek şüpheli bir tahsis ediciden dolayı, umumî olan bir ifâdenin zahirini terketmek olur ki, bu da caiz değildir. c) Bu şartın ilk cümleye ait olması halinde, ya o cümleye hasredilmiş olur veyahut da hem ona, hem de ikinci cümleye talîk edilmiş olur. Birinci ihtimal geçersizdir, çünkü bu takdirde mutlak olarak üvey kızların haram olduğuna hükmetmek gerekir ki, bu ise icmâ ile bâtıldır. İkinci ihtimal de geçersizdir, çünkü bu takdirde de âyetin nazmı. "Hanımlarınızın, yani kendileriyle zifafa girdiğiniz kadınlarınızın anneleri..." şeklinde olur. Bu durumda sözündeki harf-i cerriyle beyâniyye manası murad edilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ve, kendileriyle (zifafa) girdiğiniz kanlarınızdan olup da himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız.." buyurmuş olur ki, bu durumda buradaki harf-i cem, "ibtidâ-ı gaye" için olmuş olur. Bu tıpkı, "Hazret-i Peygamber'in kızları. Hatice'dendir" denilmesi gibi olur. İşte bu durumda da müşterek bir İâfzı her iki manasında kullanmak gerekir ki, bu da caiz değildir. Buna şu şekilde cevap vermek mümkündür: "Âyetteki edatı, ittisal (birleşme) ifâde eder. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı "Münafik erkekler de, münafık kadınlar da birbirinin parçasıdırlar" (Tevbe, 67) buyruğu gibidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Benim oyun ve eğlence ile hiçbir ilgim yoktur. Oyun ve eğlencenin de benimle hiçbir ilgisi yoktur" Nihâye fî Garibi'l-Hadis, 2/109. buyurmuştur. Mutlak mânada ittisal ise, hem kadınlarda, hem de üvey kızlarda bulunmaktadır. d) Amr İbn Şuayb'ın, babasından, onun da dedesinden, dedesinin de Hazret-i Peygamber'den rivayet ettiğine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Bir adam bir kadınla evlendiğinde, o adamın, evlendiği karttım annesini, kızıyla zifafa girsin ya da girmesin, nikahlaması helâl olmaz. Ama bir adam bir kadının annesiyle evlenir de, onunla zifafa girmeden onu boşarsa, bu adam tsterse kadının kızıyla evlenebilir. Benzeri bir hadis: Tirmizî, Nikah, 26 (3/425-426). Muhammed İbn Cerîr et-Taberî, bu hadisin sıhhatine ta'n etmiştir. Abdullah İbn Mesüd Kûfe'de iken, kendisine dokunmadan önce kızını boşadığı zaman bu kimsenin, o kızın annesiyle evlenebileceğine dair fetva veriyordu. Derken, Medine'ye gitti ve Medine'deki ulemânın, kendisinin vermiş olduğu fetvanın aksi olan bir fetva üzerinde ittifak etmiş olduklarını gördü. Küfeye dönünce, evine girmeden, daha önce hakkında fetva vermiş olduğu adama gitti, kapısını çalarak ona, o kadını boşamasını söyledi. Katâde, Said İbnul-Müseyyeb'ten Zeyd İbn Sabitin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir adam, cinsî temastan önce hanımını boşar ve onun annesiyle evlenmek isterse, bu durumda bakılır: Eğer o adam hanımını cinsî temastan önce boşamışsa, o kadının annesiyle evlenir. Eğer o kadın ölmüşse, annesiyle evlenemez. Bil ki Zeyd ibn Sabit, haram olma hususunda ölümle boşama arasında fark görmüştür. Çünkü duhûlden önce boşamaya, duhûle dair şer'î hükümlerden hiçbiri taalluk etmez. Baksana, böylesi kadına iddet bile gerekmez. Ölüm ise, iddetin vacip olması meselesinde duhûl hükmünde olunca, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak bu ölümü, haram kılmanın bir sebebi kabul etmiştir. 11-Üvey Kızlar Himayenizdeki Üvey Kızlarınızın Haremliği Haram kılınanların onbirinci nevisi, Cenâb-ı Hakk'ın şu ifadesidir: "Kendileriyle (zifafa) girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız(la evlenmeniz) size haram edildi. Eğer onlarla (üvey kızlarınızın analanyla) zifafa girmemişseniz, (onlarla evlenmenizde) size bir günah yoktur" (Nisa, 23). Bu ifâde hakkında birkaç mesele vardır: Rebaib Kelimesinin İzahı (......) kelimesi, (......) kelimesinin çoğuludur. Bu kelime ise, bir kimsenin hanımının başkasından olan kızı anlamına gelip, kelime manası "terbiye edilmiş" demektir. Çünkü bu kızı terbiye eden o adamdır. Meselâ, "Falancayı terbiye ettim-onu terbiye ediyorum" tabiri ile tabiri aynı manadadır, (......) kelimesi de, (himaye, koruma) kelimesinin çoğuludur. Bu kelime iki şekilde kullanılmaktadır: İbnus-Sikkît bu kelimenin, fetha ve kesre ile olmak üzere, ve "Bir kimsenin himâyesi" şeklinde kullanıldığını söylemektedir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, tabirinden maksat, "Sizin terbiye ve himayenizde olan" demektir. Birisi bir kimsenin terbiye ve himayesinde olduğu zaman, "Falanca, falancanın terbiye ve himâyesindedir" denilir. Burada söz konusu olan istiarenin sebebi şudur: Bir çocuğu terbiye eden kimse, onu kucağına oturtur. Böylece bu kucağına oturma işi, bir bakıma onu terbiye etmeden ibaret olmuş olur. Nitekim Arapça'da, "Falanca, falancanın terbiye ve himâyesindendir" denilmektedir. Buradaki (......) kelimesinin aslı, "bağır, yan" anlamına gelmiş olan (......) kelimesine dayanmaktadır. Ebu Ubeyde, tabirinin anlamının, "evlerinizde.." şeklinde olduğunu söylemiştir. Evde Bulunmayan Üvey Kızla Evlenmenin Hükmü Malik İbn Evs İbn el-Hidsân, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Üvey kız kocanın himayesinde olmaz, başka bir beldede bulunur, sonra bu koca da, annesiyle cinsî temasta bulunduktan sonra ayrıhrsa. o adamın o üvey kızla evlenmesi caiz olur." Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin bu görüşüne şu şekilde delil getirdiği nakledilmiştir: "Cenâb-ı Hak, "Himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız..." buyurmuş, o kızın onun "rabîbe" (üvey kızı) olmasını, onun himayesinde olması şartına bağlamıştır. Binâenaleyh, mevzûbahs bu kız onun himaye ve terbiyesinde olmadığına göre, şart tahakkuk etmemiştir. Bu sebeple haramlılığın söz konusu olmaması gerekir." Bu, güzel bir istidlal şeklidir. Diğer âlimlere gelince, onlar da şöyle demektedirler: "Bir kimse bir kadınla cinsî münasebette bulunduğu zaman, ister o erkeğin himayesinde olsun isterse olmasın, o kadının kızı o erkeğe haram olur. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer onlarla (üvey kızların analanyla) zifafa girmemişseniz, (onlarla evlenmenizde) size bir günah yoktur" buyruğudur. O, bu ifâdede, günahın olmamasını, sadece duhûlün bulunmaması şartına bağlamıştır. Bu da, günahın olabilmesini gerektiren şeyin, sadece duhûl olduğu sonucunu verir. Birinci görüşün deliline şöyle cevap verilir: "Genel ve daha gâlib olan durum şudur: Bir adamın hanımının, başka kocadan olan kızı, genellikle o adamın himayesinde olur. İşte âyetteki ifâde de, bu şekilde umûmî bir mana ifâde etmektedir. Yoksa, âyetteki "himayelerinizde bulunan" kaydı, bu haramlığın meydana gelebilmesinin şartı değildir. Hurmet-i Musahere Ebu Bekr er-Razî el-Cessâs, zinanın "hurmet-i müsâhere"yi gerektirdiğini isbât etmek için, Cenâb-ı Hakk'ın "Kendileriyle (zifafa) girdiğiniz karınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız..." buyruğuyla istidlalde bulunarak şöyle demektedir: "Duhûl bihâ, -"O kadınla cinsî münasebette bulunmak"- mutlak anlamda cimâ'ya verilen bir addır. Bu cinsî münasebette bulunmanın nikâh yoluyla ya da zina vasıtasıyla olması farketmez. Böylece bu, annesi ile yapılan zinanın, bu zinayı yapana kızının nikahının haram olmasını gerektirdiğine delâlet etmiş olur. Bu istidlal son derece zayıftır. Zira bu âyet, şu iki delilden ötürü, nikahlı olan hanımlar hakkındadır: 1- Bu âyet, sadece adamın kendisiyle henüz cinsî temasta bulunmadığı hanımı hakkındadır. Halbuki onun zina ettiği kadın böyle değildir. Binaenaleyh, adamın zina ettiği kadının, âyetin hükmüne girmesi imkânsızdır. Birinci cümlemizi şu iki şekilde izah edebiliriz: a) Hak teâlâ'nın "Kendileriyle (zifafa) girdiğiniz kanlarınızdan..." buyruğu, onun adamın hanımlarından sayılmasının, kendisi ile cinsî münasebette bulunmasından önce olmasını gerektirir. b) Allahü teâlâ, onların hanımlarını, "kendileri ile zifafa girilmiş" ve "girilmemiş" diye ikiye ayırmıştır. Bunun delili, "Eğer onlarla zifafa girmemişseniz" âyetidir. Onların hanımları, bu iki kısma taksim edilince, kadının onun hanımlarından biri olmasının, onunla cinsî temasta bulunması ile alakalı olmadığını anlarız. Zina edilen kadının böyle olmamasının izahı ise şöyledir: İster kendisi ile zifafa girilmiş ister girilmemiş olsun kadın, nikah sebebi ile o adamın hanımlarından olmuş olur. Zinada ise, kendisi ile cinsî temasta bulunmadan önce o kadının, o erkeğin hanımlarından (kadınlarından) olmasını gerektiren herhangi birşey mevcut değildir. Binaenaleyh adamın zina ettiği kadının, âyetin hükmüne dâhil olmadığı ortaya çıkmaktadır. 2- Bir insan, "Falancanın kadınlarına..." diye vasiyyette bulunsa, o falancanın zina ettiği kadın, vasiyyete dâhil olmaz. Yine birisi, "Falancanın kadınları üzerine..." diye yemin etse, bu zâniye kadın sebebi ile ne yeminini sürdürmüş ne de yeminini bozmuş olur. Böylece bu istidlalin zaytf olduğu ortaya çıkmış olur. 12- Gelinler Gelinlerle Evlenmenin Haramlığt Haram kılınanlarınonikinci nev'i, Hak teâlâ'nın, "Yine kendi sulbünüzden olan oğullarınızın kanlarıyla..." âyeti ile ifâde ettiği kimselerdir. Bu hususta birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Şafiî (r.h), bir kimsenin oğlunun câriyesiyle evlenmesinin caiz olmayacağını söylerken, Ebu Hanife (r.h) bunun caiz olduğunu belirtmiştir. Şafiî bu hususta şöyle istidlal eder: "Oğulun cariyesi karısı sayılır. Oğulun karısı ise babaya haramdır." Birinci mukaddimeyi, "halîle" kelimesinin manasını izah ederek ortaya koyuyor ve şöyle diyoruz: "Halîle", fa'île veznindedir. Bu sebeple kelime ya ism-i fail ya da ism-i mef'ul manasındadır. Mef'ul manasına oluşunun şu iki izahı yapılır: a) Bu kelime, "mubah" manasına lâfzından alınmıştır. Buna göre "harfle", helal kılınmış, mubah manasınadır. Cariyenin böyle olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh cariyenin, oğulun nafilesi sayılması gerekir. b) Bu kelime, "hulul" lâfzından alınmıştır. Buna göre "halîfe", bir şeyin hulul etme (girme) mahalli manasına gelir. Şüphe yok ki câriye de, sahibinin kendisine hulul ettiği yerdir. Binâenaleyh câriye, o oğulun halîlesi olmuş olur. Bu kelimeyi ism-i fail manasına aldığımızda da şu iki izah yapılabilir: a) Her birinin diğerine aşırı ilgisinden dolayı, sanki bunlar (karı ile koca) bir elbiseye, bir çarşafa ve bir yere hulul etmişlerdir. Şüphe yok ki, câriye de böyledir. b) Karı ile kocadan herbiri, aralarındaki muhabbet ve ülfetin şiddetinden ötürü, adetâ diğerinin kalbine ve ruhuna hulul etmiş(girmiş)lerdir. Böylece bu zikrettiklerimizin tamamı ile, oğulun cariyesinin, onun nafilelerinden sayılması ortaya çıkar. İkinci mukaddimeye gelince bu da, oğulun hanımının, "Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın kanlan..." âyetinden dolayı, babaya haram olmasıdır. "Dilciler, "Bir kimsenin "halîlesi", onun hanımıdır" diyorlar" denilemez. Çünkü biz diyoruz ki, şu açık iştikaklara dair söylediğimiz dört izah ile, "halile" lâfzının cariyeyi de içine aldığnı beyân ettik. Sizin naklettiğiniz söze iltifat olunmaz. Hem nasıl iltifat olunsun ki bu olumsuz bir şehâdettir. Zira biz, "halile" lâfzının, adamın hanımını içine aldığını kabul ediyoruz. Fakat bunu, hem zevceyi hem de cariyeyi içine alan bir lafız kabul ediyoruz. Buna göre, "Bu ifâde cariyeye şamil değildir" diyenlerin görüşü, menfiliğe bir şehâdettir ki buna iltifat olunmaz. Evladın Sulbden Olup Evlatlık Kurumunun Bulunmayışı Hak teâlâ'nın "Kendi sulbünüzden olan" ifâdesi, evlat edinmeyi dışta bırakmak için getirilmiştir. İslâm'ın ilk yıllarında, evlatlık, oğul mesabesinde idi. Bir kimseye, kendi sulbünden olmadığı müddetçe, evlatlığının hanımı haram olmaz. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Zeyneb binti Cahş el-Esedî'yi nikahlamıştır. Bu da, Abudulmuttalib'in kızı Ümeyye'nin kızıdır. Zeyneb, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in halasının kızı idi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Zeyneb'i Zeyd İbn Harise (radıyallahü anh)'nin karısı olup onun onu boşamasından sonra nikahlayınca, müşrikler, "O, oğlunun karısı ile evlendi" demişlerdir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Evlatlıklarınızı da (öz) ogullarınız (gibi) tanımadı" (Ahzab. 4) âyetini indirdi ve "Tâ ki oğulluklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri zevcelerini (atmada), mü'minler üzerine günah olmasın" (Ahzab, 37) buyurdu. Üçüncü Mesele Hak teâlâ'nın, "Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın kanları..." ifâdesinin zahiri, süt oğullarının hanımlarını içine almaz. Fakat Cenâb-ı Hak, haram kılınanların sayıldığı âyetlerin sonunda, "Onların dışındakiler size helâl kılındı" (Nisa, 24) buyurunca, bu iki ifâdenin zahirinden, süt oğullarının hanımları ile evlenmenin helâl olduğu çıkar. Fakat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Neseb yönünden haram olanlar, süt emme (rada'a) yoluyla da haram olurlar" buyurmuştur. Binaenaleyh bu hadis, süt oğulların hanımları ile de evlenmenin haram olduğunu ifâde etmektedir. Zira, "Onların dışındakiler size helâl kılındı" (Nisa, 24) âyeti hem süt emme, hem de emmeme halini içine alır. Bundan dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Neseb yönünden haram olanlar, süt emme (rada'a) yoluyla da haram olurlar" ifâdesi, âyetten daha husûsî bir ifadedir. Böylece âlimler, âyetin umûmî manasını haber-i vâhid ile tahsis etmiş (sınırlandırmış)lardır. Allah en iyi bilendir. Dördüncü Mesele Âlimler, babanın hanımı ile evlenmenin haramlığı sırf nikah akdi ile olduğu gibi, oğulun hanımı ile evlenmenin de sırf nikah akdi ile olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu böyledir, zira âyetin umûmî ifâdesi, ister kendileriyle zifafa girilmiş olsun, ister olmasın, oğulun hanımlarını içine alır. Fakat "İbni Abbas'a, "Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın hanımları.." âyeti hakkında "Allahü teâlâ, bu hükmün, oğulun, kendisi ile cinsî münasebette bulunduğu hanımlarına has olup olmadığını beyân buyurmamıştır" diye sorulduğunda, o şöyle demiştir: Allah'ın müphem bıraktığı şeyi siz de müphem bırakın" şeklindeki rivayete gelince, İbn Abbas'ın söylediği müphemlikten maksadı, âyetin mücmel ve müteşabih olması değildir. Aksine bu müphemlikten maksadı, ebediyyen haram oluşu göstermesidir. Görmüyor musun ki İbn Abbas, neseb cihetinden haram olan yedi kısım kadın hakkında da, "Onlar da müphemlerdendir. Yani, "nikahları ebediyyen haram olan kadınlardandır" demiştir. İşte burada da böyledir. Allah en iyi bilendir. Torunlarla Evlenmenin Haramlığı Âlimler, bu âyetin, torunun hanımının da dedeye haram olmasını gerektirdiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da, toruna "O, dedenin sulbündendir" deneceğine delâlet eder. Bunda da, torunun doğum yoluyla dedeye nisbet edilmiş olduğuna bir delâlet vardır. 13- İki Kız Kardeşi Bir Nikah Altında Bulundurma İki Kız Kardeşle Aynı Anda Evli Bulunma Haram kılınanlardan onüçüncü nev'i, Hak teâlâ'nın, "Ve iki kız kardeşi birlikte almanız da (aynı şekilde haram edildi). Ancak daha önce geçen geçmiştir. Çünkü Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir" âyeti ile ifâde ettiğidir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Âyetteki, "İki kız kardeşi birlikte almanız' cümlesi ref' mahallindedir. Çünkü âyetin takdiri, "Size analarınız, kızlarınız... ve iki kız kardeşi birlikte almanız haram kılındı" şeklindedir. İki kız kardeşi birlikte almak, şu üç şekilde olabilir: a) Her ikisini birden nikahlamak. b) Cariye olarak, her ikisine birden sahip olmak. c) Birisine nikahlı olarak, diğerine cariye olarak sahip olmak. İkinci Mesele İki kız kardeşi aynı anda nikahlı olarak almak ise şu iki şekilde olabilir: 1- İkisine aynı anda nikah kıymak. Bu durumda hüküm şöyle olabilir: Ya cem' (ikisini birlikte) tutma, veya ta'yin (birini belirleme), yahut muhayyerlik (birini seçmece serbest olma), yahut da bu nikahlan iptal... Cem' bu âyetin hükmüne göre bâtıld -Âlimler de böyle demişlerdir. Fakat bu, Ebu Hanife'nin prensibine göre bir müşkül arzeder. Çünkü hürmet (haram oluş), Ebu Hanife'nin görüşüne göre nikahın iptalim gerektirmez. Baksana, Ebu Hanife'ye göre, üç talakı bir defada vermek haramdr. Fakat yapılırsa geçerlidir. Bir dirhemi, iki dirheme satmayı nehyetmek, böyle bi alışverişin geçerli olmasına manî değildir. Bütün fâsid alışverişlerde hüküm aynıdır. Böylece nehy (yasaklama ve haram kılma) sebebi ile, bir şeyin fesadına istidlal etmenin, Ebu Hanife'ye göre doğru olmayacağı sabit olur. İmdi şayet Hanefiler, "Aynı şey sizin için de söylenebilir. Zira hayız esnasındaki boşama ve cima yapılabilen temizlik esnasında boşama yasak kılınmıştır. Fakat böyle bir boşama olursa geçerli olur" derlerse, deriz ki: Bu iki misal arasında, çok ince bir fark vardır. Biz onu, "Hilafiyyât" adlı kitabımızda zikrettik. Öğrenmek isteyen oraya baksın. Binâenaleyh cem'in (iki kız kardeşi aynı anda nikahlı bulundurmanın) bâtıl olduğu ortaya çıkmıştır. "Ta'yîn" de bâtıldır. Çünkü tercih eden olmadan, tercih (müreccihsiz tercih) bâtıldır. Muhayyerlik de böyledir, zira tahyire hükmetmek, nikâh akdinin bulunmasını ve tayîn edecek zamana kadar onun bekâsını gerektirir. Biz bunun bâtıl olduğunu daha önce izah etmiştik. Geriye iki akdin de birlikte fasit olduğuna hükmetmek kalır. 2- Bir kimsenin, onlardan biriyle daha önce, diğeriyle de daha sonra evlenmesi halidir. Bu durumda, ikincisinin nikâhının bâtıl olduğuna hükmedilir. Zira "def etmek (ikinci evliliğe mâni olmak), ref etmekten (yani birinci kız kardeşin nikâhını ibtal etmekten) daha kolaydır." Cariye edinmek veya birisini nikahlayıp diğerini satın almak suretiyle iki kız kardeşin arasını cem etmeye gelince, bu hususta sahabe ihtilâf etmiştir. Buna göre Hazret-i Ali, Hazret-i Ömer, İbn Mesûd, Zeyd İbn Sabit ve İbn Ömer, aralarını cem etmenin caiz olmayacağını söylerlerken, diğerleri ise bunu caiz görmüşlerdir. Birinci görüştekiler, kendi görüşlerine şu şekilde delil getirmişlerdir: Âyetin zahiri, iki kız kardeşin mutlak manada cem edilememesini gerektirir. Binâenaleyh, bu ikisinin arasını cem etmenin bütün durumlarda haram olması gerekir. Hazret-i Osman'ın ise şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bunu, bir âyet helâl, bir âyet de haram kabul etmiştir. Helâl kılmak daha evlâdır. Helâlliği gerektiren âyet, Hak teâlâ'nın, "Sağ ellerinizin mâlik olduğu kadınlar (cariyeler) müstesna, diğer bütün kocalı kadınlar (da size haram kilindi) (Nisa, 24) ve "Zevcelerine, yahut sağ ellerinin mâlik olduğu (cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesna.." (Muminun.6) âyetleridir. Biz buna iki yönden cevap veririz: 1- Bu âyetler, iki kız kardeşi nikahta birleştirmenin haram olduğuna da delâlet etmektedir. Çünkü müslümanlar, cimânın helâl olması durumunda dahi, iki kız kardeşi aynı anda nikahlamanın caiz olmadığında icmâ etmişlerdir. Bu sebeple biz diyoruz ki, "Şayet iki kız kardeşi, cariye olarak cem'etmek caiz olsaydı, Hak teâlâ'nın, "Onlar (öyle müminlerdir ki), ırzlarını koruyanlardır. Zevcelerine, yahut sağ ellerinin mâlik olduğu (cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesna.."(Müminun, 5-6)âyetinden ötürü, cima hususunda da aralarını cem'etmek caiz olurdu. Fakat mülk edinilmeleri hususunda iki kız kardeşi cem'etmek caiz değildir. Böylece bu âyet-i kerimenin, iki kız kardeşi câriye olarak birlikte almanın haram olduğuna delâlet edişinin, bunun caiz oluşuna delâlet edişinden daha uygun olduğu ortaya çıkmış olur. 2- Biz, bu âyetin cem'e delâlet ettiğini kabul etsek bile, tercihin bunun haram sayılması tarafında olacağını söylüyoruz. Bunun böyle olduğuna şunlar da delâlet etmektedir: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Haram ile helal bir arada bulunduklarında, mutlaka haram helâla ağır basar" Keşfu'l-Hafâ. 2/181. buyurmuştur. b) İhtiyattı olanın, bu işi yapmamak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh bunu yapmamak gerekir. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene geç" Buhârî, Buyu'. 3; Tirmizi. Kıyamet. 60 (4/668). buyurmuştur. c) Aslında kadınların ırzları haramlık üzere bina edilmiştir. Bunun delili şudur: Nikah akdinin şartlarına uygun olup olmadığında emareler denk olduğunda, akdin bulunmadığına (haramlığa) hükmetmek gerekir. Bir de nikah, büyük menfaatleri ihtiva eder. Eğer bu nikah zelil kılma ve zarar verme cihetlerinden büsbütün uzak olsaydı, o zaman bu nikahın anneler hakkında da meşru olması gerekirdi. Zira onlara menfaat ulaştırmak, "Ana ve babaya iyi muamele edin" (İsra, 23) âyetinden dolayı, menduptur. Bu haram olduğuna göre, biz bu nikahın zarar verme ve zelil kılmayı da ihtiva ettiğini anlamış oluyoruz. Durum böyle olunca da nikahta aslolan, haramlık olur. Helallik ise, arızî (sonradan olan) sebeplerle sabit olmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, tercihin haramlık tarafında olduğu ortaya çıkar. Bu, bu konuda Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin görüşünün izahıdır. Fakat biz fukaha arasında meşhur olan görüşü ele aldığımızda -ki bu, iki kız kardeşe cariye olarak birlikte sahip olmak caizdir görüşüdür;- bu durumda insan bunlardan birisi ile cinsî münasebette bulunduğunda, diğeri haram olur. Bu haramlık, birincisinin satma, bağışlama, azad etme, mükatebe kılma veya başkası ile evlendirme gibi bir sebeple mülkiyeti zail oluncaya kadar devam eder. Üçüncü Mesele İmam Şafiî (r.h) şöyle demektedir: "Bâ'in talak ile (üç talakla) boşanan kızkardeşin iddeti bitmeden, diğer kız caiz olmayacağını söylemiştir. Şafiî'nin delili şudur: "Bu durumda cem' söz konusu olmadığına göre, buna bir engelin bulunmaması gerekir. Biz, bu durumda cem' yapılmış olmayacağını söyledik. Çünkü boşanan kadının, kendisi ile cinsi münasebette bulunmak caiz olmayacağı ve cinsi münasebette bulunulması halinde o kimseye zina haddinin uygulanacağı delili ile, nikahı yoktur. Biz "cem' olmadığına göre, herhangibir engelin bulunmaması gerekir" dedik, zira Cenâb-ı Hak, haram kılınan kadınları saydıktan sonra, "Onların dışındakiler size helâl kılındı" (Nisa. 24) buyurmuştur. İki kızkardeşin arasını cem' etme durumu müstesna, bütün bu engellerin bulunmadığında herhangibir şüphe yoktur. Binaenaleyh delil ile cem'in olmadığı sabit olunca, bu nikahın caiz olduğunu söylemek gerekir. İmdi şayet, "İddetin vacip olması ve nafakanın gerekmesi gibi hususların da delâleti ile, bazı yönlerden nikah devam etmektedir" denilir ise, biz deriz ki: "Nikahın tek bir hakikati vardır. Bu tek hakîkat da onun aynı anda hem mevcut olmasına, hem de yok olmasına engeldir. Şayet bu hakikat ikiye bölünebilse ve birisi mevcut, birisi gayr-ı mevcut olabilseydi, o zaman bu doğru olurdu. Fakat bu tek hakikat, bölünmeyi kabul etmeyince, böyle bir görüş fasit olmuş olur. İddetin vacip olması ve nafakanın gerekmesi meselesine gelince bil ki, eğer nikah olmuş olsaydı, o kadın hapsedilebilir (tutulabilirdi). Bu da onu nikahtan dolayı engellemeye erkeğin hakkı olduğu neticesini vermez. Çünkü ikinci mukaddimenin, kendisini istisna etmek netice vermez. Buna göre nikah zail olduktan sonra, hapsetme hakkını başka bir yolla isbat etmek, bir nebze makul bir harekettir. Ama nikahın olmadığına hükmedilmesi halinde, nikahın devam ettiğine hükmetmek, aklın kabul edemeyeceği şeylerdendir. Şer'î hükümleri, akla uygun olarak çıkarmak, onları aklın bedaheti ile bâtıl olduğu bilinen şeylere hamletmekten daha evladır. Dördüncü Mesele Şafiî (r.h), "nikahında iki kız kardeş bulunan bir kafir, müslüman olduğunda, bunlardan dilediğini tercih edip, diğerini bırakır" der. Ebu Hanife (r.h) ise şöyle demektedir: "Eğer bu kimse, o iki kız kardeş ile aynı anda evlenmiş ise, o adamla o kız kardeşlerin arası ayrılır (nikahları iptal edilir). Eğer onlardan biri ile daha önce, diğeri ile ise daha sonra evlenmiş ise, birincisini tercih eder, ikincisinden ayrılır." Ebu Bekir er-Râzi, Ebu Hanife'nin bu görüşüne, Hak teâlâ'nın "İki kız kardeşi birlikte almanız da (aynı şekilde haram kılınmıştır)" ifâdesini delil getirerek şöyle der: "Bu umûmî olan bir hitaptır. Binaenaleyh hem mü'mini, hem de kâfiri içine alır. Bunun kâfiri içine aldığı sabit olunca nikâhın fasit olması gerekir. Çünkü nehy, fesada delâlet etmektedir." Buna göre Ebu Bekr er-Râzî'ye şöyle denebilir: "Sen bu istidlalini, kâfirlerin, şeriatın fürûu ile muhatab oldukları esâsı ile, nehyin fesada delâlet ettiği esasına dayadın. Halbuki Ebu Hanife bu iki esastan hiçbirine kail değildir. İmdi eğer Ebu Bekr er-Razî, "Bu sizin görüşünüze göre de doğrudur; binaenaleyh, böyle bir istidlal size de gerekir" derse, biz deriz ki: "Bizim, "kâfirler şeriatın fürûuna muhatabtırlar" sözümüzle, onların dünya hükümleri hususunda sorumlu olduklarını kabul etmiyoruz. Çünkü bir kimse, devamlı kâfir olduğu müddetçe, onu İslâm'ın fürûu ile mükellef tutmak mümkün olmaz. Ama müslüman olunca, ondan geçmişe dair ne kadar İslamî ahkâm varsa, hepsi icmâ ile sakıt olur. Bizim bu sözden maksadımız, âhiret ile ilgili hükümlerdir. Kâfir bir kimse İslâm'a girmediği için ceza göreceği gibi, İslâm'ın fürûunu yapmaması sebebiyle de ceza görür. Bunu iyice kavradığında biz deriz ki; biz, kâfir velîsiz ve şahidsiz evlense veya bir kadınla cebren evlense, müslüman olduktan sonra o nikâhın o kişi hakkında devam ettiğine dair icmâ ettik. Böylece, şeriatın fürûu ile muhatab olmanın, dünyevî hükümler bakımından, kâfir hakkında herhangi bir tesirinin bulunmadığı ortaya çıkmış ve sabit olmuş olur. Şafiî'nin delili şudur: Feyrûz ed-Deylemî, sekiz kadınla evliyken müslüman oldu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Dördünü tercih et, diğerlerini bırak" Ebu Davud. Talak, 25 (2/272) (Benzeri bir hadis). buyurarak, Feyruz'u o kadınlar hakkında muhayyer bıraktı. Bu ise, sizin zikretmiş olduğunuz tertîbe aykırı değildir. Allah en iyisini bilendir. Beşinci Mesele Hak teâlâ'nın, "Ancak, daha önce geçen geçmiştir" buyruğu hakkında meşhur olan bir müşkilât bulunmaktadır. Bu da âyetin takdirinin "Size anneleriniz, ve şu, şu., ve şu, (şu anda) haram kılındı. Ancak daha önce geçen geçmiştir" şeklinde olmasıdır. Bu ise, mazi olan bir ifâdenin, gelecek zamana ait bir ifâdeden istisna edilmesini gerektirir ki, bu caiz değildir. Bu müşkilâtın cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın. 'Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin. Ancak, daha önce geçen geçmiştir" (Nisa, 22) ifâdesi hakkında zikredilmiş olan açıklamalarla verilmişti. Manası ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir delaletiyle, "Daha önce geçmiş olanlar bağışlanmıştır" şeklindedir. Haram kılınanların beşinci nev'i, Cenâb-ı Hakk'ın: 24"(Harb esiri olarak) sağ etlerinizin mâlik olduğu kadınlar müstesna olmak üzre, diğer kocalı kadınlarda evlenmeniz de size haram edildi). (Bu haram kılmalar), üzerinize Allah'ın farzı olarak (yazılmıştır). Onlardan başkası tsef namuslu ve zinaya sapmayarak, mallarınızla ara(yıp nikâhla)manız üzere size helâl edildi. O halde onlardan hangisiyle faydalandıysanız, ücretlerini takdir edildiği şekil üzere verin. O mehrin mikdannı tayin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey hakkında size bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla bilendir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir" âyetidir. Bu hususta birkaç mesele vardır: "Muhsan" Kelimesinin Mânası (......) kelimesi Arapça'da, muhafaza etmek, korumak, engel olmak anlamlarına gelir. (......) kelimesi de böyledir. Nitekim "muhafazalı, muhkem; içindekileri koruyan şehir" ve "Sağlam, iyi koruyan zırh" yani, "sahibini yaralanmaktan, yara-bereden koruyan, engel olan zırh" tabirleri kullanılmaktadır. Cenâb-ı Hak da, "Biz ona, sizin için, sizi savaşınızın şiddetinden korumak için giyecek (zırh) sanatını öğrettik" (Enbiya, 80) buyurmuştur ki, mânası "sizi koruması ve muhafaza etmesi için..." demektir. (......) kelimesi ise, kendisine, içindekilere kötülük yapmayı isteyenleri men edip engellediği için, muhkem, sağlam ve koruyan yer, mekân (kale) anlamına getir. Hâ harfinin kesresiyle olmak üzere (......) kelimesi, sahibi yok olmaktan koruduğu için, erkek at anlamına gelir. Hâ harfinin fethasıyla olmak üzere (......) kelimesi, tercini haramdan koruyup men ettiği için, iffetli ve namuslu kadınlar hakkında kullanılmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Namusunu muhkem bir kale gibi muhafaza eden İmrân kızı Meryem'i de..." (Tahrim, 12) buyurmuştur. Bil ki, (......) kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de birkaç anlamda kullanılmıştır: a)Hürriyet.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Namuslu ve hür kadınlara iftira atan..."(Nûr, 4) buyurmuştur. Baksana bir kimse, hür olmayan birisine iftira atsa, ona (had cezası olan) seksen değnek vurulmaz. Hak teâlâ'nın, 'O vakit (cariyelerin) üzerlerine, hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı vardır" ve "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiremezse.." (Nisa. 25) âyetleri de böyledir. b) İffet ve namusluluk.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere.." (Nisa, 25); "Namuslu olup, zinaya sapmamış ve gizli dostlar da edinmemiş (insanlar) halinde.." (Maide, 5) ve "İrzını (bir kale gibi) koruyan o iffetli kızı da..(Enbiya. 91) buyurmuştur. c) İslâm, müslüman olmak.. Hak teâlâ'nın, "Onlar evlendiklerinde..." (Nisa, 25) buyruğu da bu manadadır. Çünkü bu ifâdenin manalarından birisinin de, Onlar müslüman olduklarında..." şeklinde olduğu söylenmiştir. d) Kadının evlenmesi.. Nitekim bir kadının kocası olduğu zaman, denilir. Hak teâlâ'nın, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar müstesna olmak üzere, diğer kocalı kadınlarca evlenmeniz de size haram edildi)" buyruğundaki muhsanat kelimesi, "evli ve kocalı kadınlar" demektir. Bu tabirden, evli kadınların murad edildiğinin delili ise şudur: Allahü teâlâ bu sözü bir önceki âyette haram kılınanlarla ilgili söze atfetmiştir. Binâenaleyh, bu ifâdede geçen muhsanat lâfzının, bir haram oluşa sebep olması gerekir. Bu kelimenin mânalarından olan "hürriyet", "iffet" ve "müslüman olma"nın, haramlık konusunda bir tesir ve payının olmadığı herkesçe malûmdur. Binaenaleyh, bundan muradın, "evli kadınlar" olması gerekir. Çünkü, kadının kocasının bulunması, o kadının başkasına haram olmasında müessirdir. Bil ki, şu dört vecih, kelimenin dildeki aslî manasında müşterektirler ki, bu mâna da, "men etmek, korumak, engellemek"dir. Bu böyledir, zira biz ihsan kelimesinin manasının, men etmekten ibaret olduğunu zikretmiştik. Buna göre meselâ hürriyet. İnsanı, başkasının hükmünün kendisine nüfuz etmesine karşı koruyan bir sebeptir İffet, insanın, uygun olmayan şeyleri yapmasına mani olan bir sebeptir. İslâm da. nefsin ve şehvetin davet etmiş olduğu pekçok şeye karşı koruyan bir hususiyyettir. Koca da, karısını pek çok şeye karşı korur. Karı da, kocasını zinaya düşmekten korur, muhafaza eder. İşte bu sebepten dolayı Hazret-i Peygamber "Her kim evlenirse o, dininin üçte ikisini muhafaza altına almış olur" buyurmuştur. İşte böylece bütün bu vecihlerin hepsi, lügat manasına varıp dayanmıştır. Allah en iyi bilendir. İkinci Mesele Vahidî şöyle demektedir: "Kıraat âlimleri, lâfzının okunuşu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Buna göre onlar bu âyetteki hariç, Kur'ân'ın tamamında bu kelimeyi sâd harfinin hem kesresi, hem de fethasıyla okumuşlardır. Çünkü onlar bu âyette; bu harfin fethâ ile "muhsenat" şeklinde okunacağı hususunda ittifak etmişlerdir Binâenaleyh, kim bu kelimeyi kesre ile okumuş ise, fiili kadınlara hamletmişlerdir. Yani, "İşte şu işler sebebiyle onlar müslüman oldular; iffetli olmayı tercih ettiler; evlenip kendilerini korudular" demektir. Bunu fetha ile okuyanlar fiili başkasına hamletmişlerdir. Yani, "Onları kocaları korudu.." demektir. Allah en iyi bilendir, Zinakâr Zımmînin Cezası Şafiî (r.h), dul veya evli olan zimmînin, zina etmesi halinde recm edileceğini söylerken, Ebu Hanife (r.h) ise recmolunmayacağını beyân etmiştir. Şafiî'nin delili şudur: Zina hadisesi, ihsan (evlilik) ile beraber bulunmuştur. Bu ise, zina edenin canının mubah olmasının illetidir. Binâenaleyh, onun kanını akıtmanın mubah olması gerekir. Bu sabit olunca, "kanının mubah olması" işinin, recm yoluyla gerçekleştirilmesi gerekir. Bizim "Zina hadisesi evlilik ile beraber gerçekleşmiştir" şeklindeki sözümüze gelince, bu şu iki hususun isbât edilmesine dayanmaktadır: a) Zina hadisesinin meydana gelmiş olması ve bu hususta hiç bir şüphenin bulunmaması.. b) Evliliğin meydana gelmiş olması ve bulunması. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu, muhsanat kelimesinden kastedilenin evli kadınlar olduğuna delâlet eder. Bu kadın da evlidir, o halde o da "muhsana"dır. Böylece bu zinanın "ihsân-(evlilik)" ile birlikte meydana gelmiş olduğu sabit olmuş olur. Biz, ihsan ile birlikte yapılan zinanın, bu fiili yapan kimsenin kanının mubah oluşunun illeti olduğunu söyledik. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Müslüman bir kimsenin kanı, ancak şu üç şeyden birisi sebebiyle helâl olur. Bunlardan birisi, ihsân'dan sonra zina tapmaktır" buyurmuş, ihsan (evlilik)dan sonra yapılan zinayı, müslüman kimse lakkında, onun kanını akıtmanın mubah olmasının illeti kılmıştır. Buna göre, bu lükmün mahalli (tatbik alanı) müslümandır. İllet ise, evlilikten sonra sırf zina yapmış olmaktır. Bunun delili ise, sadece illet manasını ifâde etmek için getirilmiş olan lâm harfidir. Bu konuda söylenecek en son söz şudur: Bu, müslüman hakkındaki hükümdür. Zira, ihsân'dan sonra zina yapmak, kanın akıtılmasının mubah oluşunun illetidir. Ancak ne var ki, onun müstüfrtan olması hükmün mahallidir. Hükmün mahallinin hususî oluşu, bu hükmün, mahallinin dışına taşmasına mani değildir. Aksi halde kıyas, tamamen bâtıl ve geçersiz olur. İllet ise, illet ifâde eden lamın başına gelmiş olduğu husustur. Bu da, ihsân'dan sonra zinanın mahiyetidir. Bu mahiyet, evli zımmî hakkında tahakkuk edince, onun hakkında kanının mubah oluşunun da tahakkuk etmesi gerekir. Böylece evli zımmînin kanının mubah olduğu sabit olmuş olur. Sonra bu noktaya getirilen meselede şu iki yol söz konusudur: İstersek du kadar açıklamayla yetiniriz. Çünkü biz, zımmînin kanının mubah olduğunu iddia ediyoruz. Karşı taraf ise, bunu kabul etmiyor; binaenaleyh, (yaptığımız izahlarla) bu kimsenin kanının mubah olduğu delillendirilmiş oldu. Veyahut da şöyle deriz: Zımmînin kanının mübah olduğu sabit olunca, bunun recm yoluyla olması gerekir. Çünkü, bu ikisi arasında bir fark olduğunu söyleyen yoktur. İmdi şayet, "Sizin söyledikleriniz, eğer zımmînin "muhsan" olduğuna delâlet ediyorsa, burada onun "muhsan" olmadığına delâlet eden bir husus vardır ki o da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Allah'a şirk koşan kimse "muhsan" değildir "sözüdür" denilirse, biz de deriz ki: Bizim zikretmiş olduğumuz delillerle zımmî'nin muhsan; sizin zikretmiş olduğunuz şu haberle de, onun "muhsan" olmadığı sabit olmuştur. Biz deriz ki o, "evli kadın" manasında "muhsan", kendisine iftirada bulunan kimseye iftira cezası tatbik edilmez manasında "muhsan" değildir. Buna göre Hazret-i Peygamber'in "Allah'a şirk koşan kimse, "muhsan" değildir" hadisini, "yaptığı zinadan dolayı kendisine had cefası tatbik edilmez" manasına değil, "ona iftira atan kimseye iftira cezası, haddi uygulanmaz" anlamına hamletmek gerekir. Çünkü Hazret-i Peygamber bu kimseyi şirk ile vasfetmiştir ki, şirk bir cinayettir. Cinayetin peşinden zikredilenin ise, mutlaka bir ceza denilebilecek bir şey olması gerekir. Bizim, "Ona iftira atan kimseye, iftira cezâsı uygulanmaz" şeklindeki hükmümüz, bir ceza olmaya elverişli ve müsaittir. Ama, "Ona zina cezası uygulanmaz" şeklindeki hükmümüz, o kimse için bir ceza olmaya elverişli bir hüküm değildir. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber'in, "Allah'a şirk koşan kimse, 'muhsan" değildir" buyurmasından maksat, bizim zikretmiş olduğumuz husustur. Allah en iyi bilendir. Dördüncü Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, "Diğer kocalı kadınlar.." buyruğu hakkında şu iki görüş vardır: Birinci görüş: Bundan murad, "evli kadınlaradır. Böyle olması halinde'Cenâb-ı Hakk'ın, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin mâlik olduğu kadınlar müstesna..." sözü hakkında şu iki izah yapılır: a) Kadın evli olduğunda, kocasından başkasına haram olur. Ancak, o kadın bir kimsenin mülkü (cariyesi) olursa, bu durumda o kadın, kendisine mâlik olan kimseye helâl olur. b) Bu âyette zikredilen "milk-i yemin"den murad, nikâh mülkiyetidir. Buna göre mana, "kocası olan kadınlar size haramdır. Ancak, kocaları ile kendileri arasında, boşanmak suretiyle "beynûnet-i kübrâ" meydana geldiğinde, siz onlara yeni bir nikahla mâlik olabilirsiniz" şeklinde olmuş olur. Bu âyetin maksadı, insanları zinadan men etmek ve yeni bir nikah bulunmaksızın veya eğer kadın memlûke ise, milk-i yemin olmaksızın, onlarla cinsî temasta bulunmaktan men etmektir. Cenâb-ı Hak bunu "milk-i yemin" ile ifâde etmiştir, çünkü milk-i yeminlik, hem nikâh ile evlenilen kadınlar, hem de mülk olarak sahip olunan kadınlar hakkında söz konusudur. İkinci görüş: Âyetteki (......) kelimesiyle kastedilenler, hür kadınlardır. Bunun delili ise, bu âyetten sonra gelen, Cenâb-ı Hakk'ın "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikâhla alacak bir bolluğa güç yetiştiremezse, o halde sağ ellerinizin malik olduğu mü'min cariyelerinizden (alsın)" (Nisa, 25) buyruğudur. Cenâb-ı Hak burada, "muhsanât"dan bahsetmiş, daha sonra da "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikâhla alacak bir bolluğa güç yetiştiremezse" (Nisa, 25) buyurmuştur. Böylece buradaki "muhsanat" ile kastedilen şey, orada kastedilenin aynısı olmuş olur. Orada "muhsanat" ile kastedilen hür kadınlar olduğuna göre, burada da bunlar kastedilmiştir. Bu manaya alınması halinde, Hak teâlâ'nin, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar müstesna..." istisnası hakkında şu iki izah yapılabilir: a) Bu ifâdeden maksat, "Allah'ın sizin için mülk kılmış olduğu sayı müstesna ki, bu sayı da dörttür" şeklinde olur. Buna göre de mana, "Allah'ın size mülk kılmış olduğu şu hür dört kadın hariç, bütün hür kadınlar size haram kılınmış olur" şeklindedir. b) Hür kadınlar size haram kılınmıştır. Ancak Allah'ın, sizin kendilerine malik olduğunuzu belirttikleri hariç. Bu mâlik olma işi de, velî, şahitler ve dinde muteber olan diğer şartlar bulunduğunda tahakkuk eder. Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar müstesna..." ifâdesinin tefsiri hususunda söylenen birinci görüş, tercih edilen görüştür. Bunun böyle olduğuna O'nun, "Ki onlar ırzlarını koruyanlardır. Şu var ki zevcelerine, yahut sağ ellerinin mâlik olduklarına karşı müstesna" (Mü'minun, 5-6) âyeti de delâlet etmektedir. Allah milk-i yemini, zevceler ve cariyeler hakkında bulunan, sabit olan mülkten ibaret kılmıştır. Binâenaleyh, burada da bu manaya alınması gerekir. Zira Allah'ın kelâmını, yine O'nun kelâmıyla tefsir etmek doğruluk ve isabet derecesi en fazla olan tefsir şeklidir. Allah en iyi bilendir. Esir Edilen Gayr-i Müslimlerin Nikahlarının Durumu Âlimler, eşlerden birinin diğerinden önce esir alınıp, Dâr-ı İslâm'a getirildiğinde bu eşler arasında bir ayrılığın meydana geleceği husuf ada ittifak etmişlerdir. Ama ikisinin aynı anda beraberce esir alınmaları durumuna gelince, Şafiî (r.h), "Orada evlilikleri sona erer; eğer kocasından hamile ise çocuğunu doğurmak veya hayız olmak suretiyle "istibrâ"da bulunarak, kendisine mâlik olan kimseye helâl olur" demektedir. Ebu Hanife (r.h) ise, karı-kocalığın orada ortadan kalkmayacağını söyler. Şafiî (r.h)'nin delili şudur: Hak teâlâ'nın, "Diğer kocalı kadınlar., ." tabiri, kocası olan kadınların haram olmasını gerektirmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk'ın, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar müstesna.." ifâdesi ise, mülkiyyetin meydana gelmesi sebebiyle haramlığın kalkıp, bunun yerini helâlliğin almasını gerektirir. Ebu Bekr er-Razî şöyle demektedir: "Eğer bu ayrılık, sırf mülkiyetin meydana gelmesiyle olmuş olsaydı, o zaman bu ayrılığın, cariyenin satın alınması, hibe olarak kabul edilmesi ve miras olunmasıyla da meydana gelmiş olması gerekirdi. Halbuki bunun böyle olmadığı malumdur." er-Razî el-Cessâs'a şöyle denebilir: "Sanki sen, tahsis edildikten sonra âmm olan ifâdenin, geriye kalanlar hakkında bir hüccet olduğunu duymadın öyle mı!" Hem yine, esir alınırken meydana gelen husus, onlar hakkında mülkiyet hakkının ihdas edilmesidir. Halbuki alışverişte ise, mülkiyyetin bir şahıstan başka bir şahısa intikâli söz konusudur. Binâenaleyh, birincisi daha kuvvetlidir. Böylece fark ortaya çıkmış olur. Nikahlanmış Cariye Satılabilir mi? Hazret-i Ali, Hazret-i ömer ve Abdurrahman İbn Avf'ın görüşüne göre, nikahlanmış bir cariye satıldığı zaman, o boşanmış olmaz. Bugün, fukahanın icmâı da bu şekildedir. Ubey İbn İbn Ka'b, İbn Mesûd, İbn Abbas, Cabir ve Enes (radıyallahü anh) ise, nikahlı cariye satıldığında onun boş olacağı görüşündedirler. Cumhurun delili şudur: Âişe (radıyallahü anhnha), Berîre'yi satın alıp onu azad ettiğinde, evli olan bu Berire'yi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) muhayyer bırakmıştır. Eğer alışveriş ile talâk vaki olmuş olsaydı, bu muhayyer bırakmanın bir anlamı olmazdı. Âlimlerden Berire hadisesi hakkında, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Cariyenin satılması, onun talâkıdır" buyurduğunu da söyleyenler vardır. Ubeyy İbn Ka'b ile İbn Mesûd'un delili ise Hak teâlâ'nın, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin mâlik olduğu kadınlar müstesna olmak üzere.." buyruğundaki istisnanın umûm olmasıdır. Bunun cevabının neticesi de, Kur'ân'ın umûm ifâdesinin haber-i vahidle tahsis edilmesi meselesine dayanır. Allah en iyisini bilendir. Sonra Allahü teâlâ, bu haram kılınan kadınlar bahsini "Üzerinize Allah'ın farzı olarak (yazılmıştır)" diyerek bitirmiştir. Bu hususta şu iki izah vardır: a) Bu, fiilinin lâfzından olmayan te'kîdî bir mef'ul-ü mutlaktır. Zira Allahü teâlâ'nın "Size haram kılındı." (Nisa, 23) ifâdesi, yazma manasına da delâlet eder. Buna göre, bu kelamın takdiri "Daha önce zikredilmiş olan nikahı haram kadınların haramlığı, Allah'ın bir farzı (yazısı) olarak farz kılındı (yazıldı)" şeklindedir. Mef'ul-ü mutlakın, fiilinin lâfzından başka bir lâfız üzere gelişinin misalleri çoktur. Bunun bir misali, "Sen dağlan görür, yerlerinde durur sanırsın. Halbuki onlar, bulutların geçip gidişi gibi geçer giderler. (Bu), Allah'ın sanatıdır" (Neml, 88) âyetindeki gibidir. b) Zeccâc şöyle demiştir: "Bu (kitab) kelimesinin, (mahzuf) emrin mef'ûlü olarak mansub olması caizdir. Bu durumda ifâdedeki (üzerinize) kısmı, o emrin açıklayıcısı olur ve mana "Allah'ın kitabına yapışın" şeklinde olur. Sonra Hak teâlâ, "Onlardan başkası ise size helâl edildi " buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Hamza, Kisâî ve Âsım'ın râvisi Hafs, bu fiili daha önceki "Size haram kılındı" (Nisa, 23) âyetine atfetmek için, meçhul olarak şeklinde; diğer kıraat imamları ise, sözüne atfetmek için, malum sîga ile (Allah helâl kıldı) şeklinde okumuşlardır. Bu ikinci okuyuşun takdiri şu şekilde olur: "Allah, size bu şeylerin haramlığını yazdı ve bunların dışındakileri size helâl kıldı." İkinci Mesele Hak teâlâ'nın, "Onlardan başkası ise size helâl edildi" buyruğunun zahiri, burada zikredilen kadınların dışında kalan kadınların nikâhının helâl olduğunu gösterir. Fakat deliller, bunların dışında kalan bazı kadınların da nikahının haram olduğuna delâlet etmektedir. Şimdi biz onları zikredeceğiz: Kuranın Genel Hükmünün Haber-i Vahidle Tahsis Edilmesine İtiraz Birinci kısım: Bir kadın, halası ve teyzesi ile aynı anda bir adamın nikâhında bulundurulamaz. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kadın teyzesi ve halasının üzerine nikah edilemez (alınamaz)" Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37, 39. (H/1029, H/1030). buyurmuştur. Bu "meşhur" ve "müstefiz" bir hadistir. Bu hadisin, tevatür derecesine ulaştığı da çok kez söylenmiştir. Haricîler "Bu, bir haber-i vahiddir. Kur'ân'ın umumî manadaki âyetini, haber-i vahid ile tahsis etmek caiz değildir" diye iddia etmişler ve görüşlerine şöyle deliller getirmişlerdir: a) Âyetin umumî manası, metni kesin ve delâleti (manası) zahir (açık) olandır. Haber-i vahidin ise metni zannî ve delâleti zahirdir. Binaenaleyh haber-i vâhid, Kur'ân'ın (ayetin) umûmî manasından daha zayıf olmuş olur. Bu sebeple haber-i vahidi, Kur'ân'ın umumîliğine tercih etmek, daha zayıf olanı daha güçlü olana takdim etmek olur ki bu caiz değildir. b) Meşhur hadislerden biri de Muâz (radıyallahü anh)'ın hadisidir. O, haber-i vahidin şu iki bakımdan Kur'ân'ın umûmî manasına takdim edilmesini engellemiştir: Birincisi: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, "Ne ile hüküm verirsin?" dediğinde O, "Allah'ın kitabı ile..." cevabını vermiştir. Resûlullah, "Ya onda bulamazsan..?" dediğinde, Muaz (radıyallahü anh) "Allah'ın Resulünün sünneti ile..." cevabını vermiş ve Allah'ın kitabına sarılmayı, Resulullah'ın sünnetine sarılmadan önce zikretmiştir. İşte bu da, sünnetin Kurân'a takdim edilmesine manîdir. İkincisi: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ona "Ya onda bulamazsan?." dediğinde. O, "Allah'ın Resulünün sünneti ile..." cevabını vermiş ve sünnete sarılmayı, şart manasına olan (Eğer bulamazsan) kelimesi ile, o şeyin Kur'ân'da bulunmaması şartına bağlamıştır. Şarta bağlı olan şey, şart bulunmadığı zaman söz konusu olmaz. c)Bir meşhur hadis de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Size benden bir hadis rivayet edildiğinde, onu Allah'ın kitabına arzedip (ölçün). Eğer ona uygun düşerse, o hadisi kabul edin. Aksi halde reddedin" Tenzîhu's-Şeria, 1/264. hadis-i şerifidir. Bu hadis de, haber-i vahidin ancak Allah'ın kitabına uygun düştüğü zaman kabul edilebileceğini gösterir. Binâenaleyh halalar ve teyzelerle ilgili hadis, Kur'ân âyetinin zahirine muhalif olduğuna göre, kabul edilmemelidir. d) Hak teâlâ'nın, "Onlardan başkası ise, size helâl kıtındı" buyruğu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kadın, teyzesi ve halasının üzerine nikah edilemez, (alınamaz)" hadisi ile mukayese edildiğinde, şu üç şeyden biri söz konusu olur: Birincisi, âyetin bu hadisten sonra nazil olduğunun söylenmesidir. Bu durumda âyet, hadisi neshetmiş olur. Çünkü hâs bir ifâdeden sonra gelen umûmî bir ifâdenin, hâs (hususî manadaki) ifâdeyi neshedeceği sabittir. İkincisi, bu hadisin âyetten sonra söylenmiş olmasıdır. Bu da, Kur'ân'ın haber-i vâhid ile neshedilmiş olmasını gerektirir ki caiz değildir. Üçüncüsü, her ikisinin de aynı anda söylenmiş olmasıdır ki bu durumda âyet, tek başına müteşabih olmuş olur. Böylece de hüccet getirilecek yer, hem âyet hem de hadis olur. Masum olan bir peygamberin, hücceti iyice ortaya koymaya gayret etmeyip de, şüpheyi ortaya koymaya gayret etmesi uygun düşmez. Binâenaleyh Allah'ın Resulüne, bu âyeti, ancak bu hadisle birlikte duyurması ve ümmetine bu âyeti ancak bu hadisle birlikte tebliğ etmelerini vacip kılması gerekirdi. Durum şayet böyle olsaydı, o zaman bu hadisin âyet kadar meşhur olması gerekirdi. Durum böyle olmadığına göre, bu kısmın da bozuk olduğunu anlarız. e) Bu hadisin sahîh olduğu kesin olarak tesbit edilse bile, âyeti delil getirmek, hadisi delil getirmekten daha tercihe şayandır. Bunu da şu iki şekilde izah edebiliriz: Birincisi: Hak teâlâ'nın, "Size haram kılındı" (Nisa, 23) buyruğu haram oluşu gösteren açık bir nass (âyet) olduğu gibi, "Onlardan başkası ise, size helâl kılındı" (Nisa. 24) âyeti de, helâl oluşu göstermede sarîh bir nastır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kadın, teyzesi ve halasının üzerine nikahlanmaz (alınmaz)" sözü ise, açık bir nass (delil) değildir. Çünkü bu sözün zahiri, bir haber cümlesidir. Haber cümlesini, emir ve nehiy manasında almak mecazidir. Hem sonra bu durumda, nehiy lâfzının haramlığa delâlet etmesi, "Helâl kılındı" ifadesinin, mübahlığa delâlet etmesinden daha zayıftır. İkincisi, Hak teâlâ'nın, "Onlardan başkası ise, size helâl kılındı" sözü, bu âyetlerde sayılan kadınların dışında kalanların nikahının helâlliğini ifâde etmede sarîh bir sözdür. Hazret-i Peygamber'in "Kadın, teyzesi ve halasının üzerine nikahlanmaz (alınmaz)" buyurması herkes hakkında sarih değildir. Aksine bunun daha önce geçmiş olan "mahud" (bilinen) şeylerle ilgili olması daha açıktır. f) Allahü teâlâ bu âyetlerde, haram olan kadınların nevilerini açıklamış ve onları onbeş nevi olarak zikretmiş, sonra da bu eksiksiz izah ve tam açıklamadan sonra, "Onlardan başkası ise, size helâl edildi" buyurmuştur. Eğer bu helâllik daha önce zikredilenlerin dışında kalanlar hakkında olmasaydı, bu mükemmel izah bir abesle iştigal ve boş söz olurdu ki, bu da hakimler hakimi olan Allah kelâmına yakışmazdı. Bu konudaki çeşitli sorular işte bundan ibarettir. Mezkûr İtirazın Çürütülmesi Bunlara şu şekillerde cevap verilir: Birincisi: Hasan et-Basrî ve Ebu Berter el-Esamm'ın söylemiş olduğu şu husustur; "Allahü teâlâ'nın, "Onlardan başkası ise, size helâl edildi" buyruğu, devamlı bir helâlliğin bulunduğunu ifâde etmez." Bu görüş, bu konuda bana göre en doğru olan görüştür. Bunun delili ise şudur; Hak teâlâ'nın, "Onlardan başkası İse, size helâl edildi" sözü, yukarda zikredilenlerden hariç olanların helâl olduklarını haber veren bir ifâdedir. Bu ifâdede, yukarda zikredilenlerin dışında kalanların helâllıklarının devamlı olup olmadığı hususu açıklanmamıştır. Bunun devamlılık ifâde etmediğinin delili ise şudur: Bu mefhumun, hem ebediliğe (devamlı oluşa) hem de ebedî olmamaya taksim edilebilmesidir. Bu sebeple bazan "Onlardan başkası ise, size ebedî olarak helâl kılındı" denilirken; bazan da, "Onlardan başkası ise, size falanca vakte kadar helâl kılındı" denilir. Şayet Hak teâlâ'nın, "Onlardan başkası ise, size helâl kılındı" buyruğu, açıkça bunun ebedî olarak helâl olduğuna delâlet etseydi, böyle bir taksim mümkün olmazdı. Bir de, Cenâb-ı Hakk'ın bu sözü ancak daha önce zikredilen kadınların dışındakilerin helâl kılındığını ifade etmektedir. Akıl açıkça, "helâl kılmanın", "ebedî olarak helâl kılma" ve "belli bir zaman için helâl kılma"dan daha umûmi olduğuna şehâdet etmektedir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğu ancak, daha önce zikredilenlerin dışındaki kadınların bu vakitte helâl olduklarını gösterir. Onların diğer vakitlerde helâllıklarının sabit oluşuna gelince, âyetin lâfzı ne müsbet ne de menfi manada bundan bahsetmemektedir. Daha önce zikredilenlerin dışındaki kadınların şu anda helâl oldukları sabit ve bilinen bir husustur. Bundan sonra, onlardan bir kısmı hakkında haramlık hükmünün söz konusu olması ise, bu nassı ne tahsis ne de nesheder. İşte bu son derece ma'kul ye yerinde olan güzel bir izahtır. İşte bu yolla biz yine diyoruz ki, Hak teâlâ'nın "Size analarınız... haram kılındı" (Nisa, 23)âyeti, devamlı olarak haramlığı gösteren bir nass değildir. Çünkü biz bu devamlılığı, âyetin bu lâfzından değil, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dininden tevatür yoluyla öğrendik. Bu konuda itimâda şayan cevap işte budur. İkincisi: Biz, bir kadın ile, halası ve teyzesinin aynı nikah altında bulundurulmasının haram oluşunun âyette zikredilmemiş olduğu görüşünü kabul etmiyoruz. Bunu şu iki şekilde izah ederiz: a) Allahü teâlâ. iki kız kardeşin birlikte alınmasını haram kılmıştır. Bunların iki kız kardeş oluşları, bu haramlığı gerektiren bir husustur. Çünkü kız kardeşlik, yakın olan bir akrabalıktır. Yakın akrabalığa fazla ilgi, şefkat ve ikram uygun düşer. Kız kardeşlerden birinin, diğerinin kuması olması çok büyük bir nefret ve soğukluğu gerektirir. Bu iki durum arasında, büyük bir nefret vardır. Böylece, kumalardan birinin diğerinin kız kardeşi olmasının, aynı anda bir nikah altında bulundurulmalarının haram oluşu hükmüne münasib ve uygun olduğu sabit olur. Usûl-ü Fıkıh'ta şu husus yer almıştır: Bir hükmün, kendisine uygun bir vasıfla zikredilmesi, lâfız bakımından o hükmün, o vasfa bağlanmış olduğuna delâlet eder. Bu sebeple Allahü teâlâ'nıh, "Ve iki kız kardeşi birlikte almanız (da haram kilindi)" (Nisa, 23) buyruğu, yakın akrabalığın, (yakın akraba olan kadınları) bir nikah altında bulundurmaya manî olduğuna delâlet eder. Bu yakın akrabalık, kadın ile halaları ve teyzeleri arasında da vardır. Binâenaleyh iki kız kardeş hakkındaki bu hüküm, delâlet yoluyla, hala ve teyzeler hakkında da söz konusudur. Hatta bu hükmün, halalar ve teyzeler hakkında olması daha evlâdır. Zira hala ve teyze, erkek ve kız kardeşlerin kızlarının (yeğenlerinin) anneleri mesâbesindedirler. Bu kızlar ise, hala ve teyzelerin çocukları mesâbesindedirler. Bu akrabalığın zarar vermemeyi gerektirmesi, kız kardeşlikten dolayı olan akrabalığın, zarar vermemeyi gerektirmesinden daha kuvvetlidir. Bundan dolayı, Hak teâlâ'nın "Ve İki kız kardeşi birlikte almanız (da haram kılındı)" (Nisa. 23) âyeti, hala ve teyzelerin, yeğenleri ile aynı nikah altında bulundurulmalarına öncelikle mâni olur. b) Cenâb-ı Hak, hanımların anneleri ile evlenmenin haram olduğunu açıkça belirterek, "Ve karılarınızın anaları da (size haram kılındı)" (Nisa, 23) buyurmuştur. "Anne" (Ümm) lâfzı, bazan hala ve teyze için de kullanılır. Halaya, "anne" denilebildiğinin delili şudur: Allahü teâlâ, Hazret-i Ya'kub (aleyhisselâm)'un çocuklarını anlatırken "(Onlar), "Senin Tanrına ve babaların İbrahim'in, İsmail'in ve İshâk'ın bir tek Tanrısı olan Allah'a ibadet edeceğiz. (dediler)" (Bakara. 133) buyurmuş ve amca olduğu halde Hazret-i İsmail hakkında "baba" kelimesini kullanmıştır. Amcaya "baba" denilince, halaya da "anne" denilebilmesi gerekir. Teyzeye "anne" denilmesine gelince, buna da Hak teâlâ'nın, "O, ebeveynini tahtının üstüne çıkarıp oturttu" (Yusuf. 100) âyetidir. Buradaki ebeveynden murad, Hazret-i Yusuf'un babası ile teyzesidir. Çünkü o esnada onun annesi ölmüş idi. Binaenaleyh söylediğimiz bu şeylerle, halaya ve teyzeye de bazan "anne" denilebildiği sabit olur. Bundan dolayı âyetteki, "Ve kanlarınızın anaları.." tabiri, bazı bakımlardan kadının halasına ve teyzesine şamil olur. Bunu anladığın zaman biz deriz ki, Hak teâlâ'nın "Onlardan başkası ise, size helâl edildi" buyruğu ile ister açıkça, isterse celî veya kapalı bir delâletle zikredilmiş olsunlar, bu ifâdeyle, nikâhlarının haram olduğu zikredilmiş olan kadınlar kastedilmiştir. Durum böyle olunca halalar ve teyzeler, zikredilmiş kadınların dışında kalmazlar. Üçüncüsü: Haricîlerin üçüncü şüphelerine cevap olarak deriz ki: Hak teâlâ'nın, 'Onlardan başkası İse, size helâl edildi" buyruğu 'âmm (genel) bir ifâdedir. Hazret-i Peygamber'in "Kadın, teyzesi ve halasının üzerine nikahlanmaz" hadisi ise, hâs (özel) bir ifâdedir. Hâs olan ise, 'âmm olandan önce gelir. Sonra, burada iki yol bulunmaktadır: Bazen biz, "Bu hadis, şöhret bakımından tevatür derecesine ulaşmıştır. Kur'ân'ın umumî hükümlerini mütevâtir hadisle tahsis etmek caizdir" diyoruz. Bana göre bu izah, hak olan bir hususta inatlaşma ve diretme gibidir. Çünkü bu hadis, zamanımızda meşhur derecesine varmışsa da, ancak ne var ki aslında ahâd rivayetlere dayanınca, ahâd hadisler babında ve kısmında olmaktan çıkmamıştır. Biz bazen de şöyle deriz: Kur'ân'ın umumî hükmünün, haber-i vahidle tahsis edilmesi caizdir. Bunun izahı, usûl kitaplarında zikredilmiştir. Bu konuda söylenebilecek sözün tamamı işte budur. Bize göre cevap konusunda kendisine İtimad edilecek olan birinci görüştür. İkinci kısım: Bu genel hükme dahil olan tahsisli hususlardan biri şudur: Üç talakla boşanmış olan kadın helâl değildir. Ancak ne var ki bu tahsis, Cenab-ı Hakk'ın, "Yine erkek, zevcesini (üçüncü defa olarak) boşarsa, ondan sonra kadın kendinden başka bir erkeğe nikahlanıp varıncaya kadar ona (o birinci kocasına) helâl olmaz" (Bakara, 230) âyetiyle sabit olmuştur. Üçüncü kısım: İddet bekleyenleri nikahlamak da haramdır. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın "Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç hayız (ve temizlenme) müddeti beklerler" (Bakara, 228) âyetidir. Dördüncü kısım: Hür bir kadınla evli olan kimsenin, câriye ile evlenmesi caiz değildir. Bu, ittifakla böyledir. Şafiî'ye göreyse, hür kadın ile evlenmeye maddi gücü olan kimsenin, cariyeyi nikahlaması caiz değildir. Bu tahsisin delili de Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiştiremezse, o halde sağ ellerinizin mâlik olduğu mü'min cariyelerden (alsın)" (Nisa, 25) âyetidir. Bu âyetin bu neticeye delâlet ettiğinin izahı ilerde gelecektir. Beşinci kısım: Dört kadınla evli olan bir kimsenin, beşincisini alması haramdır. Bunun delili ise Cenâb-ı Hakk'ın, "... İkişer, üçer, dörder olmak üzere..." (Nisa. 3) âyetidir. Altıncı kısım: Kendisiyle liân (karşılıklı lânetleşme) yapılan kadındır. Bunun delili de Hazret-i Peyamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Birbirleriyle lanetleşmiş olan kan ve kocalar, ebedî olarak bir araya gelemezler" Darimî, Ferâiz, 24 (d/364). hadisidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Namuslu ve zinaya sapmayarak, mallarınızla ara(yıp nikâhla)manız..." buyruğu hakkında birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Hak teâlâ'nın, (......) kelimesinin i'rabtaki yeri hakkında şu iki görüş vardır: a) Bu kelime ifâdesindeki lâfzını mahallinden bedel olmak üzere, merfudur. Buna göre ibarenin takdiri, "Onlardan başkası size helâl kılındı ve... aramanız size helâl kılındı" şeklindedir. Bu, bu fiili elifin dammesiyle meçhul sîgasıyla (......) şeklinde okuyanlara göredir. Bu fiili elifin fethasıyla malûm sîgasıyla okuyanlara göreyse, (......) kelimesinin mahalli mansubtur. b) Bu ifâdenin mahalli, her iki kıraate göre de, kendisinden harfi cerrin hazfedilmiş olması sebebiyle, mansubtur. Buna göre sanki, "aramanız için, aramanız konusunda" denilmiştir. Buna göre kelamın takdiri, "(Mallarınız ile evlenmeyi talep etmek istediğiniz için, bunların dışında kalanlar, işte size, helâl kılındı)" şeklindedir. Hak teâlâ'nın, lâfızları birer hal olup, "zinaya sapmaksızın namuskâr davranarak" şeklindedir. Buna göre O'nun, (......) ifâdesi, "zinadan sakınarak" ifâdesi de, "zina etmeyerek." anlamlarını ifâde eder. Binaenaleyh bu, te'kîd için yapılmış bir tekrardır. Leys şöyle demektedir: kelimeleri, fücur ve günaha dalmak manalarını ifâde eder. Kelimenin Arapca'daki aslı, "dökmek" anlamını ihtiva eden, (......) kelimesidir. Meselâ, "Akan, dökülen gözyaşları" denilmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "veya dökülen kan" (Enam. 145) buyurmaktadır. Yine, "Falanca, çokça kan dökendir (zalimdir)" denilir, yani, (Çok kan akıtıcı, zalim) demektir. Zina da, "sifâh" diye adlandırılmıştır, çünkü zina yapan kimsenin maksadı, sadece menisini akıtmaktır. Buna göre şayet, " fiilinin mefûlü nerededir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun takdiri şeklinde olup, "size, bunların dışındakileri aramanız helâl kılındı" anlamındadır. Kendinden önceki ifadeler buna delâlet ettiği için mef'ûl hazfedilmiştir. Allah en iyi bilendir. Mehrin En Az Miktarı Ebu Hanife (r.h), "Mehir on dirhemden daha az olamaz" derken, Şafiî (r.h) bunun herhangi bir ölçüsünün bulunmadığını, az veya çok olabileceğini söyler. Ebu Hanife bu âyetle istidlal ederek şöyle der: "Bu böyledir, çünkü Allahü teâlâ bu helâlliği bir kayda bağlamıştır ki bu kayıt da, erkeklerin o kadınları, kendi malları vasıtasıyla talep etmeleri, elde etmeye çalışmalarıdır. Halbuki bir-iki dirhem, "mallar" olarak adlandırılamaz. Binaenaleyh, bu bir-iki dirhemin mehir olmaması gerekir, Buna göre şayet, "Yanında on dirhem bulunan bir kimse hakkında, "Onun yanında mallar vardır" denilemez. Halbuki, bu on dirhemin mehir olabileceğini tecviz ediyorsunuz.." denilirse biz deriz ki: "Bu âyetin zahiri, on dirhemin mehir olmaya yetmemesini gerektirir. Ancak ne var ki biz, bu işin olabileceğine icmâ delâlet ettiği için, verdiğimiz bu hükümde âyetin zahiriyle amel etmeyi bıraktık." Böylece Ebu Hanife, on dirhemden daha az olan miktar hakkında, âyetin zahirine tutunmuştur. Bil ki bu istidlal tutarsızdır. Çünkü âyet, (o kadınları) mallarla talep etmenin, arayıp bulmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Halbuki âyette, (o kadınları) mal olmayan şeylerle talep etmenin caiz olmayacağına dair ancak "mefhumu muhalefet" yoluyla bir delâlet vardır. Halbuki siz, "mefhumu muhalefet"'i kabul etmiyorsunuz. Sonra biz deriz ki: Mihrin az veya çok herhangi bir ölçüsü bulunmadığına şu deliller de delâlet etmektedir: Birinci hüccet, bu âyetle istidlal etmektir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hakk'ın "mallarınızla..." tabiri cem'e cem' ile mukabele etmektir. Cem'in cemi ile mukabelesi ise, ferdin ferde taksim edilmesini, dağıtılmasını gerektirir. Bu da, kadınlarla evlenmeyi arzulayan, talep eden herkesin, mal denebilecek bir şeyler bulabileceğini gerektirmektedir. Azlık ve çokluk, hem bu hakikatte hem de bu isimde eşittir. Binaenaleyh bu âyetten, bir ölçüye bağlı olmaksızın mal denebilecek herhangi bir şey vasıtasıyla kadınlarla evlenmeyi talep edebilme hükmünün çıkması gerekir.. İkinci hüccet: Hak teâlâ'nın, "Eğer siz onları kendilerine temas etmeden önce boşar, (fakat daha evvelden) onlara bir mehir tayin etmiş bulunursanız, o halde tayin ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır" (Bakara, 237) âyetine tutunmaktır. Bu âyet, mehrin yarısının, konuşulandan yani mehr-i müsammâ'dan düşmesini gerektirir. Bu da şunu ifâde eder: Bu nikâh akdi, tâ baştan bir dirhem mehre göre yapılmış olsaydı, (kadının boşanması halinde) o erkeğin ancak bir dirhemin yarısını vermesi gerekirdi. Halbuki siz, böyle demiyorsunuz.. Üçüncü hüccet, ilgili hadislerdir. a) Rivayet edildiğine göre, mehir olarak iki pabuç karşılığında evlenen bir kadın Hazret-i Peygamber'in yanına getirildiğinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in (ona), "Sen, mehirolarak buiki pabuca razı oldun (mu?)" deyince kadın "evet" dedi, Hazret-i Peygamber de bu evliliği onayladı. Tirmizî, Nikâh. 22 (IH/420). Bu olayın zahiri, bu iki pabucun kıymetinin on dirhemden daha az olabileceğini ifâde etmektedir. Zira, ancak iki pabuç karşılığı evienebilen bu erkek ve kadının fakir olmaları gerekir. Böylesi insanların pabuçlarının kıymeti de, son derece azdır.. b) Cabir (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Her kim evlenmek için, bir kadına bir avuç un veya kavut veyahut da yiyecek verirse, muhakkak ki o erkek helâl olarak onu almış olur." Ebu Dâvûd, Nikâh, 30 (il/235). c) Vâhibe ile ilgili olarak rivayet edilen şu hadistir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onunla evlenmek isteyen kimseye, "Bir demir yüzük dahi olsa, ara bul, (kadını bırakma)" Buhâri, Nikâh, 14; Müslim, Nikâh, 76 (2/1041). buyurmuştur. Halbuki demir yüzük ise on dirhem değerinde değildir. Mehir Mal Yerine Menfaat Sağlama Şeklinde Olabilir mi? Ebu Hanife (r.h) şöyle demiştir: "Bir kimse bir kadınla, (ona) Kur'ân'dan bir sûreyi öğretme mukabilinde evlense, bu öğretme mehir sayılmayıp, evlendiği kadın için "mehr-i misil" gerekir." Ebu Hanife daha sonra şöyle der: "Bir kimse, kendisine bir sene hizmet etme mukabilinde bir kadınla evlenirse, bu durumda bakılır: Evlenecek erkek hür ise, o kadın için "mehr-i misil" vermesi gerekir. Eğer köle ise, o zaman o kadına bir yıl hizmet eder." Şafiî (r.h) ise, bunun mehir olmasını caiz görür. Ebu Hanife bu görüşüne delil olarak şunları ileri sürmüştür: a) Mevzubahs âyet.. Çünkü Cenâb-ı Hak, helâlliğin olabilmesi hususunda, (onları) mal vasıtasıyla talep etme, arama şartını koşmuştur. Mal ise, menfaatlere değil, âyâna (ayni şeylere) verilen bir isimdir. b) Cenâb-ı Hak, 'Bununla beraber eğer ondan birazını gönül hoşluğu ile size bağışlamış olurlarsa, onu da içinize sine sine yeyin" (Nisa. 1) buyurmuştur. Bu durum ise, âyân'a ait bir sıfattır. Şafiî, Ebu Hanife'nin birinci istidlaline şu şekilde cevap vermiştir: Âyet, kadınlarla evlenmeyi mal vasıtasıyla talep etmenin caiz olduğuna delâlet eder. Burada, kadınlarla evlenmeyi maldan başka bir şeyle aramanın caiz olup olmadığı hususunda bir beyan yoktur. İkinciye de şöyle cevap vermiştir: "Vermek" lâfzı, âyânı (eşya) içine aldığı gibi, üstlenilen menfeâtleri de içine alır." Üçüncüye de şöyle cevap vermiştir: "Bu hitap, genel duruma göre yapılmıştır." Daha sonra Şafiî (r.h), menfaatin de mehir olabileceğine şu bakımlardan istidlalde bulunmuştur: Birinci hüccet: Cenâb-ı Hak, Hazret-i Şuayb kıssasında, "(O zat Musa'ya) dedi ki: "Ben iki kızımdan birini -sen bana sekiz yıl işçilik etmek üzere- sana nîkâhlamayı arzu ediyorum..." (Kasas, 27) buyurmuş ve böylece menfaatlerin de mehir olabileceğini beyan buyurmuştur. Bizden önceki ümmetlerin şeriatlarında aslolan. o hükmü nesh eden bir nasih bulununcaya kadar o hükmün devam etmesidir. İkinci hüccet: Bir kadın kendisini hibe ettiğinde, onunla evlenmek isteyen erkek (mehir olarak vermeye) bir şey bulamazsa, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kuran dan bir şeyler biliyor musun?" Adam, "Falanca sûreyi biliyorum." deyince, Hazret-i Peygamber "o kadını, Kur'ân'dan bildiğin o sûreye mukabil seninle evlendirdim." Müslim, Nikâh, 76 (2/1041). Allah en iyi bilendir. Dördüncü Mesele Ebu Bekr er-Razî şöyle demiştir: "Ayet, cariyenin azâd edilmesinin onun mehri sayılamıyacağına delâlet etmektedir. Çünkü âyet, mehrin mal olmasını gerektirir. Hazret-i Peygamber'in Safiyye'yi azâd edip, bu azâd etmeyi onun mehri sayması hadisesine gelince, bu Allah'ın Resulüne has olan fiiller cümlesindendir. Beşinci Mesele Hak teâlâ'nın, tabiri hakkında da şu iki izah yapılmıştır: a) Bundan murad, onların nikah akdi yapmış olmaları sebebiyle, böyle namuslu olmalarıdır. b) Buradaki bu namusluluğun, Hak teâlâ'nın, "Onlardan başkası ise, size helâl edildi..." buyruğunda zikredilen helâllik hususunda bir şart olmasıdır. Birinci mana daha uygundur. Çünkü birinci manaya göre, âyetin hem umumîliği devam etmiş olur, hem de mânası malûm olmuş olur. İkinci manaya göreyse âyet mücmel olur. Çünkü burada zikredilen lâfzı, mübeyyen değildir. Mücmele talîk edilen şey ise mücmel olur. Binaenaleyh âyeti malum ve mübeyyen olan bir manaya hamletmek, mücmel olan bir manaya hamletmekten daha evladır. Hak teâlâ'nın, "O halde onlardan hangisiyle faydalandıysanız, ücretlerini takdir edildiği şekilde verin" buyruğuna gelince, bunda birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Arapça'da, "istimta", faydalanmak manasındadır. Kendisinden faydalanılan herşeye de meta' denir. Mesela, "Adam, çocuğundan faydalandı" denilir. Yine gençken ölenler hakkında, "Gençliğinden faydalanamadı" denilir. Cenâb-ı Hak da, "Ey Rabb'imiz, kimimiz kimimizden fayda gördük" (Enam. 128), "Siz bütün zevklernizi dünya hayatınızda bitirdiniz ve bunlardan istifâde ettiniz" (Ahkâf, 20) yani, onlardan peşin olarak faydalandınız ve "Siz de kısmetinizce faydalanmak istediniz.." (Tevbe, 69) buyurmuştur. Buna göre âyetteki, "O halde onlardan hangisiyle faydalandıysanız..." tabiri hakkında şu iki açıktama yapılmıştır: a) "Nikahlı hanımlarınızdan, cinsî münasebet veya yaptığınız akit gibi hususlarda kendilerinden istifade ettiklerinize, bundan ötürü ücretlerini veriniz." Sonra Cenâb-ı Hak bir karışıklık olmadığı için, (......) lâfzına râcî olacak zamiri ( (......) lafzını) getirmemiştir. Bu, tıpkı "İşte bu, şüphesiz ki azmolunacak işlerdendir" âyetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hak bu âyette de lâfzını düşürmüştür. b) (Onların dışındakiler) (Nisa, 24) âyetindeki lâfzı, "kadınlar" manasınadır. Bu âyetteki (onlardan) ifâdesindeki (......) harf-i cerri de teb'îz (bir kısmı) manasınadır. Binâenaleyh yine bu âyetteki lâfzındaki zamir ism-i mevsûlüne râcidir. Çünkü o, lâfız olarak müfred sayılır. Âyetteki, "ücretlerini verin" buyruğundaki zamirler de, bu (......) ism-i mevsûlünün manasına râcîdirler. Çünkü o, mana bakımından da cemî'dir. Âyetteki "ücretlerini" tabiri, "mehirlerini" manasınadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiremezse, o halde mü'min cariyelerinizden alsın., ücretlerini de güzellikle onlara versin" (Nisa, 25) buyurmuştur. Bu âyetteki "ücretler" de, mehirler manasınadır. Tefsir ettiğimiz âyetteki "ücretler" de aynı manadadır. Cenâb-ı Allah bir diğer âyette de, "sizin onları nikahla almanızda, ücretlerini verdiğiniz takdirde, üzerinize bir günah yoktur" (Mumtehine, 10) buyurmuştur. Hak teâlâ mehri, "ücret" diye ifâde etmiştir. Çünkü bu, nikahtan elde edilen menfaatlerin bedelidir. Bu, maddî şeylerin bedeli değildir. Nitekim evin ve hayvanın sağladığı menfaatlerin bedeli de, "ücret" diye adlandırılır. İkinci Mesele Şafiî, "Halvet-i sahîha, mehri gerektirmez" derken, Ebu Hanife bunun mehri gerektireceğini söylemiştir. Şafiî görüşüne bu âyeti delil getirmiştir. Zira "O halde onlardan hangisiyle faydaiandıysanız, ücretlerini takdir edildiği şekil üzere verin" âyeti, o kadınlara mehirlerini vermenin vacip oluşunun, onlardan faydalanma sebebiyle olduğunu ihsas ettirmektedir. Eğer halvet-i sahîha, mehrin verilmesini gerektirseydi, o zaman zahiri durum, halvet-i sahîhanın o kadınlardan faydalanmadan önce bulunmasını gerektirirdi. Bu durumda da mehir, onlardan istifâde etmeden önce gerekmiş olurdu. Mehrin, onlardan istifâde etmeden önce gerekmesi ise, o mehrin onlardan faydalanması şartına bağlı olmasına engeldir. Halbuki âyet, mehrin vacip olmasının onlardan faydalanma şartına bağlı olduğunu göstermektedir. Binâenaleyh halvet-i sahîhanın mehri gerektirmeyeceği sabit olmuştur. Bu Ayetten Mut'a Nikahına Cevaz Arayanlar Bu âyetin tefsiri hakkında iki görüş vardır: Birinci görüş: Ümmet-i Muhammed'in âlimlerinin ekserisinin görüşüdür. Buna göre âyetteki, "mallarınızla arayıp (nikahlamanız) için..." ifâdesinden maksad, "o kadınları nikah yoluyla ve mal (mehir) vererek talebetmeniz için..." manasıdır. Hak teâlâ'nın, "O halde onlardan hangisiyle faydalandıysanız, ücretlerini takdir edildiği şekilde verin" buyruğu ise şu manayadır: Bir kimse, o kadınlarla cinsî münasebette bulunarak, onlardan istifade ederse, onlara mehirlerini eksiksiz verir. Onlardan sırf nikah akdi yaparak istifade etmiş olur (onlarla cinsî münasebette bulunmazsa), mehrin yarısını verir. İkinci görüş: Bu âyet ile Mut'a hükmü kastedilmiştir. Mut'a, bir kimsenin bir kadını belli bir mal (ve para) ile belirti bir zamana kadar kiralayıp onunla cinsî münasebette bulunabilmesinden ibarettir. Âlimlerimiz mut'a nikahının İslâm'ın ilk yıllarında mubah olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), umre yaparken Mekke'ye geldiğinde, Mekke'nin kadınları süslenip püslendiler. Bunun üzerine Ashab, bakire kızların mehillerinin (yüksekliğinden) şikayet edince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu kadınlardan istifade ediniz (muta yapınız)" İbn Mâce, Nikâh, 44 (1İ631); Darimî. Nikâh, 16, (2/140). dedi. Âlimler, bu hükmün neshedilmiş olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ümmetin büyük bir çoğunluğu, bu hükmün mensuh olduğu görüşündedirler. Ümmet-i Muhammed'den bir topluluk ise, mut'a'nın eskiden olduğu gibi mübahlığınm devam ettiğini, mensuh olmadığını söylemişlerdir. Bu ikinci görüş, İbn Abbas (radıyallahü anh) ve İmran İbn el-Husayn (radıyallahü anh)'dan rivayet edilmiştir. Bu hususta İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan üç rivayet bulunmaktadır: Birincisi, bunun mutlak olarak mübahlığını ifâde etmektedir. Amâre şöyle demiştir: "İbn Abbas'a, "o zina mıdır, nikah mıdır?" diye mut'a'yı sorduğumda o, "mut'a ne zinadır, ne de nikahtır" deyince, ben: "Ya nedir?" dedim. Bunun üzerine bana "Bu, Hak teâlâ'nın da buyurduğu gibi mut'a'dır (Bir faydalanmadır)" dedi. Ben, "mut'a'nın iddeti var mıdır?" diye sordum o, "Evet onun iddeti bir hayızdır" dedi. Ben, "mut'a nikahı ile evlenenler, birbirlerine mirasçı olabilirler mi?" dedim, "hayır" cevabını verdi: İkincisi: İnsanlar İbn Abbas'ın mut'a hakkındaki fetvası hakkında şiirler söylemeye başlayınca, İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle dedi: "Hay Allah kahredesiceler! Ben, mut'a'nın mutlak olarak (kayıtsız-şartsız) mubah olduğuna fetva vermedim. Fakat ben dedim ki: "Nasıl muzdar (çaresiz) olana domuz eti ve akan kan helâl oluyor ise. aynı şekilde çaresiz kalana mut'a da helâldir." Üçüncüsü: İbn Abbas, mut'a ile ilgili bu âyetin mensuh olduğunu söylemiştir. Atâ el-Horasâni, İbn Abbas'tan bu ifâde hakkında şu sözü rivayet etmiştir. Bu âyet, "Ey Peygamber, kadınları boşayacağınız vakit, iddetlerine doğru boşayınız.." (Talak. 1) âyeti ile neshedilmiştir. Yine İbn Abbas'ın ölürken, "Allah'ım, mut'a ve sarf hakkındaki görüşümden ötürü sana tevbe ediyorum" dediği rivayet edilmiştir. İmrân İbn Husayn ise şöyle demiştir: "Allah'ın kitabında mut'a hakkındaki âyet nazil oldu. Fakat ondan sonra onu nesheden herhangibir âyet nazil olmadı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de mut'a'yı bize emretti ve biz ondan istifade ettik, ölünceye kadar da bizi bundan menetmedi. Daha sonra adamın birisi, kafasına göre dilediğini söyledi (yani bunun haram olduğunu ileri sürdü)." Mü'minlerin emiri Hazret-i Ali'ye gelince, şiîler, ondan mut'a'yı mubah gördüğü görüşünü rivayet etmektedirler. Muhammed İbn Cerîr et-Taberî de tefsirinde Hazret-i Ali'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Eğer Ömer insanları mut'a'dan nehyetmeseydi, şakîler (azgın insanlar) müstesna, kimse zina etmezdi." Muhammed İbn el-Hanefiyye ismi ile meşhur olan Muhammed İbn Ali'nin rivayet ettiğine göre Hazret-i Ali (radıyallahü anh), mut'a'nın caiz olduğuna fetva vermekte olan İbn Abbas'a rastlar ve "muhakkak ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mut'a nikahından ve ehlî eşşek eti yemekten nehyetti" der. İşte rivayetlere taalluk eden şeyler bunlardan ibarettir. Âlimlerin çoğu mut'a'nın haram olduğuna bir çok delil ile istidlal etmişlerdir: Mut'a'nın Haram Olduğunu Söyleyen Cumhurun Delilleri Birinci delil: Hak teâlâ'nın, "(Öyle mü'minler) ki onlar ırzlarım koruyanlardır. Şu var ki zevcelerine, yahut sağ ellerinin malik olduğu (cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesna..." (Mümmûn, 5-6) âyetinden dolayı, cinsî münasebetin ancak zevce veya cariye ile yapılması helâldir. Mut'a ile nikahlanan bu kadının ne bir cariye ne de zevce olmadığı hususunda hiçbir şüphe yoktur. Bunun böyle olduğuna şunlar da delâlet eder: a) Şayet bu kadın zevce sayılmış olsaydı, Hak teâlâ'nın, "Zevcelerinizin terikesinin yarısı sizindir" (Nisa, 12) âyetinden dolayı, adam ile onun birbirine vâris olmaları söz konusu olurdu. Bu ikisi arasında bir tevarüsün bulunmadığına ise ittifak edilmiştir. b) Yine o kadın bir zevce sayılsaydı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Çocuk, (doğduğu) yatağa aittir" hadisinden ötürü, ondan doğacak çocuğun nesebinin sabit olması gerekirdi. Üzerinde ittifak edilen görüş ise, bu çocuğun nesebinin sübût bulmadığıdır. c) Yine Cenâb-ı Hakk'ın, "İçinizden ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler" (Bakara, 234) âyetinden ötürü, mut'a ile alınan o kadının da iddet beklemesi gerekirdi. Bil ki bu delil güzel ve yerindedir. İkinci delil: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), rivayet edildiğine göre hutbesinde şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında iki türlü mut'a vardı. Ben bunları yasaklıyorum. Bunlara karşılık ceza vereceğim." O, bu sözü sahabenin toplu olduğu bir yerde söylemiş ve hiç kimse onu yadırgamamış, karşı çıkmamıştır. Bu hâdisede durum şöyledir. Ya "onlar mut'a'nın haram olduğunu bildikleri halde seslerini çıkarmadılar. Ya da onlar, mut'a'nın mubah olduğunu bildikleri halde, Hazret-i Ömer'e yaranmak için seslerini çıkartmadılar" den ilebilir.'Veyahut da "o sahabeler, onlar mut'a'nın ne haram olduğunu, ne de mubah olduğunu biliyorlardı. Bundan dolayı, bu hususta herhangi bir görüşe sahip olmadıkları için seslerini çıkarmadılar" denilebilir. Tercihe şayan olan, birinci ihtimaldir. İkinci ihtimal ise hem Hazret-i Ömer'in hem de sahabenin tekfirini gerektirir. Çünkü her kim, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mut'a'yı mubah kıldığını bile bile, onu nesheden bir hüküm bulunmadığı halde, "Bu haramdır ve yasaktır" derse, o Allah'ı inkâr etmiş olur. Yine her kim, hatalı ve kâfir olduğunu bildiği halde, bir kimsenin o sözünü tasdik ederse kâfir olur. Bu ise, ümmetin tekfirini gerektirir ve bu da Hak teâlâ'nın, "Siz en hayırlı bir ümmetsiniz.." (Al-i imran, 110) âyetinin zıddınadır. Üçüncü ihtimale gelince ki, sahabenin, mut'a'nın ne mubah ne de haram olduğunu bilmedikleri için seslerini çıkarmamış olmaları ihtimalidir, bu da asılsızdır. Çünkü mut'a, mubah sayılması halinde nikah gibi olur. İnsanların, nikah ve mut'a'dan herbirinin durumunu bilmeye olan ihtiyacı, herkesi içine alan bir ihtiyaçtır. Bu durumda olan bir meselenin ise gizli kalması imkânsızdır. Aksine bu konudaki bilginin meşhur olması gerekir. Nasıl herkes nikahın mubah olduğunu ve bu mübahlığın neshedilmemiş olduğunu biliyor idiyse, mut'a meselesi hakkında da durumun aynı olması gerekir. Bu iki kısım bâtıl olunca, sahabenin ancak, mut'anın İslâm'da mensuh olduğunu bildikleri için, Hazret-i Ömer'e karşı çıkmamış oldukları sabit olur. Buna göre eğer, "sizin söylediğiniz bu şey, rivayet edilen şu haber ile bâtıl olur: Hazret-i Ömer, "Bir kadın ile belli bir zaman için evlenen (mut'a yapan) bir adam getirilirse, onu mutlaka recmederim" demiştir. Şüphe yok ki, her nekadar sahabe, o bunu söylediği zaman karşı çıkmamışlarsa da, mut'a yapanı recmetmek (taşlayarak öldürmek) caiz değildir. Binâenaleyh bu, sahabenin bâtıl bir sözü duydukları zaman ses çıkarmadıklarına delâlet eder" denirse, biz deriz ki: Belki de Hazret-i Ömer bunu, bir tehdid, zecr ve bir siyaset olsun diye söylemiştir. Faydalı olacağı zaman, bu gibi siyasetler halife için caizdir. Baksana, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kim bizden zekâtını esirgerse, biz ondan hem zekâtını hem de malının yarısını alırız" Müsned, 1/377. buyurmuştur. Fakat zekâtını vermeyen kimseden, malının yarısını atmak caiz değildir. Hazret-i Peygamber, bu işi iyice yasaklamak için böyle söylemiştir. Hazret-i Ömer'in sözü de böyledir. Allah en iyi bilendir. Üçüncü delil: İmam Malik, Zührî'den; Zühıi'de Muhammed İbn Ali'nin iki oğlu olan Abdullah ve Hasan'dan; bunlar da babalarından; babaları da Hazret-i Ali'den rivayet ettiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kadınları mut'a nikahı ile almaktan ve ehli eşeklerin etini yemekten nehyetmiştir. Rebî' İbn Sebüre el-Cühenf, babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Erken vakitte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e rastladım. O, makam-ı İbrahim ile rükn arasında, ayakta ve sırtını Ka'be'ye dayamış olarak şöyle diyordu: "Ey insanlar, size bu kadınlardan istifade etmenizi (mut'a yapmanızı) söylemiştim. Dikkat edin, Allahü teâlâ mut'ayı, kıyamete kadar size haram kılmıştır. Binâenaleyh kimin yanında onlardan (mut'a ile aldığı) birisi varsa, onu salıversin. Onlara verdiğiniz şeyden hiçbirseyi de geri almayınız. " Müslim, Nikâh, 21 (2/1025). Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, "Kadınları mut'a nikahıyla almak haramdır" Müslim, Nikâh. 24-32 (2/1026-1028). dediği rivayet edilmiştir. Bu üç hadisi Vahidî, el-Bâsit adlı eserinde zikretmiştir. Nikah'ın "istimta"' (faydalanma) diye ifâde edilemeyeceği açıktır. Zira biz, "istimta"'nın, lezzet alma manasına geldiğini beyân etmiştik. Halbuki sırf nikahta bu mana yoktur. Mut'anın Mubah Olduğunu İleri Sürenler Mut'a nikahının mubah olduğunu söyleyenler ise, şu delilleri getirmişlerdir: Birinci delil: Onların, Cenâb-ı Hakk'ın "Namuslu ve zinaya sapmayarak, mallarınızla arayıp (nikahlamanız) size helâl edildi. O halde onlardan hangisiyle faydalandıysanız, ücretlerini takdir edildiği şekil üzere verin" ayetine tutunmalarıdır. Bu âyetle istidlal etmenin iki yolu vardır: Birincisi, şöyle dememizdir: Mut'a nikahı bu âyetin hükmüne dâhildir. Zira âyetteki mallarınızla arayıp (nikahlamanız)" buyruğu, mal ile hem devamlı olarak bir kadından istifâde etmek isteyen kimseyi, hem de geçici olarak belirli bir müddet için istifade etmek isteyen kimseyi içine alır. Bu iki kısımdan herbiri bu ifâdeye dahil olduğuna göre, Hak teâlâ'nın "Onlardan başkası ise, mallarınızla arayıp (nikahlamanız) size helâl edildi" buyruğu, her iki kısmın da helâl olmasını gerektirir. Bu da, mut'a nikahının helâlliğini gösterir. İkincisi ise şöyle dememizdir: Bu âyet, mut'a nikahının açıklamasına hastır. Bunu birkaç yönden izah ederiz: a) Rivayet olunduğuna göre, Ubeyy İbn Ka'b bu âyeti, "O halde onlardan hangisiyle belit bir vakte kadar faydalandıysanız ücretlerini verin" şeklinde okumuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın kıraati de böyledir. Ümmet-i Muhammed, bu iki şahabının kıraatlerini yadırgamamıştır. Binâenaleyh bu, bu kıraatin doğruluğu hususunda ümmetin bir icmâsıdır. Bunun izahı, tıpkı sizin Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) hakkında yaptığınız izah gibidir. Hazret-i Ömer, mut'ayı yasaklayınca, sahabe sesini çıkarmamıştır. Binaenaleyh bu, bizim söylediğimiz görüş hususunda bir icmâ olmuştur. İşte burada da böyledir. Bu kıraatin sıhhati icmâ ile sabit olduğuna göre, elde edilmek istenen netice sabit olur. b) Âyette zikredilen, sırf mal ile talep etmek, araştırmaktır. Daha sonra Cenâb-ı Hak o kadınlara, kendilerinden istifâde edildikten sonra, ücretlerinin verilmesini emretmiştir. Bu da, sırf mal ile talep etmenin, onlarla cinsî münasebette bulunmayı tecviz ettiğine delâlet eder. Sırf mal ile talep etmek ise, ancak mut'a nikâhında olur. Mutlak nikâha gelince, buradaki helallik ancak akid, velî ve şahidlerle meydana gelir. Sırf mal ile talepte bulunmak, helalliği ifâde etmez. Böylece bu durum da, bu âyetin sırf mut'a nikahına tahsis edildiğine delâlet eder. c) Cenâb-ı Hak bu âyette, sırf faydalanmadan dolayı ücret vermeyi vacip kılmıştır. Faydalanma ise, lezzet almaktan ve istifade etmekten ibarettir. Nikâhta ise, ücretleri vermek, kesinlikle faydalanmadan ötürü vacip olmamıştır. Aksine, yapılan nikâhtan ötürü vacip olur. Baksana, sırf nikâh akdi yapmaktan dolayı mehrin yarısı gerekmektedir. Böylece nikâhın, bir faydalanma diye adlandınlamayacağı açıktır. Çünkü biz, faydalanmanın lezzet alma olduğunu beyân etmiştik. Halbuki sırf nikâh böyle değildir. d) Şayet biz bu âyeti nikâh hükmüne hamledersek. aynı sûrede nikâh hükmünün izahı tekrarlanmış olur. Çünkü Cenâb-ı Hak bu sûrenin başlarında, "Sizin için helâl olan (diğer) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikah edin..." (Nisa, 3) buyurmuş, daha sonra da, "kadınların mehirlerini yürekten isteyerek verin" (Nisa. 4) demiştir. Ama biz bu âyeti, mut'a nikâhının izahına hamledersek, bu yeni bir hüküm olmuş olur. Binaenaleyh, âyeti buna hamletmek daha evlâdır. Allah en İyisini bilendir. Mut'a nikahının caiz olduğuna dair İkinci delil: Ümmet-i Muhammed, mut'a nikâhının İslâm'ın ilk yıllarında caiz olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu hususta ümmet arasında herhangi bir ihtilaf yoktur. İhtilâf sadece, bunu nesheden bir şeyin vâki olup olmadığı hususundadır. Bu sebeple biz diyoruz ki, eğer bu hükmü nesheden bir şey mevcut olsaydı, bu nesheden şey ya tevatür yoluyla veyahut da ahâd haberlerle bilinmiş oturdu. Eğer tevatür yoluyla bilinmiş olsaydı o zaman Ali İbn Ebî Talib, Abdullah İbn Abbas ve İmrân İbn Husayn, Hazret-i Muhammed'in dininde tevatürle sabit olan bir şeyi kabul etmemiş olurlardı ki, bu da onların (haşa) kâfir sayılmalarını gerektirir. Bu ise kesinlikle bâtıldır. Neshin ahâd haberlerle sabit olması hali de bâtıldır. Çünkü mut'a nikahının mubah olduğu icmâ ve tevatür yoluyla bilinince, bu nikâhın sübutu kesinlikle malûm olmuş olur; binâenaleyh biz bu hükmü haber-i vahidle neshedersek, o zaman zannî olan bir şeyi, kesinleşmiş olan bir şeyin hükmünü neshedici kılmış oluruz ki, bu da bâtıldır. Mut'a nikahının caiz olduğunu söyleyenler, sözlerine devamla şöyle derler: "Pekçok rivayet, böyle bir nâsihin bulunduğuna hükmetmenin yanlış olduğuna delâlet eder. Meselâ bu rivayetlerden birisi şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hayber gününde ehlî eşeklerin etini yemekten ve mut'a nikahından insanları nehyetmiştir. Yine rivayetlerden pekçoğu O'nun, Veda haccında ve Mekke'nin fethi gününde, mut'a nikahını mubah kıldığım göstermektedir. Halbuki bu iki gün de, Hayber gününden sonradır. Bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hayber gününde mut'a nikahını neshettiğine delâlet eden rivayetlerin bozukluğunu gösterir. Çünkü nâsih olan nassın, mensûhtan önce bulunması imkânsızdır. Birkaç defa helâl kılma ve neshetme olmuştur diyenlerin görüşü de zayıftır. Çünkü, rivayetler arasındaki çelişkiyi kaldırmak isteyenler hariç, meseleyi ele alıp değerlendiren âlimlerden hiç kimse bunu söylememiştir." Üçüncü delil: Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), minberdeyken şöyle demiştir: "İki mut'a, Allah'ın Resulü zamanında meşru idi. Ama ben onları yasaklıyorum. Bunlar, hacc mut'ası ile nikâh mut'asıdır." İşte bu rivayet, Hazret-i Ömer tarafından, Allah'ın Resulü zamanında mut'a nikâhının bulunduğuna dair kesin bir delildir. Hazret-i Ömer'in "Ben onları yasaklıyorum" ifâdesi, Hazret-i Peygamber'in onu neshetmeyip, bunu neshedenin sadece Hazret-i Ömer olduğuna delâlet eder. Bu sabit olunca biz deriz ki, işte bu söz, Hazret-i Resul zamanında mut'anın helâl olduğuna; Resûlullah'ın onu neshetmediğine; bunu neshedenin ise sadece Hazret-i Ömer olduğuna delâlet eder. Bu da sabit olunca, mut'a nikâhının mensûh olmaması gerekir. Çünkü. Allah'ın Resulü zamanında bulunup da O'nun neshetmediği bir şeyin, Hazret-i Ömer'in neshetmesiyle mensûh olması imkânsız olur. İşte bu, İmrân İbn el-Husaynın şöyle diyerek istidlal ettiği hüccettir: "Allahü Teâlâ, mut'a hakkında bir âyet indirmiş ve o âyeti başka bir âyetle de neshetmemiştir. Allah'ın Resulü de bize mut'a nikâhı yapmamızı meşru kılmış ve onu bize yasaklamamıştır. -Hazret-i Ömer'in yasaklamasını kastederek- sonra bir adam kalkmış, istediği biçimde hüküm vermiş!" İşte, mut'a nikahının caiz olduğunu söyleyenlerin delillerinin tamamı budur. Mut'anın Mubah Olduğunu Söyleyenlere Cevap Onların birinci deliline şöyle diyerek cevap verebiliriz: Bu âyetin, mut'a nikâhına da şamil olduğunu şü üç yönden açıklayabiliriz: a) Cenâb-ı Hak, "Analarınız., size haram edüdi..." (Nisa, 23) buyruğunda, ilkönce nikahı haram olanlardan bahsetmiş, müteakip âyette de "Onlardan başkası ise, size helâl edildi" (Nisa. 24) buyurmuştur. Böylece, buradaki bu helâl kılma ile oradaki o haram kılmadan murad edilenin aynısı kastedilmiş olur. Ancak ne var ki, oradaki haram kılma ile murad edilen, (haram kılınanların) nikâhıdır. Binaenaleyh, buradaki helâl kılma ile murad edilenin de nikâh olması gerekir. b) Allahü teâlâ, "namuskâr bir biçimde" buyurmuştur. "Namuskâr davranmak" ise, ancak sahih bir nikâhta söz konusu olur. c) O "Zinaya sapmamış olarak..." buyurmuş, zinayı sifâh (dökmek) diye adlandırmıştır. Zira, zina edenin bu zinadaki maksadı, sırf menisini akıtmaktır. O, bu zina hadisesinde, çocuk ve nikâhın temin ettiği diğer fayda ve maslahatları istememektedir. Mut'a'dan ise, sadece meniyi akıtmak kastedilir. Böylece bu da bir sifâh (dökmek, zina yapmak) olmuş olur. Bu, Ebu Bekr er-Razî'nin yapmış olduğu izahlardır. Ebu Bekr er-Razî'nin ("a" şıkkında) zikrettiği şey şudur: Buna göre Allahü teâlâ sanki, insanlara cinsî münasebette bulunmaları haram olan kadın gruplarını zikretmiş, daha sonra da, "onlardan başkası ise, size helâl edildi" (Nisa, 24) buyurmuştur ki bu, "nikâhın haram olduğu belirtilenlerin dışında kalanlarla cinsî münasebette bulunmak size helâl kılınmıştır" demektir. Binâenaleyh bu sözün neresi yanlıştır? O'nun ("b" maddesinde) söylediği söz ise "Namuskâr davranmak", ancak sahîh bir nikâhta olur..." şeklindedir. Ama o, bunun delilini zikretmemiştir. Onun ("c" maddesinde) zikrettiği, "Zina, "sifâh" diye adlandırılmıştır. Çünkü bundan, sadece menîyi akıtmak kastedilmiştir. Halbuki mut'a böyle değildir. Çünkü mut'a'dan maksat, Allah tarafından müsaade edilmek ve izin verilmek suretiyle menîyi akıtmaktır..." şeklindedir. Eğer siz, "mut'a nikahı haram kılınmıştır" derseniz, biz deriz ki, bu, konunun başına dönmedir. O halde daha niçin siz "durum bu şekildedir" dediniz? Böylece Ebu Bekr er-Razî'nin sözünün gevşek bir söz olduğu ortaya çıkmış olur. Bu konuda itimâda şayan olan cevap, şöyle dememizdir: "Biz, mut'a nikâhının (başlangıçta) mubah olduğunu inkâr etmiyoruz. Bizim söylediğimiz sadece, o nikâhın mensûh olduğudur." Bu takdire göre, şayet âyet mut'a nikâhının meşru olduğuna delâlet ederse, bu bizim maksadımıza zarar vermez. Bu, aynı zamanda onların (mut'a nikahtnın caiz olduğunu söyleyenlerin) Ubeyy İbn Ka'b ve İbn Abbas'ın kıraatine sarılmalarına bir cevaptır. Zira, sahîh olmaları halinde bu kıraatler, sadece mut'a nikahının meşru olduğuna delâlet ederler. Halbuki biz, bu konuda münakaşa etmiyoruz. Bizim söylediğimiz şey, bu hükmün mensûh olduğudur. Sizin getirmiş olduğunuz deliller, bizim verdiğimiz hükmü savuşturamaz. . Onların, "Nasih, ya mütevâtir ya da ahâd yolla olurdu..." şeklindeki görüşlerine de şöyle cevap veririz: Belki de ashabın bir kısmı onu duymuş da daha sonra unutmuştur... Daha sonra Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) büyük bir kalabalığın içinde bunu hatırlatınca, ashâb onu hatırlamış, Hazret-i Ömer'in bu konudaki sıdkını anlamış ve O'nun bu husustaki sözüne karşı çıkmamışlardır. Mut'a nikâhının caiz olduğunu söyleyenlerin, "Ömer, mut'a nikâhının nehyini kendisine nisbet etmiştir" şeklindeki sözlerine de şu şekilde cevap veririz: "Biz daha önce şu açıklamada bulunmuştuk: Şayet, Ömer'in bu sözünden maksadı, "Mut'a Hazret-i Muhammed'in şeriatında mubahtır, ama buna rağmen ben onu yasaklıyorum" şeklinde olsaydı, o zaman hem Hazret-i Ömer'in, hem de O'nunla muharebe etmeyen ve bu hususta O'nunla tartışmayan herkesin kâfir sayılması gerekirdi. Bu da, Hazret-i Ömer'le muharebe etmediği ve onun sözünü reddetmediği için Emîru'l-mü'mininin (Hazret-i Ali'nin) kâfir sayılması neticesine götürür ki bütün bunlar bâtıl ve geçersizdir. Binaenaleyh geriye sadece şöyle denilmesi kalmaktadır: Hazret-i Ömer'in bu sözünden maksadı, "Mut'a nikahı Hazret-i Peygamber zamanında mubah idi. Ancak ne var ki Resûlullah'ın onu neshettiğini bildiğim için ben onu yasaklıyorum" şeklindedir. Bu takdire göre bu söz, elde etmek istediğimiz netice hususunda bizim delilimiz olur. Allah en iyi bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ücretlerini takdir edildiği şekil üzre verin" buyurmuştur ki bu, "onlara ücret ve mehirlerini vermek bir farz, yerine getirilmesi gereken bir iş ve vecibedir" demektir. Keşşaf sahibi, Cenâb-ı Hakk'ın "takdir edildiği şekil üzre" ifâdesi hakkında şu üç izahı yapmıştır: a) (farz kılınmış) manasında olmak üzere, "ücretlerini, mehirlerini..." kelimesinden haldir. b) Bu kelime, "vermek" yerinde kullanılmış bir kelimedir. Çünkü (onlara ücretlerini) vermek farz kılınmıştır. c) Bu kelime, te'kîd için gelmiş olan bir mef'ûl-i mutlaktır. Yani, "Bu size, öylesine farz kılındı ki.." demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O mehrin miktarını tayin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey hakkında size bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla bilicidir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bir önceki âyeti, nikâh hükmü ile İlgili düşünenler şöyle demektedirler: Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğundan maksadı şudur: Mehir, belirli bir miktar olarak tayin edilince, kadının o mehirden bir kısmını indirmesi veya mehrin tamamından vazgeçmesi hususunda bir güçlük yoktur... Buna göre, âyette bahsedilen "aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey..." ifâdesinden maksat, mehrin miktarında bir indirim yapmak veya o mehrin tamamından vazgeçmek olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Bununla beraber eğer ondan birazım gönül hoşluğu ile size bağışlamış olurlarsa, onu da içinize sine sine yeyin" (Nisa, 4) ve "Kendileri vazgeçmiş olurlarsa, yahud nikâh düğümü elinde bulunan kimse bağışlarsa müstesna..." (Bakara, 237) âyetlerinin ifâde ettiği hüküm gibidir. Zeccac bu tabirin manasının, "kadının, kocasına mehrini bağışlamasında veya kocasının, cinsî münasebette bulunmadan karısını boşaması halinde, mehrin tamamını kadına bağışlamasında size bir günah yoktur.." şeklinde olduğunu söylemiştir. Bir önceki âyeti mut'a'nın beyânına hamledenlere gelince, onlar da şöyle demektedirler: Cenâb-ı Hakk'ın bu âyetten maksadı şudur: Mut'a'nın müddeti sona erince, erkeğin kesinlikle kadınla hiçbir münasebeti kalmaz. Bu durumda erkek kadına, "Günleri arttır, ücretini artırayım" derse, kadın bu hususta muhayyerdir. Bunu isterse yapar, isterse yapmaz. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "O mehrin miktarını tayin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey hakkında size bir günah yoktur" buyruğundan maksat budur. Yani, "Daha önce belirlenmiş olan ücret ve müddet sona erdikten sonra.." demektir. İkinci Mesele Ebu Hanife (r.h) şöyle demektedir: "Mehre ilâvede bulunmak caizdir. Bu ilâve, erkek evlendiği kadınla cinsî münasebette bulunur veya erkek ölürse söz konusudur.. Ama erkek kadını, cinsî münasebette bulunmadan boşarsa, bu ilâve bâtıl olur ve o kadına, akid anında belirlenmiş olan mehrin yarısını vermek gerekir." Şafiî (r.h) ise şöyle demektedir: "Mehre ziyade yapmak, hibede bulunmak gibidir. Eğer erkek içinden gelerek, o hibeyi kadına verirse, kadın kabz yoluyla o hibeye mâlik olur; eğer hibeyi vermezse hibe bâtıl olur, geçersiz olur." Ebu Bekr er-Razî, Ebu Hanife'nin bu görüşünü isbat için bu âyetle istidlal ederek şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "O mehrin miktarını tayin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey hakkında size bir günah yoktur" buyruğu ilâve ve noksanlık taraflarında kendisiyle karşılıklı rızâ ve gönül hoşluğunun meydana geldiği şeyi içine alır. Böylece bu, umumî olması sebebiyle, mehre ilâvede bulunmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Hatta bu âyet, noksanlaştırmadan daha ziyâde, ilâvede bulunma hükmüne hastır. Zira Cenâb-ı Hak bunu, her ikisinin karşılıklı rızalarına bağlamıştır. Halbuki, mihrin tamamından vazgeçmek ya da biraz indirimde bulunmak, (bunlar kadının hakkı olduğu için) kocanın rızasının olmasına ihtiyaç kalmaz. Halbuki mehre ilâvede bulunmak ise, kocanın onu kabul etmesi halinde ancak doğru olur. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak bu hükmü, karşılıklı olarak her ikisinin birden rızalarına talîk edip bağlayınca, bu, bundan muradın ilâvede bulunmak olduğuna delâlet eder." Ebu Bekr er-Razî el-Cessas'ın bu izahına şu şekilde cevap verilebilir: Bu ilâvenin, Zeccâc'ın zikretmiş olduğu şu hükümden ibaret olması niçin caiz olmasın? Zeccâc'ın hükmü şudur: Koca, hanımını cinsî münasebette bulunmadan boşarsa, bu durumda kadın, isterse hakkı olan "mehr-i müsemmâ"nın yarısından vazgeçer; isterse koca da mehrin tamamını ona verebilir. Bu duruma göre koca, kadına, vermesi gerekli olan miktardan fazlasını vermiş olur. Hem bize göre, onun bir hibe olma durumu müstesna, bu ilâvede bir günah bulunmamaktadır. Bu ilâvenin bâtıl olduğuna dair katî delil şudur: Bu ilave, eğer asl'a iltihak, katılmış olursa, o zaman bu ilâve, ya ilk akdin devam etmesiyle birlikte bir ilâve olmuş olur, veyahut da ilk akid sona erdikten sonra bu ilâve yapılmış olur. Birincisi bâtıldır, çünkü nikah akdi ilk miktara göre tahakkuk edince, bu durumda şayet o nikah akdi, ikinci miktara göre yeniden tahakkuk ederse bu, akid sübût bulduktan sonra onu yeniden meydana getirme olur ki bu "hâsılı tahsil" etmeyi gerektirir ki, bu da imkânsızdır. İkincisi de bâtıldır, zira ilâvede bulunulduğu sırada birinci akdin hükmünün kalkmadığı hususunda İcmâ edilmiştir. Böylece onların söyledikleri görüşün bozuk olduğu sabit olmuş olur. Sonra Allahü Teâlâ, bu âyetlerde pekçok mükellefiyetlerden, haram ve helâl kılmalardan bahsedince, kendisinin, bütün malûmatı bilen.hiçbir şey asla ve katiyyetle kendisine gizli kalmayan bir alîm olduğunu; hükümlerini, hikmete uygun bir biçimde vaz eden bir hakîm olduğunu beyân buyurmuştur ki, bu da O'nun emirlerine teslim olmayı, hükümlerine inkîyâd edip boyun eğmeyi gerektirir. Allah en iyisini bilendir. Meşru Kılınan Yedinci Husus: Câriye İle Evlenme 25"Sizden kim hür ve müslümân kadınları nikâhta alacak bir bolluğa güç yetiremezse, o halde sağ ellerinizin mâlik olduğu mü'min cariyelerinizden (alsın). Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir. Kiminiz kiminizden (hasıl olmuşsunuz)dur. O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere- onları, sahiplerinin izniyle, kendinize nikahlayın. Ücretlerini de güzellikle onlara verin. Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtikâb ettiler mi, o vakit üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı (verilir. Cariyeleri almak hususundaki) bu (müsaade) içinizden sıkmaya düşmekten (zinaya sapmaktan) korkanlar içindir. Sabretmeniz İset sizin için daha hayırlıdır. Allah hakkıyla bağışlayıcıdır, çok merhametlidir". Bil ki Cenâb-ı Hak, kimlerin nikâhının helâl olup, kimlerin nikahının helâl olmadığını beyân buyurunca, bu nikâhın kimler hakkında ne zaman ve ne şekilde helâl olacağını da beyan ederek, "Sizden kim hür ve müslümân kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiremezse..." buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Kisaî, bu âyette geçen lâfızlarını, sâd harfinin kesresiyle şeklinde; diğer imamlar ise, sâdın fethasıyla (......) şeklinde okumuşlardır. Fetha okuyanlara göre manası, "kocalı kadınlar"; kesre okuyanlara göre manası, "iffetli ve hür kadınlar" demektir. Allah en iyi bilendir. "Tavl" Kelimesinin Manası Tavl kelimesi, fadl "fazlalık, bolluk, zenginlik, nimet, iyilik" anlamlarına gelir. İyilikte bulunmak, faziletli olmak anlamlarına gelen (......) kelimesi de böyledir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Zi't-tâvl "fazl sahibi.. " (Mü'min, 3) buyurmuştur. Yine bir şeyi elde etti manasında, denilir. Bu tıpkı, "Falancanın eli açıktır" denilmesi gibidir. Tavl kelimesinin aslı, kısanın aksi olan tûl kelimesinden gelmektedir. Zira bir şey uzun oldu mu, tıpkı kısa olması halinde kendisinde bir kusur ve noksanlığın bulunması gibi, onda bir mükemmellik ve fazlalık bulunduğunu gösterir. Aynı şekilde zenginlik de tavi diye adlandırılmıştır, çünkü zenginlik sebebiyle insan, tıpkı uzun böyle olan kimsenin, kısa boylu olanın alamıyacağı şeyleri alması gibi, fakirin elde edemiyeceği şeyleri elde edebilmektedir. Sen bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Âyette geçen tavl kelimesinin manası "kudret"tir. Bu kelimenin mansûb olması ise, (......) kelimesinin mef'ûlü olması sebebiyledir. kelimesi de "kudret"in, kelimesinin mef'ûlü olduğu için, mahallen mansûbtur. İmdi şayet, "İstitâet, kudret demektir. Âyette geçen tavl kelimesi de kudret manasınadır. Buna göre âyetin takdiri, "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikahlama kudretine kadir olamazsa..." şeklinde olur. O halde kudretin tekrâr edilmesinin mânası ve faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Durum senin söylediğin gibidir. Ancak ne var ki evlâ olan, manânın "Sizden kim, hür ve müslüman kadınlarla evlenmeye tam manasıyla güç yetiremezse.." şeklinde (mefûl-i mutlak durumunda) olmasıdır İşte bu izaha göre, söz konusu olan müşkil zail olmuş olur. Lügatle ilgili açıklamalar işte bundan ibarettir. Âyet Hakkında Yapılan Tefsirler Müfessirlerin yapmış olduğu izahlar şunlardır: a) "Kim hür kadınlarla evlenmesine imkân veren bir mal varlığına ve zenginliğine muktedir olmazsa, bir cariye ile evlensin." b) Âyetteki "nikah" sözü, "cinsî münasebette bulunma" manasına tefsir edilir Buna göre mana, "sizden kim, hür kadınlarla cinsi münasebette bulunmaya mân bakımdan kadir değilse, bir cariye ile evlensin" şeklinde olur. Mananın böyle olmas halinde, nikahı altında hür kadın bulunmayan herkesin, cariye ile evlenmesi caizdir Bu açıklama, Ebu Hanife'nin mezhebine uygundur. Çünkü onun mezhebine göre nikahı altında hür kadın bulunan kimsenin, ister hür kadınla evlenmeye muktedir olsur ister olmasın, câriye ile evlenmesi caiz değildir. c) Bunun manası, hür kadınla yetinmektir. Bu durumda erkeğin, ister nikahı artında hür kadın bulunsun, isterse bulunmasın, cariye ile evlenebilir. Bütün bu izahlar yapılabilir. Zira, âyette geçen "istita'a" (güç yetirme) bütün bu izahlara muhtemildir. Üçüncü Mesele Âyetteki "Sizden kim muhsenâti nikahla alacak bir bolluğa güç yetiştiremezse..." buyruğunda geçen "muhsenat" lâfzından murad, hür kadınlardır. Bunun böyle olduğuna, Allahü Teâlâ'nın "muhsenat" ile evlenmek imkansız olduğunda, câriye ile evlen ilebileceğini bildirmesi de delâlet eder. Binâenaleyh buradaki "muhsenat" lâfzı ile kastedilenin, cariyenin zıddı gibi olanlar olması gerekir. Bu kelimeyi sâd harfinin fethası ile "muhsenat" şeklinde okuyanlara göre, hür kadınların muhsenat olarak adlandırılmalarının sebebi, onların, hür olmaları sayesinde cariyelerin teşebbüs edecekleri hallerden korunmuş olmalarıdır. Çünkü zahir olan odur ki cariyeler dışarıya çokça çıkar, şuraya buraya girip çıkar, önemsenmez, değer verilmez. Hür kadın ise, bütün bu noksanlardan korunmuştur. Fakat kelimeyi sâd harfinin kesresi ile "muhsinât" şeklinde okuyanlara göre mana şöyledir: Onlar, kendilerini hür olmaları sebebi ile koruyanlardır. İmam Şafi'nin Tefsirine Göre Cariye İle Evlenmenin Şartları Şafiî (r.h)'nin görüşü şudur: Allahü teâlâ, cariyelerle evlenme hususunda üç şart belirtmiştir. Bunlardan ikisi evlenen erkek, üçüncüsü ise evlenilen kadın hakkındadır. Evlenende bulunması gereken şartlardan birincisi, onun hür kadınla evlenebileceği mehri bulamamasıdır ki bu, Hak teâlâ'nın, "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiremezse..." âyetiyle beyan ettiği husustur. Bir bolluğa güç yetirememenin manası ise, hür kadını nikahlayabileceği bir malın (mehrin) olmamasıdır. İmdi şayet, "Bir kimse cariye ile evlenebiliyorsa, fakir bir hür kadınla da evlenebilir. Binaenaleyh aradaki fark nereden geliyor?" denilirse, biz deriz ki: Cariyeler hakkındaki örf, onlar efendilerinin hizmeti ile meşgul oldukları için, mehir ve nafakalarının az olması şeklindedir. Binaenaleyh aradaki fark zahirdir. Evlenende bulunması gereken şartlardan ikincisi, bu âyetin sonlarına doğru gelen, "(Cariyeleri alma hususundaki) bu (müsâade), içinizden sıkıntıya düşmekten (zinaya sapmaktan) korkanlar içindir" ifadesidir. Bu, "Bekârlık canına tak eden kimse içindir" manasınadır. Evlenilecek kadında bulunması gereken üçüncü şart ise, bu cariyenin kâfir değil mü'min olmasıdır. Zira cariye kâfir olduğu zaman şu iki bakımdan yani kölelik ve küfür bakımından eksik olmuş olur. Şüphe yok ki doğacak çocuk, hür olma veya köle olma bakımından annesine tâbidir. Bu durumda çocuk, bir köle olarak kâfir annesinin mülküne bağlanmış olur ve böylece o çocukta hem köle hem de kâfirin mülkü olma gibi iki noksanlık bulunmuş olur. İşte bu üç şart, câriye ile evlenilebilmede Şafii'ce itibâr edilen şartlardır. İmam Ebû Hanife'ye Göre Cariye İle Evlenmenin Şartları Ebu Hanife (r.h)'ye gelince, o şöyle der: "Nikahı altında hür kadın bulunan kimsenin, cariye ile evlenmesi caiz değildir. Fakat nikahı altında bir hür kadın bulunmayan kimsenin, hür kadınla evlenmeye ister gücü olsun ister olmasın, cariye ile evlenmesi caizdir." Şafiî, görüşüne bu âyeti delil getirmiştir. Bunu şu iki şekilde izah edebiliriz: a) Allahü teâlâ, önce hür kadınlarla evlenmeye mali gücün bulunmaması şartını zikretmiş, peşisıra cariye ile evlenilebileceği hükmünü getirmiştir. Bu vasıf (şart), bu hükme uygundur. Çünkü insan, bazan cima etmeye muhtaçtır. Hür kadının geçiminin ve mehrinin çok olması yüzünden, insan hür kadınla (nikahlanıp) cima edemediği zaman, cariye ile evlenmesine müsaade edilmesi gerekir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Hüküm, kendisine münasip bir vasfın (şartın) peşisıra zikredildiğinde, bu durum, o hükmün o vasfa bağlı olduğuna delâlet eder. Bu sabit olunca da biz deriz ki: Şayet cariye ile evlenme, hür kadının mehrine sahip olma veya olmama durumlarında caiz olsaydı, mehre güç yetirememenin kesinlikle bu hüküm üzerinde bir tesiri olmaması gerekirdi. Fakat biz, âyetin delâlet ettiği şeyin, bu hükümde bir tesiri olduğunu beyân etmiştik. Binaenaleyh insanın, hür kadınla evlenebilecek mali kudretinin bulunması halinde, cariye ile evlenemeyeceği sabit olur. b) Biz, bu âyetle mefhum-u muhalifi yoluyla şu şekilde de istidlal edebiliriz: Bir şeyin özellikle zikredilmesi, hükmün, onun dışında kalanlardan nefyedildiğine delâlet eder. Bunun delili şudur: Bir kimse, "şu ölü yahudi, hiçbirşey göremez" dediğinde, bu söze herkes güler ve "Yahudi olmasa da görmez. O halde, bunu "ölü yahudi" diye kayıtlamanın ne manası var" der. Bundan dolayı, örfü bilen kimselerin, bu sözü kabîh görüp, kabîhliği (manasızlığı) bu illete bağladıklarını görünce, dili iyi bilenlerin, bir hükmü bir sıfatla kayıtlamanın, o hükmün kayıtlanan (şart koşulan) şey dışında bulunmamasını gerektireceğinde ittifak ettiklerini anlamış oluruz. Ebu Bekr er-Râzî el-Cessâs şöyle demektedir: "Bu durumun, mübahlığa tahsis edilmesi, o şeyin dışında kalanların yasak olduğunu göstermez. Bu, Cenâb-ı Allah'ın, "Evladlarınızı fakirlik korkusuyla öldürmeyin" (isrâ, 31) âyetinde ifade edilen husus gibidir. Bu âyette, bu korkunun zail olması durumunda, evladların öldürülebileceğine bir delâlet yoktur. Yine bu, "Bibâyı (faizi), Öyle kat kat artırılmış olarak yemeyin" (Al-i imran, 130) âyetinde ifâde edilen hususa benzer. Bu âyette, "kat kat olmaması halinde" faizin yenebileceğini gösteren birşey yoktur." er-Razî el-Cessâs'a şöyle cevap verilir: "Lâfzın zahirî manası bunu gerektirmektedir. Ancak delil-i munfasıla (başka bir delile) dayanılarak, bu âyetlerin zahirî manalarına göre amel edilmemiştir. Bu tıpkı, sana göre emrin zahirinin vücûb (farziyyet) ifâde edip, delil-i munfasıldan ötürü, pek çok yerde emrin zahirine göre amel edilmemesi gibidir. Âyete delil olarak tutunma hususunda güzel bir soru da, söylediğimiz şu sözdür: Âyette geçen "nikah"tan maksadın, "cinsî münasebette bulunma" manası olması niçin caiz olmasın? Binaenaleyh âyetin manası, "sizden kim hür kadınlarla cinsî münasebette bulunmaya (mali bakımdan) muktedir olamazsa..." şeklinde olur. Buna göre de, nikahı altında hür bir kadın olmayan kimselerin, cariyelerle evlenmeleri caiz olur. Böyle olması halinde de, âyet Ebu Hanife lehine bir hüccet olur. Bu suale şöyle cevap verilir: "Müfessirlerin çoğu, âyetteki "tavlen" (bolluk-güç) kelimesini, "zenginlik" diye tefsir etmişlerdir. Zengin olmamanın ise, cinsî münasebete kadir olmamada değil, nikah akdi yapamamada tesiri vardır." Ebu Bekir er-Râzî, görüşünün doğruluğuna umumî manadaki şu gibi âyetlerle istidlal etmiştir: "Hak teâlâ, "Sizin için helâl olan kadınlardan... nikah edin" (Nisa, 3). "İçinizden bekârları evlendirin.."Nur.32); "Onlardan başkası size helal kılmdı" (Nisa, 24) ve "Kendilerine sizden evvel kitab verilenlerden yine hür ve iffetli kadınlar da (size helâldir)" (Maide. 5) buyurmuştur. Bu son âyet, ehl-i kitaptan olan cariyeleri de içine alır. Bunda geçen "muhsenât"tan maksad, iffetli kadınlardır." Cessâs'ın bu görüşüne şöyle cevap verilir: "Bizim delil getirdiğimiz âyet "hâss"tır. Hâs olan âyet, âmm (genel) manalı olan âyete tercih edilir. Bir de bu âyet, nikahı altında hür kadın bulunanlara hastır. Bu tahsîs daraltma, çocuğu kölelikten korumak için yapılmıştır ki bu husus münakaşa konusunda da söz konusudur. Beşinci Mesele Hak teâlâ'nın, "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikâhla alacak bir bolluğa güç yetiştiremezse..." buyruğunun zahiri, iman etmenin hür kadınlar hakkında muteber olmasını gerektirir. Buna göre bir kimse, ehl-i kitaptan hür bir kadınla evlenmeye kadir olup, ama müslüman hür bir kadınla evlenmeye malî yönden muktedir olamazsa, bu kimsenin cariye ile evlenmesi caiz olur. Alimlerin ekserisinin görüşü, hür kadınlar hakkında îman mefhumunun zikredilmesi mendûb ve müstehâb olan bir husustur. Çünkü, rızkın ve geçim vasıtalarının azlığı ve çokluğu hususunda, ehl-i kitaptan olan hür kadınla, mü'min hür kadın arasında herhangi bir fark yoktur. Ehl-i Kitap Kadınla Evlenmenin Hükmü Bazı alimler şöyle demektedirler: Ehl-i kitaptan olan kadınlarla evlenmek, kesinlikle caiz değildir. Onlar bu âyetlerle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ, müslüman hür kadınla evlenmek inkânsız hale geldiğinde, bu kimsenin müslüman bir cariyeyle evlenebilmesinin taayyün ettiğini beyân buyurmuştur. Eğer kitabî olan hür kadınla evlenmek caiz olsaydı, o zaman hür müslüman kadınla evlenilemediğinde, müslüman cariye ile evlenmek taayyün etmemiş olurdu. Bu ise, âyetin delâletini ortadan kaldırmaktadır. Sonra bu görüşte olanlar, âyetin bu delâletini, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a eş tanıyan kadınlarla, onlar imana gelinceye kadar evlenmeyin" (Bakara. 221) buyruğu ile de te'kîd etmişlerdir. Biz de bu âyeti (Bakara, 221) tefsir ederken, pekçok delile dayanarak ehl-i kitabın kadınlarının müşrik olduğunu beyân etmiştik. Âyet, Zaruret Olmadıkça Cariye İle Evlenmeden Sakındırır Âyet-i kerime, cariyelerle evlenmekten sakınmaya ve zaruret olmadıkça, böyle bir nikâh yapmanın caiz olmayacağına delâlet etmektedir. Bunun sebebi şunlardır: a) Çocuk, kölelik ve hürlük bakımından anneye tâbidir. Binâenaleyh anne köle olunca, çocuk da köle olarak ona bağlanmış olur. Bu ise hem o insana, hem de çocuğuna bir nakısa getirir. b) Cariye, dışarıya çıkmayı, ötede beride gezmeyi ve erkeklerle içli-dışlı olmayı kimi kez adet edinmiştir. Böylece de, son derece utanmaz ve arsız olur. Çoğu kez günaha dalmayı, azmayı adet edinir. Bütün bunlar ise, kocalar hakkında bir zarardır. c) Cariye üzerinde efendinin hakkı, kocanın hakkından daha büyüktür. Bu gibi zevceler, hür kadının sırf kocasına ait olması gibi, kocalarına ait olamazlar. Çoğu kez kocası kendisine ciddî olarak ihtiyaç hisseder, ama buna bir imkân bulamaz. Çünkü karısının efendisi, köle olması hasebiyle onu engelleyerek mani olur. d) Efendi, o cariyeyi bazan başkasından satın alır. Binaenaleyh, "cariyenin satılması onun talakıdır" görüşünü savunanlara göre, bu câriye, ister kocası istesin isterse istemesin, boş olmuş olur. Bu görüşte olmayanlara göre de, ikinci efendisi onunla ve çocuğuyla yolculuğa çıkabilir. Bu ise, (kocaya) zarar veren en büyük şeylerdendir. e) Cariyenin mehri, efendisinin mülküdür. Binaenaleyh o cariye, hür kadının aksine, ne kocasına mehrini bağışlayabilir, ne de o mehrinden tamamiyle vazgeçebilir. İşte bu sebeplerden dolayı Cenâb-ı Hak, bir ruhsat olması durumu müstesna, cariyelerle evlenmeye müsaade etmemiştir. Allah en iyisini bilendir. Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde sağ ellerinizin mâlik olduğu mümin cariyelerinizden (alsın..)" buyruğuyla ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Hak teâlâ'nın, "O halde sağ ellerinizin mâlik olduğu..." tabiri şu demektir: "Yani o kimse, sağ ellerinin mâlik olduğu cariyeyle evlensin.." İbn Abbas, "Cenâb-ı Hakk bu tabirle, kişinin kızkardeşinin cariyesini kastetmiştir. Çünkü bir kimsenin kendi cariyesiyle evlenmesi caiz değildir" demiştir. İkinci Mesele (......) kelimesi, (......) kelimesinin çoğulu olup; memlûke "mülk edinilmiş cariyeler" demektir. Köle için de, (......) kelimesi kullanılır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de, "Sizden hiç biriniz, benim kölem, kulam demesin; ama, benim yiğidim, gencecik kızım desin" Buhârî, Itk, 71. dediği rivayet edilmiştir. Yine, yeni yetişen cariyeye çocuğa da ismi verilir. Cariye de, ister genç olsun isterse ihtiyar olsun, diye isimlendirilir. Çünkü cariye de, büyüklere gösterilen saygı gibi bir saygı görmeme hususunda, genç gibidir. Evlenecek Cariyenin Müslüman Olmasının Şart Olup Olmadığı Hak teâlâ'nın, "mü'min cariyelerinizden (alsın)" tabiri cariye ile evlenmenin, onun mü'min bir kadın olmasıyla kayıtlandığına delâlet eder. Binaenaleyh, koca ister hür ister köle olsun, onun kitabî bir cariye ile evlenmesi caiz olmaz. Bu Mücâhid, Saîd, Hasan cfl-Basrî, İmam-ı Mâlik ve İmâm-ı Şafiî'nin görüşüdür. Ebu Hanife ise, kitabî bir cariye ile evlenmenin caiz olduğunu söylemiştir. Şafiî (r.h)'nin delili şudur: Hak teâlâ'nın, "mü'min cariyelerinizden (alsın)" ifadesi, cariye ile evlenebilmenin onun mü'min olmasıyla kayıtlanmış olduğunu gösterir. Bu da, hür kadınla malî yönden evlenebilme meselesinde zikretmiş olduğumuz o iki sebepten dolayı, mü'min olmayan cariyelerle evlenilemiyeceğini gösterir. Hem yine Cenâb-ı Hak, "Allah'a eş tanıyan kadınlarla, onlar imana gelinceye kadar evlenmeyin" (Bakara, 221) buyurmuştur. Ebu Hanife (r.h)'nin delili ise, nass ve kıyas iledir. Nasstan deliline gelince bu, hür kadınla, malî yönden evlenilebilmesi hususunda, tutunduğumuzu söylediğimiz umumî ifâdelerdir ki, bunların en kuvvetlisi, Hak teâlâ'nın, "Kendilerine sizden evvel kitap verilenlerden yine hür ve iffetli kadınlar dahi..." (Maide. 5) âyetidir. Kıyastan delili ise şudur: Biz, hür olan ehl-i kitap kadınları ile nikâhlanmanın mubah olduğu hususunda ittifak ettik. Kitabî olan cariyeler de mubahtır. Binaenaleyh, bir kimse kitabî olan cariyelerle evlenirse, bunun caiz olması gerekir. Ebu Hanife'nin genel ifâdelere tutunmasına şu şekilde cevap veririz: Bizim delillerimiz hâstır. Binaenaleyh, hâs (özel) olan deliller 'âmm olan ifâdelerden önce gelir, tercih edilir. Kıyastan deliline de şu şekilde cevap veririz: Şafiî şöyle der: Bir kimse kitabî hür kadınla evlenirse, bu durumda tek bir noksanlık meydana gelir. Ama, kitabî cariyeyle evlenirse, bu durumda da köle olma ve küfür gibi iki çeşit noksanlık meydana gelmiş olur. Böylece bu iki durum arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir" buyurmuştur. Zeccâc bunun manasının, "(ey insanlar) iman hususunda-zâhire göre amel edin. Zira, sizler işlerin zahîrleri ile mükellefsiniz. Sırları ve hakikatları bilmeyi, Allah üstlenmiştir" şeklinde olduğunu söylemiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Kiminiz kiminizden (hasıl olmuşsunuzdur)" buyurmuştur. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır: a) Hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Binaenaleyh, zaruret esnasında cariyelerle evlenmeye karşı olan taassub ve kibiriniz, size mani olmasın. b) İman konusunda hepiniz müştereksiniz. İman, faziletlerin en büyüğüdür. En büyük fazilette ortaklık tahakkuk edince, bunun dışında kalan farklılıklara iltifat edilmez. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Mü'min erkekler de, mü'min kadınlar da birbirinin velileridir" (Tevbe. 71) ve "Şüphesiz ki sizin Allah nezdinde en şerefliniz takvaca en ileride olamnızdır" (Hucurat. 13) âyetleridir. Zeccâc, bu ikinci şıkkın daha münasip olduğunu söylemiştir. Çünkü mü'min kadınlar daha önce zikredilmişti. Veya, "İslâm şerefiyle şereflenmek, diğer sıfatlardan daha üstündür." Bu, Şafiî (r.h)'nin "iman, cariyelerle evlenebilmenin şartıdır" sözünü kuvvetlendirir. Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu kelimeleri zikretmesinin hikmeti şudur: Araplar, kendi soy soplarıyla iftihar ediyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hak bu kefimeleri zikrederek, kendisinin bu şeylere bakmadığını ve kıymet vermediğini bildirmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, "Üç şey vardır ki, bunlar câhiliyye tutumundandırlar: İnsanların nesebleri hakkında ta nda bulunup ileri geri konuşmak; soy sop ile iftihar etmek ve yağmurun yağmasını yıldızlara bağlamak.. İnsanlar bu üç şeyi, İslâmiyet döneminde de terketmemişlerdir" Buhârî, Menâkıbû'l-Ensâr, 27; Müsned, 2/362. dediği rivayet edilmiştir. Câhiliyyedekiler, İbnu'l-Hecîn'İ ta'n ediyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hak, onları câhiliyye huyundan men etmek için böyle buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu nikahın nasıl olacağını buyurarak, "O halde, onları, sahiplerinin izniyle, kendinize nikahlayın" demiştir. Bu hususta iki mesele vardır: Birinci Mesele Âlimler, efendisinin izni olmadan cariye ile evlenmenin gecorsiz olacağı hususunda ittifak etmişlerdir: Bu hükmün böyle olduğuna hem Kur'ân-ı Kerim, hem de kıyas delâlet etmektedir. Kur'ân'dan olan delil işte bu âyettir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde, onları, sahiplerinin izniyle, kendinize nikahlayın" buyruğu, nikâh vacip olmasa darn müsaadenin, nikâhın caiz olmasının bir şartı olmasını iktiza etmektedir. Bu, tıpkı Hazret-i Peygamber'in "Her kim selem yaparsa, bunu malûm bir ölçek, malum bir tartı ile malum bir zamana kadar yapsın" İbn Mâce, Ticârat, 59 (2/765). ifadesi gibidir. Selem yapmak vacip değildir. Ancak ne var ki, bir kimse selem akdi yapmak isterse, bu şartları tastamam yerine getirmesi gerekir. Nikah da, her ne kadar vacip değilse de, bir kimse cariye ile evlenmek istediğinde, onunla ancak efendisinin müsaadesiyle evlenmesi gerekir. Kıyastan delil ise şudur: Câriye, efendisinin mülküdür. Cariye evlendikten sonra, onun daha önce sağlamış olduğu menfaatlerin pek çoğunu, artık efendisine temin edemez. Binaenaleyh bu evliliğin, ancak efendisinin izniyle olması gerekir. Bil ki, Kur'ân'ın ifâdesi cariyelere hastır. Kölelere gelince, onlar hakkında bu hüküm hadis ile sabittir. Cabir'den rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Efendisinin izni olmadan evlenen köle zinakardır” Ebü Davûd, Nikâh. 16 (2/228); Tîrmizî, Nikâh, 21 (3/419); İbn Mâce, Nikâh, 43 (1/630). buyurmuştur. Evlenmede Velinin İzninin Şart Olup Olmaması Şafiî (r.h), "Buluğa ermiş akıllı bir kadının nikâhı, velîsinin izni olmaksızın sahîh olmaz" derken, Ebu Hanife (r.h) "Bu, sahih olur" der. Şafiî bu âyetle istidlal etmiştir ki, buistidlalin izahı şudur: Hak teâlâ'nın, buyruğundaki zamirleri, cariyelere aittir. Cariye, kölelik vasfıyla tavsif edilmiş bir kişidir. Kölelik vasfı, (şartlara bağlı olarak) zail olan bir sıfattır. Halbuki, zail olan sıfatlarla tavsif edilmiş olan zâta işaret etmek, o sıfatlara işaret etmeyi kapsamaz. Baksana bir kimse, "şu genç ile konuşmayacağım.." diye yemin etse de, o genç ihtiyarlasa, sonra da onunla konuşsa, o kimse yeminini bozmuş olur. Binaenaleyh, yok olup giden arızî bir sıfatla tavsif edilmiş bir zâta işaret etmenin, o arızî sıfatlar zail olduktan sonra da devam ettiği sabit olmuş olur. Bu sabit olunca biz deriz ki, Hak teâlâ'nın, "O halde onları, sahiplerinin izniyle, kendinize nikahlayın" ifâdesi, cariyelere bir işarettir., Binaenaleyh bu işaretin, kölelik vasfının onlardan zail olup, hürriyetlerini kazanmaları durumunda da devam etmesi gerekir. Durum böyle olunca, biz deriz ki: Misâlimizdeki akıl-baliğ hür kadının nikâhının caiz olması, velîsinin iznine dayanır. Bu, bu misâlde sabit olunca, bu hükmün, bunlar arasında herhangi bir farkın bulunduğunu söyleyenin bulunmayacağı zaruretine binâen, diğer durumlarda da sabit olması gerekir. Ebu Bekr er Razî, bu âyetle, bu meselede Şafiî'nin görüşünün fasid olduğuna istidlal ederek şöyle demektedir: Şafiî'nin mezhebine göre, nikâh akdinde kadının söz hakkı yoktur. Buna göre de, kadının, cariyesini evlendirmesi caiz değildir, Bilakis, onun mezhebine göre bu kadının cariyesini evlendirme hususunda başkasını vekîl tayin etmesi gerekir. Halbuki bu âyet, bu görüşü iptal etmektedir. Çünkü bu âyetin zahiri, efendisinin izninin bulunmasıyla yetinilebileceğine delâlet etmektedir. Binaenaleyh kim "bu kâfi değildir" derse, âyetin zahirini terketmiş olur. Cessâs'ın bu görüşüne, şu bakımlardan cevap veririz: a) Âyette geçen "izin" ifâdesinden maksat, rızadır. Bize göre, efendinin rızâsının mutlaka alınması gerekir. Ama bunun yeterli olduğu hususunda âyette herhangi bir delil yoktur. b) Âyette geçen ehlihinne, yani "onların sahipleri" tabiri, onları evlendirmeye kadir olan kimselerden ibarettir. Bu da, eğer o cariyenin efendisi (sahibi) erkek ise, mevlâdır (yani adamın kendisidir); veyahut da o cariyenin efendisi kadın ise, kadın olan efendinin tayin ettiği velidir. c) Farzet ki "ehl" kelimesi "mevlâ"dan ibarettir. Ancak ne var ki, bu ifâde hem erkekleri hem de dişileri içine alan umumî bir ifâdedir. Kadının kendi kendini evlendiremiyeceğine delâlet eden deliller ise hâstır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kendi kendini evlendiren kadın, (âhirdir) zinakârdır" demiştir. Böylece bu hadis ile, kadının, kendi kendini evlendirme hususunda bir söz hakkının olmadığı ortaya çıkmış olur. Binaenaleyh, arada herhangi bir farkın bulunduğunu söyleyen birisinin olmaması sebebiyle, kadının, cariyesini evlendirme hususunda da bir söz hakkının bulunmaması gerekir. Allah en iyi bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ücretlerini de, Örfe göre onlara verin" buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır: Cariyenin Mehirleri Âyetin tefsiri hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Âyette geçen "ücretler" sözünden murad, onların mehirleridir. Bu izaha göre âyet, onlarla evlenildiğinde, mehir ister belirtilsin isterse belirtilmesin, mehrin vacip olduğuna delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, mehri vacip kılma hususunda, onu belirleyenle belirlemeyen arasında bir fark gözetmemiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "mehr-i misl"i murad ettiğine, O'nun "örfe göre" tabiri de delâlet etmektedir. Bu husus içtihada, keza örfteki ve gelenekteki zann-ı galibe dayandırılan şeyler hakkında mutlak bir ifâdedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Onların maruf bir şekilde yiyeceği, giyeceği; çocuk kendisinin olan (babaya) aittir" (Bakara, 233) tabiri gibidir. b) Kâdî şöyle demektedir: "Onların ücretleri" tabirinden murad, onların nafakalarıdır." Bu sözü söyleyen, bunun birincisinden daha münasip olduğunu, çünkü mehrin belirlenmiş bir şey olduğunu, bu konuda marufun (örfün) şart koşulmasının bir manasının bulunmadığını söyleyerek şöyle devam etmiştir: Cenâb-ı Hak sanki, onun câriye olmasının, tıpkı hür kadın hakkında olduğu gibi, örfe göre mevlâsı ile cariye ayrıldığında, onun nafakasının vacip olması ve o nafakanın yeterli olmasında bir zararı olmayacağını beyân buyurmuştur. Sonra, Kâdî sözüne devamla şunu da belirtmiştir: "Lâfız, her ne kadar bizim zikrettiğimiz şeye muhtemel ise de, müfessirlerin ekserisi bu (ücretleri) tabirini, "onların mehirleri"; örfe göre tabirini de "istendiği zaman geciktirmeksizin ve tam olarak, güzel bir şekilde mehirlerini cariyelere verme, ulaştırma" manasına hamletmişlerdir. İkinci Mesele Ebu Bekr er-Razî (el-Cessâs), Ahkâmu'l-Kur'ân'ında, bazı Mâliki âlimlerinin evlenmede mehri alma hakkının cariyeye ait olup, cariyeyi ücret mukabilinde başkasının işinde çalıştırma durumunda, bu ücrete cariyenin değil de efendisinin hak sahibi olduğunu söylediklerini nakletmiştir. Bunlar, mehir hususunda bu âyetle istidlal etmişlerdir ki, o da "ücretlerini onlara verin" buyruğudur. Cumhûr-u ulemaya gelince bunlar, cariyenin mehrinin efendisine ait olduğu hususunda, hem nass hem de kıyasla istidlalde bulunmuşlardır. Nassdan delil, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah şöyle bir mesel irâd etti: "Hiçbir şeye gücü yetmeyen memlûk bir kul..." (Nahl, 75) tabiridir ki, bu ifâde "memlûkün" bir şeye mâlik olmasını kesintikle nefyetmektedir. Kıyastan delil ise şudur: Mehir, fercten temin edilen menfaatlerin karşılığı olarak vacip kılınmıştır. Bu menfaatler, efendinin mülküdür. Nikah kaydıyla o cariyeyi kocasına helâl kılan, efendisidir. Binâenaleyh, kocanın istifade edeceği o menfaatların bedeline hak kazanan, efendinin bizzat kendisi olması gerekir. Mâlikîlerin bu âyetle istidlal etmelerine şu şekilde cevap verebiliriz: a) Âyette geçen "ücretleri" lâfzını, "nafakaları" manasına alırsak, soru tamamiyle ortadan kalkar. b) Allahü teâlâ, onlardan istifâdenin karşılığı olduğu için, mehri onlara nisbet ederek, "onların mehirteri" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlara., verin" emrinde, mehrin onların mülkü olmasını gerektiren herhangi bir açıklama yoktur. Ancak ne var ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Köle ve kölenin elindeki her şey, onan efendisinindir" Sünenu'l-Beyhakî, 5/327 buyurmuştur. Böylece, onların mehri de efendilerinin mülkü olmuş olur. Allah en iyi bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere..." buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır: Fahişe ve Metresle Yaşamak Haramdır İbn Abbas, âyette geçen lâfzının, "iffetli kadınlar" olarak manasına geldiğini söylemiştir ki bu, Hak teâlâ- nın, "O halde onları, sahiplerinin izniyle, kendinize nikahlayın" sözünden hâldir. Binaenaleyh, bu ifâdenin zahiri, zinâkar cariyelerin nikahının haram olmasını gerektirir. Âlimler, zinakâr cariyelerin nikahının caiz olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir ki, biz bu hususu, "Zina eden erkek; zina eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahlamaz.."(Nur, 3) âyetini tefsir ederken açıklayacağız. Ekseri âlimler, bu nikahın caiz olacağı kanaatindedirler. Buna göre bu âyet, mendûb ve müstehab olma anlamına hamledilmiş olur. Hak teâlâ'nın, (......) buyruğunun manası. "zina etmeyenler.." anlamındadır. Cenâb-ı Hakk'ın, (......) buyruğundaki (......) kelimesi, tıpkı (......) 'nun, (yaşıt, aynı yaşta) kelimesinin çoğulu olması gibi, (......) kelimesinin çoğuludur. Bu kelime ise, seninle bir ve beraber olan kimse anlamına gelmektedir. Böyle bir kimse ise, gizli ve aşikâr her durumda, seninle beraber olandır. Müfessirlerin ekserisi ise, "müsafih - zinakâr" olan kadının, kendisim istediği erkeğe kiralayan; dost edinen kadının ise, muayyen birisini dost edinen kadın olduğunu söylemişlerdir. Câhiliyyedekiler, bu iki kısım arasında bir fark görüyor, dostu olan kadınlara, zinakâr hükmünü vermiyorlardı. İkisi arasında gözetilen bu fark. onlarca muteber addolununca, muhakkak ki Cenâb-ı Hak bu iki kısımdan her birin ayrı ayrı zikretmiş, böylece ikisinin de haram olduğunu nass ile belirtmiştir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: "Rabbim ancak hayasızlıkları, , onların açığını da gizlisini de... haram etmiştir" (Araf, 33) âyetidir. İkinci Mesele Kâdî şöyle demektedir: "Bu âyet, cariyelerin nikâhı hususunda iman mefhumunu şart koşmayan kimselerin istidlal ettiği delillerden birisidir. Çünkü bu şart olmuş olsaydı, onların namuskâr, iffetli olmaları da şart olurdu. Halbuki bu, bir şart değildir." Kadî'nin bu görüşüne şöyle cevap verilir: Bu ifâde, ifâdesine değil de, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesine matuftur, onunla ilgilidir. Şüphesiz ki bütün bunlar vacibtir. Böylece biz şu hususta vacibin bulunmamasından, kendinden önceki şeylerde de vacibin olmamasının gerekmediğini anlamış oluruz. Allah en iyi bilendir. Cariyenin Cezası, Hürlerin Yarısı Nisbelindedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtîkâb ettiler mi, o vakit üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı (verilir)" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Hamza, Kisaî ve Asımın ravisi Ebu Bekr elifin fethasıyla diğer kıraat imamları ise, elifin dammesiyle (......) şeklinde okumuşlardır. Meftuh okuyanlara göre bu kelimenin manası, "Onlar müslüman olurlarsa..." şeklindedir. Hazret-i Ömer, İbn Mesûd, Şa'bî ve en-Nehaî ve Süddî de böyle demişlerdir. Damme ile okuyanlara göreyse bu kelimenin manası, "onlar kocaları vesilesiyle korunduklarında.." şeklindedir. İbn Abbas, Saîd İbn Cübeyr, Hasan el-Basrî ve Mücahid de böyle söylemektedir. Âlimlerden birinci açıklamayı tenkid edip de şöyle diyenler vardır: Allahü teâlâ, "mümin cariyelerinizden..." tabirinde, cariyeleri iman ile vasfetmiştir. Önce "mü'min cariyeleriniz.." denilip de, daha sonra da, "onlar iman ettiklerinde onların halleri şöyle şöyledir..." denilmiş olması uzak bir ihtimaldir. Buna şu şekilde cevap vermek mümkündür: Allahü teâlâ şu iki hükmü zikretmiştir: a) Cariyelerle evlenilmesi halinde, Cenâb-ı Hak bu hususta onlar hakkında, "mü'min cariyelerinizden..." tabiriyle, imana itibar etmiştir. b) Cenâb-ı Hak, o cariyelerin fuhş yapmaları halinde, onlara terettüb eden hükmü belirtmiş ve onların iman etmeleri halini de yine bu hükümde zikretmiştir ki bu da, (fetha okuyanlara göre) "iman ettiklerinde..." ifadesidir. İkinci Mesele Âyette büyük bir müşkil vardır. O da şudur: Hak teâlâ'nın "O vakit, üzerlerine, muhsenât üzerindeki cezanın yarısı (düşer)" buyruğundaki "muhsenât" lâfzı ile kastedilen ya evli hür kadınlardır, ya da bekâr hür kadınlardır. Bu kadınlara "muhsenât" denilmesinin sebebi, hür oluşlarıdır. Bu lâfızla birincilerin murad edilmiş olması müşkildir. Çünkü evli ve hür kadınlar zina ettiği zaman, recmolunmaları gerekir. Binaenaleyh bu durum, cariyelerin zina etmeleri halinde cezalarının recmin yarısı olmasını gerektirir. Bunun bâtıl olacağı herkesin malumudur. İkincilerin yani hür ve bekar kadınların murad edilmiş olmasına gelince, onların cezasının yarısı elli değnektir. Bu kadar ceza, ister evli olsun ister evli olmasın zina eden cariyeler hakkında zaten vacibtir. Binaenaleyh bu hüküm, cariyelerden sadece zinanın sadır olmasına bağlanmış olur. Halbuki âyetin zahiri bu cezanın, muhsan (evli) olma ve zina etmiş olma şartına bağlı olmasını gerektirir. Çünkü, 'Onlar evlendikten (muhsan olduktan) sonra bir fuhuş İrtikab ederlerse..." âyeti, bir şartın bulunmasından sonra ikinci bir şartın daha bulunmasını ifade eder. Binaenaleyh bu da, hükmün bu iki şarta açıkça bağlanmış olmasını gerektirir. İşte âyetteki büyük müşkil budur. Buna şöyle cevap verilir: Biz "muhsenât" ile ikincilerin kastedilmiş olmasını tercih ediyoruz. Çünkü âyetteki, "Onlar evlendikten (muhsan olduktan) sonra..." sözünden murad, cariyelerin zina ettiklerinde cezalarının elli değnek olabilmesi için, bu muhsan oluşun şart kılınması değildir. Aksine bunun manası, "evli iken yapılması halinde zinanın cezası sertleşir. Mesela şu câriye, evli iken zina ederse bunun cezası elli değnektir, daha fazla değildir. Eğer o, evlenmeden önce zina yaparsa, bu ceza (elli değnek) onun için daha uygundur" şeklindedir. Bu mana, âyetten anlaşılan şeyin yerini tutar. Zira, kölelikten ötürü bu cezanın hafifletilmesi gerektiği için, cezanın artırılmasına sebep olan şey mevcut olduğunda, bu kadar cezanın o şiddetlendirme sebebi bulunmadığı zaman olması daha uygun olur. Allah en iyi bilendir. Haricilerin Recm Cezasının İnkarlarına Cevap Haricîler, recmin olmadığı hususunda ittifak etmiş ve bu âyetle şu şekilde istidlal etmişlerdir: "Allahü teâlâ cariyelere hür ve evli kadınlar için söz konusu olan zina cezasının yarısını gerekli (vacip) kılmıştır. Binaenaleyh şayet hür ve evli kadınlara recm cezası gerekseydi, cariyelere vacip olan ceza recmin yarısı olurdu ki bu bâtıldır. Böylece evli ve hür kadınlara gereken zina cezasının sadece celde (değnek) olduğu sabit olur." Hâricilerin bu görüşüne cevabımız, bir önceki meselede verdiğimiz cevabın aynısıdır. Bu hususta geniş açıklama, Nür sûresinde "Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun" (Nur.2)âyetinin tefsirinde zikredilecektir. Dördüncü Mesele Bil ki fakîhler, bu âyeti, her nekadar kendisinde bu ceza vacip olmayan işler mevcud ise de, had cezası dışında, kölenin hükmünün hür insanın hükmünden noksan olduğu hususunda bir temel kabul etmişlerdir. Allah en iyi bilendir. Anet (Meşakkat) Kelimesinin Manası Sonra Cenâb-ı Hak, "(Cariyeleri alma hususundaki) bu (müsaade), içinizden sıkıntıya düşmekten (zinaya sapmaktan) korkanlar içindir" buyurmuştur. Âlimler, bu ifâdenin cariyelerle evlenme hususunda olduğunda ihtilaf etmemişlerdir. Buna göre Allahü teâlâ sanki, "sağ ellerinizin sahip olduğu mü'min kızlar (cariyeler) ile evlenme işi, sizden zinaya düşmekten korkanlar içindir" demiştir. Âyette geçen, "Anet" kelimesi, çok şiddetli ve büyük bir zarar demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, yetimlerle karışıp kaynaşmaya ruhsat verdiği âyette, "Allah (yetimlerin) salâhına çalışanlarla, fesad ve fenalık yapanları bilir. Eğer Allah dileseydi, sizi muhakkak zahmete (zarara) sokardı" (Bakara. 220) yani "işi zorlaştırır, böylece de yemeğinizi yetimlerin yemeğinden ayırmanızı vacip kılardı ve size bundan dolayı büyük zararlar dokunurdu" buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Allah, "(O kâfirler) size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler. Gerçekten onların kin ve buğzlan ağızlarından (taşıp) meydana vurmuştur" (Al-i imran, 118) yani, "onlar sizin çetin bir zarara düşmenizi arzularlar" buyurmuştur. Müfessirlerin bu hususta şu iki görüşleri vardır: 1- Çok şiddetli şehvet hissi ve cinsî münasebette bulunma arzusu, çoğu kez insanı zinaya sevkeder. Böylece insan, dünyada zina cezasına, âhirette de büyük bir azaba müstehak olur ki işte "anet" budur. 2- Bu şiddetli şehvet hissi ve cinsî münasebette bulunma arzusu, insanı bazan şiddetli hastalıklara götürür. Meselâ, kadınlarda bu duygu, rahmin boğulup daralmasına, erkeklerde de kasık ve sırt ağrılarına sebebiyet verir. Alimlerin çoğu, 'anet kelimesine birinci manay vermişlerdir. Çünkü Kur'ân'ın beyanına bu daha uygundur. Sonra Cenâb-ı Hak, "Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır" buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır: Birinci Mesele Bundan murad şudur: Cariyelerle evlenmek, şu üç şartın, yani hür kadınlarla evlenmeye gücü olmama, ileri derecede şehevî arzunun bulunması ve cariyenin mü'min olmasışartlarının bulunmasına bağlıdır. Cariyelerle evlenilmesi halinde meydana gelebilecek zararlardan ötürü, bunlarla evlenilmemesi daha evlâdır. İkinci Mesele Ebu Hanife (r.h)'nin mezhebine göre, nikahla meşgul olup (evlenmek), nafile namazlarla meşgul olmaktan efdaldir. Eğer Hanefilerin mezhebi, "İster hür kadınla evlenme olsun, ister cariye ile evlenme olsun, mutlak evlenme ile meşgul olmak nafile namazla meşgul olmaktan daha efdaldir" şeklinde olsaydı, bu âyet onların görüşlerinin batılhğı hakkında sarih bir nass olurdu. Eğer onlar, "Biz cariye ile evlenmeyi nafile namazla meşgul olmaya tercih etmiyoruz" derlerse, bu istidlalleri düşer. Fakat bu tafsilâtı (ayrıntı), onların hiç bir kitabında görmedim. Allah en iyi bilendir. Sonra Hak teâlâ âyeti "Allah gafur ve rahimdir" ifadesiyle bitirmiştir. Bu ifâde, Cenâb-ı Allah'ın "evlâ olan cariyelerle evlenilmemesidir" hükmünü te'kid gibidir. Yani, her nekadar önceki sözden bir yasak oluş manası çıkıyorsa da, Allahü teâlâ, sizin bu tür evliliğe ihtiyacınızdan dolayı bunu mubah kılmıştır. Binaenaleyh bu mubah kılış, Allah'ın rahmeti ve mağfireti babındandır. Allah en iyi bilendir. 26"Allah size, açıkça bildirmek, sizi sizden evvelkilerin yollarına hidayet etmek ve sizin tevbelerihizi kabul etmek ister. Allah alîm ve hakimdir". Bu âyetle ilgili meseleler bulunmaktadır: Birinci Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, "Size, açıkça bildirmek..." buyruğundaki lam hakkında şu iki açıklama yapılmıştır: a) Alimler, (istedim) ve (emrettim) fiilleriyle beraber kullanıldığında, bu lamın bazan" " yerine geçebileceğini ve meselâ, "Gitmeni istedim" "Gitmeni irâde ettim, istedim" "Sana, kalkmanı emrettim" ve "Sana, kalkmanı, (dikilmeni) emrettim" denildiğini; Cenâb-ı Hakk'ın da, "Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar" (Tevbe, 32) buyurduğunu; bunun da, anlamında olduğunu ve "...ve biz (kendimizi) kainatın Rabb'ine teslim etmemizle emrolunmuşuzdur" (En'âm, 71) şeklinde buyurduğunu söylemişlerdir. b) Âyette, bir hazf bulunduğunu söylememizdir. Buna göre takdir, "Allahü teâlâ, size dininizi ve şeriatınızı iyice beyân edip açıklamak için bu âyetleri indirmek ister, murad eder" şeklindedir. Alimlerin misâl olarak getirmiş oldukları diğer âyetlerde de hüküm aynıdır. Meselâ buna göre, (Tevbe, 32)âyetinin takdiri, "Allah'ın nurunu söndürmek için, hileler yapmak ve inatlaşmak isterler, irâde ederler..." (Enam, 71) âyetinin takdiri ise, "ve biz, (kendimizi) alemlerin Rabb'ine teslim etmemiz için, emrolunduğumuzla emrolunmuşuzdur..." şeklindedir. İkinci Mesele Bazı müfessirler, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah size, açıkça bildirmek, sizi sizden evvelkilerin yollarına hidâyet etmek...ister" âyetinde geçen iki ifâdenin manasının da aynı şey olduğunu; tekrarın, te'kîd için yapıldığını söylemişlerdir ki, bu zayıftır. Gerçek olan, Hak teâlâ'nın, "size, açıkça bildirmek..." ifâdesinden şunun kastedilmiş olmasıdır: Allahü teâlâ bize bu tekliflerin) beyân etmiş ve o tekliflerde helâli haramdan; güzeli çirkinden ayırmıştır. "Eski Ümmetlerin Yollarına Götürmek" Ne Demektir? Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sizi sizden evvelkilerin yollarına hidayet etmek... "buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili olarak da şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Bu, Allahü teâlâ'nın önceki âyetlerde bize haram ve helâl olduğunu beyân ettiği bütün kadınlarla ilgili hükmün, bütün şeriat ve dinlerde aynı olduğuna bir delildir. b) Allahü teâlâ'nın maksadı bu değildir. Aksine O'nun muradı, "Evvelkilere beyân buyurduğu gibi sizi, faydanıza olan şeyleri size açıklama hususunda sizi sizden öncekilerin yollarına iletmektir..." şeklindedir. Çünkü şeriatlar ve mükellefiyetler aslında farklı iseler de, maslahat ve menfaat konusunda müttefiktirler. Bu tabirle ilgili bir üçüncü görüş de şudur: Bunun manası, "Batıldan kaçınıp hakka ittiba edesiniz diye Cenâb-ı Hak sizi, sizden önceki hak ehlinden olan kimselerin yoluna iletir..." şeklindedir. Kulda Tövbe Etmeyi Kim Yaratır? Sonra Cenâb-ı Hak, "ve sizin tevbelerinizi kabul etmek..." buyurmuştur. Kâdî şöyle demektedir: Bunun manası şudur: Allahü Teâlâ bizden, bizzat tâat olan şeyleri isteyerek, şüphesiz onları iyice beyân edip, bütün şüpheleri onlardan giderdiği gibi, aynı şekilde bizim kusur ve eksikliklerimiz olduğu için, tevbelerimizi kabul etmeyi istemiştir. Çünkü mükellef, bazan itaat edip böylece sevaba hak kazanır; bazan da günah işler, böylece de günah ve isyanları tevbe ile telâfi etmeye ihtiyaç duyar. Bil ki bu âyette müşkillik arzeden bir husus vardır ki o da şudur: Hak gerçek, ya ehl-i sünnetin dediği gibi "kulun fiilini Allah yaratmıştır" şeklinde olur veya Mu'tezile'nin dediği gibi, "kulun fiilini Allah yaratmamıştır" şeklinde olur. Âyet, her iki görüşe göre de bir müşkillik arzeder. Birinci görüşe göre müşkillik arzetmesi şöyledir: Bu görüşe göre, Allah'ın irade ettiği her şey tahakkuk eder, meydana gelir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak bizim tövbelerimizi kabul etmek istedimi, bunun hepimiz için gerçekleşmesi gerekir. Halbuki bunun böyle olmadığ malumdur. İkinci görüşe göre de müşkillik arzetmesi şöyledir: Allahü teâlâ, bizim kendi ihtiyacımız ve fiilimizle tevbe etmemizi dilemektedir. Halbuki O'nun, "vesizin tevbelerinizi kabul etmek.." sözünün zahiri, tevbe fiilini bizde yaratanın Allahü teâlâ olduğunu ve bu tevbemizin işte böylece meydana geldiğini ihsas ettirmektedir. Binaenaleyh bu âyet her iki görüşe göre de bir müşkillik arzetmektedir. Bu müşkilliğe şu şekilde cevap verebiliriz: Allahü teâlâ'nın, "ve sizin tevbelerinizi kabul etmek..." buyruğu tevbeyi bizde yaratanın Allahü Teâlâ olduğu hususunda açık bir ifâdedir. Akıl da bunu teyit etmektedir. Çünkü tevbe, geçmişte yapılmış olan bir fiile duyulan nedametten, gelecekte aynı fiili bir daha yapmama şeklindeki azm ve karardan ibarettir. Pişmanlık ve azmetmek iradî şeylerdendir. İradî olan şeylerin ise yeniden irâde edilmesi mümkün değildir. Aksi halde teselsül gerekir. O halde irâdenin, insanın kendi fiili olması mümkün değildir. Böylece bu pişmanlık ve azmetme işinin, ancak Allah'ın yaratmasıyla tahakkuk edebileceklerini anlarız. Bu sebeple bu aklî delil de, Kur'ân'ın zahirinin ihsas ettiği şeyin doğru olduğuna delâlet etmektedir ki, bu ihsas edilen şey, bizim tevbelerimizi kabul edenin Allahü teâlâ olduğudur. O'nun, "Eğer Allah bizim tevbelerimizi kabul ederse, bu tevbe zâten tahakkuk eder..." şeklindeki sözüne mukabil biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "ve sizin tevbelerinizi kabul etmek.." sözü, ümmete bir hitaptır. Allahü Teâlâ, önceki âyetlerde zikredilen annelerin, kızların nikah edilmesi ve yasaklanan diğer şeyler hakkında ümmetin tevbesini kabul etmiştir. Böylece bu tevbe, onlar için hasıl olmuş, meydana gelmiştir. Yaptığımız bu izah ile söz konusu olan müşkil bertaraf edilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuş olup bunun manası "Allah sizin durumlarınızı iyice bilen, sizin hakkınızda yaptığı bütün işlerde hikmet sahibi olan ve size hükümler verendir.." demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak: Şehvet ve Hırslarına Uyanlar Müslümanları Saptırmak İsterler 27"(Evet), Allah sizin tevbelerinizi kabul etmek ister. Şehvetlerine uyanlar ise, sizin büyük bir meyl ile sapmanızı dilerler". Âyetle ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele Denildiğine göre mecûsîler, kız kardeş ve erkek kardeşle, yeğenlerle (kızkardeşin kızlarıyla) evlenmeyi helâl görüyorlardı. Cenâb-ı Hak bunların nikâhlanmasını haram kılınca, onlar şöyle dediler: "Sizler, hala ve teyze kızlarının nikahını helâl kabul ediyorsunuz. Hala ve teyzelerin nikahı ise size haramdır. Binaenaleyh, yeğenleri (erkek ve kız kardeşlerin kızlarını) da nikahlayın..." İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. İkinci Mesele Mu'tezile şöyle demektedir: Allahü teâlâ'nın "Allah sizin tevbelerinizi kabul etmek ister" buyruğu, Allahü teâlâ'nın, herkesin tevbesini ve itâatta bulunmasını irade ettiğine delâlet etmektedir. Alimlerimiz bunun imkânsız olduğunu söylemektedirler. Çünkü Allahü teâlâ, fasıkın tevbe etmeyeceğini bilmektedir. Halbuki fâsıkın tevbe etmesiyle, Allah'ın onun tevbe etmeyeceğini bilmesi, birbirine zıt iki husustur. Allahü teâlâ'nın ilminin zeval bulması imkânsızdır. İki zıddan birinin vacip olmasıyla beraber, diğer zıddın murad edilmiş olması, muhal olduğu bilinen bir şeyi irâde etmektir ki, bu da muhaldir. Hem Cenâb-ı Hak herkesin tevbe etmesini isterken, şeytan da sizin büyük bir meyl ile sapmanızı isteyip, sonra Allah'ın murad ettiği değil de, şeytanın murad ettiği tahakkuk edince, bu durumda Allah'ın mülkünde şeytanın nüfuzu, Allah'ın kendi mülkündeki nüfuzundan daha geçerli ve daha tam olmuş olur ki, bu imkânsızdır. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, sizin tevbelerinizi kabul etmek ister" buyruğunun, bu tevbenin kendileri için tahakkuk etmiş olduğu belirli bir topluma bir hitap olduğu sabit olmuş olur. Allah, Mü'minlerin Yükünü Hafifletmek İster Sonra Cenâb-ı Hak, 28"Allah, sizden hafifletmek ister, insan da zayıf olarak yaratılmıştır". buyurmuştur. Bu âyet-i kerimede birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu âyette geçen "hafifletme" ile ilgili iki açıklama yapılmıştır: a) Bundan murad, zaruret esnasında, cariyelerle evlenmenin mubah kılınmış olmasıdır. Bu, Mücahid ve Mukâtil'in görüşüdür: b) Diğer alimler de şöyle demişlerdir: Bu, şeriatın bütün hükümleri ile kendisinden bize bir lütuf olmak üzere, bize müyesser kılıp kolaylaştırdığı ve İsrailoğullarına ağırlaştırdığı gibi, bize ağırlaştırmamış olduğu bütün teklifleri hakkında umûm ifâde eden bir tabirdir. Bunun benzeri olan âyetler ise şunlardır: 1- "Onların ağır yüklerini, sırtlarında olan zincirleri indiriyor O..." (Araf, 157). 2- "Allah size kolaylık diler, size güçlük istemez" (Bakara, 185). 3- "Din hususunda üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi" (Hacc. 78). Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Ben size, kolaylaştırıcı ve müsamahakâr olan Hanîflik (tevhîd) dinini getirdim" buyurmuştur. İkinci Mesele Kadî şöyle demektedir: Bu âyet, kulun fiilini Allah'ın yaratmadığına delâlet eder. Çünkü eğer böyle olsaydı, mesela Cenâb-ı Hak kâfir bir kimsede hem küfrü yaratacak, sonrada ona, "küfretme (kafir olma)" diyecek!... Böyle bir şey, hükümleri ağırlaştırma şekillerinin en büyüğüdür. Yine onda imanı yaratmayacak, kulun da o imanı yaratmaya kudreti olmayacak, sonra da o kula "iman et!" diyecek!... Bu da, hükümleri ağırlaştırma şekillerinin en büyüğüdür. Yine bu ifâde, "teklîf-i mâla yutak"ın da olmayacağına delâlet etmektedir. Çünkü bu da, ağırlaştırma şekillerinin en büyüğüdür. İlim ve Dâî Cevap: Kâdî'nin bu açıklaması, ilim ve dâî, keza bizim zikretmiş olduğumuz delillerin ekserisiyle reddolunup çürüttür. Sonra Cenâb-ı Hak, "Zaten insan zayıf olarak yaratümıştir" buyurmuştur. Bu sözün manası şudur:. "Allahü teâlâ, insanın zayıf olması sebebiyle, tekliflerini hafifletmiş, ağırlaştırmamıştır...." Doğruya en yakın olanı ise, bu âyette bahsedilen zayıflığın, beden zayıflığına değil, aksine şehvet ve lezzetlere meyletmeye çağıran sebeplerin, âmillerin çokluğu... anlamına hamledilmesidir. Böylece bu açıklama insanın bunun aksine katlanabilme hususunda zayıf olduğunu bir izah gibi olmuştur. Biz bu izahın daha uygun olduğunu söyledik, zira yaratılış ve kuvvet bakımından zayıf olan kimsenin, Allahü teâlâ, tâata götüren sebeplerini kuvvetlendirdiğinde, bu kimse kuvvetli bir kimse, yaratılış, alet ve edavat bakımından kuvvetli olan kimsenin, tâata davet eden sebeplen zayıf olduğunda, bu kimse de zayıf bir kimse hükmünde olur. Binaenaleyh, bu konuda tesir, sebeplerin zaytf ve kuvvetli olmasındadır, yoksa bedenin zayıf ve kuvvetti olmasında değil... Bütün bu açıklamalar Kadi'nin sözleridir ki, bunlar güzel sözlerdir. Ancak ne var ki o, kendi ana kuratını da ihlâl etmiştir. Zira Kâdi, fiilin meydana gelip gelmemesi hususunda müessir olanın, sebebin kuvvetli veya zayıf olması olduğunu kabul edip ve şöyle bir düşündüğünde, bu sebebin kuvvetli veya zayıf oluşunun da mutlaka bir sebebi olması gerektiğini anlar. Binaenaleyh eğer bu, kuldan olan, başka bir sebepten dolayı olmuşsa bu, teselsülü gerektirir. Eğer, bütün bunlar Allah tarafından ise -ki bu ister istemez kabul edilecek bir gerçektir- hak ortaya çıkar ve Mu'tezile'nin iddiası tamamiyle geçersiz olur. Allah en iyi bilendir. Üçüncü Mesele İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Nisa sûresinde sekiz âyet vardır ki, bunlar, bu ümmet için, üzerine güneş doğup batan her şeyden daha hayırlıdır. Bu âyetler şunlardır: "Allah size, açıkça bildirmek ister.. Allah tevbelerinizi kabul etmek ister... Allah sizden hafifletmek ister... Eğer yasak edildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin öbür günahlarınızı örter" (Nisa. 31); "Şüphesiz ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez" (Nisa, 40); "Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, fakat bundan başkasını, dilediği kimse için bağışlar" (Nisa. 48): "Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de, sonra Allah'tan mağfiret isterse, Allah'ın tevvab ve rahim olduğunu görür" (Nisa. 110) ve "Eğer şükreder, iman ederseniz, Allah sizi niye azaba uğratsın..." (Nisa, 147). Bu kitabın müellifi olan Muhammed er-Razi (kendisine, Allah hüsn-i hatimeler ihsan etsin) şöyle der: "Allah'ım! yâ ekreme'l-ekremîn, yâ erhame'r-râhimîn.. Sen lütfunla, rahmetinle bizleri o âyetlerin müjdesine dahil olan kullardan eyle.. (Amîn). Sekizinci Mükellefiyet: Gayr-ı Meşru Yollarla Mal Yemeyin 29Âyetin tefsiri için bak:30 30Bu sûrede zikredilen mükellefiyetlerin Sekizinci nev'i de, Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetidir: "Ey iman edenler, birbirinizin mallarını haram sebeplerle yemeyin. Sizden karşılıklı bir rızâdan (doğan) bir ticâret olması müstesna.. Kendilerinizi öldürmeyin. Şüphe yok ki, Allah size çok merhamet edicidir. Kim haddi aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa, biz onu ateşe sokacağız. Bu da, Allah'a göre pek kolaydır". Bu âyetlerin daha önceki âyetlerle münasebeti hakkında şu iki izah yapılabilir; a) Allahü teâlâ, evlenme sebebiyle nefisler hakkında nasıl tasarrufta bulunulacağını beyan edince, bundan sonra mallar hakkında nasıl tasarrufta bulunulacağını zikretmiştir. b) Kâdî şöyle demektedir: Allahü teâlâ mallar ile evlenmeyi talep etmeden bahsederek, mehir ve nafakaların tastamam verilmesini emredince, bundan sonra da, mallarda nasıl tasarruf edileceğini beyan buyurarak, "Ey iman edenler, birbirinizin mallarını haram sebeplerle yemeyin" buyurmuştur. Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Mal kazanmaktan en büyük maksat onları yemek olduğu için, her ne kadar batıl bir şekilde meydana gelen diğer tasarruflar da haram kılınmış ise de, Allahü teâlâ burada özellikle yemeden bahsetmiştir. Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın, "Muhakkak ki yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler, sırf ateş yerler" (Nisa, 10) âyetidir. İkinci Mesele Alimler, "bâtıl" kelimesinin tefsiri konusunda şu iki açıklamayı yapmışlardır: a) Bu, ribâ, gasb, hırsızlık, hainlik, yalancı şahitlik, yalan yere yemin ederek mal elde etmek ve hak olan şeyi inkâr etmek gibi şeriatta helâl olmayan her şeye verilmiş olan bir isimdir. Bana göre âyeti bu manaya hamletmek, onun mücmel olmasını iktizâ eder. Çünkü bu durumda âyetin takdiri, "Aranızda bulundurduğunuz malları meşru olmayan bir yolla yemeyiniz" şeklinde olur. Burada meşru olan yollar genişçe izah edilmediği için, muhakkak ki âyet mücmel olmuş olur. b) İbn Abbas ve Hasan el-Basrı (radıyallahü anh)'den rivayet edilen şu husustur: "Bâtıl, bir kimsenin malından karşılıksız olarak alınan her şeydir." Bu izaha göreyse âyet mücmel olmaz. Ancak ne var ki bazı âlimler şöyle diyerek âyetin mensûh olduğunu söylemişlerdir: "Bu âyet nazil olunca, insanlar başkasının yanında herhangi bir şey yemekten kaçındılar, böyle bir şey onlara zor geldi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyeti, Nur süresindeki, "Kendi evlerinizden ... yemenizde size bir günah yoktur" (Nur, 61) âyetiyle neshetmiştir. Öte yandan âyetin zahiri, "bâtıl" kelimesini zikrettiğimiz şekilde açıkladığımızda, sadaka ve hibeleri de haram kılmış olur. Bunun bir nesh değil, sadece bir tahsis olduğu da söylenebilir. İşte bu sebepten dolayı Şa'bî, Alkame'den; o da İbn Mesûd'dan rivayet ettiğine göre İbn Mesûd, "Bu âyet muhkem olup neshedilmemiştir. Kıyamete kadar da nesholunmayacaktır" demiştir. Üçüncü Mesele Hak teâlâ'nın, "Birbirinizin matlarını haram sebeplerle yemeyin" buyruğunun muhtevasına, hem başkasının malını, hem de kendi malını bâtıl yolla yemehin hükmü girmektedir. Çünkü O'nun, "mallarınızı.." tabirine bu iki kısım da dahil olmaktadır. Bu tabir Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Kendilerinizi öldürmeyin" hitabı gibidir. Bu ifâde de, hem başkasını hem de insanın kendisini bâtıl ve haksız bir yere öldürmeyi yasaklamış olduğunu gösterir. Kişinin kendi malını bâtıl bir yolla yemesi, o malını Allah'a isyan etmenin söz konusu olduğu yerlerde yemesi, bitirmesidir. Başkasının malını bâtıl ve haksız bir yolla yemesini ise, daha önce zikretmiştik.. Ticaret Gibi Karşılıklı Rıza Olmaksızın Mallarınızı Yemeyin Sonra Cenâb-ı Hak "Sizden karşılıklı bir rızadan (doğan) bir ticaret olması müstesna.. buyurmuştur. Bu ifâde hakkında birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Asım, Hamza ve Kisâî, nasb ile olmak üzere diğer kıraat imamları ise ref ile olmak üzere, (......) şeklinde okumuşlardır. Bu kelimeyi mansûb okuyanlar, nakıs kabul ederek böyle okumuşlardır. Buna göre âyetin takdiri, şeklinde olur. Merfû okuyanlar ise, fiilini tam kabul ederek okumuşlardır ki, bu durumda kelamın takdiri şeklinde olur. Vahidî, tercihe şayan olanın ref olduğunu söylemiştir. Zira mansûb okuyanlar, (......) kelimesine râci bir zamir takdir ederek, bu kelamın takdirinin, şeklinde olduğunu söylerler. Halbuki, "ızmâr kable'z-zikr" (mercii zikredilmeyen bir zamir takdir etmek) her ne kadar caiz ise de, kuvvetli bir kullanış değildir. İkinci Mesele Cenâb-ı Hakk'ın buradaki ifâdesi hakkında şu iki izah yapılmıştır: a) Bu, istisnâ-i munkatı'dır. Çünkü "Sizden karşılıklı bir rızadan (doğan) ticaret" mefhûmu, "malı bâtıl bir yolla yeme" cinsinden bir şey değildir. Buna göre buradaki edatı, "fakat..." manasındadır. Buna göre mana, "Lâkin o malı, karşılıklı bir rızâdan doğan ticâret ile yemek helâldir" şeklindedir. b) Bazı alimler, buradaki istisnanın istisnâ-i muttasıl olduğunu ve bir şey takdir ederek, bu ifâdenin takdirinin şöyle olduğunu söylemişlerdir: "Ribâ vesaire gibi karşılıklı rızânız dahi bulunsa, aranızda mallarınızı bâtıl yollarla yemeyiniz. Ancak bunun, karşılıklı bir rızaya dayanan bir ticaret olması hali müstesna..." Bil ki, ticaretten elde edilen mallar nasıl helâl ise, hibe, vasiyyet, veraset, sadaka, mehir ve cinayetlerin "erş"lerini (uzuvların diyeti) almak gibi yollarla elde edilen mallar da helâl olur. Zira ticaretin dışında, mülk edinmenin pekçok sebebi vardır. Buna göre şayet, "buradaki istisna, istisnâ-i munkatı'dir" dersek, ortada herhangi bir müşkitat kalmaz. Çünkü Allahü Teâlâ bu âyette mülk edinmenin tek bir sebebini zikretmiş, ne menfî ne de müsbet olarak diğer sebepleri zikretmemiştir. Ama buradaki istisnanın istisnâ-i muttasıl olduğunu söylersek, bu, ticaretin dışında kalan kazanç yollarının helâllik ifade etmeyeceği hususunda bir hüküm olmuş olur. Böyle olması halinde de mutlaka ya nesh, ya da tahsis bulunması gerekir. Üçüncü Mesele Şafiî (r.h), "Muamelât hususundaki nehyler "butlana" (o muamelenin bâtıl olduğuna) delâlet eder" derken, Ebû Hanife (r.h) ise "buna delâlet etmez" demektedir. Şafiî, kendi görüşünün doğruluğuna şunları delil getirmiştir: a) Bütün mallar, Allah'ın mülküdür. Binaenaleyh O, kullarının bazısına, bazı tasarruflarda bulunma müsaadesi verdiğinde, bu müsaade tıpkı şunun gibi olur: Bir kimse, bazı tasarruflarda bulunmak üzere birisini vekil tayin etse, sonra bu vekil, müvekkilinin sözünün aksine tasarruflarda bulunsa, bunlar icma ile geçersiz sayılır. Mecazî manada mâlik olan bir kimsenin sözünün aksine yapılan tasarruflar geçersiz sayıldığına göre, hakîki manada mâlik olan Cenâb-ı Hakk'ın sözünün aksine yapılan tasarrufların haydi haydi geçersiz sayılması gerekir. b) Bu fasit tasarruflar, yasaklanan ve haram kılınan şeylerin varlık âlemine girmelerini ya gerektirmiş olurlar ya da olmazlar. Eğer gerektirirlerse, o zaman fâsıt tasarruflara kıyas ile bu tasarrufların bâtıl olduğuna hükmetmek gerekir. Burada cihet-i câmi'a (müşterek nokta), nehyin menşe'inin varlık âlemine girmemesi hususunda sa'yu gayret göstermektir. Eğer ikinci ihtimal söz konusu olursa, geçerli ve sahih tasarruflara kıyas ile onun sıhhatine hükmetmek gerekir. Buradaki cihet-i câmi'a ise, bu tasarrufun, ifsaddan hâlî bir tasarruf olmasıdır. Binâenaleyh her iki durumda da, tasarrufun tahakkuk etmiş olmasının gerektiği sabit olur. Sahîh olmayan ve bâtıl olmayan bir tasarrufun olduğunu söylemek imkansızdır, c) "Bir dirhemi iki dirheme satmayın" hadisi, "Hür insanı köle karşılığında satmayın (değiştirmeyin)" hadisi gibidir. Bu lâfzî bir nehiy olmakla beraber şeriatı neshettiği gibi, birincisi de böyledir. Bu, şeriatı nesh olunca, bir hüküm ifâde etmiş olması bâtıl olur. Allah en iyi bilendir. Alışverişte Görme Muhayyerliği ve Meclis Muhayyerliği Ebu Hanife (r.h) şöyle demiştir: "Sırf bedele dayalı akitlerde, meclis muhayyerliği sabit değildir." Şafiî (r.h) ise, bunun sabit olduğunu söyler. Ebu Hanife görüşüne nasslarla delil getirmiştir: a) Delillerden biri, bu âyettir. Zira Hak teâlâ'nın, "Sizden karşılıklı bir rızâdan (doğan) bir ticaret olması müstesna..." buyruğunun zahirî manası, karşılıklı rıza bulunması halinde, bu ticaretin helâl olduğunu gösterir; isterse o (ticaretin yapıldığı) meclisten (yerden) ayrılma olsun, isterse olmasın.. b) Hak teâlâ'nın, "Ahidleri(nizi) yerine getiriniz" (Maide, 1) âyeti... Cenâb-ı Hak bu emri ile her ahid yapana, yaptığı ahde bağlı kalmayı gerekli kılmıştır. c) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Gönül ması olmadan, müslüman bir kişinin malı (diğerine) helal olmaz" Keşfu'l-Hafâ, 2/371. demiştir. Bey' (alış-veriş) akdi yapılmak sureti ile ticarette gönül rızası temin edilmiştir. Binaenaleyh ticarette helalliğin bulunması gerekir. d) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kim bir yiyecek satın alırsa, onu eline almadan (teslim almadan) satmasın" Buhârî, Büyü, 54; Müslim, Büyü, 29 (111/1159) buyurmuş ve o yiyeceğin ancak teslim alındıktan sonra satılabileceğini bildirmiştir. e) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ortada ölçek bulunmadığı müddetçe, yiyeceklerin alınıp satılmasını yasakladığı, ortada bir ölçek bulunduğu zaman onların alınıp satılmasını mubah kıldığı ve bunun için o meclisten (alınıp-satılma yapılan o yerden) ayrılmayı şart koşmadığı rivayet edilmiştir." İbn Mâce, Ticaret, 37 (2/750) f) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Bir çocuk, babasının hakkını ancak, onu köle olarak bulur, onu satın alır ve azâd ederse ödemiş olur" buyurmuştur. Alimler, çocuk babasını köle olarak satın alır almaz, o babanın hürriyetine kavuşmuş olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da malik oluşun, sırf alış-veriş akdi ile tahakkuk edeceğini gösterir. Bil ki Şafiî bu nassların umûmî manalarını kabul etmekte, fakat şöyle demektedir: "Siz, muhaddislerin, zayıf olduğu hususunda ittifak ettikleri bir hadise dayanarak, müşterinin görmeden satın aldığı .şeylerde görme muhayyerliğinin olduğunu söylediniz. Biz ise, hadis âlimlerinin ittifakla kabul ettiği bir hadise dayanarak, meclis muhayyerliğinin olduğunu söylüyoruz. Bu hadis, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Alan da satan da, (o alışveriş yaptıkları meclisten, yerden) ayrılmadıkça muhayyerdirler (vazgeçebilirler)" Buhârî, Büyü, 43; Müslim, Büyü, 45 (111/1164). hadisidir. Ebu Hanife'nin arkadaşlarının bu hadisi te'vil edişleri ve o te'villere karşı verilen cevaplar hilâfiyyât kitaplarında zikredilmiştir. Allah en iyi bilendir. İntihar Haramdır Allahü teâlâ, "Kendilerinizi öldürmeyin. Şüphe yok ki Allah size çok merhamet edicidir" buyurmuştur. Alimler, bu buyruğun insanların biribirini öldürmesini yasakladığı hususunda ittifak etmişlerdir. Cenâb-ı Hak "kendilerinizi" demiştir, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Mü'minler, tek bir can gibidir" demiştir. Bir de Araplar, içlerinden bazıları öldürüldüğünde "Ka'be'nin Rabb'ine yemin olsun ki öldürüldük" derler. Çünkü bazılarının öldürülmesi, diğerlerinin de öldürülmesi gibidir. Alimler âyetteki hitabın, insanların kendi kendilerini öldürmeleri hususunda bir nehiy olup olmadığında ihtilaf etmişler ve bazıları bunu kabul etmeyerek şöyle demişlerdir: "Mü'min bir kimsenin, imanı olduğu halde intihar etmesinin yasaklanması caiz değildir. Çünkü mü'min kimse, -kendini öldürmemeye mecburdur. Zira onu dünyada iken bu işi yapmaktan caydıracak şeyler mevcuttur ki bunlar, şiddetli bir acı ve büyük bir kınamadır. Onu uhrevî bakımdan da bu işten caydıracak şeyler mevcuttur ki, bu da büyük bir azaba müstehak olmadır. Caydırıcı sebepler açıkça bulununca, o mü'minin bu işi yapması imkansız olur. Durum böyle olunca da, ona intiharı yasaklamanın bir manası olmazdı. Bu nehyin, Hinduların inandığı gibi, ancak kendi kendini öldürmeyi din edinen kimseler hakkında olması mümkündür. Böyle bir şey ise mü'minden sâdır olmaz." Buna şu şekilde cevap verilebilir: Mü'min bir kimseye, Allah ve âhirete inandığı halde, kendisini öldürmenin daha kolay geleceği keder ve eziyetler gelebilir. İşte bu sebepten ötürü, pek çok müslümanın intihar ettiğini görüyoruz. Durum böyle olunca, bu nehyin bir faydası olur. Yine burada şöyle diğer bir ihtimal daha vardır: "Adam öldürmek, irtidâd etmek ve evli iken zina etmek gibi sebeplerden dolayı öldürülmeye müstehak olacağınız işler yapmayın" denilmek istenmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, kendisinin kullarına acıyıp merhamet ettiği için, onlara, meşakkat ve sıkıntıları gerektirecek şeyleri yasakladığını beyân etmiştir. Şu da denilmiştir: Allahü teâlâ, İsrai loğ utlarına, onlar için bir tevbe ve hatalarından bir kurtuluş vesilesi olsun diye, kendilerini öldürmelerini emretmiştir. Ey ümmet-i Muhammed, Hak teâlâ size merhamet ettiği için, sizi bu çetin mükellefiyetlerle sorumlu tutmamıştır. Daha sona Cenâb-ı Allah, "Kim haddi aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa, biz onu ateşe sokacağız. Bu da Allah'a göre pek kolaydır" buyurmuştur. Bil ki bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Alimler, Hak teâlâ'nın "Kim.... bunu yaparsa" sözünde, "bunu" kelimesi ile neye işaret edilmiş olduğu hususunda şu şekilde ihtilaf etmişlerdir: a) Atâ, "Bu, haram olan cana kıyma hususunda hâs bir ifâdedir. Çünkü zamirin, daha önce zikredilen şeylerden kendisine en yakın olana râcî olması gerekir" demiştir. b) Zeccâc, "Bu ifâde, hem öldürmeye hem de bâtıl (gayr-ı meşru) yol ile başkasının malını yemeye işaret etmektedir. Çünkü bu iki husus aynı âyette zikrolunmuştur" demiştir. c) İbn Abbas (radıyallahü anh), "Bu ifâde, Tâ sûrenin başından buraya kadar Cenâb-ı Hakkin yasaklamış olduğu herşeye işarettir" demiştir. İkinci Mesele Cenâb-ı Allah'ın, "Kim haddi aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa..." buyurmasının sebebi önceki ifâdede, insanların birbirini öldürmesinin söz konusu edilmiş olmasıdır. Bazan bu öldürme, mesela kısasta olduğu gibi, hak (meşru) olur. Burada önce geçen kısımda mal olmaktan bahsolunmuştur. Bazan bu da, meselâ diyet ve benzeri şeylerde olduğu gibi hak (meşru) olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu va'îdde haksız ve haddi aşmış olmayı şart koşmuştur. Kebire İşleyenlerin Ebedi Azab Görmeyecekleri Mu'tezile "Bu âyet ehl-i salat hakkında kesin bir ilâhî tehdidin bulunduğuna delâlet etmektedir" der ve şöyle devam eder: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz onu ateşe sokacağız" ifâdesi, her ne kadar cehennemde ebedî olarak bırakmaya delâlet etmese dahi, fasıklar hakkında ilahî bir tehdidin bulunduğunu kesinlikle söyleyen herkes, onların cehennemde ebedî bırakılacaklarına hükmetmiştir. Binaenaleyh bu iki hususun birisinin bulunmasından, diğerinin de bulunması gerekir. Çünkü, bu iki durum arasında bir fark bulunduğunu söyleyen hiç kimse yoktur." Mu tezile'nin bu görüşüyle ilgili olarak, birçok yerde tafsilatlı cevaplar vermiştik. Ancak ne var ki burada da şunu söylemek isteriz: Bu ifâde kâfirlere tahsis edilmiştir. Zira Cenâb-ı Hak, "Kim haddi aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa..." buyurmuştur. Tekrardan kurtulmak için, haddi aşmakla haksızlık etmek arasında mutlaka bir farkın bulunduğunu söylemek gerekir. Binaenaleyh zulüm, Allah'ın tekliflerini tecavüze niyetlenen herkesin yaptığına ad olarak verilen şeydir. Şüphe yok ki, böyle olan bir kimse de kâfir olur. Şu da söylenemez: Allahü teâlâ onları imanla vasfederek, "Ey İman edenler..." demedi mi? O halde, daha nasıl bunlarla kâfirler kastedildi demek mümkün olur? Çünkü biz şöyle diyoruz: Sizin mezhebinize göre bu flahî tehdidin muhtevasına giren herkes, kesinlikle mü'min değildir. Binaenaleyh bu görüşünüze göre sizin şöyle demeniz gerekir: "Onlar mü'mindiler... sonra bu fiilleri irtikâb edince, iman vasfı üzere devam edemediler." Sizin bu sözü söylemeniz mutlaka gerekince, dediğinizi söylediğinizi izah sadedinde, bizim söylediğimiz niçin doğru olmasın? Allah en iyi bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak âyeti sona erdirerek, Bu da, Allah'a göre pek kolaydır" buyurmuştur. Bil ki mümkin olan her şey, Allah'ın kudretine nisbetle müsavidir. Bu durumda, bazı fiillerin O'na bazılarından daha kolay olduğunu söylemek imkânsız olur. Aksine âyetteki bu hitab, aramızda bilinen üslûb üzere nazil olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, 'Bu, (yani diriltme ilk yaratmadan) Ona göre daha kolaydır" (Rûm, 27) buyruğunda olduğu gibidir. Ya da bunun manası, iyice tehdit etmektir ki, bu da şu demektir: Hiç kimse bundan kaçıp kurtulamaz ve hiç kimse de O'na karşı gelemez. 31"Eğer nehyedildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin (öbür) kabahatlerinizi örteriz ve sizi şerefli bir mevkie sokarız". Bil ki, Cenâb-ı Hak önce bu tehdidini zikredince, bunun peşinden de, bununla ilgili tafsilatı getirerek bu âyeti zikretmiştir. Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır: Kebairden Olan Günahlar Alimlerden bazıları şöyle demiştir: Bütün günahlar ve isyanlar, kebâirdir. Saîd İbn Cübeyr, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kendisiyle Allah'a İsyan edilen her şey, büyük günahtır. Her kim bunlardan bir şey yaparsa Allah'a istiğfar etsin. Çünkü Allahü teâlâ, İslâm'dan dönüp mürted olan, O'nun bir farzını inkâr eden veya kadere inanmayan kimseler hariç, bu ümmetten hiç kimseyi ebedî olarak ateşte bırakmayacaktır." Bil ki bü söz, birkaç bakımdan zayıftır: Birinci hüccet, bu âyettir. Çünkü, bütün günahlar kebâir olsaydı, kebairden uzaklaşmakla örtülen diğer günahlar ile, kebâir olan günahlar arasında ayırım yapmak doğru olmazdı. İkinci hüccet: Hak teâlâ'nın, "Küçük, büyük her şey yazılıdır" (Kamer, 53) ve "Küçük büyük hiç bir şey bırakmayıp onları saymış..." (Kehf, 49) âyetleridir. Üçüncü hüccet: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), büyük günahların hangileri olduğunu tam manasıyla açıklamıştır. Meselâ, "Şunlar büyük günahtır: Allah'a şirk koşmak, yemîn-i gamûs, (yalan yere yemin), anne-babaya isyan etmek ve cana kıymak..." Buhârî, Edeb, 6; Nesâî, Tahrîm, 3 (VII/89). demesi gibi. Hazret-i Peygamber'in bu ifâdesi de, kebâir olmayan günahların bulunduğuna delâlet etmektedir. Dördüncü hüccet: Cenâb-ı Hakk'ın, "Küfrü, fasıklığı, İsyanı size çirkin gösterdi" (Hucurat, 7) âyetidir. Bu, menhiyyatın üç kısım olduğu hususunda açık ve sarih bir ifâdedir: a) Küfür, b) Fısk, c) İsyan... Atfın sahîh olabilmesi için, mutlaka fısk ile isyan arasında bir farkın bulunması gerekir. Bu ise ancak, küçük günahlar ile büyük günahlar arasında zikretmiş olduğumuz farktır. Buna göre kebâir olan günahlar, fısk; küçük günahlar ise isyandır. Kebâir Hakkında İbn Abbas'ın İzahının Değerlendirilmesi İbn Abbas, şu iki şekilde görüşüne delil getirmiştir: 1- Kendisine isyan edilen zât'ın nimetleri çoktur. 2- Kendisine isyan edilen zâtın tebcil edilmesi gerekir. Buna göre birincisini ele aldığımızda, hiç şüphesiz Allah'ın nimetlerinin sonsuz olduğunu görürüz. Nitekim O, "Allah'ın nimetini birer birer saysanız (bu, ne mümkin? Onu) icmal suretiyle bile sayamazsınız..." (Nahl, 18) buyurmuştur. İkincisini ele aldığımızda, Cenâb-ı Hakk'ın mevcudatın en yücesi ve en büyüğü olduğunu görürüz. Bu iki takdire göre de, O'na isyan etmenin son derece büyük olması gerekir. Böylece her günahın büyük günah olduğu sabit olur. İbn Abbas'ın bu görüşüne şu iki şekilde cevap verebiliriz: a) O'nun, mevcudatın en yücesi ve en şereflisi olması gibi, bunun yanında yine O, Erhamu'r-râhimîn (merhamet edenlerin en merhametlisi), ekremu'l-ekremîn (ikram edenlerin en cömerdi) ve itaat edenlerin taatlerinden, günah işleyenlerin günahlarından müstağni olanların en müstağnisidir. Bütün bunlar, günahın hafif olmasını gerektirir. b) Farzet ki günah olarak, her günah büyüktür. Fakat bazısı bazısından daha büyüktür. Bu da aralarında bir farkın olmasını gerektirir. Kebâir Ayırımı Yapanlar, Onları Tayin Etmede İhtilafları Günahların, büyük ve küçük diye iki kısma ayrıldığı sabit olunca, bunun böyle olduğunu söyleyenler de iki kısma ayrılmışlardır: Bir kısmı "Büyük günah, nefsi ve zatı bakımından küçük günahtan ayrılır" derken, diğer kısmı, bu ayrılışın günahların zatları (asılları) bakımından olmayıp, günahı işleyenlerin durumları bakımından siduğunu söyler. Biz bu iki görüşün herbirini biraz açıklamaya çalışalım: Birinci görüş: Bu görüşü benimseyenler de kendi içlerinde çok ihtilaf etmişlerdir. Biz, o ihtilafların bir kısmına işaret edelim: 1- İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demektedir: "Haram olan bir canı öldürme, muhsan (namuslu) bir kadına iftira atma, zina, faiz, yetim malı yeme ve İslâm ordusundan kaçma gibi Kur'ân'da ilahî tehdidle zikredilen herşey büyük günahtır." 2- İbn Mes'ud (radıyallahü anh) "Nisa sûresini açın, Allah'ın orada otuzüç âyette nehyettiği herşey büyük günahtır" demiş ve şöyle ilave etmiştir: "Bunun delili, 'Eğer yasak edildiğiniz büyük günahkardan kaçınırsanız..." (Nisa, 31) âyetidir. 3- Bir kısım alimler de: "Kasden yapılan herşey büyük günahtır" demişlerdir. Kebâir Hakkında Görüşlerin Eleştirilmesi Bütün bu görüşler zayıftır. Birincisinin zayıflığı şudur: Her günahın mutlaka dünyada zemme, âhirette de ikâba konu olması gerekir. Binaenaleyh "Kur'ân'da ilâhî tehdid (va'îd) ile gelen herşey büyük günahtır" görüşü, her günahın, büyük günah olmasını gerektirir ki biz bunun batıl olduğunu göstermiştik. İkinci görüşün zayıflığı şudur: Zira Allahü teâlâ, Nisa sûresinin dışındaki sûrelerde de pek çok büyük günahtan bahsetmiştir. Binaenaleyh büyük günahları bu surede zikredilenlere tahsis etmenin manası yoktur. Üçüncü görüş de zayıftır. Çünkü eğer bu görüşte olanlar "kasti yapılan" sözü ile, "yaptığından haberdar olarak" manasını kastetmişlerse, bunun durumu Cenâb-ı Hakk'ın nehyettiği şeyin durumu gibi olmaz. Bundan dolayı bu görüşe göre de her günahın büyük günah olması gerekir ki biz bunun batıl olduğunu belirtmiştik. Eğer bunlar "kast?" sözü ile, "yaptığının bir günah olduğunu bile bile günah işleme" manasını kastediyorlarsa, yahudi ve hristiyanların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i inkâr ettikleri malumdur. Halbuki onlar bunun bir masiyet olduğunu bilmezler. Fakat bu büyük bir inkâr ve günahtır. Binaenaleyh bu üç görüş de bâtıldır. Allame el-Gazalî (r.h) "İhyû-u'l-Ulum" kitabının "Müntehebât" bölümünde büyük ve küçük günahların farkı konusunda uzun bir kısım ayırarak şöyle demiştir: "Bütün bunfar, büyük günahların küçük günahlardan zatı ve mahiyeti bakımından ayrıldığını söyleyenlerin görüşüdür." Kebâir Hakkında Mutezile Görüşünün Tenkidi İkinci görüş ki bu, "büyük günahlar, günahı işleyenlerin durumları bakımından, küçük günahlardan ayrılır" diyenlerin görüşüdür. Bunlar şöyle derler: "Her taatin bir mükafaat karşılığı vardır. Aynı şekilde her günahın da bir ceza karşılığı vardır. Mesela insan bir taatta bulunup taatı sebebiyle bir mükafaata müstehak olur; daha sonra da bir günah işleyip bu günahı sebebiyle bir cezayı hakeder ise, taatin mükafaatı ile günahın cezası arasındaki durum, aklî taksimata göre üç şekilde olabilir: a) İkisi birbirine eşit olur. Bu, her nekadar aklen ihtimal dahilinde ise de, nakli delil böyle bir durumun olmayacağına delâlet etmektedir. Zira Cenâb-ı Hak, "(Onlardan) bir takım cennette, bir takım da cehennemdedir" (Şûra. 7) buyurmuştur. Faraza sevabı ve günahı tam denk bir mükellef bulunsaydı, onun ne cennette ne de cehennemde olmaması gerekirdi. b) Bu kimsenin taatının mükafaatımn, günahının cezasından daha fazla olması durumu... Bu durumda onun mükafaatından cezası kadar kısım düşer ve geriye bir parça mükafaatı kalmış olur. İşte bu günah, küçük günah olup, bunun mükafaattan düşülmesine de "tekfir" (günahın örtülmesi) denilir. c) Bu insanın günahının cezasının, taatinin mükafaatından daha fazla olması durumu... Bu durumda da günahın cezasından, mükafaat kadar kısım düşülür ve geriye cezanın bir kısmı kalır. İşte bu günah da kebire (büyük günah) olup, bu düşme ihbât (amelin boşa gitmesi) diye adlandırılmıştır. İşte bu izah ile, büyük ve küçük günahın farkı ortaya çıkmış olur. Bu, Mu'tezile'nin ekserisinin görüşüdür. Bil ki bu görüş, bizce hepsi batıl olan birtakım usullere (prensiplere) dayanmıştır: a) Bu, "Taatın bir mükafaatı, günahın da bir cezayı mutlaka gerektirdiği" prensibine dayınır ki bu prensip bâtıldır. Çünkü biz tefsir'in pek çok yerinde fiilin kuldan sâdır olmasının, ancak Cenâb-ı Hakk'ın o kulda, bu fiili gerektiren bir sebep yarattığında olabileceğini beyân etmiştik. Her nezaman böyle olursa taatın, mükafaatı; mâsiyetin de cezayı gerektirmesi imkansız olur. b) Farzedelim ki durum böyle. Fakat biz aklın açıkça gösterdiği gibi, bir kimse yetmiş yıl Allah'ı birlemek, takdis ve tenzîh etmek ve Allah'a hizmet ve taatts bulunmakla meşgul olsa, hiç şüphesiz bu kulun, bu uzun müddet içinde, buncf taatlardan elde edeceği mükafaatların toplamının, bir damla içki içen kimsenin cezasından daha çok olduğunu anlarız. Ancak ne var ki ümmet-i Muhammed bir damla da olsa içki içmenin büyük günahlardan olduğu hususunda ittifak etmiştir. Eğer Mu'tezile bu görüşlerinde diretip "Hayır, bu bir damla içkinin cezası yetmiş yıllık tevhid ve ibadetlerin mükafaatından daha fazladır" derlerse, kendi kaide ve düsturlarını geçersiz kılmış olurlar. Çünkü onlar, bu gibi meseleleri "hüsün ve kubuhun (iyilik ve kötülüğün) akla göre olduğu" prensibine dayandırırlar. Bu kadarcık günahın cezasını, o kadar çok taatın mükafaatından daha fazla sayan kimsenin zalim olduğu akıllarda yer eden gerçeklerdendir. Binaenaleyh eğer onlar, bu konuda aklın vereceği hükmü defetmeye çalışırlarsa, hiç şüphesiz kendi aleyhlerine olarak, "Birşeyin hasen (iyi-hayır) ve kabîh (kötü-şer) olduğuna akıl karar verir" şeklindeki prensiplerini iptal etmiş olurlar. Bu durumda da, kendi aleyhlerine olarak bütün prensipleri geçersiz olur. c) Allah'ın nimetleri sayısız olup, bunlar kulun taatlarından önce de mevcuttur. Bu önce olan nimetler, o taatları gerektirmektedir. Binaenaleyh taat olan şeyleri edâ etmek, önceden gelmiş olan nimetlere karşılık vacip olan şeyleri edâ olmuş olur. Bu gibi taatlar, artık istikbalde başka bir şey (mükafaatı) gerektiremezler. Durum böyle olunca, hiçbir taatin bir mükafaat gerektirmemesi icap eder. Böyle olunca da işlenen her günahın cezası, işleyen kimsenin mükafaatından fazla olmuş olur. Bu durumda da her günahın, büyük günah olması gerekir ki bu da bâtıldır. d) Bu görüş, "ihbât" prensibine dayanır. Biz, bu görüşün iptali hususunda Bakara sûresinde pek çok izahlar yaptık. Binaenaleyh Mu'tezile'nin, büyük ve küçük günah arasındaki fark konusunda ileri sürdüğü bütün bu şeylerin bâtıl olduğu sabit olur. Muvaffakiyyet Allah'tanır. Kebairin Mûbhem Bırakılmasının Dayandığı Hikmet Alimler, Allahü teâlâ'nın büyük günahları küçük günahlardan tek tek ayırıp ayırmadığı hususunda ihtilaf etmişler ve ekserisi şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ büyük günahları küçük günahlardan tek tek ayırmamıştır. Zira O, bu âyette büyük günahlardan kaçınmanın küçük günahların affını gerektireceğini beyan etmiştir. Binaenaleyh kul, muyayyen olan falan falan günahların büyük olduğunu bildiğinde, onlardan sakındığı takdirde küçük günahlarının bağışlanacağını anlamış olur. Böylece bu da, onu bir nevi küçük günahları işlemeye teşvik olmuş olur. Halbuki kabîh (kötü) şeylere teşvik, genel olarak uygun düşmez. Fakat Cenâb-ı Allah büyük günahları küçük günahlardan ayırmayıp; kul da günahlar içinde küçük günah tanımayıp, yapacağı her günahın büyük olabileceği kanaatinde olursa, bu durum onun küçük günahları işlemesine de engel teşkil etmiş olur." Bu görüşteki alimler sözlerine devamla şöyle derler; "Namazlar içerisinde "orta namazın", Ramazan geceleri içerisinde "Kadir gecesinin", Cuma gününün saatleri içerisinde "icabet (duaların kabul) saatinin" ve bütün ömür içerisinde "ölüm vaktinin" gizlenmesi de, İslâm şeriatinde bunun benzeri olan misallerdir. Netice olarak diyebiliriz ki: Bu kaide, Allahü teâlâ'nın hiçbir günahın küçük olduğunu ve büyük günahların neler olduğunu beyan etmemesini gerektirir. Çünkü büyük günahları beyan etmesi halinde, diğerleri küçük günah olmuş olur. Bu durumda da küçük günahlar bilinmiş olur. Fakat Cenâb-ı Hakk, bazı günahların büyük olduğunu belirtebilir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Neleri büyük günah sayıyorsunuz?" dediğinde, ashabı "Allah ve Resûlullah daha iyi bilir" dediler. Bunun üzerine O: "Allah'a şirk koşmak, öldürülmesi haram elan inşam öldürmek, ana-babaya isyan etmek, ordudan kaçmak, büyü yapmak, yetim malı yemek, yalan söylemek, faiz yemek, iffetli ve namuslu kadınlara iftira atmaktır" Buhârî, Şehâdât. 10; Müsned, 5/413). buyurmuştur. Abdullah İbn Ömer (radıyallahü anh)'in bu hadisi zikrederken, "Beytu'l-Haram'a (Mescid-i Haram'a) sığınan kimsenin kanını (öldürülmesini) helâl görme ve içki içmeyi de bunlara ilave ettiği; İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'un da, bunlara, Allah'ın rahmetini ummayı, Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyi ve Allah'ın ikâbından emin olmayı eklediği rivayet edilmiştir. Yine İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, büyük günahların yedi tane olduğu rivayetinin yanısıra bunların sayısını yetmişe veya yediyüze ulaştırdığına dair rivayetler de vardır. Allah en iyi bilendir. Mu'tezile'den Kabi'nin Kebair Hakkındaki İddiasına Cevap Ebu'l-Kâsım el-Kabî bu âyete dayanarak, büyük günah işleyenler hakkında va'îd-i ilahinin bulunduğuna kesin hükmedip şöyle demiştir: "Allahü teâlâ bu âyetle, va'îdi hakkındaki şüpheleri gidermiştir. Çünkü o büyük günahları zikrettikten sonra, onlardan kaçınanların küçük günahlarını bağışlayacağını bildirmiştir. Bu da insanların büyük günahlardan kaçınmadıkları zaman, küçük günahlarının affedilmeyeceğine delâlet etmektedir. Eğer Cenâb-ı Hakk'ın, tevbesiz olarak onların büyük ve küçük günahlarını bağışlaması caiz olsaydı, bu âyet doğru olmazdı. Bizim (Ehl-i Sünnet) âlimlerimiz Kâbî'ye şöyle cevaplar vermişlerdir: Birincisi: Sizin, ey Mutezilîler bu âyetle istidlaliniz, ister istemez şu iki şekilden biri ile olacaktır: Ya diyeceksiniz ki "Cenâb-ı Allah büyük günahlardan kaçınılması halinde öteki günahları affedeceğini bildirdiğine göre, büyük günahlardan kaçınıtmaması halinde öteki günahları affetmemesi vacip olmuştur. Zira bir şeyi zikretmek, onun dışında kalanların o hükmün dışında tutulduğu manasına gelir." Böyle demeniz batıldır; zira Mu'tezile'ye göre bu prensip geçersizdir, bize göre ise, sadece zayıf zannî bir delâlet taşır. Yahut ey Mu'tezilîter şöyle diyeceksiniz: "İn" şart edatı ile bir şeyin şart koşulması halinde, o şeyin yokluğu halinde koşulan şart da yok olur." Amma bu da zayıf bir görüştür. Nitekim şu âyet-i kerimeler de onun zayıflığını gösterir. a) Ona kulluk ediyorsanız, Allah'a şükredin" (Bakara, 172). Şükür, ister insan Allah'a kulluk (ibadet) etsin ister etmesin vâcibtir. b) "Eğer birbirinize emin olmuşanız (güvenmişseniz), kendisine inanılan (borçlu), emâmentini tastamam ödesin" (Bakara. 283) Halbuki emâneti ödemek, ister emâneti veren ona güvensin ister güvenmesin, vaciptir. c) "Eğer iki erkek bulunmazsa, bir erkekle iki kadını (şahid tutun)" (Bakara. 282). Halbuki iki erkek bulunsun bulunmasın, bir erkek ve iki kadını şahid tutmak caizdir. d) bir yazıcı bulamadıysanız, o zaman (borçludan) alınmış rehineler (yeter)" (Bakara, 283). Halbuki borç veren, bunu yazacak -bir katip bulsa da bulmasa da, rehin alması meşrudur. e) "Eğer kendileri iffetli olmak isterlerse, cariyelerinizi fuhşa zorlamayın" (Nûr, 33). Halbuki fuhşa zorlamak, onlar iffetli olmayı isteseler de istemeseler de haramdır. f) 'Eğer yetim kızlar hakkında, adaleti yerine getiremiyeceğinizden korkarsanız, sizin için helal olan kadınlardan nikah edin..." (Nisa, 3). Halbuki nikah, böyle bir korku bulunsa da bulunmasa da caizdir. g) "Eğer kâfirlerin size fenalık yapmasından endişe ederseniz, (seferde) namazı kısaltmanızda bir vebal yoktur" (Nisa, 101). Halbuki bu korku olsun olmasın, seferde namaz kısaltabilir. h) "Eğer (o evladlar) ikiden fazla kadın iseler, ölünün terikesinin üçte ikisi onlarındır" (Nisa. 11) Halbuki üçte iki, üç kızın hakkı olduğu gibi, iki kızın da hakkıdır. i) "Eğer karı ile koca aralarının açılmasından endişeye düşerlerse, o vakit erkeğin ailesinden bir hakem gönderin..." (Nisa, 35). Halbuki bu, ister böyle bir korku olsun ister olmasın, caizdir. k) "Eğer (o hakemler) bunları barıştırmak isterlerse, Allah onları muvaffak buyurur" (Nisa, 35). Halbuki onlar istemeseler de, Allah onları buna muvaffak kılabilir. l) "Eğer (karı-koca) birbirinden ayrılacak olurlarsa, Allah her birini fazl-u keremiyle ihtiyaçtan vareste kılar" (Nisa, 130). Halbuki bu ayrılık olmadan da, Allah onları zenginleştirebilir. Bu konuda, bu gibi âyetler çoktur. Böylece şart edatıyla, şarta bağlanan bir hükmün, o şart olmadığı zaman yokluğunun gerekmiyeceği sabit olmuş olur. Şaşılacak şey: Kadî Abdulcebbâr, Usul-u Fıkıh'ta, "Birşeye (......) edatıyla şart koşulduğunda o şeyin olmaması ötekinin de bulunmayacağı manasına gelmez" dediği halde sonra o kalkıp "Tefsir"de Ka'bî'nin bu âyetle bu şekilde istidlal etmesini güzel görmüştür. Bu da gösteriyor ki bir kimsenin kendi mezhebini (görüşünü) aşırı sevmesi, bazan onu uygun olmayan durumlara düşürüyor. 2- Ebu Müslim el-İsfehânî şöyle demiştir: "Bu âyet, nikâhı haram olanlarla evlenmeyi, kadınların evlenmelerine mani olmayı, yetim malını almayı ve benzeri şeyleri nehyeden âyetlerin peşisıra gelmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak, "Size yasakladığımız o büyük günahlardan kaçınırsanız, daha önce bu hususlarda işlemiş olduğunuz günahları bağışlarız" demek istemiştir. Bu mana da muhtemel olduğuna göre, âyette Mu'tezile'nin verdiği manayı vermek kesinlik ifade etmez." Kâdî, bu izahı şu iki bakımdan tenkid etmiştir: a) Âyetteki, "Eğer nehyedildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız..."sözü umûmî bir ifâdedir. Binaenaleyh bu ifadeyi, önceden zikredilmiş şeylere hasretmek caiz değildir. b) el-İsfehâni'nin, "İnsanların istikbalde bu gibi haramlardan kaçınmaları sebebi ile, geçmişteki günahlarının bağışlanması" görüşü de, uzak bir ihtimaldir. Çünkü insanların durumu ancak şu iki şeyden biri olur: a) Ya onlar geçmiş bütün günahlarından tevbe etmişlerdir ve binaenaleyh tevbeleri, büyük günah işlemelerinden dolayı olan cezaları silip süpürmüştür. b)Ya da onlar geçmiş günahlarına tevbe etmemişlerdir. Öyle ise büyük günahlardan kaçınmak, o geçmiş günahların affını nasıl gerektirir." Kâdî'nin tefsirindeki sözü budur. Kâdî'nin birinci itirazına şu şekilde cevap verilir: Biz, Cenâb-ı Allah'ın "Eğer nehyedildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız..." buyruğunun önceki günahların affedileceği manasına kesin olarak hamletmeyip bunun da muhtemel olduğunu söylüyoruz. Ortada böyle bir ihtimal söz konusu iken, âyeti Mu'tezile'nin zikrettiği manaya hamletmek kesinlik ifâde etmez. Kâdî'nin ikinci itirazına da şu şekilde cevap verilir: Senin, "Büyük günahlardan kaçınmak, o geçmiş günahların affını nasıl gerektirir?" şeklindeki sözün, bu kısmın bozukluğuna istidlal edilemeyen bir sualdir. Bu kadar sözle, bizim söylediğimiz ihtimal bâtıl olmaz. Binaenaleyh böyle bir ihtimal mevcut iken ise, sizin istidlaliniz bâtıl olur. Allah en iyi bilendir. 3- Biz, onlara bütün istediklerini versek bile, âyet hakkında şundan fazlasını söyleyemeyiz: Büyük günahlardan kaçınmayan kimsenin, küçük günahları affedilmez. Bu durumda bu, va'id-i ilahiyi ifâde etme hususunda umumî bir âyet olur. Umumî olarak va'îdi ifade eden âyetler az değildir. Binaenaleyh diğer umumî âyetlerle ilgili olarak verdiğimiz cevap, Mutezilenin bu âyetle istidlal edişine de bir cevaptır. Bundan dolayı âyetin, bu konuda fazladan hususi bir mana ifade ettiğini bilmiyorum. Hal böyle olunca, Ka'bî'nin, "Allah bu âyetle bu meseledeki şüpheleri gidermiştir" şeklindeki sözünün bir manası kalmaz. 4- Bu büyük günahların içinde, bazan birine nisbetle daha büyük, bir diğerine nisbetle ise daha küçük olanlar vardır. Küçük günahlar arasındaki durum da böyledir. Fakat mutlak olarak büyük olduğuna hükmedilen günah, sadece küfürdür. Bu sabit olduğuna göre, Hak teâlâ'nın, "Eğer nehyedildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız... âyeti ile küfrün murad edilmiş olması niçin caiz olmasın? Çünkü küfrün pek çok çeşidi vardır: Allah'ı, peygamberlerini, âhiret gününü ve Allah'ın kanunlarını inkâr ve küfür gibi. Binaenaleyh bu âyetin maksadı, "küfürden sakınan herkesin, küfür dışındaki günahları affedilir" şeklinde olur. İşte bu ihtimal, "Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ondan başkasını ise, dileyeceği kimseler için affedebilir" (Nisa, 48) âyetinin açık manasına da tıpatıp uyan bir manadır. Bu mana muhtemel hatta açık olunca, onların istidlalleri tamamen düşer. Muvaffakiyyet Allah'tandır. Cenab-ı Allah'a Hiç Birşey Vacip Değildir Mutezile, büyük günahlardan sakınıldığında, küçük günahların bağışlanmasının vacip olacağını söylerken, biz "Allah'a hiçbirşey vacip değildir. Aksine O'nun yaptığı bir lütuf ve ihsandır" diyoruz. Bu meselenin delilleri daha önce geçmişti. Cenâb-ı Allah daha sonra "ve sizi şerefli bir mevkie dahil ederiz" demiştir. Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğu ile ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele Âsım'ın râvisi Mufaddal, her iki fiili de gaib sîgasıyla yâ ile, (örter ve sizi sokar) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, va'ad-i ilahiyi ifâde eden bu cümleyi yeni bir cümle sayarak, nün ile (örteriz ve sizi sokarız) şeklinde okumuşlardır. İmam Nâfî, mim harfinin fethası ile (......) şeklinde okumuştur. O, Hacc sûresi (59. âyetteki) kelimeyi de aynı şekilde okurken, diğer kıraat imamları bu kelimeleri, mîm'in ötresi ile (......) şeklinde okumuşlar. Ama hepsi de, İsra 82. âyetteki aynı kelimeyi, mîm harfinin zammesi ile okumuşlardır. Bu kelimeyi mîm'in fethasıyla okuyanlar, girme yeri (yani ism-i mekan manasını) almışlar; zamme ile okuyanlar ise, 'sokmak" manasında masdar olarak almışlardır. Masdar sayılısına göre bu, "Allah sizi şerefli bir yerleştirme ile yerleştirir" takdirindedir. Bu girdirişi "şerefli" olarak tavsif etmek şu manadadır: Bu yerleştirme, haklarında Allahü teâlâ'nın, "O, yüzleri üstü cehenneme (sürülüp) toplanacaklar (yok mu?)" (Furkan, 34) buyurduğu kimselerin aksine, ikram ile beraber olacaktır. İkinci Mesele Sırf büyük günahlardan kaçınmak, cennete girmeyi icap ettirmez. Aksine bunun yanısıra, mutlaka taatta da bulunulması gerekir. Binaenaleyh âyetin takdiri, "Bütün farzları yerine getirir ve bütün büyük günahlardan sakınırsanız, sizin diğer bütün küçük günahlarınızı bağışlar ve sizi cennete sokarız" şeklinde olur. İşte bu, cennete girmeyi gerektiren sebeplerden birisidir. Bir tek sebebin bulunmayışı, neticenin (müsebbebin) de olmamasını gerektirmeyeceği herkesin malumudur. Burada bir başka sebep daha vardır ki işte asıl ve kuvvetli olan odur. O da, Allahü teâlâ'nın fazlı, keremi ve rahmetidir. Nitekim O, "De ki: "Ancak Allah'ın fazl(-u keremi) ve rahmetiyle, işte yalnız bunlarla sevinsinler..." (Yunus, 58) buyurmuştur. Allah en iyisini bilir. 32"Allah'ın, kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri temenni etmeyin. Erkeklerin, kendi kazandıklarından bir payı vardır. Kadınların da, kendi kazandıklarından bir payı vardır. Allah'tan, lütfunu isteyiniz. Şüphesiz ki Allah herşeyi hakkıyla bilendir". Bil ki, bu âyetin kendinden önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu iki izah yapılmaktadır: a) Kaffal (r.h) şöyle demektedir: "Allahü teâlâ önceki âyette insanları, bâtıl yollarla hem kendi hem de başkasının malını yemekten ve adam öldürmekten nehyedince, bu âyette de onlara, bu menhiyyatt terketmeyi onlara kolaylaştıracak şeyi emretmiştir ki, bu da herkesin, Allah'ın kendisine ayırdığı nasibe rıza gösterip, razı olmasıdır. Çünkü insan buna rıza göstermezse, hasede düşer; hasede düştü mü, muhakkak ki başkasının malını haram yolla alma ve adam öldürme gibi gayr-i meşru yollara sapar. Ama Allah'ın takdir ettiğine razı olursa, onun, canlar ve mallar hususunda zulme sapması mümkün olabilir " b) Bâtıl yollarla mal edinmek ve adam öldürmek, uzuvların yapmış olduğu fiillerdir. İnsanın dışı kötü fiillerden temizlensin diye, önce bunları bırakmakla emrolunmuştur ki, bu şeriattır. Bundan sonra, bâtını yaşantısı da kötü huylardan temiz olsun diye, hasedden dolayı, kalbiyle başkalarının canlarına ve mallarına saldırmayı bırakması emredilmiştir ki, işte bu da tarikattır Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Bize göre "temenni", olmayacağı bilinen veya zannedilen bir şeyi istemekten ibarettir. İşte bundan dolayı biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hak şayet, iman etmeyeceğini bile bile. Kâfirin iman etmesini istemiş olsaydı, temennide bulunmuş olurdu. Mutezile de, "Temenni, bir kimsenin, "keşke şu şey şu şekilde bulunsa, tahakkuk etse; keşke şu şey, şu şekilde meydana gelmese..." demektir. Âyet insanı "keşke şöyle olsaydı, keşke böyle olmayaydı!" demekten uzak tutmak ister" der. Fakat bu uzak bir ihtimaldir. Zira, mücerret lafzın bir manası olmadığı zaman, artık temenni olmaz. Aksine, mutlaka bu lafzın manasının araştırılması gerekir. Halbuki, temenninin manası bizim de belirttiğimiz gibi olmayacağı bilinen veya zannedilen şeyi talep etmekten ibarettir. Bil ki mutluluk dereceleri, ya ruhî, ya bedeni veyahut da haricî olurlar. Ruhî mutluluklara gelince, bunlar iki çeşittir: Ruhanî Mutluluklar Herşeyin Örnek Şekli Olan Sıfat İledir Birincisi: Nazarî kuvvetle ilgili olandır ki, bu tam bir zeka mükemmel bir anlayış, kemmiyyet ve keyfıyyet bakımından, başkasının bilgilerinden fazla olan bilgidir. İkincisi, amelî kuvvetle ilgili olandır ki, bu da hareketsiz olma ile yolunu şaşırıp taşkınlık arasında olan iffet ile, hiddet ile korkaklık arasında olan şecaat ve aptallık ile bozgunculuk arasında orta bir yer olan amelî hikmeti kullanmaktır, İşte bütün bu hallerin hepsinin toplamı, adaleti meydana getirir. Bedenî mutluluklara gelince, bunlar sıhhat, güzellik, zevk ve güzellik içinde uzun bir ömür yaşamaktır Haricî mutluluklar ise, bir kimsenin sâlih evladlarının, akrabalarının, dostlarının ve yardımcılarının çok olması: eksiksiz bir yetki sahibi olması; sözünün nafiz, insanlar tarafından sevilen, onlar arasında güzel bir şekilde yâd edilen ve sözü tutulan bir kişi olmasıdır. İşte bu, bütün mutluluklara bir işarettir ki, bunların bir kısmı fıtrî olup, kesbin bunlarda bir tesiri söz konusu değildir; bir kısmı ise kesbîdir, sonradan kazanılır. Bu kesbî olan yok mu, insan bunu iyice düşündüğünde, bunu da sırf Allah'ın bir bağışı ve atiyyesi olarak görür. Çünkü sebeplerde, engelleri ortadan kaldırmada ve gerektiricı sebepleri meydana getirmede bir tercih bulunmamaktadır. Aksi halde, say ve gayretin sebebi müşterek olmuş olur. Mutlulukları elde etmek ve matluba ulaşmak ise ortak olmamış olurdu. İşte Cenâb-ı Hakkın, kendileriyle insanların bir kısmını diğer bir kısmını üstün kıldığı mutlulukların çeşitleri bunlardır. İnsan, çeşitti faziletlerin diğer bir insanda bulunduğunu müşahede edip, kendisini bu faziletlerin hepsinden ya da büyük bir kısmından mahrum görünce, bu durumda kalben kederlenir, zihni karışır, sonra da kendisinde şu iki hal meydana gelir: a) Bu kimse, o mutlulukların o insandan zail olmasını temenni eder. b) Ya da, bunu temennî etmez de, onunki kadar bir mutluluğun kendisi için de bulunmasını temennî eder. Bunlardan birinci hal, mezmûm ve kötü olan bir haseddir. Zira, âlemin müdebbiri ve yaratıcısı olan Allah'ın ilk gayesi, kullarına ihsanda bulunup onlara cömert davranarak, adeta sağanak halindeki yağmurlar gibi, onlaraikram ve ihsanlarını dökmesidir. Binaenaleyh, kim bunun zail olmasıni isterse, o kimse sanki Cenâb-ı Hakk'ın âlemi yaratıp mükellef varlıkları halketmesindeki ilk maksadı hususunda Allah'a itiraz etmiş olur. Yine çoğu kez o kimse, kendisinin bu nimetlere o insandan daha lâyık olduğuna inanır. Ki bu da, Allah'a bir itiraz ve O'nun hikmetini bir ta'n olur. Bütün bunlar ise insanı küfre ve bid'at karanlıklarına düşüren, kalbinden iman nurunu silip süpüren şeylerdendir. Hased, dinî bakımdan bir fesada sebep olduğu gibi, dünyevi bakımdan da fesadın sebebidir. Çünkü bu durum sevgiyi, muhabbeti, dostluğu sona erdirir ve bütün bu halleri, onların zıddına dönüştürür. İşte bu sebeplerden dolayı, Cenâb-ı Hak kullarını bundan nehyederek, "Allah'ın, kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile yaphğı şeyleri temenni etmeyin" buyurmuştur. Bil ki bu hasedi nehyetmenin sebebi, dinlerin temel kaidelerinin farklılığına göre farklılık arzetmektedir. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaât mezhebine göre Cenâb-ı Hak, "Ne dilerse, hakkıyla yapandır" (Burûc, 16); "O, yapacağından mesul tutulmaz, takat insanlar mesul olurlar" (Enbiya. 23) Binaenaleyh, O'nun yaptıklarına itiraz edilemez, O'nunla münakaşa etmeye hiçkimsenin takati yetmez, her şey O'nun yaratmasıdır; yapmasının nedeni-niçini yoktur. Neden, niçin diye sorulam Bu böyle olunca, bütün kîlukâl kapıları tıkanmış ve itiraz yollan merdûddur Mutezile mezhebine göre, itiraz yollan da kapanmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allâmu'l-guyûb" (gaybleri hakkıyla bilen)dir. Binaenaleyh O, mahlukatınin yararına olan bütün faydalı şeyleri ve hükümlerdeki incelikleri eksiksiz bilendir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, ' Eğer Allah (bütün) kullarına (aynı seviyede) bol rızık verseydi, yeryüzünde muhakkak ki taşkınlık ederler, azarlardı" (Şûrâ, 27) buyurmuştu. Bu her iki izaha göre de. mutlaka her insanın Allah'ın kaza ve kaderine razı olması gerekir İşte bundan ötürü, bir hadis-ı kudsîde şöyle buyurulmuştur: "Kim benim kaza ve kaderime teslim olur, belâlarıma sabreder ve nimetlerime de şükrederse, onu sıddik olarak kaydederim. Kıyamet gününde onu, sıddîklerle beraber hasrederim. Kim de benim kaza ve kaderime rıza göstermez, belâlarıma sabretmez ve nimetlerime de şükretmezse, o kimse benden başka bir Rab arasın.." İşte, o nimetlerin o kimseden zail olmasını temenni eden kimse hakkında söylenebilecek söz bundan ibarettir. İbn Sîrin'in Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'den rivayet etmiş olduğu şu hadis de bunu teyid etmektedir. Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Hazret-i Peygamber; "Birkimse, (din) kardeşinin talip olduğu kıza talip olmaz (olmasın); kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık yapmaz (yapmasın); bir kadın da, yerine geçmek için, kız kardeşinin boşanmasını istemez. Çünkü ona rızık veren Allah'tır" buyurmuştur. Bütün bunlardan maksat, hasedden iyice sakındırmaktır. Ama bu nimetlerin kardeşinden zail olmasını istemez, aksine bir o kadar da kendisinin olmasını isteyen bir kimse olursa, bunu caiz gören âlimler bulunmaktadır. Ancak, muhakkik âlimler bunun da caiz olmadığını söylemişlerdir. Çünkü o nimet, çoğu kez dinî bakımdan o kimse hakkında bir mefsedet, dünyevî bakımdan da bir zarar olur. işte bu sebepten dolayı muhakkik âlimler, "Bir kimsenin: "Allah'ım, bana falancanın evi gibi bir ev; falancanın karısı gibi bir karı nasib et" demesi caiz olmaz, aksine "Allah'ım, bana dinim, dünyâm, âhiretim ve maişetim konusunda hakkımda uygun olan şeyleri ver" demesi gerekir" demişlerdir. İnsan çoğu kez düşündüğünde, kullarına bir öğretme olsun diye, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân-ı Kerim'de zikretmiş olduğu, "Ey Rabbimız, bize dünyada da iyi hal ver, âhirette de iyi hal ver ve bizi o ateş azabından koru" (Bakara, 201) şeklindeki duadan daha güzelini bulamaz. Katâde, Hasan el-Basrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hiç kimse, mal temennisinde bulunmasın.. Sa'lebe hakkında olduğu gibi, belki de onun helaki o maldandır..." İşte Cenâb-ı Hakk'ın bu âyette "Allah'tan fazlını isteyin" ifadesinden kastedilen de budur. Ayetinin Nüzul Sebebi Âlimler, bu âyetin sebeb-i nüzulü hakkında şunları zikretmislerdir: a) Mücahîd'in rivayetine göre Ümmü Seleme "Ya Resûlallah, erkekler savaşa katılıp savaşıyor, biz ise savaşmıyoruz. Onların mirastaki paylarıysa bizimkinin iki katı. Keşke biz de erkek olsaydık!" deyince, bu âyet-i kerime nazil olmuştur. b) Süddî sovle demektedir: Mirasla ilgili âyetler nazil olunca, erkekler: "Cenâb-ı Hakk'ın, miras hususunda bizi üstün kıldığı gibi âhirette de bizi kadınlardan üstün kılmasını umuyoruz"; kadınlar ise, "Biz de, miras hususunda olduğu gibi, bizim günahımızın da erkeklerin günahının yarısı kadarı olmasını arzularız" deyince, bu âyet nazil oldu. c) Allahü teâlâ, erkeklerin mirastaki payını iki dişinin payı kadar yapınca, kadınlar: "Biz daha muhtacız, çünkü biz zayıf bünyeli varlıklarız. Erkeklerse, geçimlerini elde etme hususunda daha güçlüler" dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazîl oldu. d) Bir kadın Hazret-i Peygamber'e gelerek, "Erkeklerin ve kadınların Allah'ı birdir. Sen. hem bize hem de onlara gönderilmiş bir peygambersin. Babamız Adem, annemiz ise Havva'dır. O halde Allahü teâlâ'nın erkeklerden bahsedip, bizden bahsetmemesinin sebebi nedir?" deyince, o zaman işte bu âyet-i kerime nazil oldu. Yine bu kadın, "Erkekler, cihad etmekle bizi geçtiler. Binâenaleyh bizim ne yapmamız gerekir?" deyince, Hazret-i Peygamber "Sizden, hamile olan bir kadına, oruç tutan ve namaz kılan kimsenin mükâfaatı kadar bir mükâfaat vardır. Doğum sancıları ona acı verdiği zaman, Cenâb-ı Hakk'ın o kadına vereceği ecri ve mükâfaatı hiç kimse bilemez.. Bu kadın çocuğunu emzirdiği zaman, çocuğunun memesinden her emmesine mukabil, o kadına bir canı diriltmenin mükâfaatı kadar mükâfaat vardır buyurmuştur. Erkek ve Kadının Birbirine Karşı Durumu Daha sonra Hak teâlâ, Erkeklerin, kendi kazandıklarından bir payı vardır. Kadınların da, kendi kazandıklarından bir payı vardır" buyurmuştur. Bil ki bu âyetle hem dünya, hem âhiret, hem de her ikisiyle ilgili olan hususların kastedilmiş olması mümkündür. Birinci ihtimal hakkında şu izahlar yapılabilir: a) Bundan murad, "Her fırkaya, kazanmış olduğu dünya nimetlerinden bir pay vardır. Binaenaleyh, Allah'ın kendisine ayırıp verdiği şeye razı olması gerekir" şeklindedir. b) "Mirastan tayin edilen her pay, Allah'ın hükmüne göredir. Binaenaleyh, kişinin buna razı olması ve itiraz etmemesi gerekir." Bu görüşe göre burada geçen tabiri, elde etme ve sahip olmak manasındadır. c) Cahiliyye çağındaki insanlar, kadınlara ve çocuklara mirastan pay vermiyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hak bu âyet ile, bunun geçersiz olduğunu belirterek, erkek olsun dışı olsun, küçük olsun büyük olsun herkesin muayyen bir payı olduğunu beyân etmiştir. İkinci ihtimalle ilgili olarak da şu izahlar yapılmıştır: a) Bundan murad şudur: Herkesin elde edeceği muayyen bir sevap miktarı vardır ki, buna Allah'ın keremi ve lütfuyta müstehak olur. Binâenaleyh, bunun aksini temenni etmeyiniz..." b) Herkesin, yapmış olduğu tâatlara mukabil bir mükafaatı vardır. Binaenaleyh onu, kötü olan hased sebebiyle zayi etmemesi gerekir. Ki bu, "Sana ait olanı muhafaza et, zayi etme; başkasına ait olanı da temenni etme!" demektir. c) Erkeklerin kazandıklarından bir hisseleri bulunmaktadır ki bu, onların kadınların nafakalarını temin etmelerine vesiledir. Cenâb-ı Hak, kadınların namus ve ferçlerini muhafaza etmeyi, kocalarına itaat etmeyi ve aş-ekmek pişirme, giyecekleri muhafaza etme ve geçimi kolaylaştırma gibi evle ilgili işleri yapmalarını murad ederek, "Kadınlar için de, kazandıkları şeyden bir hisse vardır" buyurmuştur. Bu manaya göre "nasîb", sevap ve mükâfaat anlamındadır. Üçüncü ihtimale gelince, âyetten bu manaların tamamı kastedilmiştir. Çünkü âyetin lafızları bu manaları kapsamakta olup, bu manalar arasında herhangi bir tezat bulunmamaktadır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'tan, fazlını isteyiniz" buyurmuştur. Bu hususla ilgili olarak da birkaç mesele vardır: İbn Kesir ve Kisaî, bu kelimenin istemek fiilinden bir emir ve kendisinden önce vâv veya fâ harfinin bulunması şartıyla, hemzesiz olarak şeklinde; diğer kıraat imamları ise, Kur'ân'ın her yerinde olmak üzere (......) şeklinde okumuşlardır. Birinci okuyuşa göre, hemzenin harekesi sin harfine verilmiş, vasi elifine lüzum görülmeyerek hazfedilmiştir. İkinci okuyuşa göre bu kelime, aslı üzere okunmuştur. Kıraat imamları, (......) kelimesi emr-i gâib olduğu için, bunun hemzeli okunacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Ebu Ali el-Farisî, "Ebu'l-Hasen'e göre, Cenâb-ı Hakk'ın (......) kelimesi ikinci mef'ûl yerinde; Sîbeveyh'in görüşüne göreyse, hazfedilmiş olan ikinci mef'ûlün sıfatı yerine gelmiş bir ifâdedir. Buna göre sanki. "Allah'tan, O'nun fazlından olan nimetini isteyiniz" denilmiştir" demiştir. Allah'tan Belli Bir Şey Yerine Lutfunu İstemeli Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'tan, fazlını isteyiniz" buyruğu, insanın talep ve dualarında muayyen bir biçimde bir şey istemesinin caiz olmayacağına; ancak, Allah'ın lütfundan, mutlak bir biçimde dini ve dünyası hakkında, kendi salahına vesile olacak şeyleri isteyebileceğine bir tenbihte bulunma ve dikkat çekmedir. Sonra Cenâb-ı Hak. "Şüphesiz ki Allah, herşeyi hakkıyla bilendir" buyurmuştur ki, bu şu demektir: Allahü Teâlâ, isteyenlerin menfaatine olan şeyleri bilmektedir. Binaenaleyh, bir talepte bulunan, isteğini kısaca belirtsin, dua ederken, istediğini tayin ederek istemekten sakınsın.. Çünkü bu çoğu kez, sırt bir mefsedet ve sırf bir zarar olur. Allah en iyi bilendir. 33"(Erkek ve dişiden) her biri için, baba ve ananın, en yakın akrabaların terikelerinden de varisler yaptık. (Akd ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere dahi hisselerini verin. Allah, her şeyin üstünde şahiddir" Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki âyeti, bu âyette yer alan "ana-baba" ve "en yakın akraba" tabirlerini, "varis olanlar" diye tefsir etmek mümkün olduğu gibi. yine bu tabirleri, "kendilerine varis olunanlar" diye tefsir etmek de mümkündür. Birincisine göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Erkek ve dişiden) her biri için baba ve anamı: en yakın akrabaların terikelerinden de yaptık" buyruğunu, "bunlardan her irinı onun terikesinde varis kıldık" şeklinde tefsir edebiliriz. Buna göre sanki, "O varis olanlar kimdir?" denildiğinde, "Onlar, ana-baba ile en yakın akrabalardır." denilmek istenmiştir. Bu izaha göre. mutlaka Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifadesinde vakf yapmak, durmak lâzımdır. İkincisine göreyse, şu iki izah yapılabilir: a) Bu ifadede bir takdim-tehirin bulunduğunu söylemek.. Buna göre ifâdenin takdiri, "Ana-baba ve en yakın akrabaların geride bırakmış olduğu her şey için biz, mevâli yani varisler yalattık" şeklinde olur. Bu iki izaha göre de fiili, .iki mef'ul almaz, çünkü kermesi, (yarattık) manasına gelmektedir. b) Kelamın takdirinin, "Varisler olarak yarattığımız her kavmin, ana-babasının ve en yakın akrabaların bırakmış oldukları terikeden bir hissesi vardır" şeklindedir. Buna göre tabiri mevsûfu hazfedilmiş bir sıfat, (......) kelimesine râci olacak olan zamir ise hazfedilmiş olur. Yapılan takdire göre haber durumunda olan (......) kelimesi de âyette hazfedilmiş olur. Bu izaha göre de, fiili iki mef'ul almış olur. Bu izahta fazla takdir yapıldığı için, ilk iki İzah bundan daha uygun ve evlâdır. (......) kelimesi, pekçok manaya gelen müşterek bir lâfızdır: a) Azâd eden.. Çünkü bu şahıs, o köleyi azâd etme nimetinin velîsidir. İşte bu sebepten dolayı o şahsa, "Nimetin mevtası, efendisi" ismi verilmiştir. b) Azâd edilmiş köle.. Çünkü, mevlâsının ona olan velayeti, ona olan in'âmına bitişmiş, beraber bulunmuştur. Bu tıpkı, alacaklı olan bir kimsenin, hakkının peşine düşmesi ve onu takip etmesi kendisine vazife olduğu için (garim); borcu ödemesi kendisine gerekli olduğu için borçluya da yine (garim) denilmesi gibidir. c) Bu kelime, (müttefik, anlaşmalı) anlamındadır. Çünkü, anlaşma yapan bir kimse, işini yapılmış olan yemin akdine göre takip eder. d) Amcaoğlu.. Çünkü aralarında bulunan akrabalık sebebiyle o onu, yardım isteğiyle takip eder, izler.. e) Mevla, velî mânasına gelir. Çünkü o onu, yardım etmek isteğiyle takip eder, izler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah iman edenlerin velîsidir. Kâfitlere gelince, onların velîsi yoktur" (Muhammed, 11) buyurmuştur. f) Asabe.. İşte bu âyette murad edilen mâna budur. Çünkü bu âyete, bu manadan başkası uygun düşmez. Bunu, Ebû Salih'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği şu hadis de te'kid etmektedir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ben mü'mintere, (kendilerinden) daha yakınım. Onlardan kim ölür ve geriye mal bırakır ise, bıraktığı mal vârislerinedfr. Kim (de) öldükten sonra bir borç bırakır İse, o borcunun kefili benim." Yine, Hazret-i Peygamber, "Bu malı taksim edin. Geriye kalan paylar, erkek "asabe"lerin birincisi içindir. buyurmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak, "(Akd ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere dahi hisselerini verin" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Asım, Hamza ve Kisâî, bu fiili elifsiz ve şeddesiz olarak şeklinde; diğer kıraat imamları ise elifli ve şeddesiz olarak (......) şeklinde okumuşlardır. (akdetti) şeklindeki kıraata göre, akit fiili tek bir kişiye nisbet edilmiştir. Tercihe şayan mâna ise (akitleşti) şeklidir. Çünkü "mufâ'ale" babı, iki tarafın da yemin akdi yapmış olduğuna delâlet eder. Âyetteki "eymân" kelimesi, "yemîn"in çoğuludur. "Yemin" kelimesi "sağ el" manasına olabileceği gibi, "kasem (yemin etmek)" manasına da olabilir. Eğer bu kelimeden maksad sağ el manası olursa, burada şu üç mecazi mana kastedilmiş olabilir: a) Akitleşme işi, âyetin zahirine göre, ellere nisbet edilmiştir. Aslında ise akıtteşme, anlaşan ve yeminleşen iki tarafa nisbet edilir. Bu mecazî kullanışın sebebi şudur: İki taraf, satış esnasında satışın kesinleştiğini belirtmek için karşılıklı olarak ellerini birbirlerine vururlar ve ahidlerine sarılıp vefa göstereceklerine dair biribirinin elini tutarlar. b) Kelamın takdiri, "Yeminleri sebebi ile ellerinizin akitleştiği, bağlandığı kimselere.." şeklindedir. Bu takdire göre muzaf hazfedilmiş ve muzâfun ileyh onun yerine kâim olmuştur. Sözden anlaşıldığı için, bu hazif yerinde ve güzeldir. c) Âyetin takdiri "Yeminlerinizin kendileri ile akidleştiği kimseler.." şeklindedir. Fakat bu takdire göre de, sıla cümlesinde ism-i mevsûle râci olacak zamir hazfedilmiştir. Bütün bu takdirler, "yemin" kelimesini "el" manasına aldığımız zaman söz konusudur. Fakat bu kelimeyi 'yemin etmek" manasına alırsak, bu durumda akidleşme, âyetin zahirine göre "yeminleşme" manasına olur. Bu mana da yerinde ve güzeldir. Çünkü akidleşme, yemin etme sebebiyle (yoluyla) olunca, böylece bu nisbet yerinde ve güzel olur. Diğer mecazlar hakkında söylenecek söz de, geçenler gibidir. Akide Varisi Olma Hükmünün Mahsus Olması Âlimlerden bazıları, bu âyetin mensûh olduğunu söylerken, bazıları da mensûh olmadığını söylemişlerdir. Bunun mensuh olduğunu söyleyenler, âyeti şu manalardan biri ile tefsir etmişlerdir: a) Âyetteki, "(Akd ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere" tabirinden murad, cahiliyye döneminde anlaşma yapılmış kimselerdir. Zira cahiliyye döneminde birisi birisi ile anlaşma yapar ve "Benim kanım senin kanın; barışım, senin barışın; savaşım, senin savaşındır. Sen bana varissin, ben de sana; sen benim diyetimi öde, ben de senin" derlerdi. Bu şekilde anlaşma yapanların, biribirlerinin mirasından altıda bir hakları olurdu. İşte bu husus Hak teâlâ'nın "hısımlar, Allah'ın kitabınca, birbirine daha yakındırlar." "Allah size tavsiye ve emreder ki.." (Nisa, 11) âyetleriyle neshedilmiştir. b) Cahiliyye insanlarından biri, yabancı birisini evlâd edinirdi. Bunlara (evlatlıklar) denilir ve onlar, bu sebeple varis olurlardı. Daha sonra bu husus neshedilmiştir. c) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabından iki kişi arasında "kardeşlik" akdi yapıyordu. İşte böyle kardeş olma da, birbirlerine varis olma sebebi idi. Bil ki her üç izaha göre de, yapılan anlaşma, "hisselerini verin" ifadesinden dolayı, bunların biribirlerine varis olmalarına sebep oluyordu. Cenâb-ı Allah, daha sonra şu yukarıda yazdığımız âyetlerle bunu neshetmiştir. Bu âyetin mensuh olmadığını söyleyenler ise, âyetin tefsiri hususunda şu görüşleri zikretmişlerdir: a) Âyetin takdiri şu şekildedir: "Ana-baba ve akrabaların bıraktığı ve kendilerini yeminlerinizin bağladığı kimselerin bıraktığı her şey için vârisler vardır, O vârislere hisselerini verin." Yani "Mevâlî ve vereselere hisselerini verin." Bu manaya göre, "'(Akd ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere., "tabiri, "ana ve babanın ve en yakın akrabaların..." tabirine atfedilmiştir. Binâenaleyh mana, "yeminlerinizin bağladığı kimselerin bıraktığı şeyler için, vâris vardır. O vâris buna daha lâyıktır" şeklinde olur. Allahü teâlâ buna göre vârisi, "mevlâ" diye ifâde etmiştir ki bu da "malı, anlaştığınız kimseye vermeyin; aksine mevâlî ve vârislere verin" demektir. Bu izaha göre âyet mensuh değildir. Bu, Ebu Ali el-Cübbâî'nin yaptığı te'vildir. b) Bu ifadeden maksad, karı ile kocadır. Zira nikah da "akid" diye adlandırılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Allah, "(İddet sona erinceye kadar) nikah akdi yapmaya azmetmeyin" (Bakara. 235) buyurmuştur. Binaenaleyh Allahü teâlâ ebeveyni ve akrabaları zikretmiş, onların yanısıra karı-kocayı zikretmiştir. Bunun bir benzeri de miras âyetidir. Zira Hak teâlâ, çocuğun ve ana-babanın mirasını açıklarken, karı ile kocanın mirasını da zikretmiştir. Buna göre âyette nesh söz konusu değildir. Bu da, Ebû Müslim el-İsfehânî'nin görüşüdür. c) Bu tabirden maksad, "velâ" sebebi ile meydana gelen mirastır. Buna göre de, nesh söz konusu değildir. d) Bu tabirden murad, adamın müttefikleri olup, "(onlara) hisselerini verin" âyeöndeki hisseden maksat da, akrabalar arasındaki yardımlaşma, nasihat etme, dayanışma ve samimiyetle biribiriyle içli-dışlı olmaktır. Binaenaleyh bunlardan maksad, biribirine varis olma değildir. Bu takdire göre de, nesh söz konusu değildir. e) Bu âyet, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) ile oğlu Abdurrahman (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Çünkü Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh), oğluna infak etmemeye ve malından ona hiçbir şey vermemeye yemin etmişti. Abdurrahman (radıyallahü anh) müslüman olunca, Cenâb-ı Allah, Hazret-i Ebu Bekr'e ona payı kadar miras bırakmayı emretmiştir. Buna göre de, âyette nesh yoktur. f) Esamin şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, ölenin yanı başında bulunanlara, daha önce de zikredildiği gibi, bir pay ayrılmasını emrettiği gibi, bir bağış ve hediye olarak az bir şey ayrılmasını da emretmiştir." Bütün bunlar muhtemel ve güzel izahlardır. Ne murad etmiş olduğunu en iyi Allah bilir. Dördüncü Mesele Hak teâlâ'nın, "(Akd ile) yeminleri- nizin bağladığı kimseler" sözünün mübtedâ, "... onlara dahi hisselerini verin" kısmının da haber olduğunu söyleyenler şöyle demişlerdir: "Bu sözün başındaki (......) kelimesi şart manasını tazammun ettiği için, muhakkak ki haberinin başına fâ harfi gelmiştir. Onun haberi de, "Onlara dahi hisselerini verin... "ifadesidir, (......) kelimesinin, tıpkı senin "Zeyd yok mu, ona vur!" sözünde olduğu gibi, mansûb olması caizdir. Cumhûr-u fukahâ, daha aşağı olan "mevlâ"mn, daha yukarda olana varis olamıyacağını söylerlerken, Tahavî, Hasan İbn Ziyâd'ın, varis olabileceğini söylediğini nakletmiştir.Zira İbn Abbas'ın rivayetine göre, bir kimse kölesini azâd etmiş ve azâd eden bu adam sonra ölmüş, geride de, bu azâdlısından başka hiç kimse kalmamıştı. Bunun üzerine Allah'ın Resulü, ölen o efendinin mirasını, azâdlısı olan o adama vermişti. Bir de, bu Hak teâlâ'nın, "(Akd ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere dahi hisselerini verin" buyruğunun muhtevasına dahildir. Hasan İbn Ziyad'ın bu hadîse tutunmasına şöyle cevap verebiliriz: Belki de, mal beytu'l-mâle olduğu için; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu, ihtiyacı ve fakirliğinden dolayı o delikanlıya vermiştir. Çünkü bu mal, vârisi olmayan bir maldır. Bu malın hükmü, fakirlere sarfedilmesidir. Şafiî ve Mâlik (r.h), "Bir kimse bir adamın elinde müslüman olup, o adam da ona velayet edip onunla akid yapsa; sonra da ölse, ölen bu kimsenin de, müslüman olan bu kimseden başka varisi olmasa, bu kimse ona varis olamaz; bilakis onun mirası müslümanlara aittir" derlerken, Ebu Hanife(r.h) ise, bu adamın ona varis olacağını söyler. Şafiî'nin delili şudur: Biz, âyetin manasının, "Ebeveyn, yakın akraba ve yeminlerinizin akid ile bağladığı kimselerin bırakmış olduğu terikeler için mevaliler (varisler) yaptık bunlar da asabeterdir" şeklinde olduğunu beyân etmiştik. Sonra bu asabeter, ya hâs olurlar ki, bunlar vereselerdir; veya 'âmm olurlar ki, bunlar da müslüman cemaatidir. Binaenaleyh, bu malın hâs asabeler bulunmadığı zaman 'âmm asabelere sarfedilmesi gerekir. Ebu Bekir er-Râzî, kendi görüşüne şu şekilde delil getirmiştir: "Âyet, insanın velayet ettiği ve anlaşma yaptığı kimselere miras verilebileceğini ifâde etmektedir. Daha sonra Allahü teâlâ bunu, "Hısımlar, Allah'ın kitabınca, birbirine daha yakındır " (Enfal. 75) âyetleriyle neshetmiştir. bu nesh, akrabalar bulunduğu zaman söz konusudur. Ölenin akrabası yok ise, bu hüküm olduğu gibi kalır." Onun bu görüşüne şöyle cevap veririz, "biz, âyette anlaşma yapılmış kimsenin varis olacağını gösteren bir şey olmadığını, aksine âyetin bu kimselerin vâris olmayacaklarına delâlet ettiğini ve böyle bir neshin bulunduğunu söylemenin yanlışlığını beyân etmiştik." Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, her şeyin üstünde şahiddir" buyurmuştur ki bu ifade, itaatkârlar hakkında bir vaad, isyankârlar hakkında İse bir va'îddir. Âyetteki "şehîd" lâfzı şâhid ve müşâhid demektir. Bunun getirilmesinden maksad ise, ya Allah'ın bütün cüz'iyyatı ve külliyatı bildiğini ifâde etmektir; ya da O'nun kıyamet günü, bütün mahlukata, dünyada iken yapmış oldukları şeyler hususunda şahidlik edeceğini ifâde etmektir. Birinci manaya göre "şehid", bilen; ikinci manaya göre ise "haber veren" manasındadır. 34"Erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler. Çünkü Allah onlardan bazısın (erkekleri), bazısından (kadınlardan) üstün kılmıştır. Çünkü onlar (erkekler) mallarından fnfak ederler. İyi kadınlar itaatli olanlardır. Allah kendilerini nası koruduysa onlar da öylece mahremiyeti koruyanlardır. Şerlerinden, serkeşliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince, onlara (önce) öğüt verin. (Vazgeçmezlerse) kendilerini yataklarında yalnız bırakın. (Yine kâr etmezse) dövün. Size İtaat ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür". Erkeğin Mirastaki Üstünlüğü, Kadının İnfak ve Mehir Üstünlüğü İle Dengelenmiştir Bil ki Allahü teâlâ, "Allah'ın, kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri temenni etmeyin" (Nisa, 32) buyurup, biz de bu âyetin sebeb-i nüzulünün, kadınların, Hak teâlâ'nın erkekleri kendilerine miras hususunda üstün kılması konusunda ileri-geri konuşmaları olduğundan bahsedince, bundan dolayı Allahü teâlâ bu âyette, her nekadar birbirlerinden istifade hususunda kadın-erkek müsâvî olsalar da, erkekler kadınlara hakim oldukları için, erkekleri mirasta kadınlara üstün kıldığını, bundan dolayı erkeklere, kadınların mihirlerini vermelerini ve onların geçimlerini temin etmelerini emrettiğini bu âyette zikretmiştir. Böylece iki taraftan birinde olan üstünlük, diğer tarafın üstünlüğü ile denk olmuş olur. Binaenaleyh sanki arada herhangi bir üstünlük yok gibidir. İşte âyetin, kendinden öncekilerle münasebetinin izahı budur. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Erkeğin Hekimliğine Dair Hükmün Nüzul Sebebi "Kavvâm", işi bi-hakkın yapan kimse demektir. Kadının işlerini hakkıyla yerine şetirip, onu korumaya itinâ gösteren kimse için de, denilir. İbn Abbas (radıyallahü anh), bu âyetin Muhammed İbn Seleme'nin kızı ile ensârın ileri gelenlerinden biri olan kocası Sa'd b. Rebi' hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Zira Sa'd ona bir tokat atmış, o-da kocasının yatağını hemen terkederek, kocasının tokadının izi yüzünde olarak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e getip, kocasının kendisini tokatladığını şikayet etmiştir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ondan kısas iste" dedi, sonra da, "sabret, (vahiy) bekliyorum" dedi. İşte bunun üzerine, "Erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler..." âyeti nazil olmuştur. Bu, "Erkekler kadınları terbiye etme ve onlara müdahale etme hususunda hakimdirler" demektir. Böylece Cenâb-ı Hak sanki erkeği, karısı üzerinde bir reis ve hükmü geçen birisi kabul etmiştir. Bu âyet nazil olunca Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Biz birşey istedik, Allah da birşey istedi. Allah'ın istediği daha hayırlıdır" buyurdu. Böylece Cenâb-ı Allah, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ınsöylediği kısas hükmünü kaldırmış oldu. Daha sonra o, erkeklerin kadınlara hakim olduğunu ve erkeklerin emrinin onlar yanında geçerli olması gerektiğini belirtince, bunun şu iki sebepten dolayı olduğunu beyân buyurmuştur: Erkeği Kadından İleri Kılan Sebepler Birinci Sebep: Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü Allah onlardan bazısını (erkekleri), bazısından (kadınlardan) üstün kılmıştır" buyruğu ile belirttiği husustur. Bil ki erkekler pekçok yönden kadınlardan üstündür. Bunların bir kısmı hakiki sıfatlar, bir kısmı ise şer'i hükümlerdir. Hakikî sıfatlara gelince, bil ki hakikî üstünlüğün neticesi şu iki şeye dayanır: a) Bilgi (ilim), b) Kudret (güç-kuvvet).. Erkeklerin akıllarının ve bilgilerinin daha çok olduğu hususunda şüphe yoktur. Yine erkeklerin güç ve meşakkatli işlere karşi kuvvetlerinin daha fazla olduğu hususunda da şüphe yoktur. İşte bu iki sebepten ötürü akıl, sebat, kuvvet, genel manada yazı yazma, binicilik ile atıcılık, peygamberler ile alimlerin erkeklerden oluşu, gerek büyük gerek küçük imametin (namaz imamlığı ve devlet başkanlığının) erkeklere verilmiş olması; cihad, ezan, hutbe, itikaf, had ile kısas hususlarındaki şahadet -ki bu sayılanlar alimlerce ittifakla kabul edilmiştir-, Şafiî (r.h)'ye göre evlilik, mirastaki hissenin fazlalığı, mirrista asabe oluş, gerek kasten gerekse hataen adam öldürmede diyeti yüklenme, kasame, nikahta velayet, talak, ric'at (talaktan dönüş), birden çok kadınla evlenebifme ve doğan çocukların erkeklere nisbet edilmesi hususlarında, erkeklerin kadınlardan üstünlüğü söz konusudur. Bütün bunlar, erkeklerin kadınlardan üstün olduğuna delâlet eder. İkinci sebep: Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve çünkü onlar (erkekler) mallarından İnfâk ederler" buyruğu ile belirttiği husustur. Bu, "Erkekler, kadınlara mehir verip, onların nafakalarını (geçimlerini) temin ettikleri için daha üstündürler" demektir. Sonra Allahü teâlâ kadınları iki kısma ayırıp, sâlih olanları İyi kadınlar itaatli olanlardır. Allah kendilerini nasıl koruduysa onlarda öylece mahremiyeti koruyanlardır" diye tavsif etmiştir. Bu ifâde ile ilgili bazı meseleler var: Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "İbn Mesud (radıyallahü anh) âyeti (......) şeklinde okumuştur." Kadının Kocasına İtaatı ve Onun Nasıl Koruyacağı Âyetteki, ifâdesi ile ilgili iki izah şekli vardır! a) "Kânitâtün", Allah'a itaat edenler; "hâfizâtün" ise, kocalarının haklarını yerli yerince yerine getirenler demektir. Allah kendi hakkının ifâsını önce zikretmiş, sonra da buna Kocanın hakkının yerine getirilmesini eklemiştir. b) Kadının durumu, ya kocası bulunduğu zaman, veyahut da kocasının yanında olmadığı zaman nazar-ı dikkate alınır. Kocası yanında iken kadının durumunu "kânitât" (itaatkâr)" diye tavsif etmiştir. "Kunût" kelimesinin asıl manası, devamlı itaattir. Buna göre mana, "Onlar, kocalarının hakkını hakkıyla yerine getirirler"şeklinde olur. Her nekadar bu ifâde zahiren bir haber ise de, bundan kadınların kocalarına itaat etmelerinin zımnen emredildiği anlaşılır. Bil ki kadın, ancak kocasına itaat ettiği zaman "sâliha" olabilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Salih (iyi) kadınlar, itaatli olanlardır" buyurmuştur ki cemî kelimenin başında elif-lâm, "istiğrak" ifâde eder. Bu da her sâliha kadının, kocasına itaat etmesi gerektiğini gösterir. Vahidî (r.h) ise: "Kunût, taat manasınadır. Bu kelime, hem Allah'a itaate, hem de kocalara itaate şamil olan umûmî bir ifâdedir." Kocast yanında değilken kadının durumunu da Cenâb-ı Hak, "(Onlar), göze görünmeyeni koruyanlardır" diye anlatmıştır. Bil ki "gayb", şahadetin (görünenin) zıddıdır. Bundan o kadınların, kocaları yok iken de kendilerini saklayıp korudukları mânası çıkar. Bu koruma şu manalara gelir: a) Kadın, zina etmesi sebebi ile kocasına bir utanç ve çocuğuna da başkasının nutfesinden (menisinden) meydana gelme (veled-i zina olma) gibi bir ar bulaşmasın diye, kendisini zinadan korur. b) Kadın kocasının malını, zayi olmaktan korur. c) Kadın, kocasının evini uygun olmayan şeylerden ve kimselerden korur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kadınların en hayırlısı kendisine baktığında seni mesrur eden, emrettiğinde sana itaat eden, yanında bulunmadığın zaman, malını ve kendisine emanet ettiğin namusunu koruyandır" Aynı manada bir hadis için bkz. İbn Mace, Nikah, 5 (1/596). buyurup, bu âyeti okuduğu rivayet edilmiştir. Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesindeki hakkında şu iki izah yapılmıştır: 1- Bu kelime, (ki o) manasına ism-i mevsul olup, kendisine râcî olacak zamir hazfedilmiştir. Bunun takdiri, "Allah'ın onlar için koruduğu şey sebebi ile..." şeklindedir. Buna göre mana, "Allah'ın, erkeklere kadınlar hakkında âdil olmalarını, onları iyi bir şekilde tutmalarını ve onlara mehirlerini vermelerini emrederek, kocaları üzerindeki haklarını muhafaza etmesine karşılık, kadınların da kocalarının haklarını muhafaza etmeleri gerekir" şeklindedir. Binâenaleyh âyetteki tabiri, sanki "Bu, şuna karşılıktır" yani "Bu, şunun mukabilindedir" denilmesi gibidir. 2- Bu (......) lafzı, mâ-i masdariyyedir ve takdiri, "Allah'ın muhafazası sebebi ile..." şeklindedir. Böyle olması halinde de şu iki izah söz konusudur: a) "Onlar, Allah'ın kendilerini muhafaza etmesi sebebi ile, gaybta da kendilerini korurlar." Yani, "Allah'ın yardım ve muvaffakiyyeti olmadan, onların kendilerini korumaları kolay olmaz." Bu, masdarın failine izafesi babındandır. b) "Kadın, Allah'ın hudûdlarını (hükümlerini) ve emirlerini muhafaza edip riayet etmesi sebebi ile, Allah da kendisini korur. Allah onu koruduğu için de, kadın kendisini gaybta da muhafaza edebilir. Zira kadın, Allah'ın mükellef tuttuğu şeylere gayret etmese ve Allah'ın emirlerini muhafaza edip tutma hususunda say-u gayret göstermeseydi, kocasına itaat edemezdi." Bu izaha göre de bu, masdarın mefûlüne muzaaf olması babından olmuş olur. Bil ki Allahü teâlâ "sâliha kadınlardan" bahsettikten sonra, sâliha olmayanları söz konusu ederek, "Şerlerinden, serkeşliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince..." buyurmuştur. Bil ki "havf" (korkma), istikbalde kötü bir şeyin olaeağı zannedildiği zaman, kalpte meydana gelen bir halden ibarettir. Şafiî (r.h), "serkeşlik (geçimsizlik), bazan söz ile, bazan da fiil ile olur. Meselâ söz ile olması, (daha önce) kendisini çağırdığında "Efendim, buyur" diyen; kendisine seslendiğinde sözünü dinleyen bir tavırda iken, sonradan değişmesidir. Fiil ile olan ise, daha önce yanına girdiğinde ayağa kalkıp, enirine koşarken ve kendisini istediğinde güler yüzle yatağına gelirken, sonra birdenbire değişivermesidir. İşte bunlar, o kadının geçimsizliğinin (nüşûzunun) ve syâr ettiğinin emareleridir. Bu durumda onun geçimsizliği anlaşılır. Bu gibi şeylerin anaya çıkışı, geçimsizlik (serkeşlik) endişesi duyurur" der. Nüşûz, kocaya isyan ve ona baş kaldırmadır. Bu kelimenin aslı, birşey yükseldiğinde Arapların şey yükseldi) demelerine dayanır. Yüksek yer için (yüksek oldu) fiilinin kullanılması da bu manadadır. İtaatsiz Kadına Yapılacak Muamele Sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara (önce) ögut verin. (Vazgeçmezlerse) kendilerini yataklarında yalnız bırakın. (Yine kâr etmezse) dövün" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Şafiî (r.h) şöyle der: "Onlara öğüt, "Allah'tan kork, benim sende hakkım var. Bu tutumundan vazgeç. Bana itaat etmenin farz olduğunu bil" ve benzen sözlerle olur. Bu öğütlerin yeterli olması umulduğu için, erkek kadını bu noktada dövmez. Eğer kadın serkeşliğinde ısrar ederse, o zaman onu yatağında terkeder. Buna. onunla konuşmama da dahildir. Erkek onunla konuşmamayı üç günden daha fazla sürdürmez. Erkek onu yatağında yalnız bıraktığı zaman, eğer kadın kocasını seviyorsa, bu durum ona güç gelir ve böylece geçimsizliği bırakır. Yok eğer kocasına kızıyor ve buğzediyor ise, bu yalnız bırakma kadının işine gelir. Bu da kadının nüşûzunun (serkeşliğinin) had noktada olduğunun bir delilidir." Alimler arasında, kadını yatağında terketmeyi, "Onunla cinsî münasebette bulunmama" manasında alanlar vardır. Çünkü terketmenin, "yataklarında" yalnız bırakma şeklinde ifade edilişi bunu gösterir. Yatakta yalnız bırakılma noktasında kadın hâlâ geçimsizlik-ederse, kocası onu dövebilir. Şafiî (r.h), dövmenin mubah olduğunu. ancak dövmemenin daha efdal olduğunu söylemiştir. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in, "Ey Kureyşliler, erkeklerimiz kadınlarına hâkimdi- Medine'ye geldiğimizde, onların kadınlarının erkeklerine hâkim olduğunu gördük. Kadınlarımız onların kadınları ile içli-dışlı oldular. Bundan dolayı da kocalarına karşı serkeşlik edip baş kaldırdılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip, "Kadınlar, kocalarına baş kaldırıyorlar" dedim. O da, kadınları dövmeye müsaade etti. Derken Hazret-i Peygamber'in hanımlarının odalarının etrafında, kocalarından şikayet eden birçok kadın görünmeye başladı. Bunun üzerine Hazret-i ( Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Yemin olsun ki bütün gece Muhammed ailesinin etrafında, herbiri kocasını şikayet eden, yetmiş kadın dönüp dolaştı. Halbuki sizler, o kadınlarını dövenlerin, hayırlılarınız olduğunu göremezsiniz" buyurdu ki bu, "Hanımlarını dövenler, dövmeyenlerden daha hayırlı değillerdir" demektir. Şafii (r.h) şöyle der: "Bu hadis, kadınları dövmemenin daha evlâ olduğuna delâlet eder. Fakat kocası kadını dövdüğünde, bu dövmenin, kadının bedeninin ayrı ayrı yerlerine vurulmak, peşpeşe aynı yere vurmak ve güzellik mahalli olan yüze vurmaktan sakınmak şeklinde olup, ölümüne sebebiyet verecek şekilde olmaması ve kırk vuruştan az olması gerekir." Bazı alimlerimiz bu dövmenin, köle hakkında tam bir ceza olacağı için yirmi vuruştan az olması gerektiğini; bazıları da, bu dövmenin, bükülmüş bir bez veya el île olacağını, kamçı ve sopa ile olmaması gerektiğini söylemişlerdir. Netice olarak bu konuda, işi alabildiğine hafif tutmak gerekir. Ben de derim ki: Allahü teâlâ, önce öğüt, sonra yatakta yalnız bırakma, daha sonra da dövmeyi zikretti. Bu da bunların en hafifi ile maksad yerine geldiği zaman, onunla yetinmenin vacip olup, en zor yola baş vurmamak gerektiği hususunda açık bir dikkat çekmedir. Allah en iyi bilendir. Ayette Zikredilen Sıraya Uymanın Matlup Olup Olmadığı Alimlerimiz ihtilaf edip bazıları, "Bu âyetin hükmü, (zikredilen şeylerin) tertibine göredir. Zira ifâdenin zahiri her nekadar üçünün de birlikte yapılacağını gösterse bile, âyetten anlaşılan bunlar arasında bir sıraya riayet etmeyi göstermektedir. Mü'minlerin emiri Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demektedir: "Adam, hanımına önce sözle nasihat eder. Eğer vazgeçerse, erkeğin daha ileri gitmesine yol yoktur. Eğer kadın huysuzluğunda diretirse, erkek onu yatağında yalnız bırakır. Eğer yine diretirse onu döver. Dövme de kâr etmez ise, iki taraf hakemlerini gönderir" demişlerdir. Diğer bazı alimlerimiz de, "Bu tertip, geçimsizlikten endişe duyulduğu zaman gözetilir. Fakat geçimsizlik iyice su yüzüne çıkınca, bu üç şeyi birlikte yapmada bir beis yoktur" demişlerdir. Mezhepte muhtar olan kavle göre erkeğin, geçimsizlikten endişe duyduğunda, kadına öğüt verme hakkı vardır. Fakat bu durumda erkek onu yatağında yalnız bırakabilir mi? Bu kesin değildir. Amma geçimsizlik başgösterdiğinde koca kadına nasihat edebildiği gibi, isterse onu yatağında yalnız bırakıp dövebilir de. Âyetin İlahî Vasıflarıyla Bitmesindeki Hikmet Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yani onlar bu terbiye etme esnasında geçimsizliklerinden vazgeçip, itaat ederterse, işi yokuşa sürmek ve eziyet etmek maksadıyla onlan dövmeye ve onları yataklarında yalnız bırakmaya bir yol aramayınız. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür" buyurmuştur. Allah'ın yüceliği, cihet bakımından değil ve büyüklüğü cüsse bakımından değildir. Aksine O, bütün mümkinât hakkında kudretinin mükemmel ve meşîetinin geçerli olması bakımından yüce ve büyüktüradıyallahü anhllah Teâlâ'nın âyetin sonunda bu iki sıfatını getirmesi, son derece yerindedir. Bu, şu bakımlardan yerinde ve güzeldir: a) Bu ifâdenin maksadı, kocaları hanımlarına zulmetmeleri konusunda tehdid etmektir. Bunun manası, "Her nekadar kadınlar sizin zulmünüzü defetme hususunda zayıf, haklarını alma hususunda âciz iseler de, Allahü teâlâ yüce, kahir, büyük ve kadirdir. Onların haklarını sizden alır ve onlar için adaletini icra eder. Binaenaleyh onlardan daha güçlü kuvvetli ve derece bakımından daha yüksek olmanız sebebi ile aldanmayınız" şeklindedir. b) Onlar size itaat ettiklerinde, daha güçtü ve kuvvetli olduğunuz için, onlara zulmetmeyiniz. Çünkü Allah da sizden yüce ve herşeyden büyüktür. O, hak olmayan şeylerle mükellef tutmaktan münezzeh ve bendir. c) Allahü teâlâ yüce ve büyük olmasına rağmen, sizi ancak gücünüzün yeteceği şeylerle mükellef tutuyor. İşte siz de aynı şekilde, o kadınları, sizi sevmekle mükellef tutmayınız. Çünkü onlar buna güç yetiremezler. d) Allah, yüce ve büyük olmasına rağmen, isyankâr kimseyi, tevbe ettiği zaman, sorumlu tutmuyor ve hatta onu bağışlıyor. Binaenaleyh kadın geçimsizliğine pişman olup bu huyundan vazgeçtiğinde, sizler onun tevbesini kabul edip onu cezalandırmamaya daha lâyıksınız. e) Allahü teâlâ, yüce ve büyük olmasına rağmen, kulların zahirî halleri ile yetiniyor ve onların içlerindekini ortaya dökmüyor. Binâenaleyh kadınların zahirî halleri ile yetinip, onların kalplerindeki sevgi ve buğzu araştırmamanız sizin için daha uygun bir davranıştır. Geçinemeyen Eşler İçin Birer Hakem Tayin Edilmesi 35"Eğer karı-kocanm arasının açılmasından endişeye düşerseniz, o zaman erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmayı isterlerse, Allah onları aralarında (uyuşmaya) muvaffak buyurur. Şüphesiz Allah alîm ve habîrdir". Allahü teâlâ, kadının geçimsizliği karşısında kocanın önce ona öğüt verip, sonra onu yatağında yalnız bırakacağını, daha sonra ise onu dövebileceğini zikredince, bu dövmeden sonra ancak mazlumun hakkını zalimden alabilecek kimselerin hakemliğine başvurulacağını beyan ederek "Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişeye düşerseniz..." buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele İbn Abbas (radıyallahü anh), bu âyette geçen (korkarsanız) kelimesinin, "bilirseniz" manasına olduğunu; bir önceki âyette geçen "Şerlerinden, serkeşliklerinden korktuğunuz kadınlar..." buyruğundaki (korktuğunuz) kelimesinin ise "zannettiğiniz" manasına olduğunu söylemiştir. Bu iki ifâde arasındaki fark şudur: "Başlangıçta koca, geçimsizlik emareleri sezer. İşte o zaman bir korku (zan) hâsıl olur. Fakat öğüt verip, kadını yatağında yalnız bıraktıktan ve onu dövdükten sonra, o yine geçimsizliğinde ısrar ettiği zaman, artık onun geçimsiz olduğu kesin bir bilgi olmuş olur. Bundan dolayı, sonraki âyetteki "korkuyu", "bilme" manasına hamletmek gerekir. Zeccâc, bu görüşü şöyle diyerek tenkid etmiştir: "Buradaki "korkarsanız" tabiri "(ortada) bir hatanın olduğunu iyice anlarsanız" manasınadır. Çünkü biz, gerçek manada bir şikâkın (aralarının açılmasının) olduğunu anlarsak, iki hakem göndermeye ihtiyaç hissetmeyiz." Diğer müfessirler Zeccâc'ın bu görüşüne cevap vererek şöyle demişlerdir: Şikakın bulunması her nekadar malum ise de, bu şikâkın şundan veya bundan olduğu bilinemez. Binaenaleyh bu hususu anlamak için hakeme ihtiyaç vardır. Şöyle de denebilir: O esnada bir şikakın (ayrılığın) olduğu malumdur. Bundan korkulmaz. Fakat endişe, bu ayrılığın devam edip etmeyeceği hususundadır. Binaenaleyh hakem göndermenin faydası, o anda mevcut olan ayrılığı gidermek değildir. Çünkü bu imkânsızdır. Aksine bunun faydası, o ayrılığın istikbalde sürmesine mani olmaktır. İkinci Mesele Âyette geçen "şikâk" kelimesinin iki manası vardır: a) Kari ile kocadan herbiri diğerinin zoruna gidecek, ağırına gidecek şeyler yapar. b) Eşlerden herbiri düşmanlık ve ayrılık sebebi ile ayrı taraflarda olmuşlardır. Âyetteki, "aralarının açılması" ifâdesi, takdirindedir. Fakat masçlar zarfa muzaaf olmuştur. Masdarların zarfa muzaaf oluşu, masdarın ifade ettiği şey, zarfın ifâde ettiği zamanda meydana geldiği için caizdir. Nitekim gününün orucu, çok hoşuma gider" denilmesi gibi. Cenâb-ı Allah da, "Hayır, (işiniz) gece ve gündüz hilekarlığıdır" (Sebe, 33) demiştir. Ayetteki “Hakem Tayin Edin” Emrinin Muatabı Âyetteki "Bir hakem gönderin" buyruğu ile kime hitap edilmektedir? Bu hususta ihtilaf vardır: Bazıları, bu hitabın devlet başkanı (imam) veya onun tarafından yetkili kılınan birisine olduğunu, zira şer'î hükümlerin yürütülmesinin "imâm"a âit olduğunu söylerlerken; diğer bazıları da, bu hitabın, ümmet-i Muhammed'in bütün salihlerine olduğunu söylemişlerdir. Zira âyetteki "Eğer... endişeye düşerseniz'" ifâdesi, bütün topluma hitaptır. Bunu cemiyetin bir kısmına hamledip, diğerlerine hamletmemek uygun değildir. Binaenaleyh hitabı herkese hamletmek gerekir. Buna göre, "Eğer., endişeye düşerseniz..." ifâdesinin, bütün mü'minlere bir hitap olması gerekir. Allahü teâlâ, bundan sonra "... bir hakem gönderin" buyurduğuna göre, bunun da aynı şekilde, ümmetin her ferdi için bir emir olması gerekir. Böylece ister bir imam (devlet başkanı, halife) bulunsun, ister bulunmasın, ümmetin sâlih (iyi) fertlerinin, hem kocanın hem de kadınının ailesinden sulh için birer hakem göndermeleri gerekir. Hem bu, zararı defetme kabilinden birşeydir. Binaenaleyh bu vazife herkese düşer. Karı ile koca arasına bir ayrılık girdi mi, bu ayrılık ya her ikisi tarafından, ya sadece koca tarafından, ya sadece kadın tarafından olur veya kim tarafından olduğu bilinemez. Eğer kadın tarafından olmuşsa, buna "nüşûz" denir ki bunun hükmü demin geçmişti. Erkek tarafından olur ise, bu durumda bakılır, eğer erkek, başka bir kadınla evlenme veya cariye edinme gibi meşru olan (helal) bir iş yaptığı (için oluyorsa), kadına bunun meşru bir iş olduğu ve bu ihtilaftan vazgeçmesi gerektiği anlatılır. Kadın bunu kabul ederse ne âla; aksi halde bu da "nüşûz" (serkeşlik) sayılır. Yok eğer bu ayrılığın sebebi, koca tarafından yapılan bir zulüm (haksızlık) olur ise, hakemler gereken şeyi emrederler. Eğer ayrılık her ikisi tarafından olur veya kim tarafından olduğu belirsiz olursa, yine dediğimiz gibi, (hakim gerekeni yapar). Altıncı Mesele Şafiî (r.h), şöyle demektedir: Müstehab olan, hakimin, iki âdil kimseyi gönderip onları hakem tayin etmesidir. Evlâ olan da, bu iki hakemden birisinin erkek, diğerinin de kadının tarafından olmasıdır. Çünkü onların akrabaları, onların durumlarını yabancı olanlardan daha iyi bilir ve sulh olmayı daha fazla isterler. Bu hakemlerin yabancılardan olması da caizdir. Hakemlerin temin ettiği fayda, erkeğin nikahı devam ettirme veya ayrılmak arzusunda olup olmadığını anlamak için, bu iki hakemin bir araya .gelerek durumu gözden geçirmeleridir ki onlar daha sonra, talâk ya da hul' yapma konusunda en hayırlı olanı yaparlar Erkeğin hakeminin boşama; kadının hakeminin de kadının malından fidye karşılığı o kadını boşatması hususlarında, tarafların, karı-kocanın izni olmadan onlar namına herhangi birşey yapmaları caiz midir? Şafiî'nin bu hususta iki görüşü vardır: a) Caizdir. İmam Mâlik ve İshâk da bu hükmü vermişlerdir. b) Caiz değildir. Bu da, aynı zamanda Ebu Hanife'nin görüşüdür. Bu görüşe göre bu, diğer vekaletler gibi bir vekâlettir (Müvekkilin izni olmadan vekîl bir şey yapamaz). Şafiî (r.h). Hazret-i Ali'nin hadisini zikretmiştir. Bu hadis de, İbn Sîrîn'in Ubeyde'den rivayet etmiş olduğu şu hadistir: Her birinin yanında bazı kimseler bulunduğu halde, bir erkek ve bir kadın Hazret-i Ali'nin yanına gelmişlerdi. Bunun üzerine Hazret-i Ali onlara, biri erkeğin bin de kadının akrabasından olmak üzere, birer hakem göndermelerini emretti. Sonra da hakemlere, "Vazifenizin ne olduğunu biliyorsunuz, değil mi?" dedi ve sözünü şöyle sürdürdü: "Eğer, birlikte yaşayabilecekleri kanaatine varırsanız, o zaman onları birleştiriri- Ama sizde ayrılacakları kanaati haşıl olursa, o takdirde onları ayırın!.." Bunun üzerine kadın, "lehime ve aleyhime olan şeyler hususunda, Allah'ın Kitabına razıyım" dedi. Erkek de, "Ayrılmaya gelince, hayır" deyince, Hazret-i Ali "Allah'a yemin ederim ki, kadının ikrar ettiği şeyi ikrar etmedikçe yalan söyledin.." dedi. Şafiî (r.h) şöyle dedi: "Bu hadiste her iki görüş için de delil vardır. Birinci görüşün delili şudur: Hazret-i Ali, hakemleri karı-kocanın rızası olmadan gönderip onlara, "Eğer onları birleştirmeyi uygun görürseniz, birleştirmeniz gerekir" dedi. "Gerekir.." sözü en aşağı, bunun hakemler için caiz olduğunu gösterir... İkinci görüşün delili de şudur: Koca razı olmayınca, Hazret-i Ali durmuştur. Hazret-i Ali'nin "Yalan söyledin.." sözünün manası, "kadının yaptığını yapmadığın için davanda âdü olmadın" demektir. Bazı âlimler, birinci görüş için şu şekilde de istidlal etmişlerdir: "Allah, onları "hakem" diye adlandırdı. Hakem ise hâkim demektir. Cenâb-ı Hak, onları hâkim kabul edince, muhakkak ki onlara hüküm verme yetkisi vermiştir." Yine âlimlerden ikinci görüş için şu şekilde istidlal edenler de vardır: "Allahü teâlâ iki hakemi zikredince, onlara sadece "ıslâh etmek", "düzeltmek" işini nisbet etmiştir. İşte bu, ıslâh etmenin dışında kalan şeylerin, onlara nisbet edilmemesini gerektirir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer onların arasının açılmasından endişeye düşerseniz... "ifâdesi, "Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişeye düşerseniz" demektir. Her ne kadar âyet-i kerime'de karı-kocadan bahsedilmemişse de, onlara delâlet edecek husus zikredilmiştir ki, o da "erkekler ve kadınlar"dan bahsedilmesidir. Onlar İsterlerse Allah Onları Uzlaştınr Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bunlar barıştırmak isterlerse, Allah onları aralarında (uyuşmaya) muvaffak buyurur" buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır: Birinci Mesele "Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer isterlerse.." ifadesiyle kimlerin murad edildiği hususunda şu izahlar yapılmıştır: a) "O iki hakem, aralarını bulmayı ve ıslâh etmeyi isterlerse, Allah o iki hakemi, aralarında uyuşmaya muvaffak kılar. Böylece de onlar, en hayırlı kararda ittifak etmiş olurlar..." demektir. b) "O iki hakem ıslah etmeyi isterlerse, Allah karı ile kocayı aralarında uyuşmaya muvaffak kılar." c) "Eğer karı-koca ıslahı isterlerse, Allah karı-koca arasını uzlaştınr.." demektir. d) "Eğer karı-koca ıslâhı, anlaşmayı İsterlerse, Allah o iki hakemin arasını, bir hükme varma hususunda uzlaştırır da, böylece onlar en uygun olanı yaparlar." Lâfzın bütün mânalara muhtemel olduğu hususunda bir şüphe yoktur. "Tevfîk" kelimesinin aslı, muvafakattir. Muvafakat da, herhangi bir iş hakkında müsâvaat ve dengeyi gözetmektir. O halde, "tevfîk" tahakkuk ettiği zaman, tâat olan bir fiilin o vesileyle meydana geldiği bir lütuftur. Binaenaleyh âyet, bütün maksat ve gayelerin, ancak Allah'jn tevfîkt ile olabileceğine delâlet etmektedir. Buna göre mana, "Eğer iki hakemin niyeti, onların aralarını bulmak ise, Allah karı ile kocayı, aralarında uzlaşmaya muvaffak kılar" şeklinde olur. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Şüphesiz Allah, alim ve habîrdir" buyurmuştur. Bundan maksat, hak olana muhalif bir yola girmek konusunda, hem karı-koca, hem de hakemler için bir tehdittir. Dokuzuncu Mükellefiyet: Şirk Koşmayıp Halka İyilik Etmek Bu sûrede zikredilen mükellefiyetlerin dokuzuncu nev'i, Hak teâlâ'nın şu âyetidir: 36"Allah'a ibâdet edin, ona hiç bir şeyi şirk koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, sağ ellerinizin mâlik olduğu kimselere iyilik edin. Allah, kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez" Bil ki Allahü Teâlâ, karı-kocadan herbirini, birbirleriyle güzel geçinmeye ve aralarındaki düşmanlık ve sertliği gidermeye teşvik edip buna irşad edince, bu âyette de diğer güzel huylara irşâd etmiş ve on çeşit güzel huydan bahsetmiştir. Birinci çeşit güzel huy: Hak teâlâ'nın, emridir. İbn Abbas, "Bunun manası, "Onu birleyiniz, tevhîd ediniz"dir" demiştir. Bil ki ibâdet, sırf Allah onu emrettiği için, bir şeyi yapma ya da yapmamadan ibarettir. İşte bu tarifin içine, kalbin ve azaların bütün amelleri dahil olmaktadır. Binaenaleyh, bunu tevhîd anlamına tahsis etmenin gereği yoktur. İbâdet hakkındaki esas sözümüz. Cenâb-ı Hakk'ın Bakara 21. âyetinin tefsirinde geçmişti. İkinci çeşit güzel huy: Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona hiç bir şeyi şirk koşmayın buyruğudur. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah'a ibâdet edin" ifadesiyle ibâdeti emredince, "Ona hiç bir şeyi şirk koşmayın" nehyi ile de, ibâdetlerde ihlâslı olmayı emretmiştir. Çünkü. Allah'tan başkasına ibâdet eden kimse, ıhiâslı olmak şöyle dursun, müşrik olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak. "Halbuki onlar ancak, O nun dininde ihlâs erbabı ve nuıvahhidler olarak ibadet etmelerinden.. başka bir şeyle emrolunmamışlardı" (Beyyine, 5) buyurmuştur. Üçüncü çeşit güzel huy: Cenâb-ı Hakk'ın, "Anaya, babaya iyilik edin.." emridir. Alimler, burada bir mahzufun bulunduğu hususunda ittifak etmişlerdir ki, bunun takdiri, "Anaya-babaya gayet güzel bir şekilde davranınız" şeklindedir. Bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı buyruğu gibidir. Yani "Boyunlarını vurun" demektir. Bu fiil, duruma göre hem ila, hem de bâ harfi cerri ile kutlanılır. Nitekim "Falancaya, ona iyilik ettim" denilir. Şair Kuseyyir de, "Bize ister kötü davran, isterse iyi davran. (O sevgili) bizim nazarımızda kınanmış ve bize kızıp hiddetlenmiş olsa da, kendisine kızılmış değildir" demiştir. Bil ki Allahü teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de pekçok yerde ana-babaya itaat etme mecburiyyetini, kendisine itaat ve tevhid etme (birleme) ile birlikte zikretmektedir: a) Bu âyette, b) "Rabb'in, Kendinden başkasına kulluk etmeyin. Ana ve babaya iyi muamele edin" diye hükmetti" (isra. 23). c) "... Bana ve ana-babana şükret. Dönüşün ancak banadır.." (Lokman, 14) Ana-babanın haklarının çok büyük olduğuna, onlara iyilikte bulunup itaat etmenin vacip olduğuna delil olarak bu yeter.. '"Onlara "öf" bile deme. Onları azarlama. Onlara çok güzel (ve tatlı) söz söyle" (isra.23)ve "Biz insana, ana ve babasına iyilik etmesini tavsiye ettik.." (Ahkâf, 15) âyetleri de, onlara itaat etmenin vacip olduğuna delâlet etmektedir. Cenâb-ı Hak, kâfir olan ana-baba hakkında da, "Eğer onlar, sence ilimde (yeri) olmadık (mevcut olmayan) herhangi bir şeyi bana eş tutman üzerinde seni zorlarlarsâ kendilerine itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin" (lokman, 15) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de, Büyük günahların en büyüğü, Allah'a şirk koşmak, ana-babaya asi olmak ve yemin-i gamus (yolan olduğunu bile bile yemin) etmektir" Buhari, Edep, 6 (benzeri hadis) dediği rivayet edilmiştir Ebu Saîd el-Hudrî (radıyallahü anh)'den de şu rivayet edilmiştir: Bir adam, Yemen'den kalkıp Hazret-i Peygamber'e gelerek cihada katılmak için müsaade istedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem). "Yemende kimsen var mı?" deyince, adam. "Anam-babam var" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, "Anan ve baban sana müsaade ettiler mi? diye sorunca, adam "hayır" dedi. Hazret-i Peygamber bu cevap üzerine, "o halde dön, onlardan izin iste. Müsaade ederlerse savaşa katıl, cihad et. Aksi halde, onların sözüne itaat et..." buyurdu. Ana-babaya iyilikte, ihsanda bulunmak; onlara hizmet etmek, onlara bağırıp çağırmamak, onlara sert konuşmamak, onların istek ve arzularını tahakkuk ettirmek için, say ü gayret etmek, kudreti nisbetinde onların nafakalarını temin etmek, onlara silâh çekmemek ve öldürmemektir. Ebu Bekr er-Razi el-Cessâs şöyle demektedir: "Onu öldürmemesi halinde, babasının kendisini öldüreceğinden korkar da buna mecbur kalırsa, bu durumda onun babasını öldürmesi caizdir. Çünkü o bunu yapmazsa, başkasına kendisini öldürme imkânı vermiş olur ki, bu caiz değildir, Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber, Hanzala İbn Ebu Amir er-Rahib'i, müşrik olan babasını öldürmekten nehyetmiştir. Dördüncü çeşit güzel huy, Cenab-ı Hakk'ın "ve akrabaya. iyilik edin" ifadesidir. Bu ifâde de, Cenâb-ı Hakkın bu sûrenin başında, "... akrabalık (bağlarını kırmak)tan sakının..." (Nisa, 1) buyruğu ile de belirttiği gibi, sıla-i rahimde bulunmayı emirdir. Ancak ne var ki doğum akrabalığı, en yakın akrabalığı ifade edip, başkasında bulunmayan bazı özellikleri de taşıyınca, hiç şüphesiz ki Cenâb-ı Hak bu akrabalığı, diğer akrabalık çeşitlerini zikrederken onlardan ayırmış, böylece bu âyette önce doğum akrabalığını zikretmiş, peşinden de sıla-i rahim akrabalığını getirmiştir. Beşinci çeşit güzel huy, Cenâb-ı Hakk'ın "... ve yetimlere.. iyilik edin" emridir. Bil ki, yetimde şu iki çeşit acziyyet bulunmaktadır: Bunlardan birincisi, onun küçük olması, ikincisi ise, infak edeninin bulunmaması.. Durumu böyle olan bir kimsenin son derece âciz ve acınmaya müstehak olduğu hususunda hiç bir şüphe yoktur. İbn Abbas: "Kişi onlara rıfk ile muamele edip acır, onları güzelce terbiye eder ve onların okşar.. Eğer onların vasisi ise, onların malını iyice korusun..."demektedir. Artına çeşit güzel huy, Cenâb-ı Hakk'ın ve yoksullara iyilik edin" emridir. Bil ki miskîn, her ne kadar malı yok ise de, ne de olsa yaşının büyük olması sebebeyle durumunu başkasına arzedebilir, böylece de faydasına olanı temin, zararına da savuşturabilir. Halbuki yetimin böyle bir gücü bulunmamaktadır. İşte bu dolayı Cenâb-ı Hak, yetimi miskinden önce zikretmiştir. Miskine, yoksula etmek ise, ihtiyacını karşılayacak biçimde ona bir şeyler vermek veyahut da onu güzel bir biçimde geri çevirmek şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İsteyeni sakın azarlayıp kovma" (Duha, 10) buyurmuştur. Yedinci çeşit güzel huy, Hak teâlâ'nınve yakın komşuya iyilik edin..." emridir. Bu tabirin, "yakın komşu"; tabirinin ise, "uzak komşu" manalarına geldiği söylenmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Komşusunun kötülüklerinden emin olmadığı kimse, cennete giremez. İyi biliniz ki, yakın komşular kırk evdir.." Buhari, Edep, 69 buyurmuştur. Zührî de şöyle demektedir: "Bu, kırk ev sağa, kırk ev sola, kırk ev öne, kırk ev de arkaya göredir." Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber'e, "Ya Resulellah, falanca kadın gündüz oruç tutuyor, gece namaz kılıyor. Ama, diliyle komşusuna eziyet ediyor, onlara musallat oluyor" denilince, Hazret-i Peyamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Onda hiçbir hayır yoktur; o, cehennemliktir" Müstedrek, 4/126 buyurmuştur. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Muhammed'in canını kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, komşunun hakkını ancak Allah'ın lûtfuna mazhar olan kimseler yerine getirebilir. Böylesi kimseler İse pek azdır. Komşu hakkı ne demektir bitir misiniz? Sen, (komşun) fakir düştüğünde, onun ihtiyacını giderirsin, borç istediğinde, sen ona borç verirsin; kendisine bir hayır isabet edince, onu tebrik edersin; şer isabet ettiğindeyse taziye eder (ve teselli edersin); hasta olursa onu ziyaret eder, Ölürse cenazesini kaldırırsın.." Diğer bazı alimler tabiriyle nesebi yakın olan akrabalar; (......) ifadesiyle de, akraba olmayan komşular kastedilmiştir" demişlerdir. Bu kelime, ihtisastan dolayı mansûb olarak, "Komşuya, yani yakın olan komşuya iyilik edin" şeklinde okunmuştur. Bu, hakkının büyük olduğuna dikkat çekmek için, "(Beş vakit) namaza, hele hele orta namaza (ikindiye) devam ediniz" (Bakara, 238) âyetinde olduğu gibidir. Çünkü, burada iki gerekçe, komşuluk ve akrabalık gerekçesi bir arada bulunmaktadır. Uzak Komşuya da İyilik; Cünub Kelimesinin Mânası Sekizinci çeşit güzel huy, Hak teâlâ'nın ".. ve uzak komşuya.. İyilik edin" emridir. Bunun tefsirini yukarda zikretmiştik. Vahidî şöyle demektedir: "kelimesi, vezninde bir sıfat olup, kelimenin aslı, yakınlığın zıddı olan uzaklığı ifade eden (......) kelimesidir. Meselâ, çoluk-cocuğundan uzak olan kimse için, yakınlık bakımından sana uzak olan kimse içinse, denilmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. "Beni ve çoluk çocuğumu (putlara tapmaktan) uzaklaştır" (ibrahim, 35) buyurmuştur. Birbirlerinden uzak olduğu için, iki tarafa denilmektedir. Yıkanmadığı sürece, taharet ve mescidlerde bulunmaktan uzak olduğu için, cimâdan dolayı meydana gelen büyük abdestsizliğe de cünüplük denilmesi de bundandır. Yine, birbirlerinden uzak olduğu için iki yana, böğüre de denilmektedir. Mufaddal, Asım'dan, cîmin fethası ve nün harfinin sükunuyla olmak üzere, kıraatini rivayet etmiştir. Ki, bu şu iki manaya gelebilir: a) Bu kelimeyle taraf, manası murad edilmiştir ki, buna göre takdir, (......) şeklindedir; buna göre, mana anlaşıldığı için, muzâf olan (......) kelimesi hazfedilmiştir. b) Bunun, mübalağa ifade eden bir sıfat olmasıdır. Nitekim, "Falanca, serâpâ kerem, serâpâ cömertliktir" denilir. Dokuzuncu çeşit güzel huy, Cenâb-ı Hakk'ın, "ve yanınızdaki arkadaşa... iyilik edin" emridir. Bu, ya yolculukta bir arkadaş, ya kapı komşu, ya öğrenim ve meslek arkadaşı, veyahut da bir mecliste, bir mescidde veya başka bir yerde kendisi ile en az müddet beraber oturduğunuz kimsedir. Bu durumda sana düsen, bu arkadaşlık hakkını gözetip onu unutmaman ve bunu, o arkadaşına iyilik akımı için bir vesile saymandır. Bu ifadenin, "insanın hanımı" manasına geldiği de söylenmiştir. Çünkü sen hanımınla birlikte olur ve onunla yanyana yatarsın. Onuncu çeşit güzel huy, âyetteki "Yolda kalmış" ifâdesinin anlattığı husustur. "Yolda kalmış", memleketinden ayrılmış olan yolcu demektir. Bunun misafir, manasına olduğu da söylenmiştir. Onbirinci çeşit güzel huy, âyetteki, "Sağ ellerinizin mâlik olduğu kimselere (câriye ve kölelere)" ifâdesinin anlattığı husustur. Bil ki kölelere iyi davranmak, büyük bir taattır. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, tüm bir hizmetçi (köle) satın alır da huyu huyuna uymaz iser onu satsın ve huyu huyuna uyan birisini alsın. Çünkü insanların (değişik) huyları vardır. Allah'ın kullarına azab etmeyiniz" buyurduğunu rivayet etmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu sözünün sonunda "Namaz ve sağ ellerinizin sahib olduğu kimseler (köleler) hakkında sizi uyarınm" dediği rivayet edilmiştir. Yine rivayet olunduğuna göre, Medine'de bir adam kölesini dövüyor, köle de "Allah'a sığınıyorum" diyordu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu duyuyordu. Adam kölesini çokça dövünce, bu köle Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına vardı ve: "Allah'ın Resulüne sığınıyorum" dedi. Bunun üzerine sahibi onu dövmeyi bıraktı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)de: "Allah'a sığınan kurtarılmaya daha lâyıktır" dedi. Bunun üzerine adam, "Ya Resulellah, bu köle Allah rızası için artık hürdür" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Muhammed'in canı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer böyle söylemeseydin, yüzünü cehennemin alevi alazlardı (yakardı)" demiştir. Bil ki kölelere şu şekillerde iyilik yapılır: a) Onlara, güçlerinin yetmeyeceği işleri yüklememek suretiyle.. b) Onlara, kırıcı sözlerle eziyet etmeyip, güzel davranmakla.. c) Onlara, ihtiyaçları olan yiyecek ve giyeceği vermekle.. Cahiliyye insanları, köle ve cariyelerine kötü davranıyorlar ve meselâ, cariyelerine zina yapmalarını teklif ediyorlardı. Bu, onların zina yoluyla, bedenleri ile para kazanmaları idi. Bazı alimler, âyetteki bu ifadeden maksadın, insanın elinin altındaki bütün canlılar olduğunu söylemişlerdir. Bunların hepsine, uygun şekilde iyi davranmak büyük bir taattir. Bil ki buradaki "eymân" (sağ eller) kelimesi, te'kid için zikredilmiştir. Bu, "Ayağın yürüdü, elin tuttu" denilmesi gibidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Aldığı şeyin sorumluluğu ele düşer" Keşfu'l-Hafa, 2/69 demiştir. Cenâb-ı Hak da, "Ellerinizin işleyip yaptıklarından" buyurmuştur. Allahü teâlâ, bu çeşit huyları sayınca, "Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez" buyurmuştur. "Muhtâl", kendini beğenen ve kibirlenen demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh): "Cenâb-ı Hak, muhtâl sözü ile, hiç kimsenin hakkını vermeyen ve kendini beğenen kimseleri kastetmiştir" der. Zeccâc da, "Cenâb-ı Hak burada, "muhtal"dan bahsetmiştir. Zira muhtâl, fakir olan akrabalarına burun büküp onlara kötü davranır, düşkün komşularına tenezzül etmeyip onlara iyi davranmaz" demiştir. Biz, bu kelimenin iştikakını, Al-i İmran, 14. âyetin tefsirinde zikretmiştik. "Fahr" kelimesi, büyüklenmek manasınadır. Fahur ise, büyüklenmek ve övünmek için menkıbelerini (iyiliklerini) sayıp döken kimse demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh), bu kelimenin "Allah'ın kendisine verdiği çeşitli nimetler ile, diğer insanlara karşı övünen kimse" manasına olduğunu söylemiştir. Allahü teâlâ, bu âyette bu iki vasfı bilhassa zemm için kullanmıştır. Çünkü muhtâl, kibirlenen demektir. Kibirlenen de, haklara çok az riâyet eder. Sonra bunun peşisıra, gösteriş ve kahramanlık duygusu ile değil sırf Allah rızası için haklara riayet edilsin diye fahur olanları zemmetmiştir. Cimri Olup, Cimriliği Tavsiye Edenlerin Âkibeti 37Onlar, hem cimrilik yapan, hem de insanlara cimriliği emreden ve Allah'ın tûtf-u İnayetinden kendilerine verdiği şeyleri gizleyenlerdir. Biz o kâfirlere hor ve hakîr edici bir azab hazırladık". Bu âyette ilgili birkaç mesele vardır: Buhl Kelimesinin Kıraati ve Manaları Hamza ve Kisâî, gerek bu âyette, gerekse Hadîd sûresinde, kelimeyi bâ ve hâ harflerinin fethası ile, (......) şeklinde okumuşlardır ki bu, Ensâr'ın kullanışıdır. Diğer kıraat imamları ise, kelimeyi bâ ve hâ harfinin zammesi ile (......) şeklinde okumuşlardır ki bu da güzel bir kullanıştır. "Onlar, hem cimrilik yapan.." sözü, "Kendini beğenen ve daima böbürlenen kimse.. " sözünden bedeldir. Buna göre mana, "Allah, kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi ve cimrilik edenleri sevmez" şeklindedir. Veya bu ifâde, "zemm" manasından ötürü mahallen mansubtur. Keza bunun yine " zemm"den ötürü merfû olması veya haberi mahzuf olan bir mübtedâ olması da caizdir. Buna göre sanki şöyle denilmektedir "Cimrilik edenler ve şöyle şöyle yapanlar, her türlü kınamaya müstehaktırlar." Üçüncü Mesele Vahidî, bu kelimenin şu dört şekilde kullanıldığını söylemiştir: "Kufi" vezninde "buhl" şeklinde; "kerem" vezninde "behal" şeklinde; "fakr" vezninde "bani" ve 'buhl" şeklinde.. Müberred, bu kelimenin Arapça'da, "İyi davranmamak", şeri'atta ise "Yapması gereken şeyi yapmamak" manasına olduğunu söylemiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Bu âyette bahsedilenler, yahudilerclir. Çünkü onlar, Tevrat'ta Hazret-i Muhammed ve sıfatları hakkında bulunan şeyleri itiraf etme hususunda cimrilik edip, milletlerine de bunları gizli tutmayı emretmişlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın lütf-u inayetinden kendilerine verdiği şeyleri gizleyenlerdir" ifâdesi, "Kitaplarında, Hazret-i Muhammed'in sıfatları hakkındaki bilgiyi gizleyenler" manasına; "Biz, o kâfirlere hor ve hakir edici bir azab hazırladık" buyruğu da, "Biz âhirette, o yahudiler için hor ve hakîr kılıcı bir azab hazırladık" manasınadır" demiştir. Bu görüşü destekleyenler, "Âyetin sonunda "Kâfirler"in zikredilişi, âyetin baş tarafı ile de kâfirlerin kastedilmiş olduğunu göstermektedir" diyerek istidlal etmişlerdir. Diğer alimler ise; "Bundan murad, malda yapılan cimriliktir. Çünkü Allahü teâlâ 'bu tabiri, mal hususunda insanların haklarına riayet etmeyi vacip kıldığı âyetin peşisıra zikretmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, "Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin mâlik olduğu kimselere iyilik edin..-" (Nisa, 36) buyurmuştur. Bu kimselere, ancak mal ile iyilik yapılacağı herkesin malumudur. Daha sonra Cenâb-ı Allah, bu iyiliği yapmaktan kaçınanları kınayarak, "Allah, kendisini beğenen ve dâima böbürlenen kimseyi sevmez" buyurup, bu ifadeye, "Onlar, hem cimrilik yapan, hem de insanlara cimriliği emredenlerdir..." ifadesini atfedip bağlamıştır. Binâenaleyh söz konusu olan cimriliğin, âyetin yukarısı ile ilgili bir cimrilik olması gerekir ki bu da, ancak mal konusundaki cimriliktir. Bu hususta şöyle üçüncü bir görüş daha vardır: Bu, hem ilim ve din hususunda, hem de mal hususundaki cimriliği içine alan umûmî bir ifâdedir. Çünkü buradaki lafız âmm olup, bütün bu çeşit cimrilikler kınanmıştır. Binaenaleyh buradaki "cimrilik etme" lafzının, bunların hepsini içine alması gerekir. Allahü Teâlâ bu âyette, kınanmış hallerden üç tanesini zikretmiştir ki bunlardan birincisi, insanın cimri olması olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın"cimrilik edenler..."ifadesiyle kastedilendir. İkincisi, onların bu cimriliği başkalarına da emretmeleridir ki bu durum, cimriliği sevmenin en uç noktasını gösterir. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Hem de insanlara cimriliği emrederler" ifadesiyle kastedilendir. Üçüncüsü de Cenâb-ı Hakk'ın, "ve Allah'ın lütf-u kereminden kendilerine verdiği şeyleri gizlerler" buyruğudur ki, bu da onların, zengin olmalarına rağmen fakir olduklarını, bolluk içinde olmalarına rağmen sıkıntı içinde bulunduklarını ve yapabilme kudretleri bulunmasına rağmen acz içinde bulundukları zannını uyandırmalarıdır. Sonra bu gizleme işi, mesela Allah'tan şikayet etmeyi, O'nun kaza ve kaderine razı olmamayı izhar etmesi gibi, bazan küfrü gerektirecek bir tarzda tahakkuk eder. İşte bu da, küfür noktasına varıp dayanır. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Biz o kâfirlere hor ve hakir edici bir azab hazırladık" buyurmuştur. Âyetin yahudilere tahsis edimiş olduğunu söyleyenlere göre, onların bu konudaki sözleri açıktır. Çünkü İslâm dinini ve Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini ketm eden herkes kâfirdir. Yine, burada geçen kâfirden maksadın dini ve şeriatı inkâr eden değil, nimetleri inkâr eden kimse olması da mümkündür. Gösteriş İçin İnfak Edenleri, Allah Sevmez 38"Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları halde mallarını insanlara gösteriş için kanayanları (da Allah sevmez). Şeytan kime arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır!". Bu âyet hakkında bazı meseleler bulunmaktadır: Sen eğer istersen, bu âyetteki ism-i mevsûlünü, bir önceki âyetteki üzerine atfedersin; istersen ' O kâfirlere hor ve hakir edici bir azab hazırladık" sözündeki "kâfirlere" atfederek mahallen mecrur kabul edersin. Vahidî şöyle demiştir: "Bu âyet-i kerime, münafıklar hakkında nazil olmuştur." Burada "riya (gösteriş)" kelimesi geçtiği için, bu, kabule şayan olan bir izahtır. Çünkü riya, bir çeşit nifaktır. Bu âyetin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e düşmanlık yolunda maf harcayan Mekke müşrikleri hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Şöyle demek daha uygundur: Cenâb-ı Allah, müslümanlara, muhtaçlara ihsanda bulunmayı emredince, bunu yapmayanların iki kısma ayrıldığını beyan etmiştir: Birinci kısım mal infak etmeyr hiç önelmeyen cimrilerdir. Bunlar, "Onlar hem cimrilik yapan, hem de insanlara cimriliği emredenlerdir" âyetinde kınanan kimselerdir. İkinci kısım ise, matlarını ibadet maksadıyla değil de riya ve gösteriş olsun diye infak edenlerdir. İşte bunlar da kınanmıştır. Bu iki kısmın yaptığı iş bâtıl olunca, geriye sadece birinci kısım kalır ki o da, malı iyilik (ihsan) niyetiyle infâk etmektir. Sonra Cenâb-ı Allah, "Şeytan kime arkadaş olursa o ne kötü bir arkadaştır" buyurmuştur. Bunun manası şudur: "Demek ki şeytan, bu fiilleri yapan kimselerin arkadaşıdır.." Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Kim, o Rahmanı hatırlamaktan yüz çevirirse, biz ona şeytanı musallat ederiz. O zaman o, onun bir arkadaşı olur" (zuhruf, 36) âyeti gibidir. Ayrıca Allahü teâlâ, onun çok kötü bir arkadaş olduğunu beyan etmiştir. Çünkü şeytan onu naîm, (cennet) evinden saptırmakta, cehennemin çılgın ateşine sürüklemektedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "İnsanlardan kimi Allah hakkında bir bilgisi olmaksızın münakaşa eder durur ve her azgın şeytanın ardına düşer. (Öyle şeytan ki) aleyhinde şu hüküm yazılmıştır: "Kim bunu dost edinirse şüphesiz bu, onu saptırır ve onu alevli ateşin azabına götürür" (Hacc, 3-4) âyetinde beyan buyurduğu gibidir. Sonra Hak teâlâ, onları kınamış ve imanı terketme hususundaki kötü seçimlerini açıklamak üzere şöyle buyurmuştur: 39"Allah'a ve âhiretgününe iman edip de, Allah'ın kendilerine verdiğinden harcamış olsalardı, onlara ne zararı olacaktı ki? Allah onları çok iyi bilendir". Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır: Hak teâlâ'nın, "Onlara ne zararı olacaktı ki?" buyruğu inkâr manasında istifham ifadesidir, (......) sözünün tek bir isim olması da caizdir. Buna göre mana "Onların aleyhlerine hangi şey var?" şeklinde olur. Yine (......)'nın.." "ki o.." anlamında; (......)'nın da tek başına isim olması da caizdir. Buna göre de mana "Şayet iman etselerdi, aleyhlerine terettüp eden şey neydi ki?" şeklinde olur. İmanın taklîd yoluyla sahîh olacağını öne sürenler bu âyet ile istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "şayet iman etmiş olsalardı, onlara ne zararı olacaktı ki?" buyruğu iman getirmenin son derece kolay olduğunu ihsas etmektedir. Şayet (iman etme konusunda) istidlalde bulunmak muteber olsaydı, o zaman iman getirmek çok zor olurdu. Çünkü biz, istidlal yolunu tutanların, ömürlerini bu işe harcadıkları halde, bu istidlallerini tamamlayamadıklarını görmekteyiz. İşte bu da, iman mevzuunda taklidin kâfi olduğuna delâlet etmektedir." Kelamcılar buna şu şekilde cevap vermiştir: "Zorluk tafsilattadır; icmalî ve genel bir şekilde delillere gelince, bu delillere ulaşmak kolaydır.." Şunu bil ki, bu mevzu çok derin bir konudur. Mu'tezile'nin önde gelen alimleri bu âyetle istidlal etmişler ve onu, kendi görüşlerine misal olarak getirmişlerdir. Meselâ Cübbaî şöyle demiştir: "Eğer onlar iman etmeye olmasalardı, Allahü teâlâ'nın bunu söylemesi caiz olmazdı. Nitekim, ateşte azab gören kimseye, "Oradan çıksalar da cennete gitselerdi, onlara ne zararı olacaktı ki?" denilir. Yine aynı şekilde, yemeye gücü yetmeyen bir kimse için de "Yese ne zararı olurdu ki?" denilmez.." Ka'bî şöyle demiştir: "Allah'ın, onda küfrü ihdas edip de, sonra "Şayet iman etseydi, bunun ona ne zararı olacaktı?" demesi caiz olmaz. Yine aynı şekilde, hasta ettiği bir kimseye, "hasta olmasaydı ne olurdu?"; bir kadına, "erkek olsaydı ne olurdu?", çirkin olan bir şey içinde, "güzel olsaydı ne olurdu?" denilmesi caiz olmaz. Nasıl böyle sözleri aklı başında bir kimsenin söylemesi uygun değilse, aynı şekilde Allah'ın söylemesi de uygun ve yerinde değildir. Böylece, "Bu iş, başkası hakkında çirkin ise de, Allah tarafından güzeldir; çünkü mülk O'nundur, O'nun mülküdür" şeklindeki söz de bâtıl ve geçersiz olmuş olur." Kâdî Abdu'l-Cebbâr ise şöyle demiştir: "Aklı başında olan bir kimse vekiline ticâret metâında tasarrufta bulunmasını emredip, sonra da onu, kurtulmaya imkân bulamayacak bir biçimde engelleyip hapsetse, peşinden de ona: "Ticaret mallarında tasarrufta bulunup iş yapsaydın, sana bunun ne zararı olurdu ki?" dese, böyle bir şey uygun ve doğru olmazdı. Böyle bir sözü söyleyen kimse kıt akıllı ve sefih olunca, bu durum böyle bir şeyin Allah hakkında da caiz olmadığına delâlet etmiştir." İşte, zikrettikleri misâllerin tamamı budur. Bil ki medh ve zemm, sevab ve ikâb usûlüne tutunmak, Mu'tezile'nin en çok kullandığı bir yoldur. Onların, ilim ve din meseleleriyle çelişmeleri de, aynı şekilde çoktur. Binâenaleyh, tekrarlamaya gerek yoktur. Sonra Cenâb-ı Hak "Allah onları çok iyi bilendir" buyurmaktadır. Bunun manası şudur: "Riyaya yönelmek, ancak gizli olup, açık olmaz. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, kendisinin, işlerin zahirini bildiği gibi, bâtınlarını da bildiğini beyan etti. Binaenaleyh insan buna inandığında, bu inancı onu nifak, riyakârlık ve gösteriş sebepleri gibi kalbin kötü fiillerinden reddeden ve alıkoyan bir husus olur. 40"Şüphesiz ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez. (O zerre miktarı şey) bir iyilik olursa, onu(n sevabını) kat kat artırır. Kendi katından pek büyük bir mükâfat verir". Bil ki bu âyetin, "Allah'a ve âhfretgününe iman edip de, Allah'ın kendilerine verdiğinden harcamış olsalardı, onlara ne zararı olacaktı ki?" (Nisa, 39) âyetiyle irtibatı şu şekildedir: Allahü teâlâ sanki, "Cenâb-ı Hak, bu durumda olan kimseye, zerre miktarı zulmetmez. (Zerre miktarı) bir iyilik olursa, onu kat kat arttırır" buyurmuş ve bununla insanları, iman ve tâate teşvik etmiştir. Bil ki bu âyet, üç şeyin va'adini ihtiva etmektedir. Birincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz ki Allah zerre kadar haksızlık etmez" sözünün ifâde ettiği şeydir. Bu ifâdeyle ilgili bazı meseleler vardır: Arapça alimlerine göre zerre, küçük kırmızı karınca demektir. İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre o, elini toprağa sokup çıkarttı, sonra da eline üfleyip şöyle dedi: "İşte şu uçuşan tozların her biri zerredir." kelimesi (ağırlık) kelimesinden gelip vezninde bir isimdir. "Şunun ölçüsü, miktarı şudur" manasında olmak üzere, tabiri, "mikdarı zerre mikdarınca olan şey" anlamına gelir. Bil ki, bu âyetten murad şudur: "Allahü teâlâ, az ya da çok, kesinlikle zulmetmez." Fakat burada söz, insanların, en küçüğü ve en azı ifade ederken kullanmış oldukları üslub üzere gelmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki Allah, insanlara hiç bir şekilde zulmetmez" (Yunus, 44) buyruğu da buna delâlet etmektedir. Mutezile şöyle demiştir: Bu âyet Cenâb-ı Hakk'ın, kulların fiillerinin yaratıcısı olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü, kulların birbirlerine zulmetmeleri de, bu ameller cümlesindendir. Şayet bu zulmün mucidi Allah olsaydı, o takdirde zâlim Allah olmuş olurdu. Yine, şayet Allah zâlimde zulmü yaratıp, bu zâlimin de, zulmü, olmadığı zaman elde etmeye; meydana geldikten sonra da onu savuşturmaya bir gücü ve kudreti yoksa, sonra da Cenâb-ı Hakk'ın, durumu ve vasfı böyle olan bir kimseye, "Niye zulmettin?" deyip onu cezalanciırsa, işte bu, zulmün ta kendisi olurdu. Âyet-i kerime ise, Allahü teâlâ'nın zulümden münezzeh olduğuna delâlet etmektedir. Buna cevap: Bu, daha önce de çokça geçtiği üzere, "ilim" ve "sebepler" meselesiyle çelişmektedir. Biz daha önce, her ne kadar çok ve büyük olsa da, Mutezile mezhebinin istidlallerinin, neticede tek bir şeye râci olduğunu söyledik. Bu da, medih ve zemm, sevab ve ikâb meselesine tutunmaktır. Bu meseleye yöneltilecek sual muayyen ve bellidir. Bu da, onun ilim ve "dâî meseleleriyle çelişmesidir. Onlar ne zaman bu istidlali tekrarlarsa, biz de bu suâli tekrarlarız. Cenab-ı Allah Zulmetmeye Kadir midir Mu'tezile şöyle demektedir: Âyet-i kerime, o kulun, zulme kâdir olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü o, onu terk ettiği için medholunmaktadır. Çirkin bir fiili terketmekle medh- olunan bir kimsenin, ancak onu yapmaya muktedir olması halinde, bunu terketmekle rnedholunması doğru ve yerinde olur. Görmüyor musun? Yatalak olan bir kimsenin, geceleri hırsızlık yapmamakla medhedilmesi doğru ve yerinde değildir. Buna cevap: Cenâb-ı Hak, kendisini hiçbir uyuklama ve uykunun tutmaması sebebiyle zatını methetmiştir. Bundan, Allahü teâlâ'yi uyuklama ve uyku tutmasının doğru olması gerekmez. Aynı şekilde Cenâb-ı Hak kendisini, bakışların idrâk edememesi ile de Zatını medhetmiştir.Mu'tezile'ye göre bu, bakışların Cenâb-ı Hakk'ı idrak edebileceğine, görebileceğine delâlet etmemektedir. Dördüncü Mesele Mu'tezile şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime, tâatından dolayı, kulun sevaba müstehak olduğuna ve şayet Allahü teâlâ onun sevabını vermezse, o zaman O'nun zâlim olacağına delâlet etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ bu âyette, amellerine mukabil kula sevab vermemiş olsaydı, onlara zulmetmiş olacağını beyan etmiştir ki, bu ise ancak onlar amellerine mukabil sevaba müstehak olmaları halinde doğru ve yerinde olur. Buna cevap: Allahü teâlâ, insanlara, bu amellere mukabil sevap va'adetmiştir. Binaenaleyh, eğer Allahü teâlâ insanlara, bu amellerine karşılık bir sevap vermeyecek olsaydı, bu bir zulüm şeklinde meydana gelmiş olurdu. İşte, bundan dolayı da buna zulüm ismi ıtlak edilmiştir. Allahü teâlâ'dan zulmürvsadır olmasının imkânsız olmasına şu da delâlet etmektedir; Zulüm, sizin anlayışınıza göre, cehaletten ve muhtaç olmaktan ileri gelir. Halbuki bu iki şey, Allah hakkında muhaldir. Muhal olanın gerektirdiği şeyler de muhaldir. Muhal ise, gayr-ı makdurdur (yani kudret muhale taalluk etmez). Keza zulüm, başkasının malında tasarrufta bulunmaktan ibarettir. Halbuki Cenâb-ı Hak, ancak kendi mülkünde tasarrufta bulunmaktadır. Binaenaleyh, O'nun zâlim olması imkânsızdır. Ve yine zâlim olan, ilâh olamaz. Bir şey ancak, onun ayrılmaz ve gerekli unsurları sahîh ve tam olduğu zaman tam ve sahih olabilir. Bundan dolayı, eğer zulmün Cenâb-ı Hak'tan sadır olması sahîh ve yerinde olsaydı, O'nun Hanlığının zeval bulması da doğru olurdu. Ve eğer durum böyle olsaydı, O'nun ilâhlığı, zevali caiz olan bir ilâhlık olurdu. Bu durumda da, kendisinde ilâhlık sıfatının meydana gelebilmesi için, bir tahsîs ediciye ve bir faite muhtaç olurdu ki, böyle bir şey Allah hakkında imkânsızdır. Mu'tezile "Bir damla içkinin cezası, yüz senelik iman ve ibâdetin sevabını giderir" demiştir. Bizim âlimlerimiz ise, "Bu, bâtıldır. Çünkü biz zarurî olarak biliyoruz ki, bu uzun seneler müddetince yapılan bütün bu büyük tâatlerin sevabı, şu bir damla içkinin cezasından daha fazladır. Binaenaleyh bu büyük sevabı, bu kadarcık günahın cezasıyla düşürmek bir zulümdür. Ve bu da bu âyet-i kerime ile nefyedilmiş, böyle bir zulmün bulunmadığı açıklanmıştır" demişlerdir. İhbat (Günahların Sevapların Silmesi) İddasını Reddi Cübbaî, "Büyük günahın cezası, bütün tâatlerin sevabını geçersiz kılar (ihbât). Öte yandan ise, bu tâatler sebebiyle, bu cezadan hiçbir şey eksilmez" derken; oğtu Ebu Haşim, Bilakis, bu tâatler sebebiyle, bu ceza da eksilir, düşer" demiştir. Onların bu görüş ve sözleri, ihbâtın bâtıl olduğunu ortaya koyma hususunda, ehl-i sünnet âlimlerimiz için kuvvetli bir delil olmuştur. Çünkü biz diyoruz ki: Eğer bu sevap boşa çıkmış olsaydı, kendisi kadar bir cezayı da ya geçersiz kılmış olur veya geçersiz kılmamış olurdu. Her iki ihtimal de bâtıldır. Öyleyse ihbât nazariyyesi de bâtıldır. Bizim "Sevab ile günahtan herbirinin diğeriyle geçersiz kılınamıyacağını" söylememizin sebebi şudur: Çünkü, bunlardan birinin bulunmayışının sebebi diğerinin bulunması olsaydı ve eğer iki yokluk da birlikte bulunmuş olsaydı, iki varlık da birlikte bulunmuş olurdu. Çünkü zarureten biz biliyoruz ki, illet zarurî olarak malûl ile birlikte bulunur. Bu ise, muhaldir. Biz dedik ki. "Ma'siyetin tâat ile geçersiz olması caiz olmamakla beraber, tâatin de ma'siyet ile geçersiz olması caiz değildir." Çünkü kul, ne bir sevap elde etme hususunda, ne de bir ikâbı def etme hususunda, bu tâatlerden yararlanamaz; bu ise bir zulümdür. Bu da Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez" âyetine ters düşer. Bu iki kısım bâtıl olunca Mutezilenin iddia ettiği "ihbât" görüşünün bâtıl olduğu sabit olur. Günahkar Mü'min Sonrasında Cennete Gider Alimlerimiz bu âyete tutunarak, günahkâr mü'minlerin, cehennemden çıkıp cennete gireceklerine istidlal etmiş ve şöyle demişlerdir: "Yüz sene kulluk toprağına alnını koymaya devam edip, Cenâb-ı Hakk'ın celâl ve ikram sıfatları ile mevsûf olduğunu ikrar ederek, O'nun birliği ile tevhidine imana devam eden kimsenin, hiç şüphe yok ki sevabı, bir yudum içkinin cezasından, mükafaat olarak daha büyüktür. Kıyamet günü, içki içen getirilip, bu günahın cezası o büyük mükafaatından düşürüldüğünde, yine bu kimse için büyük mükafaat kalır. Binaenaleyh, bu kadarcık bir ceza sebebiyle insan cehenneme atıldığında, eğer orada ebedî kalacak olsa, bir zulüm olur ki bu bâtıldır. Bundan dolayı böyle bir kimsenin sonunda cehennemden çıkarılıp cennete gönderileceğine kesin hükmetmek gerekir. Âyetin ihtiva ettiği va'adlerden ikincisi Cenâb-ı Allah'ın, ' (Zerre miktarı şey), bir iyilik olursa, onun sevabım (Allah) kat kat artırır" sözünün ifâde ettiği şeydir. Bu cümle ile ilgili birkaç mesele vardır; Nâfi ve İbn Kesir, kıraati buradaki fiilini tam bir fiil kabul ederek, "hasene" kelimesini merfû olarak (......) şeklinde okumuştur ki bunun manası, "Eğer bir hasene olur, meydana gelirse.." şeklinde olur. Diğer kıraatler ise, bu fiili bir nakıs fiil kabul ederek, "hasene"kelimesini mansüb olarak, (......) şeklinde okumuşlardır ki buna göre mana, "Eğer o zerre miktarı şey bir iyilik olursa.." şeklindedir. İbn Kesîr ve İbn Âmir, elifsiz ve şeddeli olarak tef'îl babı üzere, (......) şeklinde; diğer imamlar ise elifli ve şeddesiz olarak, müfâ'ale babı üzere, (......) şeklinde okumuşlardır. Ayetteki Tek'ü Kelimesinin Sonunda Nuh'un Düşmesi Âyetteki (......) fiili, (......) fiilindendir. Aslı olup, cezmden ötürü sondaki ötüre düşmüştür. Hem nûn, hem de vav harfleri sakin olduğu için, (içtimâ-i sakineynden dolayı) vâv düşmüş ve kelime şeklinde kalmıştır. Daha sonra, sakin olduğu için, nûn harfi de düşmüş ve kelime olmuştur. Nûn, harf-i lînlere benzer. Harf-i lînler kelime sonunda bulundukları zaman, cezmden dolayı düşerler. Bu tıpkı senin, demen gibidir. Bu, (bilmiyorum) demektir. Kur'ân'da bu kelime, hem nûnun hazfi ile, hem de nûnu hazfedilmemiş olarak gelmiştir. Hazfi, bu âyette olduğu gibidir. Nûnun hazfedilmemiş olarak gelişine misal İse, Cenâb-ı Hakk'ın, 'Eğer zengin veya fakir olursa" (Nisa, 135) âyetidir. Amellerin Mükafatının Kat Kat Artırılması Cenâb-ı Allah, "Şüphesiz ki Allah, zerre kadar haksızlık (zulüm) etmez" buyruğu ile, kendisinin, insanlara kesinlikle haksızlık etmeyeceğini beyân ettiği gibi, yine aynı âyetle onlara hak etliklerinden fazla mükâfaat vereceğini de beyân buyurmuştur. Bil ki âyette bahsedilen kat kat artırarak vermeden maksad, müddet ve zaman bakımından artırma değildir. Çünkü mükâfaatın zamanı sonsuzdur. Sonsuz olanı, kat kat artırmış olarak vermek ise imkânsızdır. Aksine Cenâb-ı Allah'ın bu buyruk ile muradı, o mükâfaatı miktar bakımından kat kat artırmaktır. Meselâ kişi, taatı sebebi ile on derecelik mükâfaata hak kazanır ama, Allah onu yirmi, otuz ve daha ileri derecelere çıkarabilir. İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'un şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Kıyamet günü bir kul getirilir ve bir münâdi, gelmiş geçmiş bütün insanların huzurunda şöyle nida eder: "Bu, falan oğlu falandır. Bunda hakkı olan gelsin hakkını alsın." Sonra o kula, "Şu insanlara, haklarını ver" denir. Bunun üzerine o adam, "Ya Rabbi, dünya hayatı gitmişken, nasıl vereyim?" der. Cenâb-ı Hak da meleklerine "Onun sâlih (iyi-hayırlı) amellerine bakın ve o insanlara haklarını onlardan verin" der. Eğer amellerinden geriye zerre kadar bir mükâfaat kalırsa, Allahü teâlâ, o kulu için, o mükâfaatı kat kat artırır ve onu fazlı ile cennete sokar. Bunun Allah'ın kitabındaki şahidi ise, "(O zerre miktarı şey), bir iyilik olursa, (Allah) onun sevabını kat kat artırır" âyetidir. Hasan Basri de şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "(O zerre miktarı şey) bir iyilik olursa, (Allah) onun sevabını kat kat artırır" şeklindeki ifâdesi, "Bir iyiliğe mukabil, yüzbin iyilik (sevab) vardır" demesinden, âlimlere göre daha sevimlidir. Çünkü bu ikinci sözde miktar bellidir. Birincisinde ise, o kat kat vermenin miktarını ancak Allah bilir. Bu tıpkı Hak teâlâ'nın, Kadir gecesi hakkındaki, "O, bin aydan daha hayırlıdır" (Kadr, 3) âyeti gibidir." Ebu Osman en-Nehdî, "Ebu Hureyre'nin "Allahü teâlâ, mü'min kulunun bir hasenesine (iyiliğine) karşılık, bir milyon iyilik sevabı verir" dediği bana ulaştı. Derken Cenâb-ı Allah hacc (veya umre) için Mekke'ye gitmeyi bana nasib etti ve orada onunla karşılaşıp, "Bana, mü'min kulunun bir iyiliğine karşılık, Allah'ın bir milyon iyilik sevabı vereceğini söylediğini duydum" dedim. Ebu Hureyre de, "Ben böyle söylemedim, ancak "iyilikler, iki milyona kadar katlanır" dedim" dedi ve sonra da bu âyeti okuyarak, "Allahü teâlâ, burada "pek büyük bir mükâfaat" buyurduğuna göre, onun miktarını kim bilebilir" dedi" demiştir. Bu âyetin ihtiva ettiği va'adlerden üçüncüsü, "Kendi katından pek büyük bir mükâfaat verir" sözünün ifade ettiği husustur. Bu beyan ile ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele (......) kelimesi, "indinde, yanında" manasınadır. Fakat "indinde" kelimesinden daha geniş manalıdır. Mesela adam bir başka beldede malı olduğu zaman, "Yanımda bir mal var" der. Fakat yanında olmayan mal için "Elimde, yanımda bir mal var" denmez. İkinci Mesele Bil ki bu ifâde ile Hak teâlâ'nın, "(O zerre miktarı şey), iyilik olursa, onun sevabını kat kat artırır" ifadesi arasında mutlaka bir fark vardır. Bu husustaki hakîkî bilgi Allah'a aittir. Fakat benim hatırıma şu geliyor: Bu kat kat artırma, o iyiliğin cinsinden olur. Cenâb-ı Hakk'ın vereceği o pek büyük mükâfaat ise, o iyiliğin cinsinden olmaz. Görünen odur ki, bu kat kat verme işi, cennette verileceği va'adedilen lezzetler ve nimetlerden olur. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın kendi katından vereceği o pek büyük mükâfaat ise, Allah'ı görme ve muhabbetullah ile marifetullaha gark olma esnasında duyulacak olan lezzettir. Allahü Teâlâ, bu çeşit lezzeti kendi katına ayırmıştır. Çünkü bu çeşit gıbta edilecek lezzet, mutluluk, güzellik ve kemal çeşitleri, bedenî amellerle elde edilemeyip, bilakis Allahü teâlâ'nın, kutsî nefis cevherine yerleştirmiş olduğu işrâk, safa ve nur gibi şeylerle elde edilir. Kısaca işte bu kat kat artırma cismânî-bedenî saadete; "pek büyük mükâfaat" ise ruhanî saadete işarettir. Hazret-i Peygamberin Ümmeti Hakkında Şahitlik Etmesi 41Âyetin tefsiri için bak:42 42"Her ümmetten birer şahit ve onların üzerine de (Habibim) seni bir şâhid olarak getirdiğimiz zaman, halleri nice olur? İnkâr edenler ve Peygambere âsi olanlar, o gün, "yerle bir edilselerdi de keşke Allah'dan gelen bir sözü gizlememiş olsalardı" temennisinde bulunurlar". Bu âyetlerin, Önceki âyetlerle irtibatı şöyledir: Allahü teâlâ, âhirette hiç kimseye zulmedilmeyeceğim ve iyi kimseyi, iyiliklerine karşılık mükâfatlandırıp, ona hakettiğinden fazlasını vereceğini beyan edince bu âyetlerde de, günahkâra karşı olan hücceti daha müessir, günahkârı azarlayışı daha büyük ve o günahkârın pişmanlığı daha fazla olsun; Allah'ın Peygamberinin getirdiğini kabul edip, ona itaat eden kimsenin sevinci de daha büyük olsun diye, bütün bunların, Allahü teâlâ"nın insanlara bir hüccet (delil) olarak gönderdiği peygamberlerin şahadeti ile yapılacağını beyan etmiştir. Böylece bu ifâde Allahü teâlâ'nın, haklarında "Şüphesiz ki Allah zerre kadar haksızlık etmez" (Nisa. 40) buyurduğu kâfirler için bir tehdit ve haklarında, "(O zerre miktarı şey), bir iyilik olursa, onun (sevabını) kat kat artırır" (Nisa, 40) buyurmuş olduğu itaatkâr kullar için de bir va'ad olmuş olur. Bu âyet hakkında iki mesele vardır: Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Abdullah İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'a, "Bana Kur'an oku" der. O şöyle anlatır: " Ya Resulallah, Kur'an'ı bana öğreten sana mı?" dedim, Bunun üzerine "O Kur'an'ı başkasından dinlemeyi (daha çok) seviyorum" Bahari, Tefsir Süre:4, 9; Müslim, Müsafirin, 247-248 (1/551) dedi." İbn Mes'ud, anlatmaya şöyle devam eder: "Bunun üzerine Nisa sûresinin başından itibaren okumaya başladım. Bu âyete gelince, Resûlullah ağladı. Ben de okumayı kestim." Süddî'nin anlattığına göre, "Kıyamet günü, Ümmet-i Muhammed, peygamberler için, tebliğde bulunduklarına dâir; Hazret-i Peygamber de, Ümmet-i Muhammed için, kendisini tasdik ettiklerine dâir şahitlik yapacaklardır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, Böylece (Ey ümmet-i Muhammed), insanlara karşı şâhidler olasınız, bu peygamber de size tam bir şâhid olsun diye, sizi vasat (mutedil âdil) bir ümmet yaptık" (Bakara, 143) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, Hazret-i İsa'nın "Ben içlerinde bulunduğum müddetçe (ümmetim) üzerinde bir sahid idim" (Mâide, 117) dediğini nakletmiştir Endişe ile beklenen bir şey hakkında "şöyle şöyle olduğu zaman; falanca şunu yaptığı zaman; şu vakit geldiği zaman senin halin nice olacak?" demeleri Arapların âdetidir. Buna göre âyetin manası şöyledir: "Allahü teâlâ her ümmete, kendi peygamberlerini şâhid tuttuğunda ve seni (Hazret-i Muhammed'i) de, bu ümmete şâhid olarak getirdiğinde, sizler kıyamet günü hakkında ne dersiniz? " Cenâb-ı Hak, burada Hazret-i Peygamberin kendilerini müşahede ettiği, hallerini iyice bildiği ve Kur'an'a muhatap olan kavmini kastetmiştir. Hem sonra her asrın insanları, hallerini müşahede etmiş oldukları diğer insanlara şahadette bulunacaklardır. İşte Hazret-i İsa, bu itibarla, "Ben içlerinde bulunduğum müddetçe, (ümmetim) üzerine bir şâhid idim" (Mâide. 117) demiştir. Sonra Cenâb-ı Hak o günü anlatarak, "İnkâr edenler ve peygambere âsi olanlar, o gün. "yerle bir edilselerdi de keşke Allah'tan gelen bir sözü gizlememiş olsalardı" temennisinde bulunurlar" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Kafirlerin Şeriatın Fer'i Ahkamı ile Mükellefiyetleri Âyetteki "İnkâr edenler ve peygambere âsi olanlar" ifâdesi, Hazret-i Peygambere âsî ofup karşı gelmenin, küfürden farklı olmasını gerektirmektedir. Çünkü bir şeyin, yine kendisi atfedilmesi caiz değildir. Binâenaleyh Hazret-i Peygambere isyânın, küfrün dışındaki diğer günahlar manasına hamle- dilmesi gerekir. Bu sabit olunca biz deriz ki, "Bu âyet, kâfirlerin İslâm'ın ahkâmından sorumlu tutulacaklarına ve kıyamet günü, küfürlerinin yanısıra bu günahlarından ötürü de cezalandırılacaklarına delâlet etmektedir. Çünkü bu günahlarının bunda bir tesiri olmamış olsaydı, onların masiyetlerinin (isyanlarının) burada zikredilmesinin bir manası olmazdı. İkinci Mesele İbn Kesir, Âsim ve Ebu Amr. kelimeyi meçhul sîgâ üzere, tâ harfinin ötresi ve sin harfinin fethası ile (......) şeklinde okumuşlardır. Nâfî ve İbn Âmir ise, bunu (dümdüz oldu) manasında olmak üzere, tâ harfinin fethası ve sin harfinin şeddesi ile (......) şeklinde okumuşlardır. Bunda ikinci tâ harfi, kendisine yakın olan sin harfine idgâm edilmiştir. Bu kıraatte iki şeddenin yan yana bulunması kötü karşılanmaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de bunun pek çok benzeri vardır. Mesela (Neml. 47); (Yunus, 24) ve (enam, 126) âyetlerinde olduğu gibi. Bu kıraatta bir mecaz söz konusudur. Bu da "dümdüz etme" fiilinin, yeryüzüne isnâd edilmesidir. Hamza ve Kisâî ise bu kelimeyi, İmâm-ı Nâfî'nin idğâm ettiği tâ harfini hazfederek, birinci tâ'nın ve şeddesiz sin'in fethası ile (......) şeklinde okumuştur. Çünkü bunun sebebi idğam olduğu gibi hazf de olabilir. "Yerle bir edilselerdi..." tabirinin tefsiri hakkında âlimler üç izah yapmışlardır: " a) Bu, "Keşke onlar yere gömülseler de, ölülerin yerle dümdüz edilmeleri gibi, kendileri de yerle bir edilselerdi" manasındadır. b) Bu, "Onlar, ölümden sonra yeniden diriltilmemiş olmayı ve yerle bir edilmiş olmayı temennî edecekler" manasındadır. c) Kıyamet günü hayvanlar toprak olurlar. Bunun üzerine bu kâfirler de, "Ah, ne olurdu ben de toprak olaydım!" (Nebe, 40) âyetinde ifâde edildiği gibi, o hayvanların durumunda olmayı arzu ederler. Dördüncü Mesele Âyetteki, "Allah'tan gelen bir sözü gizlememiş olsalardı..." ifâdesinin tefsiri hakkında müfessirlerin iki görüşü vardır: 1- Bu, kendinden önceki cümle ile irtibatlıdır. 2- Bu, müstakil yeni bir cümledir. Bu ifâdeyi, kendinden önceki cümle ile irtibatlı sayarsak, şu iki manaya gelir: a) İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın söylediği mana:"Onlar arzu ederler ki, keşke yeryüzü (toprak) onların üzerine kapansa da, Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini gizlemeyip, onu inkâr etmeyerek münafıklık yapmasalardı." Bu manaya göre, âyette bahsedilen "gizleme", onların (yahudilerin), (Tevrat'ta bahsedildiği halde), Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini gizlemeleri manasınadır. b) Müşrikler Kıyamet günü, Allahü teâlâ'nın müslümanları bağışlayıp, şirki bağışlamadığını gördükleri zaman, 'Geliniz, dünyada iken yaptığımızı inkâr edelim" derler ve Allahü teâlâ kendilerini bağışlar ümidi ile, "Rabbimiz Allah adına yemin ederiz ki biz müşrik değildik" diye yemin ederler. O zaman onların ağızları mühürlenir, elleri konuşur ve ayakları işledikleri günahlar hususunda şâhidlik eder. İşte o vakit onlar, toprak olmayı ve Allah'tan hiçbir sözü gizlememiş olmayı dilerler. 3- Bu söz, müstakil yeni bir cümledir. Çünkü onların yaptıkları şeyler, Allah katında malûmdur. Binâenaleyh onu nasıl gizleyebilirler? Kafirler ahrette Yalanla Kurtulurlar mı? Buna göre eğer, "Bu âyet ile, Cenâb-ı Hakk'ın "Rabbimiz olan Allah'a and ederiz ki, biz eş tutanlardan değiliz" (Enam, 23)âyeti nasıl telif edilebilir?" denilirse, buna şu yönlerden cevâp verilebilir: a) Kıyametin toplantı yerleri ve durakları pek çoktur. Bir yer var ki, onlar orada asla konuşamazlar. İşte bu yeri, Cenâb-ı Hakk'ın 'Artık bir fısıltıdan başka bir şey işitmezsin" (Tâhâ, 108) âyeti ifâde etmektedir. Bir yer de var ki onlar orada konuşabilirler. Bu yer de, Hak teâlâ'nın "Biz hiçbir yaramazlık yapmazdık" (Nahl, 28) ve "Rabbimiz olan Allah'a and ederiz ki, biz eş tutanlardan değiliz" (En'âm, 23) âyetlerinin bildirdiği husustur. Böylece onlar, bazı yerlerde yalan söylerler, bazı yerlerde de, küfre saptıklarını itiraf ederek, dünyaya dönme isteğinde bulunurlar ki bu da onların "Ah bize ne olurdu, (dünyaya) bir geri döndürülseydik, Rabbimiztn âyetlerini yalan saymasaydık" (Enam, 27) şeklindeki sözleridir. Bu durakların en sonuncusunda ise, onların ağızlan mühürlenir de böylece onların elleri, ayaklan ve derileri konuşmaya başlar. Biz, bu günün rüsvaylığından Allah'a sığınırız. b) Bu gizleme işi bilfiil tahakkuk etmeyip, yukarda da izah ettiğimiz gibi, onların temennîleri kapsamındadır. c) Onlar, bizzat gizlemeye niyetlenmediler. Bunu ancak, vehmettikleri biçimde haber verdiler. Buna göre ifâdenin takdiri şu olur: "Allah'a yemin olsun ki, şu anda durum bize zahir oluncaya kadar, biz kendi kanaatimizce müşrik değil, bilakis zannımızca hak üzere idik." Bu mesele hakkındaki bizim esas açıklamalarımız, Allah müsaade ederse, En'âm sûresinde gelecektir. Nisa Süresindeki Onuncu Mükellefiyet: Sarhoş İken Namaz Kılınmaz Bu sûrede zikredilen mükellefiyetlerin onuncu nevi, Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetidir: 43"Ey iman edenler, siz sarhoşken, ne söylediğinizi biilnceye ve cünüb iken de yolcu olmanız müstesna, gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya bir sefer üzerinde bulunursanız, yahud sizden birisi ayak yolundan (tuvaletten) gelirse, yahud da kadınlara dokunup da bir su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin; yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır". Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Nisa, 43, Ayetteki Nüzul Sebebi Alimler, âyetin nüzul sebebi hakkında şu iki açıklamayı yapmışlardır: 1) İçki henüz mubah iken, Abdurrahman İbn Avf, sahabenin ileri gelenlerinden bir cemaata bir ziyafet verdi. Bu vesileyle onlar yeyip içtiler. Onlar bu işi bıraktıklarında, akşam namazının vakti gelmişti. Bunun üzerine onlar, içlerinden birisini, kendilerine namaz kıldırması için öne sürüp imam yaptılar. İmam da, zammı sûre olarak Kâfirûn sûresini okurken, "...Sizin taptıklarınıza ben taparım, sizlerde benim taptıklarıma tapıcılarsınız" şeklinde okudu. Bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil oldu. Artık onlar, bu âyet nazil olduktan sonra namaz vakitlerinde içki içmiyorlardı. Yatsı namazını kıldıkları zaman içki içiyorlardı. Böylece de, sabah vaktine girmeden, sarhoşluk halleri zail oluyor, neticede de ne söylediklerini bilir hale geliyorlardı. Daha sonra da, her halükârda içkinin kesin olarak haramlığını ifâde eden Mâide süresindeki âyet-i kerime (Âyet, 90) nazil oldu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet olunduğuna göre, (Nisa 43) âyetinin nazil olduğu kendisine ulaştığı zaman O, "Ey Allah'ım, içki akıllara ve mallara zarar veriyor. Bu sebeple, bu husustaki kesin emrini indir" demişti. İşte sabahleyin ashaba, içkinin kesin olarak haramlığını ifâde eden (Mâide, 90) âyetinin nazil olduğu haberi ulaşır. 2) İbn Abbas, bu âyet-i kerimenin, içki haram kılınmazdan önce içki içip, sonra da peygamberle birlikte namaz kılmak için mescide gelen sahabenin önde gelenlerinden bir cemaat hakkında nazil olduğunu ve böylece, bu âyet ile Allahü teâlâ'nın onları içki içmekten nehyettiğini söylemiştir. Bu Ayette Namaz (Salat) Hakkında Mevcut Olan Ahkam Âyet-i kerimede geçen (namaz) kelimesinden ne murad edildiği hususunda da şu iki görüş beyan edilmiştir: a) Buna göre, bu kelimeyle "mescid" kastedilmiştir. Bu, İbn Abbas, İbn Mes'ûd ve Hasan el-Basrî'nin görüşüdür ki, Şafiî de bu görüşü benimsemiştir. Bil ki (namaz) lafzının mescid hakkında kullanılması, ihtimâl dahilindedir. Bunun böyle olduğuna, şu iki husus da delâlet eder: 1) Bu, muzâfın hazfedilmesi kabilindendir. Buna göre ifadenin takdiri, "namaz yerine yaklaşmayın" şeklinde olur. Muzâfın hazfedilmesi ise, yaygın ve bilinen bir mecazdır. 2) Hak teâlâ'nın, "...manastırlar, kiliseler, havralar" (Hacc, 40) âyetinde geçen lafzıyla, namaz kılınan yerler, mescidler kastedilmiştir. Böylece, kendisiyle mescid manası murad edilerek. (......) kelimesinin kullanılmasının caiz olduğu ortaya çıkmış olur. b) Ekseri ulemânın görüşü de şudur: Buna göre, bu Âyette geçen (......) kelimesiyle, bizzat namazın kendisi kastedilmiştir. Buna göre kelamın takdiri, "Sarhoş olduğunuz halde namaz kılmayınız..." şeklinde olur. Bu ihtilâfın yararı, şer'î bir hükümde ortaya çıkar ki, o da şudur: "a" şıkkının kabul edilmesi halinde mâna, "Mescidden geçme mecburiyetinde olanlar müstesna, sarhoşken, cünübken mescidden geçmeyin" şeklinde olur. Bu manaya göre, yapılan bu istisna, cünüb kimsenin mescidden geçmesinin caiz olabileceğine delâlet etmiş olur ki, bu Şafiî'nin görüşüdür, "b" şıkkının kabul edilmesine göre manâ, "Sarhoşken namaza yaklaşmayın ve yolcu olmanız müstesna, cünüb iken de namaza yaklaşmayın" şeklinde olur. Buna göre, tabirinden yolcu murad edilmiştir. Böylece bu istisna da, cünüb kimsenin su bulamadığı zaman, o haliyle namaz kılabileceğine delâlet etmiş olur. Şaftî âlimleri, birinci ihtimalin tercihe daha şayan olduğunu söylemişlerdir. Bunun böyle olduğuna şu hususlar da delâlet etmektedir: a) Cenâb-ı Hak, "... namaza yaklaşmayın " buyurmuştur. "Yaklaşmak" ve "uzaklaşmak" manaları, hakikat yoluyla, bizzat namaz hakkında doğru olmazlar. Bu manalar ancak "mescid" hakkında doğru olabilirler. b) Biz, eğer bu kelimeyi söylediğimiz manaya hamledersek, bu takdirde istisna sahih olur. Ama biz onu sizin söylediğiniz manaya hamledersek, bu takdirde istisna sahih olmaz. Çünkü, müsafir olmadığı halde, şiddetli bir hastalık sebebiyle su bulamayan bir kimsenin, teyemmüm ile namaz kılması caizdir. Durum böyle olunca, âyeti bizim dediğimiz manaya hamletmek daha evlâ olur. c) Biz, (......) kelimesini, "cünüb olan yolcu" manasına hamledersek, eğer bu kimse su bulursa, onun namaza yaklaşması kesin olarak caiz olmaz. O takdirde de, âyet-i kerimedeki istisnayı hazfetmek gerekecektir. Su bulamaması durumundaysa, namaza, ancak teyemmüm ile yaklaşması caiz olur. Bu durumda da, âyetteki bu şartı izmâr etmek gerekecektir. Ama bizim söylediğimizi benimsememiz durumunda, biz âyetteki herhangi bir şeyi hazfetmek zorunda kalmayız. Binâenaleyh, bizim görüşümüz daha uygundur. d) Allahü teâlâ, yolculuğun ve suyun bulunmaması halinin hükmünü, bundan sonra da teyemmümü zikretmiştir. Binâenaleyh, bunu, bu âyetten sonraki bir âyette zikredilen bir hükme hamletmek caiz olmaz. Bunu teyid eden bir başka husus da şudur; Kıraat âlimleri ifâdesinde vakfedip, sonra da, ifadesiyle başlamayı müstehab saymışlardır. Çünkü, bu ikincisi başka bir hükümdür. Ama, âyeti bizim zikretmiş olduğumuz manaya hamledersek, bu takdirde bu ek açıklamalara gerek duymayız. Binâenaleyh, bizim görüşümüz daha evlâdır. İkinci görüşü dektekleyenler şöyle diyebilirler: Hak teâlâ'nın, "... söylediğinizi bilinceye kadar" buyruğu, O'nun "namaza yaklaşmayın" ifâdesinden bizzat namazın kendisinin kastedildiğine delâlet etmektedir. Çünkü mescid hakkında, sarhoşluğu sndan men edecek meşru bir söz bulunmamaktadır. Ama namazda, sarhoşluğu Dndan men edecek hususi sözler bulunmaktadır. Binâenaleyh, âyeti bu manaya lamletmek daha evlâdır. Birinci görüşte olanlar, şu şekilde cevap verebilirler: Zahirî duruma göre insan, nescide ancak namaz için gider. Binâenaleyh namaza halel getiren şeyler, mescide gitmeye manî olan şeyler gibidir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ bunu zikretmiştir. “Sekr” ve “Sükara” Kelimesinin Manası Vahidi (r.h) şöyle der:" kelimesi, (sarhoş) kelimesinin çoğuludur. Fa'lâne vezninde olan her sıfatın "Sekt" ve "Sükârâ" Kaimesinin Manası cem'i, "küsâtâ" ve "kesâlâ" (tembeller) gibi, fu'âlâ ve fa'âlâ vezninde getir. Arapça'da "sekr" kelimesinin asıl manası, yolu tıkamaktır. "Su bendini tıkadı" tabiri de, bu manadadır. Göz şaşırıp kaldığında, ' "Onun gözü iyi şaştı ' denilir. Cenâb-ı Hakk in, "Gözlerimiz (bir sarhoş gözü gibi) döndürülmüş..." (Hicr, 15) yani "örtüldü de, onun görme nuru nüfuz etmez oldu ve eşyayı olduğu gibi göremez oldu" âyetindeki kelime de aynı manadadır. "Sekrü'l-mâi" ifadesi de böyledir. Bu, suyu tekrar akış yönüne döndürmektir. İçkiden dolayı sarhoş olmak ise, insanın sarhoşluktan önceki ayık hâlinden kesilmesidir. Dolayısıyla onun görüşü, ayık hâlindeki görüşünün geçerli oluşu gibi olmaz. Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: Âyette geçen "sükârâ" lafzı hakkında şu iki açıklama yapılmıştır: a) Şundan murad, içkiden dolayı olan sarhoşluktur ki bu, ayık olmanın zıddıdır. Bu, Sahabe ve Tabiîn'in cumhurunun görüşüdür. b) Bu, Dahhâk'ın görüşü olup; buna göre bu ifadeden maksad, içki sarhoşluğu değil uyku sarhoşluğu (sersemliği)dir. "Sarhoşluk" kelimesi, uyku hakkında da kullanılır. Binâenaleyh âyetteki kelime, bu manaya da muhtemeldir. Deliller de bunu gösterir. Dolayısıyla bu manayı tercih etmek gerekir. Lafzın, bu manaya da muhtemel olduğunu şu iki bakımdan da izah edebiliriz: 1) Daha önce de söylediğimiz gibi, Arapça'da "sekr" lafzı, yolu tıkamak manasındadır. Hiç şüphe yok ki insan, uyku esnasında, insanın nefes alıp verdiği yollar, yoğun buharlarla dolar. Böylece de o yollar, bunlarla tıkanmış olur da, onun gören ve işiten kuvveti bedeninin dışına çıkamaz. 2) Ferezdak şöyle demiştir: " Gece boyunca yürümesinden anlaşılıyor ki konakladığın her menzilde uyku, ona (adeta) bir içki takdim etmiştir." Lafzın bu manaya da gelebileceği sabit olunca, biz deriz ki: Deliller de bunu göstermektedir. Bunun izahı şu yönlerdendir: a) Hak teâlâ'nın, "Siz sekr halinde iken, ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın" âyetinin zahiri, Allah'ın, bu kimselerin ne dediklerini bilmedikleri zaman namaza yaklaşmalarını men etmiş olduğunu gösterir. Böyle bir insanı, mükellef tutmak akten ve naklen imkansızdır. Bunun aklen imkansızlığı şu bakımdandır: Bu insanı mükellef tutmak, teklif-i mâla yutak (güç yetirilemeyecek şeyle mükellef tutmak) manasına oelir. Bunun naklen imkansızlığı ise şu bakımdandır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kalem üç kişiden kaldırılmıştır (yani bunların lehine ve aleyhine birşey yazılmaz): Bulûğa erinceye kadar çocuktan; İyileşinceye kadar deliden ve uyanmcaya kadar uyuyandan " İbn Mace, Talak, 15(1/658); Tirmizi, Hudad, 1(4/32) buyurmuştur. Şüphe yok ki sarhoş, deli gibidir. Binâenaleyh o anda mükellefiyetin ondan da kalkmış olması gerekir. b)Hazret-i Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem): "Sizden birisini namazda İken uyku bastırdığında, uykusu geçinceye kadar uyusun. Çünkü o, uyuklaya uyuklaya namaz kılarsa, belki istiğfar ediyorum diye, kendi kendine söver" Müslim, Müsafiri, 222(1/543) buyurmuştur. İşte Dahhâk'ın görüşünün izahı böyledir. Bil ki doğru olan birinci görüştür. Bunun böyle olduğuna şu iki şey de delâlet eder: a) "Sekr" (sarhoşluk) lafzı, içkiden dolayı olan sarhoşluğu mecaz değil, hakikat olarak ifâde eder. Kelimelerde aslolan "hakikat" manasıdır. Fakat bu lafzı aşk, gazab, korku veya uykudan dolayı meydana gelen sarhoşluğa hamletmek mecaz olup bu da ancak kayıtlı olarak (yani neden dolayı olduğu belirtilerek) kullanılır. Mesela Cenâb-ı Hak, "Ölüm sarhoşluğu, gerçek olarak geldi" (Kaf, 19) ve "İnsanları sarhoş görürsün. Halbuki onlar sarhoş değildirler" (Hacc. 2) buyurmuştur. b) Bütün müfessirler bu âyetin içki içme hakkında olduğunda ittifak etmişlerdir. Usûl-ü fıkıhta, "Bir âyet, muayyen bir hâdise hakkında ve belli bir sebepten ötürü nazil olmuş ise, o sebeb-i nüzulün o âyet ile murad edilmemiş olması imkânsızdır" kaidesi yer almıştır. Dahhâk'ın, "Bu âyetteki nehiy, içkiden olan sarhoşluğa nasıl şamil olabilir?" şeklindeki görüşüne gelince, biz deriz ki: "Çünkü o adam uyurken ve hiçbir şey anlamazken, bu nehiy onu nasıl içine alır?" denilir. Sonra buna şu şekilde cevap verilir: Bu âyetten maksad, namaz kendilerine vacip iken, anlayışı ihlal eden, sarhoşluğa götüren içki içmekten insanları men etmektir. Böylece bu lafız, sarhoşluk halinde namaz kılmayı men etmeden uzaklaşmıştır. Halbuki ondan maksad, namaz vaktinde sarhoşluğa yol açacak şekilde içmekten nehyetmektir. Dahhâk'ın tutunduğu hadise gelince, bu da, âyette zikredilen sarhoşluğun uyku olduğuna delâlet etmez." Bu Ayetin Mensuh Olduğunu Söyleyenler Bazı âlimler, bu âyetin Mâide süresindeki 90. âyetle neshedildiğini söylemişlerdir. Ben derim ki: Ancak şöyle denilmesi halinde, burada neshin cereyan ettiği söylenebilir: "Sarhoşluk halinde namaza yaklaşmama ile ilgili nehiy, kişinin ne dediğini bilir hâle gelmesine kadar uzatılmıştır. Bir noktaya kadar uzatılan hükmün ise, o noktaya varıldığı zaman sona ermesi gerekir. Binâenaleyh bu, kişi ne dediğini bilir hale geldiğinde, sarhoş olmakla beraber, namaza yaklaşmasının caiz olmasını iktizâ eder. Halbuki Allahü Teâlâ, Mâide süresindeki âyetiyle içkiyi haram kılınca, bu olabilirlik hükmünü kaldırmıştır. Böylece Madie süresindeki âyetin, bu âyetin delâlet ettiği şeylerin bir kısmını neshetmiş olduğu sabit olur. İşte, burada söz konusu edilen neshin izahı komusunda hatırıma gelen budur." Buna da şu şekilde cevap verilebilir: Biz, bu nehyin neticesinin, namaza yaklaşıldığında sarhoşluğu gerektiren içki içmeye varıp dayandığını beyân etmiştik. Bir şeyin husûsen zikredilmesi, zayıf bir zan yoluyla olması durumu hariç, onun dışında kalanlardan hükmün nefyedilmiş olduğuna delâlet etmez. İşte böyle olan bir durum da nesh sayılmaz. Beşinci Mesele Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Bu kelime, sîn harfinin fethasıyla (helak olanlar) ve (aç kimseler) kelimelerinde olduğu gibi, cemi bir kelime olmak üzere, şeklinde de okunmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, ve cünüb iken de yolcu olmanız müstesna" buyurmuştur. Hak teâlâ'nın ifâdesi, O'nun "sizler sarhoşken.." ifâdesine atıfır. (......) ifâdesinin başındaki vâv ise, hâl vâvıdır. Buna göre bu ifâdelerin takdiri, "Sarhoş ve cünüb olduğunuz hâlde, namaza yaklaşmayın" şeklinde olur. (......) kelimesi, müfredi ve cem'i, müzekkeri ve rnüennesi müsavi olan bir kelimedir. Çünkü bu kelime, masdar olan "uzaklaşmak, cünüb olmak" masdarının yerine geçen bir isimdir. Halbuki biz, "cenabet" kelimesinin asit mânasının "uzaklaşmak, uzaklık" olduğunu; yine temizleninceye kadar namazdan, mescidlerden ve Kur'an okumaktan uzaklaştığı için, kendisinin gusletmesi gereken, vâcib olan kimseye de cünüb denildiğini söylemiştik. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, biz bu ifâdeyle ilgili olarak şu iki görüşün bulunduğunu beyan etmiştik: a) Buradaki kelimeleriyle mescidlerden geçmek, mescidlerden geçen manası kastedilmiştir. b) Bu tabirle müsafirler, yolcular kastedilmiştir. Ve biz yine, bu ikisinden birisinin diğerine nasıl tercih edildiğini de açıklamıştık. Abdest İmkânı Olmayınca Teyemmüm Cenâb-ı Hak, "Eğer hasta olur veya bir sefer üzerinde bulunursanız, yahud sizden birisi ayak yolundan (tuvaletten) gelirse, yahud kadınlara dokunup da bir su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin; yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır" (Nisa, 43) buyurmuştur. Bil ki, Cenâb-ı Hak bu buyruğunda şu dört çeşit insandan bahsetmiştir: a) Hastalar, b) Yolcular, c) Tuvaletten gelenler, d) Kadınlara dokunanlar... İlk iki kısım olan hastalık ve yolculuk, insanı teyemmüm etmeye zorlar. Son iki kısım ise, su bulunduğu zaman su ile temizlenmeyi, su olmadığı zaman ise teyemmüm etmeyi iktizâ eder. Biz bu kısımlardan herbirine ait hükmü ele alacağız. Birinci Sebep, ki bu hastalık halidir. Bil ki, hastalık üç şekilde olur: 1) Çiçek hastalığı ve çok büyük çıbanlarda olduğu gibi, su kullanması halinde, kişinin kesinlikle ölmesi durumunda olması. 2) Su kullanmakla ölmezse de çok fazla elem ve ızdırap duyması hali. 3) Kişinin ölümden ve şiddetli acı duymaktan bir endişesi olmaksızın suyu kullanması halinde bedeninde bir kusur ve ayba sebebiyet verecek bir şeyin, bir izin kalmasından endişelenmesi hali. İşte bu sebeple fukahâ, ilk iki kısım söz konusu olduğunda teyemmüm etmeyi caiz görmüşler, üçüncüsünde ise, bunu caiz görmemişlerdir. Hasan el-Basrî, suyun bulunmaması durumu müstesna, bunların hiçbirinde teyemmümün caiz olmadığını iddia etmiş ve şunları buna delil getirmiştir: Âyetin sonunda, "... bir su bulamazsanız" buyurulmuş olmasının da gösterdiği gibi, hastanın teyemmüm etmesinin cevazını, suyun bulunmaması haline bağlamıştır. Teyemmümün muteber olmasının şartı bu olunca, bu şart bulunmadığı zaman teyemmümün de caiz olması gerekir. Bu, aynı zamanda İbn Abbas'ın görüşüdür. O, şöyle derdi: "Allahü teâlâ eğer dileseydi, hastayı bundan daha şiddetli ve zor bir şeyle imtihan ederdi." Fukâhanın delili ise şudur: Allahü teâlâ, su bulamadığı zaman hastanın teyemmüm etmesine müsaade etmiştir. Bunda, su bulunduğu zaman, teyemmüm etmenin yasaklanmış olduğuna dair bir delil yoktur. Hem sünnet, bunun caiz olduğuna delâlet etmektedir. Sahabenin birisi hakkında rivayet edilen şu haber de, bunu teyid etmektedir: O sahabe cünüb olmuştu; bedenindeyse büyük bir yarası vardı. Birilerine bu durumu sorunca onlar gusletmesi gerektiğini söylediler. O da gusledince oluverdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu duyunca "Allah onların canım alsın, onu öldürdüler" dedi. İşte bu da bizim söylediğimiz şeyin caiz olduğuna delâlet etmektedir. İkinci Sebep, yolculuktur. Âyet, yoicu olan kimsenin, yolculuğu ister uzun ister kısa olsun, su .bulamadığı zaman teyemmüm edeceğini gösterir. Üçüncü Sebep, insanın tuvaletten (def-i hacetten) gelmesidir. Âyette geçen, insanın def-i hacet (tuvalet ihtiyacı) için rahatça oturabileceği çukur bir yerdir ki, bu kelimenin cem'i, şeklindedir. İnsan tuvalet ihtiyacı olduğunda, kendisini başkasının göremeyeceği bir yer arar. Sonra def-i hacet, bir şeyin, bulunduğu yerine nisbetle isimlendirilmesi gibi, bu isimle adlandırılmıştır. Cinsel Temastan Sonra Teyemmüm Dördüncü Sebep, kadınlara dokunmaktır. Bu hususta birkaç mesele vardır: Hamza ve Kisâî, kelimeyi "lems" masdarından olmak üzere, elifsiz olarak , (dokundunuz) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, müfâ'ale babından olarak, (......) şeklinde okumuşlardır. Müfessirler, bu âyette geçen "dokunma"dan ne kastedildiği hususunda ihtilâf edip, şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir: a) Bundan murad, cima (cinsî münâsebettir. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh), Hasan el-Basrî, Mücâhid, Katâde ve Ebu Hanîfe (r.h)'nin görüşüdür. Çünkü kadına el ile dokunmak abdesti bozmaz. b) Bundan maksad, ister cinsî münasebet esnasında, ister başka bir şekilde olsun, kadın ile erkeğin derilerinin biribirine dokunmasıdır. Bu İbn Mes'ûd, İbn Ömer, Şa'bî, Nehâ'î ve Şâfii (r.h)'nin görüşüdür. Bil ki bu, birinci görüşten daha tercihe şayandır. Çünkü bu âyetin iki kıraatinden biri "yahud da kadınlara dokunduğunuz zaman" şeklindedir. "Lems" (dokunma) kelimesinin, hakiki manası el ile dokunmaktır. Bu kelimeyi, cima manasına almak mecazdır. Halbuki sözlerde aslolan, sözü hakîkî manasına almaktır. İkinci kıraat ise, "lems" kelimesinin mufâ'ale babından gelen, (karşılıklı birbirinize dokunduğunuz zaman) şeklindedir. Bu siga da, hakîkat olarak cima manasına gelmez. İki mütevâtir kıraatten anlaşılan manalar arasında bir çelişki (tezad) meydana gelmesin diye, bunu da hakîki manasına hamletmek gerekir. Bu kelime ile, cima (cinsî münâsebet) manasının kastedildiğini söyleyenler, şu şekilde delil getirmişlerdir: Gerek "tems", gerekse "mess" kelimeleri, Kur'an-ı Kerim'de cima manasında kullanılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak "Eğer siz onları kendilerine dokunmadan önce boşarsanız..." (Bakara, 237) ve zıhar âyetinde, "(Onların) birbiriyle temas etmezden önce, bir köle azâd etmeleri (lâzımdır)" (Mücâdele. 3) buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), Allah hayy, kerîm, nezîh olduğu için kinayeli olarak (nezîh bir şekilde) cinsî münasebeti, "lems" (dokunma) diye ifâde etmiştir. Yine hades (abdestsizlik hali) de iki çeşittir: Küçük olan, ki bu âyetteki "Sizden birisi ayak yolundan (tuvaletten) gelirse" ifadesi ile anlatılan husustur. Binaenaleyh şayet, Hak teâlâ'nın "Yahut da kadınlara dokunursanız" tabirini de, küçük hades manasına alırsak, âyette büyük hades (cünüblük hali) zikredilmemiş olur. Bundan dolayı bu ikinci ifadeyi, büyük hadese (cünüblük haline, cinsî münasebete) hamletmek gerekir. Bil ki bu görüştekilerin yaptıkları bütün bu izahlar, bir delil olmaksızın lafzın zahirî manasını bırakmaktan ileri geçemezler. Bundan ötürü bunun caiz olmaması gerekir. Hem, cünüblükle ilgili hüküm "ve cünüb iken de..." ifadesinde geçmişti. Bundan dolayı eğer biz bu sonraki ifadeyi de cünüblük manasına alırsak, bir tekrar olmuş olur. Ehl-i Zahir (Zahirîler) âyetteki "Yahut da kadınlara dokunur- sanız" ifâdesinin zahirine dayanarak, sadece dokunan (erkeğin) abdestinin bozulacağını, dokunulan kadının abdestinin ise bozulmayacağını söylemişlerdir. Şafiî (r.h) de hem dokunanın, hem dokunulanın abdestinin bozulacağını söylemiştir. Bil ki Allahü teâlâ, bu dört sebebi zikretmesini müteakip birsu bulamazsanız" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: Teyemmüm, Ancak Su Arayıp Bulamadıktan Sonra Yapılır Şafiî (r.h), "Bir kimse, namaz vakti girdiğinde su arasa ve fakat bulamayıp teyemmüm ederek namaz kılsa, daha sonra bir sonraki namazın vakti girse, suyu yeniden araması gerekir" derken; Ebu Hanife (r.h), bunun gerekmediğini söylemiştir. Şafiî'nin delili, Hak teâlâ'nın, "bir su bulamazsanız" ifadesidir. "Su bulamama" tabiri suyun daha önce aranmış olduğunu ihsas ettirmektedir. Binaenaleyh her teyemmümden (namazdan) Önce su aramak gerekir. İmdi şayet "bulma" tabirimiz, önceden bir araştırmanın olduğunu ihsas ettirmez. Nitekim Cenâb-ı Hak, "(O), seni (çocukluğunda) kaybolmuş bulup da, yolunu doğrultmadı mı? Seni bir fakir olarak bulup da, zengin kılmadı mı?" (Duhâ, 7-8); "Biz onların çoğunda ahde (vefa) bulamadık" (Araf, 102) ve "Biz, onda bir azim bulamadık" (Tahâ. 115) buyurmuştur. Zira araştırma, talep etme, Allah hakkında düşünülemez denirse, biz de deriz ki: Her nekadar Allah'ın talep edip araştırması düşünülemez ise de, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, kavmine uygun olmayacak bir şekilde, onların arasından çekip çıkarınca, sanki onu aramış gibi olur. Yine O, mükelleflere itaat etmelerini emredip sonra o mükellefler bu hususta kusur edince, sanki Allah onlardan birşey istemiş ve istediğini bulamamış gibi olmuş olur. Binaenaleyh "bulma" lafzı işte bu âyetlerde, söylediğimiz manada kullanılmıştır. Su Az Olduğundan Abdest İle Teyemmüm Birlikte Yapılır mı? Alimler, bir kimsenin su bulduğu halde, kendisi veya öldürülmemesi gereken bir hayvanın susuzluğundan ötürü, o suya ihtiyacı olursa, bu kimsenin teyemmüm edebileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Fakat o, abdeste yetmeyecek bir su bulduğunda, o suyu kullanmayı ve teyemmümü birleştirip birleştiremiyeceği hususunda İmam Şafiî, âyetin zahirine tutunarak, ikisini birlikte yapmasının vacip olduğunu söylemiştir. Daha sonra Allahü teâlâ, "O zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin" demiştir. Bu hususta da birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Arapça'da teyemmüm, "kastetmek, niyetlenmek" manasındadır. Nitekim, "Ona niyetlendim" manasında, denilir. "Sa'îd" lâfzı ise, ism-i fail manasına gelen, "fa'îl" vezninde bir kelimedir. Zeccâc, "İster toprak, ister başka birşey olsun, sa'îd, yeryüzü demektir" der. İkinci Mesele Ebu Hanife (r.h) şöyle demektedir: "Biz, üzerinde toprak bulunmayan bir kaya düşünelim. Teyemmüm eden kimse, elini o kayaya vurup teyemmüm etse, bu yeterli olur" derken; İmam Şafiî (r.h), "Mutlaka teyemmüm edenin eline toprağın (tozun) bulaşması gerekir" demiştir. Ebu Hanife, bu âyetin zahirî manasını delil getirerek şöyle der: "Teyemmüm kastetmek, niyetlenmek demektir. "Sa'îd" ise, yeryüzünde olan şey demektir. Buna göre Hak teâlâ'nın bu buyruğunun manası, "Bir yeryüzü parçasına niyetlenin, yönelin" şeklindedir. Binaenaleyh o kayaya eli vurmanın yeterli olması gerekir." Şafiî ise, görüşüne şu iki şekilde delil getirmiştir: a) Buradaki âyet, mutlaktır. Maide süresindeki âyet ise mukayyed olup, o da Cenâb-ı Hakk'ın, "Binaenaleyh, ondan yüzlerinize ve etlerinize sürün" (Maide, 6) âyetidir. Buradaki edatı, ba'zıyyet ifâde eder ki, (bu mana), üzennde toprak olmayan kaya parçasında söz konusu olmaz. Buna göre şayet (......) edatı, ıbtidâ-i gaye içindir" denilirse, buna karşılık Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bir kimsenin, "Falancanın başına yağdan, sudan ve topraktan sürdüm" şeklindeki sözünden, Araplardan hiç kimse başka bir mana anlamayıp, sadece ba'ziyyet manası anlar. Hakkı kabul etmek, münakaşa edip diretmekten daha yeğdir." b) Vahidî (r.h)'nin zikretmiş olduğu şu husustur: "Allahü teâlâ, bu âyette toprağın temiz olmasını gerekli kılmıştır. Temiz olan toprak ise Cenâb-ı Hakk'ın, "Güzel memleketin nebatı ise, Rabb'inin izniyle (bol ve güzel) çıkar"(Araf, 58) âyetinin delaletiyle münbit (bitiren), nebatın çıkmasına elverişli olan topraktır. Binaenaleyh, bitirmeyen toprağın (temiz, güzel) olmaması gerekir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, O zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin" buyruğu sadece toprak ile teyemmüm etmeyi emretmek olur. Emrin zahiri ise, vücub ifâde eder. c) Cenâb-ı Hakk'ın "Temiz bir toprağa "ifâdesi, teyemmümün temiz bir toprakla yapılmasını ifade eden bir emirdir. Temiz toprak ise, kendisinde tuz bulunmayan, (çorak olmayan) yer, toprak demektir. Halbuki böyle bir toprak ile de teyemmüm etmek, icmâ ile caizdir. Binaenaleyh, (ihtiyatlı olana sarılmak) kaidesinden dolayı, "temiz toprak" tabirini buna hamletmek gerekir. Bahusus, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), temizlik sıfatını toprağa tahsis ederek, '"Yeryüzü bana mescid; toprağı da temiz kılınmıştır" Buhari, Teyemmüm, 1; ve "toprak, su bulamadığı zaman, müşlümanm temizleyicisidir" Ebu Davud, Taharet, 137 (1/92) (Benzer hadis) buyurmuştur. "yüzlerinize ve ellerinize sürün" emri, pek çok müfessire göre, yüz ve bileklere kadar iki ele hamledilmiştir. Halbuki fakîhlerin ekserisine göre, elleri dirseklere kadar meshetmiştir. Fukahanın delili şudur: (......) kelimesi, bu uzvun, koltuk altlarına kadar olan kısmını içine alır. Ancak ne var ki biz, icmânın delaletiyle, bundan, kolun dirseklere kadar olan kısmını anladık ve aldık. Binaenaleyh, lafız, bu uzvun geri kalan kısmını da içine almaya devam etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, âyet-i kerimeyi Ot "Şüphesiz ki Allah, çok affedici, çok bağışlayıcıdır" buyurarak sonuçlandırmıştır ki bu, O'nun, ruhsat verip kolaylaştırmasından kinaye olan bir ifâdedir. Zira âdeti, günahkârları affetmek olan bir kimsenin, âciz kimselere ruhsatlar tanıması daha evlâdır. "Ehl-i Kitap Sizi Saptırmak İster" 44Âyetin tefsiri için bak:45 45"Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlara bakmadın mı? Onlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar. Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilendir. Gerçek bir.dost olarak Allah kâfidir, hakikî bir yardımcı olarak da Allah kâfidir". Bil ki Cenâb-ı Hak, bu sûrenin başından buraya kadar pek çok çeşitli mükellefiyetler ve şer'î hükümlerden bahsedince, burada, bu hükümlerin izahını keserek, din düşmanlarının hallerini ve daha önceki ümmetlerin kıssalarını anlatmaya geçmiştir. Çünkü ilmin bir çeşidini sürdürmek, insanın ruhuna yorgunluk ve usanç veren, zihni bulandıran hususlardandır. Ama, ilmin bir dalından diğer bir dalına geçmek ise, zihni gayrete getirir ve zekayı-düşünceyi güçlendirir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Hak teâlâ'nın tabirinin manası, "Senin ilmin, onları tanımaya ulaşmadı mı?" şeklindedir. Biz, bu hususta söylenmesi gereken şeyleri, Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara, 256) âyetini tefsir ederken söylemiştik. Netice olarak diyebiliriz ki ilm-i yakîn, rü'yete (görmeye) benzemektedir. Binaenaleyh "görme"yi, bu çeşit İlimden (ilm-i yakînden) bir istiare kılmak caiz ve yerindedir. Kitaptan Nasip Verilenleri Yahudilerdir "Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlara. " tabirinden kastedilen, Yahudiler .Bunun böyle olduğuna şunlar da delâlet etmektedir: a) Hak teâlâ'nın bu âyetten sonra zikrettiği "Yahudi olanlardan kimileri de..." (Nisa, 46) ifâdesi, işte bu âyetle ilgilidir. b) İbn Abbas bu âyetin, münafıkların reisi Abdullah İbn Ubey ile onun kavminin yanına gelerek, onların İslâm'a girmelerine engel olan iki yahudi âlimi hakkında nazil olduğunu rivayet etmiştir. c) Yahudilerin düşmanlığı, Kur'ân'ın âyetinin de gösterdiği gibi, hristiyanların düşmanlığından daha şiddetli ve fazladır. Binaenaleyh bu manayı, yahudilere hamletmek daha uygundur. Cenâb-ı Hak onlara, "kendilerine, kitabın ilmi verilenler..." dememiş; aksine, "kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlar" buyurmuştur. Zira onlar Tevrat'tan Hazret-i Musa'nın nübüvvetini öğrenmişler, ama Hazret-i Muhammed'in nübüvvetini bilip, tanıyıp kabul etmemişlerdir. Ama, Abdullah İbn Selâm gibi müslüman olup her ikisinin nübüvvetini de bilip itiraf eden, tanıyan kimseleri Cenâb-ı Hak, yanlarında kitabın ilmi bulunmakla vasfederek, "De ki: "Benimle sizin aranızda şahid olarak Allah yeter ve (bunu) yanlarında kitap ilmi bulunanlar dahi (bilirler)" (Rad, 43) buyurmuştur. Allah en iyi bilendir. Bil ki, Cenâb-ı Hak o yahudileri hem sapmak, hem de saptırmak ile vasfetmiştir. "Sapmak" ile vasfetmesine gelince bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Sapıklığı satın alıyorlar" buyruğunun beyan ettiği husustur. Bu hususta, şu izahlar yapılmıştır: a) Zeccâc şöyle demektedir: "Yahudiler, buna karşılık rüşvet almak ve reisliği ele geçirmek için, Hazret-i Peygamberi tekzîb etmeyi tercih etmişlerdir ki işte bu tercih, âyette "satın alıyorlar" tabiriyle beyân edilmiştir. Zira, bir şeyi satın alan kimse, onu tercih ediyor demektir." b) Âyette bir takdir söz konusudur ki, buna göre kelamın takdiri, "Onlar, hidayet mukabilinde dalâleti satın alıyorlar" şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı "Onlar o kimselerdir ki, hidayeti bırakıp sapıklığı satın almışlardır" (Bakara, 16) âyeti gibidir. Yani "Onlar, hidayet mukabilinde dalâleti satın alıyorlar" demektir. Halbuki Zeccâc'ın görüşüne göre âyette bir takdir bulunmamaktadır. c) Bu âyet ile, yahudilerin avam tabakası kastedilmiştir. Çünkü onlar, âlimlerine mal veriyor, onlardan yahudiliği desteklemelerini ve körü körüne ona bağlanıp kalmalarını istiyorlardı. Böylece de onlar, mallarıyla şüphe ve dalâleti satın almış kimseler durumuna geçiyorlardı. Bu durumda da bir takdir yapılmaz. Ancak, evlâ olanı, bu âyetin onların âlimleri hakkında nazil olmuş olmasıdır. Cenâb-ı Hak onları "sapmak" ile vasfedince, bundan sonra da onları "saptırmak" ile tavsif ederek, sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar" buyurmuştur. Yani, "Onlar, müslümanlıktan çıksın, ayrılsınlar diye, mü'minleri saptırmaya ve onları şüpheler içinde bırakmaya yol arıyorlardı" demektir. Bu iki şeyi, yani sapmak ve saptırmayı beraberce yapan kimseden daha kötü ve âdi bir kimseyi de bulamazsın.. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah sizin düşmanlarınızı çok iyi bilendir" buyurmuştur. Yani, "Hak teâlâ (subhânehu), onların kalblerinde ve sinelerinde olan düşmanlığın ve öfkenin iç yüzünü ve künhünü en iyi bilendir" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Gerçek bir dost olarak Allah kâfidir, hakîkî bir yardımcı olarak da Allah kâfidir" buyurmuştur. Bu, şu demektir: "Allahü teâlâ yahudilerin müslümanlara olan düşmanlığının şiddetini beyân edince, kendisinin, müslümanların velîsi ve yardımcısı olduğunu da bildirmiştir. Velîsi ve yardımcısı Allah olan kimseye ise, insanların düşmanlığı asla zarar veremez. Bu ifâdeyle ilgili birkaç sual bulunmaktadır: Birinci sual: "Allah'ın kuluna olan velayeti, kuluna yardım etmesinden ibarettir. Binaenaleyh, velayetinin zikredilmesinden sonra, yardımcı olduğunu da, ayrıca zikretmek bir tekrar olur." Cevap: Velî, bir şeyde tasarruf eden demektir. Bir şeyde tasarruf edenin ise, o şeyin yardımcısı olması gerekmez. Böylece, bir tekrar durumu ortadan kalkmış olur. İkinci sual: "Cenâb-ı Hak niçin, dememiştir? Hak teâlâ'-nın... buyruğunu yeniden zikretmesinin manası nedir?" Cevap: Bu gibi yerlerde tekrar, kalbe son derece tesir eder ve çok etkili olur. Üçüncü sual: Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesindeki bâ harfinin getirilmesinin faydası nedir? Cevap: Alimler bu husuta şu izahları yapmışlardır: a) denilmiş olsaydı, fiil failine bitişmiş oturdu. Sonra buraya bâ harf-i cerri, Allah'ın kâfi gelmesi ve yetmesinin, derece ve makam itibariyle başkalarının kâfi gelmesi ve yetmesi gibi olmadığını bildirmek için getirilmiştir. b) İbnu's-Sirâc kelamın takdirinin, "Senin, Allah'ın veliliği de yetinmen kâfidir, yeter" şeklinde olduğunu; (......) kelimesi zikredildiği için bunun, (yetinmek) delâlet ettiğini, zira bu ikinci kelimenin de (......)'nın lafzından olduğunu ve bunun, "Kim yalan söylerse, (bu yalanı) onun için bir şer olur" ifâden gibi olduğunu, yani "Bu yalanı onun için bir şer olur.." demek olduğunu; fiil kendisine delâlet ettiği için senin bu kelimeyi takdir edebileceğini" söylemiştir. c) Benim hatırıma gelen şu husustur: "Bâ harf-i cerri aslında "ilsâk" içindir. Bu manadaki bâ harfi de ancak, kendisiyle tesiri arasında herhangi bir bağ, münasebet bulunmayan müessir hakkında güzel ve yerinde olur. Eğer, denilmiş olsaydı bu, Cenâb-ı Hakk'ın bu yetmenin faili olduğuna delâlet ederdi. Ancak ne var ki bu, Allahü teâlâ'nın bunu vasıtalı ya da vasıtasız olarak yaptığına delâlet etmezdi. Binaenaleyh, bâ harf-i cerri zikredilince bu, Allahü Teâlâ'nın bunu, vasıtasız olarak yaptığına delâlet eder. Öyle ki O, böylesi bir gaye ve neticeyi meydana getirmeyi, taçfcimsenin aracılığı olmaksızın, doğrudan doğruya ve re'sen tekeffül eder. Bu, Hakk'ın tıpkı "Biz ona, şah damarından daha yakınız" (Kâf. 16) buyruğu. 46"Yahudi olanlardan kimileri, kelimeleri, konuldukları yerlerinden değiştirirler, dillerini eğip bükerek, dine de saldırarak derler ki: "(Sözünü zahiren) dinledik, (fakat kalbimizle) isyan ettik. İşit, işitmez olası, Râînâ!" Eğer onlar: "Dinledik, itaat ettik, İşit ve bizi gözet" deselerdi, kendileri için elbet daha hayırlı ve daha oğru olurdu. Fakat Allah, kendi küfürleri yüzünden onları rahmetinden kovmuştur. Artık onlar, birazı müstesna olmak üzere, iman etmezler" Nisa, 46). Bil ki, Allahü Teâlâ onların dalâleti satın aldıklarını nakledince, daha sonra bu dalâletin, sapıklığın nasıl olduğunu açıklamıştır. Buna göre dalâlet, şu hususlardır: 1) Onlar kelimeleri, "konuldukları yerlerinden değiştirirler..." Bu tabir hakkında birkaç mesele vardır: (......) kelimesinin müteallakı hakkında birkaç izah şekli bulunmaktadır: a) "Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlar"ın beyânı, açıklaması olmasıdır. Buna göre takdir: "Yahudi olanlardan kendilerine kitaptan bir nasib verilenlere bakmadın mı?" şeklindedir. b)Bu ifâdenin, Hak teâlâ'nın "yardımcı olarak.." sözüne taalluk etmesidir. Buna göre takdir, "Allah, yahudilere karşı yardımcı olarak yeteri" şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Âyetlerimizi yalanlayan kavmine karşı biz ona yardım ettik" (Enbiya, 77) âyeti gibidir. c) Bunun, mahzûf bir mübtedanın haberi; (değiştirirler) kelimesinin ise, o mübtedânın sıfatı olmasıdır. Buna göre takdir, "Yahudilerden kelimeleri tahrif eden bir topluluk bulunmaktadır" şeklindedir. Böylece, mevsûf hazfedilmiş, sıfatı da onun yerine kaim olmuştur. d) Cenâb-ı Hak, "Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlara bakmadın mı? Onlar sapıklığı satın alıyorlar.." (Nisa. 43) buyurunca, bu ifâde şu iki yönden mücmel kalmıştır. Buna göre sanki, "Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlar kimlerdendir?" denilmiş; buna cevap verilerek, "yahudilerden..." denilmiştir; sonra da, "Onlar sapıklığı nasıl satın alıyorlar?" diye sorulmuş; bu soruya da cevap verilerek, "kelimeleri tahrif ederek..." denilmiştir." Birisi şöyle diyebilir: "Çoğul sîgalar, (cemaat teviliyle) müennestir. Binaenaleyh denilmesi gerekirdi." Cevap: Vahidî şöyle demektedir: "Bu lâfız, harf sayısı, müfredinin harflerinden daha az olan bir cemidir. Böyle olan her ceminin müzekker kabul edilmesi de caizdir." Şöyle de denilebilir: "Cemilerin, (cemâat teviliyle) müennes olmaları hakikî değil, lafzî bir durumdur. Binaenaleyh, bu gibi cemilerde müzekkerlik ve müenneslik müsavi olup, ikisi de caizdir. Yine bu ifade şeklinde de okunmuştur. Tevrat'ın Tahrifinin Ne Şekilde Olduğu? Âyette bahsedilen tahrifatın nasıl yapıldığı hususunda şu izahlar yapılmıştır: a) Onlar, meselâ Tevrat'taki (orta boylu) kelimesini kaldırıp, bunun yerine (uzun boylu Adem) ifâdesini; (recmetmek) kelimesini kaldırıp, bunun yerine de, (ceza, hadd) kelimesini koymaları gibi, bir lafzı diğer bir lafızla değiştiriyorlardı. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık, elleriyle kitabı (Tevrat'ı yalan yanlış) yazıp da, sonra.. "Bu, Allah katındandır" diyenlerin vay haline!.." (Bakara, 79) buyruğudur. Buna göre şayet, "Harfleri ve kelimeleri, doğuda ve batıda, meşhur ve tevatür derecesine ulaşmış bir kitapta bu tahrif yapılabilir mi?" denilirse, biz deriz ki: Belki de şöyle denilmek istenmiştir: "O zaman yahudiler az idiler. Kitabı bilip tanıyan ulemâ da son derece az idi. İşte bu sebepten dolayı onlar, böyle bir tahrifi yapabilmişlerdir." b) Bu tahriften maksat, tıpkı zamanımızda ehl-i bid'atin, kendi mezheplerine uymayan âyetler hakkında yaptıkları gibi, ortaya birtakım şüpheler atmak, yanlış ve sapık yorumlar yapmak ve lafzı, kelime oyunlarıyla, hak ve gerçek olan manasından bâtıl manaya çevirmektir. İşte bu en doğru olan görüştür. c) Onlar, Hazret-i Peygamberin yanına varıyor, O'na bir şey soruyorlar, O da, kendisiyle amel edip alsınlar diye sorularına cevap veriyor; ama, O'nun yanından çıkar çıkmaz O'nun sözünü değiştiriyorlardı. Allahü teâlâ burada "yerlerinden"; Maide sûresindeyse, "Yerlerine konulduktan sonra" (Maide.41) buyurmuştur. Bu iki ifâde arasındaki fark şudur: Biz âyette geçen "tahrif etmek, değiştirmek" tabirini, bâtıl olan yorum ve tefsirler diye açıklarsak, bu durumda Cenâb-ı Hakk'ın, "kelimeleri, konuldukları yerlerinden değiştirirler" buyruğunun manası, "onlar, o nasslar hakkında fasit ve bozuk teviller zikrediyorlar" şeklinde olur ki, âyetin bu ifâdesinde, onların bu lafızları, kitaptan çıkardıkları beyân edilmemiş olur, Ama, Mâide sûresinde zikredilen âyete gelince bu, onların bu iki işi birlikte yaptıklarına, böylece de onların, hem o fasit tevilleri yaptıklarına, hem de lâfızları kitaptan çıkardıklarına delâlet eder. Buna göre, Hak teâlâ'nın "Kelimeleri tahrif ederler" beyanı, bu batıl tevile; "konuldukları yerlerinden" buyruğu da, o lafızları kitaptan çıkardıklarına bir işaret olmuş olur. 2) Onların sapıklıklarının ikinci çeşidini de Cenâb-ı Hak, "dinledik, isyan ettik" diyerek beyân etmiştir ki, bu hususta da şu iki izah yapılmıştır: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara birşey emredince, onlar zahiren "dinledik" diyorlar, kendi kendilerine kaldıklarında ise, "..isyan ettik" diyorlardı. b) Onlar, Hazret-i Peygambere muhalefetlerini açıktan yapmak ve onun emirlerini küçümsemek için, "işittik ve isyan ettik" şeklindeki sözlerini açıktan söylüyorlardı. 3) Onların sapıklıklarının üçüncü çeşidini de Cenâb-ı Hak, onların "işit İşitmez olası" sözünü nakletmekte bildirmiştir. Bil ki bu, iki manaya gelen bir ifade olup, hem medih manasına, hem de horlama ve kınama manasına muhtemeldir. Bunun medih manasında oluşu, bundan "Dinle, ey nahoş bir söz dinletilmeyecek İnsan.." manasının kastedilmesinden dolayıdır. Bunun kınama ve zemm manasında oluşu da şu yönlerden olur: a) Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "dinle" diyorlar, içlerinden ise "dinlemez olasıca!" diyorlar. Buna göre, âyetteki tabirinin manası, "işitmeyen" şeklinde olur. Çünkü dinleyen, dinletilen; dinletilen de dinleyen demektir. b) Bu ifâdenin manası, "Ey sözü dinlenmez olan ve çağırdığı şeye icabet edilmeyen" şeklindedir ki, bu "Ey kendisine muvafık bir cevap dinletilmeyen ve sanki hiçbirşey duyurmamış olan" demektir. c) "Dinle, ey razı olduğu bir söz dinletilmeyecek adam!" Her ne zaman böyle olursa, insan karşısındakini dinlemekten nefret ettiği için, onu dinlemez. Bu söylediklerimiz ile, bu ifâdenin hem zemm, hem de medih manasına gelebileceği sabit olur. Fakat o yahudiler, bunu sırf kınama ve zemmetme maksadıyla söylüyorlardı. 4) Onların sapıklıklarının dördüncü çeşidini Allahü Teâlâ, "(Onlar), dillerini eğerek, bükerek ve dine de saldırarak, "Râinâ" (derler)" ifâdesi ile anlatmıştır. "Râinâ" kelimesinin tefsirini, Bakara 104 âyetini tefsir ederken zikretmiştik. Bununla ilgili şu vecihler vardır: a) Bu, yahudilerin kendi aralarında, alay ve istihza için çokça kullandıkları bir kelimedir. İşte bundan ötürü müslümanlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e o kelime ile hitab etmekten nehyolundular. b) Bu kelime, "Sözümüze kulak ver, bizi dinle ve anla" manasınadır. Bu ise, kendileri ile peygamberlere hitab ederken kullanılmaması gereken cümlelerdendir. Aksine peygamberlere, ta'zim ve saygı ifade eden cümlelerle hitab olunur. c) Onlar bu kelimeyi kullanıyor ve zahiren Hazret-i Peygamberin, sözlerine kulak vermesini istiyorlarmış zannını uyandırıyor ama bununla kendi dillerindeki bir sövme ifâdesini kastediyorlardı. d) Onlar, dillerini eğip büküyorlar ve böylece "Râinâ" (Bize bak) ifâdesi, "râinâ" (bizim çobanımız) şekline dönüşüyordu. Onlar, bununla "Sen bizim koyunlarımızı güden bir çobansın" demek istiyorlardı. Cenâb-ı Hakk'ın, "dillerini, eğip bükerek" tabiri hakkında Vahidî şöyle demiştir: "Buradaki "Leyyen" kelimesinin asit dîr. Çünkü bu kelime (Eğdim) fiilindendir. Fakat kendisinden önce sakin bir harf bulunduğu için, buradaki vâv harfi yâ'ya idğam edilmiştir. "Tayy" kelimesi de böyledir. Bu kelimenin şu şekilde birkaç izahı vardır; Birincisi: Ferrâ, "O yahudiler "râinâ" kelimesini kullanıyor ve bununla kınama manasını kastediyorlardı ki, dili eğip bükmek işte budur. Yine onlar "gayra musma" deyip, bununla da, "Ey işitmez olası!" manasını kastediyorlardı ki bu da "leyy" (dili eğip bükmek)dir" demiştir. İkincisi: Onlar, içlerinde sakladıkları o kınamayı, dilleri ile, münafıkça gösterdikleri ta'zim ve saygı ile karıştırıyorlardı. Üçüncüsü: Belki de onlar, böyle davranmakla bir başkası ile alay eden kimselerin âdeti gibi, bu sözü istihza ederek söylerken avurtlarını ve dillerini eğip büküyorlardı. Daha sonra Cenâb-ı Hak onların, dine saldırıp onu tenkid etmek için bu gibi şeyleri yaptıklarını beyân buyurmuştur. Çünkü onlar, arkadaşlarına, "Biz ona sövüyoruz, ama anlamıyor. Eğer o bir peygamber olsaydı bunu mutlaka anlardı" diyorlardı. Bundan dolayı Allahü teâlâ, onların bu durumunu ortaya çıkarmış ve peygamberine, onların kalblerinde yatan o pisliği haber vermiştir. İşte bu sebeple de onların Hazret-i Peygamber'in nübüvvetine karşı tenkid ve saldırıları, O'nun peygamberliğine kesin delâlet eden bir delil haline geldi. Çünkü gaybtan haber vermek bir mucizedir. Buna göre şayet, "yahudilerin o tahriflerinden ve "Dinledik ve isyan ettik" demelerinden sonra, iki manaya da gelen o sözü nasıl söylemişlerdir?" denilirse, buna şu iki şekilde cevap verilir: 1) Biz, müfessirlerin bazılarının şöyle dediğini naklettik: "O yahudiler, "isyan ettik" şeklindeki sözlerini açıktan söylemiyor, fakat kendi kendilerine söylüyorlardı." 2) Farzet ki onlar bu sözü de açıktan söylüyorlardı. Fakat bütün kâfirler, Hazret-i Peygambere olan inkâr ve isyanlarını açıktan söylüyor, fakat sövüp saymalarını yüzüne karşı yapamıyorlardı. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer onlar, "Dinledik, itaat ettik. İşit ve bizi gözet" deselerdi kendileri için elbette daha hayırlı ve daha doğru olurdu" demiştir. Bu, şu manayadır: "Eğer onlar, "Dinledik ve isyan ettik" yerine, senin doğru söylediğini bildikleri ve deliller ile beyyineleri tekrar tekrar ortaya koyduğunu gördükleri için "Dinledik, itaat ettik" deselerdi; "İşit ey işitmez olası.." yerine, "işit" deselerdi; ve "râinâ" yerine, "bizi gözet" yani, "Dediğimizi dinle ve senden istifade edip anlamamız için bizi gözet" deselerdi, işte bu, Allah katında onlar için daha hayırlı, daha doğru ve daha âdil olurdu (......) kelimesi, "daha âdil ve daha doğru" demektir. "Dosdoğru mızrak" manasına "O şeyin eğriliğini giderdim, o da dosdoğru oldu" manasına denilir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Fakat Allah, kendi küfürleri yüzünden onları rahmetinden kovmuştur" buyurmuştur ki bundan maksad, Allah'ın onlara, inkârları sebebi ile lanet etmiş olmasıdır. Yahudilerden İslâm'a Gireceklerin Pek Az Olduğu Daha sonra Allahü teâlâ, "Artık onlar, birazı müstesna olmak üzere, imân etmezler" buyurmuştur ki bu ifâde ile ilgili şu iki açıklama yapılmıştır: Birinci görüş: Bu ifâdedeki, (birazı) lâfzı, kavmin sıfatı olup, takdiri, "Onlardan ancak az sayıda kimseler iman eder" şeklindedir. Sonra bu takdiri yapanlardan bazıları, bu pek az kimse ile, Abdullah İbn Selâm ve arkadaşları (gibi müslüman olanların) kastedilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu sayısı az topluluğun, Cenâb-ı Allah'ın ileride imân edeceklerini bildiği kimseler olduğu da söylenmiştir. İkinci görüş: Âyetteki "kalîl" (biraz, az) kelimesi imânın sıfatı olup, ifâdenin takdiri "Onlar, ancak pek az imân ederler" şeklindedir. Zira "Onlar, ancak pek az imân ederler" şeklindedir. Zira onlar Allah'a, Tevrat'a ve Hazret-i Musa'ya iman etmişler, ama diğer peygamberleri inkâr etmişlerdir. Ebu Ali el-Fârisi, şöyle diyerek bu görüşü birinciye tercih etmiştir: "Kafîl" lafzı, müfrettir. Eğer bununla bir çok insan (kavim) kastedilmiş olsaydı, tıpkı Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz ki bunlar azar azar bir cemaattir" (Şuara, 54) âyetinde olduğu gibi, cemî gelirdi. Ebu Ali'ye şu şekilde cevap vermek mümkündür: "Fa'îl siğası bazan kendisi ile cemî manası kastedildiği halde müfret gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar ne iyi arkadaştır" (Nisa, 69) ve "(O gün) hiçbir dost, hiçbir dostu sormayacak. Onlar birbirine gösterilir" (Mearic, 10-11) buyurmuştur. Bu âyette, bu ikisinin "Onlar..." diye cemî olarak tekrar zikredilmiş olmaları, her biri ile çok kimsenin murad edilmiş olduğuna delâlet etmektedir. 47"Ey kendilerine kitap verilenler, yanınızdaki (kitapları) tasdik edici (doğrulayıcı) olmak üzere indirdiğimiz (Kur'ân'a), biz bir takım yüzleri silip belirsiz ederek enselerine çevirmezden, yahut ashab-ı sebte (cumartesi yaranma) ettiğimiz lanet gibi kendilerini lânetlemezden önce imân edin. Allah'ın emri yerine gelecektir". Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Allahü teâlâ, yahudilerin çeşitli hile ve eziyetlerini naklettikten sonra, onlara iman etmelerini emretmiş ve bu emrinin peşisıra, imân etmemeleri halinde vaki olacak olan şiddetli bir azabı bildirmiştir. Birisi şöyle diyebilir: "Onların imanlarının, istidlal? (delillere dayanan) bir iman olabilmesi için, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin doğruluğuna delâlet eden deliller üzerinde düşünüp tefekkür etmelerini emretmesi gerekirdi. Allahü teâlâ onlara, direkt iman etmeyi emredince, sanki taklidî olarak imân etmelerini emretmiş gibi oldu?" Buna şöyle cevap veririz: Âyetteki hitab, ehl-i kitaba hastır. Bu ise, bütün Tevrat'ı bilen kimselerin sıfatıdır. Baksana Allahü teâlâ, daha önce geçen 44. âyette, "Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlara baksana!.." buyurmuş, "kendilerine kitap verilenlere bakmadın mı?" dememiştir. Çünkü onlar, Tevrat'taki herşeyi bilmiyorlardı. Fakat bu âyette, "Ey kendilerine kitap verilenler..." dediğine göre, bu hitabın Tevrat'ı bilen kimselere âıt olduğunu anlarız. Böyle olan herkes, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin delillerini bilir. Zira Tevrat, o delilleri ihtiva etmektedir. İşte bu sebeple Allahü teâlâ, "Yanınızdaki (kitapları) tasdik edici (doğrulayıcı) olmak üzere.." yani "Tevrat'ta, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine delâlet eden âyetleri tasdik edici olarak.." demiştir. Bu bilgi onlarda bulunduğuna göre, onlarınki sırf inadına bir inkâr olmuş olur. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hakk'ın, onlara Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e imân etmelerini kesin kes emretmiş olması ve bunun peşisıra bununla ilgili o şiddetli azabı zikretmesi şüphesiz yerinde ve güzel olmuştur. (......) kelimesinin manası silmek, götürmek, izini imha etmek demektir. Araplar sahrayı nitelerken, "O, izleri, alâmetleri yok edip silendir" derler. Yine yoldan bir iz, emare kalmadığı zaman, denilir. Allah yok edip, silip götürdüğünde de, "Muhakkak ki Allah, onun gözünü silip götürdü, kör etti" denilir. Yine rüzgâr, izi silip götürdüğünde de, ; yine, kitabın (yazılarını) sildiğim zaman denilir. Âlimler, âyette zikredilen silmenin keyfiyyeti hakkında şu iki görüşü zikretmişlerdir: a) Lafzı, hakîkî manasına hamletmek ki, bu, gerçek anlamda, yüzleri silip dümdüz etmektir. b) Lâfzı, mecazî manasına hamletmektir. Birinci görüş: Yüzleri silmeden maksat, onun hatlarını silip, dümdüz etmektir. Çünkü yüz, kendisinde yer alan duyu organları sebebiyle, diğer uzuvlardan ayrılır. Binaenaleyh, bu duyu organları silinip dümdüz edildiğinde, işte bu "tams" olur. Hak teâlâ'nın, "enselerine çevirmezden" tabirinin manası, yüzleri ense tarafına çevirmedir. İşte Cenâb-ı Hak bunu, onda yaratılışı çirkinleştirme, acı ve işkence verme ve rezil-rüsvay etmek gibi hususiyetler bulunduğu için, bir ceza kılmıştır. Çünkü böyle olunca, insanın keder ve hasreti çoğalır. Muhakkak ki bu tehdit, ileride delillerini de zikredeceğimiz gibi Kıyamet gününe mahsustur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ama kitabı arkasından verilen kimse..." (inşikâk, 10) tabiri de bunu ortaya koymaktadır. Çünkü yüzler ense tarafına döndürüldüğünde, onlara kitapları arka tarafından verilir. Çünkü kitabı anlayacak ve onu diliyle okuyacak uzuvlar yani gözler ve ağızlar o taraftadır. İkinci görüş: Buradaki, (silmek) kelimesinden mecazî mananın murad edilmesidir. Alimler bu hususta şu görüşleri zikretmişlerdir: a) Hasan el-Basrî ye göre bu tabirden murad, "Biz o yüzleri hidayetten çevirip, böylece onları gerisin geriye, yani dalâletlerine döndürürüz" demektir ki, bundan maksat, o yüzlerin çok çeşitli mahrumiyyet, terkedilmişlik ve dalâlet karanlıklarına atılacağını beyan etmektir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler, sizi size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'a ve Resulüne icabet edin. Bilin ki, şüphesiz Allah kişi ile kalbi arasına girer.." (Enfal, 24) âyetidir. Bu husustaki sözün hakikati şudur: İnsan, yaratılışının başlangıcında bu duyular (mahsûsat) âlemine alışır. Sonra, tefekkür ve kulluk esnasında, o, adetâ mahsûsat âleminden düşünme (ma'kûlât) âlemine yolculuk eder. Derken o, mâkûlât alemini, arkasından da mahsûsat âlemini unutur. Buna göre terkedilmiş olan kimse, önünden arkasına döndürülmüş kimsedir. Nitekim Cenâb-ı Hak onları vasfederken, "başları eğik olarak" (Secde, 32) buyurmuştur. b) "Silmek" ifadesiyle, çevirmek ve değiştirmek; "yüzler" ifadesiyle de, onların reislerinin ve önderlerinin kastedilmesi de muhtemeldir. Buna göre mana, "Biz onların şan ve şerefli durumlarını değiştirmezden, onlardan şanı şerefi, ikbâli çekip almazdan ve onlara zilleti, aşağılanmayı ve gerisin geriye döndürülmeyi bir elbise gibi giydirmezden önce.." şeklindedir. c) Abdurrahman İbn Zeyd: "Bu ilahî tehdit yahudilerin başına gelmiş ve bu olay olmuş bitmiştir" der ve bunu da, Kurayza ve Nadîr kabilelerinin Şam'a sürülmeleriyle te'vil eder. Buna göre, İlk başlangıçta oradan geldikleri gibi, Şam topraklarındaki Ezriât ve Erîha'ya döndüklerinde, Allah onların yüzlerini arkalarına çevirmiştir. Bu te'vile göre yüzlerin "tams"ı, silinmesi şu iki manaya gelir: 1) Onların suretlerini çirkinleştirmek. Nitekim, "Allah onun yüzünü çirkinleştirdi, çirkinleştirsin!" tabiri gibi "Allah onun suratını çirkinleştirsin" denilir. 2) Arapların beldelerinden onların izlerini silip süpürmek ve hallerinden bir iz bırakmamak, mahvetmek.. Eğer, "Allahü teâlâ onları, ikinci görüşe göre, yüzleri silmekle tehdit etmiştir. Binaenaleyh, bu durumda bir müşkil söz konusu değildir. Ama biz bunu, birinci görüşe göre tefsir edersek, -ki bu, bu tabiri zahirine hamletmektir- bunun cevabı olarak da şunlar söylenebilir: 1) Allahü teâlâ, bu tehdidi bizzat "tams"den ibaret kılmamıştır. Bilakis O bu tehdidi tams veya lanet etmeden birisi olarak belirtmiştir. Çünkü O, "yahut ashab-ı sebt'e ettiğimiz lanet gibi kendilerini lanetlemezden önce..." buyurmuştur. Şüphesiz ki Allah, bu iki tehditten birisini tahakkuk ettirmiştir ki, bu da lanetlemektir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, "yahut kendilerini lanetlemezden önce.." ifâdesinin zahiri, "mesh" (çevimek, şeklini değiştirmek) değildir. 2) Cenâb-ı Hakk'ın, "iman edin" buyruğu bütün ömürleri müddetince onlara yöneltilmiş bir mükellefiyettir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "biz bir takım yüzleri silip belirsiz ederek.., " âyetinin ifâde ettiği hususun, âhirette tahakkuk etmesi gerekir. Buna göre kelamın takdiri, "Yüzlerinizi, kendisinde dümdüz edeceğimiz zaman gelmeden önce iman ediniz, ki bu zaman ölümden sonraki zamandır.." şeklindedir. 3) Biz Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey kendilerine kitap verilenler.." buyruğunun, onların bütün âlimlerine bir hitab olduğunu beyan etmiştik. Binaenaleyh, bu "tams" tehdidi, âlimlerden hiçbirinin iman etmemesi şartına bağlanmıştır. Halbuki, bu şart bulunmamıştır; çünkü Abdullah İbn Selâm ve onun ashabından büyük bir kalabalık iman etmişlerdir. Binaenaleyh, şart bulunmadığı için, meşrut da bulunmamıştır. Rivayete göre bu âyet nazil olunca, Abdullah İbn Selam, kendi adamları ve akrabaları gelmezden önce, Hazret-i Peygamber'e gelerek müslüman olmuş ve şöyle demiştir: "Ey Allah'ın Resulü, yüzüm enseme çevrilmeden önce sana yetişebileceğimi sanmıyordum." 4) Allahü teâlâ, "yüzlerinizi çevirmezden önce" dememiş, bilakis "birtakım yüzleri silip belirsiz ederek..." buyurmuştur. Halbuki bize göre Kıyamet kopmazdan önce, yahudilerle ilgili bir "tams" veya "mesh"in olması gerekir. Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirinden muradın, bizzat o günkü yahudilerin yüzlerinin silinip belirsiz hale getirilmesi değil, aksine onların soyundan gelen nesillerden olan kimselerin yüzlerinin silinip belirsiz hale getirileceğine, Cenâb-ı Hakk'ın "yahut kendilerini lanetiemezden önce.." buyruğu da delâlet etmektedir. Böylece, Cenâb-ı Hak onları gâib zamiriyle zikretmiştir. Eğer, bizzat o günkü muhataplar kastedilmiş olsaydı, onları muhatap zamiriyle ("ya da sizi lanetlemezden önce şeklinde") zikrederdi. Âyeti, "iltifat" üslûbuna hamletmek caiz ise de, ancak bizim zikrettiğimiz husus daha açıktır. İnatçı Yahudilerin Lanetlenmesi Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yahut ashâb-ı sebt'e ettiğimiz lanet gibi kendilerini de lanetlemezden önce.." buyurmuştur. Mukâtil ve bazıları, bu âyete, "Atalarına da yaptığımız gibi, onları maymun haline getirmeden önce..." manasını vermişlerdir. Muhakkik alimlerin ekserisi ise, âyeti, bilinen lanet anlamına hamletmenin daha kuvvetli olacağını belirtip şöyle demişlerdir: Görmüyor musun? Cenâb-ı Hak, "De ki: "Allah katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah'ın lanet edip gazabına uğrattığı, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle..." (Maide, 60) buyurmuş; işte bu âyetinde lanet ile, onları domuz ve maymun haline getirmeyi birbirinden ayırmıştır. Burada birkaç soru vardır: Birinci soru: Cenâb-ı Hakk'ın, "Yahut onlan ianetlemezden önce" ifâdesindeki zamir, kime râcidir? Cevap: Eğer efendileri, reisleri kastedilirse, o efendilere; (eğer bu kastedilmezse) bu yuzienn sahiplerine" râcidir. Çünkü takdir, "Bir kavmin vücuhunu silip belirsiz hale getirmezden önce.." şeklindedir. Veya bu zamir iltifat yoluyla "kendilerine kitap verilenlere râcidir. İkinci soru: Bu lanet ve "tams" işi, bir fiilden dolayı tahakkuk edecek ilahi tehdidden (va'idden) önce olmuştur. Binaenaleyh, her ikisinin aynı şey olması gerekir. Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın bu va'îdden sonra onlara lanet etmesi, onları hor ve hakir kılmada daha tesirlidir. Binaenaleyh bu, bu hususta doğru olabilir. Üçüncü soru: Hak teâlâ'nın, "Ey kendilerine kitap verilenler.." ifâdesi, şifahî bir hitabtır. Halbuki, "Yahut kendilerini lanetlemezden önce.." ifâdesi ise, gıyabî bir hitabtır. Binaenaleyh bu iki ifâde birbiri ile nasıl birleştirilebilir? Cevap: Bazı alimler bunun "iltifat" sanatı olduğunu söylemişlerdir Bu tıpkı, "Siz de gemilerde bulunduğunuz ve o (gemi)ler onlan (yani sizi) güzel bir hava ile, akar gibi götürdükleri zaman.." (Yunus, 22) âyetinde olduğu gibidir. Bazı alimler de şöyle demişlerdir: "Bu, onların soyundan gelen tekzîb edenler (peygamberi yalanlayanlar) hakkında da bir va'îd olduğuna dikkat çekmedir." Bana göre, burada diğer bir ihtimal de şudur: Lanet, kovmak ve uzaklaştırmaktır. Uzak olan da ancak gâib sîgasıyla anlatılır. Cenâb-ı Hak onlara lanet edince, onları gâib ifâdelerle zikretmiştir. Daha sonra Allahü teâlâ, "Allah'ın emri yerine gelecektir" buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır: İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın yapmak istediği şeyi yapması imkânsız değildir" manasında olmak üzere, "O'nun hükmünü geriye çevirebilecek ve O'nun emrini bozan hiç bir varlık yoktur" manasını murad etmiştir. Bu senin olmasında hiç şüphe etmediğinşey hakkında, her nekadar o şey henüz yapılmamış ise de, "Bu iş tamam, oldu bitti" demen gibidir. Allahü teâlâ geçmiş peygamberler için olan "Her nezaman onlara, kavimlerine bir azabın indirileceğini haber vermiş ise, hiç şüphesiz o azab olmuştur" şeklindeki sünnetullahı haber vermek için de, (oldu) tabirini kullanmıştır. Öuna göre onlara sanki şöyle denilmektedir: "Sizler, Allah'ın geçmiş ümmetler hakkındaki va'îdlerinin kesin olarak tahakkuk ettiğini biliyorsunuz. Öyle ise şimdi siz de sakının ve bu va'îd hususunda uyanık olun." Allah en iyi bilendir. Cübbâî bu âyete dayanarak, Allah'ın kelâmının muhdes (mahlûk) olduğunu iddia edip şöyle demiştir: "Ayetteki, 'Allah'ın emri yerine gelecektir, (gelmiştir)" ifâdesi, emrinin yerine gelmiş olduğunu gösterir. "Yaratılmış", "yapılmış" ve "yerine gelmiş (işlenmiş)" aynı şeydir. Binaenaleyh bu ifade, Allah'ın emrinin yaratılmış olduğunu gösterir." Bu, son derece düşük bir iddiadır. Çünkü Arapça'da "emir", durum, yol ve fiil manalarına gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Firavun'un emri (İşi), hiç de düzgün değildi" (Hûd. 97) buyurmuştur. Bu âyette de aynı manayadır. 48"Şüphesiz ki Allah, (insanın), kendisine eş tanımasını bağışlamaz. O (günah)tan başkasını, dileyeceği kimseler için yarlığar. Kim Allah'a şirk koşarsa, muhakkak pek büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur". Bil ki Allahü teâlâ, yahudileri inkârlarından dolayı tehdid ve bu tehdidin mutlaka vuku bulacağını beyan edince, aynı tehdidin küfre has olan şeylerden olduğunu da bildirmiştir. Küfrün (inkârın) dışındaki diğer günahlara gelince, bunların durumu böyle olmayıp, Cenâb-ı Hak onları bazan affedebilir İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah "Şüphesiz ki Allah, (insanın), kendisine şirk koşmasını bağışlamaz. O (günah)tan başkasını, dileyeceği kimseler için affeder" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: Bu âyet şeriata göre yahudilerin "müşrik" diye adlandırılabileceklerine delâlet etmektedir. Şu iki husus da buna delildir: a) Âyet, şirkin dışında kalan günahların bağışlanacağını göstermektedir. Binaenaleyh yahudilik, şayet şirkten başka birşey olsaydı, o zaman yahudilerin de, bu âyetin ifade ettiği hükme göre, bağışlanması gerekirdi. Halbuki yahudilerin bağışlanmayacağı icma ile sabittir. Binaenaleyh bu da, yahudiliğin şirke dahil olduğuna delalet etmektedir. b) Bu âyetin, kendinden önceki âyetle ilgisi, ancak o âyetin yahudilere karşı bir va'îdi ihtiva etmiş olması bakımındandır. Eğer yahudilik, "şirk" isminin altına girmemiş olsaydı, durum böyle olmazdı. İmdi eğer, "Allah "o İmân edenler ve yahudiler, ve sâbiiler ve hristiyanlar ve mecûsiler ve Allah'a şirk koşanlar (yok mu?).." (Hacc, 17) buyurmuş ve "müşrikleri, "yahudiler" üzerine atfetmiştir. Bu da onların birbirinden farklı olmalarını gerektirir?" denilir ise, biz de deriz ki: "Bu farklı oluş, lügat manası bakımındandır. Bunların aynı oluşu ise, şer'î mana bakırnındandır. Aradaki tenakuzu gidermek için, bizim söylediğimiz manayı almak gerekir. Bu mukaddime, böylece sabit olunca, biz deriz ki: Şafiî (r.h) bir müslümanın, zımmiye mukabil kısas edilemeyeceğini söylerken, Ebu Hanife, kısas edilebileceğini söylemiştir. Şafiî'nin delili şudur: Zımmî, söylediğimiz sebeplerden ötürü müşriktir. Müşrik olanın ise kanı helâldir (öldürülebilir). Çünkü Cenâb-ı Hak, "Müşrikleri öldürünüz" (Tevbe, 5) buyurmuştur. Bundan dolayı, zikrettiğimiz sebeplerden ötürü, zımminin kanı helâldir. Kanı helâl olanı öldürene kısas gerekmez. Binaenaleyh onu öldürmenin yasaklanması, menhî (yasaklanan kişi) hakkında bu delile İstinaden ameli terketmeyi gerektirmez. Dolayısıyla zımmiyi öldüren müslümandan kısasın düşmesi hususunda, bu delil ile amel etmek gerekir. Allah Şirk Dışında Bütün Günahları Affeder Âyet, Allahü teâlâ'nın, büyük günah sahibini affedeceğine dair, biz ehl-i sünnetin en kuvvetli delillerinden biridir. Bil ki bu âyetten, birkaç bakımdan delil çıkarılmıştır: a) Âyetteki, "şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz" buyruğu, "Allah, şirki bir lütuf yoluyla bağışlamaz" manasındadır. Çünkü müşrik, şirkinden tevbe ettiği zaman, Cenâb-ı Hakk'ın onu vücub yoluyla "mecburî olarak) affetmesinin söz konusu olmadığı icmâ ile sabittir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın "Allah şirki bağışlamaz" sözü, "şirki, lütuf yoluyla bağışlamaz" manasında olursa, Allah'ın "O (günah)tan başkasını., affeder" sözünün de, şirkin dışında kalan günahları, lütuf yoluyla bağışlayacağı manasına gelmesi gerekir. İşte böylece olumlu ve olumsuz hükümler, aynı manada gelmiş olurlar. Baksana, bir kimse şayet, "Falanca, hiç kimseye lütfederek vermez, fazla fazla verir" dese, bu sözden, o kimsenin lütfederek verdiği anlaşılır. Hatta o kimse bu sözü biraz daha açık olarak "O, hiç kimseye, lütuf suretinde hiçbirşey vermez. Ancak vücub suretiyle (mecburi olarak) daha fazlasını verir" dese, her akıllı insan, bu sözün bozukluğuna hükmeder. İşte böylece Cenâb-ı Hakkin, şirk dışındaki günahları, dilediği kimseler için bir lütuf olarak bağışlayacağı sabit olmuş olur. Bu sabit olunca da biz deriz ki: O zaman bu âyetten kastedilenlerin, tevbe etmemiş olan büyük günah sahipleri olması gerekir. Zira Mu'tezile'ye göre, tevbe edildikten sonra hem küçük, hem büyük günahların bağışlanması aklen vacibtir. Binaenaleyh âyeti bu manaya hamletmek mümkün değildir. Bu da sabit olunca, geriye âyeti, ancak tevbe edilmemiş büyük günahların bağışlanması manasına hamletme yolu kalmıştır ki zaten elde etmek istediğimiz netice de budur. b) Allah, nehyedîlen şeyleri "şirk" ve "şirkin dışındakiler" diye iki kısma ayırmıştır. Şirk dışındaki günahlara, tevbe edilmemiş büyük günahlar, tevbesi yapılmamış büyük günah ve bütün küçük günahlar dâhildir. Cenâb-ı Hak, şirkin bağışlanmayacağını, onun dışındakilerin ise affedilebileceğini kesin olarak bildirmiştir. Fakat bağışlama hususundaki bu kesin hüküm, dilediği kimseler hakkında söz konusudur. Binaenaleyh âyetin takdiri, "Allah şirkin dışında kalan günahları, ancak dilediği kimseler için affeder" şeklinde olur. Âyet, şirk dışındaki günahların bağlanabileceğine delalet edince, tevbe edilmemiş büyük günahların da bağışlanabileceği anlaşılır. c) Hak teâlâ, "dileyeceği kimseler için" buyurup, bu bağışlamayı, kendi meşîet ve iradesine bağlamıştır. Halbuki tevbesi yapılan büyük günahlar ile bütün küçük günahların bağışlanacağı kesin olup, Allah'ın meşîetine bağlanmamıştır. Binaenaleyh bu âyette bahsedilen bağışlanmanın, tevbesi yapılmamış olan büyük günahların bağışlanması olması gerekir ki zaten elde etmek istediğimiz netice de budur. Mu'tezile, bu son izaha şu şekilde itiraz etmiştir: "Bağışlama işinin, Allah'ın meşî'etine bağlanması, onun vacip (mutlaka yapılması gereken bir şey) olmasına ters düşmez. Baksana, Cenâb-ı Hak bu âyetten sonra, "Öyle değil. Allah kimi dilerse, onu temize çıkarır.." (Nisa, 49) buyurmuştur. Sonra biz, Allahü teâlâ'nın, ancak temize çıkartılmaya (tezkiyeye) ehil olan kimseleri, tezkiye edeceğini biliyoruz. Aksi halde bu âyet yalan olur. Yalan ise Allah hakkında muhaldir. İşte mevzubahis âyette de böyledir." Bil ki Mu'tezile'nin, bu delillere, va'îdi ifâde eden umûmî âyetler ile karşı çıkmadan başka, nazar-ı dikkate alınacak bir sözleri yoktur. Biz de, onların karşısına vaad ifâde eden umumî âyetlerle çıkarız. Bu husustaki izahlarımız, Bakara sûresinde (81 âyetin) tefsirinde, enine boyuna ele alınmış ve ortaya konulmuştu. Bunları, burada tekrar etmenin oir faydası yok. Vahidî, "Kitabu'l-Basît"inde, senedli olarak, İbn Ömer (radıyallahü anh)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Biz, Resûlullah zamanında, içimizden birisi, büyük günah işlemiş olarak öldüğünde, onun cehennemliklerden olduğuna şehadet ediyor (inanıyor)duk. Bu âyet nazil olunca, bundan kaçındık." îbn Abbas (radıyallahü anh)da: "Ben, müşrik olarak yapılan hiçbir amelin fayda vermediği gibi, tevhid ile birlikte, hiçbir günahın zarar vermeyeceğini umuyorum" demiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh), bu sözü Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in yanında söylemiş, o da buna karşı çıkmamıştır. Yine merfu olarak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edildi: damgası ile damgalanın ve o imanı ikrar edin. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Uhud günü, Hazret-i Vahşî (radıyallahü anh) Hazret-i Hamza'yı öldürmüştü. Müşrikler Hazret-i Hamza'yı öldürürse, kendisini azâd edeceklerine söz vermişlerdi. Fakat onlar sözlerinde durmadılar. İşte bundan ötürü Hazret-i Vahşî ve arkadaşları yaptıklarına pişman olup, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, günahlarını ve İslâm'a girmelerine ancak Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, Allah'ın yanında başka bir tanrıya tapmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana, haksız yere kıymazlar..." (Furkan, 68) âyetine mâni olduğunu yazarak, biz bu âyette bahsedilen herşeyi irtikab ettik demişlerdir. İşte bunun üzerine, "Ancak tevbe ve iman edip, salih ameller işleyenler müstesna..." (Furkan, 70) âyeti nazil oldu, Onlar bunun üzerine de, "Bu, yerine getiremeyeceğimizden korktuğumuz ağır bir şarttır" dediler. O zaman da, "Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. O (günah)tan başkasını, Dileyecek kimseler için affeder" (Nisa, 48) âyeti nazil oldu. Onlar bu defa da, "Biz, Cenâb-ı Hakk'ın dilediği kimselerden olmamaktan korkuyoruz" deyince de, "De ki: "Ey kendi aleyhlerine (günahada) haddi aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları affeder. Şüphesiz ki O, gafur ve rahimdir" (Zümer. 53) âyeti nazil oldu. İşte böylece onlar, o zaman İslâm'a girdiler." Kâdî Abdülcebbâr, bu rivayeti tenkid ederek şöyle demiştir: "İman etmek isteyen kimsenin, bu kadar bahane ileri sürmesi caiz değildir. Bir de, Hak teâlâ'nın, "Çünkü Allah, bütün günahları affeder" (Zümer. 53) buyruğu mutlak manada anlaşılacak olsa bu, insanları, işlemekte oldukları (günahta) sebata ve devama bir teşvik olur." Buna şöyle cevap verilir: Şöyle denilmesi uzak bir ihtimal değildir: "Onlar Hazret-i Hamza'yı öldürmenin ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu derece eziyet etmenin, son derece büyük bir günah olduğunu gördüler de, kalblerine, bu günahlarının affedilip affedilemeyeceği korkusu düştü. İşte bundan dolayı da tekrar tekrar bahane ileri sürdüler. Kâdî'nin, "Bu, çirkin ve kötü fiili teşvik manasına gelir" şeklindeki görüşüne gelince, bu ancak onun kendi mezhebine (Mu'tezile'ye) göre doğru olur. Fakat bizim, "Hak teâlâ, dilediğini yapar" şeklindeki inancımıza göre ise, bu sual düşer. Allah en iyi bilendir. Sonra Hak teâlâ, "Kim Allah'a şirk koşarsa, muhakkak pek büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur" buyurmuştur. Bu, "Affedilmeyecek bir günah uydurmuş" demektir. Arapça'da, birisi bir yalan uydurduğu zaman, denilir. "İftira" kelimesi "kesmek" manasına olan. masdarındandır. İnsanın Değil, Allah'ın Tezkiyesi Önemlidir 49Âyetin tefsiri için bak:50 50"Kendilerini tezkiye eden (temize çıkaran)lara bakmadın mı? Öyle değil, Allah kimi dilerse onu temize çıkarır. Onlar hurma çekirdeğinin ince ipliği kadar bile haksızlık görmezler. Bak, Allah'a karşı nasıl olmadık yalan düzüyorlar? Bu, apaçık bir günah olarak yeter" Bil ki Cenâb-ı Hak, yahudileri "Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz..." (nisa, 48) sözüyle tehdit edince, o zaman onlar şöyle dediler: "Biz müşrik değiliz, bilâkis biz, Allah'ın en hâs kullarıyız." Nitekim Cenâb-ı Hak onların, "Biz, Allah'ın oğulları ve sevgileriyiz" (Maide, 18) "Bize cehennem, sayılı (mahdud) günlerden fazla katiyyen dokunmayacak" (Bakara, 80) ve "Yahudi veya hristiyan olanlardan başkası asla cennete girmeyecek" (Bakara. 111) dediklerini nakletrniştir. Onlardan bazıları da, "muhakkak ki bizim atalarımız peygamber idiler, binaenaleyh bize şefaat ederler" diyorlardı. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, yahudilerden bir topluluk, çocuklarını Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e getirirler ve şöyle derler: "Ey Muhammed, bunların boyunlarında bir günah var mı?" Hazret-i Peygamber, "Hayır" deyince de, "Vallahi, biz de bu çocuklar gibi (günahsızız). Gece işlediğimiz günahlar, gündüz; gündüz işlediğimiz günahlar da gece bizden silinir" dediler. Velhasıl bu topluluk, kendilerini tezkiye etmede çok ileri gitmişlerdi. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah bu âyette, insanın kendi kendini tezkiye etmesine (temize çıkarmasına) değil, ancak Allah'ın onu tezkiye etmesine itibar edileceğini beyan etmiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Hazret-i Peygamberi Kendisini Tezkiyesi Buradaki "tezkiye", insanın kendi kendisini medhetmesin- den ibarettir. "Adil bir kimsenin şahidi tezkiye etmesi..." manasında tabiri de bu köktendir. Nitekim Allahü teâlâ da, "Binaenaleyh kendinizi temize çıkarmayın. O (Allah), ittika eden kimseyi çok iyi bilir" (Necm, 32) buyurmuştur. Çünkü tezkiye, takva ile bir husustur. Takva ise, insanın batınında bulunan bir sıfattır ve onun gerçekten olup olmadığını ancak Allah bilir. Binaenaleyh hiç şüphe yok ki ancak Allah'ın tezkiye etmesi doğru olur. Bundan dolayı da Allahü teâlâ, "öyle değil, Allah kimi dilerse, onu temize çıkarır" demiştir. Eğer, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'a yemin olsun ki, ben gökte de emin (olarak), yerde de emîn (olarak bilinir)im" Buhari, Megazi, 61; Müslim, Zekat, 144 (2/742) dememiş midir?" denirse, biz deriz ki: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözü, münafıklar ona, "Ganimet taksiminde adaletli ol" dedikleri zaman söylemiştir. Bir de Hak teâlâ, Hazret-i Peygamberi, mucizelerin delâleti ile tezkiye edince, onun kendi kendini tezkiye etmesi, başkalarının aksine caiz olmuştur. Kuldaki İmanı Yaratan Allah'dır Âyetteki "öyle değil, Allah kimi dilerse onu temize çıkarır" buyruğu, imanın, Allah'ın yaratmasıile meydana geldiğine defâiet eder. Çünkü tezkiye ve temizliğin en şereflisi imanın kendisidir. Allahü teâlâ, dilediğini tezkiye edenin kendisi olduğunu zikredince bu. mü'minlerin imanının ancak Allah'ın yaratması ile meydana geldiğini gösterir. İnsana Azıcık da Olsa Zulmedilmez Âyetteki, "Onlar, hurma çekirdeğinin ince ipliği kadar bile haksızlık görmezler" ifadesi, "şüphesiz ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez" (Nisa, 40) âyeti gibidir. Bunun manası ya, "kendilerini tezkiye edenler, bu tezkiyelerine mukabil hiçbir zulme uğramaksızın hak ettikleri ceza ile cezalandırılırlar" şeklinde; ya da, "Allah'ın kendilerini tezkiye ettiği kimseler yok mu, işte onlara Allah taatlarına karşılık sevap verir ve sevaplarını hiç eksiltmez" şeklindedir. Buradaki "fetîl" kelimesi, senin iki parmak arasında yuvarlamış olduğun kire verilen isim olup, ism-i mef'ûl manasında olmak üzere, faîl vezninde gelmiştir. İbnu's-Sikkit'ten şu rivayet edilmiştir: "Fetîl, çekirdeğin yangındaki iplikçiktir. "Nakîr" kelimesi ise, çekirdeğin üstündeki noktadır. "Kıtmîr" kelimesi de, çekirdeğin üzerindeki ince zardır. İşte taunların hepsi, önemsiz ve değersiz şeyleri ifade etmek için kullanılan birer mesel olmuşlardır." Binaenaleyh bu âyetin manası, "Onlar, az ya da çok, hiçbir şekilde zulme uğratılmazlar" şeklindedir. Sonra Hak teâlâ, "Bak, Allah'a karşı nasıl olmadık yalan düzüyorlar" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır: Bu, onların Allah hakkındaki iftiralarından dolayı, Hazret-i Peygamberi hayrete sevketmek için getirilmiş bir ifadedir. Bu iftira ise, o yahudilerin kendilerini tezkiye edip, bu hususta Allah'a karşı iftirada bulunmalarıdır ki, bu da "onların, "Biz, Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" (Maîde, 18) "Yahudi veya hristiyan olanlardan başkası asla cennete girmeyecek" (Bakara, 111) ve "Gündüz işlediğimiz günahlar, gece affolunur" şeklindeki sözleridir. Bizim görüşümüz şudur: Bir şey hakkında verilen haber, o şeyin hilafına ise, yalan olur. Bunu söyleyen kimse, bunun böyle olduğunu bilsin, ya da bilmesin, değişmez. Câhız ise, "Onun yalan olmasının şartı, onun işin hakikatinin tersine olduğunun bilinmesidir" demiştir. Bu âyet, bizim için bir delildir, çünkü onlar, kendilerinin temiz olduklarına inanıyor ve kendilerini tezkiye ediyorlardı. Daha sonra, onlar kendilerinin temiz olduğunu söyleyip kendilerini tezkiye edince, bu hususta Allah onları yalanlamıştır ki, bu da bizim söylediğimiz şeye delâlet etmektedir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Bu apaçık bir günah olarak yeter" buyurmuştur. Arapça'da, medh ya da zemm cihetinden tazim ifade etmek için "ona yetti" denilir. Medh cihetinden kullanışa gelince bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerçek bir dost olarak Allah yeter; hakiki bir yardıma olarak da Allah kâfidir" (Nisa, 45) buyruğunda olduğu gibidir. Zemm hususundaki kullanılışa gelince, bu da, bu âyetteki kullanılıştır. ifadesi ise, temyiz olduğu için mansubtur. Yahudilerin, Müşrikleri Mü'minlere Tercih Etmeleri 51Âyetin tefsiri için bak:52 52"Bakmadın mı şu kendilerine kitaptan biraz nasib verilenlere? Kendileri ve taguta inanıyorlar, diğer küfredenler için de: "Bunlar iman edenlerden daha doğru bir yoldadır" diyorlar. Bunlarf Allah'ın kendilerine lanet ettiği kimselerdir. Allah kime lanet ederse, artık ona, hakîkî hiçbir yardımcı bulamazsın". Bil ki Cenâb-ı Hak, yahudilerin başka bir tuzak ve hilekârlıklarını nakletmiştir ki, o da şudur: Yahudiler, puta tapanları mü'minlere tercih ediyorlardı. Halbuki onların, bunun batıl olduğunu bildiklerinde hiçbir şüphe yoktur. Binaenaleyh, onların bu sözü söylemeye cür'et etmeleri, sırf inat ve taassuptan dolayıdır. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Rivayet olunduğuna göre yahudi olan Huyey İbn Ahtab ile, Ka'b İbnu'l-Eşref, bir grup yahudi ile Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı savaşmak için Kureyş ile anlaşma yapmak üzere çıkıp Mekke'ye gelmişlerdi. Bunun üzerine Kureyş, "Siz ehl-i kitapsınız. Siz, Muhammed'e bizden daha yakınsınız; binaenaleyh, biz sizin hilenizden emin olamayız. Bu sebeple, kalblerimizin mutmain olması için, ilahlarımıza (putlarımıza) secde edin" demişlerdi. Onlar da bu isteği yerine getirmişlerdi ki, işte yahudilerin "cibt"e ve "tağut"a iman etmeleri budur. Çünkü onlar, putlara secde etmişlerdi. Bunun üzerine Ebu Süfyan, "biz mi daha doğru yoldayız, yoksa Muhammed mi?" deyince, Kâ'b, "Muhammed ne söylüyor?" dedi. Bunun üzerine Kureyş, "Bir olan Allah'a ibadet etmeyi emrediyor, putlara tapmaktan nehyediyor ve ecdadının dinini bırakarak, araya ayrılık ve ikilik"sokuyor" dedi. Bu cevaba karşılık Kâ'b, "Sizin dininiz nedir, (anlatırmısınız?)" deyince Kureyş, Biz, Beytullah'ın sahibiyiz; hanlara su verir, müsafire ikram eder ve esirleri azâd ederiz" deyip benzeri şeyleri sayıp döktüler. Bunun üzerine Kâ'b: "Siz daha doğru yoldasınız" demiştir ki, işte yahudilerin, kâfir olanlara (Kureyş'e), "bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadır" demelerinden murad edilen budur. Alimler, "Cibt" ve "Tâğut"un ne olduğu hususunda ihtilaf etmişler ve bu hususta şu görüşleri nakletmişlerdir 1) Dilciler, "Allah'tan başka, kendisine tapılan her şey "cibt" ve "tâğut"tur" demişler, sonra bunların ekserisi, "cibt"in, kendi lafzından iştikak etmemiş olduğunu iddia etmişlerdir. Kaffâl, dilcilerin bir kısmından, "cibt" kelimesinin olduğunu, daha sonra sîn harfinin tâ harfine tebdil edildiğini nakletmiştir. (......) kelimesinin lügat anlamı ise, "adî, değersiz ve pis olan şey" demektir. "Tâğût" kelimesine gelince, bu kelime "tuğyan" masdarından alınmıştır. "Tuğyan" ise, günah ve isyanda çok ileri giderek haddi aşmaktır. Binaenaleyh, büyük günah işlemeye davet eden herkese, bu isim, yani "tağut" ismi verilmiştir. Daha sonra dilciler, bu ismin kullanılışı hakkında sahayı biraz daha genişleterek, bu kelimeyi cansızlara (cemâdâta) da ıtlak etmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Beni de, oğullarını da putlara tapmaktan uzak tut. Rabb'im, çünkü onlar insanlardan bir çoğuna baştan çıkardılar" (ibrahim, 35-36) buyurmuş, böylece, cemâdât olmalarına rağmen, saptırma işini putlara nisbet etmiştir. 2) Keşşaf sahibi: "Cibt, putlar ile, Allah'ın dışında kendisine ibadet edilen her şey; "tâğut" ise, şeytandır" demiştir. 3) Cibt, putlar; tâğût ise, putların tercümanlarıdır. Bu tercümanlar, insanlara o putlar hakkında yalanlar nakleder ve böylece o insanları o yalanlar ile saptırır, idtâl ederler. Bu görüş, İbn Abbas'tan nakledilmiştir. 4) Ali İbn Ebi Talha; İbn Abbas'ın cibt'in kâhin; tâğût'un ise sihirbazlar olduğunu söylediğini rivayet etmiştir. 5) Kelbî, bu âyette geçen "cibt"in, Huyey İbn Ahtab; tâğût'un ise, Kâ'b İbnu'l-Eşref olduğunu; yahudilerin bu iki kimseye müracaat ettiklerini belirtip "işte bu sebeple bunlar insanları saptırma ve azdırma hususunda çaba sarfettikleri için, bu isimle adlandırılmışlardır" demiştir. 6) Cibt ve tâğut, Kureyş'in iki putunun ismidir. Bunlar, Kureyş'i hoşnut etmek için yahudilerin kendilerine secde etmiş oldukları iki puttur. Netice olarak diyebiliriz ki, bu husustaki görüşler pek çoktur. Ama, bu iki kelime şer ve fesad hususunda doruk noktaya ulaşmış herkese alem, özel ad olarak konulmuş lâfızlardır. Sonra Cenâb-ı Hak "İşte onlar, Allah'ın kendilerine lanet ettiği kimselerdir. Allah kime lanet ederse, artık ona, hakikî hiçbir yardıma bulamazsın" (Nisa. 52) buyurmuş, kendisi tarafından onlara lanet edildiğini beyan buyurmuştur. Lanet ise, Allah'ın yardımı keserek rahmetinden uzaklaştırması demektir kî, bu da Allah'ın mü'minlere olan yakınlığının zıddıdır. Bundan sonra da Cenâb-ı Hak, Allah'ın lanet ettiği bir kimseye, hiçbir kimsenin yardım edemiyeceğini beyan buyurmuştur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "... Hepside, Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak... Nerede ele geçirilirlerse yakalanır ve öldürülürler de öldürülürler..." (Ahzâb, 61) âyetinde olduğu gibidir. İşte bu lanet, mevcut ve tahakkuk eden lanettir. Ahiretteki lanete gelince, bu daha büyüktür. Bu da, "o günde hiç kimsenin hiç kimseye fayda verememesi ve emrin yalnız Allah'a mahsus olması" ile tahakkuk edecek olan bir lanettir. Bu ifadede, "Zıddın, zıd üzerine hamledilmesi kabilinden", Allah'ın Resulüne yardım, mü'minlere de takviye ve teyîd va'adi bulunmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, önceki âyetlerde de, "Gerçek bir dost olarak Allah yeter; hakîki bir yardımcı olarak da Allah kâüdir.." (Nisa. 45) buyurmuştur. Bil ki bu yahudi topluluğu, bu denli şiddetli olan bir laneti hak etmişlerdi. Çünkü onların, puta tapanları, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman edenlere tercih etme ve onları üstün tutma hususundaki sözleri bir büyüklenme (mükabere), hakka karşı bilerek diretme yerine geçmiştir. Çünkü, Allah'tan başkasına ibâdet eden kimsenin durumu, Allah'tan başkasına tapmaya razı olmayan kimsenin durumundan nasıl üstün olabilir? Dini, tamamiyle Yaratan'a hizmete yönelmek, dünyadan yüz çevirip ahirete teveccüh etmek olan bir kimsenin durumu, bütün bu hususlarda, tamamiyle aksini yapan kimsenin durumundan artık nasıl olur da daha aşağı ve düşük olabilir? Allah en İyi bilendir. 53"Yoksa onların, mülkten bir hissesi mi var? Fakat öyle olsaydı, insanlara çekirdek kadar birşey bile vermezlerdi" Bil ki, Cenâb-ı Hak önceki âyette yahudileri şiddetli bir cehaletle vasfetmiştir ki, bu da onları "Puta tapanların, Allah'a ibadet edenlerden daha üstün olduğuna inanmalarıdır." Bu âyette de onları, cimrilik ve haset etmekle vasfetmiştir. Cimrilik, bir kimsenin, Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetlerden hiç kimseye hiçbir şey vermemesidir. Hased ise, insanın, Allah'ın başka kimselere hiçbir nimet vermemesini temenni etmesidir. Binaenaleyh, cimrilik ile hased kendisinde bulunduğu kimselerde, Allah'ın başkalarına nimet vermemesini isteme hususunda müşterektirler. Buna göre cimri olan kimse, kendinde olan nimeti başkalarına vermez; hased eden kimse de, Allah'ın, başka kullarına hiçbir nimet vermemesini ister. Cenâb-ı Hak o âyeti bu âyetten önce getirmiştir; çünkü insanın, "kuvvet-i âlime" (bilme kuvveti) ve "kuvvet-i âmile" (yapma kuvveti) diye iki kuvveti vardır. Kuvvet-i âlime'nin kemâli, ilim; noksanlığı ise, cehalettir. Kuvvet-i âmile'nin kemâli, güzel ahlâk; noksanlığı ise, kötü ahlâktır. Noksanlık itibariyle kötü ahlâkın en şiddetlisi de, cimrilik ile haseddir. Çünkü bunlar, Allah'ın kullarına birçok zararın dönüp gelmesinin menseldirler. Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Cenâb-ı Hak şu iki sebepten dolayı yahudileri, cimrilik ve hased ile nitelendirmeden önce, cehaletle vasfetmiştir: a) Kuvvet-i nazariyye, şeref ve derece bakımından, kuvvet-i ameliyye'den önce gelip, amelî kuvvetin temelidir. Bu sebeple, kuvvet-i nazariyyenin açıklanmasının, kuvvet-i ameliyyenin durumunun açıklanmasından önce gelmesi gerekmiştir. b) Cimriliğin ve hasedin sebebi, cehalettir. Sebep, müsebbebten (neticeden) önce olur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, cimrilik ve hasedden önce cehaleti zikretmiştir. Biz, cehaleti cimrilik ve hased sebebi olarak zikrettik. Cimriliğe gelince, bu şundan dolayı böyledir: Malı harcamak, nefsin tezkiyesinin (temizlenmesinin) ve âhirette mutluluğu elde etmenin sebebidir. Malı harcamamak ise, dünya malının insanın elinde birikmesinin sebebidir. Binaenaleyh cimrilik, seni dünyaya bağlayıp, âhiretten alıkor. Cömertlik ise, seni âhirete davet edip, dünyadan alıkor. Dünyayı âhirete tercih etmek ise, sırf cehaletten dolayı olur. Hasede gelince, bu şundan dolayı böyledir: Hanlık, nimet ve lütuîları kullara ulaştırıp, onlara ihsanda bulunmaktan ibarettir. Binaenaleyh bunu hoş görmeyen, sanki Allah'ı, hanlıktan azletmek istemiştir. Bu ise, sırf cehaletten neş'et eder. Binaenaleyh cimrilik ve hasedin asıl sebebinin, cehalet olduğu sabit olmuş olur. Cenâb-ı Hak önce cehaleti zikredince, peşinden müsebbeb (netice) de sebebin peşine zikredilmiş olsun diye, cimrilik ve hasedi zikretmiştir. İşte bu âyetin önceki âyetlerle irtibatının izahı budur. Bu âyetle ilgili birtakım meseleler bulunmaktadır: (......) Edatı Hakkında İzahat Buradaki, fi (yoksa) lafzı hakkında şu izahlar yapılmıştır: a) Bazı kimseler bundaki mîm'in "sıla" olup, (Onlar için mi) takdirinde olduğunu söylemişlerdir. Çünkü edatından önce bir istifham (soru) geçmediği zaman, bundaki mim harfi "sıla" olur. b) Bu, em-i muttasıladır. Bu âyette daha önce mana bakımından bir istifham geçmişti. Zira Allahü teâlâ, o mel'un yâhudilerin, Kureyş müşriklerine "sizler, mü'minlerden daha doğru yoldasınız" dediklerini nakledince, bu ifâde üzerine, "Yoksa onların mülkten bir hissesi mi var?" ifâdesini atfetmiştir. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak, "Buna mı şaşılır, yoksa kendileri için bir mülk bulunması ve son derece cimri olmaları durumunda, o yâhudilerin o müşriklere "Onların mülkten bir hissesi var" demelerine mi şaşılır?" demek istemiştir. c) Bu, em-i munkatı'a olup kendisinden önceki ifâdelerle ilgisi yoktur. Buna göre sanki, kendisinden önceki söz tamamlanınca, "Belki de onların, mülkten bir hissesi vardır" buyurmuştur. Buna göre fi lafzının başındaki istifham hemzesi, istifhâm-ı inkârı olup, "Onlar için mülkten hiçbir hisse yoktur" demektir. Bu izah, en doğru izahtır. Yahudilerin Mülk Hırsı Alimler bu ifadede geçen "mülk" hakkında da şu izahları yapmışlardır: 1) Yahudiler, "Biz, mülke (hükmetmeye) ve nübüvvete daha lâyıkız. Binaenaleyh biz, Araplara nasıl tâbi oluruz?" diyorlardı. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak bu âyetle, onların bu görüşlerini iptal etmiştir. 2) Yahudiler, hükümranlığın (mülkün), kıyamete doğru yeniden ellerine geçeceğini iddia ediyorlardı. İddialarına göre içlerinden bir yahudi çıkacak, mülklerini ve devletlerini yeniden kuracak ve insanları kendi dinlerine davet edecekti- Böylece Allahü teâlâ onları bu âyetle yalanlamıştır. 3) Buradaki mülkten maksad, temlik (mal sahibi etme)dir. Yani, "Eğer mâlik kılmak onların elinde olsaydı, onlar muhakkak o nübüvveti sana vermezlerdi. Yine eğer mal mülk sahibi etme gücü onların elinde olsaydı, onlar bu hususta son derece cimri olurlardı. Binaenaleyh onlar yapmaya ve yapmamaya nasıl kadir olabilirler?" Ebu Bekir el-Esamm şöyle demiştir: "Onların bağlan, bahçeleri ve birçok malları vardı. Son derece güçlü ve karşı konulamaz bir durumda idiler. Daha sonra fakirlere karşı son derece cimri oldular. İşte bundan dolayı bu âyet nazil oldu." Mülkün Manası Allahü teâlâ, onlarır cimriliklerini, onlar için mülkün meydana gelmesine bir mani olarak kabul etmiştir. Bu da, mülkün ve cimriliğin bir arada bulunamıyacağına delâlet etmektedir. Bunun aklî yönden izahı da şöyle yapılabilir: Başkasına boyun eğmek, İizâtihî hoş karşılanmayan bir durumdur. Halbuki insan, karşılığında istediği ve arzuladığı bir şeyi elde etmediği sürece sıkıntılara katlanmaz. İhtiyaçlar, insanları çepeçevre kuşatmıştır. Binaenaleyh bir kimse, bir başkasına iyilik yaptığında, kendisine iyilik yapılan kimsenin o mal hususundaki isteği, iyilik edilen kimsenin, kendisine iyilik edene boyun eğip, ona itaatkâr davranmasına sebep olur. İşte bundan dolayı, "yapılan iyilik, hür kimseleri kul-köle eder" denilmiştir. Binaenaleyh, böyle bir iyilik bulunmadığı zaman, insanın yaratılışında bulunan başkasına itaat etmeme, nefret duygusu, o vakit engellenmemiş, karşı konulmamış, bastırılmamış olur. Böylece de, kesin olarak bir inkıyâd meydana gelmez. Bu sebeple de, mülk ile cimriliğin bir arada bulunamıyacağı sabit olmuş olur. Ayrıca, mülk üç kısımdır: a) Sadece, zahire malik ve hükümran olmak. Bu, meliklerin (padişahların) mülküdür. b) Sadece bâtına mâlik ve hükümran olmak. Bu da, âlimlerin mülküdür. c) Hem zahire, hem de bâtına hükümran olmak. Bu ise, peygamberler (aleyhisselâm)'in mülküdür. Cömertlik, mülkün ayrılmaz bir parçası olunca, şu huyların herbirinin, insanların kendilerine uymalarının ve emirlerine sımsıkı sarılabitmelerinin sebebi olması için peygamoerlerin son derece cömert, keremli, merhametli ve şefkatli olmalan gerekir. Bütün bu sıfatların en mükemmeli, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'de bulunmaktadır. Sîbeveyh şöyle demektedir: "Fiillerde amel etmesi bakımından üto edatı, isimlerde amel eden (zannediyorum, zannederim) yerindedir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: "Zannetmek" fiili, kelâmın başında bulunursa, nasb eder; başka birşey olmaz. Bu meselâ senin, "Zeyd'in ayakta olduğunu zannediyorum" demen gibidir. Eğer bu fiil, kelâmın ortasında bulunursa, onu amel ettirmek ya da ettirmemek caizdir. Bu da, senin "Öyle sanıyorum ki, Zeyd ayaktadır" demen gibidir. İstersen, (Zeyd'in ayakta olduğunu zannediyorum)da diyebilirsin. Eğer, fiil kelâmın sonunda bulunursa, en güzel olanı onu amel ettirmemektir. Meselâ, "Zannediyorum Zeyd gidicidir" demen gibi. Bu anlattıklarımızın sebebi şudur: ve (bildi) (zannetti, sandı) vb. fiiller, amel bakımından zayıftırlar. Çünkü bu fiiller, mamullerinde müessir olamazlar. Binaenaleyh, bu fiiller mamullerinden önce zikredildiğinde, bu onların özellikle ve hassaten kastedildiklerine delâlet eder. Böylece de, mamullerine tesir etme bakımından kuvvetli olmuş olurlar. Bu filler mamullerinden sonra getirildiklerinde, bu durum onların bizzat kastedilmediklehne delâlet eder; bundan dolayı da amel edemezler. Bu fiil mamullerinin ortasında bulunduğunda, bu durumda, ne her yönden bizatihi kastedilmiş olurlar, ne de her yönden ihmâl edilmiş olurlar. Bilakis, bu iki durum arasında orta bir durumda bulunmuş olurlar. Binaenaleyh, hiç şüphesiz (bu durumda) bu fiilleri hem amel ettirmek, hem de amel ettirmemek caiz olmuş olur. Mamullerinin ortasında bulunduğunda amel ettirmek, mamullerinden sonra geldiğindeyse, amel ettirmemek daha güzeldir. İşte sen bunu iyice anladığında biz deriz ki, (......) kelimesi de aynı tertib üzeredir. Eğer öne geçerse, fiili nasbeder. Mesela sen, ait "O halde, sana ikram ederim.." dersin. Eğer ortada bulunur veya en sonda bulunursa, o zaman amel ettirilmemesi caizdir. Mesela sen, dersin, böylece de bu edatı, bu iki halde amel ettirmemiş olursun. Sen bu mukaddimeyi iyice anladığında, bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat öyle olsaydı, insanlara çekirdeğin arkasındaki minik bir tomurcuğu bile vermezlerdi" ifâdesinde (......) kelimesi fiilden önce gelmiş, ama (amel etmesi gerekirken) amel etmemiştir. İşte âlimler, bu amel etmeme hususunda şu izahları yapmışlardır: a) Bu ifadede bir takdim-tehir vardır. Buna göre kelâmın takdiri, şeklindedir. b) Bu edatın, fâ ile fiilin arasında bulunduğu için, ortada bulunmuş olması ve böylece de, tıpkı ortada bulunması ya da sonda bulunması durumunda olduğu gibi, amel ettirilmemiş olmasının takdir edilmesi caiz olmuş olur. Bu edatın_ vâv île kullanılması halinde de durum böyledir: Meselâ Hak teâlâ'nın, "O takdirde, kendileri de senin arkandan pek az kalacaklardır" (İsra, 76) ifâdesinde olduğu gibidir. c) Ibn Mes'ûd, amet ettirerek, yani mansub olarak (......) şeklinde okumuştur. Beşinci Mesele Dilciler, (......) kelimesinin, çekirdeğin üstünde bulunan bir nokta olduğunu ve hurma filizinin de o noktadan yarılıp çıktığını söylemişlerdir. Bu kelimenin aslı nakr kelimesinden olup, faîl veznindedir. Kendisinde bir oyuk bulunan oduna da, oyulduğu içinadı verilir. "Nakr" kelimesi ise, taşa ve başka şeylere "minkar" ile vurmaktır. Minkar balta gibi, kendisiyle taşların parçalanıp yarıldığı bir demir (keski, murç vb. şeyler)'dir. Gagasıyla vurup besinini yardığı için, kuşun gagasına minkar isminin verilmesi de bundandır. Burada nakîr kelimesinin zikredilmesi bir temsil olup, maksad onların son derece cimri olduklarını anlatmaktır. 54Âyetin tefsiri için bak:56 55Âyetin tefsiri için bak:56 56"Yoksa, onlar Allah'ın fazl-u kereminden insanlara verdiği şeylere karşı hasedmi ediyorlar? Biz, gerçekten İbrahim hanedanına da kitap ve hikmet vermişizdir. Onlara büyük bir mülk de bahşettik. İşte onlardan kimi O'na iman etti, kimi de ondan yüz çevirdi. (Onlara) çılgın bir ateş olarak cehennem yeter". Bu âyetlerle ilgili olarak birkaç mesele vardır: Kelâmın başında bulunan edatı, munkatı'a olup, bu ifâdenin takdiri, "daha doğrusu insanlara hased ediyorlar" şeklindedir. Burada geçen (......) kelimesiyle kimlerin murad edildiği hususunda da şu iki görüş vardır: Birinci görüş: Bu, İbn Abbas ile ekseri ulemânın görüşü olup, bu görüşe göre bu kelimeyle Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) kastedilmiştir. Çünkü Hazret-i Muhammed'de, büyük bir kalabalıkta ancak ayrı ayrı bulunabilen pekçok hayır hasletleri bulunduğu halde, kendisi tek ferd olduğu için, cemi olan nâs (insanlar) kelimesi, onun hakkında kullanılmıştır. "Falanca, tek başına bir ümmettir" denilmesi de bu anlamdadır ki, yani "O, bir ümmetin yerini tutar" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Muhakkak ki ibrahim, bir ümmetti; Allah'a İtaatkârdı..." (Nahl, 120) buyurmuştur. İkinci görüş: Burada bu kelimeden maksat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve O'nun yanında bulunan mü'minlerdir. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Nâs lafzı çoğuldur. Binaenaleyh, bu kelimeyi cemi manaya hamletmek, müfred manaya hamletmekten daha evlâdır. Bil ki, burada belli bir kısım insanı kastederek, nâs lafzını zikretmek muhakkak ki güzel olmuştur. Çünkü yaratılmaktan maksat, kulluğu yerine getirmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ben, cinleri de İnsanları da, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zariyât, 56) buyurmuştur. Binaenaleyh, bu gayeyi yerine getirenler ancak Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve O'nun dinindeki kimseler olunca, sanki O ve O'nun ashabı, bütün insanların tamamı gibi olmuş olur. İşte bundan dolayı nâs lafzını mutlak olarak kullanıp, alettayîn, yani bu kelimeyle onları kastetmek yerinde ve uygun olmuştur. Alimler, kendisi sebebiyle insanlara hased edilen "fazl-u keremin tefsiri hususunda, iki görüş üzere ihtilâf etmişlerdir: Birinci görüş: Bu, gerek dinî, gerekse dünyevî hususlarda, kendisi sebebi ile nübüvvetin ve ikramın meydana geldiği fazl-ı ilâhidir. İkinci görüş: Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dokuz tane hanımı oluşuna hased etmişlerdir. Bil ki hased, ancak bir fazilet (üstünlük ve fazlalık) bulunduğu zaman söz konusu olur. Binaenaleyh her nezaman insan daha tam ve daha mükemmel bir fazilete ve üstünlüğe sahip olursa, ona hased edenlerin hasedi de o nisbette fazla olur. Dinî bakımdan en büyük makamın, nübüvvet makamı olduğu malumdur. Yine Cenâb-ı Hakk'ın, bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verip, bu nübüvvete hergün gittikçe artan daha güçlü bir devlet, daha büyük bir şevket ve daha çok yardımcı nasîb etmiş olduğu da malumdur. Bütün bunlar da, büyük bir hasedi icab ettiren şeylerdendir. Fakat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hanımlarının çokluğu sebebi ile hased edilmesine gelince, bu önce zikrettiğimiz şeylere nisbetle, önemsiz bir şey gibidir. Binaenaleyh âyette geçen fazl-ı ilahî'yi bu manaya almak mümkün değildir. Aksine burada geçen "fazl", "Allah'ın kuluna in'âm ettiği her şey" manasında alınır ise, bunun içine bu ikinci mana da girer. Fakat bu kelimeyi, sırf bu ikinci manaya almak, gerçekten uzak bir ihtimal olur. Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e çok nimetler vermiş olmasının, yahudilerin hasedine sebep olduğunu beyan edince, bu hasedi giderecek olan hususu da beyan ederek: "Nitekim biz, İbrahim hanedanına da kitap ve hikmet vermişizdir. Onlara büyük bir mülk de bahşettik" buyurmuştur ki bunun manası şudur: "İbrahim'in soyunda da hem peygamberliği, hem de mülkü (hükümranlığa devleti) kendinde birleştiren pekçok kimseler vardı. Halbuki siz ey yahudiler, buna ne şaşmış, ne de haset etmiştiniz. Öyle ise niçin Hazret-i Muhammed'in durumuna şaşıyor ve haset ediyorsunuz?" Bil ki bu ifâdedeki "kitap", şeriatın zahirî hükümlerine; "hikmet" ise, hakikatin sırlarına bir işarettir ki işte ilmin kemâli, bu ikisiyledir. Âyette bahsedilen "mülk-ü azîm" de, kudretteki mükemmelliği ifade eder. Böylece hakîkî kemâlatın, ancak ilim ve kudretle olacağı sabit olmuş olur. Binaenaleyh bu âyet, Cenâb-ı Allah'ın, o peygamberlere, insanlara uygun olan en mükemmel kemâli nasib etmiş olduğuna dikkat çekmektedir. Bu, o peygamberler hakkında uzak görülen bir ihtimal olmadığına göre, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında da tuhaf görülecek birşey olamaz. Şu izah da yapılmıştır: O yahudiler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) sayısını fazla görünce, onlara, "Hazret-i Davûd (aleyhisselâm)'un, yüz; Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın ise üçyüzü mehirli (nikahlı), yediyüzü de cariye olmak üzere, bin hanımı varken, niçin Hazret-i Muhammed'e dokuz hanımı çok görüyorsunuz?" denilmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, "İşte onlardan kimtona imân etti, kimi de ondan yüz çevirdi" buyurmuştur. Alimler buradaki (Ona) zamirinin kimi ifâde ettiği hususunda ihtilaf edip, bazıları bunun, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e râcî olduğunu söylemiştir ki o zaman bunun manası, "Kendilerine kitaptan bir nasîb verilen o yahudilerden bir kısmı Hazret-i Muhammed'e iman etti, bir kısmı da küfrüne ve inkârına devam etti" şeklinde olur. Bazı âlimler de bu zamirin, daha önceki peygamberlere râcî olduğunu söylemişlerdir ki buna göre de mana: "O peygamberlere nübüvvet ve hükümranlık nasib edilmesinin yanısıra, ümmetlerin onlara karşı adeti, bir kısmının o peygamberlere iman etmesi, bir kısmının da küfründe ısrar etmesi şeklinde cereyan etmiştir. Binaenaleyh Ya Muhammed, bu topluluğun, üzerinde bulunduğu şu hale şaşma. Çünkü bütün peygamberlere karşı, ümmetlerinin durumu da böyle idi" şeklinde olur. Bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, o kavimden gelen kötülüklere karşı daha sabırlı olsun diye, Allah'tan olan bir teselli olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Onlara) çılgın bir ateş olarak cehennem yeter" demiştir. Bu, "Gelmiş geçmiş o kâfirlere, azâb olarak cehennem yeter" demektir. "Sair", "iyice alevlendirilmiş ateş" demektir ki bu manada, ve (Ateşi tutuşturdum) denilir. Kâfirlerin Derilerinin, Yandıkça Değiştirilmesi "Âyetlerimizi inkâr edenleri muhakkak bir ateşe atacağız. Derileri piştikçe, azabı tadıp durmaları için, o derileri başka derilerle değiştireceğiz. Şüphesiz ki Allah aziz ve hakimdir" (Nisa. 56) bil ki Allahü teâlâ, ehl-i kitapdan bu belli grup (yahudiler) hakkındaki va'îdini zikrettikten sonra, bütün kâfirleri içine alan va'îdini beyan ederek, "Âyetlerimizi inkâr edenleri muhakkak bir ateşe atacağız" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Birinci Mesele Buradaki "âyetlerimiz" ifâdesine, Allah'ın varlığına, fiillerine, sıfatlarına, isimlerine, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine delâlet eden (delil olan) herşey girer. Onların âyetler hususunda kâfir oluşları, sadece âyetleri inkâr etme şeklinde değil, aksine şu gibi pek çok yönden olmuştur: a) Onlar, o âyetlerin, âyet olduğunu inkâr etmişlerdir. b) Onlar, o âyetlere kulak asmamış ve onlar üzerinde düşünmemişlerdir. c) Onlar, âyetler hakkında birtakım şek ve şüpheler ortaya atmışlardır. d) Onları iyice bilmelerine rağmen, onları inat ve hasedteri yüzünden inkâr etmişlerdir. Fakat küfrün tarifi ve hakikatine gelince, biz bu konuyu, Bakara sûresinin (6. âyetinin) tefsirinde zikretmiştik. Sibeveyh şöyle demektedir: tehdid ve va'îd için kulla- nılan bir kelimedir. Meselâ, "Yapacağım", denilir. Sîn harfi de bunun yerine kullanılır. Mesela, "Onu, cehenneme sokacağım" (Müddessir, 26) âyetinde olduğu gibi." Bu kelime, bazan va'ad için de kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbin sana (bol lûtuflar) yerecek, sen de razı (ve hoşnud) olacaksın" (Duha, 5) ve "Sizin için Rabb'İmden mağfiret talebinde bulunacağım" (Yusuf, 98) buyurmuştur. Hazret-i Yakub (aleyhisselâm)'un, bu son âyette bahsedilen mağfiret talebinde, duanın kabulünü sağlamak için, bunu seher vaktine ertelediği söylenmiştir. Netice olarak diyebiliriz ki: "Sîn ve sevfe kelimeleri, gelecek zamanı ifâde için (fiili muzarînin başında) kullanılan edatlardır. Âyetteki, ifâdesi, "onları cehenneme sokarız" manasındadır. Fakat bu kelimede, girdirmenin ötesinde fazladan bir mana vardır. Çünkü bu ifade, "Onları ateşte kebâb ederim" deme gibidir. Nitekim "kızarmış koyun eti" manasında denilir. Allahü teâlâ daha sonra, "Derileri piştikçe, azabı tadıp durmaları için, o derileri başka derilerle değiştireceğiz" buyurmuştur. Bu hususta şu iki soru söz konusudur: Birinci soru: Allahü teâlâ, onları ebedî olarak cehennemde canlı tutmaya kadir olmasına rağmen, niçin onları, kendilerine cehennemde çok şiddetli elem ve acılar ulaştığı halde, pişmeyen ve yanmayan bedenler kılmamıştır. O zaman onların derilerini, başka derilerle değiştirmeye gerek kalmazdı? Cevap: Allahü teâlâ, yaptıklarından dolayı hesaba çekilmez. Hatta biz şunu da diyebiliiz: Allahü teâlâ, onları cehenneme sokmadan da, onların bedenlerine bu büyük elem ve acıları ulaştırmaya da kadirdir. Ne var ki onları, cehenneme sokacaktır. Günah İşlemeyen Derileri Azaplandırma Meselesi İkinci soru: İsyan eden (insanların) derileri, yanıp kül olduğunda, eğer Cenâb-ı Allah, onların yerine başka deriler yaratıp, onlara azab ediyorsa, bu, isyan etmemiş varlığa azab etme olur ki, bu da caiz değildir? Cevap: Buna da pek çok yönden cevap verilir: 1) Pişmenin, pişen şeyden başka kabul edilmesidir. Bu durumda zât aynı kalır, değişen ise sıfatı olmuş olur. Zât aynı olunca, azab da, ancak isyan eden kimseye ulaşmış olur. Bu takdire göre, âyette bahsedilen başkalık (başka deriler)den maksat, sıfattaki başkalık olmuş olur. 2) Azab gören, insanın kendisidir. Derisi ise, kendisinin mahiyyetinden bir cüz olmayıp, aksine o insana yapışmış bulunan ve onun zâtına ilâve olan bir şey gibidir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, derileri yenileyip, bu yeni deriler de azabın insana ulaşmasına bir sebep ve vesile olunca, işte bu da ancak, isyan edeni azaplandırma olur. 3) Âyet-i kerimede bahsedilen derilerden maksat, onların elbiseleridir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Elbiseleri katrandandır" (ibrahim, 50) buyurmuştur. Binaenaleyh, derileri yenilemek, onların (bu katrandan olan) elbiselerini yenileme demektir. Kâdî, bu son görüşü tenkid ederek şöyle demiştir: "Bu, âyet-i kerimenin zahirini terketmektir. Hem katrandan olan elbiseler, pişme ile tavsif edilemezler. Bunlar ancak, yanma ile vasf edilebilirler." 4) Şöyle denilmesi de mümkündür: Bu, o azabın sürekli olacağından ve hiç kesilmeyeceğinden bir kinayedir. Nitekim, kendisi devamlılıkla vasf edilmek istenen kimseye, "Her ne zaman bir işin sonuna vardığında, o yeniden başlamış; ve her ne zaman o işin sonuna ulaşmışsa, mutlaka yeni baştan başlamış demektir" denilmektedir. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "derileri piştikçe, o derileri başka derilerle değiştireceğiz" ifâdesi de böyledir. Yani, "Onlar her ne zaman piştiklerini, yandıklarını ve yok olma noktasına vardıklarını zannettiklerinde, o vakit şu anda meydana geldiklerini ve var olduklarını zannedecekleri bir biçimde, onlara yeni bir hayat kuvveti veririz" demektir. Böylece de, âyet-i kerimenin maksadı, onların göreceği azabın devamlı olduğunu ve sona ermeyeceğini beyan etmek olmuş olur. 5) Süddî de şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, kâfirin derisini onun etiyle değiştirir, böylece de onun etinden başka bir deri meydana getirir." Süddî'nin bu görüşü uzak bir ihtimaldir. Çünkü, kâfirin eti sınırlı ve sonludur, binaenaleyh mutlaka bitip tükenmesi gerekir. Onun eti bitip tükendiğinde, deriyi değiştirmek konusunda başka bir yola ihtiyaç hasıl olur. Halbuki bu yol, her şeyden önce, âyette zikredilmemiştir. Allah en iyi bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Azabı tadıp durmaları için" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak da şu iki soru bulunmaktadır: Birinci soru: Hak teâlâ'nın, 'Azabı tadtp durmaları için" sözü, "Bu azabı tatmanın, onlar için devamlı olması ve sona ermesi için..." anlamındadır. Bu, senin tıpkı kuvvetli ve şerefli olan bir kimseye demen gibidir. Yani, "Allah senin izzetini devam ettirsin ve onu artırsın" demektir. Ve yine bu sözden murad, "Onlar bu yeni durum ile de (yeni deriyle de) azabı tatmaları için.." şeklindedir; çünkü zaten onlar o azabı tadıyor ve o azâb onlar için devam ediyor. İkinci soru: İnsan bir azâbtan cüz'î bir şey taddığında. "Falanca azabı taddı" denilir. Halbuki Cenâb-ı Hak onları, azabın en şiddetlisi içinde bulunmakla vasfetmiştir. Binaenaleyh, bu ifâdelerden sonra, daha nasıl "Onlar bu azabı tadıyorlar" denilebilmiştir? Cevap: Âyet-i kerimede, "tadma" tabirinin zikredilmesinden maksat, kendisine herhangi bir noksanlığın arız olmaması ve bu yanma sebebinin yok olmaması bakımından, tadan kimsenin taddığı şeyi hissetmesi gibi, onların da her halükârda, o azabı hissedeceklerini haber vermedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah, aziz ve hakimdir" buyurmuştur ki, buradaki "azız" vasfından maksat, "kadir ve gâlib olan"; "hakîm" vasfından maksad da, "ancak doğruyu yapan..." zât kastedilmiştir. Bu iki kelimenin burada zikredilmiş olması, son derece güzeldir. Zira insanın kalbine, "İnsanın bu ateş içinde ebedî olarak kalabilmesi nasıl mümkün olabilir?" şeklinde hayreti mûcib bir sual gelebilir.. İşte bu durumda o kimseye sanki, "Allahü teâlâ'nın böyle bir şey yapması şaşılacak bir şey değildir. Çünkü O, bütün mümkinâta kadir ve gâlib olandır. Binaenaleyh, ateşin tabiatını izâle etmeye kadirdir.." denilmiştir. Yine insanın hatırına "O, kerîm ve rahîm'dir; binaenaleyh, O'nun rahmetine, bu zayıf kula bu denli azâb etmek nasıl uygun düşer?" sorusu gelebilir. İşte bu durumda da o kimseye, "O, rahîm olduğu gibi, hakîm'dir de. Hikmeti, bunu gerektirir" denilir. Zira âlemin nizamı, ancak âsî ve günhkârları tehdit etmekle devam edebilir. Binaenaleyh, O'nun sözünün yalan olmadığının ortaya çıkması için, O'ndan sâdır olan bu tehdidin mutlaka tahakkuk etmesi gerekir. Böylece, bu iki kelimenin burada zikredilmiş olmasının, son derece güzel ve yerinde bulunduğu sabit olmuş olur. 57"İman edip de güzel amel işleyenleri ise, içinde ebedî kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada, temizlenmiş zevceler onlarındır. Onları, koyu bir gölgeye sokacağız". Bil ki, Kur'ân-ı Kerim'de âdetullah, genel olarak, va'ad ile va'îdin peşpeşe zikredilmesi şeklinde cereyan etmektedir. Bu âyetle ilgili olarak da iki mesele bulunmaktadır; Bu âyet, îmanın amelden başka olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, ameli imana atfetmiştir. Ma'tuf, ma'tûfun aleyh'den başkadır. Kâdî: "Her nezaman "iman" lafzı tek başına zikreditirse, bu ifâdeye amel de dahil olur. Yine her nezaman, iman ile birlikte amel de zikredilirse iman, "tasdik" anlamına gelir.." demiştir. Bu, uzak bir ihtimaldir. Zira aslolan, müşterek olma ile başkalığın olmamasıdır. Eğer durum böyle olmuş olsaydı, Kur'ân, mana ifâde etmekten çıkardı. Belki de, Kur'ân-ı Kerim'de dinlediğimiz bu lâfızlardan her birinin, bizim bildiğimizin dışında başka bir manası vardır. İşte Cenâb-ı Hakk'ın muradı, bizim anlayabildiğimiz mana olmayıp öteki manadır. Bu, müşterek olma ile tek başına olmanın eşit olması ihtimali görüşüne göredir. Ama, mananın aslı üzerine devam etmesi ile değişmesi ihtimalinin eşit olması görüşüne göre ise; hayır!.. Çünkü bu durumda şöyle denilmesi muhtemeldir; "Bu lafızlar, Hazret-i Peygamber zamanında, şu anda anladığımız manadan başka olan bir mana için kullanılmaktaydılar. Ama sonra, bu lafızlar şu anda anladığımız manalarda kullanılır oldular." Böylece, bu iki takdire göre de Kur'ân-ı Kerim'in, bir hüccet olmaktan çıkacağı sabit olmuş olur. Müşterekliğin ve mana değişmesinin aslın hilafına olduğu sabit olunca, Kâdî'nin görüşü bertaraf olmuş olur. İkinci Mesele Cenâb-ı Hak, kendisine itaatta bulunanların mükâfaatını beyan etme hususunda şunları zikretmiştir: a) Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağını belirtmiştir. Zeccâc, "Altlarından., akar" ifâdesinden maksat, "Altlarından nehirlerin suları akar" şeklindedir" demiştir. Bil ki, eğer "nehir" kelimesi, suyun aktığı yerin ismi kabul edilirse, o zaman durum, Zeccâc'ın dediği gibi olur. Ama biz bunu örfe göre, o akan suyun ismi kabul edersek, böyle bir takdire gerek kalmaz. b) Allahü teâlâ bu mükâfaatı, ebedîlik ve devamlılıkla vasfetmiştir. Bu şekildeki tavsifte, Cehm İbn Safvan'ın görüşünün reddi bulunmaktadır. Çünkü Cehm, cennet nimetleriyle cehennem azabının sonlu olduğunu, sona ereceklerini söylemektedir. Hem, sonra Allahü teâlâ, "hulûd" (uzun süre kalma) ilâdesinin yanında, "ebedîlik" kelimesini de zikretmiştir. "Hulûd" (süresizlik, daimîlik), ebedîlikten ibaret olsaydı, o zaman bir tekrar yapılmış olurdu ki, bu da caiz değildir. Böylece bu, "hulûd"un, "ebedîlik"ten ibaret olmadığına, bilakis onun sonlu olup olmadığını beyan etmeksizin, uzun bir müddet beklemekten ibaret olduğuna delâlet etmektedir. Bu temel kaide sabit olunca, bu durumda Mu'tezile'nin, Hak teâlâ'nın, "Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedî kalıcı olmak üzere, cehennemdir.." (Nisa. 93) buyruğu ile, büyük günah sahibinin cehennemde ebedî olarak kalacağı hususunda istidlalde bulunmaları geçersiz ve bâtıl olur. Çünkü biz bu âyetin delaletiyle, "hulûd"un, devamlılık değil, uzun süre kalmak manasını ifâde ettiğini bildirmiştik. c) "Orada, onlara tertemiz eşler vardır." Bundan murad, o zevcelerin hayızdan, nifasdan ve her türlü dünyevî pislikten temizlenmiş olmalarıdır. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın Bakara süresindeki 25. âyetidir. Bu konuyla ilgili nükte ve incelikleri, o âyetin tefsirinde zikretmiştik. d)Hak teâlâ, "Onları koyu bir gölgeye sokacağız" buyurmuştur. Vahidî, bu ifâdenin sonunda gelen (......) kelimesinin, bir iş, oluş ifâde etmediğini, böylece de bu kelimenin fail veya mef'ul mânasına geldiğinin söylenemiyeceğini, aksine (......) kelimesini niteleme hususunda bir mübalağa ifade edeceğini söylemiştir. Bu, Arapların, "simsiyah karanlık bir gece" demeleri gibidir. Bil ki Arap ülkeleri, son derece sıcaktır. Binaenaleyh gölge, onlara göre, rahatlık vesile ve sebeplerinin en büyüklerindendir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak bu ifadeyi, rahatlıktan bir kinaye kılmıştır. Nitekim, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hükümdar Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir" Keşfu'l-Hafa, 1/456 buyurmuştur. Gölge, rahatlıktan ibaret olunca, (......) kelimesi de, iyice rahat olmayı ifade eden bir kinaye olmuş olur. Gönlümün kendisine meylettiği şey budur. İşte bu açıklama ile, şöyle diyen kimsenin sorusu bertaraf edilmiş olur:-Cennette, sıcaklığı ile eziyyet veren bir güneş yoktur. Binaenaleyh, o cenneti "koyu gölge" ile tavsif etmenin faydası nedir? Hem yine biz dünyada, kendisinde devamlı gölge bulunan ve güneşin ışınlarının kendisine ulaşamadığı, nüfuz edemediği yerlerin havasının bozuk, kokmuş ve eziyyet verici olduğunu görüyoruz. Binaenaleyh, cenneti bu şekilde vasfetmenin manası nedir?" Bizim özetle vermiş olduğumuz bu izahat ile bu tür şüpheler bertaraf olur. 58"Şüphesiz ki Allah, emanetleri ehline vermenizi insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah bununla size, gerçekten ne güzel öğüt veriyor! Şüphe yok kî Allah, hakkıyla işitici, hakkıyla görücüdür". Bil ki Cenâb-ı Hak, kâfirlerin bazı hallerini şerhedip, onun vaîdini ve cezasını açıklayınca, tekrar teklifleri zikretmeye yöneldi; ve yine Cenâb-ı Hak, ehl-i kitabın (yahudilerin), kâfir olan Kureyş'e "Sizler, iman edenlerden daha doğru yoldasınız" diyerek, hakkı gizlediklerini nakledince, bu âyette mü'minlere, bütün işlerde yani ister mezhep ve din işlerinde, isterse dünya ve muamelat hususlarında olsun, emanetlerine riayet edip bihakkın eda etmelerini emretmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, bir önceki âyette, iman edip sâlih amel işleyenler için büyük bir mükâfaattn bulunduğunu zikredip emânete riayet de salih amellerin en başta gelenlerinden biri olunca, işte muhakkak ki Cenâb-ı Hak bu âyette onu emretmiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır Ka'be'nin Anahtarları Kimde Olduğu? Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'nin fethi günü Mekke'ye girince, Osman İbn Talha İbn Abdüddâr, Mekke'nin kapısını kilitledi. Ka'be'nin hizmetçisi ise, Ka'be'nin kapısında bulunuyordu. Derken, Osman İbn Talha, Ka'be'nin damına çıktı ve anahtarı hizmetçiye vermekten kaçınarak: "O'nun Allah'ın Resulü olduğunu bilsem, O'nu Ka'be'ye girmekten men etmem" dedi. Bunun üzerine Ali İbn Ebî Talib (radıyallahü anh), onun bileğini bükerek, ondan anahtarı aldı ve kapıyı açtı. Böylece de Allah'ın Resulü içeri girerek iki rekât namaz kıldı. Ka'be'nin içinden çıkınca, Hazret-i Abbas, Hazret-i Peygamber'den Ka'be'nin anahtarını kendisine vermesini ve böylece de, hem hacılara su dağıtma, hem de Ka'be'nin hizmetçiliğini bir arada yapmayı istedi. İşte bunun üzerine de, buâyet-i kerime nâzit oldu. Böylece Allah'ın Resulü, Hazret-i Ali'ye, anahtarı Osman'a vermesini ve özür beyan etmesini emretti. Bunun üzerine Osman, Hazret-i Ali'ye: "Zorladın, eziyyet ettin; şimdi de yumuşak davranarak yanfma geldin!..." deyince, Hazret-i Ali, "Andolsun ki Allah senin hakkında âyet indirdi" dedi ve ona, bu âyeti okudu. Bunun üzerine de Osman, "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hazret-i Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ederim" diyerek kelime-i şehâdet getirdi. Derken, tam o esnada Cibril gelerek, Allah'ın Resulüne, "Ka'be hizmetçiliğinin, devamlı olarak Osman'ın neslinde kalacağını" bildirdi. Bu, Saîd İbn Müseyyeb ile Muhammed İbn İshâk'ın görüşüdür. Ebu Revk de şöyle demektedir: "Allah'ın Resulü, Osman İbn Talha İbn Abdüddâr'a "Ka'be'nin anahtarını bana ver!" deyince Osman, "Allah'ın emânetini al, tut!" dedi. Hazret-i Peygamber onu almak isteyince, Osman elini yumdu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ikinci kez: "Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsan, Ka'be'nin anahtarım bana ver!" dedi. Bunun üzerine Osman, "Allah'ın emanetini tut, al" dedi. Hazret-i Peygamber onu almak isteyince, bu sefer elini yine kapadı. Hazret-i Peygamber, isteğini üçüncü kez söyleyince, Osman üçüncüsünde "Allah'ın emanetini tut, al" dedi ve anahtarı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verdi. Bunun üzerine Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yanında Kâ'be'nin anahtarı olarak tavaf etmeye başladı ve anahtarı Hazret-i Abbas'a vermek istedi. Sonra da, "Ey Osman, Abbas'ın da, seninle birlikte bunda bir pay olmak üzere, anahtarı tut al!" deyince, Allahü Teâlâ bu âyeti nazil etti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, Osman'a "Bu anahtar, ebedî ve devamlı olarak sende kalsın, al! Onu, zâlim olanların dışında, hiç kimse senden zorla çekip alamaz" dedi. Daha sonra Osman hicret etti, anahtarı da kardeşi Şeybe'ye verdi. Ve bu anahtar bugün, Şeybe'nin neslinden gelenlerin elindedir. Bil ki bu âyetin, böyle bir hadise sırasında nazil olması, âyetin bu hadiseye tahsis edilmesini gerektirmez. Aksine âyetin ifade ettiği hükme, her türlü emanet çeşidi dahildir. Bil ki, insanın muamelesi, ya Rabbiyle, ya diğer kullar ile, veyahut da kendisiyledir. Bu üç kısmın tamamında da, emanete riayet etmek gerekir. İnsanın, Rabbine karşı olan emanete riayet etmesine getince bu, emredilenleri yapmada ve nehyedilenleri de bırakmada söz konusu olur ki, işte bu, sahili olmayan bir deryadır. İbn Mes'ûd, "Her şeyde emanete riayet etmek lazımdır. Abdestte, cünüblükte, namazda, zekâtta, oruçta vb. şeylerde..." demiştir. İbn Ömer (radıyallahü anh) de şöyle demektedir: "Allahü Teâlâ, insanın avret mahallini yarattı ve, "Bu, yanında gizlediğin bir emanettir. Binâenaleyh, meşru olan hakkı müstesna, onu koru!" dedi. Bi ki bu, çok geniş bir mevzudur. Binâenaleyh dilin emaneti, onu yalan, gıybet, dedikodu, küfür, bid'at, çirkin söz vb. şeylerde kullanmamaktır. Gözün emaneti, onu harama bakmakta kullanmamaktır. Kulağın emaneti, onu boş ve yasak, çirkin, yalan, vb. şeyleri dinlemekte kullanmamaktır. Diğer uzuvlar hakkındaki hüküm de böyledir. İkinci kısma gelince bu, diğer insanlara karşı olan emanete riayet etmedir ki, bu kısma, emanet bırakılan şeyleri geri verme; ölçü ve tartıda eksiltmeyi terketme; insanların ayıplarını yüzlerine vurmama; yöneticilerin, halkına karşı; âlimlerin de, onları bâtıl taassublara seyketmeme, aksine onları, hem dünya hem de ahiretleri hususunda, kendilerine faydası dokunacak birtakım amel ve itikatlara irşad edip sevketmeleri suretiyle, avama karşı adil olmaları; yahudileri, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini gizlemekten nehyetme ve onları, kâfir olan Kureyş'e, " Sizin, üzerinde bulunduğunuz inanç, Muhammed'in dininden daha efdaldir" demelerini yasaklama; Hazret-i Peygamber'in Osman İbn Talha'ya anahtarı kendisine vermesini emretmesi; kadının, fercini ve namusunu muhafaza etmek suretiyle, kocasının emanetine riayet etmesi; başkasından olan bir çocuğu, kocasına nisbet etmemesi ve iddetinin sonra erdiğini haber vermesi gibi hususlar da dahildir. Üçüncü kısma gelince; bu insanın, kendisine karşı olan emanete riayet etmesi olup, insanın kendisi için, ancak gerek dini gerekse dünyevî hususlarda daha faydalı ve daha uygun olanı tercih etmesi; şehveti ve öfkesi sebebiyle, âhiretine zarar verecek şeylere yeftenmemesidir. İşte bundan dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hepiniz çobansınız; Ve hepfniz, güttüklerinizden sorumlusunuz" Buhari, Cum'a, 1; buyurmuştur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz Allah, emanetleri ehline vermenizi... emreder" buyruğuna bütün bunlar dahildir. Allahü teâlâ, hiç şüphe yok ki, emanete riayet etme işini, Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde yücelterek, "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler, insan bunu sırtına yüklendi" (Ahzâb, 72) "Ki onlar, emanetlerine ve ahidlerine riayetkardırlar" (Müminun, 8) ve "...Siz, bile bile, kendi emânetlerinize hainlik etmeyiniz" (Enfal. 27) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Emanete riayet etmeyenin imanı yoktur" Keşfu'l-Hafa, 2/349 buyurmuştur. Meymûn İbn Mehran da şöyle demiştir: "Üç şey vardır ki, iyi kimseye karşı da kötü kimseye karşı da eda edilir, yerine getirilir: Emanet, verilen söz (ahd) ve sıla-i rahim..." Kâdî ise şöyle demiştir: "Emanet" kelimesi, her ne kadar bütün emanetleri içine atırsa da, ancak ne var ki Allahü Telâlâ bu âyette, "Şüphesiz ki Allah, emanetleri ehline vermenizi... emreder" buyurmuştur. Binâenaleyh, bu "emanet"ten muradın, mal cinsinden olan şeyler olması gerekir; çünkü, başkasına verilmesi mümkün olan şey budur. (......) kelimesi, ism-i mef'ûl (emanet edilen şey) manasında bir masdardır. İşte bundan dolayı çoğul yapılmıştır. Çünkü bodurumda halis bir isim kılınmıştır. Keşşaf sahibi, "Bu kelime, müfred olarak sökünde de okunmuştur" demiştir. Dördüncü Mesele Ebu Bekr er-Razî şöyle demiştir: "Emanet bırakılan şeyler de, âyetin ifade ettiği emanetlere dahildir ve bunlar, sahibi istediği zaman geri iade edilmeleri gerekir." Ekserî âlimler, emanetlerin (bir zarar ve ziyana uğradıklarında), tazmîn edilmeyeceği görüşündedirler. Seleften bazılarından ise, bunların tazmin edilmesi gerektiği görüşünde oldukları rivayeti gelmiştir. Şa'bî, Hazret-i Enes (radıyallahü anh)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir adam benden, bir ticaret eşyasını götürmemi rica etti. Derken o eşya, elbiselerimin arasında kaybolup gitti. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), bunu bana tazmîn ettirdi (ödetti)." Hazret-i Enes (radıyallahü anh)'in şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Yanımda bir adamın altıbin dirhem emaneti vardı. Derken bunlar kaybolup gitti. Bunun üzerine, Hazret-i Ömer "O para ile birlikte, senin de birşeyin kaybolup gitti mi?" deyince, ben "Hayır" dedim. Hazret-i Ömer de, o parayı bana tazmîn ettirdi (ödetti)." Meşhur olan, (ekseri alimlerin) görüşünün delili şudur: Amr İbn Şu'ayb, babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ne çobana (zayi ettiği hayvanlardan dolayı), ne de emanet edilen kimseye (zayi ettiği emanetten dolayı), tazmin etme (ödetme) yoktur" İbn Mace, Sadaka 6 (2/802) (Aynı manada) buyurmuştur. Hazret-i Ömer'in tatbikatına gelince bu, kendisine emanet bırakılan kimsenin, tazmini gerektirecek bir işi, itiraf edip kabullenmesine hamledilmiştir. Beşinci Mesele Şafiî (r.h), "Ariyetler (iğreti ve geçici olarak emanet alınan şeyler), eğer helak olursa, tazmin edilir" derken; Ebu Hanife (r.h), "Bunlar tazmin edilmez" demiştir. Şafiî'nin delili, "Şüphesiz ki Allah, emanetleri ehline vermenizi ... emreder" âyetidir. Emrin, zahiri vücûb (farz oluşu) ifade eder. Ariyetler, kaybolup zayi olursa, onları aynısı ile geri vermek imkânsızdır. Onların tazminatını vermek ise, mana itibariyle vermek demektir. Böylece âyet, tazminin gerektiğine delalet etmektedir. Bu âyetin hüküm bakımından bir benzeri de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisidir: "Aldığı şeyi, yerine geri verinceye kadar (muhafaza etmesi) el üzerinde bir haktır." Keşfu'l-Hafa, 2/69; Ebu Davud, İcare 54 (3/296) Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bu âyet, emanet bırakılan şeyler hakkındadır. Fakat umûmî ifadeler, tahsis edildikten sonra da delildirler. Hem sonra biz, "Müstâm"ın yani satılması için emanet bırakılan malın, (zayi olması halinde) onun tazmini (ödenmesi) gerektiği; emanet bırakılan malın ise, tazmini gerekmediği hususunda ittifak ettik. Ariyet (iğreti ve emanet alınan şeyler) ise, bu ikisi arası bir yerdedir. Binâenaleyh biz deriz ki: Ariyet olan ile müstâm arasında daha çok benzerlik vardır. Çünkü ariyetin hilâfına olarak, bunlardan herbirini, yabancı olan biri, kendi menfaati için almıştır. Emanet edilen şahıs ise emanet sahibinin menfaati için almıştır. Binâenaleyh, ariyet olarak alınan mal ile, müstâm (satılmak üzere alınan) mal arasındaki benzerlik, daha tamdır. Böylece ariyet olarak alınan mal ile emanet bırakılan mal arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Ebu Hanife'nin delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Emanet edilen kimseye (zayi ettiği emanetten dolayı) tazmin etme yoktur" Ebu Davud, İcane, 54 (3/296) (Aynı manada bir hadis) hadîs-i şerifidir. Biz diyoruz ki: "Bu hadis, müstâm ve ariyet hakkındadır. Bizim delilimiz, Kur'an'ın zahiri (açık âyeti)dir ve o daha güçlü bir delildir." Adaletle Hükmetmenin Farziyyeti Cenâb-ı Hak, "İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi (emreder). Allah bununla size, ne güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah, hakkıyla işitici, hakkıyla görücüdür" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bil ki emanet, başkasının sende bir hakkt bulunup, senin de o hakkı sahibine vermenden ibarettir. İşte emanet budur. Adaletle hükmetmek ise, bir insanın başkası üzerinde bir hakkı olup, senin de, üzerinde hak bulunan kimseye, o hakkı sahibine vermesine hükmetmenden ibarettir. Menfaatları celb, zararları defetme hususunda doğru olan sıralama, önce insanın kendisinden başlaması, sonra başkası ile meşgul olması şeklinde olunca, bundan dolayı Cenâb-ı Hak önce emanetle ilgili işi zikretmiş, daha sonra da adaletle hükmetmeyi getirmiştir. Bu ne güzel bir tertib! Çünkü Kur'an'ın inceliklerinin çoğu, bağ ve sıralamalar içine yerleştirilmiştir. Alimler, hakim olan kimsenin, adaletle hükmetmesi gerektiği hususunda icma etmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi... " buyurmuştur. Yani "Allah size, insanlar arasında hükmettiğinizde, adaletle hükmetmenizi emreder" demektir. Niketim Cenâb-ı Allah, "Şüphesiz ki Allah, adaleti ve iyiliği emreder" (Nahl, 90); "Söz söylediğiniz zaman, (leh veya aleyhine söyleyeceğiniz kimse) akrabanız dahi olsa, adaleti gözetin" (Enam, 152)ve "Ey Dâvud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adaletle hükmet" (Sâd, 26) buyurmuştur. Enes (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu ümmet, söylediğinde doğru söylediği, hükmettiğinde adaletle hükmettiği ve merhamet istendiğinde merhamet ettiği müddetçe, hayırlı olmaya devam eder." Riyavet edildiğine göre, Hasan el-Basrî: "Allah, hakimleri üç yönden, yani hevâ-vü heveslerine uymama, kendisini hesaba katıp insanları hesaba katmama ve âyetlerini para ile satmama yönlerinden hesaba çeker" demiş, sonra da "Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak (ve adaletle) hükmet hevâ-vü hevesine tabi olma... "(Sad, 26) ve "Şüphesiz Tevrat'ı biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nur vardır. Peygamberler onunla hükmederler. Benim âyetlerimi az bir pahaya satmayın"(Mâide. 44) âyetlerini okumuştur. Zulmün kötü olduğunu ifade eden âyetler de, adaletin vacip olduğunu gösteren delillerdendir. Allahü teâlâ, ' O zulmedenleri ve eşlerini bir araya toplayın ve cehennem yoluna götürün" (Sâffat, 22) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Kıyamet günü bir münâdi, "zalimler nerede, zalimlerin yardımcıları nerede?" diye nida eder. Bunun üzerine onların hepsi bir araya toplanır. Hatta o zalimler için bir kalem açan veya onlar için bir hokka hazırlayanlar bile toplanır. Böylece onlar bir araya getirilir ve ateşe atılırlar" demiştir. Yine Cenâb-ı Hak, "O zalimlerin yapacaklarından Allah'ı gafil zannetme sakın" (ibrahim, 42) ve "İşte zulümleri yüzünden çökmüş, ıpıssız kalmış evleri!" (Neml. 52) buyurmuştur. Eğer, "Zulümden maksad, dünyevî bir menfaat elde etmektir" denilir ise, buna Cenâb-ı Hak, "Biz, (bol) geçimi ile şımarmış nice memleketi helak ettik! İşte kendilerinden sonra ancak pek az kimselerin konabildiği (harab) meskenleri (bütün onlara) biz varis olmuşuzdur" (Kasas. 58) diyerek cevap vermiştir. Hakimin Tarafsızlığının Alametleri Şafiî (r.h) şöyle demiştir: "Hâkimin, beş hususta taraflar arasında eşit davranması gerekir: a) Yanlarına gitmede, b) Beraber oturmada. c) Onlara yönelme ve dönme hususunda. d) Onları dinlemede. e) Onlar hakkında hüküm vermede..." Şafiî daha sonra şöyle devam eder: "Hakim, kalbî temayülü bakımından değil de, fiil ve davranışları hususunda taraflar arasında eşit davranmaktan sorumludur. Binâenaleyh şayet hakim kalben, iki taraftan birine meyleder ve onun delilinin, diğerininkine üstün gelmesini arzu ederse, bundan dolayı hesaba çekilmez. Çünkü bundan sakınması mümkün değildir. Hakimin, taraftardan birine delil telkin edip anlatması ve şahide nasıl şehadet edeceğini telkin etmesi uygun düşmez. Zira bu, diğer tarafa zarar verebilir. Yine hakimin, iddia edene, nasıl iddia ve yemin edeceğini; aleyhine dava açılmış olana ise, neleri inkâr ve neleri ikrar etmesi gerektiğini; şahidlere şehadet etmelerini veya etmemelerini telkin etmesi de uygun düşmez. Yine hakimin, taraflardan birini misafir edip, diğerini etmemesi de yakışık almaz. Çünkü bu, diğerinin kalbini kırar. Yine hakimin, biribiri ile davacı oldukları sürece taraflardan birisinin veya her ikisinin davetine icabet etmesi de uygun düşmez. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), diğeri olmadan, taraflardan birine ikramda bulunmazdı." Bu husustaki sözün tamamı fıkıh kitaplarında ele alınmıştır. Bu hususta sözün özü şudur: Hakimin, verdiği hükümden maksadı hakkı hak sahibine ulaştırıp, buna başka bir maksadı karıştırmamasıdır ki, işte Hak teâlâ'nın "O, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi (emreder)" âyetinden murad budur. Cenâb-ı Hakk'ın "İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmehnenizt emreder" buyruğu, bütün insanların hüküm koyma yetkisi bulunmadığı, aksine bunun bazı insanlara ait bir hususiyet olduğu konusunda âdeta sarih bir ifade gibidir. Sonra âyet, insanın hangi yolla hükmetme mevkiinde olacağı hususunda mücmel bırakılmıştır. Diğer deliller, ümmet için büyük bir imamın (halife, devlet reisi) olması gerektiğine ve bunun beldelere, şehirlere kadî tayin edecek yetkili kimse olduğuna delalet edince, bu deliller, bu âyette mücmel bırakılan hususun adeta bir izahı olmuşlardır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah bununla size, ne güzel öğüt veriyor!" buyurmuştur. Yani, "Cenâb-ı Hakk'ın size, kendisiyle va'z u nasihatia bulunduğu şey ne güzeldir!" veya, "Cenâb-ı Hakk'ın, kendisiyle size va'z u nasihatta bulunduğu o şey ne güzeldir!" demektir. Medhe tahsis edilip övülen şey (mahsûs bi'l-medh) hazfedilmiştir. Yani, "Kendisiyle size va'z u nasihat ettiği şey ne güzeldir.. ki o da şudur:" demektir. Bu da, emanetleri eda etme ve adaletle hükmetme emridir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki Allah, hakkıyla işitici, hakkıyla görücüdür" buyurmuştur. Yani, "Allah'ın emri ve va'z u nasihatıyla amel ediniz. Çünkü Allah, duyulan ve görülen şeyleri en iyi bilip, sizden sudur eden şeye göre sizin karşılığınızı verecek olandır" demektir. Bu ifadedeki bir başka incelik de şudur: Allahü teâlâ bu âyette, adaletle hükmetmeyi ve emanetleri yerine getirmeyi emredince, "Şüphe yok ki Allah, hakkıyla işitid, hakkıyla görücüdür" buyurmuştur. Yani, bu "Adaletle hükmettiğin zaman O, duyulabilen her şeyi duyandır. Senin bu hükmünü de duyar; emaneti yerine getirdiğinde de O, görülebilen her şeyi görendir; bunu da görür!" demektir. Hiç şüphesiz bu da, itaat eden kimse için vaad sebeplerinin; isyan eden kimse için vaîd ve tehdit sebeplerinin en büyüğüdür ki, işte bu hususa Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'a, onu sanki görüyormuşçasına ibadet et. Eğer sen O'nu göremiyorsan da, şüphe yok ki O seni mutlaka görmektedir Buhari, İman 37; Müslim, İman, 1(1/37-38) ifadesiyle işaret etmiştir. Buradaki bir başka incelik de şudur: Kulun, her ne zaman ihtiyacı fazla ve şiddetli olursa, Allah'ın inayet ve yardımı da o nisbette tam ve mükemmel olur. Allah, kullarının faydasına olan şeyleri, kâdî ve valilerin hükümlerine havale etmiştir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, onların hükmetmelerine ve yargılamalarına, son derece ihtimam göstermiştir. Çünkü O, gafil olmaktan, yanılmadan ve görülen ve işitilen şeyleri farklı görüp farklı işitmekten münezzehtir. Ancak ne var ki biz, bu farklılığın bulunduğunu bir an için farzetsek, o zaman gaflet ve unutmadan sakınılması gereken en ilk yer ve zaman, vali ve kâdîlerin hüküm verdikleri zaman olur. Binâenaleyh bu hükmetme zamanına son derece fazla İlgi ve İhtimam gösterilince, şüphe yok ki Cenâb-ı Hak bu âyetin sonunda "Şüphe yok ki Allah, hakkıyla işitici, hakkıyla görücüdür" buyurmuştur. Bunlar baş kısmına uygun düşen ne güzel ifadelerdir. Allah'a, Resulüne ve Ulü'l-emr'e İtaat 59"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Şayet bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve peygambere götürün, eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız... Bu, hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir". Bil ki Allahü Teâlâ, idarecilere ve valilere, idare ettikleri kimseler hakkında adil olmalarını emredince, idare edilenlere de idare eden kimselere itaat etmelerini emrederek, "Ey iman edenler, Allah'a İtaat edin" buyurmuştur. İşte bundan dolayı Hazret-i Ali (radıyallahü anh), "İmamın, Allah'ın indirdiği ile hükmetmesi ve emanetleri yerine getirmesi vacibtir. O, bunu yaptı mı, halkın da onu dinleyip, itaat etmesi vacip olur" demiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Emin ve İradesinin Farkı Olması Mu'tezile, "Taat, Allah'ın iradesine uymaktır" derken; bizim âlimlerimiz, "Taat, Allah'ın iradesine değil, emrine uymaktır" demişlerdir. Bizim delilimiz şudur; Allah'ın emrine uymanın taat olduğu hususunda bir münakaşa yoktur. Münakaşa sadece, emredilen şeyin Cenâb-ı Hakk'ın muradı olup olmamasının vacib olduğu hususundadır. Binâenaleyh biz, emredilen şeyin, bazan Cenâb-ı Hakk'ın muradı olmayacağı hususunda delil getirdiğimizde, işte o zaman taatın, O'nun iradesine uymaktan ibaret olmadığı sabit olmuş olur. Biz, "Allah, bazan irade etmediği şeyi de emreder" diyoruz. Zira, Allah'ın ilmi ve haberi, Ebu Leheb'in kesinlikle iman etmeyeceğine ta'alluk etmişlerdi. Bu ilim ve haberin, sona erip cehalete dönüşmesi imkânsızdır. Halbuki (Ebu Leheb gibilerden) imanın sâdır olması, bu ilim ve habere ters düşer. İki zıddın bir arada bulunması ise imkânsızdır. Böylece, Ebu Leheb'ten imanın sudur etmesi imkânsız olmuş olur. Allahü teâlâ, bütün halleri bilendir. Binâenaleyh, bunun imkânsız olduğunu da bilir. Bir şeyin imkânsız olduğunu bilen, o şeyi irade etmiş olamaz. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, Ebu Leheb'iniman etmesini murad etmemiş olduğu sabit olur. Halbuki ona, iman etmesini de emretmiştir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın irade etmeksizin, bir şeyi emretmesi sabit olmuş olur. Bu sabit olunca, Allahü teâlâ'ya itaat etmenin, Allah'ın iradesine muvafakat etmekten değil, O'nun emrine muvafakat etmekten ibaret olduğu hususunda katî hüküm vermek gerekir. Mu'tezile ise, Cenâb-ı Hakk'ın iradesine uymaya taat ismi verildiği hususuna şairin şu beytini delil getirmişlerdir: "Göğsü kin ve gayzla dolup taşmış olan birçok kimse vardır ki benim için ölümü temenni etmiş, ama bunu yerine getirememiştir." Şair bu beytinde taat) temenniye bağlamıştır ki, temenni de irade cinsindendir. Buna şu şekilde cevap verilebilir: Azıcık aklı olan bir kimse, bizim zikrettiğimiz bu katî delile böyle bir bozuk hüccet ile karşı çıkılmasının uygun ve yerinde olmayacağını bilir. Bu Ayetin Başlıca Şer'i delilleri Bildirmesi Bil ki bu âyet, usûl-ü fıkıh ilminin ekseri kaidesini ihtiva eden çok yüce bir âyettir. Bu böyledir, zira fukaha, şeriatın aslının dört olduğunu; bunların da Kitap, sünnet, icmâ ve kıyas olduğunu söylemişlerdir. Bu âyet de, aynı sıraya göre bu dört aslın varlığının izahını ihtiva etmektedir. Kitap ve sünnete, Cenâb-ı Hak "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygambere... itaat edin" sözüyle işaret etmiştir. Buna göre, "Resule itaat, Allah'a itaat değil midir? O halde bu atfın manası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Kâdî şöyle demiştir: "Bu iki delili beyan etmenin faydası şudur: Buna göre Kitap, Allah'ın emrine delalet etmektedir; sonra biz bundan, Allah'ın Resulünün emrini de anlarız... Sünnet ise, Allah'ın Resulünün emrine delalet eder. Sonra biz bundan, Allah'ın emrini de anlarız... Binâenaleyh, şu zikrettiklerimizle, Hak teâlâ'nın "Allah'a itaat edin. Peygambere... itaat edin" buyruğunun kitap ve sünnete tâbi olmanın vücubuna delalet ettiği sabit olmuş olur." Ulu'l-emre İtaat Emirinin İcmanın Delili Olması Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "ve sizden olan emir sahiplerine de..." ifadesi, bize göre, icmâ-i ümmetin hüccet olduğuna delalet etmektedir. Bunun delili ise şudur: Allahü teâlâ, bu âyette "emir sahiplerine" itaat etmeyi kesin kes emretmiştir. Allah'ın, kendisine itaat etmeyi kesin ve katî olarak emrettiği kimsenin, hatadan mâsun (korunmuş) olması gerekir. Çünkü, o kimsenin hatadan masun olmaması ve hata edebileceğinin takdir ve farz edilmesi durumunda, Allah ona tabi olmayı emretmiş olur. Bu durumda ise bu, o hatayı işlemeyi emretmek olur. Halbuki hata, hata olduğu için yasaklanmıştır. Bu ise, aynı işte emir ve nehyin aynı değerlendirme ile birleşmesi neticesine götürür ki bu, imkânsızdır. Böylece Allahü teâlâ'nın, "emir sahipleri"ne kesin olarak itaat etmeyi emrettiği ve Allah'ın kendisine katî olarak itaat etmeyi emrettiği kimsenin de hatadan uzak olması gerektiği sabit olmuş olur. Binâenaleyh, bu âyette zikredilen "emir sahipleri"nin mutlaka masum olmaları gerektiği, katî olarak sabit olmuş olur. Sonra biz şöyle deriz: Bu masum kimse, ya ümmetin hepsidir veya bir kısmıdır. Bir kısmı olması caiz değildir. Çünkü biz, Allahü teâlâ'nın bu âyette "emir sahipleri"ne itaat etmeyi vacib kıldığını beyan etmiştik. Halbuki, onlara itaat etmeyi kesin olarak vacib kılmak, bizim onları tanımamız, yanlarına girip çıkabilmemiz ve onlardan istifade edebilmemiz şartına bağlanmıştır. Halbuki biz, zorunlu olarak, zamanımızda masum imamı tanımaktan, onun yanına girip çıkmaktan ve onlardan din ve ilim hususunda istifade etmekten aciz olduğumuzu biliyoruz. Durum böyle olunca biz, Allah'ın, mü'min kimselere, itaat etmeyi emrettiği o masum kimsenin bu ümmetin bir kısmı ve bu ümmetin kısımlarından bir kısım olmadığını anlamış olduk. Bu ihtimal geçersiz olunca, Cenâb-ı Hakk'ın "Ve emir sahiplerine" ifadesiyle kastetmiş olduğu o masum (korunmuş) kimsenin bu ümmetten "ehlü'l hal ve'l-akd" (ehl-i icmâ) olan kimseler olması gerekir ki, bu da icmâ-i ümmetin bir hüccet olduğuna kesin olarak hükmetmeyi gerektirir. Ulü'l-emrin Alimler Değil de İdareciler Olduğu İtirazı Buna göre şayet denilirse ki: "Müfessirler, "emir sahipleri" ifadesi hakkında, sizin söylediğiniz açıklamaların dışında şu açıklamaları da yapmışlardır: a) "Emir sahiplerinden maksad, hulefâ-i râşidîndir. b) Seriyye komutanlarıdır... Saîd İbn Cübeyr, b'u âyetin Abdullah İbn Huzafe es-Sehmî hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber onu, komutan olarak bir seriyyenin başında yollamıştı. İbn Abbas'tan bu âyetin, Halid İbn Velîd hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu, içinde Ammar İbn Yâsir'in de bulunduğu bir seriyyenin komutanı olarak sefere yollamıştı.Derken bu sefer sırasında, Ammar ile Halid İbn Velîd arasında, bir hususta bir ihtilâf meydana gelmişti. İşte bunun üzerine bu âyet nazil olarak, "emir sahiplerine" itaat etmeyi emretmiştir. c) Bundan murad, şer'î hükümler konusunda fetva veren ve insanlara dinlerini Dğreten âlimlerdir. Bu, Sa'lebî'nin İbn Abbas'tan yapmış olduğu bir rivayet olup aynı samanda Hasan el-Basrî, Mücahid ve Dahhâk'ın da görüşüdür. d) Rafızîlerden, bundan muradın "masum imamlar" olduğu da nakledilmiştir. Bu âyetin tefsiri hususunda ümmetin âlimlerinin görüşleri, bu izahlara hasredilmiş Mup, sizin desteklediğiniz görüş de bunların dışında kalınca, bu görüşünüz ümmetin cmâiyle bâtıl olur. İkinci Soru: Diyoruz ki, bu âyette bahsedilen "emir sahipleri" ifadesini, idareciler sultanlar manasına hamletmek, sizin zikrettiğinizden daha evladır. Bunun evla oluşunun delilleri ise şunlardır: a) Emir ve sultanlar veya onların emirleri halk üzerinde etkilidir. Binâenaleyh, işte hakikatte "emir sahipleri" olanlar bunlardır. Ama icmâ ehline gelince, onların, halk üzerinde etkili olan emir ve yetkileri bulunmamaktadır. Binâenaleyh, "emir sahipleri" lafzını, idareciler ve sultanlar manasına hamletmek evla olur. b) Âyetin başı ve sonu, bizim söylediğimiz hususa daha uygun düşmektedir. Âyetin başında Allahü teâlâ, hakimlere emaneti yerine getirmelerini ve adaleti gözetmelerini emretmiştir. Âyetin sonunda da müşkil ve problem arzeden meseleleri, Kitab ve Sünnet'e vurmayı emretmiştir. Böyle yapmak ise, icmâ ehline değil, yöneticilere yakışır. c) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yöneticilere itaat etmeye alabildiğine teşvik ederek, "Bana itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur. Emirime (kumandanıma) itaat eden de, bana itaat etmiş olur. Bana isyan eden, Allah'a isyan etmiş olur. Emîrime isyan eden de, bana isyan etmiş olur" Buhari, Ahkam, 1; Cihad, 109 buyurmuştur. Zikrettiğimiz istidlale karşı, zikredilmesi mümkün olan sorular işte bunlardır. Râzî'nin Bu İtiraza Karşı Cevabı Bu sorulara şu şekilde cevap verilir: Sahabe ve Tabiînden bir cemaatin, Hak teâlâ'nın, 'Ve sizden olan emir sahiplerine de... "sözünü, "alimler" anlamına hamletmiş olduklarında hiçbir şüphe yoktur. Binâenaleyh biz, bundan murad, "Ehl-i hail ve'l-akd" kimselerden olan alimlerdir." dediğimizde, bu görüş, ümmetin görüşlerinin dışında olan bir görüş olmaz. Aksine bu, onların görüşlerinden birisini tercih ve o görüşü kesin bir delille tashih olmuş olur. İşte böylece, birinci sual bertaraf edilmiş olur. Onların ikinci soruları da bertaraf edilmiştir, zira onların ileri sürdüğü izahlar, zayıf ve tutarsız izahlardır. Halbuki, bizim zikrettiğimiz ise, kesin bir aklî delildir. Binâenaleyh, bizim görüşümüz daha evlâdır. Hem biz, o görüşlere, onlardan daha kuvvetli olan diğer şu görüşlerle de karşı çıkabiliriz: 1) Ümmet, idare edilenlerin, delîl ile hak ve doğru olduğu bilinen hususlarda, idareci ve sultanlarına itaat etmelerinin vâcib olduğu hususunda icmâ etmiştir. Bu delil ise, kitap ve sünnetten başka bir şey değildir. Binâenaleyh bu, kitap ve sünnete, Allah ve Resûlullah'a itaat etmenin dışında, onlardan ayrı bir kısım değildir. Bilakis, onun içinde olan bir şeydir. Nitekim, karının kocasına; çocuğun, ebeveynine; talebenin hocasına itaat etmelerinin vâcib oluşu da, Allah'a ve Resûlullah'a itaat etmenin içinde bulunmaktadır. Ama biz bunu, icmâ manasına hamlettiğimizde, bu kısım onun içine girmiş olmaz. Çünkü, icmâ bazan, kitap ve sünnette kendisine delalet bulunmayan bir hükme delalet eder. Binâenaleyh, bu durumda bu kısmın ilk iki kısımdan ayrı bir kısım olarak kabul edilmesi mümkündür ki, evlâ olan da budur. 2) Âyeti, "yöneticilere itaat..." manasına hamletmek, âyete bir şart ilave etmeyi iktizâ eder. Çünkü yöneticilere itaat, ancak, onlar haklı ve hakkın yanında bulundukları zaman vâcib olur. Ama biz bu ifadeyi, "icmâ" manasına hamlettiğimizde, âyete herhangi bir şart girdirilmemiş olur. Binâenaleyh, bu evlâ olur. 3) Cenâb-ı Hakk'ın daha sonra, "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a götürün" buyurmuş olması, hükmü bu çekişmenin hükmüne muhalif olan, daha önce yapılmış olan bir icmânın bulunmasını ihsas eder. 4) Allah'a ve Resûlullah'a itaat etmek, kesinlikle vâcibtir. Bize göre, icmâ ehline itaat etmek de, kesin olarak vâcibtir. Ama, yönetici ve sultanlara itaat etmek, kesin olarak vâcib değildir. Hatta, onların çoğu hükümleri haramdır. Çünkü onlar, zulüm ile emrederler. Sadece az olan durumlarda onların hükümlerine boyun eğmek, zayıf bir zanna göre vâcib olur. Binâenaleyh, âyetteki "emir sahipleri" ifadesini "icmâ (ehli)" manasına hamletmek daha uygun ve yerinde olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, Resulü ve "emir sahipleri"ni tek bir ifade bütünlüğü içinde zikretmiştir ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a İtaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" buyruğudur. Binâenaleyh, burada Resulün hemen peşinden zikredilen, "emir sahipleri" ifadesini, "hatadan masum kimse" manasına hamletmek, onu facir ve fasık kimseler anlamına hamletmekten daha evlâdır. 5) Yöneticilerin ve sultanların işleri, alimlerin fetvalarına dayanmaktadır. Bu sebeple alimler, gerçekte yöneticilerin amirleri olmuş olur. Binâenaleyh, "emir sahipleri" lafzını (ictihad ehli) ulemâya hamletmek daha uygun ve evlâ olmuş olur. Ulü'l-emr, "Masum İmamlar" Değildir Bu âyeti, Rafızîlerin ileri sürdüğü gibi, "masum imamlar" manasına hamletmek, şu sebeplerden dolayı son derece geçersiz bir iddiadır: a) Biz daha önce, "onlara itaat etmenin, onları tanıma ve onların yanına girip çıkabilme şartına bağlı olduğunu" zikretmiştik. Binâenaleyh, şayet Allah onları tanımadan önce onlara itaat etmemizi bize vâcib kılmış olsaydı, bu "teklîf-i mâla yutak" oturdu. Yine Cenâb-ı Hak, onları ve onların görüşlerini tanıdığımız zaman onlara itaat etmeyi bize vâcib kılmış olsaydı, bu vâcib kılma, bir şarta bağlanmış olurdu. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahipleri'ne de itaat edin ... buyruğunun zahiri, bir şarta bağlılığı değil, mutlaklığı gerektirmektedir. Hem bu âyette, bu ihtimali bertaraf eden bir husus da bulunmaktadır. Çünkü Cenâb-ı Hak, tek bir ifade bütünlüğü içinde, Resule ve emir sahiplerine itaat etmeyi emretmiştir ki bu da, "Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" sözüdür. Halbuki tek bir sözün aynı anda hem mutlak, hem de meşrut olması caiz değildir. Binâenaleyh bu ifade, Resul hakkında mutlak olunca, bunun "emir sahipleri" hakkında da mutlak olması gerekir. b) Allahü teâlâ. ulü'l-emre yani "emir sahipleri" ne itaat etmeyi emretmiştir. "Emir sahipleri" tabiri çoğul bir ifadedir. Halbuki Rafızîlere göre, bir zamanda sadece bir imam bulunur. Cemi bir kelimeyi müfred manasına hamletmek ise, zahirin aksine bir harekettir. c) Allahü teâlâ, "Eğer birşey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve Peygambere götürün" buyurmuştur. Eğer "emir sahipleri"nden murad, imam-ı masum olmuş olsaydı, "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu "imama götürün" denilmesi gerekirdi. Binâenaleyh doğru olanın, âyeti bizim söylediğimiz şekilde tefsir etmek olduğu sabit olur. Bu Ayetin Kıyasın Delili Olması Bil ki âyetteki "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve peygambere götürün... "emri, bizegöre kıyasın bir hüccet olduğuna delalet eder. Bunun delili şudur: Hak teâlâ'nın, " Eğer bir şey hakkında çekişirseniz" ifadesinden murad, ya "Eğer hükmü kitap veya sünnet veya icmâda belirtilmiş birşey hakkında ihtilâf ederseniz..." şeklindedir; ya da, "Eğer hükmü bu üç şeyde belirtilmemiş birşey hakkında ihtilâf ederseniz..." şeklindedir. Birinci ihtimal bâtıldır. Çünkü bu takdirde insanın, o hükme uyması vâcibtir. Binâenaleyh o, Hak teâlâ'nın "Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" buyruğunun şumûlüne dahil olmuş olur ki, bu durumda da, "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve peygambere götürün" emri, kendinden önceki ifadenin aynen tekrarı olur. Bu ise caiz değildir. Bu ihtimal bâtıl olunca, geriye sadece ikinci ihtimal kalır ki, bu da, "Eğer hükmü kitap, sünnet ve icmâda bulunmayan bir şey hakkında çekişirseniz..." manasının kastedilmiş olmasıdır. Durum böyle olunca Hak teâlâ'nın, "Onu, Allah'a ve peygambere götürün" emrinden murad, o şeyin hükmünü, kitap ve sünnetin nasslarından taleb edip araştırma olmaz. Binâenaleyh bundan muradın, onun hükmünü, kendisine benzeyen hadiseler hakkında belirlenmiş hükümlere vurmak olur ki, bu da kıyastır. Binâenaleyh âyetin, kıyas yapmayı da emre delalet ettiği sabit olur. Âyeti Yanlış Anlayanlara Cevap Eğer, "Âyetteki, "Onu Allah'a ve peygambere götürün" emri ile, "onun bilgisini (ilmini) Allah'a bırakın ve o hususta susup, ona değinmeyin" manasının kastedilmiş olması niçin caiz olmasın?" ve yine, bundan muradın, "Hakkında ancak nass ile hüküm verilebilecek şeylerden hakkında nass bulunmayanları, hakkında nass bulunanlara vurarak hüküm çıkarın" manası olması niçin caiz olmasın?" Yine bundan muradın, "O hükümleri, berâet-i asliyyeye vurun " manası olması niçin caiz olmasın?" denilir ise, biz deriz ki: Birinci mana kabul edilmez. Çünkü bu âyet, Allahü teâlâ'nın vakıa ve hadiseleri iki kısma ayırdığını göstermektedir: a) Hükmü hakkında nass olanlar... b) Hükmü hakkında nass olmayanlar... Sonra Cenâb-ı Hak, birinci kısım hakkında, o nasslara itaati ve boyun eğmeyi, ikinci kısım hakkında da, onları Allah ve Resulüne götürmeyi emretmiştir. Halbuki bu "götürme" ile, "susma ve onun bilgisini Allah'a bırakma" manasının kastedilmiş olması caiz değildir. Çünkü hadise, çoğu kez buna tahammül etmez, aksine mutlaka o hususta, olumlu veya olumsuz, kavga ve çekişmeyi sona erdirmek gerekir. Bu böyle olunca, "Allah'a götürme" ifadesini, o hadise hakkında hiç birşey söylememe manasında anlamak imkansız olur. İşte bu cevap ile, üçüncü sorunun (mananın) yanlışlığı da ortaya çıkar. İkinci soruya (manaya) gelince, buna da şöyle cevap verilir: Berâet-i asliyye, aklın hükmüne göre, malumdur. Binâenaleyh hadiseyi, berâet-i asliyyeye götürmek, hiçbir yönden, "Allah'a götürme" olmaz. Fakat hadisenin hükmünü, hakkında nass bulunan hükümlere vurup kıyas ettiğimizde, bu, hadiseyi Allah'ın hükümlerine vurma olur. Binâenaleyh âyeti, bu manada anlamak daha evlâdır. Beşinci Mesele Âyet, Kitap ve Sünnetin, mutlaka kıyastan önce olacaklarına delalet etmektedir. Bundan dolayı kıyastan ötürü, kitap ve sünnetle amel etmeyi bırakmak caiz olmadığı gibi, kıyas ister celî (açık), ister haft (kapalı) olsun, nass ister bu kıyastan önce tahsis edilmiş ister edilmemiş olsun, kitap ve sünnetin kıyas ile tahsis edilmesi de kesinlikle caiz değildir. Bunun delili şudur: Biz, Hak teâlâ'nın, "Allah'a itaat edin, peygambere de..." ifadesinin, kitap ve sünnete itaati emir manasında olduğunu beyan etmiştik. Bu, mutlak bir emirdir. Bundan dolayı ister bu ikisine muaraza eden veya onları tahsis eden bir kıyas bulunsun, ister bulunmasın, Kitap ve sünnete uymanın vâcib olduğu sabit olmuştur. Bunu, şu hususlar da te'kid eder: 1) (Eğer) kelimesi, pek çok kimseye göre, şart manasındadır. Bunu şart manasında kabul edenlere göre, Hak teâlâ'nın "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve Peygambere götürün" âyeti, kıyasa ancak asıllar (yani kitap, sünnet ve icmâ) bulunmadığı zaman vurulacağı hususunda, açık bir ifadedir. 2) Allahü teâlâ, kıyası, üç şer'î asıldan sonra zikretmiştir ki bu, kıyas ile amel etmenin, bu üç asıldan sonra geleceğini ihsas ettirmektedir. 3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Muaz hadisesinde, bu sıralamaya riayet ederek, içtihad etmeyi kitaptan sonraya bırakmış ve içtihadı, "Ya bulamazsan ?" ifadesi ile, kitap ve sünnette hadisenin hükmünü bulamama şartına bağlamıştır. 4) Allahü teâlâ, meleklere, Hazret-i Adem'e secde etmeyi emretmiştir. Çünkü O, "Hâni meleklere, "Adem'e secde edin" demiştik de, iblisten başkası hemen secde etmişlerdi" (Bakara. 34) buyurmuştur. Sonra iblis, bu nassı (emri) tamamen reddetmemiş, aksine kıyas yaparak kendisini bu umûmî emir dışında kabul etmiştir. Onun kıyası da, "(Çünkü) beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın" (Araf, 12) şeklindeki sözüdür. Sonra alimler, iblisin böylece, kıyasını nassa takdim ettiği ve bundan dolayı lanetlenmiş olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da, nassı kıyas ile tahsis etmenin, kıyası nassa takdim etme manasına gelir ki caiz değildir. 5) Kur'ân'ın metni kesindir. Çünkü o tevatürle rivayet edilmiştir. Halbuki kıyas böyle olmayıp, her yönden zannîdir. Kesin olan, zannî olana tercih edilir. 6) Cenâb-ı Hak, "Kim Allah'ın indirdiği (ahkâm) ile hükmetmezse, onlar zalimlerin tâ kendileridir" (Maide, 45) buyurmuştur. Binâenaleyh biz, Kur'ân'ın âyetinin umumî manasının, o hadiseyi içine aldığını görüp, sonra da ona göre hükmetmeyip, kıyasla hükmedersek, o zaman bu âyetin ifade ettiği umûmî hükmün (zalim olma hükmünün) içine dahil olunmuş olur. 7) Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, Allah'ın ve Resulünün huzurunda öne geçmeyin" (Hucurat. 1) buyurmuştur. Kur'an'ın bu umûmî ifadesine rağmen, biz âyetin hükmünü tahsis eden bir kıyası öne alırsak, o zaman Allah'ın ve Resulünün önüne geçmiş oluruz. 8) Allahü teâlâ, "Müşrikler diyecekler ki: "Eğer Allah dileseydi ne biz, ne atalarımız (Allah'a) eş koşmazdık.19 De ki: "...Siz (kuru) bir zandan başka (birşeye) uymuyorsunuz "(Enam, 148) buyurmuş ve zanna uymayı, kâfirlerin sıfatlarından ve onları kınamayı gerektiren kuvvetli sebeplerden biri saymıştır. Binâenaleyh bu âyet, kıyas ile amel etmenin kesinlikle caiz olmamasını gerektirir. Bu âyet ile amel edilmemiştir. Zira biz, (tefsir etmekte olduğumuz) âyetin, kıyas ile amel edilebileceğini gösterdiğini açıklamıştık. Fakat bu âyet, bunun üç şer'i asıl'da o hususta bir hüküm bulunmadığı zaman olacağına delalet etmektedir. Binâenaleyh o hususta bir nass bulunduğunda, aslı üzere kalması (nassta olduğu şekilde) kalması gerekir. 9) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir "Benden bir hadis rivayet edildiği zaman, onu Allah'ın kitabına vurun (kıyas edin). Eğer ona uygun olursa, kabul edin. Aksi takdirde onu atın." Şüphe yok ki hadis, kıyastan daha kuvvetlidir. Binâenaleyh Kur'ân'a uymayan hadis kabul edilmediğine göre, Kur'ân'a uymayan kıyas haydi laydi kabul edilmez. 10) Kur'ân, ne önünden ne ardından, bâtıl gelip yaklaşamayan Allah kelamı ve Hakîm, Hamîd Allah'ın bir tenzilidir. Kıyas ise, zayıf olan insanın aklını karıştırır. Halbuki akl-ı selim olan herkes, birincisinin uymaya ve tâbi olmaya daha lâyık ve daha kuvvetli olduğunu anlar. Bu âyet, şu dört şer'î aslın, yani Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas'ın dışında kalan şeylerin bâtıi ve merdûd olduğuna delalet etmektedir. Bu böyledir. Zira Cenâb-ı Hak, hadiseleri ikiye ayırmıştır: a) Hükümleri hakkında nass bulunanlar olup O, bu naslara uymayı emretmiştir. Bu da O'nun, "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" emridir. b) Haklarında nass bulunmayıp, onlar için içtihad edilmesini emrettiği hadiseler.. Bu içtihad emri de, "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve peygambere görürün" emridir. Binâenaleyh bu iki kısım dışında bir şey olmadığına ve Allahü teâlâ da, bunların her biri ile ilgili belli emirler verdiğine göre, bu, mükellefin dört şer'î aslın dışında hiçbir şeye sarılmaması gerektiğine delalet etmektedir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Ebu Hanife (r.h)'nin ileri sürdüğü "istihsan" İstihsân: Kitap, sünnet ve icmâdaki kuvvetli bir delil sebebi ile kıyası celîyi (açık kıyası) bırakıp, kıyas-ı hafiye geçmektir. ve keza Mâlik (r.h)'in ileri sürdüğü "istislah" İstislah: İslamın maksadlarına uygun olup, hakkında muteber veya ilga edilmiş özel bir delil bulunmayan maslahatları göz önünde bulundurmaya denilip Malikî mezhebine ait bir tabirdir (ç). tabirleri ile, eğer bu dört şeyden biri kastediliyorsa, bu, sözü ters yüz etmektir ki bunun bir faydası yoktur. Yok eğer bunlarla, dört şer'î esasdan başka birşey kasteditiyorsa, söylediğimiz gibi, âyetin bunların bâtıl olduğuna delalet etmesi sebebiyle, böyle şeyleri söylemek kesinlikle bâtıl olur. Emir sigasının Vücup İfade Edip Etmemesi Fakîhlerden ekserisi, âyetteki "Allah'a itaatedin. Peygambere de..." ifadesinin, emrin zahirî manasının delâlet ettiğini gösterdiğini iddia etmişlerdir. Kelâmcılar buna karşı çıkarak şöyle demişlerdir: "Hak teâlâ'nın, "Allah'a itaat edin" buyruğu vâcib kılmaya, ancak emir vücûb için olursa delalet eder." Bu, delilin medlule muhtaç olmasını gerektirir ki bu da bâtıldır. Fakîhler buna şu iki şekilde cevap verebilirler: 1) Belli hadiseler hakkında gelen emirler, mendûb oluşu gösterir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "itaat edin" buyruğunun manası, şayet, "emredilenleri yerine getirmek mendubtur" şeklinde olsaydı, bu durumda bu âyetin herhangi bir mana ve faydası olmazdı. Çünkü sırf mendub oluş, o emirlerden de anlaşılmıştır. Binâenaleyh, bu âyeti "vücub" u, farziyyeti ifade etme manasına hamletmek gerekir. Hatta şöyle de denebilir: O emirler, o emredilen şeylerin yapılmasının, yapamamasından daha evlâ olduğuna delalet etmektedirler. Bu âyet ise, o emredilen şeyleri bırakmamaya delalet etmektedir. Binâenaleyh, böylece geriye bu âyetin de bir mana ve faydası kalmış olur. 2) Allahü teâlâ bu âyeti, "Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız" buyurarak bitirmiştir ki, bu kısım bir tehdit ifade etmektedir. Bu sebeple, bu sözün Cenâb-ı Hakk'ın ""onu Allah'a götürün" emrine tahsis edilme ihtimali mevcut olduğu gibi, bunun Cenâb-ı Hakk'ın her iki buyruğu, yani hem "Allah'a itaat edin" hem de "onu Allah'a götürün" emirleriyle ilgili olma ihtimali mevcuttur. Şüphe yok ki, ihtiyat da bundadır. Biz tehdit ifade eden bu buyruğun her iki cümle ile de alâkalı olduğuna hükmedersek, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a itaat edin" emri, vücûbu gerektirmiş olur. Böylece bu âyetin, emrin zahirinin vücub ifade ettiğine delâlet ettiği sabit olmuş olur. Bunun, şeriatta nazar-ı dikkate alınan bir temel kaide olduğu hususunda bir şüphe yoktur Hazret-i Peygambere Tabi Olması Hakkında Bil ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den nakledilen, ya O'nun sözü veya O'nun fiilidir. Nakledilenin, O'nun sözü olması halinde, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a itaat edin. Peygambere de İtaat edin" buyruğundan dolayı, O'nun sözüne itaat etmek vacib olur. Bunun fiil olmasına gelince, delilin tahsis etmiş olduğu durumlar müstesna, O'nun fiiline uymak, ümmete vacibtir. Zira biz, Hak teâlâ'nın "itaat edin" sözü vesilesiyle Allah'ın emirlerinin vücub ifade ettiğini açıklamıştık. Sonra Cenâb-ı Hak, bir başka âyette Hazret-i Muhammed'i tavsif edip "o halde ona uyun" (Enam, 153) buyurmuştur ki, bu bir emirdir. Binâenaleyh, bunun da vücub ifade etmesi gerekir. Bu sebeple, Hazret-i Peygamber'e ittiba etmenin de vacib olduğu sabit olmuş olur. Uymak ise, başkası o fiili işlediği için, o başkasının yaptığı fiilin benzerini yapmaktan ibarettir. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a itaat etin" sözünün, bütün fiilleri hususunda Hazret-i Peygamber'e uymayı gerektirdiği ve "Peygambere de itaat edin" sözünün de, bütün sözlerinde Hazret-i Peygamber'e uymayı gerektirdiği sabit olmuş olur. Bu iki hususun da, şeriatta nazar-ı dikkate alınan iki asıl, iki temel olduğunda hiç bir şüphe yoktur. Dokuzuncu Mesele Bil ki, emrin zahiri, her ne kadar vaad olunuşunda bir tekrarı ve fevriliği, (hemen yapmayı) ifade etmese bile, şeri'at örfünde, bu manalara delalet etmektedir. Bunun delilleri şunlardır: a) Hak Teâla'nın "Allah'a itaat edin" emrinden, hangi vakit olursa olsun, bir istisna yapmak doğru olur. İstisnanın hükmü ise, yapılmaması halinde, hükmüne dahit olacak olan şeyleri dışta bırakmak, istisna etmektir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a itaat edin" buyruğunun bütün vakitleri içine alması gerekir ki, bu bir tekrarı, tekrar da hemen yapmayı gerektirir. b) Eğer, âyet bunu ifade etmeseydi, mücmel olurdu. Çünkü, hususî vakit ve hususî durumlar âyette zikredilmemiştir. Ama biz bu ifadeyi "umûm" manaya hamlettiğimizde, o vakit âyet mübeyyen olur. Allah'ın kelamını mübeyyen olacağı bir manaya hamletmek, onu mücmel ve meçhul olacağı bir manaya hamletmekten evlâ ve daha uygundur. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bu ifade, tahsis edilmiştir; tahsis ise, ifadeyi mücmel bırakmaktan daha hayırlıdır. c) Hak teâlâ, "Allah'a itaat edin" buyurmuş, taat lafzını da kendisine nisbet etmiştir ki, bu bizim O'na, bizim O'nun kulu, O'nun da bizim ilahımız olması halinde ancak itaat etmemizin vacib olmasını gerektirir. İşte bu izahla da, itaat etmenin vacib olmasının kaynağının, "ubudiyyet" ve "rubûbiyyet" olduğu sabit olmuş olur ki, bu da kıyamete kadar, bütün mükelleflerin itaat etmelerinin vücubunun devamlı olmasını gerektirir. İşte bu da, şeriatta muteber olan bir asıl ve temel bir kaidedir. Onuncu Mesele Cenâb-ı Hak, "Allah'a itaat edin" buyurmuş, bu emri müstakil olarak zikretmiştir. Daha sonra da, "Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" buyurmuştur. İşte bu, Allah tarafından, şu terbiye ve edebi bir öğretmedir. İnsanlar, Cenâb-ı Hakk'ın ismiyle, başkasının ismini bir arada zikretmemelidirler. Ama, durum insanlarla ilgili olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, "Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" buyruğunun da delalet ettiği gibi, bu caizdir. İşte bu da, böyle bir terbiyeyi talim etmek, öğretmektir. İşte bundan ötürü, rivayet olunduğuna göre bir kimse, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında konuşup, "Kim, Allah'a ve Resule itaat ederse, doğruya ulaşmış olur; kim de ikisine isyan ederse, azmış ve sapıtmış olur" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Sen ne kötü hatipsin. "Kim Allah'a isyan eder ve Resulüne asî olursa.." demeli değil miydim?" Buhari, Cihad, 109 (Benzeri hadis); Müslim, Cum'a 48(2/594) veya, bu manaya gelen bir söz söyledi. Bu konuda sözün özü şudur: Cenâb-ı Hakk'ı, aynı lâfız içinde başkasıyla birlikte zikretmek, aralarında bir tür ilgi ve benzerliğin bulunduğu zannını uyandırır ki, Cenâb-ı Hak böylesi şeylerden münezzehtir. Ulü'l-emr Kaydının İcma'a ve Ondan Dallanan Meselelere Delaleti Biz, Hak teâlâ'nın "Sizden olan emir sahiplerine de" ifadesinin, icmâ'ın bir deli) olduğuna delalet ettiğini söylemistik. Binâenaleyh, yine biz diyoruz ki, bu ifade bu asla delalet ettiği gibi, icmâ'dan doğan birçok fer'î meselelere de delalet etmektedir. Bunların bir kısmını zikredelim: İcma Ehli Sadece Fakihler Olup, Diğer Alimler Değildir Birinci Fer': Bize göre icmâ ancak, kitap ve sünnetin nasslarından Allah'ın hükümlerini istinbat edebilecek (çıkarabilecek) ulemânın görüşüyle tahakkuk eder ki, işte bunlar usul-ü fıkıh kitaplarında "ehlü'l-hal ve'l-akd" diye adlandırılan kimselerdir. Biz deriz ki, âyet de buna delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "emir sahipleri"ne itaat etmeyi vacib kılmıştır. Şeriatta, emretme ve nehyetme yetkisi, ancak bu sınıf ulemâ için söz konusudur. Zira, nasslardan nasıl hüküm istinbat edileceğini bilmeyen kelamcının emrine veya nehyine itibar edilmez. Kur'an ve hadisten hüküm istinbat edebilecek güçte bulunan müfessir ve muhaddis de böyledir. Böylece bu da, bizim söylediğimiz bu hususa delâlet etmiştir. Binâenaleyh, âyet-i kerime, "emir sahipleri"nin icmâ'sının bir hüccet olduğuna delalet edince, âyetin, icma'ın sırf bu sınıf ulemânın sözüyle tahakkuk edip mün'akid olacağına delalet ettiğini anladık. Âyetin, avamdan olan kimsenin bu hükme dahil olmadığına delalet etmesi ise zahirdir. Zira, avamın "emir sahipleri" olmadıkları, belli bir husustur. İhtilaftan Hemen Sonra Hastl Olan İcma İkinci Fer': Alimler, ihtilâfın hemen peşinden meydana gelen icmâ'nın bir hüccet olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. En doğru görüş, bunun bir hüccet olduğudur. Bunun delili ise, işte bu âyettir. Çünkü biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" emrinin, bu ümmetin "ehlü'l-hal ve'l-akd" olanlarına itaat etmenin vacip olmasını gerektirdiğini beyan etmiştik. Buna, hem ihtilâftan sonra tahakkuk eden icmâ, hem de böyle olmayan icmâ dahildir. Binâenaleyh, hepsinin bir hüccet ve delil olması gerekir. İcmada Asrın Sona Ermesi Şart Değildir Üçüncü Fer': Alimler, icmâ yapılabilmesi için, bir asırdaki alimlerin son bulmalarının şart olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. En doğru olan görüş, bunun şart olmadığıdır. Bunun delili ise, işte bu âyettir. Zira bu âyet, icmâ eden kimselere itaat etmenin vacib olduğuna delalet etmektedir. İşte buna, asrın sona ermesi ve ermemesi de dahildir. Muteber İcma, Mü'minlerin İcma'ıdır Dördüncü Fer': Âyet, nazar-ı dikkate alınan icmâ'nın, mü'min kimselerin icmâ'ı olacağına delalet etmektedir. Zira, Cenâb-ı Hak âyetin başında, "Ey iman edenler" buyurmuş, sonra da, "ve sizden olan emir sahiplerine de" demiştir. Böylece bu, nazar-ı dikkate alınan icmâ'ın, mü'min kimselerin yaptığı icmâ olduğuna delalet etmiş olur. İmanlarında şüphe edilen diğer fırkaların yapmış olduğu icmâ'ya ise itibar edilmez Bu Ayetin Kıyastan Dallanan Meselelere Delalet Etmesi Biz, Cenâb-ı Hakk'ın 'Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve peygamberine götürün" ifadesinin, kıyas ile amel etmenin sahih olduğuna delalet ettiğini söylemiştik. Binâenaleyh, şimdi de diyoruz ki; Bu âyet, bu temel delile delalet ettiği gibi, kıyasdan elde edilen birçok fürû meselelerine de delâlet etmektedir. Şimdi biz bunlardan bazılarını zikredelim: Birinci fer': Biz, Cenâb-ı Hakk'ın "onu Allah'a götürün" emrinin manasının, "onu Allah'ın, hükmünü beyan ettiği bir hadiseye kıyaslayın, vurun" şeklinde olduğunu söylemiştik. Bundan muradın da mutlaka, "onu, kendisine benzeyen bir hadiseye kıyaslayın, vurun" şeklinde olması gerekir. Çünkü, "onu götürmek"ten murad, "onu, kendisine, hem şekil hem de sıfat bakımından muhalif olan bir hadîse kıyaslayın, vurun" şeklinde olsaydı, bu durumda onu, bazı hadiselere kıyas etmek, geriye .kalan diğer bazı hadiselere kıyas etmekten daha evlâ olmazdı. İşte bu durumda da kıyas imkansız olurdu. Böylece bundan muradın, mutlaka onu, hem şekil hem de sıfat bakımından kendisine benzeyen bir hadiseye kıyas etmek olduğunu anlamış olduk. Bizim söylediğimiz bu manayı haber ve rivayetler de teyid etmektedir. Bu konudaki habere gelince bu şudur: Ashab, Hazret-i Peygambere, oruçlu kimsenin öpmesinin durumu hakkında soru sorunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Söyle bakalım mazmaza" yapsaydın ne olurdu?" dedi. Yani, Hazret-i Peygamber, "mazmaza, yeme içmenin başlangıcıdır" demek istemiştir. Bunun gibi öpme de, cimâ'nın bir mukaddimesidir. Mazmaza orucu bozmadığı gibi, öpme de orucu bozmaz. Yine, el-Husa'miye, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hacc hakkında sorunca, O "söyle bakalım, babanın bir borcu olsaydı, sen de onu ödeseydin, bu kifayet eder miydi?" dedi. Bunun üzerine kadın, "Evet" deyince, Hazret-i Peygamber "Allah'ın dini yerine getirilmeye daha lâyıktır" buyurdular. Bu konudaki rivayete gelince: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in, "Birbirine benzer şeyleri tanı ve kendi re'yinle durumları birbirine kıyasla" dediği rivayet edilmiştir. Böylece bu âyet, haber ve bu rivayetin delaletlerine dair zikrettiğimiz şeylerin tamamı, Cenâb-ı Hakk'ın, (......) emrinin, bir şeyi benzerine kıyas etmeyi emretmek olduğuna delalet etmiş olur. Bu sabit olunca, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, hem şekil hem de- sıfat bakımından birbirine benzemeyi, nass bulunmayan yerdeki hükmün, nass bulunan yerdeki hükme benzer olduğuna bir delil kdbul etmiştir ki, buna Şafiî (r.h), "kıyasu'l-eşbah" (birbirine benzeyenleri kıyaslamak); fukahanın ekserisi ise, "kıyasu't-tard" (teşmil etmek suretiyle kıyas) adını vermişlerdir. İşte bu âyet, bunun doğruluğuna delalet etmektedir. Çünkü, Hak teâlâ'nın, "Onu irca edin, götürün" emrinden maksadın, "onu benzerine kıyas edin" şeklinde olduğu delil ile sabit olunca, kıyas mevzuunda kendisine itimat edilen temel kaidenin, "sırf benzeme" olduğunu anlamış oluruz. Bu, uzun bir mevzudur. Bizim amacımız ise, âyetlerden meselelerin nasıl istinbat edileceğini beyan etmektir. Ama, bu husustaki uzun açıklamalar, diğer kitaplarda zikredilmiştir. Kıyas Yapmak İçin Kuran ve Sünnette Hüküm Bulunmamalıdır İkinci Fer': Bu âyet, bir mesele hakkında kıyas ile istidlalde bulunabilmenin şartının, o mesele hakkında kitap ve sünnette herhangi bir nassın bulunmaması olduğuna delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu ... götürün" ifadesi, böyle bir şartı ihsas ettirmektedir. Kitap, Sünnet ve İcmada Hüküm Bulunmazsa Kıyas Yapılır Üçüncü Fer': Âyet, bir mesele hakkında kitap, sünnet ve icmâ'da bir nass bulunmadığı zaman, orada, her ne şekilde olursa olsun, kıyasın kullanılabileceğine delâlet etmektedir. İşte bununla, keffaretler, hadler ve bunların dışında kalan diğer hususlar hakkında kıyasın isti'mal edilmeyeceğini söyleyenlerin görüşü bâtıl olmuş olur. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz..." buyruğu, hakkında herhangi bir nass bulunmayan her hadiseyi içine almaktadır. Kıyas Nassa Bina Edilir, Kıyasla Sabit Olan Hükme Dayanmaz Dördüncü Fer': Âyet, bir mesele hakkında kıyas ile hüküm vermek isteyen kimsenin, mutlaka o hükmü, hakkında nass ile hüküm sabit olmuş olan bir meseleye kıyas etmesi gerektiğine delâlet eder. Yoksa meseleyi, hakkındaki hükmün kıyas ile sabit olduğu bir meseleye kıyaslaması caiz değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "onu Allah'a ve peygambere götürün" emrinin zahiri, o meseleyi, Allah'ın ve Resûlullah 'in nassıyla sabit olan bir hükme kıyaslamanın vacib olduğunu ihsas etmektedir. Kıyas Yapmakta Önce Âyet, Sonra Hadîse Bakılır Beşinci Fer': Âyet, hükmü, Kur'ân âyetiyle sabit olan bir asla kıyas etme ile, hükmü, sünnet ile sabit olan bir asla kıyas etmek birbiriyle çeliştiğinde Kur'an'a kıyas etmenin, habere kıyas etmekten önce geleceğine delâlet etmektedir. Zira, Cenab-ı Hak, "Allah'a itaat edin. Ve .Peygambere itaat edin" buyruğu ile "onu, Allah'a ve peygamberine götürün" emrinde de, kitabı sünnetten, Allah'ı da peygamberinden önce zikretmiştir. Muaz hadisinde de böyledir. Altıncı Fer': Âyet, biri, Allah'ın kitabındaki bir işaret ve îma ile, diğeri ise Allah'ın Resulünün haberlerinden bir haberin îma ve işaretiyle desteklenen iki kıyas birbiriyle taaruz ettiğinde, birincinin ikincisine takdim edileceğine delâlet etmektedir. Yani bu da, beşinci fer'de zikrettiğimiz gibidir. İşte usûle dair bütün bu meseleleri, iki saatten az bir zaman içinde bu âyetten istinbat ettim, çıkardım. Belki de insan, fikrini iyice kullandığında, usul-i fıkıh meselelerinin ekserisini bu âyetten istinbat etmesi mümkün olacaktır. Onüçüncü Mesele Hak teâlâ'nın, kaydı demektir. (......) kelimesi, çoğul bir kelimedir. Bu kelimenin müfredi ise, kaide dışı olarak (......) kelimesidir. Bu, tıpkı (kadınlar), (develer) ve (atlar) kelimeleri gibidir. Bütün bunlar, kendi lafzından müfredi olmayan cemi isimlerdir. Ondördüncü Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer çekişirseniz..." ifadesinin manası hakkında. Zeccac, "İhtilâf edip, her grup, "Söz, benim sözümdür" derseniz" demiştir. Âyette geçen ifâdesi, cezbetmek, çekip almak manasında olan (......) kelimesinden türemiştir. Buna göre "çekişmek", taraflardan herbirinin, kendi görüşünü doğrulayan bir hüccete doğru cezbolunmalarından veyahut da, kendi görüşünü, onu ifsat eden şeylerden çekip alma çaba ve gayretinden ibarettir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "eğer Allah'a veahiretgününe inanıyorsanız" buyurmuştur. Bu hususta da iki mesele vardır. Birinci Mesele Bu tehdidin, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a İtaat edin. Peygambere itaat edin "emriyle, keza O'nun "onu Allah'a ve peygambere götürün" emriyle alakalı olması muhtemeldir. Allah en iyi bilendir. İkinci Mesele Hak teâlâ'nın, "Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız..." ifadesinin zahiri, Allah ve Resulüne itaat etmeyen kimselerin mü'min olmamasını gerektirir. Bu da, günahkâr kimsenin imandan çıkmış olmasını gerektirir; ancak ne var ki bu ifade tehdide hamledilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu, hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir" buyurmuştur. Yani, "Bu âyette size emretmiş olduğum o şey, sizin için daha hayırlı ve netice bakımından da daha güzeldir" demektir. Çünkü "te'vîl", "bir şeyin kendisine döndüğü yer, onun mercii" ve "neticesi" manasından ibarettir. 60Âyetin tefsiri için bak:61 61"Sana indirilene de, senden önce İndirilmiş olanlara da iman etmiş olduklarını yalan yere iddia edenlere bakmadın mı? Onlar, onu inkar etmekle emrolunduklan halde, yine "tâğût"un huzurunda muhakeme olunmalarını isterler. Şeytan da onları, uzak bir sapıklıkla iyice saptırmak ister. Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin" denilince, münafıkların, senden çekindikçe çekindiklerini görürsün". Bil ki, Cenâb-ı Hak bundan önceki âyette bütün mükelleflere, Allah'a itaat etmelerini, Resulüne itaat etmelerini vacib kılınca, bu âyette de, münafıklar ile kalblerinde "hastalık" bulunan kimselerin Allah'ın Resulüne itaat etmediklerini, O'nun hükmüne razı olmadıklarını; O'ndan başkasının hükmünü istediklerini zikretmiştir. Bu âyette birkaç mesele vardır: (......) ve (......) şekilleri, iki kullanıştır. Bu iki kullanış da çoğunlukla, ancak gerçekleşmemiş söz hakkında kullanılmaktadır. Leys "Araplar, birşey hakkında şüphelenip, doğru mu yanlış mı olduğunu bilemedikleri zaman "Falanca iddia ediyor ki.." derler. Hak teâlâ'nın, "Kendi boş zu'mlarınca, "şu Allah'ın" dediler" (En'am, 136) âyetinde de böyledir. Bu, "Yalan sözleri ile.." demektir" demiştir. Esma'i, "Araplar, yağlı olup olmadığını bilmedikleri koyuna derler" demiştir. İbnü'l-Arabî ise, bu kelimenin, doğru olduğu bilinen şey için de kullanılabileceğini söylemiş ve Ümeyye İbn Salt'ın şu beytini söylemiştir: "Ben sizin için kefilim ki, Rabb'iniz, size yapmış olduğu va 'adini mutlaka yerine -getirecektir..." Bunu anladığın zaman biz deriz ki: Bu âyetteki "za'm" kelimesi ile, yalan söz manası murad edilmiştir. Çünkü münafıklar hakkında nazil olmuştur. Nisa 60-61.Ayetlerinde Nüzul Sebebi: Hazret-i Peygamberin Hükmüne Razı Olmayan Münafığı Hazret-i Ömer Tarafından Öldürülmesi Alimler, bu âyetin sebeb-i nüzulü hakkında şu rivayetleri zikretmişlerdir:: Birinci Rivayet: Pek çok müfessir şöyle der: Münafıklardan birisi, yahudilerden birisi ile münakaşa edip çekişti. Bunun üzerine yahudi, "Aramızda Ebu'l-Kasım Muhammed hakem olsun" demiş; münafık ise, "Hayır, Ka'b İbn Eşref olsun " demiş. Bunun sebebi şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hakka göre hüküm verir, rüşvete iltifat etmezdi. Ka'b İbn Eşref ise, son derece rüşvet düşkünü birisi idi ve bu davada yahudi haklı, münafık haksız idi. İşte bundan dolayı yahudi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in; münafık ise Ka'b İbn Eşrefin huzurunda muhakeme olunmayı istedi. Yahudi kendi teklifinde ısrar edince, ikisi birden Allah'ın Resulünün yanına gittiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, yahudinin lehine, münafığın aleyhine karar verdi. Bunun üzerine münafık, "Bu hükme razı olmuyorum. Ebu Bekr'e gidelim" dedi. Hazret-i Ebu Bekir de yahudinin lehine hükmedince, münafık yine bu hükme razı olmayarak, "Aramızda Ömer karar versin" dedi. Böylece Hazret-i Ömer'e vardılar. Yahudi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ve Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in münafığın aleyhine karar verdiklerini, ama münafığın onların hükmüne razı olmadığını söyleyince, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) münafığa, "Durum böyle mi?" diye sordu. Münafık, "Evet" deyince, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), "Hele durun, bir ihtiyacım var. İçeri gireyim ve o ihtiyacımı göreyim, yanınıza geleceğim" dedi. Evine girip, kılıcını alarak yanlarına çıktı. Çıkar çıkmaz da münafığın boynunu vurdu, münafık da öldü. Yahudiye gelince o kaçtı. Münafığın akrabaları gidip Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'i, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şikayet ettiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e hadiseyi sorunca, o, "Ya Resûlallah, o senin verdiğin hükmü kabul etmemişti" dedi. O anda Cebrail (aleyhisselâm) gelerek, "Ömer, faruktur. Zira o, hak ile bâtılı birbirinden ayırmıştır" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ömer'e "Sen, faruksun" dedi. İşte bu rivayete göre, âyet-i kerimede bahsedilen "tâğut", Ka'b İbn Eşref yahudisidir. Nadir ve Kurayza Yahudileri Arasındaki Eşitsizlik İkinci Rivayet: Yahudilerden bir grup müslüman olmuştu. Fakat onlardan bazısı münafık idi. Cahilıye çağında Kureyza ve Nadir Kabilelerinin hareket tarzı şöyle idi: Kureyzadan birisi Nadirli birisini öldürdüğü zaman, öldüren hem kısas ediliyor, hem de onun akrabalarından yüz "vesak"(ölçek) hurma alınıyordu. Fakat Nadirii birisi Kureyzadan birisini öldürdüğünde, ona kısas uygulanmıyor, sadece altmış vesak hurma veriliyordu. Çünkü Nadiroğulları daha şerefli kabul ediliyordu. Bunlar Evs Kabilesinin müttefikleri, Kureyza ise Hazreç Kabilesinin müttefikleri idiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret edince, Nadir Kabilesinden birisi, bir Kureyzalıyı öldürdü. Derken taraflar bu hususta hasımlaştılar ve Nadiroğulları "Bize kısas uygulanamaz. Bize düşen daha önce de anlaştığımız gibi altmış ölçek hurmayı diyet olarak vermektir" dediler. Hazreçliler "Fakat bu, cahiliyye hükmüdür. Biz-siz bugün kardeşiz. Dinimiz bir, aramızda bir üstünlük yok" dediler. Nadiroğulları bunu kabul etmediler. İçlerindeki münafıklar, "Kâhin Ebu Burde et-Eslemî'ye gidelim" dediler. Müslüman (yahudiler de), "Hayır, Allah'ın Resulüne gidelim" dediler. Münafıklar diretince, aralarında hüküm vermesi için, Kâhin el-Eslemi'ye gittiler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kâhin Ebu Burde'yi İslâm'a davet etti. O da, bunu kabul edip müslüman oldu. Bu, Süddi'nin sözüdür. Buna göre, âyette geçen "tâğut" kâhin olan el-Eslemî'dir. Üçüncü Rivayet: Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Bir müslümanın, münafıkların birinde bir alacağı vardı. Fakat münafık, o müslümanı daha önce cahiliyye döneminde hükmüne başvurdukları bir putun huzuruna gitmeye davet etti. O putun yanında, puttan geldiğini iddia ettiği birtakım asılsız şeyleri nakleden bir adam vardı." Bu rivayete göre, âyette geçen "tâğut"tan maksad, işte, asılsız şeyleri söyleyen bu adamdır. Dördüncü Rivayet: Cahiliyye insanları, putların hükümlerine başvururlardı. Onların bu husustaki usulleri şöyle idi: Putun huzurunda fal oklarını çekiyorlar ve çektikleri okun üzerinde ne yazıyorsa onu yapıyorlardı. Buna göre de, âyette geçen tağut, o puttur. Bil ki müfessirler bu âyetin, münafıklardan birisi hakkında nazil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra Ebu Müslim şöyle demiştir: "Bu âyetin zahiri, daha önce yahudi iken, münafıkça müslüman olan bir ehl-i kitap hakkında olduğuna delalet etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, "Sana indirilene de, senden önce indirilmiş olanlara da iman etmiş olduklarını yalan yere iddia edenler..." ifadesi ancak bu durumda olan bir münafığa uyar." Hazret-i Peygamberin Hükmünden Kaçıp Tağula Başvuranların kafirliği Bu ifadeden murad şudur: Bazı kimseler, ehl-i tuğyandan (azgın kimselerden) bazısı huzurunda muhakeme olmayı istemiş, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzurunda muhakeme olmayı istememişlerdir. Kâdî şöyle demiştir: "Tâğutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gibi; Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hükmüne razı olmamanın ise bir küfür olması gerekir. Buna şunlar delalet eder: a) Allahü teâlâ, 'Onlar onu inkâr etmekle emrolunduklan halde, yine de tâgutun huzurunda muhakeme olunmalarını İsterler" buyurmuş ve tâğutun huzurunda muhakeme olunmayı, ona iman saymıştır. Halbuki nasıl tâğutu inkâr etme Allah'a iman manasına geliyorsa, tâğuta iman etmenin de Allah'ı inkâr manasına geleceğinde şüphe yoktur. b) Hak teâlâ, "Öyle değil Rabbine andolsun ki onlar, aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç bir sıkmtı duymadan, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar" (nisa, 65) buyurmuştur. Bu, Allah'ın Resûlü'nün hükmüne razı olmayanların kâfir sayılacakları hususunda bir nasstır. c) Cenâb-ı Hak, "Artık Onun emrinden uzaklaşıp gidenler, kendilerini bir fitne (belâ) çarpmasından, yahut (ahirette) onlara pek acıklı bir azab çatmasından çekinsinler" (Nûr, 63) buyurmuştur. Bu âyet, Hazret-i Peygambere muhalefet etmenin, büyük bir günah olduğuna delalet ediyor. Bütün bu âyetlerde, Allah'ın ve peygamberin herhangi bir emrini reddeden kimsenin, bu reddi ister şüphesi yönünden, isterse inadı yönünden olsun, İslâm'dan çıkmış olacağı hususunda deliller vardır ki bu durum da, sahabe-i kiramın, zekatını vermeyenlerin mürted olduklarına, öldürülmeleri gerektiğine ve çocuklarının esir edileceklerine dair verdikleri hükmün doğru olduğunu gösterir. Mu'tezile şöyle demiştir: "Hak teâlâ'nın "Şeytan da onları, uzak bir sapıklıkla iyice saptırmak ister" buyruğu, kâfirin küfrünün, ne Allah'ın yaratması, ne de irade-i ilahiyyesi ile olmadığına delalet eder. Bunu şu bakımlardan açıklarız: a) Allahü teâlâ, şayet kâfirde küfrü yaratmış ve irade etmiş olsaydı, şeytanın bu hususta daha ne tesiri olurdu? Şeytanın bu hususta bir tesiri yoksa, ya niçin onu kınamış ve zemmetmiştir? b) Hak teâlâ, bu sapıklığı irade etmesi sebebi ile şeytanı zemmetmiştir. Binâenaleyh eğer Cenâb-ı Hak, bu sapıklığı murat etmiş olsaydı, zemmedilmeye kendisi daha lâyık olmuş olurdu. Çünkü bir şeyi ayıplayıp, sonra da onu kendisi yapan herkes, kınanmaya daha lâyıktır. Nitekim Cenâb-ı Hak, yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında çok büyük bir buğza sebep olur" (saf, 3) buyurmuştur. c) Cenâb-ı Allah'ın, (tefsir ettiğimiz) âyetin başındaki ifadesi, o münafıkların, inkâr etmeleri emrolundukları tâğutun huzurunda muhakeme olunmayı istemelerinden ötürü duyulması gereken hayreti ifade hususunda sarih bir sözdür. Eğer bu muhakemeleşme, Allah'ın yaratmasıyla olmuş olsaydı, bu hayret olmazdı. Çünkü bu durumda. O'na "Onlar bunu, senin onlarda bu fiili yaratmandan ve onlar için murad etmenden dolayı yapmışlardır" denilirdi. Hatta o zaman, Cenâb-ı Hakk'ın bu hayretine hayret etmek daha uygun olurdu. Çünkü kim, onlarda bunu yaratıp, sonra da kalkıp onların bunu yapmış olmalarına şaşarsa, bu şaşmaya hayret etmek daha uygun olur. Bil ki Mu'tezile'nin bu istidlalinin özü, "medh veya zemm metoduna" tutunmaya dayanır ki sen bizim, bu metodu ilim ve dâî prensipleri ile çeliştiğini ortaya koyarak reddettiğimizi daha önce öğrenmiş idin. Münafıkların, Resûlullah'ın Hükmünden Kaçmaları Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin" denilince, münafıkların, senden çekindikçe çekindiklerini görürsün" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır: Hak teâlâ önceki âyette, münafıkları "tağut"un huzurunda mahkemeleşmeye olan eyi ve isteklerini beyan buyurmuş, bu âyetle de onların, Allah'ın Resulünün huzurunda davalaşmadan nefret ettiklerini beyan etmiştir. Müfessirler şöyle demişlerdir: O münafıklar ancak, zalim oldukları, peygamberin rüşvet almayacağını ve acı da olsa kesin hüküm vereceğini bildikleri için, Hazret-i Peygamber'in hükmünden yüz çevirmişlerdir. Bu yüz çevirmenin, o münafıkların din hususunda düşman olmalarından ötürü olduğu da ileri sürülmüştür. İkinci Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinin manası, "onlar senden yüz çevirirler" demektir. Bu ifadede mef'ûl-ü mutlak olan kelime, tekîd ve mübalağa için getirilmiştir. Sanki, "... hem de nasıl yüz çevirişle yüz çevirirler! ..." denmek istenmiştir. Daha önce yapmış oldukları (günahlar) yüzünden onlara bir belâ gelip çattığı zaman (halleri) nice olur? Sonra onlar, 'Biz iyilikten ve ara bulmaktan başka bir şey arzu etmedik" diye, Allah'a andederek, sana geleceklerdir. İşte bunlar... 62Âyetin tefsiri için bak:63 63Allah öyle kimselerin kalblerinde olanı bilir. Artık onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında çok etkili söz söyle". Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Nisa 62 Ayetinin Makabil İle Münasebeti Bil ki, bu âyetin kendisinden öncesiyle alâkası hususunda şu iki açıklama yapılmıştır: Birinci Açıklama: Hak teâlâ'nın "Daha önce yapmış oldukları (günahlar) yüzünden onlara bir belâ gelip çattığı zaman, (halleri) nice olur?" kısmı, araya girmiş bir ifadedir. Bu ifadeden önceki âyetin, bundan sonraki kısım ile münasebeti şu şekildedir: "Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin" denilince, münafıkların, senden çekindikçe çekindiklerini görürsün" sonra onlar, "Biz tyilikten ve ara bulmaktan başka bir şey arzu etmedik" diye, Allah'a andederek, sana geleceklerdir" (Nisa, 62) .Yani, "O münafıklar işin başında senden iyice yüz çevirir, sonra da sana gelerek, "Bu yüz çevirmekle ancak iyilik ve ara bulmayı murad ettiklerine dair, yalan yere Allah'a yemin ederler" demektir. İşte bu izaha göre, ifadeler arasında münasebet kurulmaktadır. "Daha önce yapmış olduktan (günahlar) yüzünden' ifadesi ise, araya girmiş başka bir söz gibidir ki buna, "cümle-i ttiraziyye" ismi verilir. Bu, şairin tıpkı: "Kendisine ulaşmış olduğum seksen yaş (seksen ki, ben ona ulaştım), kulağımı bir tercümana muhtaç hale getirdi" demesi gibidir. Şairin ifadesi, araya girmiş bir cümle-i İtiraziyyedir. Ancak ne var ki, bu cümle-i itiraziyyenin şartı, bu beytte de olduğu gibi, bazı yönlerden esas ifade ile alakalı olmasıdır. Çünkü (ki ben ona ulaştım) sözü, muhataba bir dua ve onunla konuşurken ona bir taltiftir. Âyet de böyledir. Çünkü âyetin başı ve sonu, münafıkların kötülüklerini, rüsvaylıklarını, her türlü hile ve tuzaklarını açıklamaktadır. Çünkü âyet, Allahü teâlâ'nın, âyetin başında kendisine küfretmeleri emrolunmuşken "tâğut'un huzurunda muhakeme olmayı istediklerini; kendisine itaat etmeleri emrolunmuşken, Allah'ın Resulünden yüz çevirdiklerini anlattığını haber vermektedir. Bundan sonra da, bu kötü amelleri sebebiyle, gerek dünya gerekse ahiret hususunda başlarına gelecek hallerin şiddetine delâlet eden şeyi zikrederek, "Daha önce yapmış oldukları (günahlar) yüzünden onlara bir belâ gelip çattığı zaman, (halleri) nice olur?" buyurmuştur. Yani, "Başlarına gelen o sıkıntı ve musibetin hali ve durumu.nice olur?" demektir. İşte; bu görüşün izahı budur ki, bu Hasan el-Basıi'nin görüşü olup, müleahhirûn ulemâsından da el-Vahidî'nin tercih ettiği görüştür. İkinci Açıklama: Bu ifade, kendinden önceki ifadeyle alâkalı olup (cümle-i itiraziyye değildir). Bu görüş şöyle izah edilebilir: Allahü teâlâ önceki âyette, o münafıkların "tâğut"un huzurunda muhakeme edilmeyi isteyip, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den iyice kaçtıklarını nakledince, işte bu, o münafıkların, Resûlullah'ın huzurunda olmaktan ve O'na yaklaşmaktan ne denli nefret ettiklerine delalet etmiştir. İşte binâenaleyh, Cenâb-ı Hak bu hususu zikredince, "Daha önce yapmış olduktan (günahlar) yüzünden onlara bir belâ gelip çattığı zaman, (halleri) nice olur?" buyurmuştur. Yani, "Emin oldukları zaman, o münafıkların Hazret-i Peygamberin huzurunda bulunmaktan nefret etmeleri bu şekilde olunca, onlar kendisi sebebiyle senden çekinip korkacakları bir suç işleyip, sonra da, ister istemez sana gelerek, "Biz bu kabahatimizle, ancak bir hayır ve bir maslahatı kastetmiştik" deyip, yalan yere Allah'a and ettikleri zaman, o gam ve kederin doruğuna ulaştıkları andaki halleri ya nice olur?" demektir. Bu ifadenin maksadı ise, "onlar ister yüzyüze ister gıyabında, ister uzak ister yakın olsunlar, Hazret-i Peygamber'e karşı kalblerindeki nefretin had noktaya vardığını" beyan etmektir. Sonra Cenâb-ı Hak bu manayı, "İşte bunlar... Allah öyle kimselerin kalplerinde olanı bilir" buyruğuyla da te'kid etmiştir. Bu şu demektir: Bir kimse, bir şey hususunda mübalağa etmek istediğinde, "Bu, ancak Allah'ın bilebileceği bir şeydir. Yani, o şey çok ve güçlü olduğu için, onu ancak Allah bilir" der. Sonra Cenâb-ı Hak, Resulüne, o münafıkların ne denli bir buğzu olduğunu ve kendisine karşı da sınırsız bir düşmanlık ve nefretlerinin bulunduğunu bildirince, O'na, o münafıklara karşı nasıl davranacağını öğreterek, "Artık onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında çok etkileyici söz söyle" buyurmuştur. İşte bu ifade, bizim açıkladığımız gibi, kendinden önceki ifadeyle, bu hususta herhangi bir hazf ve takdire ihtiyaç olmaksızın, güzel bir münasebet içinde bulunmuş olur. Tefsir kitaplarını mütâlâa eden herkes, gerek öncekilerin gerekse sonrakilerin, bu münasebeti kurabilmek için nasıl çırpındıklarını görür ve anlar. Allah en iyi bilendir. Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlara bir belâ gelip çattığında" buyruğunun tefsiri hususunda şunları zikretmişlerdir: a) Bundan murad, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in, onların, Resulün hükmüne razı olmadığını söyleyen arkadaşlarını öldürmesidir. İşte bunun üzerine o münafığın arkadaşları, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek, Hazret-i Ömer'den onun kanını talep etmişler ve Hazret-i Peygamber'den başkasının hükmüne müracaat etmekle ancak iyilik ve maslahat diledikleri hususunda yemin etmişlerdir. Bu, Zeccac'ın tercih ettiği görüştür. b) Ebu Ali el-Cübbaî ise şöyle demektedir: Burada bahsedilen bu "musibet, belâ"dan maksat, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Peygamber'e o münafıkları savaşlarda yanına almamasını ve onları elinden geldiğince zelîl kılarak huzurundan kovmasını emretmesidir ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun, eğer münafıklar ve kâlblerinde bir hastalık bulunanlar, şehirde kötü haber yayanlar vazgeçmezlerse, mutlaka seni onlara musallat ederiz. Sonra orada seninle ancak az bir zaman komşuluk edebilirler. Hepsi de Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak... nerede ele geçirilirlerse yakalanırlar; onlar ve öldürüldükçe öldürülürler" (Ahzab, 60-61) ve "...de ki, "Bundan sonra benimle birlikte kat'iyyen ve ebedi olarak çıkamazsınız" (Tevbe, 83) âyetlerinin ifade etmiş olduğu husustur. Özet olarak diyebiliriz ki bu gibi âyetler, onlar için çok büyük bir zillet ve tahkiri gerektirir. Bu sebeple de âyetlerde zikredilen hususlar, onların başına gelen musibetler arasında sayılmıştır. Bu musibetler onlara, münafık oldukları için gelip çatmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra sana geldiler (gelecekler)" buyruğu ile de, "O musibet gelip çattığında, onlar yemin eder ve "Kâfirlerle dönüp dolaşmakla ancak bir iyilik ve maslahat kastetmiştik" diyerek mazerette bulunurlar. Halbuki onlar, bu konuda yalan söylüyorlardı... Zira onlar, içlerinde, açıkladıklarının aksini gizliyorlardı... Onlar bununla, bir salah olan ihsan ve iyiliği kastetmernişlerdi... c) Ebu Müslim el-isfehanî de şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hak, o münafıkların "tâğut"un hükmüne rağbet edip, Resûl'ün hükmünden hoşlanmadıklarını haber verince, başlarına pek yakında, onları O'na sığınmaya, O'na iman ettiklerini açıklamaya ve maksatlarının sadece iyilik edip ara bulmak olduğuna yemin etmeye zorlayacak birtakım musibetlerin gelip çatacağı haberini, Peygamberine müjdelemiştir." Ebu Müslim sözüne devamla şöyle der. "Bir kimseyi bir şey ile korkutup ya da müjdelediklerinde, "şu şu şu olduğunda, ya senin halin nasıl olur?" demek, Arapların örflerinden birisidir." Bunun misali, Cenâb-ı Hakk'ın, "Her ünimetten birer şahid getirdiğimiz zaman (onların halleri) nice olur?" (Nisa, 41) ve "Onları hiçbir şüphe olmayan bir günde topladığımız zaman, artık halleri nice olur?" (âl-i imran, 25) âyetleridir. Sonra Cenâb-ı Hak, Resulüne, o münafıklardan böyle şeyler sâdır olduğunda, onlardan yüz çevirip onlara vaa'z u nasihat etmesini emretmiştir. Ayette Geçen İhsan ve Tevfik'in Tevsiri Âyet-i kerimedeki "ihsan (iyilik)" ve tevfîk (ara bulma)nın tefsiri hususunda da şu açıklamalar yapılmıştır: a) Bu tabirlerin manası, "Biz, Peygamberden başkasının hükmüne başvurmakla ancak, hasımlarımıza iyilik ve aramızdaki uyum ve ittifakın devam etmesini dilemiştik. Peygamberden başkasının hükmüne müracaat etmemiz, hasımlarımız için bir iyilik olmuştur. Zira, onlar Hazret-i Peygamber'in huzurunda olsalardı, meramlarını anlatabilmek için seslerini yükseltmeye ve O'nun hükmüne karşı diretmeye güç yetiremezlerdi. İşte, binâenaleyh, Peygamber'den başka birinin hükmüne .başvurmamız, hasımlarımız için bir İyilik olmuştur" şeklindedir. b) Bunun manası şöyledir: "Biz, Hazret-i Ömer'in hükmüne müracaat ederken, onun ancak adaletle hükmedip, onunla hasmının arasını bularak, arkadaşımıza iyilikte bulunacağını düşünmüştük. Aklımıza, O'nun da Resûlullah'ın hükmettiği gibi hükmedeceği gelmemişti." c) Mana şöyledir: "Ey Allah'ın Resulü, biz senden başkasının hükmüne ancak şunun için müracaat ettik: Sen, acı da olsa, kesin ve gerçek hükmü verirsin. Halbuki senden başkaları, hasımların aralarını bulmaya çalışır; aralarında bir uyuşma ve uzlaşma meydana gelinceye kadar, taraflardan her birine, diğerine iyilik etmesini ve isteklerini, asgarî müşterek bir noktada birleştirmelerini emreder..." . Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Bunun manası, "Onların kalblerindeki ntfâkı, kfn ve gayzı, düşmanlığı ancak Allah bilir" şeklindedir. Sonra Cenâb-ı Hak. "Artık onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında çok etkili söz söyle" buyurmuştur. Bil ki Cenâb-ı Hak, Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara şu üç şekilde muamele etmesini emretmiştir: a) Hak teâlâ'nın, "Artık onlardan yüz çevir" buyruğudur ki, bu da şu iki şeyi anlatmaktadır: 1) Hazret-i Peygamber'in, onların mazeretlerini kabul etmeyip onların bu özür beyan etmelerine aldanmamasıdir. Çünkü, başkasının özrünü kabul etmeyerek, ona kızmaya devam eden bir kimse, "O, ondan yüz çevirdi, ona iltifat etmedi" şeklinde vasfedilir. 2) Bu söz, Hazret-i Peygamber'e şöyle denilmiş olması yerine geçmektedir: "Onlardan yüz çevirmekle yetin, onların gizliliklerini ortaya dökme. Onların içlerinde bulunan şeylerin künhünü bildiğini onlara gösterme. Çünkü bir kimse, düşmanının sırlarını ortaya koyup, ona, kalbinde bulunan her şeyi bildiğini izhar ederse, bu durum çoğu kez o kimseyi, onun düşmanlığını izhar etmesine aldırmamaya teşvik eder ve cesaretlendirir; böylece de o kimsenin şerri artar. Ancak ne var ki o kimseyi bulunduğu hal üzere bırakırsa, o kimse bir korku ve endişe içinde kalakalır, böylece de şerri ve kötülüğü azalır. b) Hak teâlâ "onlara öğüt ver" buyurmuştur. Bu ifadeden maksat, Hazret-i Peygamber'in onları nifak, hile, tuzak, hased, yalan vb. şeylerden men etmesi ve onlan ahiret cezasıyla korkutmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et..." (Nahl, 125) buyurmuştur. c) Hak teâlâ, "ve onlara, kendileri hakkında çok etkili söz söyle" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak da iki mesele vardır: Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesi hakkındu şu izahlar yapılmıştır: 1) Âyette bir takdim-tehir bulunmaktadır. Bunun takdiri ise, "onlara, nefislerinde etkili olan, kalblerinde de müessir olan, kendisi sebebiyle devamlı gamlanıp kederlenecekleri ve kendisinden alabildiğine korku duyup hissedecekleri bir söz söyle" şeklindedir. 2) Takdirin şöyle olmasıdır: "Onların kötü nefisleri ve nifaka bürünmüş kalplerinin vasfı ve sıfatı hususunda, beliğ ve etkili bir söz söyle ve şöyle de: "Allah, kalplerinizdekini bilir. Onu gizlemeye çalışmanız size hiçbir fayda vermez. Binaenaleyh, kalbinizi nifaktan temizleyiniz. Aksi halde Cenâb-ı Hak, açıktan açığa müşrik olanların başına getirmiş olduğu belâ ve musibetlerin daha katı ve daha ağırını sizin başınıza getirir.." 3) "Onlara, onlarla başbaşa kaldığında, yanlarında başka kimse yok iken nasihat et. Çünkü, herkesin yanında yapılan nasihat bir ta'n ve ayıplama olup, gizlice yapılan nasihat ise mahzâ nasihat olur. İkinci Mesele Bu âyet hakkında iki görüş bulunmaktadır: a) Öğüt vermeden murad, ahiret cezasıyla korkutmaktır. Beliğ sözden murad ise, dünya cezasıyla korkutarak, onlara şöyle denümesidir: Kalblerinizdeki nifak ve hilekârlıklar, Allah katında malumdur. Sizinle diğer kâfirler arasında herhangi bir fark yoktur; Allah, imanı izhar ettiğiniz için, kılıcı (öldürülme hükmünü) sizden kaldırmıştır. Binâenaleyh, bu kötü fiillerinize devam ederseniz, hepinizin küfürde devam ettiği ortaya çıkmış olur. Bu durumda da size kılıç gerekir. b) Buradaki "belîğ söz", "öğüt"ün sıfatıdır. Böylece Cenâb-ı Hak önce öğüt vermeyi, sonra da bu öğüdün beliğ bir söz ile olmasını emretmiştir. Beliğ söz ise, sözün beliğ, uzun, lafızları ve manaları güzel; terğîb, terhîb, sakındırıp korkutma, mükâfaat ve ceza...'yi ihtiva eden bir söz olmasıdır. Söz, böyle olduğu zaman kalbe oturur; ama kısa, lafızları bozuk, manaları da az olursa, kalbe asla tesir etmez. 64Biz hiç bir Peygamberi Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik. Onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah'dan mağfiret dileselerdi ve onlar için Peygamber de mağfiret isteseydi, elbette Allah'ı tevvâb ve rahîm bulacaklardı". Bil ki Allahü teâlâ, Peygamberine itaat etmeyi "Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin" (Nisa, 59) diyerek emredip, sonra da bazı münafıkların Peygamberin değil de tağutun hükmüne başvurduklarını nakledince ve bu yol ile bu metodun çirkinliğini ve bozukluğunu beyan edince, bu âyet ile yeniden insanları peygambere itaata teşvik ederek, "Biz hiçbir Peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Zeccâc, buradaki harf-i cerrinin zâid olduğunu ve bunun takdirinin "Biz hiçbir peygamber göndermedik şeklinde olduğunu söylemiştir. Bunun takdirinin: "Bu cins peygamberlerden ancak şunu şunu gönderdim..." şeklinde olması da mümkündür. Bu takdire göre, mübalağa manası daha tam olur. Peygamberleren İtaat Konusunda el-Cübbai'ye Red Ebu Ali el-Cübba'î âyetin, "Ben gönderdiğim her peygamberin itaat olunmasını ve tasdik edilmesini murad ettim. Yoksa onu, kendisine isyan edilsin diye göndermedim" manasında olduğunu söyleyerek, sonra şunu ilave eder: "Bu, Cebriyye'nin görüşünün bâtıl olduğunu gösterir. Çünkü onlar "Allahü teâlâ, peygamberleri, kendilerine isyan edilsin, karşı çıkılsın diye göndermiştir" derler. Peygambere isyan eden kimselerin, küfür üzere devam edeceği malumdur. Allahü teâlâ, Cebriyye'nin yalan söylediğini bu âyette açıkça göstermiştir. Binâenaleyh onların görüşlerinin batıl olduğuna, Kur'ân'da başka birşey bulunmasaydı bile, sadece bu âyet yeterdi. Onların görüşüne göre, peygamberlerin hem itaat hem de isyan olunmaları için gönderilmiş olmaları gerekir. Böylece bu ifade, insanların peygamberlere isyan etmelerinin Allah'ın muradı olmadığına, O'nun, peygamberler hakkında sadece itaat olunmalarını murad ettiğine delalet etmektedir." Bil ki bu istidlal son derece zayıftır. Bu, şu şekillerde açıklanır: a) Hak teâlâ'nın, "kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle (değil)" buyruğunun manasının gerçekleşmesi hususunda, onlara tek bir vakit, tek bir kişinin itaat etmiş olması yeter. Bütün insanların, her zaman o peygamberlere itaat etmeleri, bu ifadenin manasının doğru olmasının şartı değildir. Binâenaleyh biz bunun neticesine göre şöyle deriz: Allahü teâlâ'nın peygamber olarak gönderdiği herkese, bazı insanlar bazı zamanlarda itaat etmişlerdir; meğer ki şöyle denilsin: "Bir şey hakkındaki hükmün bildirilmiş olması, başka şeylerin o hükme dahil olmadığı manasına gelir." Fakat Cübbaî bunu kabul etmez. Binâenaleyh bu problem, her türlü takdire göre sakıt olur. b) Bu ifadeden muradın, "Her kâfir mutlaka ölürken, o peygamberi tasdik eder" şeklinde olması niçin caiz olmasın? Bu, tıpkı "Ehl-i kitaptan hiç biri müstesna olmaksızın, ölümlerinden evvel mutlaka, o (İsa'ya) iman edecekler" (Nisa, 159) âyetinde anlatıldığı gibidir. Yahut da bu, kıyamet günü herkesin peygamberlere iman edecekleri manasına hamledilir. Müsbet tarafta zikredilen bir vasfın gerçekleşmesi için, onun bazı durumlarda ve bazı şekillerde gerçekleşmesinin kifayet edeceği herkesin malumudur. c) Taat mevcut iken, taatın mevcut olmadığı bilgisine sahip olmak, biribirine zıt şeylerdir. İki zıt bir arada bulunamaz. Bu bilginin yokluğu imkânsızdır. Binâenaleyh taatın varlığı da imkânsız olur. Allah bütün malumatı bilir. Bundan dolayı O, taatın olup olmayacağını da bilir. Bir şeyin meydana gelmesinin imkânsız olduğunu bilen, onu murad etmiş olamaz. Binâenaleyh bu kesin aklî delil ile, Allah Telâla'nın, kâfirin İtaatini dilemiş olması imkânsız olur. Bu sebeple, bu âyeti şu şekilde te'vil etmek gerekir: "Bu ifadeden maksad, Cenâb-ı Hakk'ın iradesi değil, emridir. Buna göre âyetin takdiri, "Biz hiç bir peygamber göndermedik ki, insanlara ona itaat etmeleri emri verilmiş olmasın" şeklinde olur ki, buna göre de problem kalmaz. Kulları İtaat ve İsyanı Allah'ın İradesi İledir Alimlerimiz, "Âyet, hayır ile şerrin, küfür ile imanın ve taat ile isyanın ancak Allah'ın iradesi ile olabileceğine delalet etmektedir" demişlerdir. Bunun delili, âyetteki "Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi" ifadesidir. Buradaki "izin" ile, emir ve teklif manalarının murad edilmiş olması mümkün değildir. Çünkü bir kimsenin'peygamber olması demek, Allah'ın kendisine itaat olunmasını emrettiği kimse olması demektir. Eğer âyetteki "izin"den murad, emir ve teklif olmuş olsaydı, o zaman âyetin takdiri, "Kendisini peygamber olarak gönderdiğimiz kimselere itaata, bizim iznimiz olmadan izin vermedik" şeklinde olurdu ki, bu, çirkin bir tekrardır. Binâenaleyh âyetteki "izin" kelimesini, muvaffak kılmak ve yardım etmek manalarına' hamletmek gerekir. Bu izaha göre ise âyetin takdiri: "Biz her peygamberi, ancak bizim yardım ve muvaffak kılmamızla kendisine itaat olunsun diye gönderdik" şeklinde olur ki, bu da Hak teâlâ'nın, herkesin peygambere itaatini istemediği, aksine bunu, muvaffak kılıp yardım ettiği kimselerden istediği hususunda açık bir ifadedir. O kimseler de mü'minlerdir. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın tevfik ve yardımından mahrum kalanlara gelince, Allah onlardan bunu istememiştir. Binâenaleyh bu âyetin, bizim görüşümüzün doğruluğunu gösteren en güçlü delillerden biri olduğu sabit olur. Bu âyet, her resulün mutlaka, uyulacak ve tâbi olunacak bir şeriatının bulunduğuna delalet etmektedir. Zira o. kendinden öncekilerin şeriatına davet eden birisi olsaydı, gerçekte itaat olunan kendisi değil, aksine o şeriatı getirmiş olan peygamber olurdu. Halbuki Allahü teâlâ, her "resûl"ün itaat olunacağını belirtmiştir. Peygamberlerin Günahtan Masum Olmaları Âyet, bütün peygamberlerin günah ve isyandan masum olduklarına delalet etmektedir. Çünkü âyet, onlara mutlak olarak itaat edilmesi gerektiğine delalet etmektedir. Binâenaleyh eğer peygamberler bir günah işleyecek olsalardı, o hususta da onlara uymamız gerekirdi. Böylece de, o günahı işlemek bize de vacib olurdu. Halbuki o işin bir günah oluşu, yapmamızın haram olmasını gerektirir. Bu durumda aynı şeyin hem vacib hem de haram olduğunu söyleme gerekir ki bu, imkânsızdır. İmdi eğer, "Siz Cübbai'nin sözüne itiraz ederken, Hak teâlâ'nın "Kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle (değil)" ifadesinin, umumi manada olmadığını söylediniz. Öyle ise daha nasıl, bu meselede bunun umumi manada oluşuna tutunuyorsunuz? Zira sizin istidlaliniz, ancak bu ifadenin umumi manada olduğunu söylemekle mümkün olur" denilirse, biz deriz ki: Lafzın zahiri, umumi manada olduğu zannını uyandırır. Ancak biz o meselede, bu umumiliği, Cenâb-ı Hakk'ın kâfirin imanını irade etmesinin imkânsız olduğu hususunda zikrettiğimiz kesin aklî delilden ötürü terkettik. İşte âyetin umumi manasına ters olan bu kesin aklî delilden ötürü, âyetin zahirini, umumi manasından çıkardık. Bu meselede ise, peygamberlerin ismetini zedelemeye götürecek kesin aklî bir delil yoktur. İşte bu ikisi arasındaki fark böylece ortaya çıkmış olur. Peygamberin Mü'minler İçin İstiğfarı Hak, "Onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah'dan mağfiret dileselerdi ve onlar için peygamber de mağfiret isteseydi, elbette Allah'ı tevvâb ve rahim bulacaklardı" buyurmuştur. Bu âyette ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Âyetin sebeb-i nüzûtü hakkında şu iki izah zikredilmiştir: 1) Bundan murad, daha önce bahsedilmiş olan münâfıklardır. Buna göre âyet, "şayet o münafıklar, tâğutun hükmüne başvurup, peygamberin hükmünden kaçmak suretiyle kendilerine zulmettiklerinde, peygambere gelerek yaptıklarından pişman olduklarını izhâr ve tevbe edip, peygamberin kendileri için mağfiret talep etmesini isteselerdi ve onlar tevbe ettiklerinde peygamber de Allah'tan onlar için af dileseydi, onlar hiç şüphesiz Allahü teâlâ'yı, tevbeleri çok bağışlayan ve pek merhametli bulurlardı" manasındadır. 2) Ebu Bekir el-Esamm şöyle demiştir: "Bir grup münafık, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tuzak kurmak için anlaşmışlar, sonra da bu maksadlarını gerçekleştirmek için yanına varmışlardı. O anda Cebrail (aleyhisselâm) gelerek, durumu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber vermişti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hiç şüphesiz bir topluluk, yapamayacakları bir işe niyetlenerek buraya gelmişlerdir. Onlar kalkıp, Allah'tan bağışlanmalarını talep etsinler ve ben de onların bağışlanmasını taleb edeyim" dedi. O da, "kalkmıyor musunuz?" dedi, ama hiç kimse kalkmadı. Bunun üzerine o, "Ey falan kalk" diyerek, oniki kişinin adını saydı. Onlarda kalkarak, "Biz, söylediğin şeye niyetlenmiştik. Böylece kendimize zulmettiğimiz için Allah'a tevbe ediyoruz. Sen de bizim için mağfiret talep et" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Derhal çıkınız. İşin başında ben mağfiret dilemeye daha yakın idim. Allahü teâlâ da tevbenizi kabul etmeye daha yakın idi. Yanımdan çıkınız" dedi. Resulullah'ın, O Günahkara İçin İstiğfarının Önemi Birisi şöyle diyebilir: "Eğer onlar Allah'tan mağfiret isteyip, dürüst bir şekilde tevbe etselerdi onların tevbeleri makbul olmaz mıydı? Binaenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mağfiret talep etmesini, onların istiğfar etmeleri şartına bağlamanın faydası nedir?" Biz, buna şu şekillerde cevap veririz: a) Tağûtun huzurunda muhakeme olmayı istemek, hem Allah'ın hükmüne karşı çıkmak, hem de Resûlullah'a edebsizlik ve O'nun kalbine bir keder sokmaktır. Günahı bu şekilde olan herkesin, ondan dolayı başkasına özür beyan etmesi gerekir. İşte bu sebepten ötürü, Cenâb-ı Hak, o münafıklara, Hazret-i Peygamber'den kendileri için mağfiret istemesini talep etmelerini vâcib kılmıştır. b) Münafıklar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hükmüne razı olmayınca, onların inadları ortaya çıkmıştır. Binaenaleyh onlar tevbe ettikterinde, bu inadlarını giderecek şeyi yapmaları gerekir. Bu da, onların ancak Allah'ın Resulüne giderek, O'ndan, bağışlanmaları için Allah'tan mağfiret taleb etmesini istemeleri ile mümkün olur. c) Belki de onlar, tevbe ettikleri zaman, eksik tevbe ederler. Ama onların tevbelerine, Allah'ın Resulünün istiğfarı da eklenince, o zaman o, kabule müstehak olur. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Allah, peygamberini yüceltmek için, "Onlar için peygamber de mağfiret isteseydi" demiş, ama "sen, onlar için mağfiret isteseydin" dememiştir. Çünkü onlar, o peygambere geldiklerinde, Allah'ın, kendisine peygamberliğini verdiği, vahyi ile ikramda bulunduğu ve O'nu, kendisi ile mahlûkatı arasında bir elçi kıldığı kimseye gelmişlerdir. Bu vasıfta olan kimsenin şefaatini Allah geri çevirmez. Binaenaleyh muhatab lâfızdan, gâib lâfza geçmenin faydası (hikmeti) budur. Tevbe Edenin Tevbesi Kabul Edilir Âyet, Allahü teâlâ'nın tevbe edenin tevbesini kabul edeceğine kesin olarak delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, önce istiğfardan bahsedip, sonrada, "Elbette Allah'ı tevvâb ve rahim bulacaklardı" buyurmuştur. Bu cevap, söze uygun düşmüştür. "Tevvâb" ve "Rahîm"den murad, "onların tevbelerini kabul eden ve yakarışlarına merhamet eden" ise, onların istiğfarları reddolunmaz. Resulullahın Hakemliğini Kabul Etmeyen, Mü'min Olamaz 65"Öyle değil, Rabb'ine yemin osun ki, onlar aralarında çıkan meselelerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, imân etmiş olmazlar" Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Bu Ayetin (Nisa 65) Nüzül Sebebi Âyetin sebeb-i nüzulü hakkında şu iki görüş vardır: a) Bu, Atâ, Mücâhid ve Şa'bî'nin görüşü olup, buna göre âyet, daha önce bahsedilmiş olan, yahudi ile münafık arasında geçen hâdise hakkında nazil olmuştur. Binaenaleyh bu, makabli ile ilgisi bulunan bir âyettir. Bence de tercihe şayan görüş budur. b) Bu âyet, yeni bir söz başlangıcı olup, başka bir hâdise hakkında nazil olmuştur ki o da şudur: Urve b. Zübeyr (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre, Ensâr'dan bir adam kendisi ile, hurmalığını suladığı bir su hususunda nizalaşmıştı. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Zübeyr'e, "Kendi toprağını sula. Sonra suyu, komşunun toprağına sal" demiştir. Bunun üzerine ensârdan olan adam, "O, halanın oğlu olduğu için böyle hükmettin" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yüzünün rengi değişti ve sonra Zübeyr'e, "(Bahçeni) sula. Sonra da ağaçların köklerine (veya bahçenin duvarlarına) varıncaya kadar da suyu salma" dedi Buhari Sulh, 12 Ebu Davud, Akdiye, 31 (3/316);Müslim, Fezail, 129 (4/1830). Bil ki bu hususta hüküm şudur: Kimin arazisi, vadiye (suya) daha yakın olursa, suyu çevirmede onun önceliği olup, tarlasını tamamen sulamak hakkıdır. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Zübeyr (radıyallahü anh)'e müsamahalı bir şekilde sulamasını söylemişti. Zübeyr'in hasmı su-i edebde bulunup, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in müsamahalı emrini lâyıkt ile değerlendiremedi. İşte bu sebeple de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Zübeyr'e, suiama hakkını tastamam kullanmasını emretti. Hasmı ise bunu bir kayırma zannetti. (......) Buyruğundaki (......)'nın İzahı Hak teâlâ'nın, "Öyle değil Rabb'ine yemin olsun ki.." ifâdesindeki, (......) hakkında iki görüş vardır: a) Bu, "Rabb'ine yemin olsun ki.." manasındadır. Bu, tıpkı "İşte Rabb'ine andolsun ki, onların topuna soracağız..."(Hicr, 92) âyetinde olduğu gibidir. Buna göre, (......) zaide olup, yemin manasım te'kid için gelmiştir. Bu tıpkı, (......) (Hadid.29) âyetindeki, (......)nın, bilmeleri gerektiğini te'kid için getirilmiş olması gibidir. Âyetteki "iman etmiş olmazlar" ifâdesi ise, kasemin cevabıdır. b) Buradaki, (......) zaide olmayıp, bir manası vardır. Buna göre Vahidî şunları söylemiştir: 1) Bu kelime, daha önce bahsedilmiş olan bir şeyin nefyini ve reddini ifâde eder. Bunun takdiri, "onlar senin hükmüne muhalefet edip dururlarken, iş, iman ettiklerini iddia ettikleri gibi değildir" şeklindedir. Cenâb-ı Hak, bunun peşine, kasem ile yeni bir söze başlayarak, "Rabb'ine yemin olsun ki, onlar seni hakem yapmadıkça, iman etmiş olmazlar" demiştir. 2) Bu daha sonra gelecek nefyi te'kid etmek için getirilmiştir. Zira bu nefiy, hem sözün başında, hem de sonunda getirildiğinde, son derece güzel ve te'kidü olur. Şicar ve Teslim Kelimelerinin İzahı Bir şey dallanıp budaklanıp, birbirine karıştığında, denilir. Bir kimse, birisi ile münakaşa ettiğinde, o esnadaki sözler birbirine karıştığı için, (onunla münakaşa atti) denilir. Yine birbirine girdiği için "hevdeç"in tahtalarına ve çıtalarına da denilir. Ebu Müslim el-İsfehânî şöyle demiştir: "Bana göre bu kelime, ağacın dallarının birbirine girmesi (iltifâfi'ş-şecer') manasından alınmıştır. Çünkü ağacın dalları birbirine girer." Âyette geçen "harec" kelimesi, darlık (sıkıntı) manasındadır. Vahidî şöyle demiştir: "Nerede ise yanına varılamayacak kadar dalları birbirine karışmış ağaca, "harec" denir. Bunun cem'i, dır." Âyette geçen "teslim" kelimesi, tef'îl babından masdardır. Birisi bağışlanıp, başına bir musibet gelmediğinde, (filanca salim oldu); yine birşey münakaşasız olarak bir kimsenin hakkı olduğunda "Bu şey, falancaya aittir" denilir. Bu kelimeyi şeddeleyip, dediğinde, bu "O, onu ona teslim etti, ona has kıldı" manasında olur. İşte kelimenin Arapça'daki asıl manası bunlardır. "Teslim"in bütün değişik manaları, bu asıl mana ile irtibatlıdır. Buna göre Arapların sözleri, "Ona sulh-u selâmette olması için duâ etti. (Selâm verdi)" "O, ona emâneti teslim etti" sözleri, "Ona emâneti hiç itiraz etmeden verdi"; "Ona teslim oldu sözleri, "Onun hükmüne razı oldu", "O, Falancaya, şu hususta teslim oldu" sözleri, "O, ona o hususta itiraz etmedi"; "İşini Allah'a havale etti" sözleri; "O hususta kendisinin bir katkısı ve tesiri olmadığını, tesir eden ve yaratıcı olanın, eşi ve benzeri olmayan tek Allah olduğunu bildi" manasında "işini Allah'a havale etti" manasındadır. Peygamberin Hükmüne Razı Olmayan Mü'min Olamaz Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, o münafıkların ancak şu şartlar bulunursa iman sıfatını kaza- nabilecekleri hususunda, Allah tarafından bir yemindir: Birinci şart: "Onlaratalarında çıkan meselelerde seni hakem yapmadıkça" âyetinin ifade ettiği şarttır. Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hükmüne razı olmayan kimsenin mü'min olamayacağına delâlet etmektedir. Bil ki, "Allah'ı, ancak ma'sûm bir peygamberin irşadı ile bilmek mümkün olur" görüşünü izah etmek için, bu âyete sarılanlar şöyle derler: "Çünkü "Onlar aralarında çıkan meselelerde seni hakem yapmadıkça., iman etmiş olmazlar" ifâdesi ancak, ihtilaf ettikleri her hususta Hazret-i Peygamberin hükmünden medet ummaları halinde imanın onlar için tahakkuk edeceği hususunda açık bir sözdür. Halbuki biz, ehl-i ilmin, Allah'ın sıfatları konusunda ihtilaf ettiklerini görüyoruz. Mesela kimi Mu'attıla, kimi Müşebbihe, kimi Kaderiyye, kimi Cebriyye. Binaenaleyh bu âyetin hükmüne göre, iman, ancak peygamberin hükmü, irşadı ve hidayeti ile meydana gelir. Alimler bunu şöyle açıklamışlardır: İnsanların çoğu nakıs olup, gerçekleri tam olarak anlayamazlar. Halbuki ma'sum (ismet sahibi) peygamberlerin aklı, tam ve aydınlatıcıdır. Bundan dolayı peygamberin nurunun aydınlığı, ümmetinin akıllan ile birleşince, ümmetinin aklı güçlenir, noksan iken tam, zayıf iken kuvvetli olmuş olur. Böylece de onlar, ilâhi sırlara vâkıf olabilirler. Bunu şu husus da te'kid eder: Resulullah zamanında yaşayanlar, kesin olarak inanıyorlardı ve imanları ile marifetleri tamdı. Zaman bakımından ondan uzak düşenler ise, ihtilafa düşmüşlerdir. Bütün bu bâtıl mezhebler, sahabe ve tabiîn devirlerinden sonra ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı, durumun bizim söylediğimiz gibi olduğu sabit olur. Bu âyetin nasıl delil getirildiğini, Muhammed İbn Abdulkerim eş-Şehristânî'nin kitaplarında şu şekilde gördüm: Ona, "Senin, zikrettiğin bu istidlali sen aklından çıkardın. İnsanların çoğunun aktı noksan olduğuna göre, belki de senin bu istidlalin, aklının noksanlığındandır. Bu ihtimal her zaman mevcut olunca, hem görüşünün, hem de bu istidlalinin doğruluğu hususunda şüphe etmek gerekir. Birde, nübüvvet bilgisi, marifetullahadayanır. Binaenaleyh marifetullah da nübüvvet bilgisine dayanmış olsaydı devr-i fasit olmuş olurdu ki bu.imkânsızdır. İkinci şart: "Sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadıkça..." âyetinin ifâde ettiği husustur. Zeccâc, "Bu "Onların kalbleri, senin hükümlerinden darlık (sıkıntı) duymadıkça..." manasındadır" demiştir. Bil ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hükmüne razı olan kimse, bazan kalben samimî olarak değil de, zahiren razı olmuş olur. Cenâb-ı Hak, bu âyette, Peygamberin hükmüne kalben ve samimî olarak razı olunması gerektiğini beyan buyurmuştur. Bil ki kalbin bir şeye temayülü veya ondan nefret etmesi, insanın elinde olmayan bir şeydir. Binaenaleyh âyetten bu mana kastedilmemiştir. Aksine bundan maksed, insanın kalbinde, Peygamberin verdiği hükmün hak ve doğru olduğu hususunda kesin ve yakînî bir inancın bulunmasıdır. Üçüncü şart: "Tam bir teslimiyetle testim olmadıkça.." âyetinin ifade ettiği husustur. Bil ki kalbi ile, peygamberin hükmünün hak ve doğru olduğunu bilen kimse, bazan onu kabul etmemede inâd eder veyahut da onu kabul etmek için bir müddet bekleyebilir. Bundan dolayı Allahü teâlâ, böyle yakînî bir imanın kalbte bulunması gerektiği gibi, zahiri tam bir teslimiyetin de bulunması gerektiğini bildirmiştir. Buna göre, Hak teâlâ'nın "Sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan..." sözü ile bâtınî ve kalbî bir inkiyad, "tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça..." sözü ile de zahirî bir inkiyâd kastedilmiştir. Allah en iyi bilendir. Peygamberler Hüküm ve Fetfalarında Hata Yapmazlar Âyet, peygamberlerin, gerek fetva, gerek hükümlerinde hatâdan ma'sûm olduklarına delâlet etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ, onların hükümlerine boyun eğmeyi vacib kılmış ve bunu pekiştirerek, onlara hem zahiren, hem de bâtınen inkiyad edilmesi gerektiğini bildirmiştir. İşte bu durum, onlardan herhangidir hatanın sudur etmeyeceğini gösterir. Bu, Hak teâlâ'nın, "Hay Allah afiyetini versin, neden izin verdin onlara.." (Tevbe, 43) âyetinin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Bedir esirleri ile ilgili fetvasının; "Ey Peygamber, Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin haram ediyorsun?" (Tahrim. 1) âyetinin ve "(Peygamber) yüzünü ekşitip, çevirdi" (Abese, 1) âyetinin, bu kitabda özetlediğimiz manalara geldiğine delâlet eder. Fakihlerden bazıları, âyetteki, "Sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan..." buyruğuna tutunarak, emrin zahirinin vücûbu (farziyyeti) gösterdiğine istidlal etmişlerdir ki bu şekildeki bir istidlal zayıftır. Çünkü hüküm, ilzam etmek (gerekli ve mecbur kılmak) demektir. Bunun zaten vücûb ifâde ettiğinde bir münakaşa yoktur. Nass, Kıyas İle Tehsis Edilemez Âyetin zahiri, nassın kıyas ile tahsis edilem iveceği ne delâlet etmektedir. Çünkü bu, insanın, mutlak olarak Allah'ın ve Resulünün hükmüne tabî olması ve'onların hükmünden başkasına başvurmaması gerektiğine delâlet eder. Bu âyette zikredilen böyle bir te'kid, mükellefiyetlerin pek azında zikredilir. Bu da, Kur'ân ve Hadis'in umumiliğinin, kıyasın hükmüne takdim edilmesini gerektirir. Hak teâlâ'nın, "Sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan..." ifadesi de bunu ihsas ettirmektedir. Çünkü hatıra nassın manasının aksine bir kıyas geldiğinde, insanın yüreğinde bir darlık (harec) hissedilir. Böylece Cenâb-ı Hak, insanın imanının, o harece itibar etmemesi ve nassa tam olarak teslim olmasından sonra, kâmil olacağını beyân buyurmuştur. İşte bu söz insaflı kimselere göre, çok kuvvetli ve güzel bir sözdür. Sekizinci Mesele Mutezile şöyle demiştir: "Eğer taat ve isyan (iman ve küfür), Allah'ın kaza ve kaderi ile olmuş olsaydı, bir tenakuz söz konusu olurdu. Çünkü Hazret-i Peygamber, birisine "falanca, falan işi yapamaz" diye hükmettiğinde, bütün mükelleflerin o hükme razı olmaları gerekir. Çünkü O, peygamberin hükmüdür. Peygamberin hükmüne razı olmak da, bu âyetin delâleti ile vâcibtir. Sonra o adam kalkıp o işi Hazret-i Peygamber'in hükmünün aksine olarak yapsa, bütün isyanların Allah'ın kaza ve kaderi ile olması takdirinde, o fiil de Allah'ın kaza ve kaderi ile olmuş olurdu. Allah'ın kaza ve kaderine razı olmak vâcibtir. Binaenaleyh mükellefin, o fiile razı olması gecekir. Çünkü o, Allah'ın takdir ettiği bir fiildir. Bundan dolayı bu, insanların birşeyi aynı anda hem yapmaya, hem de yapmamaya razı olmalarını gerektirir ki böyle birşey imkansızdır." Buna şöyle cevap verilir: Peygamberin hükmünden maksad, şer'î fetvalarıdır. Allah'ın kaza ve kaderinden maksad ise, onun yaratması ve var etmesidir ki bu ikisi birbirinden farklı şeylerdir. Binaenaleyh ikisini bir arada bulundurmak, tenakuza götürmez. 66Âyetin tefsiri için bak:68 67Âyetin tefsiri için bak:68 68"Hakîkaten biz onlara, "kendinizi öldürün, yahud yurtlarınızdan çıkın" diye hükmetseydik içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı. Onlar öğüt verildikleri şeyleri hakkıyla yapsalardı, bu, kendileri için elbet hem daha hayırlı, hem de (imanlarını) daha kökleştirid olurdu. O zaman biz de onlara tarafımızdan pek büyük bir mükâfaat verirdik. Ve onları elbet doğru yola iletirdik". Bil ki bu âyet, daha önce geçen, münafıklarla ilgili ve onları samimiyete, münafıklığı bırakmaya teşvik eden âyetlerle irtibatlıdır. Buna göre mana, "şayet onlara, biribirlerini öldürmeleri ve yurtlarından çıkmaları gibi çok ağır mükellefiyetler teklif etseydik, bu onlara zor gelir ve pek azı müstesna, onlar bunu yapmazlardı. O zaman da, onların küfür ve inadlan ortaya çıkardı. Binaenaleyh, tarafımızdan kullarımıza bir rahmet olarak bunu yapmayıp, aksine onlara kolay işleri yüklemekle yetindiğimize göre, onlar o kolay işleri samimiyetle kabul edip, her iki dünyanın da hayrını elde edebilmeleri için, inad ve isyanı terketmeleri gerekir" şeklinde olur Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele İbn Kesir, Nâfi, İbn Amir ve Kisaî, (......) deki nûnun ve (......) deki vâvın zammesiyle, (......) şeklinde okumuşlardır ki, bunun sebebi, kelimelerindeki zammeyi vâv ile nûna vermektir. Âsim ile Hamza, ictimâ-i sâkineynden dolayı, gerek nûn harfini, gerekse vâv harfini kesre ile okurlarken; Ebu Amr, nûn harfini kesre ile, vâv harfini zamme ile okumuştur. Zeccâc, "Ebu Amr'ın, bir rivayet varsa müstesna, böyle okumak suretiyle, özellikle bu iki harfi birbirinden niçin ayırdığını bilemiyorum.." demiştir. Zeccâc'ın dışındakiler ise "Nûnu kesre okumasına gelince, ictimâ-i sâkineynden dolayı kesre okumak asıl olduğu için, bunu böyle okumuştur; vâvı zamme ile okuması ise, vâv harfi, zamir olan vâva benzediği için, yerinde ve güzel olmuştur" demişlerdir. Kıraat âlimlerinin ekserisi "Delâleti satın aldılar" (Bakara, 16) ve "..üstünlüğü unutmayın.." (Bakara. 237) âyetlerindeki zamir olan vâvın, zamme ile okunacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Menfi (Olumsuz) Cümlede İstisna Hakkında "Bunu yapmazlardı" ifâdesindeki mef'ûl zamiri, hem öldürmeye, hem de çıkmaya râcidir. Bu böyledir, ) çünkü çeşitleri her ne kadar farklı farklı olsa da, fiiller aynı cinstir. Kıraat âlimleri Cenâb-ı Hakk'ın"pek azı müstesna" ifadesini farklı şekillerde okumuşlardır. Meselâ, İbn Amir nasb ile (......) şeklinde okumuştur ki, bu şekilde okuma hem Şamlıların hem de Enes İbn Malik'in mushafında bulunmaktadır. Diğer kıraat imamları ise bu kelimeyi (......) şeklinde okumuşlardır. Mansûb okuyanlar, nefyi (kelâm-ı gayr-i mûcebi) isbâta, kelâm-ı mûcebe kıyaslayarak okumuşlardır. Mesela senin, "Bana hiçbir kimse gelmedi" ifâden, tıpkı "kavim bana geldi" ifadende olduğu gibi, tam bir ifadedir. Binaenaleyh, "müstesna, kelâm-ı mûcebte mansub olduğuna göre, nefiy de de böyledir. Bu iki hususun müşterek noktası ise, müstesnanın, söz tamamlandıktan sonra gelmiş olan bir fazlalık, bir ifade olmasıdır. Merfû okuyanlara gelince, bunun sebebi de müstesnanın, "Bunu yapmazlardı" ifâdesindeki vâv'dan bedel olmasıdır. Olumsuzdan (gayri mûcebten) yapılan her müstesnada böyledir. Meselâ senin, Zeyd'i (bir kimse) lafzından bedel yaparak, "Bana, Zeyd'den başka hiç kimse gelmedi" ifâdesinde (......) kelimesini merfû okuman gibi. Böylece.. dan sonra gelen kelimenin i'rabı, dan önce bulunan kelimenin i'rabı gibi olur. Nasb ve cer halleri de böyledir. Bu, senin mesela, "Zeyd'den başka hiç kimseyi görmedim" ve "Zeyd hariç hiç kimseye uğramadım" demen gibidir. Ebu Ali el-Farisî, merfû okuyuşun, kaideye daha çok uyduğunu söylemiştir. Zira "Zeyd hariç, hiç kimse gelmedi" ve "Bana Zeyd hariç hiç kimse gelmedi" ifâdelerinin manası aynıdır. Nahivciter, şeklindeki sözlerinin merfû okunacağı hususunda ittifak ettiklerine göre, onların, " sözlerinin de, bir önceki ifâdeleri gibi olması gerekir. Mü'minlerin Fedakarlık Gerektiğine Tutumları Cenâb-ı Hakk'ın, (......) buyruğundaki (onlar) zamirinin kimleri ifade ettiği hususunda iki görüş bulunmalıdır. 1) Bu, İbn Abbas ve Mücâhid'in görüşüdür. Buna göre zamir, münafıklara işaret eder. Çünkü Allahü Teâlâ, İsrailoğullarına kendi nefislerini öldürmelerini; muhacirlere de yurtlarından çıkmalarını farz kılmıştı. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, . "Eğer biz bu münafıklara, kendilerini öldürmeyi ve yurtlarından çıkmayı farz kılmış olsaydık, bunu ancak onlardan pek azı, oda riya ve süm'a (desinler) için yapardı. Ve o zaman, bu iş onlara ağır gelir, böylece de küfürleri meydana çıkardı. Biz bunları yapmayıp, aksine onları kolay şeylerden sorumlu tutunca, artık onlar nifakı terkedip, ihlâslı bir biçimde imam kabul etsinler..." demiştir. Bu aynı zamanda Ebu Bekr el-Esamm ve Ebu Bekr el-Kaffâl'ın da tercih ettiği görüştür. 2) Bundan murad şudur: "Allahü teâlâ, eğer o insanlara, yukarda bahsolunan şeyleri farz kılmış olsaydı, onlardan pek azı bunu yaparlardı." Bu takdire göre, bu sözün muhtevasına mü'min de münafık da dahil olmaktadır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar öğüt verildikleri şeyleri hakkıyla yapsalardı" ifadesindeki, fiilinin zamiri (fail vâvi) ise, münafıklara râcidir. Âyetin başının umûmî, sonunun ise hususî olması uzak bir ihtimal değildir. Bu izaha göre, âyette geçen "pek azı..." kelimesiyle, mü'minlerin kastedilmiş olması gerekir. Rivayet olunduğuna göre Sabit İbn Kays İbn Şemmas, bir yahudi ile münazara ederken, yahudi şöyle der: "Musa, bize kendimizi öldürmemizi emretti, biz de bunu kabul ettik... Muhammed size savaşmayı emretse, siz bundan hoşlanmazsınız..." Bunun üzerine Sabit İbn Kays, "Hadi canım sende! Şayet Hazret-i Muhammed bana, kendimi öldürmemi emretse, ben bunu yaparım..." deyince, bunun üzerine bu âyet nazil olur. Rivayet olunduğuna göre İbn Mesud da aynı sözü söyleyince bu âyet nazil oldu; bunun üzerine Hazret-i Peygamber "Canım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, ümmetimden öyle yiğitler vardır ki, iman onların kalblerinde, kazıklar gibi çakılmış olan dağlardan daha sağlamdır" buyurur. Ömer İbnu'l-Hattab (radıyallahü anh)'ın da, "Allah'a yemin olsun ki, şayet Rabb'imiz, kendimizi öldürmemizi bize emratseydi, muhakkak ki biz bunu yapardık. Bize bunu emretmeyen Allah'a hamd-ü senalar olsun" dediği rivayet edilmiştir. Allah'ın Emri İradesinden Farklıdır Ebu Ali el-Cübâî şöyle demekledir Âyet, Allahü teâlâ'nın, insanlara, kendilerine güç ve ağır gelecek şeyleri teklif etmeyeceğine delâlet etmektedir. Binaenaleyh, onları tâkatları yetmeyecek şeylerle mükellef tutmaması daha evlâ olur." Ebu Ali el-Cübbaıye. "Bu söz, senin aleyhine olmak üzere de söylenebilecek bir sözdür. Zira âyetin zahiri, Allahü teâlâ'hın, insanları zor şeylerle mükellef tutmayacağına delâlet etmektedir. Çünkü Allah, onları böylesi şeylerle mükellef tutmuş olsaydı, o insanlar bunları yapamazlardı. Yapamayınca da azaba duçar olurlardı. Ama Allahü teâlâ, Ebu Cehil ve Ebu Leheb'in iman etmeyeceklerini ve onların böyle bir tekliften, devamlı bir azabtan başka hiçbir şey elde edemiyeceklerini de biliyordu. Ama buna rağmen O, "onları mükellef tutmuştur. Binaenaleyh, senin buna mukabil cevap olarak kabul ettiğin her şey, senin zikrettiğin şeylere karşı bizim cevabımızı teşkil etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar öğüt verildikleri şeyleri hakkıyla yapsalardı, bu, kendileri için elbet hem daha hayırlı, hem de (imanlarını) daha kökleştirici olurdu. O zaman biz de onlara tarafımızdan pek büyük bir mükâfaat verirdik ve onları elbet doğru yola iletirdik" buyurmuştur. Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar öğüt verildikleri şeyleri hakkıyla yapsalardı..." ifadesi, "şayet onlar mükellef tutulup emrolundukları şeyi yapsalardı..." demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, mükellef tutup emretmesi, âyette bir va'z olarak isimlendirilmiştir. Çünkü Allah'ın tekliflerinde hem vaad hem va'îd, hem teşvik hem korkutma, hem de hem mükâfaat hem ukübat bulunmaktadır. Böyle olan her şey ise, bir va'z olarak isimlendirmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, o insanların bu mükellefiyetleri üstlenmeleri halinde, kendileri için çok çeşitli faydaların tahakkuk edeceğini beyan buyurmuştur: Allah'ın Emrini Tutmalarındaki Faydalar Birinci çeşit fayda: Hak teâlâ'nın, "kendileri için elbet daha hayırlı olurdu" âyetinin ifade ettiği husustur. Bu sözün manasının, "Onlar için, hem âhiret hem de dünya hayrı tahakkuk ederdi..." şeklinde olması muhtemel olduğu gibi, bu ifadede yer alan (......) kelimesinden, bir mübalağa ve tercih etme manasının kastedilmesi de muhtemeldir. Bu da, "bu onlar için, başkasından daha çok menfaatli ve daha çok üstün olurdu.." demektir. Çünkü "hayr" lafzı, her iki manaya da gelebilir. İkinci çeşit fayda: Hak teâlâ'nın, "hem de (imanlarını) daha kökleştirici olurdu" âyetinin ifade ettiği manadır. Bunun izahı hususunda da şunlar söylenebilir: a) Bundan murad, "Bu, onların imanlarında sebat ve devam etmelerini daha fazla temin eder" şeklindedir. Çünkü tâat, bu gibi şeylere götürür. Bir vakitte yapılan taatin temin ettiği manevî fayda, kişiyi, o iman üzere devam etmeye sevkeder. b) "Bu, daha sağlam ve daha kalıcıdır... Çünkü bu haktır, gerçektir, hak, sabit ve bakî olan; bâtıl ise, yok olup, zail olandır" demektir. c) İnsan, önce hayrı elde etmek ister. Bunu elde ettiği zaman, insan, bu elde edilen şeyin devamlı ve kalıcı olmasını arzular. İşte bu izaha göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu, kendileri için elbet hem daha hayırlı.." ifâdesi, birinci duruma; O'nun, "hem de (imanlarını) daha kökleştirki olurdu" ifadesi ise, ikinci duruma bir işaret olmuş olur. Üçüncü çeşit fayda: Cenâb-ı Hakk'ın, "O zaman biz de onlara tarafımızdan pek büyük bir mükâfaat verirdik.." âyetinin ifade ettiği husustur. Bil ki Allahü teâlâ, imandaki İhlasın, münafıkların arzuladıkları nifaktan daha hayırlı ve daha çok sebat ve bekası bulunduğunu beyan edince, bunun bizatihi bir hayır olduğu gibi, peşinden pek büyük hayırların da meydana geleceğini beyan buyurmuştur ki, bu hayırlar da, pek büyük ücretler ve pek büyük mükâfaatlardır. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Âyette geçen lafzı, bir mukadder suâlin cevabıdır. Buna göre sanki "O hayır ve sağlamlaştırmadan neler meydana gelmektedir?" diye sorulmuş da, cevab olarak da, "onlara, katımızdan büyük mükâfaatlar veririz" denilmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendi katından pek büyük bir mükâfaat verir" (Nisa. 40) âyeti gibidir." Buradaki Mükâfaatın Büyüklüğüne Dair Unsurlar Diyorum ki: Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerimede, her biri bu mükâfaatın büyüklüğüne delâlet eden pekçok karineyi bir arada zikretmiştir: 1) Cenâb-ı Hak, kendisini azamet ve yücelik ifade eden sığalarla zikretmiştir ki, bunlar (ona verirdik) ve (tarafımızdan) ifadeleridir. Bu mükâfaatlan veren hikmet sahibi yüce Allah, kendisini, bir bağış ve lütuf va'adettiğinde azamete delâlet eden bir lâfızla zikredildiğinde, bu durum, bu atıyye ve mükâfaatın da büyüklüğüne delâlet etmektedir. 2) Cenâb-ı Hakk'ın, "tarafımızdan" ifadesi.. Tahsis ifade eden bu terkîb, mübalağaya delâlet etmektedir. Hak teâlâ'nın, "ve kendisine nezdimizden bir ilim öğretmiştik" (Kehf, 65) ifadesinde de olduğu gibi... 3) Cenâb-ı Hak, bu mükâfaatı "büyük" olarak vasfetmiştir. Büyüklerin en büyüğü olan (Cenab-ı Hakk'ın) büyüklükle tavsif etmiş olduğu bir şeyin, mutlaka büyüklüğün zirvesinde bulunması gerekir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Orada (cennette), hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin hatırına dahi gelmeyen şeyler (nimetler) bulunmaktadır" Buhari, Bed'u'l-halk, 8; Müslim, İman, 312 (1/176). buyurmuşken, bu mükafaat daha nasıl büyük olmasın?" 4) Cenâb-ı Hakk'ın, "ve onlan elbet doğru yola iletirdik" buyruğudur. Bu ifadenin tefsiri hakkında iki görüş bulunmaktadır: a) Burada geçen "sırât-ı müstakîm"den murad, "hak din"dir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz, muhakkak ki sen, doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun..." (Şûra. 52) âyetidir. b) Buradaki "sırât-ı müstakîm", kıyamet meydanından (cennete giden) yoldur. Bu böyledir, çünkü Allahü Teâlâ bu ifadeyi, sevab ve mükâfaattan sonra zikretmiştir. Gerçek din ise, sevab ve mükâfaattan önce gelir. Kıyamet meydanından cennete giden yol olan sırât'a ise, ancak mükafaat hak edildikten sonra ihtiyaç duyulur. Binaenaleyh, buradaki "sırât-ı müstakîm" ifadesini bu manaya hamletmek daha uygun ve evlâdır. Allah'ın, Nimetine Erdirdiği Kimseler 69Âyetin tefsiri için bak:70 70"Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimetler vermiş olduğu peygamberlerle, sıddîklerle, şehidlerle ve iyi kullarla beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar! Bu, Allah'tan bir lütuftur. Hakkıyla bilici olarak Allah kafidir". Bil ki Cenâb-ı Hak, "Ey İman edenler, Allah'a itaat edin.. Peygambere... de itaat edin..." (Nisa.59) ifadesiyle, Allah'a ve Hazret-i Peygambere itaat etmeyi emredip: sonra, Tağut'un yanında davalaşıp Hazret-i Peygamber'den yüz çevirenlerin yolunun yalan ve sahtekârlık olduğunu gösterip; daha sonra da, bir kez daha Hazret-i Peygamber'e itaat etmeyi emrederek, "Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik" (Nisa. 63) buyurup, "..bu kendileri için muhakkak hem daha hayırlı, hem de (imanlarını) daha kökleştirici olurdu" (Nisa. 66) ifadesiyle de bu itâat'ı tergîb ve teşvik edince, Allah'a itaat, Resulüne itaat emrini, bu âyette bir kez daha te'kîd etmiş ve "kim Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimetler vermiş olduğu peygamberlerle, sıddîklerle, şehidlerle ve iyi kullarla beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar..." buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır: Nisa, 70 Ayetinin Nüzül Sebebi Alimler bu âyet-i kerime'nin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç açıklama zikretmişlerdir: a) Bir grup müfessirin riyayet ettiğine göre, Hazret-i Peygamberin kölesi (mevlâ) olan Sevban, Hazret-i Peygamber'i çok seviyor ve O'ndan ayrılmaya hiç dayanamıyordu. Bir gün, yüzü değişmiş, bedeni incelmiş, zayıflamış ve yüzünü hüzün bürümüş olduğu halde Hazret-i Peygamberin yanına gelir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona halini sorunca, o şöyle der: "Ey Allah'ın Resulü, benim şundan başka hiçbir derdim yok: Seni görmediğim zaman özlüyor, seninle karşılaşıncaya kadar büyük bir yalnızlık duyuyorum... Derken âhireti hatırlıyor, bu sefer de seni orada görememekten korkuyorum... Çünkü ben, cennete girdirilsem bile, sen peygamberlerin derece ve makamlarında olacaksın, bense kulların derece ve makamlarında; binaenaleyh, seni göremiyeceğim. Eğer cennete girdirilmezsim, o zaman da seni asla göremiyeceğim..." Bunun üzerine, bu âyet-i kerime nazil oldu. b) Süddî şöyle demiştir: "Ensardan bir grup insan, "Ya Resûlellah, sen cennetin en üst (makamında) oturursun; biz ise seni özleriz... Ne yaparız o zaman?.." deyince, bu âyet-i kerime nazil olur. c) Mukâtil şöyle demiştir: "Bu âyet-i kerime, Hazret-i Peygamber'e "Ya Resûlellah, biz senin yanından ayrılıp çoluk-çocuğumuzun yanına varınca, seni özlüyoruz. Yanına dönünceye kadar hiçbir şey bize fayda vermiyor. Sonra, senin cennetteki derece ve makamını düşündük, binaenaleyh, şayet cennete girersek, biz seni nasıl görebileceğiz?" diyen Ensâr'dan bir kimse hakkında nazil olmuştur. Onun bu sorusu üzerine Cenâb-ı Hak, bu âyeti indirmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edince, O'nun, kendisine ait bir bahçede bulunduğu sırada, Ensar gelip Hazret-i Peygamberin vefat ettiğini ona haber verdi. Bunun üzerine o "Allah'ım, O'nunla tekrar karşılaşıncaya kadar ondan başka hiçbir şey görmemem için gözlerimi kör et!.." dedi ve olduğu yerde hemen kör oldu. Hazret-i Peygamber'i şiddetti bir sevgiyle sevdiği için, Cenâb-ı Hak onu, cennette Hazret-i Peygamberin yanına koyar." d) Hasan el-Basrî şöyle der: "Mü'minler, Hazret-i Peygamber'e şöyle dediler "Biz, seninle ancak dünyada müşerref oluyoruz. Âhiret hayatı başladığındaysa, sen ilk dereceye yükseltileceksin..." Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hüzünlendi; mü'minler de hüzünlendiler... Bundan dolayı bu âyet-i kerime nazil oldu. Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: "Bu rivayetlerin sahih olduğunu inkâr etmiyoruz. Fakat, âyetin sebeb-i nüzulünün, bundan daha büyük bir şey olması gerekir: Bu da, tâata teşvik ve ona isteklendirmedir. Çünkü sen biliyorsun ki, sebebin hususîliği, lafzın umumîliğini zedelemez. Binaenaleyh, bu âyet, bütün mükellefler hakkında şu umumî hükmü ifade eder: Allah'a itaat, Resulüne itaat eden herkes, hiç şüphesiz, Allah katında üstün dereceler ve çok şerefli mertebeler elde eder. Allah ve Resulüne İtaatın Sırrı Âyetteki, "kim Allah'a ve Peygam- bere İtaat ederse.." buyruğunun zahiri, tek bir itaat ile yetinmeyi gerektirir. Zira sübutî meselelerde, sıfata delâlet eden lâfızla amel etme hususunda, söz konusu şeyin sadece bir defa meydana gelmesi yeterlidir. Kâdî şöyle demiştir: "Bu âyetin, zahirinin dışında bir manaya hamledilmesi, yani buradaki taatin, emredilen şeyleri yapıp, yasaklanmış bütün şeyleri terketmek manasına alınması ve o mânaya hamledilmesi gerekir. Çünkü biz bunun manasını tek bir tâat anlamına hamledersek, bu hükmün içine fâsıklar ve kâfirler de dahil olur. Çünkü onlar da tek bir taat İşlemiş olurlar." Bu hususta bence, bir diğer vecih daha bulunup o da şudur: Usûl-ü fıkıhta sabittir ki: Bir sıfatın peşisıra zikredilen hüküm, bu hükmün o sıfat sebebiyle meydana geldiğini iş'âr eder. Bu sabit olunca, biz deriz ki: Âyetteki "Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse..." ifâdesi, "Kim, Allah'a ilah olduğu için itaat ederse..." demektir. Allah'a, ilah olduğu için itaat, Allah'ı bilmek ve O'nun celalini, izzetini, kibriyasını ve samediyyetini ikrar etmek demektir. Binaenaleyh bu âyet, iki büyük ve önemli âhiret haline işaret etmektedir: 1) Kıyamet günü, bütün saadetlerin kaynağı, ruhun, marifetullah nurları ile parlamasıdır. Kimin kalbinde bu nurlar daha çok, ve daha duru İse, cisimler aleminin sevgisi ile bulanmaktan uzak oluşu daha tam ise, saadete ve kurtuluşa ermeye daha yakındır. 2) Allahü teâlâ, bir önceki âyette, itaatkâr kullara büyük ecir, bol sevab ve sırat-ı müstakime hidayet va'adinde bulundu. Sonra bu âyette, onların, Allah'ın kendilerine in'amda bulunmuş olduğu peygamberler, sıddikler, şehidler ve salihlerle birlikte olacaklarını va'adetti. Bu, sonra gelen ve işi mühürleyen va'addir. Bunun öncekinden daha şerefli ve yüce olması gerekir. Malumdur ki bu kimselerin, o kimselerle birlikte olması, onlarla aynı derecede olmaları manasında değildir. Çünkü bu imkansızdır. Binaenaleyh bunun şu manada olması gerekir; Nakıs ruhlar, dünyada iken, kâmil ruhlarla olan alakalarını, şiddetli sevgi vasıtası ile artırdıklarında ve tam yaptıklarında, bu âlemden ayrılıp âhiret alemine ulaştıkları zaman, orada bu ruhanî alakalar devam eder. Sonra o sâf ve duru ruhlar, onların karşısında cilalı aynalar gibi olurlar. Adeta ışıklar bu aynaların birinden diğerine akseder ve aksedişler sebebiyle de onların nurları son derece güçlü olur. Bu ruhlar hakkında söylenecek söz de aynıdır. Çünkü bunlar, Allah'tan başka varlıkların sevgi tozlarından, mücahede cilası ile temizlenir ve parlatılır ki Allah'a ve peygambere itaat ile kastedilen budur, ve sonra bedenin perdesi kalkar ise, onlar üzerine Allah'ın celâl nurları doğar. Sonra bu nurlar birinden diğerine akseder ve bu ruhanî alakalar sebebi ile eksik (nakıs) ruhlar, kâmil olur (olgunlaşır). İşte aklıma gelen ihtimal, budur. Kur'ân'ın sırlarını Allah daha iyi bilir. Dereceleri Farklı Olanların Cennette Beraberliği Allah'a ve peygambere itaat eden kimselerin, peygamberfer ve sıddîkler ile beraber olmalarından murad, hepsinin bir derecede bulunmaları değildir. Çünkü bu, fâzıl (üstün) olan ile mefdûl (daha az üstün olan) arasında, derece bakımından eşitliği gerektirir; bu da mümkün değildir. Aksine bundan murad onların, cennette yerleri uzak olsa da, birbirlerini görebilecekleri şekilde bulunmalarıdır. Çünkü perde kalktığı zaman, onlar birbirlerini görürler ve ziyaret veya karşılaşmayı istedikleri zaman, buna kadir olurlar. İşte bu beraberlikten murad, budur. Bil ki Allahü teâlâ önce peygamberleri, sonra üç vasfın sahiplerini zikretti: Sıddîkler, şehidler ve sâlihler. Alimler, peygamberlerin sıddîkler, şehidler ve sâlihlerden başka olduğu hususunda ittifak etmişler, ama bu üç sıfat hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, "bu sıfatların hepsi, tek bir mevsufa (ihsana) âid olur. Bunlar, birbirine girmiş (beraber bulunan) sıfatlardır. Bundan dolayı bir insanın hem sıddîk (tam tasdîk eden), hem şehîd, hem de sâlih olması imkansız değildir" demişler; diğer alimler ise, "Bu vasıflardan herbiri ile, bir kısım insan kastedilmiştir" demişlerdir. Bu ikinci görüş, doğruya daha yakındır. Çünkü ma'tûfun (atfedilenin), ma'tufun aleyhten ayrı bir şey oması gerekir. Nasıl "Peygamberler", ondan sonra zikredilenlerden başka ise, aynı şekilde "sıddîkler"in de, ondan sonra zikredilenlerden başka ve ayrı olması gerekir. Diğer sıfatlar (şehidler - salihler) hakkında söylenecek söz de aynıdır. Biz şimdi bu üç sıfatın manasını araştıralım: Birinci sıfat: Sıddîk, sıdkı (doğruluğu) âdet edinmiş olan kimsenin ismidir. Bir fiil bir insanın âdeti olur ve o insan bu fiili ifade eden kelimeyle tavsif edilir ise, o vasıf fiîl vezni üzere gelir. Mesela sikkîr (çok içen, sarhoş); şirrîb (çok içen); himmîr (çok şarap içen) denilir. Sıdk, mü'minin şerefli ve üstün sıfatlarından birisidir. Sıdk, (doğruluk) fazilet olarak yeter. Çünkü iman tasdikten (doğrulamaktan) ibarettir. Kizb (yalan) da, zemm (kötülenme) sebebi olarak yeter. Çünkü küfür de tekzîbten (yalanlamadan) başka birşey değildir. Bunu anladığın zaman biz deriz ki: Müfessirlerin, "Sıddîk" hakkında çeşitli tarifleri vardır: 1) Her kim, şekke düşmeksizin herhangibir dini tasdik eder (doğrular) ise, o sıddîktir. Bunun delili, "Allah'a ve peyamberlerine iman edenler (yok mu!), onlar sıddîklerdir" (Hadîd, 19) âyetidir. 2) Bir topluluk şöyle demiştir: "Sıddîkler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabının efdal olanlarıdır." 3) Sıddîk, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ilk önce tasdik etmiş ve böylece, bu hususta diğer insanlara öncü olmuş kimsenin ismidir. Hazret-i Ebu Bekrin Sıddîkiyyeti Durum böyle olunca, Hazret-i Ebu Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh), insanlar içinde bu vasfa en layık kimse olur. Bunun izahı şöyledir: O, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tasdikte öncüdür. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "İslâm'ı her kime arzettiysem, mutlaka o duraklamıştır; Ebu Bekir müstesna, çünkü o, hiçtereddüt etmedi" dediği meşhurdur. Bu hadis, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ebu Bekir'i İslam'ı davet ettiği zaman, onun hiç duraklamaksızın bunu kabul ettiğine delâlet etmektedir. Biz, onun müslüman oluşunun, başkalarından sonra olduğunu düşünür isek, "Hazret-i Peygamber, ona İslâm'ı arzetmekte gecikmek suretiyle, hata etmiştir" dememiz gerekir. Bu ise, Hazret-i Ebu Bekir için değil, aksine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir zemm sebebi olur. Bunu söylemek ise küfürdür. Bu kusuru Hazret-i Peygambere nisbet etmek yanlış olduğuna göre anlıyoruz ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ebu Bekir'e İslâm'ı arzetmede kusurlu davranmamıştır ve hadis-i şerif de, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in hiç duraksamadan İslâm'ı kabul ettiğine delâlet etmektedir. Binaenaleyh bu iki durumun toplamından, Hazret-i Ebu Bekr'in, ilk müslüman olan kimse olduğu neticesi ortaya çıkar. Onun, bu hususta diğer insanlara öncü ve örnek oluşunun izahı da şöyledir: Çünkü, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin, Hazret-i Ebu Bekir'den daha önce müslüman olduğunu söylesek bile, hiçbir akıllı insan, Hazret-i Ali'nin müslüman olduğu yaşta, bir örnek teşkil etmeyeceği konusunda şüphe etmez. Çünkü Hazret-i Ali o zaman, henüz küçük bir çocuk idi ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in terbiyesi altında idi. Öte yandan o, Hazret-i Peygamber'in son derece yakın akrabası idi. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) ise, akrabalık bakımından, Hazret-i Peygambere fazla yakın değildi. Böyle olan bir kimsenin imanı, başka insanların İslâm'a yönelmelerine bir sebep olur. Çünkü alimlerimiz, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in iman etmesinden kısa bir zaman sonra, Hazret-i Osman (radıyallahü anh), Talha, Zübeyr, Sa'd İbn Ebî Vakkas ve Osman İbn Maz'ûn (radıyallahü anhnhüm)'u da İslâm'a getirdiği ve onların böylece müslüman oldukları hususunda ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh, Hazret-i Ebu Bekir'in müslüman olması, bu büyük zatların ona uymasına vesile olmuştur. Böylece, bütün bu anlattığımız şeylerle, Hazret-i Ebu Bekir'in İslâm'a ilk giren kimse olduğu sabit olmuştur. Yine, O'nun İslâm'a girişinin, sahabenin en önde gelen simalarının İslâm'a girme konusunda O'na tâbi olmalarına vesile ve sebep olduğu ortaya çıkmıştır. Binaenaleyh, ümmet içinde bu sıfata en lâyık kimsenin, Hazret-i Ebu Bekir olduğu sübut bulmuş olur. Hazret-i Ebu Bekir'in Ümmetin Efdali Olması Sen bunları iyice anladığın zaman biz deriz ki: Zikrettiğimiz bu açıklamalar, Hazret-i Ebu Bekir'in, Hazret-i Peygamber'den sonra ümmetin en faziletlisi ve üstünü olmasını gerektirir. Bu iki yönden izah edilebilir: a) Hiç şüphesiz O'nun müslüman oluşu, başkasından daha önce olunca, sevabının da daha ileri olması gerekir. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Her kim güzel bir adet ihdas ederse, o kimseye onun ecriyle, kıyamete kadar onunla amel edecek kimselerin mükâfaatı da vardır" Müslim, İlim, 15 (IV/2059). buyurmuştur. O müslüman olduktan sonra, Allah yolunda cihad etmiştir. Onun bu cihadı, Hazret-i Osman, Talha, Zübeyr, Sa'd İbn Ebî Vakkas, Osman İbn Maz'un ve Hazret-i Ali (radıyallahü anh) gibi büyük sahabenin müslüman olmalarına vesile olmuştur. Hazret-i Ali ise, Uhud ve Hendek savaşlarında kâfirleri öldürmek için cihad etmişti; ama Hazret-i Ebu Bekr'in cihadı, sahabelerin gözdeleri olan böylesi kimselerin müslüman olmasına vesile olurken, Hazret-i Ali'nin cihadı kâfirleri öldürmeye sebep olmuştur. Şüphesiz birincisi daha faziletlidir. Ve yine Hazret-i Ebu Bekir, İslâm'ın başlangıcında, Hazret-i Peygamber'in son derece zayıf olduğu bir sırada cihad etmiştir. Hazret-i Ali ise, ancak Uhud ve Hendek savaşlarında cihada katılabilmiştir. Oysa ki İslâmiyet, bu günlerde güçlü idi. Malûmdur ki, zayıf olunan zamanda yapılan cihad, güçlü olunan zamanda yapılan cihaddan daha efdaldir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, 'İçinizde fetihten evvel harcayan ve muharebe eden kimseler, (diğerleriyle) bir olmaz. Onlar derece itibariyle (o fetihten) sonra harcayan ve muharebe edenlerden daha yüksektirler.." (Hadid, 10) buyurmuş, böylece de, zayıf olduğu sırada İslâm'a yapılan yardımın sevabının, güçlü olduğu sırada yapılan yardımın sevabından daha büyük olduğunu açıklamıştır. Böylece zikrettiğimiz şeylerin hepsinden, bu sıddîk vasfına en lâyık kimsenin Hazret-i Ebu Bekir olduğu ortaya çıkar. İşte bundan dolayı müslümanlar, bu lakabı Hazret-i Ebu Bekir'e verme konusunda icmâ etmişlerdir; ancak bu (lâkaba) itibar etmeyip onu kabul etmeyenler müstesna.. "Sıddîk" kelimesini, zikretmiş olduğumuz şeylerle tefsir etmek de, fazilet ve ilim bakımından nübüvvetten sonra, bu vasıftan, yani insanın sıddîk olmasından başka bir mertebenin olmadığına delâlet eder. Delil buna delâlet ettiği gibi, Kur'ân'ın lafzı da buna delâlet eder. Çünkü hangi âyette, sıddîk ismiyle "nebî" kelimesi beraber zikredilse, bu iki isim arasına herhangibir şey girmemiştir. Meselâ Cenâb-ı Hak, İsmail (aleyhisselâm)'i vasfederken, "Çünkü or va'adinde sadıktı" (Meryem, 54); İdris (aleyhisselâm)'i tavsif ederken, "Çünkü o, sıdkı bütün bir peygamberdi" (Meryem, 41) ve bu âyette de, . "..peygamberlerle, sıddiklerie.." buyurmuştur. Yani, "Sen, siddîkiyyet mertebesinden terakkî eder, yükselirsen nübüvvet mertebesine yükselirsin; nübüvvet mertebesinden inersen, sıddîkiyyeî mertebesine varırsın... Bu iki mertebe arasında başka bir mertebe bulunmamaktadır" demektir. Cenâb-ı Hak başka bir âyet-i kerimede, "Sıdkı getirene ve onu tasdik edenlere..." (zümer, 33) buyurmuş, bu iki vasfı birbirinden ayırmamıştır. Deliller, bu ikisi arasında başka bir kimsenin bulunmadığına delâlet ettiği gibi, Allahü teâlâ da en hayırlı ümmet olarak vasfedilmiş olan bu ümmeti, Hazret-i Peygamber'den sonra Hazret-i Ebu Bekir'i icmâ ile halife seçmeye; O (radıyallahü anh) vefat ettiği zaman, onu Hazret-i Peygamber'in hemen yanına defnetmeye muvaffak kılmıştır. Bu ancak şundandır: Allahü teâlâ bu âyette, peygamberler ile sıddîkler arasında hiçbir şeyi zikretmemiştir. Şüphesiz ki, bu ikisi arasındaki vasıta, daha önce zikretmiş olduğumuz hususlarda kaldırılmıştır. Şehîdler ve Şehidliğin Mahiyeti İkinci sıfat: Şehâdet... Şehidler hakkında söylenebilecek söz, bu kitabın muhtelif yerinde geçmiştir. Bu izahın bir kısmını burada tekrarlamamızda da bir mahzur yoktur. İşte bundan dolayı diyoruz ki: Şehâdetin, insanın kâfir bir kimse tarafından öldürülmesi şeklinde tarif edilmesi caiz değildir. Buna birçok şey delâlet etmektedir: 1) Bu âyet, şehâdet mertebesinin, dinde büyük bir mertebe olduğunu gösterir. Halbuki, insanın kâfir tarafından öldürülmesinde, öyfe pek fazla bir şeref bulunmamaktadır. Çünkü böyle bir öldürülme, bazan günahkâr ve Allah katında bir mertebesi olmayan bir kimse için de söz konusu olabilir. 2) Mü'minler bazan, "Allah'ım, bize şehâdeti nasib et!" diye dua ederler. Eğer şehâdet, sadece kâfir tarafından öldürülmekten ibaret olsaydı, onlar, Allah'tan bu öldürülmeyi istemiş olurlardı. Oysa ki bu caiz değildir. Çünkü, kâfirin onu öldürmesini istemek küfürdür., 3) Allah'dan, küfür olan bir şeyi taleb etmek nasıl caiz olabilir? Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber, "Karın ağrısından ölen şehiddir; boğularak ölen şehiddir" Müslim, İmare, 164, 165 (III/1521) buyurmuştur. Binaenaleyh, şehâdetin öldürülmekten ibaret olmadığını anlamış oluyoruz. Daha doğrusu biz, şöyle diyoruz: "Şehîd kelimesi, ism-i fail mânasında, "fail" vezninde bir kelimedir. "Şehîd", Allah'ın dininin doğruluğuna bazan hüccet ve beyân, bazan da kılıç ve mızrak ile şehâdet eden kimsedir. Binaenaleyh şehidler, adaletle kaim olup hükmedenlerdir. Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah şu hakikati kendinden başka hiçbir Tanrı olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler ve ilim sahipleri de.." (Al-i İmran. 18) ayetinde zikretmiş olduğu kimselerdir. Canını, Allah'ın dinine yardım, O'nun dininin hak, onun dışındakilerin ise bâtıl olduğuna şehâdet etmek uğruna feda ettiği için, Allah yolunda öldürülenlere "şehid" denilir. Bir kimse, bu mânada Allah'ın şehidlerinden olursa, âhirette de Allah'ın şehidlerinden (şahitlerinden) olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Böylece, insanlara karşı (hakikatin) şahidleri olasınız diyet sizi örnek bir ümmet yaptık" (Bakara, 143) buyurmuştur. Üçüncü sıfat: Salih, itikadında ve amelinde iyi, dürüst olan kimsedir. Çünkü, cehalet itikadda bir bozukluk, günah ise amelde bir bozukluktur. Sen sıddîk, şehîd ve salih kelimelerinin tefsirini iyice anladığında, bu sıfatlar arasındaki fark anlaşılır. Bu böyledir, çünkü itikadı doğru, işi de mâsiyet değil taat olan herkes sâlihtir. Sonra salih bazan, Allah'ın dininin hak, onun dışındaki dinlerin bâtıl olduğuna şehâdet ettiği için sâlih olur. Bu şehâdet bazan hüccet ve delil ile bazan da kıtıç ile olur. Bazan salih, bu şehadeti yerine getirmiş olma sıfatı ile vasfedilmiş olmaz. Böylece şehid olan herkesin sâlih olduğu, ama her salihin şehid olmadığı sabit olmuş olur. Buna göre şehid, sâlih insanların en şereflisidir. Hem sonra şehîd, bazan sıddîk olur, bazan olmaz. Sıddîk'in manası, iman etmede başkalarından daha önce olan ve imanı başkalarına bir örnek olan kimse demektir. Binaenaleyh her sıddîk olanın şehid de olacağı, ama her şehidin sıddîk olamayacağı sabit olur. Böylece mahlukatın en efdallerinin peygamberler, onlardan sonra sıddîklar, onlardan sonra sadece şehâdet derecesine sahip bulunanlar, onlardan sonra sadece salah derecesine sahip bulunanlar olduğu sabit olur. Velhasıl meleklerin büyükleri, hak dini Allah'tan alırlar, peygamberler de meleklerden alırlar. Nitekim Allahü teâlâ, "O (Allah), kendi emri ile, kullarından kimi dilerse ona vahy ile melekleri indirir" (Nahl, 2) buyurmuştur. Sıddîklar dini, peygamberlerden; şehidler de sıddîklardan alır, öğrenirler. Çünkü biz, sıddîkların başlangıçta dini, peygamberlerden aldığını ve kendinden sonraki kimseler için bir örnek olduğunu beyan etmiştik. Salihler de hak dini şehidlerden alır, öğrenirler. İşte bu sıralamanın izahı böyledir. Bunu kavradığın zaman, cennete girecek her insanın, mutlaka bu sıfat ye vasıflardan birine dâhil olduğunu görürsün. Sonra Allahü teâlâ, "Onlar ne iyi arkadaştırlar! "buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili bazı meseleler bulunmaktadır; Keşşaf sahibi, "Bu ifadede bir hayret ettirme manası vardır. Sanki, "Bunlar ne güzel arkadaş!" denilmektedir" demiştir. İkinci Mesele "Rıfk" Arapça'da yumuşak huylutuk ve lütufkâr davranış manasındadır. Böyle davranan kimseye "refîk" denilir. İşte kelimenin dildeki manası budur. Daha sonra biribirlerine dayanıp destek oldukları için, arkadaşa "refîk" denilmiştir. Vahidî şöyle der: "Refîk kelimesi âyette, çoğul bir kelimenin sıfatı olduğu halde müfred getirilmiştir. Çünkü Araplar (peygamber), (postacı) ve (arkadaş) kelimelerini, hem müfred, hem de çoğul manada kullanıyorlardı. Nitekim Hak teâlâ, "Biz, Alemlerin Rabb'inin Resulüyüz" (Şu'ara, 16) buyurmuştur. Bu sebeple, bu âyette, "Bunlar ne güzel adam!" denilemez. Kısaca bu, ancak bir sıfat olan isim hakkında caiz olur. Fakat bu, (erkek-kadın) gibi sarih bir isim olursa caiz olmaz. Zeccâc bunu sarih isimde de caiz görmüş ve bunun Sîbeveyh'in görüşü olduğunu iddia etmiştir. Yine Hak teâlâ'nın bu beyanının manasının, "Sizi bir çocuk olarak çıkarır" (Mü'min. 67) âyetinde olduğu gibi, "Onların her biri, ne güzel bir arkadaştır!" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Âyetteki "refîk" kelimesi, temyiz olduğu için mansubtur. Bunun, hal olmak üzere mansub olduğu da söylenmiştir. Yani "Arkadaş olarak, onlardan herbiri iyıdir" demektir. Bil ki Cenâb-ı Hak, Allah'a ve Resulüne itaat eden kimsenin peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihlerle beraber olduğunu açıklamış, sonra bunlardan hangisi olduğuna pek önem vermeyip, sadece onlarla beraber refîk bir arkadaş olmanın kâfi geldiğini bildirmiştir, Biz daha önce, "refik" kelimesinin, hazarda ve seferde kendisinden istifade edilen kimse manasına olduğunu zikretmiştik. Böylece Cenâb-ı Hak, bu itaatkâr kullardan fayda sağlanacağını açıklamıştır. Muhakkak ki bunlar onlara, ancak onlardan bir şefkat ve hayır gördükleri zaman yaslanır ve güvenirler. Biz defalarca bu arkadaşlığın nasıl olacağını açıklamıştık. Fakat meselenin zahirî izahı şöyledir: İnsan bazan başkası ile beraber bulunabilir ama onun refîki olmaz. Fakat birisi, yanındaki insana büyük bir şefkat ve ilgi gösterirse, o zaman onun refîki olur. Bu izaha göre Cenâb-ı Hak peygamberlerin, sıddîkların, şehidlerin ve salihlerin, o itaatkâr insana olan şiddetli şefkatleri ve onu görmeden dolayı duyacakları sevinçten dolayı, onun refikleri ve dostları gibi olduklarını beyan etmiştir. Allahü teâlâ daha sonra, "Bu, Allah'tan bir lütuftur" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili meseleleler vardır: Taat Allahın Lütfu Olup Cenneti Vecip Kılmaz Şüphe yok ki âyetteki (bu) kelimesi, daha önce zikredilmiş olan, sevab vesilesi sıfatlara işarettir. O vasıfların her birinin, Allah'tan bir lütuf olduğuna hükmedilince, bu, sevab vermenin Allah'a vacib olmadığına delâlet eder. Birçok şey, aklî bakımdan da buna delâlet eder: a) Taata yapmaya kudret, eğer ancak taatı yapmaya elverişli ise, bu durumda kudretin yaratıcısı, taati yerine getirenin kendisidir. Binaenaleyh kendisinin yaptığı fiil, kendisi için bir sevabı gerektirmez. Yine eğer o kudret, günah işlemeye de elverişli ise, taat cihetinin günah cihetine üstün gelmesi, ancak, taata götüren bir sebebin yaratılması ile olur. Böylece kudret ve o sebebin toplamı, fiilin (taatın) meydana gelmesini sağlar. Böylece de bu ikisinin yaratıcısı, bu taatı aslında yerine getiren kimse olur. Binaenaleyh onun bu fiili, kendisi için bir sevabı gerektirmez. b) Allah'ın, kullarına olan nimeti sayılamayacak kadar çoktur. Bu nimet ise, Allah'a itaat edip şükretmeyi gerektirir. Allah rızası için yapılan taatlar, önceden geçmiş olan nimetler karşılığında olunca, o taatların gelecekte herhangi bir sevabı gerektirmeleri imkânsız olur. c) Vücub, terkedildiği zaman günah işlemiş olmayı, onu istihkakı gerektirir. Bu günaha hak kazanma işi ise, Allah'ın ulûhiyyetine aykırı bir durumdur. Binaenaleyh bu vücubun Allah hakkında düşünülmesi imkânsız olur. Böylece, âyetin zahirinin, bütün mükâfaattarın Allah'ın bir fazlı, lütfü olduğuna delâlet ettiği gibi, kesin aklî delillerin de buna delâlet ettiği sabit olmuş olur. Mu'tezile şöyle demektedir: Allah'ın mükâfaat vermesi gerçi vaciptir. Fakat buna "fazl" vasfını vermek imkânsız değildir. Zira kulun bu mükâfaata hak kazanması da Allahü teâlâ'nın onu yükümlü kılması sebebiyledir. Mükellef kılmak ise, başlıbaşma bir lütuftur. Bir de Cenâb-ı Hak, mükellefin tâat olan fiilleri yapabilmesi için, o mükellefe akıl ve kudret veren; bütün engel ve maniaları ortadan kaldıran, götüren Zât'tır. Böylece bu durum, kendisiyle faydalansın diye, başkasına bir elbise hibe eden bir kimsenin durumuna benzer. Bu kimse, o elbiseyi satıp, onun parasından faydalandığında, o paranın, "hibe eden kimsenin bir lütfü, bir ihsanı" diye nitelendirilmesi caizdir. İşte burada da böyledir. İkinci Mesele Hak teâlâ'nın, "Bu, Allah'tan birlütuttur" ifâdesi hakkında şu iki ihtimal vardır: a) Kelamın takdirinin, "Bu mükâfat yok mu, o Allah'ın bir lütfudur" şeklinde olmasıdır. Buna göre âyet-i kerimenin manası, "Bu mükâfaat, son derece mükemmel olduğu için, âdeta Allah'ın bir lütfü olup, bunun dışında kalanların hiçbir değeri yoktur" şeklinde olur. b) İfâdenin takdirinin, "Bu lütuf, sadece Allah'tandır" olmasıdır. Yani, "Şu âyet-i kerimede bahsedilen lütuf ile mükâfaat, sadece Allah'tan olup, başkasından değildir" demektir. Birinci ihtimalin daha belîğ olduğunda herhangi bir şüphe yoktur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hakkıyla bilici olarak Allah kafidir" buyurmuştur. Bu ifâdenin, Allah'a taat hususunda daha önce geçmiş olan açıklamaları te'kîd etme hususunda, son derece müessir bir yeri vardır, zira Cenâb-ı Hak bu sözüyle kendisine, insanların nasıl tâatta bulunduklarını ve mükâfaat ve lütfün ne şekilde olacağını bildiğine dikkat çekmiştir ki, bu da, mükellefi, en mükemmel şekilde itaatta bulunup bu hususta kusur etmekten kaçınmaya teşvik eden şeyler cümlesindendir. 71'Ey iman edenler, korunma tedbirinizi alın da, küçük kıtalar halinde harbe çıkın, yahut toptan seferber olun" Bil ki Cenâb-ı Hak, hem kendisine hem de Resulüne tâatte bulunmaya teşvik ettikten sonra, tâatların en zoru ve kendileriyle dini takviye etmenin gerçekleştiği şeylerin enbüyüğü olduğu için, daha önce zikredilmiş olan cihaddan tekrar bahsederek "Ey iman edenler, korunma tedbirinizi alın da.." buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Âyette geçen kelimeleri, tıpkı "iz, eser, alâmet", "misil, denk " kelimelerinde olduğu gibi, aynı manaya gelirler. Nitekim, bir kimse korkutan bir şeye karşı uyanık olup, ondan sakındığı zaman, denilir. Böylece bu kimse, korunma tedbirini, kendisiyle canını koruyup muhafaza ettiği bir aleti saymıştır. Buna göre âyet-i kerimenin manası, "Düşmandan sakının, onlara karşı tedbirinizi alın, onların size zarar vermesine imkân vermeyin" şeklinde olur. Bu açıklamayı, Keşşaf sahibi yapmıştır. Vahidî (r.h), bu hususta şu iki görüşün bulunduğunu söylemiştir: a) Buradaki, (korunma tedbiri..) kelimesinden maksat, silahtır. Buna göre mana, "silahlarınızı alınız.." şeklinde olmuş olur, Silah burada, (......) kelimesiyle ifade edilmiştir. Yani, "Silahınızı alınız ve korununuz, sakınınız..." demektir. b) ifadesinin manası, "düşmanınızdan sakınınız..." demektir. Çünkü, sakınmayı emretmek, "silâhı ele alma" emrini ihtiva eder. Çünkü silâhı ele almak, düşmandan sakınmak demektir. Bu yorum da birincisi ile aynı kapıya çıkar. Binaenaleyh, birinci görüşe göre, silahı ele alma emri sarih ve açık; ikinci görüşe göre ise sözün fehvasından anlaşılmaktadır. Bir kimse şöyle diyebilir: Cenâb-ı Hakk'ın, kendisinden sakınılmasını emrettiği o şey, eğer olacaksa, bu sakınma bir fayda vermez; yok eğer olmayacaksa, sakınmaya hiç gerek yok... Binaenaleyh, her iki takdire göre de sakınmayı emretmek abestir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de, "Takdir edilen şey, mutlaka olur; binaenaleyh, onu endişe etmek gereksizdir" Bu manadaki bir hadis için bkz. Keşfu'l-hafa, II/374. dediği rivayet edilmiştir. Yine, "Tedbir, kaderin önüne geçemez" de denilmiştir. Buna göre biz deriz ki, eğer bu söz doğru olursa, şer'î hükümlerle amel etmenin gerektiğini söylemek bâtıl ve yanlış olur. Çünkü bu durumda şu söylenebilir: Eğer insan, Allah'ın kaza ve kaderinde saîd (cennetlik) olan kullardan ise, o takdirde iman etmesine lüzum kalmaz. Yok eğer, o şakî olan (cehennemlik) kimselerden ise, kendisine, iman edip itâatta bulunması herhangi bir fayda vermez. Bu ise, teklifin hiç olmayacağı neticesine götürür. Bu soruya gerçek anlamda şöyle cevap verilebilir: Her şey, kadere göre tahakkuk edince, sakınmayı emretme işi de kaderin içine dahil olmuş olur. Binaenaleyh, "sakınmada, tedbir almada ne fayda bulunmaktadır?" diyen bir kimsenin sözü de, çelişki teşkil eden bir söz olmuş olur. Zira, tedbir alıp sakınmak da kaderin bir parçası olunca, o zaman sakınmayı, tedbir almayı eleştiren bu sorunun ne faydası olur? Nafir ve Sübat Kelimenin İzahı, Seferberlik Emri Hak teâlâ'nın, "Harbe çıkın" ifadesidir. İnsanlar, düşmanla savaşmak için harekete geçip, savaşmak için çıktıklarında, (......) devlet reisi de, insanları savaşa çıkmaya çağırıp, onları savaşmaya davet ettiğinde, (seferberlik ilan ettiğinde), "Devlet reisi, düşmanla savaşmaları için insanları savaşmaya çağırdı, onlar da davete icabet edip sefere çıktılar, sefere çıkıyorlar" denilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Sizden savaşa katılmanız istendiğinde, savaşa katılın, sefere çıkın" şeklindeki hadisi de bu anlamdadır Savaşa katılan topluluğa denilir. "Falanca, ne kervanda, ne de savaşa katılanlar arasında bulunmaz.." darb-ı meselinde de bu anlamdadır. Arap dilcileri şöyle demişlerdir: Bu kelimenin aslı, korkmak, feryâd ü figan edip sığınmak anlamına gelen kelimelerinden gelmektedir. Bir kimse bir şeye sığındığı zaman, ve yine bir kimse bir şeyden korkup ondan hoşlanmadığında, . Buna göre âyetin manası, "düşmanınızla savaşmaya yönetip, bu yola başvurunuz" şeklinde olur. Bütün dil alimleri, burada geçen, (......) kelimesinin, "ayrı ayrı cemaatler" manasına geldiğini söylemişlerdir ki, bunun müfredi (......) kelimesidir.Bu kelimenin aslı ise, "Onu topladım" anlamında olan ifâdesinden gelmektedir. Yine, bir kimse bir kimseyi medh-ü sena ettiğinde, "Falancayı övdüm" denilir. Bunun te'vîli şöyle yapılır: Bu, "Onun iyiliklerini bir araya toplayıp, sayıp dökdü" demektir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manası, sizler düşmanla savaşa, ya ayrı ayrı birlikler, peşpeşe giden seriyyeler halinde veyahut da topluca, yani tek bir alay halinde gidiniz..." şeklinde olur. Şairin şu sözünde murad ettiği mana da budur: "Topluluklar ve tek tek olarak ona doğru uçtular..." Hak teâlâ'nın "Fakat korkarsanız, o halde, yürüyerek, yahut binekli olarak küm..." (Bakara, 239) ifâdesi de böyledir. Yani "Sizler, bu iki halden hangisinde bulunursanız, yine namazınızı kılın..." demektir. Ağır Davranıp Seferberlikten Geri Duranlar 72Âyetin tefsiri için bak:73 73"İçinizden (öylesi vardır kî), muhakkak ağır davranacaktır. Eğer size bir musibet gelip çatarsa, diyecek ki: "Allah bana hakikaten lütfetti. Çünkü onlarla beraber bulunmadım!" Eğer size, Allah'tan bir lütf-u inayet gelirse, sanki sizinle kendisi arasında hiçbir tanışıktık olmamış gibi, muhakkak şöyle diyecektir: "Keşke ben de onlarla beraber olsaydım dar büyük bir murada (ganimete) ereydim)". Bu âyette ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bitki bu âyette geçen "içinizden (öylesi vardır ki..)" ifâdesinin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler, korunma tedbirinizi alın" (Nisa, 71) ifadesiyle zikretmiş olduğu mü'minlere râci olması gerekir. Âlimler, ağır davranan kimseler hakkında iki görüş beyan ederek, ihtilâf etmişlerdir. Ağır Davrananların Münafıklar Olduğu Birinci görüş: Bunlardan murad, münafıklardır. Çünkü onlar, insanları Hazret-i Peygamber'te bulunmaktan alıkoymaya çalışıyorlardı. Eğer, "Âyetteki, "içinizden (öylesi vardır ki) muhakkak ağır davranacaktır" ifadesi, "Ey iman edenler, içinizden (öylesi vardır ki), muhakkak ağır davranacaktır" takdirindedir. Binaenaleyh bu ağır davranan münafık ise, münafık nasıl olur da, ""içinizden" ifadesi ile anlatılan mü'minlerden bir kısım sayılır?" denirse, buna birkaç şekilde cevap verilir: 1) Allahü teâlâ cins, neseb ve içli-dışlı olma (beraber yaşama) bakımlarından münafığı, mü'minlerden saymıştır. 2) Allahü teâlâ onları, zâhîri halleri bakımından mü'minlerden saymıştır. Çünkü onlar zahiren iman ehline benzeyenlerdir. 3) Sanki, "Ey kendisine kitap indirilen.." (Hicr. 6) âyetinde de olduğu gibi, "Ey, (iddialarına ve zanlarına göre) iman etmiş olanlar..." denilmiştir. Ağır Davrananların Zayıf Müminler Olma İhtimali İkinci görüş: Bu ağır davrananlar, mü'minlerin zayıfları idi. Bu, bir kısım müfessirin görüşüdür. Onlar şöyle demişlerdir: (......) tabiri, (gecikti, ağır davrandı) anlamına da gelir. "Buna göre buradaki tef'îl vezninin anlamı, bu fiilin tekrar tekrar meydana geldiğini ifâde etmektir. Dit alimleri, Arapların, "Ey falanca, seni bizden alıkoyan nedir?" dediklerini nakletmişlerdir. Arapların, bu fiili bâ harf-i cerriyle kullanmaları da, bu fiilin hadd-i zatında müteaddî olmadığına delalet eder. Buna göre âyetin manası, "Onlar içinde, bu gayeye karşı ağır davranan ve cihad hususunda gevşek davranıp ağırdan alan kimseler vardır. Bunlar, müslümanlar zafere ulaştıkları zaman, ganimete nail olmak için, onlarla olmuş olmayı temenni ederler. Ama, müslümanların başına nahoş bir iş geldiğinde de, onlarla birlikte bulunmamış olmalarından dolayı sevinirler" şeklindedir. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler, ne oldunuz ki size: "Allah yolunda elbirlik gazaya çıkın" denildiği zaman yere (mıhlanıp) kaldınız!" (Tevbe, 38) âyetiyle kastettiği kimselerdir. Âyetteki (......) ifadesinden muradın, onların ağır davranması olup, başkalarını geri durdurma olmadığına delâlet eden hususlardan birisi de, Cenâb-ı Hakk'ın, ganimet elde edildiği zaman onların söylediğini naklettiği "Keşke ben de onlarla beraber olsaydım da..." sözleridir. Eğer, bu tabirden maksad, başkalarını geri durdurmak olsaydı, bu sözün bir anlamı olmazdı." Kadî bu görüşü tenkid etmiş ve şöyle demiştir: "Allahü teâlâ bu ağır davranan veya başkasını alıkoyan kimselerin, mü'minlerin başına bir musibet geldiğinde, "Allah bana hakikaten lütfetti. Çünkü onlarla beraber bulunmadım" dediklerini ve cihaddan geri duruşlarını Allah'ın bir nimeti saydıklarını nakletmiştir. Böyle bir söz, mü'minlere değil, ancak münafıklara yakışır. Ve yine mü'minler hakkında, "sanki sizinle kendisi, yani peygamber arasında hiçbir tanışıklık olmamış gibi..." denilmesi de uygun değildir. Böylece bu ifâdenin mü'minlere hamledilmesinin uygun olmadığı, bunun ancak münafıklara hamledilebileceği sabit olmuş olur." Kâdî, sonra şöyle demiştir: "Eğer bu ağır davranmak, yere çakılmak manasına hamledilirse münafıklara uygun düşer. Çünkü onlar, cihaddan geri durur, cihad hususunda ağır davranır ve cihada katılma hususunda acele etmezler. Eğer bu kelimeyi "başkasını geri durdurmak" manasına hamledersek, bu mana yine münafıklara uygun düşer. Çünkü onlar mü'minlerin çoğunu, kafalarında uyandırdıkları çeşitli şüpheler ile, cihaddan alıkoymaya çalışıyorlardı. Binaenaleyh, her iki vasıf da münafıklarda mevcuttur." Müfessirlerin çoğu ise, bu kelimeyi "başkasını geri durdurma, alıkoyma" manasına hamletmişlerdir. Müfessirler böylece, (......) ve (......) fiillerini birbirinden farklı kabul edip, birincisini lâzım, ikincisini ise müteaaddi addetmişlerdir; (sevimli oldu) ve (sevdi) fiillerinde olduğu gibi. Çünkü birinci fiil lazım, ikincisi ise müteaddidir. Zeccâc'a göre (......) ifadesindeki (......) kaseme mevsûldür. Öyle ki bu sözü sen söyleyecek olsaydın (Sizden elbette, savaştan alıkoysun diye andetmiş olanlar vardır) derdin. Sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer size bir musibet gelip çatarsa" buyurmuştur. Yani, "Size, öldürülme, hezimet ve geçim darlığı gibi bir musibet gelip çatarsa.." demektir. Yani, "Ben onlarla beraber olmadığım için, onların başına gelip çatmış olan belâ ve musibet bana gelmedi... "Eğer size, Allah'dan bir lütf-u inayet yani bir zafer ve ganimet gelirse, "Sanki sizinle kendisi arasında hiçbir tanışıklık olmamış gibi muhakkak şöyle diyecektir: "Keşke ben de onlarla beraber olaydım da, büyük bir murada ereydim!" derler..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele İbn Kesir ile Asım'ın ravisi Hafs, zamirin mercii, âyette geçen (tanışıklık) olmak üzere, ifadeyi, tâ harfiyle olmak üzere; diğer kıraat alimleri ise, fiil daha önce geçtiği için, yâ harfiyle (......) şeklinde okumuşlardır. Vahidî, Kur'ân-ı Kerim'de, bu her iki kıraatin de mevcut olduğunu, nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, bir âyetinde "Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüd gelmiştir" (Yunus, 57); başka bir âyetinde de, "Kime Rabbinden bir öğüt gelip de..." (Bakara, 275) buyurduğunu söylemiştir. Buna göre fiili müennes getirmek aslolup, fail müennes-i gayr-i hakiki olduğu zaman, özellikle fail ile fiil arasına bir fasıla girdiğinde fiili müzekker getirmek de güzel ve yerinde olur. Hasan el-Basri, lâm harfinin zammesiyle "derler" şeklinde okumuş, böylece zamiri (......) kelimesinin manasına râci kılmıştır. Çünkü, ifâdesi, cemi manasındadır. Ancak ne var ki, bu kıraat zayıftır. Çünkü, (......) kelimesi, her ne kadar cemi manası ifade ediyorsa da, lâfız olarak müfreddir. Bu kelimenin lafız bakımından müfredlik tarafı, "diyecek kir "Allah bana hakikaten lütfetti..." ve "Keşke ben de onlarla beraber olaydım da, büyük bir murada ereydim!" tercih edilmiştir. Burada (......) İtirazi Cümlesinin Girmesinin Güzelliği Bir kimse şöyle diyebilir: "Eğer bu âyet, "Eğer size, Allah'tan bir tütf-u inayet gelirse, muhakkak şöyle diyecek- Keşke ben de onlarla beraber olaydım da, büyük bir murada ereydim!" şeklinde olsaydı, âyetin nazmı daha ve daha doğru olurdu; binaenaleyh araya niçin, "Sanki sizinle kendisi arasında hiçbir tanışıklık olmamış gibi!" ifâdesi gelmiştir?" Buna şöyle cevap verilir: Bu, araya giren bir itiraziyye cümlesi olup, son derece güzel ve yerindedir. Bunu şu şekilde açıklarız: Cenâb-ı Hak, münafıkların, müslümanlara bir belâ geldiğinde onlardan geri kalmış olmaları sebebi ile, son derece sevindiklerini; o müslümanlar bir ganimet ve üstünlük elde ettiklerinde ise, bu ganimete ortak olamadıkları için son derece üzüldüklerini nakletmiştir. Böyle bir işi, insan ancak yabancı ve düşman hakkında yapar. Çünkü birisini seven kimse, onun sevinci ile sevinir, kederi ile kederlenir. Fakat insan böyle yapmayıp tersini yaptığında, işte bu düşmanlığı ortaya koyma olur. Bü mukaddimeyi kavradığında, biz deriz ki: Allahü teâlâ münafıkların, müslümanların başına bir belâ geldiği zaman sevindiklerini nakledince, sonra müslümanların eline bir nimet ve güç geldiği zaman, onu kaçırmış oldukları için üzüldüklerini de nakletmek istedi ve bunu tamamen söylemeden önce, araya " Sanki sizinle kendisi arasında hiçbir tanışıklık olmamış gibi-" sözünü koydu. Bundan murad, bir hayret ifadesidir. Sanki Allahü teâlâ, "Ey mü'minler, sanki sizinle kendi arasında hiçbir tanışıklık, hiçbir ülfet olmamış gibi, şu münafığın söylediği söze bakın!" diyor. İşte bu sözden murad, budur. Bu, her nekadar i'tiraziyye cümlesi olarak arada bulunan bir söz ise de, son derece güzel ve yerindedir. Şehid ve Gazilerin Mükâfatları 74"Artık âhirete karşılık dünya hayatını satacak olanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolanda savaşıp da öldürülür veyahut galip gelirse, ona pek büyük bir ecir vereceğiz". Bil ki Allahü teâlâ, cihaddan geri duranları zemmedince, cihâda teşvike yönelerek, "., . Allah yolunda savaşsınlar" buyurdu. Müfessirler, bu âyetteki, "Dünya hayatını satacak olanlar...." tabiri hakkında şu iki izahı yapmışlardır: 1) Âyetteki, (......) kelimesi, satarlar manasınadır. Nitekim İbnu Müferrağ: "Bir köle sattım. Keşke o köle gittikten sonra ben, başımı alıp gitmiş olsaydım. (Çöllere düşseydim)" demiş ve (......) kelimesini köle manasına (......) kelimesini "sattım" manasına almıştır. O köleyi sattıktan sonra, pişman olup ölümü temennî ettiğini ifade etmiştir. Buna göre âyetin manası, "Dünyayı, âhireti almak için satan kimseler, Allah yolunda savaşsınlar" şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz ki Allah, hak yolunda savaşmakta ve öldürülmekte olan mü'minlerin canlarını ve mallarını, karşılığında cenneti vererek satın almıştır... O halde (ey mü'minler), yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin" (Tevbe, 111) âyetinde olduğu gibidir. 2) Âyetteki, (......) kelimesi, "satın alırlar" manasınadır. Bu görüşte olanlar şöyle derler: Bu âyetin muhatapları, Uhud savaşından geri durup katılmayan münafıklardır. Buna göre âyetin manası; "Dünya hayatını âhirete tercih eden o kimseler savaşsınlar..." şeklinde olur. Bu manaya göre, âyette şöyle takdir edilmesi gereken bir hazif vardır: "İslâm ve iman gerçekleşmeden önce, İslâm ahkâmının gerektirdiği şeylerin meydana gelmesi imkansız olduğu için, (ey münafıklar) önce iman edin, sonra da savaşın." Bana göre bu âyetle ilgili başka muhtemel manalar da vardır: a) İnsan, bu dünya hayatını Allah yolunda harcamak istediğinde, nefsi bu hususta cimrilik eder. Dolayısı ile insan, dünya hayatını gönül hoşluğu ile Allah yolunda harcayabilmesi için, o insan, dünya hayatını, ahiret saadetine mukabil, kendi nefsinden satın alarak (yani onu böylece ikna ederek) harcar. b) Allahü teâlâ, insana, savaşmadığı için meydana gelecek zararları bildirerek, savaşı emretmiştir. Zira savaşmayan kimse, savaşı, dünya hayatına olan arzusundan dolayı terketmiştir. Bu ise âhiret saadetini elden kaçırmaya sebep olur. Buna göre sanki o insana, "Savaşla meşgul ol. Fani olan dünyayı, ebedî âhiret saadetine tercih etmekten vazgeç" denilmektedir. c) Sanki bu ifade ile şöyle deniliyor: "Âhirete bedel dünya hayatını satın alan kimseler, âhirette gerçek saadet, imrenilecek nimet ve şeref olduğu halde, dünyayı âhirete tercih etmişlerdir. Durum böyle olunca onlar savaşsınlar. Zira onlar, dünyada iken de imrenilecek şeyleri ve şerefi ancak savaşarak elde edebilirler. Çünkü onlar savaşarak düşmanlarına galib gelip, matlarını ele geçirebilirler." İşte benim aklıma gelen manalar bunlardır. Ne murad ettiğini, en iyi Allah bilir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Allah yolunda savaşıp da öldürülür veyahut galib gelirse, ona pek büyük bir ecir vereceğiz" buyurmuştur ki bu, "Allah yolunda savaşan herkese, İster düşman tarafından öldürülmüş olsun, isterse düşmana galib gelip (gazı) olsun, büyük mükâfaat vereceğiz" manasındadır. Bu büyük mükâfaat, şerefli ve devamlı olan yüce, halis bir menfaattir. Bu iki ihtimalin dışında, bir üçüncüsünün olmayacağı herkesçe malumdur. Her iki ihtimalde de mükâfaat tahakkuk edeceğine göre, cihaddan daha şerefli bir şey yoktur. Bu da, mücahidin, kafasına mutlaka şu iki hususu, yani ya şehid edileceğini, yahut da düşmana galip gelip onu ezeceğini iyice yerleştirmesi gerektiğine delâlet eder. Çünkü mücahid buna iyice azmettiğinde, düşmandan kaçmaz ve savaştan geri durmaz. Fakat bu azim olmadan savaşa katılırsa, çabukça firar eder. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "öldürülür veyahut galib gelirse, ." buyruğu ile, iki ihtimali de belirtmesinin manası budur. Allah'ın Dinini Yüceltme Ve Müslümanları Kurtarmak İçin Cihad 75"Size ne oluyor ki Allah yolunda ve erkek, kadın ve çocuklardan "Ey Rabbimiz, bizi ahalisi zalim olan şu memleketten (kurtarıp) çıkar. Bize, tarafından bir sahip gönder; bize katından bir yardımcı yolla" diyen müstad'aflar uğrunda (düşmanla) savaşmıyorsunuz". Bil ki bu ifadeden maksad, insanların savaşı terketmelerini bir yadırgamayı ifade etmektir. Binâenaleyh bu âyet de, daha önce geçen cihad emrinin bir te'kididir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Hak teâlâ'nın "Size ne oluyor ki savaşmıyorsunuz?" ifadesi, cihadın farz olduğunu gösterir. Bu, "erkek, kadın ve çocuk, müstad'af müslümanların durumu, çaresizlikte son dereceye varmış iken, savaşmamanızın bir mazereti olamaz" demektir. Bu, hem alabildiğine savaşa teşviki ifade etmekte, hem de savaşın farz oluş sebebini beyan etmektedir. Savaşın farz oluşunun sebebi, o zayıf mü'minleri kâfirlerin ellerinden kurtarmaktır. Çünkü cihad için toplanmak, (kâfirin etinde esir kalanları) kurtarmak demektir. İkinci Mesele Mutezile, "Âyetteki "Size ne oluyor ki Allah yolunda savaşmıyorsunuz?" buyruğu, insanların savaşı bırakmasına karşı bir yadırgama ve onu bırakmaları halinde, bir mazeret olamayacağını bir açıklamadır. Binâenaleyh kulların fiillerinin yaratıcısı eğer Cenâb-ı Allah olsaydı, bu lüzumsuz bir söz olurdu. Çünkü Allah'ın o fiili yaratmaması, onu irade ve hükmetmemiş olması, en büyük bir mazeret olurdu" demiştir. Bu iddiaya daha önce cevap verilmişti. Üçüncü Mesele Alimler, "Kadın, erkek ve çocuklardan., müstad'aflar" ifadesinin, kendinden önceki bir ifade ile ilgili olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu hususta şu iki görüş vardır: a) Bu, kendinden önceki, "yolunda" ifadesi üzerine atfedilmiştir. Buna göre manası "Size ne oluyor ki Allah yolunda ve müstad'aflar için savaşmıyorsunuz" şeklindedir. b) Bu, "Allah" lâfzı üzerine atfedilmiştir ve "Allah yolunda ve müstad'aflar yolunda..." manasındadır. "Kadın, erkek ve çocuklar gibi, müstad'af olanlar"dan maksad, Mekke'de kalıp, Medine'ye hicret edemeyen müslümanlardır. Bunlar, Mekke kâfirlerinden şiddetli eziyetler görüyorlardı. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Ben ve annem, kadın ve çocuk müstad'aflardan idik" demiştir. Beşinci Mesele "Vildan" kelimesi "veled"in cem'idir. kelimeleri gibi, vezni üzere gelen benzerikelimelerdir. Keşşaf sahibi, "Âyette geçen "erkek, kadın" ifadesi ile, hür erkek ve kadınlar; "çocuklar" ifadesi ile de köle ve cariyeler kastedilmiş olabilir. Çünkü köle ve cariyeye "velîd", "velîde" denilir ki, bu iki kelimenin cem'i "vildân" ve "velâid" şeklinde gelir. Fakat burada "vildân" kelimesi, müzekkerleri (erkekleri, köleleri) müenneslere (kadınlara, cariyelere) tağlib etme yoluyla, her ikisini de ifade etmek için getirilmiştir. Bu, hem nineleri hem de dedeleri ifade etmek için, "âbâ" (dedeler) denilmesi; kız ve erkek kardeşleri hakkında "ıhve" (erkek kardeşler) denilmesi gibidir" demiştir. Allah en iyi bilendir. Burada Çocukların Zikredilmesinin Hikmeti Allahü teâlâ, çocukların babalarını ve annelerini sıkıştırıp zorlamak ve çocukların bulundukları durumdan ötürü müşriklere buğz ettirmek için, mükellef olmayan çocukların bile müşriklerin zulmünden kurtulamadıklarını bildirip, zulümlerini iyice ortaya koymak ve müstad'afların, günahsız küçük çocukların duaları ile Allah'ın rahmetinin inmesini temin etmek gayesi ile, dualarına çocuklarını da iştirak ettirdiklerini belirtmek için, âyette "çocukları" da zikretmiştir. Nitekim hadiste, yağmur duasına çıkıldığında, çocukların da beraber çıkarılması gerektiği ifade edilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, o müstad'afların (acz ve çaresizlik içinde olan müslümanların) "Ey Rabbimiz, bizi ahalisi zalim olan şu memleketten (kurtarıp) çıkar. Bize, tarafindan bir sahip gönder; bize katından bir yardımcı yolla" dediklerim nakletmiştir. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Alimler, âyette bahsedilen "ahalisi zalim olan memleket" ile, Mekke'nin murad edildiği hususunda ittifak etmişlerdir. (O zamanki) Mekke halkının, "zalim" diye tavsif edilmelerinin sebebi şu iki şey olabilir: a) Onlar müşrik oldukları için... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki şirk, en büyük bir zulümdür" (Lokman. 13) buyurmuştur. b) Onlar, müslümanlara eziyet edip, her türlü kötülüğü onlara yaptıkları için.. Terkibi Hakkında Birisi "Âyette geçen "karye" kelimesi müennestir ve (ahalisi zalim) ifadesi, "karye"nin sıfatıdır. Bundan dolayı, "zalim" kelimesi mecrurdur. Binaenaleyh şeklinde söylenmeli idi?" diyebilir. Buna şöyle cevap verilir: Nahivciler, bu gibi sıfatları, ism-i faile benzeyen sıfatlar diye adlandırırlar. Bu konuda temel kaide şudur: Sen ikinci cüz'e elif-lâmı getirdiğinde, o faili müzekkerlik ve müenneslik bakımından birinci cüz'e göre getirirsin. Mesela senin, "Ben, kocası iyi, babası da çok kerim olan bir kadına rastladım" ve "Ben, cariyesi güzel olan bir adama rastladım" demen gibi. Ama sen elif-lamı son cüz'e getirmezsen, faili müenneslik müzekkerlik bakımından ikinci cüz'e göre getirirsin. Bu da, senin Uy "Ben, babası kerim olan bir kadına rastladım" demen gibidir. Hak teâlâ'nın, "Ey Rabb'imiz, bizi ahalisi zalim olan şu memleketten (kurtarıp) çıkar" ifâdesi de bu ikinci şekle göredir. Şayet sen, elif-lâmı, Âyette geçen (......) kelimesinin başına getirmiş olsaydın, o zaman sen, derdin. Âyette geçen (......) kelimesi, mana bakımından ehlin sıfatı olduğu için, terkib itibariyle (......) kelimesinin sıfatı olabilmiştir. Çünkü ahalî, o beldeye, karye'ye mensub olanlar demektir. İşte böyle oluş, bu vasfın sahîh olabilmesi için kâfi ve yeterli gelmiştir. Bu senin tıpkı, "Ben, babası ayakta olan bir adama uğradım" demen gibidir. Bu misalde, ayakta olmak vasfı babaya aittir, ama sen bunu, terkîb itibariyle"adama..." kelimesinin vasfı yaptın... Bu vasfın sahîh olabilmesi için bu kadar bir münasebet kâfirdir. Çünkü bir şeye sıfat getirmenin maksadı, o şeyi tahsis ve temyiz etmektir. İşte bu maksad da, böyle bir vasıftan elde edilebilir. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Bi ze, tarafından bir sahip gönder; bize katından bir yardıma yolla " ifadesi hakkında da şu iki izah yapılmıştır: a) İbn Abbas, "Onlar, mü'minlerden işlerimizi yürütecek, faydamıza olan şeyleri yerine getirecek ve bizim için, dinimizi ve şeriatımızı muhafaza edecek bir kimseyi bize yönetici yap, idareci yap" manasını kastediyorlar" demiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, onların dualarına icabet etmiştir; çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethedince, Attab İbn Esîd'i onlara emir tayin etmişti. Buna göre, âyet-i kerimede bahsedilen, "velî, hâmî"den maksat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "yardımcı"dan maksat ise Attab İbn Esîd olmuşolur. Attab, zayıfları güçlülere, düşkün olanları da kudretli olanlara karşı korur, böylece adaleti temin ederdi. b) Bu ifadenin maksadı, "Bizim için, katından bir velayet (dostluk) ve nusret (yardım, tevfîk-i ilahî) ver, yolla" demektir ki, bunun neticesi de, "Sen, bizim için velî ve bir yardımcı ol" demektir. Mü'minler Allah, Kâfirler Tâğut Uğrunda Savaşırlar 76"İman edenler Allah yolunda harbederlerr inkar edenler ise "tâgüt" yolunda savaşırlar. Öyleyse, o şeytanın dostlarıyla dövüşün. Şüphesiz ki, şeytanın hilekârlığı zayıftır". Bil ki Allahü teâlâ, cihadın farz olduğunu beyan edince, nazar-ı dikkate alınacak olan şeyin, cihadın şekli değil, bilakis niyet ve maksat olduğunu bildirmiştir. İmdi müminler, Allah'ın dinini kuvvetlendirmek ve O'nun kelimesini yüceltmek maksadıyla savaşırlar. Kâfirler ise, "tâğut"un yolunda savaşırlar. İşte bu âyet, yaptığı her işte Allah'ın rızasını gözetmeyen herkesin, "tâğut"un yolunda olduğuna adeta delalet eder gibidir. Çünkü Allah, bu taksimatı zikredince -ki bu taksimata göre savaş ya Allah, veyahut da tâğutun yolunda olur- olur. Allah'dan başka her şeyin, "tağut" olması gerekir. Cenâb-ı Hak sonra, Allah yolunda savaşan kimselere, şeytanın dostlarıyla savaşmalarını emretmiş, şeytanın hilekârlığının çok zayıf olduğunu açıklamıştır. Çünkü Allah, kendi dostlarına; şeytan da kendi dostlarına yardım eder. Hiç şüphe yok ki, şeytanın kendi dostlarına yardımı, Allah'ın kendi dostlarına yardımından daha zayıftır. Baksana, hayır sahibi ve dindar kimselerin güzel adları, onlar bu dünyada son derece fakir ve düşkün olsalar bile, yıllar yılı devamlı bir biçimde anılmaya devam eder. Halbuki krallar ve zalim kimselerin adları ve şanları, onlar ölünce sona erer. Onların adları da, zulümleri de devam etmez. (......) kelimesi ise, hite ve düzenbazlıkla bir durumu, bir işi bozmaya çalışmak, gayret etmek demektir. Nitekim bir kimse bir kimseyi, düzenbazlık yaparak zarara sokmak istediğinde denilir. Hak teâlâ'nın, "Zayıftır..." ifadesine "nin getirilmesinin faydası, o şeytanın hile ve tuzağının zayıf olduğunu te'kîd etmek içindir. Yani, şeytanın hilesi böyle olunca, zayıflık ve zillet ile vasfedilmiş olur. Kâfirlerle Savaşmaktan Allah'dan Çekinircesine Korkanlar 77"Kendilerine, "Ellerinizi çekin, dosdoğru namaz kılın, zekatı verin" denilen kimselere bakmaz mısın? Şimdi onların üzerine muharebe yazılınca, içlerinden bir zümre, insanlardan, Allah'dan korkar gibi, hatta daha şiddetli bir korku ile korkuyorlar. Onlar, "Ey Rabbimiz, üzerimize muharebeyi niye farz kıldın? Bize, yakın bir zamana kadar mühlet vermeli değil miydin?" dediler. De ki: "Dünyanın faidesi pek azdır; ahiret ise, sakınanlar için elbet daha hayırlıdır. Siz hurma çekirdeğinin ince İpliği kadar (en ufak bir) haksızlığa bile uğratılmayacaksınız" Bu hususta birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu âyetin, müminleri mi münafıktan mı tavsif ettiği hususunda şu iki görüş vardır: Çekinenlerin Müminler Olması İhtimali Birinci görüş: Âyet, mü'minler hakkında nazil olmuştur. Kelbî, bu âyetin Abdurrahman İbn Avf, Mikdad, Kudâme İbn Maz'ûn ve Sa'd İbn. Ebî Vakkas hakkında nazil olduğunu söylemiştir ki bunlar, Medine'ye hicret etmeden önce, Hazret-i Peygamber'le beraber idiler... Müşriklerden çok şiddetli eziyyetler görüyorlardı. Bunu, Allah'ın Resulüne şikâyet ederek, "Onlarla savaşmak için bize müsaade et" dediler. Bunun üzerine de Allah'ın Resulü onlara, "Ellerinizi (savaştan) çekin! Zira, onlarla savaşmak için henüz bana emir verilmedi. Siz şimdi namaz, zekat gibi dinî görevlerinizi- yerine getirmekle meşgul olun" buyurdu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret edip, onlar da Bedir'de savaşmakla emrolununca, bazıları savaşmak istemedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bu âyeti İnzal buyurdu. Bu görüşte olanlar şu şekilde istidlal etmişlerdir: Resûlullah'ın, kendilerine "savaştan geri durun" deme ihtiyacını hissettiği kimseler, savaşma konusunda istekli ve arzulu olan kimselerdir. Savaşa istekli olan kimseler ise, ancak mü'minlerdir. Böylece bu, bu âyetin mü'minler hakkında nazil olduğunu gösterir. Bu görüşe şu şekilde cevap vermek mümkündür: Münafıklar, "Biz mü'miniz; biz kâfirlerle muharebe etmek, savaşmak istiyoruz" diyerek, kendilerinin bu konuda arzulu olduklarını ortaya koymuşlardır. Allah onlara, kâfirlerle savaşmalarını emredince de, onlar savaşmaktan imtina etmişlerdir. Böylece onlardan, söylediklerinin aksi sudur etmiştir. Çekinenlerin Münafıklar Olması İhtimali İkinci Görüş: Âyet, münafıklar hakkında nazil olmuştur. Bu görüşü savunanlar ise şöyle istidlal etmişlerdir: Âyet, kendisinin münafıklar hakkında olduğuna delalet etmekte ve o münafıklara özgü birtakım şeyleri kapsamaktadır: 1) Allahü teâlâ, münafıkları vasfetme hususunda "insanlardan, Allah'dan korkar gibi hatta daha şiddetli bir korku ile korkuyorlar" buyurmuştur. Böyle bir vasfın, ancak- münafıklara uygun düşeceği malum olan bir husustur. Çünkü, mü'minin insanlardan korkmasının, Allah'dan olan korkmasından daha fazla olması caiz değildir. 2) Allahü teâlâ, münafıkların "Ey Rabbimiz, üzerimize muharebeyi niye farz kıldın?" dediklerini nakletmiştir. Allah'a itirazda bulunmak ise, ancak kâfir ve münafıkların sıfatıdır. 3) Allahü teâlâ, Resulüne, "Dünyanın faidesi pek azdır; ahiret ise, sakınanlar için elbet daha hayırlıdır" demesini emretmiştir. Bu söz ise, dünya hususundaki arzusu ahiret hususundaki arzusundan daha çok olan kimseler için söylenebilir. Böyle olmak ise, ancak münafıkların vasfıdır. Mezkûr İki İhtimalin Karşılaştırılması Birinci görüşte olanlar, ikinci görüşün bu istidlallerine tek bir şeyle cevap vermişlerdir: Dünyayı sevmek ve savaşmaktan nefret etmek, insan tabiatının ayrılmaz bir vasfıdır. Binâenaleyh, âyette geçen bu haşyet ve korku, bu manaya; onların "Ey Rabbimiz, üzerimize muharebeyi niye farz kıldın?" şeklindeki sözleri de, Allah'ın farz kılmasını yadırgama manasına değil, teklifini hafifletmesini temennî etme manasına hamledilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: "Dünyanın faidesi pek azdır" ifadesi, onlar bunu yadırgayıp inkâr ettikleri için değil, aksine Allahü teâlâ, bu dünya işini onların kalbinde değersiz gösterecek sözü işittirmek için zikredilmiştir. İşte böylece, onların kalblerinden savaşa karşı olan nefret ve dünyaya yönelik olan sevgi zail olmuş, güçlü bir kalb ile savaşa yönelmişlerdir. İşte bu iki görüşün izahı hususunda söylenenler bundan ibarettir. Allah, en iyi bilendir. Âyetin münafıklar hakkında olduğunu söylemek daha münasiptir. Çünkü Allahü teâlâ, bu âyetten sonra, "Eğer onlara bir iyilik dokunursa: "Bu, Allah katindandır" derler. Şayer onlara bir fenalık dokunursa, "Bu, senin yüzündendir" derler" (Nisa, 78) buyurmuştur. Bunun, münafıkların sözlerinden olduğunda hiç bir şüphe yoktur. Yazdığımız bu âyet, tefsirini yaptığımız âyete (Nisa, 77) atfedilip, ma'tûf olan âyet de münafıklar hakkında olunca, ma'tûfun aleyh durumunda olan âyetin (Nisa, 77) münafıklar hakkında olması gerekir. Teşride Namaz, Zekat, Cihad Sıralamasının Hikmeti Âyet, namaz ve zekâtın, cihadın farz kılınışından daha önce farz kılındıklarına delalet etmektedir ki, akla uygun gelen sırada budur. Çünkü namaz, Allah'ın emrini ta'zim etmekten; zekât ise, Allah'ın halkına, insanlara karşı duyulan şefkatten ibarettir. Şüphe yok ki, namaz ile zekat, cihaddan önce gelmektedirler. Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'tan korkar gibi., " tabiri mef'ûlüne muzâf olan bir masdardır. Deki “Vey, ” llah'ın Kelamında Şüpe Zannı Uyandırıyor O'nun "Hatta daha şiddetli bir korku ile.., ifadesinin zahiri, bir şek ve şüphe zannı uyandırır ki bu, "Allâmu'l-guyûb" (gayblerin âlimi) olan Allah için imkânsızdır. Bunun izahı şu şekillerde yapılmıştır: a) Bundan maksat, onların, "Eşitlik veya şiddet sıfatlarından biri üzerinde bulundukları" manasında olmak üzere, bu hususu muhataplara müphem bırakmaktır. Bu böyledir, çünkü iki korkudan her biri diğerine nisbetle, ya daha eksik veya daha fazla, veyahut da onunla müsavî olurlar. Böylece Cenâb-ı Hak, bu âyetiyle, onların insanlardan duydukları korkunun, Allah'tan duydukları korkudan daha noksan olmadığını; aksine bunun, o korkuya ya eşit veyahut da o korkudan daha fazla olduğunu beyan buyurmuştur ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, bu hususta bir şüphesinin bulunmasını gerektirmeyip aksine bu her iki kısımda da, bu kimselerin durumunu, muhatablara müphem bırakmış olmasını gerektirir. b) Buradaki (......) edatı (vâv) manasında olup ifadenin takdiri, "onlar, insanlardan Allah'tan korkar gibi ve daha da fazla bir korkuyla korkarlar" şeklinde olur. Böylece bu iki kısım arasında herhangi bir aykırılık bulunmaz. Çünkü, (insanlardan daha fazla korkan kimsede, Allah'a karşı olan korku ve bu korkunun fazlası bulunmaktadır. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu yüzbin (kimsey)e, hatta daha fazlasına peygamber gönderdik" (Saffat, 147) âyetidir. Yani, "Onları gören kimse, işte bu sözü söyler" demektir. Burada da böyledir. Allah en iyisini bilendir. Dünya Hayatını Tatlı Görüp Cihaddan Kaçanlar Aldanıyorlar Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ey Rabbimiz, niçin savaşmayı bize farz kıldın?' dediklerini bildirmiştir. Bil ki, böyle diyenler eğer mü'minler ise, onlar bunu Allah'a itiraz olsun diye değil, bilakis ölümden korkup, dünyayı sevdiklerinden dolayı söylemişlerdir. Eğer bunu söyleyenler münafık iseler, onların, savaşı Allahü teâlâ'nın değil de Hazret-i Peygamber'in kendi iddia ve zu'müne göre farz kıldığını söyledikleri malumdur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların, "Bize, yakın bir zamana kadar mühlet vermeli değil miydin?" dediklerini nakletmiştir ki bu, onların, kendilerine savaşın farz kılınmasını istememelerinin bir illeti gibidir. Yani, "Keşke bizi bıraksaydın da, kendi ecelimizle ölseydik" demek istemişlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların bu şüphelerine cevap vererek şöyle buyurmuştur: "De ki: "Dünyanın faidesi pek azdır; ahiret ise, sakınanlar için elbet daha hayırlıdır." Biz, ahiretin daha hayırlı olduğunu şu şekillerde açıklayabiliriz: a) Dünya nimetleri az, ahiret nimetleri ise çoktur. b) Dünya nimetleri sonlu, ahiret nimetleri ise devamlıdır. c) Dünya nimetleri, keder, üzüntü ve kötülüklere bulaşmıştır; ahiret nimetleri ise, her türlü bulanıklıkdan arınmış olup, tertemizdir. d) Dünya nimetlerinin (devam edip etmeyeceği) şüphelidir. Çünkü, kendisine çok fazla nimet verilmiş olan kimse bile, yarın bunun neticesinin ne olacağını bilemez. Halbuki, ahiret nimetlerinin (devamlı olduğu) katidir. Bütün bu izahlar, ahiretin dünyadan üstün olmasını gerektirir. Ancak ne var ki bu daha hayırlı oluş, mümin ve muttaki olan kimseler için söz konusudur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Muttaki olanlar için" şartını zikretmiştir ki, bu da O'nun buyruğudur. İşte Hazret-i Peygamber'in "Dünya mü'minin hapishanesi kâfirin ise cennetidir" şeklindeki ifadesinden kastedilen de budur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Siz hurma çekirdeğinin İnce ipliği kadar (en ufak) haksızlığa bile uğratılmazsınız" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: İbn Kesir, Hamza ve Kisaî. zamir, Hak teâlâ'nın "Kendilerine. denilen kimselere bakmaz mısın?" ifadesindeki (kimseler) lafzına râci olmak üzere, ya ile "haksızlığa uğratılmazlar"; diğer kıraat imamları ise, muhatab sîgasıyla olmak üzere tâ harfiyle "haksızlığa uğratılmazsınız" şeklinde okumuşlardır ki, bu okuyuşu, Cenâb-ı Hakk'ın "De ki: "Dünyanın faidesi pek azdır" buyruğu te'yid eder. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "De ki... sözü bir hitabı ifade etmektedir. Mutezile şöyle demektedir: "Âyet, insanların, yapmış oldukları taatlerine karşılık bir mükâfaata hak kazanmış olduklarına delalet eder. Aksi halde, zulmedilmeme tahakkuk etmemiş olur. Her ne kadar Allahü teâlâ'nın zulmetmeyeceğine dair kesin bir hüküm versek bile, Allahü Teâlâ'dan zulmün sadır olabileceğine delalet eder. Aksi halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "zulmetmemekle" övünmesi doğru olmazdı. Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar, hurma çekirdeğinin ince ipliği kadar (en ufak bir) haksızlığa bile uğramayacaklar" ifadesi, "onların amellerinin mükafaatı, hurma çekirdeğinin ipliği kadar bile eksiltilmez" demektir. Âyette geçen (......) kelimesi ise, iki parmağın arasında ovalayıp, sonra da attığın şey demektir. Bu husustaki açıklamalar daha önce yapılmıştı. Ecelin Elinden Kimse Kurtulamaz 78"Nerede olursanız olun, tahkim edilmiş yüksek kalelerde bile bulunsanız, ölüm size gelip yetişir. "Eğer onlara bir iyilik dokunursa, "Bu, Allah karındandır" derler. Şayet onlara bir fenalık dokunursa, "Bu, senin yüzündendir" derler. De ki; "Hepsi Allah taraûndandır." Böyle iken o kavme ne oluyor da hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?". Cenâb-ı Hakk'ın bu âyetinden maksadı, savaşmak farz kılındığında, kendilerinden "İnsanlardan Allah'dan korkar gibi, hatta daha şiddetli bir korku ile korkuyorlar. Onlar, "Ey Rabbimiz, üzerimize muharebeyi neye yazdın?" dediler" (Nisâ, 77) diye bahsettiği kimseleri susturmaktır. Buna göre Cenâb-ı Hak, "Nerede olursanız olun, ölüm size gelip yetişir" buyurmuş, böylece insanların ölümden asla kurtulamıyacaklarını beyan buyurmuştur. Cihad, peşinden ahiret mutluluğu gelen bir ölümdür. Binâenaleyh, herkes mutlaka öteceğine göre, peşinden ebedî mutluluk gelen bir tarzda ölmesi, böyle olmayan ölümden daha evlâ olur. Bu âyetin bir benzeri de, "De ki: "Eğer ölmekten, yahut öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçışınız size asla fayda vermez. O takdirde bile, ancak çok az faidelendirilirsiniz" (Ahzab, 16) âyetidir. Arapça'da, (......) kelimesi, köşkler ve kaleler anlamına gelmekte olup, asıl anlamında, "zuhur etme, görünme" anlamı mevcuttur. Nitekim kadın, güzelliklerini ortaya döküp sergilediğinde denilir. Müşeyyede kelimesi ise, "yüksek, yükseltilmiş" anlamındadır. Bu kelime, meşîde şeklinde de okunmuştur. Keşşaf sahibi bu ifadenin, bir kimse binasını, köşkünü yükselttiğinde veya onu kireç ile sıvadığında, deyiminden geldiğini söylemiştir. Nu'aym İbn Meysere, bu tabiri kendisini mecazi manada yapabileceği bir fiil ile yasfederek, yâ harfinin kesresiyle müşeyyide şeklinde okumuştur. Bu, Arapların tıpkı "Şair bir kaside" demeleri gibidir. Halbuki şair olan kaside değil, ama onu söyleyendir. Cenâb-ı Hakk'ın: "Eğer onlara bir iyilik dokunursa, "Bu, Allah katındandır" derler. Şayet onlara bir fenalık dokunursa, "bu, senin yüzündendir" derler. De ki: "Hepsi Allah taranndandır." Böyle iken o kavme ne oluyor da, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?" ifadesine gelince... Bil ki Cenâb-ı Hak, münafıkların cihad hususunda ağır davrandıklarını, ölümden korkarak, âhiret mutluluğu hususunda istekli olmadıklarını nakledince, bu âyette onların birincisinden daha beter olan bir başka çirkin hasletlerinden bahsetmiştir. Âyetin, öncesi ile irtibatı hususunda şu şekilde bir başka izah daha vardır: Bu ölümden korkan ve cihada gitmekte ağır davranan kimselerin bir adetleri de, cihad edip savaştıkları ve kendilerine bir ganimet ve rahatlık isabet ettiği zaman, "Bu, Allah katındandır" demeleri; hoşlanmadıkları birşey isabet, ettiği zaman ise, "Bu, Muhammed ile arkadaşlık etmenin uğursuzluğundandir" demeleridir. Bu, onların son derece ahmak, cahit ve inat olduklarına delalet eder. Bu âyetle ilgili birkaç mesefe bulunmaktadır: Alimler, bu âyette geçen "hasene" ve "seyyie" hususunda şu izahları yapmışlardır: 1) Müfessirler şöyle demişlerdir: "Medine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) oraya geldiğinde nimetlerle dopdolu idi. Yahudilerin inadı ve münafıkların nifakı ortaya çıkınca, Allahü teâlâ, bütün önceki ümmetler hakkındaki sünnetullahını yürüterek, rızıklarını biraz kıstı. Nitekim O, bunu "Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdi isek onun halkını, yalvarıp yakarsınlar diye, mutlaka fakirlikle, şiddetle, hastalıkla (sıkıp) yakaladık" (A'râf. 94) buyurarak ifade etmiştir. İşte bunun üzerine yahudi ve münafıklar, "Bu adamdan daha uğursuz birisini görmedik. O geldiğinden beri ürünlerimiz noksanlaştt, fiyatlar yükseldi" dediler. Buna göre, âyetteki "Eğer onlara bir hasene (iyilik) dokunursa... "tabiri, "Bolluk olur, fiyatlar uygun olur ve çok yağmur yağarsa, "...Bu, Allah katındandır" derler" manasına; "Eğer onlara bir seyyie (fenalık) dokunursa..." tabiri de, "Kıtlık olur ve fiatlar yükselirse, bu da Muhammed'in uğursuzluğundandır" derler" manasınadır. Bu tıpkı, "Fakat onlara hasene gelince, "Bu, bizim hakkımızdır" dediler. Eğer kendilerine bir fenalık gelirse, Musa ile beraberindekilere uğursuzluk yüklerlerdi" ve Hazret-i kimseler yüzünden uğursuzluğa uğradık" dediler" (Neml, 47) âyetlerinde ifade edildiği gibidir, 2) Âyette geçen "hasene"den murad, düşmana galip gelip, ganimet elde etmek; "seyyie "den murad ise savaşta öldürülme ve bozguna uğratılmadın Kâdî, "Birinci görüş, tercihe daha şayandır. Zira bolluk ve pahalılık ile nimetlerin çok ve az oluşunun Allah'a nisbet edilmesi caizdir. Fakat galibiyet ve bozguna uğrama gibi şeylerin, Allah'a nisbet edilmesi caiz değildir. Çünkü "seyyie" (fenalık), öldürülme ve bozguna uğratılma manasına alındığında, Allah'a nisbet edilemez" demiştir. Ben de derim ki: "Bu söz onun mezhebine göre doğrudur. Ama bizim mezhebimize göre, bütün bunların hepsi Allah'ın kaza ve kaderine dahildirler." Bil ki, bela ve günaha, "seyyie"; nimet ve taata da "hasene" denebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onları hem hasenelerle, hem de seyyielerle imtihana çektik ki dönsünler" (A'râf, 168) ve "çünkü güzellikler (hasenat), kötülükleri (seyyiatı) giderir" (Hud, 114) buyurmuştur. Bunu anladığın zaman biz deriz ki: Âyetteki "Eğer onlara bir hasene dokunursa... "tabiri her türlü haseneye şamil olan umumi bir ifade olduğu gibi, "Eğer onlara bir seyyie dokunursa..." tabiri de her türlü seyyieyi (kötü ve fena şeyi) içine alan umumi bir ifadedir. Cenâb-ı Hak, bunun hemen peşisıra, "De ki: "Hepsi Allah taraûndandır" buyurmuştur ki işte bu da, bütün iyilik ve kötülüklerin Allah'tan olduğu hususunda açık bir sözdür. Bütün taat ve isyanların, bu hasene ve seyyie kelimelerinin manasına girdikleri yaptığımız bu izahla sabit olunca, âyet, bütün taat ve isyanların Allah'tan (Allah'ın yaratması ile) olduğuna delalet eder; zaten elde etmek istediğimiz netice de işte budur. Eğer denilirse ki: "Buradaki "hasene" ve "seyyie"den murad, taat ve isyan (günah) değildir; nitekim şunlar da bunu gösterir: 1) Herkes, bu âyetin bolluk ve kıtlık hususunda nazil olduğunda ittifak etmiştir. Binâenaleyh âyet, bu iki şeye mahsustur. 2) Hayır ve taat manası murad edilen "hasene" hakkında (O, bana isabet etti) denilmeyip "Ben, onu elde ettim" denir. Arapça'da, "Hayır işledi" manasında "günah işledi" manasında da ifadeleri kullanılmaz. Bundan dolayı, eğer maksad sizin dediğiniz gibi olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın, demesi gerekirdi. 3) "Hasene" lafzı, hem "taat", hem de 'menfaat" manasında kullanılabilen müşterek bir lafızdır. Halbuki müfessirler, bu âyette bu kelime ile "menfaat" manasının kastedilmiş olduğunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh müşterek bir lafzın, aynı anda her iki manasına da gelmesi zaruri olarak caiz olmayacağına göre, bununla "taat" manasının murad edilmiş olması imkansızdır." Evet, eğer böyle denirse, şöyle cevap verebiliriz: Birinci iddiaya, "Sizler de sebebin hususi olmasının, lafzın umumiliğine zarar vermeyeceğini kabul edersiniz" diye cevap veririz. İkinci iddiaya "Arapça'da "Bana, Allah'tan bir tevfik ve bir yardım isabet etti" ve "Ona, Allah'tan bir mahrumiyet isabet etti" denilebilir. Buradaki tevfik ve yardımdan maksad, yapılan taat; mahrumiyetten maksad ise işlenen masiyettir " diyerek cevap veririz. Üçüncü iddiaya ise şöyle cevap veririz: Kendisinden istifade edilen herşey, hasenedir. Eğer o şeyden, ahirette istifade ediliyorsa, o taattir. Eğer ondan dünyada istifade ediliyorsa, o da şu anda bulunan bir saadettir. Binâenaleyh her iki kısma nisbetle, müşterek olarak "hasene" kelimesi uygundur. Böylece bu iddia da düşer. Binâenaleyh âyetin zahirinin, bizim verdiğimiz manaya delalet ettiği sabit olmuş olur. Mümkin İle Vacib Arasındaki Fark Âyetin bu manaya geldiğine, aklın açıkça gösterdiği şu husus da delalet etmektedir: Her mevcut, ya vacib li-zatihi, ya da mümkin li-zatihidir. Li-zatihi vacib olan bir tek olup, o da Cenâb-ı Allah'tır. Li-zatihi mümkin ise, Allah'dan başka erseydin Binâenaleyh mümkin li-zatihi eğer (kendisini meydana getirecek) bir müessire muhtaç olmaz ise, bu durumda bir yaratıcının varlığına, âlem ve âlemin nâdis (sonradan) oluşu ile istidlal edilemez. Böyle bir istidlal mümkün olmayınca da, bir yaratıcının bulunmadığı neticesi çıkar. Eğer mümkin li-zatihi varlık, bir müessire muhtaç ise, bu durumda, Allah'dan başka herşey mümkin li-zatihi olduğu için, herşeyin varlığı Allah'a dayandırılır. Bu hüküm, mümkin li-zatihinin mülk veya cansız varlık veya bir canlının fiili veyahut da bir bitkinin sıfatı olması ile değişmez. Çünkü mümkin li-zatihi varlığın, vacib li-zatihi'ye dayandığı hükmü, mümkin oluşlarını beyan ettiğimize göre, bu hususta hepsi eşit olur. İşte bu, gerçeğin, Cenâb-ı Hakk'ın söylediği şey olduğu hususunda, güneş yuvarlağından daha açık ve daha net bir delildir. Cenâb-ı Hakk'ın söylediği gerçek şudur: "De ki: "Hepsi Allah tarafındandır." Sonra Allahü teâlâ, "Böyle tken, o kavme ne oluyorda, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili olarak da birkaç mesele vardır: Son derece net ve açık olarak özetlediğimiz gibi, aklî delil, , Allah'tan başka her şeyin, Allah'a dayandığına delalet ettiği için, Cenâb-ı Hak, "Böyle iken o kavme ne oluyor da, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?" buyurmuştur. Bu, adeta onların bu kadar net ve açık olmasına rağmen, bu sözün doğruluğunu anlayamamalarına taaccüb etme yerine geçer. Mu'tezile, "Hayır, aksine bu âyet bizim görüşümüzün doğruluğunu gösterir. Çünkü şayet, anlama ve marifet Allah'ın yaratması ile olsaydı, böyle bir taaccübün bir manası kalmazdı. Çünkü o zaman, onların bunu anlamamalarının sebebi, Allah'ın o anlayışı yaratmaması ve icad etmemesi olurdu ki bu da böyle bir taaccübün bâtıl olması neticesine götürür. Böyle bir taaccübün mevcut olması, bunun Allah'ın yaratması ile değil, kulun icadı ile olduğuna delalet eder" demiştir. Bil ki bu söz, "medh ve zemm" metoduna tutunmaktan başka birşey değildir. Biz bunun "ilim meselesi" ile tenakuz (çelişki) teşkil ettiğini daha önce söylemiştik. Mu'tezile, "Müfessirler, Hak teâlâ'nın, "Hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar" buyruğundan muradın "Onlar burada zikredilen bu âyeti anlamıyorlar" şeklinde olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da Kur'an'ın muhdes (sonradan olma) diye tavsif edilmesini gerektirir. Çünkü âyetteki "hadis" (söz) kelimesi, fa'ît vezninde olup, ism-i mef'ul manasındadır. Binâenaleyh bu, Kur'an'ın muhdes olduğunu gösterir" demiştir. Mu'tezile'nin bu görüşüne şu şekilde cevap veririz: "Sizin, "Kur'an" kelimesi ile kastettiğiniz, ancak şu elimizde bulunan kitaptır. Şu elimizdeki kitabın muhdes olduğunda münakaşa etmiyoruz." Fıkıh" anlamak demektir. Nitekim, "falancaya fıkıh (anlayış) verilmiş" denilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in İbn Abbas (radıyallahü anh) için "(Ey Rabbim), onu Kur'ân'ı tefsir etmede fakih (anlayışlı) Buhari, Vucu' 10; Müslim, Fedailu's-Sahabe, 138 (IV/1927). Yanî "Ona, bunu anlama kabiliyetini ver" diye dua etmesi de bu manadadır. İyiliğin Allah'dan, Kötülüğün Nefisten Olması Meselesi 79'Sana isabet eden her iyilik, Allah dandır. Sana isabet eden her fenalık da kendindendir. Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. (Buna) hakkıyla şahid olarak Allah yeter". Cübbaî'nin Bu Mesele Hakkında İddiası Ebu Ali El-Cübbaî şöyle der: "Seyyie" lafzının, bazan belâ ve sıkıntı manasına, bazan da günah ve masiyet manasına geldiği sabittir. Sonra Cenâb-ı Hak, bir önceki âyette, "Deki: "Hepsi Allah'dandır" buyruğu ile, seyyie'yi (fenalığı) kendisine nisbet etmiş; bu âyette ise, "Sana isabet eden her fenalık da kendindendir" beyanı ile, onu kutun kendisine nisbet etmiştir. Binâenaleyh bu iki âyetin arasını tevfik edip (bulup), var gibi görülen tenakuzu gidermek lazımdır. Belâ ve sıkıntı manasına olan seyyie, Allah'a nisbet edilince, peşpeşe gelen bu iki âyet arasındaki zahirî tenakuzun ortadan kalkması için, masiyet manasına olan seyyienin de kula nisbet edilmesi gerekir. Muhaliflerimizin bizzat kendileri, Kur'ân'ı değiştirmeye girişmiş ve "kendindendir" ifâdesini (fe min ta'sike) "senin uğursuzluğun sebebiyledir" şeklinde okumuşlar. Böylece Kur'ân'ı değiştirmişler ve Râfizîlerin Kur'ân'da tağyir olduğunu iddia etmeleri gibi bir yola girmişlerdir. İmdi eğer, "Allahü teâlâ, bu âyette hasene ile seyyieyi ayırınca, seyyieyi değil de taat manasında olan haseneyi kendisine nisbet etmiştir. Halbuki bunların her ikisi de size göre kulun fiilidir?" denilir ise, biz deriz ki: "Çünkü hasene, her ne kadar kulun fiillerinden ise de, kul o fiile, ancak Allah'ın kolaylaştırması ve lütfetmesi ile ulaşabilir. Binâenaleyh bu fiilin, Allah'a nisbet edilmesi doğru olur. Kulun fiillerinden olan seyyieye gelince, o, Allah'a izafe edilemez. Çünkü Allahü teâlâ onu ne yapmış, ne irade etmiş, ne de emretmiş ve ne de teşvik etmiştir. Bundan dolayı şüphe yok ki bu seyyienin, her bakından Allah'a nisbeti kesilmiştir." İşte bu şahsın (Cübbaî'nin) bu konuda bütün söylediği bundan ibarettir. Biz de diyoruz ki: Bu âyet, imanın Allah'ın yaratması ile meydana geldiğine delalet etmektedir. Mu'tezile bunu söylemiyor ve binâenaleyh bu âyet onların aleyhinde bir hüccet olur. Biz, bu âyetin buna delalet ettiğini söyledik. Çünkü, iman da bir hasenedir ve bütün haseneler Allah'dandır. Biz, imanın da bir hasene olduğunu söyledik. Çünkü hasene, bütün kabihlik (çirkinlik, kötülüklerden uzak bir iyi hal (imrenilecek durum) demektir. Hiç şüphesiz ki iman böyledir. Binâenaleyh imanın da hasene sayılması gerekir. Çünkü alimler "Allah'a davet edenden, daha güzel sözlü kimdir?" (Fussilet. 33) âyetindeki davetten muradın, kelime-i şehadet olduğu hususunda İttifak etmişlerdir ve "Hiç şüphesiz Allah adaleti ve ihsanı emreder" (Nahl, 90) âyetindeki ihsandan muradın "La ilahe illallah" sözü olduğu söylenmiştir. Böylece imanın bir hasene olduğu sabit olur. Biz, bütün hasenelerin Allah'tan olduğunu söyledik. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Sana isabet eden her iyilik (hesene), Allah'dandır" buyurmuştur. "Sana isabet eden her hasene" sözü, bütün haseneleri içine alan umumi bir ifadedir. Sonra Allahü teâlâ, bunların her birinin Allah'tan olduğu hükmünü vermiştir. Bu iki mukaddime, yani "iman da bir hasenedır" ve "bütün haseneler Allah'dandır" mukaddimeleri (öncülleri), kat'î olarak imanın Allah'tan olduğunu gösterir. İmanın Allah'dan Olduğunun İzahı İmdi eğer, "İmanın Allah'tan olmasından murad, niçin "Allahü teâlâ'nın, kulu imana muktedir kılması, imanın bir hasene; zıddı olan küfrün ise kötü olduğunu bilmeye muvaffak etmesi..." manası olamasın?" denilir ise, biz deriz ki: Size göre, iman ve küfre nisbetle bütün şeriatlar müşterektir. Sonra kul, kendi ihtiyarı ile imanı icad eder (var eder) ve bizatihi bu imanda, Allah'ın kudretinin ve yardımının bir katkısı yoktur. Buna göre iman, bütün yönlerden Allah'tan kesilmiştir (Allah ile bir alakası yoktur). Bu ise, Cenâb-ı Allah'ın "Sana isabet eden her iyilik, Allah'dandır" buyruğuna zıddır. Binâenaleyh bu âyetin delaleti ile, imanın da Allah'tan olduğu sabit olur. Halbuki hasımlarımız (olan Mu'tezile), bunu söylemiyorlar. Böylece bu meselede, âyet onlar aleyhine delil olur. İnkârı Yaratanın da Allah Olduğunun İzahı Sonra biz, küfrün de Allah'tan olduğunu açıklamak istediğimizde deriz ki: Bunun birkaç izahı var: 1) "İman Allah'dandır" diyen herkes, "küfür Allah'tandır" der. Binâenaleyh diğerinin değil de sadece birinin Allah'dan olduğunu söylemek, ümmetin icmaına terstir. 2) Kul, eğer küfrü elde etmeye kadir ise, küfrü elde etmeye uygun olan bu kudret imanı meydana getirmeye de ya uygundur veya değildir. Eğer bu kudretin, imanı meydana getirmeye uygun olduğu söylenirse, o zaman söz, "kulun imanı, kendisindendir" neticesine varır. Eğer kudret, imanı meydana getirmeye elverişli değil ise, o zaman bir şeye kadir olan, onun zıddına kadir olamamış olur. Bu ise onlara (Mu'tezile'ye) göre imkânsızdır. Bir de, bu takdirde kudret, makdûrun (güç yetirilen şeyin, yani neticenin) mutlaka meydana gelmesini gerektirir. Bu da, kulun o şeye kadir olmuş olmasına manidir. Böylece iman kulun kendisinden olmayınca, küfrün de ondan olmaması gerekir. 3) Kul, imanının var edicisi olmayınca, küfrünü meydana getirmiş olmaması öncelikle evlâdır. Çünkü birşeyi meydana getirme hususunda bağımsız olan kimse, murad ettiği şeyi elde edebilecek kimsedir. Biz, dünyada gördüğümüz her akıllı kimsenin, kalbinde meydana gelen şeyin ancak iman, marifet ve hak olmasını arzu ettiğini görmekteyiz. Hiçbir akıl sahibi, kalbinde cehalet, sapıklık ve yanlış itikadın meydana gelmesini istemez. Kul, ancak gerçek ve gerçeğe uygun bilgiyi elde etmek istediği halde, kendi fiillerinin mucidi olunca, kalbinde de ancak hakkın (gerçeğin) meydana gelmesi gerekir. Kulun maksadı, matlubu ve gayesi olan imanı, o kesin olarak var edip meydana getiremeyince, istemediği, elde etmeyi asla kastetmediği, son derece nefret ettiği ve ondan nefret edişi, kendi icad ve tekvini ile olmayan cehalet ise, haydi haydi böyledir. Netice olarak şunu söyleyebiliriz: İmanın, kulun kudreti ile meydana gelmesindeki şüphe, küfrün yine kulun kudreti ile meydana gelmesindeki şüpheden daha fazladır. İşte Cenâb-ı Allah, imanın Allah'tan olduğunu beyan edince, zikrettiğimiz izahlardan ötürü, küfrü zikretmemiştir. Bu âyetin, bizim imamımızın görüşüne delalet ettiğini açıklama hususunda söylenebilecek sözün tamamı budur. Cübbaî'nin, bu âyetteki "Sana isabet eden her fenalık da kendindendir" buyruğunu, görüşüne delil getirmesine karşı, iki yönden cevap verilir: 1) Allahü teâlâ, İbrahim (aleyhisselâm)'den naklederek, "Hastalandığım zaman bana şifa veren Odur" (Şuarâ.80) buyurmuştur. Burada İbrahim (aleyhisselâm), hastalanmayı kendisine, şifa vermeyi Hak teâlâ'ya nisbet etmiştir. Bu, Hak teâlâ'nın hem hastalığın, hem de şifanın yaratıcısı olmasını zedelemez. Aksine Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), edebe riayet için bu ikisini birbirinden ayırmıştır. İşte burada da böyledir. Binâenaleyh Allahü teâlâ hakkında, "Ey göklerin ve yerin müdebbiri" denilirde, "Ey kenelerin, bitlerin ve bok böceklerinin müdebbiri..." denilmez. İşte burada da böyledir. 2) Müfessirlerin ekserisi, Hazret-i İbrahim'in, "Bubenim Rabbim"(Enam, 77) sözünü, istifham-ı inkârî olarak söylediğini, yani âdeta "Bu muymuş benim Rabb'im!" demek istediğini söylemişlerdir. İşte burada da böyledir. Sanki burada şöyle denilmektedir: Kulun maksadına uygun olarak meydana gelen imanın, ondan değil, Allah'dan olduğunu beyan ettik. Kulun, kendisini istemediği, murad etmediği ve asla razı olmadığı küfre gelince, onun kuldan olduğunu söylemek akla sığar mı? Çünkü biz, bu âyette geçen "hasene"ye, imanın; "seyyie"ye de küfrün dahil olduğunu açıklamıştık. Âyetteki "kendindendir" ifadesini, (senin uğursuzluğun sebebiyledir) şeklinde okuyan kimsenin kıraati hakkında da deriz ki: Eğer bu âyeti, sahabe ve tabiinden bir kimsenin bu şekilde okuduğu doğru ise, bu tenkid edilemez. Yok eğer böyle değilse bu takdirde bundan murad şudur: Âyetin istifham-ı inkârı olarak geldiğini söyleyen kimse, bu istifhamın inkârı olduğunu açıklamak için böyle bir açıklama yapmıştır. Çünkü kötülüğü onlara, bir istifham-ı inkârı üslubuyla nisbet edince, bundan maksad kötülüğün onlara nisbet edilemiyeceği olur. Binâenaleyh "Bu senin uğursuzluğun sebebiyledir" şeklinde karaateden kimse, bunun Kur'ân'ın bir kıraati olduğuna inanarak değil, tam aksine, "Bu bir istifham-ı inkârîdir" sözümüzü te'yid eden bir tefsir kabilinden olarak böyle ifade etmiştir. Bu âyetlerin bütün işlerin Allah'a dayandığına açıkça delâlet ettiğinin delillerinden birisi de, Hak teâlâ'nın bu ifadeden sonra getirdiği, "Seni, insanlara bir peygamber olarak gönderdik" buyruğudur. Bu, "Senin görevin, sadece peygamberlik vazifesini yapıp tebliğ etmendir ki, sen bunu hakkıyla eksiksiz olarak yerine getirdin" demektir. Senin, peygamberliği hakkıyla yerine getirip, vahyi insanlara tebtiğ hususunda kusur etmeyip, canla başta çalıştığına, "sahid olarak Allah yeter." Hidayetin gerçekleşmesine gelince, bu sana değil Allah'a ait bir husustur. Bunun bir benzeri de, Hak teâlâ'nın "(Kulların) işinden hiç bir şey sana aid değildir" (Âl-i İmran, 128) "Hakikaten sen, her sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin. Fakat Allah, dilediği kimseye hidayet eder" (Kasas, 56) âyetleridir. Bu âyetle ilgili olarak aklıma gelen şeylerin hepsi bundan ibarettir. Kur'an'ın esrarını en iyi bilen Allah'dır. Peygambere İtaat, Allah'a İtaat Demektir Sonra Allahü teâlâ, bu söylediğimiz şeyi te'kid ederek şöyle buyurmuştur: 80"Kim peygambere itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse... Zaten seni onların başına bekçi göndermedik". Bu, "Kim, o bir peygamber olduğu ve insanlara Allah'ın hükümlerini tebliğ ettiği için, Resûlullah'a itaat ederse, aslında ancak Allah'a itaat etmiş olur. Bu da gerçekte, ancak Allah'ın muvaffak kılmasıyla olur. Kim de yüz çevirirse, zaten biz seni onların üzerine bir bekçi olarak göndermedik" demektir. Çünkü Allahü teâlâ, kimi hak ve hakikati görmez hale getirir ve hak yoldan saptırırsa, hiç kimse onu doğruya irşad edemez. Bil ki Allah'ın, kalbini hidayet nuru ile doldurduğu herkes, işin bizim söylediğimiz şekilde olduğuna kesinkes hükmeder, inanır. Zira sen, aynı delili, aynı mecliste iki ayrı şahsa sunduğun zaman, görürsün ki bu delil, onu dinlediğinde onlardan birinin imanına iman katar, diğerinin de küfrüne küfür katabilir. Delili seven ve kabul eden kimse, ona olan sevgisini ve doğruluğuna olan inancını kalbinden atamayacağı gibi; o delili beğenmeyen kimse de, kalbinde o delile karşı olan buğzunu ve onun yanlış olduğu hususundaki inancını, kalbinden söküp atmak istese de, buna güç yetiremez. Aradan günfer geçtikten sonra bazan, delili seven kimsenin ona buğzeder hale; buğzeden kimsenin de onu sever hale geldiğini görürsün. Binâenaleyh, mümkinattan olan her şeyin, mutlaka vacibu'l-vücud olan zata varıp dayandığı hususunda, zikretmiş olduğumuz o kesin aklî delili iyice düşünür, sonra kendi kendine zikretmiş olduğumuz bu "istikra" (etraflıca inceleme) metodunu nazar-ı itibara alır da daha sonra da herşeyin, Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğuna katî olarak hükmedemezse, işte bu kendi durumunu, hidayetin ancak Allah'ın yaratması ile meydana geldiğine delalet eden en kuvvetli bir delil kabul etsin... Zira bu delili bilmesine rağmen, böyle bir etraflı araştırma (istikra) yapmasına rağmen, kalbinde böyle bir itikad hasıl olmuyorsa, anlar ki kendisini bu işten alıkoyan sadece Allahü teâlâ'dır. Geriye, âyetle ilgili birkaç mesele daha kalmıştır: Peygamber Hakkında Korunmuştur Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim peygambere itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir" buyruğu o resulün bütün emir ve nehiylerde, Allah'tan tebliğ ettiği bütün hususlardamasum olduğuna delalet eden en güçlü delillerden birisidir. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunlardan herhangi birinde hata etmiş olsaydı, O'na itaat, Allah'a itaat etmek kabilinden olmazdı. Yine, Hazret-i Peygamber'in bütün fiilleri hususunda da masum olması gerekir. Çünkü Allahü teâlâ, "Ona uyunuz..." (Enam. 153) âyetiyle, O'na ittiba etmeyi emretmiştir. O'na uymak, ittiba etmek ise, başkası yaptığı için, başkasının yapmış olduğu o fiilin bir mislini yapmaktan ibarettir. Binâenaleyh, o fiilin bir mislini yapan kimse, Allah'a "O'na uyunuz" emrinden itaat etmiş olur. Binâenaleyh, bütün söz ve fiillerinde, delilin tahsis ettiği durum hariç, peygambere inkîyad etmenin Allah'a itaat ve O'nun hükümlerine inkîyad etmek olduğu sabit olur. İkinci Mesele Şafiî (r.h), "er-Risale" adlı kitabının "Hazret-i Peygamber'e itaat farzdır" babında şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim peygambere İtaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir" ifadesi, abdest, namaz, zekat, oruç, hacc ve diğer konularda, Hak teâlâ'nın kullarını mükellef tuttuğu her teklifin (emrin) Kur'an'da bulunduğuna delalet eder. Halbuki bu gibi mükellefiyetler Kur'an'da bütün yönleriyle açıklanmamıştır. İşte o zaman, bu mükellefiyetleri ancak Hazret-i Peygamber'in beyan etmesiyle yerine getirebiliriz. Durum böyle olunca, Hazret-i Peygamber'e yapılan itaatin, Allah'a yapılan itaatin aynısı olduğuna hükmetmek gerekir." İşte Şafiî'nin sözünün manası budur. Âyetteki, "Kim peygambere itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir" ifadesi, itaatin ancak Allah için olacağına delalet eder. Çünkü, Hazret-i Peygamber'e, peygamber olduğu için gönderilmiş olduğu hususlarda itaat etmek, ancak Allah'a itaat etmek olur. Binâenaleyh âyet, Allah'dan başka hiç kimseye itaat edilmeyeceğine delalet etmiş olur. Mukatil, bu âyet hakkında şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Her kim beni severse, muhakkak ki Allah'ı sevmiş olur. Her kim bana itaat ederse, muhakkak ki Allah'a İtaat etmiş olur" derdi" Hadisin ikinci kısmı için Buhari Cihad, 109. Hazret-i Peygamber'in bu sözü üzerine münafıklar şöyle demişlerdir: "O, bizi Allah'tan başkasına tapmaktan nehyettiği halde, andolsun ki kendisi şirke yaklaşmış ve hristiyanların İsa'yı rab edinmeleri gibi, bizim de kendisini bir rab edinmemizi istemiştir (ister)..." Bunun üzerine Hak teâlâ bu âyeti indirmiştir. Bil ki biz bu âyetin, peygambere mutlak surette kayıtsız şartsız itaat gerektiğine delil olmayıp, mutlak itaatin sadece Allah'a yapılacağına delil teşkil ettiğini beyan etmiştik. Ama Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim de yüz çevirirse ... Zaten seni, onların başına bekçi göndermedik..." ifadesine gelince, bu hususta şu iki açıklama yapılmıştır: 1) Âyette bahsedilen "yüz çevirme"den maksad, kalb ile yapılan yüz çevirmedir. Yani, "Ey Muhammed; senin hükümlerin zahire göredir. Ama, bâtına gelince, sen onlara temas etme" demektir. 2) Bu yüz çevirmeden murad, zahirî manada yapılan bir yüz çevirmedir. Mananın bu olması halinde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim de yüz çevirirse ... Zaten seni, onların başına bekçi göndermedik..." ifadesi hakkında da şu iki izah yapılabilir: a) Bu, "Bu yüz çevirmeden dolayı gamlanman ve mahzun olman gerekmez. Zira biz seni, insanları günahlardan koruman için göndermedik..." demektir. Bunun sebebi ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in insanların küfürleri ve İslam'ı kabul etmeyişleri sebebiyle çok fazla üzülmesidir. İşte Cenâb-ı Hak, O'nu bu üzüntüye karşı teselli etmek için böyle buyurmuştur. b) "Biz seni, o insanları, bu yüz çevirmelerinden men etmekle meşgul olasın diye göndermedik. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Dinde zorlama yoktur" (Bakara, 256) buyruğu gibidir Sonra bu ayet.Cihad âyetiyle neshedilmiştir. "Başüstüne" Deyip Aleyhte Komplolar Hazırlayan Münafıklar 81"Hayhay!" derler. Fakat senin yanından ayrıldıkları zaman da onlardan bir güruh geceleyin senin söyleyegeldiginden başkasını kurarlar. Allah onların gizlice ne planlar kurduklarım yazıyor. Onun için sen, onlardan yüz çevir. Allah'a güvenip dayan, Allah, vekil olarak yeter". Bu, "Sen onlara birşey emrettiğinde onlar (......) yani, "Bizim işimiz gücümüz, taattir" derler" manasındadır. Bu kelimeyi, "Sana tam itaat ettik" manasında olmak üzere (......) şeklinde mansub okumak da caizdir. Bu, itaatkâr ve söz tutan adamın, birinci manada (......); ikinci manada da (......) demesi gibidir. Sibeveyh, "Fesahat ve belagatine güvenilen bazı Araplara "Nasıl sabahladın?" diye sorulduğunda, onların (......) dediklerini duydum. Sanki o Arap, "işim gücüm, Allah'a hamdetmektir" demek istemiştir" der. Bil ki bu kelimeyi mansub okumak, sadece o fiilin yapıldığını gösterir. Fakat onu merfu okumak, taat'ın devamlı ve sürekli olduğuna delalet eder. Cenâb-ı Allah, "Fakat senin yanından ayrıldıkları, yani çıktıkları zaman da, onlar bir güruh geceleyin senin söyleyegeldiğinden başkasını kurarlar" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili bir kaç mesele vardır: Zeccac şöyle der: "Üzerinde çokça tefekkür edip, faydalı mı zararlı mı diye iyice düşündükleri her şey hakkında Araplar, derler. Nitekim Cenâb-ı Allah, 'Hani onlar, (Allah'ın) razı olmayacağı sözü geceleyin konuşup düzerler"(nisa, 108) buyurmuştur. Bu kelimenin iştikakı hususunda şu iki izah vardır: a) Bu kelime, "beytutet" (gecelemek) kelimesinden müştaktır. Zira tefekküre en elverişli zaman, insanın gece evinde geçirdiği zamandır. İşte o zaman, zihinler her türlü şeyden uzak ve daha az meşgul olur. Genel olarak insan, geceleyin evinde olur. Yine genel olarak geceleyin daha iyi düşünülür. İşte bundan dolayı, üzerinde iyice düşünülen şey (gecelenilen şey) diye ifade edilmiştir. b) Bu kelime, "şiirin beyti" ifadesinden iştikak etmiştir. Ahfeş şöyle der: "Araplar, şiir söylemek istediklerinde, önce iyice düşünürlerdi. Böylece o şiirin kısımları arasında dengeyi kurmak ve manalarını yerleştirmek için iyice düşünülmüş olması bakımından, şiirin beytlerine benzeterek, üzerinde iyice düşünülen şeye Araplar mübeyyet demişlerdir." İkinci Mesele Allahü teâlâ, bu geceleyin birşeyler kurma işini, münafıklardan bir zümreye tahsis etmiştir. Bu şöyle izah edilebilir: a) Cenâb-ı Hak. bu kimselerin küfür ve nifaklarında devam edeceklerini bildiği için, bunu onlara tahsis etmiştir. Ama nifaktan döneceğini bildiği kimseleri buna katmamıştır. b)Bu grup münafık, geceleyin bir şeyler kurmak için başkalarını uyandırmaya çalışıyorlar, o başkaları ise onları duyuyor, fakat seslerini çıkartmıyor ve uykularına devam ediyorlardı. İşte bundan dolayı diğerleri zikredilmemiştir. Ebu Amr ve Hamza, tâ harfini "ti" harfine idğam ederek, şeklinde; diğer kıraat imamları ise idgamsız okumuşlardır. İdgam ile okuyanlar için şu iki izah yapılabilir: a) Ferra, "Kıraat imamları, harekelerin çokluğu sebebi ile, tâ harfini cezmetmişlerdir. Tâ sakin olunca da tâ, (-k) harfine idgam edilmiştir" demiştir. b) Tâ (-t) dal ve tâ harfleri, ağızın aynı bölgesinden çıkarlar. Aralarındaki mahreç yakınlığı bakımından, birbirine idgam edilme hususunda bunlar aynı cins harf gibi olurlar. Tı'nın "ıtbak" bakımından, tâ harfinden daha ileri olması, bu idgamı güzelleştiren bir husustur. Binâenaleyh ses bakımından daha noksan olanın, ses bakımından daha fazla olana idgam edilmesi yerinde ve güzel olur. Bu iki harfi birbirine idgam etmeden okuyanların, idgamı yapmayışlarının sebebi, bu iki harfin, iki ayrı kelimede bulunmaları ve iki ayrı mahreçten çıkmış olmalarıdır. Binâenaleyh her ikisini de, olduğu hal üzere bırakmak gerekir. Cenâb-ı Hak, fiili müennes getirerek dememiş, aksine müzekker getirerek demiştir. Çünkü, "taife" kelimesinin müennesliği hakiki değildir ve bu kelime, ferik (topluluk) ve fevc (bölük) manasınadır. Keşşaf Sahibi: "Bu ifadenin manası, "senin söylediğin ve emrettiğin şeyin aksine, veyahut da kendisinin dediği ve taatin İhtiva ettiği şeyin aksini süsleyip hoş gösterdiler. Çünkü onlar, gönüllerinde kahulü değil reddetmeyi, taatı değil isyanı saklamışlardı" şeklindedir" demiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Allah onların gizlice ne plânlar kurduklarını yazıyor" buyurmuştur. Zeccâc bu hususta şu iki izahı zikretmiştir: a) Bunun manası, "Allah, onların gizlice ne planlar kurduklarını, kitabında sana indirir (haber verir)" şeklindedir. b) "Allah, karşılığını bulmaları için, bunu onların amellerinin yazıldığı sahifelere yazar." Sonra Cenâb-ı Hak"Onun için, sen onlardan yüz çevir" buyurmuştur. Bunun manası, "onların gizli tuttukları şeyin perdesini yırtma, onları rezil ve rüsvay etme ve onları isimleriyle anma" demektir. Allah, İslam'ın güç ve kuvvet bulmasına kadar, Hazret-i Peygamber'e münafıkların durumunu saklı tutmasını emretmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onların tutumları hususunda, Allah'a güvenip dayan.. Zira, Allahü teâlâ, onların serlerine karşı sana yeter ve onlardan intikam alır..." buyurmuştur. "Allah, kendisine güvenip dayanan kimseler için vekil olarak yeter." Müfessirler, münafıklardan yüz çevirip onların tutumlarına aldırmama emrinin, İslâm'ın ilk yıllarında verildiğini, daha sonraysa bunun, "Ey peygamber, kâfirler ve münafıklarla savaş" (Tevbe, 73) âyetiyle neshedildiğini söylemişlerdir ki, bu söz, üzerinde düşünülmesi gereken bir sözdür. Çünkü münafıkların tutum ve davranışlarına aldırmama emri, mutlak bir emirdir. Binâenaleyh bu, bir defaya mahsus olmayı gerektirir. Bu sebeple, bundan sonra cihad emrinin verilmesi, onu neshetmiş olmaz. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Nübüvvetine Kur'ân'ın Delil Olması 82"Onlar hâlâ Kur'an'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'dan başkası tarafından olsaydı, elbet içinde birbirini tutmayan bir çok şey bulurlardı". Allahü teâlâ, münafıkların, çeşitli hile ve tuzaklarını ve bütün bunları, Hazret-i Muhammed'in peygamberlik iddiasında haklı ve doğru olduğuna inanmadıklarını; bilakis O'nun, yalancı bir müfteri olduğuna inandıkları için yapmış olduklarını nakledince, onlara, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetinin sıhhatine delalet eden deliller hakkında düşünmelerini ve tefekkür etmelerini emrederek, "Onlar hâlâ Kur'ân'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah 'tan başkası tavaûndan olsaydı, elbet içinde birbirini tatmayan birçok şey bulurlardı" buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, Kur'an'ı, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetinin doğruluğuna delil getirmiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: "Tedbir" ve "tedebbür", işlerin netice ve akibetleri hakkında düşünmekten, tefekkür etmekten ibarettir. Yine, fasih ifadede, denir. Bunun manası "şayet işin başında, sonunun böyle olduğunu bilseydim..." demektir. Bil ki, âyetin zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed'in peygamberliğinin doğruluğuna Kur'an-ı Kerim'i delil getirdiğini göstermektedir. Çünkü, şayet âyet bu manaya hamle ditmezse, âyetin kendinden önceki ifadelerle kesinlikle bir İlgisi kalmaz. Alimler şöyle demektedirler: Kur'an-ı Kerim, şu üç yönden Hazret-i Muhammed'in nübüvvetinin doğruluğuna delalet etmektedir: a) Kur'an'ın fesahati. b) Gayba ait haberleri ihtiva etmesi. c) Tutarsızlıklardan uzak olması... İşte bu üçüncü husus, bu âyette zikredilmiştir. Kur'ân'da İhtilaf (Tutarsızlık) Bulunmamasının Manası Bu görüşte olanlar, Kur'ân-ı Kerim'in tutarsızlıktan uzak ve berî olduğunu açıklamak için de şu üç şeyi zikretmişlerdir: 1) Ebu Beker el- Esamin şöyle demektedir: "Bu âyet-i kerimenin manası şudur: O münafıklar, gizlice ve Hazret-i Peygamber'in haberi olmaksızın, pek çok hile ve tuzaklar kurma hususunda ittifak edip anlaşıyorlardı. Allahü teâlâ ise, Resulünü zaman zaman o durumlara muttali kılıp, bunları O'na tafsilatlı bir şekilde haber veriyordu. Onlar da bütün bu hususlarda, Peygamber'in doğru söylediğini görüyorlardı. İşte bunun üzerine o münafıklara, "Hiç şüphesiz bütün bunlar, Allah'ın haber vermesiyle tahakkuk etmeseydi, peygamberin bu hususlardaki doğruluğu, sıdkı devam edip gitmez, Hazret-i Muhammed'in sözünde çok çeşitli tutarsızlıklar ve farklılıklar ortaya çıkmış olurdu. Böyle bir şey zuhur etmediğine göre, biz bunun, ancak Allah'ın bildirmesiyle olduğunu anlamış oluruz." 2) Bu, kelamcıların ekserisinin benimsediği görüştür. Bu görüşe göre bu ifadeden murad şudur: Kur'an, büyük bir kitap olup, pekçok ilim çeşidini ihtiva etmektedir. Binâenaleyh şayet bu, Allah'tan başkası tarafından meydana getirilmiş bir kitap olsaydı, hiç şüphesiz bunda, birbiriyle çelişen pek çok kelime bulunurdu. Çünkü, büyük ve çok kalın bir kitap, böyle olmaktan hâlî kalamaz. Binâenaleyh, biz bu Kur'ân'da böyle bir şey bulamadığımıza göre, onun, Allah'dan başkasının katından olmadığını anlamış oluruz. Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hakk'ın "Bazı yüzler o gün ter ü tazedir; Bablerine bakacaktır" (Kıyame, 22-23) âyetleri, O'nun "Ona gözler erişemez" (Enam. 103) âyetine; cebr ile ilgili âyetleri O'nun kader ile ilgili âyetlerine ve, "İşte Rabbine andolsun ki onlara elbette soracağız" (Hicr. 92) âyeti, "İşte o gün ne insanlara ne de cinlere günahları sorulmayacak" (Rahman, 39) âyetine sanki ters gibi değil midir?" denilirse biz deriz ki, biz bu tefsir kitabımızda, bunların arasında herhangi bir tenakuz (çelişki) ve zıddiyetin katiyyetle bulunmadığını açıkladık. 3) Kur'ân-ı Kerim'in tutarsızlık ve tenakuzlardan uzak olduğu hususunda ileri sürülen görüşlerden üçüncüsü de, Ebu Müslim el-İsfehanî'nin zikrettiği şu husustur: Buna göre de, bundan murad fesahat mertebesi bakımından bir tutarsızlığın olmamasıdır. Öyle ki bütün Kur'ân'da rekîk (kusurlu) sayılabilecek hiçbir söz bulunmamakta, bilakis ondaki fesahat baştan sona aynı minval üzere devam etmektedir. Malumdur ki bir insan son derece beliğ ve fasih olsa bile, birçok manaları ihtiva eden uzun bir kitap yazdığı zaman, bir kısmının, bir kısmından daha kuvvetli, bir kısmının ise daha zayıf ve düşük olacağı için, sözünde birçok farklılıkların bulunması kaçınılmaz olur. İşte Kur'an-ı Kerim böyle olmayınca biz, onun Allah katından bir mucize olduğunu anlamış oluruz. Kâtff bu hususta bir benzetme yaparak şöyle demiştir: İçimizden birisinin, hiçbir harfinde bir eksiklik ve bozukluk meydana gelmeyecek bir şekilde tomar tomar yazılar yazması mümkün değildir. Öyle ki eğer biz, böyle tomar tomar yazılmış şeylerin, bu gibi eksiklik ve bozukluklardan uzak olduğunu görürsek, işte bu bir i'caz sayılır. Bunun gibi, burada da böyledir. Kur'an'ın Anlaşılamayacağını Söyleyenlerin Hatası Bu âyet-i kerime, onun manasını ancak peygamber ve masum imam bilir diyenlerin iddialarının aksine, Kur'ân'ın manasının bilinir ve anlaşılır olduğuna delalet etmektedir. Çünkü şayet onların dediği gibi olmuş olsaydı, münafıkların Kur'ân'ı düşünerek anlamaları mümkün olmaz, Allahü teâlâ'nın bunu onlara emretmesi, Kur'an-ı Kerim'i, Hazret-i Peygamber'in doğruluğu hususunda bir hüccet kılması ve onların Kur'ân'da tutarsızlık bulmaktan aciz kalmalarını aleyhlerine hüccet sayması mümkün olmazdı. Arapça bilmeyen zenci kâfirlere Arapça olan kitabı ileri sürüp bunu anlamalarını onlardan istemek nasıl caiz değilse, aynı şekilde bu da mümkün değildir. Taklidin Batıl, Takikin Gerekli Olduğu Âyet-i Kerime, inceleme ve istidlalde bulunmanın vacib, taklidin ise kötü olduğuna delalet eder. Çünkü Allahü teâlâ, münafıklara bu delil ile, peygamberinin nübüvvetinin doğruluğuna istidlalde bulunmalarını emretmiştir. Binâenaleyh peygamberinin doğruluğunu tesbit için istidlalde bulunma zaruri olunca, Allahü teâlâ'nın zat ve sıfatlarını bilme hususunda istidlalde bulunma ihtiyacı haydi haydi zaruri olur. Ebu Ali el- Cübbâî şöyle demiştir: "Bu âyet-i kerime, kulların fiillerinin Allah tarafından yaratılmadığına delalet eder. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer o, Allah'dan başkası tarafından olsaydı, elbet içinde birbirini tutmayan bir çok şeyler bulurlardı" ifadesi, kulun Fiillerinin ihtilaf ve tutarsızlıklardan hâlî olamayacağını gösterir. Tutarsızlık ve farklılık aynı şeydir. Kulun fiilleri tutarsızlık ve farklılıklardan uzak olmayıp, Hak teâlâ'nın fiillerinde, "O Rahman'ın yaratışında hiçbir kusur (uyumsuzluk) göremezsin" (mülk. 3) âyetinde de ifade edildiği gibi, bir eksiklik ve kusur bulunmayınca, kulun fiillerinin Allah'ın yaratması ile olmamış olması gerekir. Buna şöyle cevap verilir: Cenâb-ı Hakk'ın "O Rahmanın yaratışında hiçbir kusur göremezsin" buyruğunun maksadı, başkalarının aksine, yaratmasının iradesine uygun olarak meydana gelmesi hususunda bir noksanlık ve kusurun olmadığını bildirmektir. Çünkü başkalarının fiilleri, her zaman isteğine uygun olarak vâkî olmaz. Duyduğu Her Haberi Yayma, Münafık Sıfatıdır 83"Onlara eminlik veya korku haberi geldiği zaman, onu her tarafa yayıverirler. Halbuki bunu, peygambere veya onlardan emir sahiplerine dönderip (iletmiş) olsalardı bunu onlardan "istinbat" edebilecek olanlar elbette bilirlerdi. Allah'ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı birazınız müstesna, muhakkak şeytana uymuş gitmiştiniz". Bil ki Allahü teâlâ bu âyette, münafıkların bir diğer kötü işlerini anlatmıştır. O da şudur: Münafıklara ister emniyeti, ister korkuyu gösteren herhangi bir şey ulaştığı zaman, onlar bunu yayıyor, ifşa ediyorlardı. Bu ise, şu yönlerden zarara sebebiyet veriyordu: 1) Böyle kargaşa uyandıran asılsız haberler, çok yalandan hâlî olmaz. 2) Gelen haber emniyetle ilgili olduğu zaman, onlar buna pek çok ilavelerde bulunuyorlardı. Bu ilaveler bulunmadığı zaman o haber, Hazret-i Peygamber'in doğruluğu hususunda, zayıf mü'minlerin kalplerinde bir şüphe uyandırıyordu. Çünkü münafıklar bu asılsız haberleri, Hazret-i Peygamber söyledi diye rivayet ediyorlardı. Bu haber korku ile alakalı olunca, bu sebeble zayıf mü'minlerin kalbinde karışıklıklar meydana geliyor, onlar o zaman şaşkınlık ve endişeye düşüyorlardı. Böylece bu asılsız haberler, bu bakımlardan karışıklıklara sebeb oluyordu. 3) Asılsız haberler vermek, iyi bir araştırma ve tam bir incelemeyi gerektiren durumların çoğalmasına sebebiyet veriyordu. Bu da birçok sırların ortaya dökülmesine yol açıyordu. Böyle bir hal ise, o zaman için Medine'nin yararına uygun olmayan bir şey idi. 4) Müslümanlar ile kâfirler arasında şiddetli bir düşmanlık bulunmakta idi. İki taraftan herbiri harb araç gereçleri hazırlıyor ve birbiri aleyhinde fırsat kolluyordu. İki taraftan birisi için emniyet vesilesi olan şey, diğer taraf için bir korku vesilesi idi. Müslümanlar için emniyet bulunduğu, ordusunun ve savaş teçhizatının yeterli bir şekilde bulunduğu haberi gelince, münafıklar bunu hemen yayıyor ve bu haber böylece kısa zamanda kâfirlere ulaşıyor. Onlar da, müslümanlara ve onların kendilerini istilâ tehlikesine karşı gerekli tedbirleri alıyorlardı. Eğer müslümanlar için korkuyu ifade eden bir haber söz konusu olunca, bu haberi abartıyorlar, ona birçok asılsız ilavelerde bulunarak zayıf ve yoksul müslümanların kalblerine korku düşürüyorlardı. İşte bu anlatılanlardan, bu haber yayma işinin, birçok bakımdan fitne ve belâların menşei ve kaynağı olduğu ortaya çıkmış olur. Durum böyle olduğu için de, Allahü teâlâ, bu gibi haberleri yaymayı ve onları ifşa etmeyi kınamış ve onları bundan men etmiştir. Bil ki, "Onu yaydı" manasında ifadeleri iki değişik kullanıştır. Sonra Cenâb-ı Allah, "Halbuki bunu, peygambere veya onlardan emir sahiplerine döndürüp (İletmiş) olsalardı, bunu onlardan "istinbat" edebilecek olanlar elbette bilirlerdi" buyurmuştur, Bu ifade ile ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: "Emir sahipleri" (ulü'l-emr) hakkında iki görüş vardır: a) İlim ve görüş sahiplen manasındadır. b) Ordu komutanları demektir. İkinci görüşte olanlar, kendi görüşlerini birinciye tercih edip şöyle demişlerdir: "Çünkü emir sahipleri, insanlara emretme yetkisi olanlardır. İlim ehli ise, böyle değildir. Binâenaleyh insanlara emretme yetkisi bulunanlar ise ancak komutanlardır." Bu görüşe şöyle cevap verilir: Alimler, Allah'ın emir ve yasaklarını bildikleri ve başkalarının da onların görüşlerini kabul etmeleri gerektiği için, bu bakımdan, "ulü'l-emr" diye isimlendirilmeleri garip karşılanmamalıdır. Buna delâlet eden bir başka şey de, Hak teâlâ'nın "Mü'minlerin hepsinin (topyekün) savaşa çıkmaları uygun değildir. O halde (mü'minlerden) kimi, din ve şeriat ilimlerini iyice öğrenmeleri ve kavmleri savaştan dönüp kendilerine geldikleri zaman, sakınsınlar diye onları Allah'ın azabıyla korkutmaları için, (savaşa gitmeyip kalmalıdırlar)" âyetidir. Böylece Cenâb-ı Hak, onların korkutmaları ile sakınmayı gerekli kılmış ve uyarılan kimselerin, o alimlerin sözlerini kabul etmelerini vacib kılmıştır. İşte bundan dolayı "emir sahipleri" (ulü'l-emr) tabirinin, alimler hakkında kullanılması caizdir. Arapça'da "istinbat", çıkarıp elde etmek demektir. Nitekim bir fakîh, kendi içtihad ve anlayışı ile, ifadede kapalı olan bir manayı ortaya çıkardığında, denilir. Bunun aslı, eşildiğinde ilk defa kuyudan çıkan su demek olan (......) kelimesine dayanır. Nabatlılar da, yeryüzünden su çıkaran bir millet oldukları için, böyle isimlendirilmişlerdir. Âyetteki, "Onlardan istinbat edebilecek olanlar" ifadesi ile ilgili iki görüş vardır 1) Bunlar, haber yayan o münafıklardır. Buna göre âyetin takdiri şu şekildedir: "Şayet, asılsız haber yayan bu münafıklar, emniyyet ve korkuya dair hususu, peygambere ve emir sahiplerine havale edip, bu husustaki bilgiyi onlardan almak istemiş olsalardı, elbette bu asılsız haberi yayan münafıklar, onu peygamber ve emir sahiplerinden öğrenmiş olurlardı." 2) Bunlar, "emir sahipleri"nden bir gruptur. Buna göre kelamın takdiri, "şayet münafıklar bu işi Resül'e ve emir sahiplerine bırakmış olsalardı, hiç şüphesiz bunu, emir sahiplerinden istinbatta bulunabilecek olan kimseler bilirlerdi" şeklinde olur. Bu böyledir, zira emir sahipleri de iki kısımdır: Bunlardan bir kısmı istinbatta bulunma gücüne sahiptir, bir kısmıysa böyle değildir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın (onlardan) sözü, "emir sahiplerinden, gizli, kapalı husustan bilip ortaya çıkaran kimselerden onu öğrenmiş olurdu" anlamını ihtiva etmiş olur. İmdi şayet, "Allah'ın, haberleri Hazret-i Peygamber'e ve emir sahiplerine bırakmalarını emrettiği o kimseler, münafıklardır. O halde Cenâb-ı Hak, buyruğunda nasıl olmuş da o münafıkları "emir sahipleri" saymıştır?" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, emir sahiplerini, zahire göre o münafıklardan saymıştır. Çünkü münafıklar, kendilerinin iman ettiklerini söylüyorlardı. Bunun benzeri olan bir başka ifade de, Cenâb-ı Hakk'ın "(Zahiren) sizden öylesi vardır ki, muhakkak ağır davranacaktır" (Nisa, 72) ve "(Zahiren) onlardan birazı müstesna olmak üzere, bunu yapmazlardı" (Nisa. 66) âyetleridir. Allah en iyi bilendir. Bu Ayet Kıyası'ın Şer'i Delil Olduğu Gösterir Âyet, kıyasın şer'î bir hüccet olduğunu göstermektedir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hakk'ın "...bunu onlardan "istinbat"... elbette bilirlerdi" ifadesi, emir sahiplerinin sıfatıdır. Allahü teâlâ, emniyyet ve korku hususunda kendilerine bir haber ulaşan kimselere, onun gerçek mahiyetini öğrenmeleri hususunda, emir sahiplerine müracaat etmelerini vacip kılmıştır. Müracaat eden bu kimseler, ya o hadise hakkında bir nass bulunduğu veyahut da böyle bir nass bulunmadığı halde, onu öğrenmek için emir sahiplerine başvururlar. Birinci ihtimal bâtıldır, çünkü bu durumda istinbata mahal kalmaz. Çünkü, bir hadise hakkında nass gören bir kimse için, "O, o hükmü istinbat etti, çıkardı" denilmez. Böylece, Allahü teâlâ'nın mükellef kimseye, bir hadiseyi, o hadise hakkında.hüküm çıkarabilecek kimselere havale etmesini emretmiş olduğu sabit olmuş olur. "İstinbat" etmek bir hüccet olmasaydı, Cenâb-ı Hak, mükellef kimseye bunu emretmezdi. Binâenaleyh, istinbatın bir hüccet ve delil olduğu sabit olmuş olur. Kıyas da, ya bir istinbattır veya ona dahil olan bir şeydir. Binâenaleyh, kıyasın da bir hüccet olması gerekir. Bu sabit olunca biz deriz ki, âyet şu hususlara delalet etmektedir: a) Hadiselerle ilgili hükümlerde, nass ile değil de istinbat ile bilinebilecek olan hususlar bulunmaktadır. b) İstinbat bir hüccettir. c) Avamın, hâdiselerin hükümleri hususunda alimleri izlemeleri vaciptir. d) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), istinbat etmekle yani hüküm çıkarmakla mükellefdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, hükümlerin Resul ve emir sahiplerine bırakılmasını emretmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "bunu onlardan "istinbat" edebilecek olanlar elbette bilirlerdi" buyurmuş, böylece istinbat işini, Hazret-i Peygamber'i hariç tutarak, emir sahiplerine mahsus kılmamıştır. Bu da, hem Hazret-i Peygamber'in hem de emir sahiplerinin istinbat ile mükellef kılınmış olmalarını gerektirir. Kıyasa Delil Olmadığını Söyleyenler Eğer, "Biz, Cenâb-ı Hakk'ın "onlardan istinbat edebilecek olanlar" tabirinden kastedilenlerin, "emir sahiplen" olduğunu kabul etmiyoruz; bilakis bundan murad, âyetin tefsirinde de rivayet ettiğimiz görüş üzere, haber yayan münafıklardır. "Onlardan istinbat edebilecek olanlar" ile kastedilenin "emir sahipleri" olduğunu kabul etsek bile, ne var ki bu âyet-i kerime, harb ve cihad ile ilgili hâdiseler hakkında nazil olmuştur. Farzet ki, bu hususta "istinbat"a müracaat etmek caiz olsun. O halde, siz niçin, "istinbata müracaat etmenin şer'î meselelerde de caiz olması gerekir" diyorsunuz? Eğer, iki konudan birisi diğerine kıyas edilmişse, bu, şer'İ bir kıyası yine şer'î bir kıyasla İsbat etmek olur ki, böyle bir şey caiz değildir. Şer'î hükümlerde istinbatın, bu âyetin hükmüne dahil olduğunu kabul etsek bile, sen niçin, "kıyasın hüccet olması gerekir" diyorsun? Bunun izahı şöyledir: "İstinbat"dan muradın, manası kapalı nasslardan veya nasslar topluluğundan hüküm çıkarma olması veyahut da bundan muradın, beraet-i asliyye veya çoğu alimin dediği gibi, "Menfaatlarda aslolan mübahlık, zararlı şeylerde aslolan ise haramlıktır" şeklindeki aklî hükümlerle sabit olan kaidelerden hüküm çıkarma olması mümkündür. Kıyas Zan İfade Ettiğinden, Delil Olmaz Diyenler Biz şer'î kıyasın, âyetin hükmüne dahil olduğunu kabul etsek bile, ne var ki bu kıyasın, Allahü teâlâ'nın "Bunu, onlardan istinbat edebilecek olanlar bilirdi" âyetinin de delalet ettiği gibi, kesin ilim ifade etmesi şarttır. Bundan dolayı Cenab-ı Hak bu âyette, bu istinbattan ilim elde edileceğini haber vermiştir. Böyle bir kıyas hususunda münakaşa yoktur' Münakaşa, zan ifade eden kıyasın şeriatta bir hüccet sayılıp sayılmayacağı hususundadır denilir ise bunlara şu şekilde cevap veririz: Kıyas Hakkındaki Bazı Suallere Cevaplar Birinci sorunuz, kabul edilemez. Çünkü âyetteki, "İstinbat edebilecek olanlar" tabirinden murad, münafıklar olsaydı, şöyle denilmesi daha uygun olurdu: "Şayet o münafıklar, o şeyi, Allah'ın Resulüne ve onlardan emir sahiplerine havale etselerdi, elbette onu bilirlerdi." Çünkü bu takdirde ifadesinde sarih ismin zamire atfedildiği kabul edilmiş olur ki bu da nahoş ve çirkin bir şeydir. İkinci sorunuz da, şu iki bakımdan kabul edilemez: a) Hak teâlâ'nın, "Onlara eminlik veya korku haberi geldiği zaman..." buyruğu hem harblerle, hem de diğer şer'î hadiselerle ilgili umumi bir ifadedir. Çünkü emniyet ve korku, mükellef olunan her hususla söz konusudur. Binâenaleyh âyette, emniyet ve korkuyu harb işlerine tahsis etmeyi gerektiren herhangi bir şeyin bulunmadığı sabit olur. b) Farzet ki iş sizin dediğiniz gibidir. Fakat harb ile ilgili hükümler de şer'î kıyasla bilinebilir. Bu caiz olunca, diğer hadiseler hakkında da şer'î kıyasa sarılmanın caiz olması gerekir. Zira bu ikisinin arasında bir fark olduğunu söyleyen hiç kimse yoktur. Baksana, bir kimse, "Kıyas, alış-veriş meselelerinde bir hüccet olup, nikahta bir hüccet değildir" dese, onun bu sözüne itibar edilmez. İşte burada da böyledir. Âyetteki istinbatı, manası kapalı nasslara veya nass terkiblerine mahsus kılan üçüncü suale ise şöyle cevap verilir: Bütün bunlar birer nasstır. Nassa sarılmaya ise, istinbat denilemez. Bu soruyu soranın, "Âyetteki istinbatı, beraat-i asliyye'den hüküm çıkarma manasına hamletmek niçin caiz olmasın?" şeklindeki sorusuna cevaben deriz ki: Bu, bir istinbat değil, birşeyi olduğu hal üzere bırakmak demektir. Buna kesinlikle "istinbat" denilemez. "İstinbat ancak kendisi ile kesin ilim elde edilir ise caiz olur. Halbuki şer'î kıyas kesin ilim ifade etmez?" şeklindeki dördüncü sorunuza da şu iki bakımdan cevap veririz: a) Bize göre, şer'î kıyas ilim ifade eder. Çünkü kıyasın bir hüccet olduğu sabit olduktan sonra, biz kesinlikle şu hükmü veririz: Her ne zaman, Allah'ın hükmünün asıl olan şeyde illetinin ne olduğu bizce zann-ı galib ile bilinir, sonra yine zann-ı galib ile aynı illetin fer' olan şeyde (kıyas edilecek meselede) de bulunduğu bilinir ise, bu durumda, Allah'ın o fer'î meseledeki hükmünün, aslolan meseledeki hükmü ile aynı olduğu zannı hasıl olur. İşte böyle bir zan meydana gelince de, biz mükellefin bu zannına uygun olarak amel edebileceğine kesin karar veririz. Netice olarak diyebiliriz ki: Buradaki zan, hükmün elde edildiği metoddadır, fakat hükmün kendisi kesindir ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın "herhangi bir hadisede, bu şekilde hasıl olan galib zannın ne olursa, bil ki o iş hakkında benim hükmüm odur" demesi yerine geçer. Zann-ı galib meydana geldiğinde, biz o hükmün o hadisede de var olduğuna kesin olarak karar veririz. b) Bazan ilim sözü zikredilir, fakat kendisi ile "zan" manası kastedilir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bir şeyi güneş gibi (aşikâr) bildiğin zaman, o hususta şahidlik et" buyurmuş, şahadetin yapılabilmesi için bilmeyi şart koşmuştur. Halbuki biz, ilim değil zann söz konusu olduğu zaman da, o hususta şahidlik yapılabileceğinde ittifak ettik. Böylece zanna da bazan "ilim" denebileceği sabit olur. Allah en iyi bilendir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'ın üzerinizdeki lütuf ve merhameti olmasaydı, birazınız müstesna, muhakkak şeytana uymuş gitmiştiniz" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Şeytana Uymayan Azınlık Hakkında İhtimaller Âyetteki istisnanın zahiri, bu azlığın ne Allah'ın fazlı, ne de rahmeti ile meydana gelmediği zannını uyandırmaktadır. Halbuki bunun imkansız olduğu malumdur. İşte bundan dolayı müfessirler ihtilaf ederek şu görüşleri ileri sürmüşlerdir: Onlardan bir kısmı bu istisnanın, Allahü teâlâ'nın, "Onu her tarafa yayıverirler" sözünden; bir kısmı, "Bunu onlardan istinbat edebilecek olanlar elbette bilirlerdi" ifadesinden; bir kısmı da, "Allah'ın üzerinizdeki lütuf ve merhameti olmasaydı..." ifadesinden olduğunu söylemişlerdir. Bil ki bu hususta, bu üçünün dışında başka bir izah yoktur. Çünkü âyet, bu üç hükmün haberini ihtiva etmektedir. Binâenaleyh istisnayı bunlardan herhangi birinden yapmak doğru olur. Böylece bu görüşlerden herbirinin ihtimal dahilinde olduğu sabit olur. Birinci görüşe göre kelamın takdiri, "Onlara eminlik veya korku haberi geldiğinde, onların pek azı müstesna onlar bunu her tarafa yayıverirler" şeklinde olur. Böylece Cenâb-ı Hak, "Onlardan bir güruh, geceleyin senin söylediğinden başkasını kurarlar" (Nisa, 81) ifadesinde de, bir kısım münafıkları istisna edip, bunun dışında tuttuğu gibi, bu âyette de haber yayma işinden, bazı münafıkların müstesna olduğunu bildirmiştir. İkinci görüşe göre istisna, "Bunu onlardan istinbat edebilecek olanlar elbette bilirlerdi" ifadesindendir. Yani, "Onlardan pek azı müstesna, bunu istinbat edebilecek olanlardan öğrenirlerdi" demektir. Ferra ve Müberred, "Birinci görüş daha evlâdır. Zira istinbat yolu ile bilinebilecek şeyi, onlardan ancak pek azı bilebilir. Onların çoğu bunu bilemez. Halbuki istisnayı bu ikinci görüşe göre vermek, bunun tersini gerektirir" demişlerdir. Zeccâc ise, "Bu, bir yanlıştır. Çünkü buradaki istisnadan murad, ince bir tefekkür ve derin bir anlayışla çıkarılan bir şey değildir. Bu, bir haber istinbat etmektir. Durum böyle olunca, onların pek çoğu da bunu bilebilir. Ancak, son derece ahmak ve cahil olan kimselerdir ki, bunu bilemez" demiştir. Zeccâc'ın bu görüşüne şu şekilde cevap vermek mümkündür: "Biz, âyetteki istinbat meselesini, sırf, haberleri ve asılsız şeyleri öğrenmek manasına hamlettiğimiz zaman Zeccâc'ın bu sözü doğru olur. Ama biz bunu, delillerle de ortaya koyduğumuz gibi, bütün hükümler konusunda istinbat manasına hamledersek, hak ve gerçek olan şey, Ferrâ ve Müberred'in zikrettiği husus olur. Üçüncü görüşe göre bunun, Allah'ın "Allah'ın üzerinizdeki lütuf ve merhameti olmasaydı ...ilh." buyruğu ile ilgili olmasıdır. İstisnayı, hemen kendisini takib eden ve ona bitişen şeye vermek, onu ondan uzak olan şeylere vermekten daha evlâ olduğu, bilinen bir husustur. Bil ki bu görüş, biz ancak lütuf ve rahmeti, hususi bir mana ile tefsir ettiğimiz zaman mümkün ve uygun olur. Bu hususta şu iki izah bulunmaktadır: a) Bu, bir grup müfessirin görüşüdür. Buna göre, âyetteki "Allah'ın fazlı ve rahmeti" mefhumundan murad, Kur'ân'ı indirip Hazret-i Muhammed'i peygamber olarak göndermektir. Buna göre kelamın takdiri, "Şayet, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmeyip, Kur'an da inzal buyurulmasaydı, sizden pek azınız müstesna şeytana uyar ve Allah'ı inkâr ederdiniz..." şeklinde olur. Çünkü Hazret-i Muhammed'in peygamber olarak gönderilmemiş olması, Kur'ân'ın da tndirilmediğinin farzedilmesi halinde bile, bu az olan kimseler ne şeytana uyar, -ne de Allah'ı inkâr ederlerdi. Bunlar, mesela Kus İbn Saide, Varaka İbn Nevfel ve Zeyd İbn Amr, İbn Nufeyl gibi kimselerdir ki, bunlar Hazret-i Muhammed peygamber olarak görevlendirilmeden önce Allah'a inanmışlardı . b) Ebu Müslim'in zikretmiş olduğu şu husustur: "Buna göre bu âyetteki, Allah'ın lütuf ve merhametiyle, rahmetiyle kastedilen, münafıkların 'büyük bir murada (ganimete) ereydim" (Nisa. 73) sözleriyle kastetmiş oldukları Allah'ın nusreti ve yardımıdır. Böylece Cenâb-ı Hak, peşipeşine zafer ve yardım tahakkuk etmemiş olsaydı, sizden pek azı müstesna, bu durumda şeytana tabi olup dininizi terkedeceğinizi beyan etmiştir. Bu kimseler, bunun hak olabilmesi için dünyada devletin teessüs etmesinin şart olmadığını bilen, mü'min kimselerin faziletlilerinden ileri görüş sahibi, kuvvetli niyyet ve sağlam iradeye sahip olan kimselerdir. Ard arda fetih ve zafer gerçekleştiği için bu onun hak olduğuna; ard arda yenilgi ve hezimetler geldiği için de, onun bâtıl olduğuna inanmayıp, aksine işin hak veya bâtıl olmasının bir delile dayanmış olduğuna inanan kimselerdir. İşte bu, izahların en sahihi ve hakikata da en yakın olanıdır. Âyet, Cenâb-ı Hakk'ın, şeytana tabi olan kimselerden fazlını ve rahmetini esirgediğine delâlet etmektedir. Eğer böyle olmasaydı, o şeytana tâbi olunmazdı. Bu "Cenâb-ı Hakk'ın din hususunda aslah (yani kulların menfaatlarına en uygun) olana uyması vaciptir" diyen Mu'tezile'nin yanlışlığına delâlet eder. Ka'bî buna şöyle cevap vermiştir: "Allah'ın fazlı ve rahmeti, herkesi içine alan umumi bir ifadediradıyallahü anhncak ne var ki bundan mü'minler istifade etmiş, kâfirler edememiştir. Böylece "Dinî meselelerde Allah tarafından kâfirler için bir fazl ve rahmet tahakkuk etmemiştir" denemesi, saöece mecazi olarak doğrudur." Buna, "Sözü, mecazî manaya hamletmek, aslolanın hilafına bir harekettir" diyerek cevap veririz. 84"Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkasıyla mükellef tutulmayacaksın. İman edenleri de teşvik et. Olur ki Allah o kâfirlerin savletini defeder. Allah satvetce çok çetin, cezalandırma bakımından çok şiddetlidir" Bil ki Allahü teâlâ, önceki âyetlerde cihadı emredip, buna iyice teşvik edince ve münafıkların cihada karşı isteksiz olduklarını, hatta müslümanları cihaddan alıkoymak için ellerinden gelen say-ü gayreti gösterdiklerini belirtince, bu âyette cihad emrini tekrar ederek, "Artık Allah yolunda savaş" buyurmuştur. Bu buyruk ile ilgili birkaç mesele vardır: Âyetteki (Artık savaş) ifadesinin başındaki "fâ", ne ile ilgilidir? Bu hususta şu izahlar yapılmıştır: a) Bu, "Kim Allah yolunda vuruşup da öldürülür ise" (Nisa, 74) âyetinin, mana bakımından bir cevabıdır. Çünkü bu, "Eğer kurtuluşa ermek istiyorsan, savaş" manasına gelir. b) Bu "Size ne oluyor ki Allah yolunda düşmanla savaşmıyorsunuz?" (Nisa, 75) âyetine râcidir ki, "Binaenaleyh Allah yolunda savaşın" manasına getir. Bu, münafıklar hakkında bu âyetlerde zikredilmiş olan kıssalarla ilgilidir. Buna göre manası şöyle olur: "O münafıkların huyu, şöyle şöyledir... Öyle ise sen onlara değer verme ve onların yaptıklarına aldırış etmeyip, Allah yolunda savaş." Müslümanların Uhud'un Rövanşı İçin Hacc Mevsiminde Medine'deki Faaliyetleri Âyet, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Peygambere insanları Bedr-i Sugra'da savaşa çağırmazdan önce tek başına da olsacihad etmesini emrettiğini göstermektedir. Ebu Süfyan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Bedr-i Suğra denen yerde tekrar karşılaşmak ve savaşmak üzere vaidleşmişti. Bazı kimseler bu savaşa gitmeyi kerih görmüşlerdi. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hiç kimsenin sözüne itibar etmeden, beraberinde yetmiş kişi olduğu halde, va'adini yerine getirmek üzere çıktı. Şayet bu yetmiş kişi de peygambere tabî olmasalardı, o tek başına da olsa çıkacaktı. Âyet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, insanların en cesuru ve nasıl savaşılacağını en iyi bilen olduğunu göstermektedir. Çünkü Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber'de bu sıfatlar bulunduğu için ancak, bunu O'na emretmiştir. Zekat vermeyenlerle tek başına da olsa savaşacağını söylediği için, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) bu hususta Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uymuştur. Herşeyin Allah'ın kudretinde olduğunu ve bütün işlerin ancak O'nun kaza ve kaderi ile meydana gelip tahakkuk ettiğini bilen herkese, bu şekilde hareket etmek kolay gelir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sen, kendinden başkasıyla mükellef tutulmayacaksın" buyurmuştur. Bu buyrukla ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Keşşaf sahibi "Bu ifade nehy sîgasında meczûm olarak (kendinden başkasını mükellef tutma) şeklinde veya nûnlu olarak ve lamın kesresiyle (Biz, senden başkasını mükellef tutmayız) şeklinde okunmuştur" demiştir. Vahidî (r.h), ifadesi, meçhul fiilin mef'ûlü olarak mansub kılınmıştır" demiştir. Cihad Her Yaştan Mü'mine Bir Vecibedir Âyet, savaşmasına başkası tarafından müsaade edilmeyen kimselerin de, cihaddan geri davramayacaklarına delalet etmektedir. Buna göre mana, "Sen, başkalarının fiillerinden değil, ancak kendi fiilinden muaheze edilirsin. Sen, kendi işini yaptığında, başkasına farz olan şeylerden mükellef tutulmazsın" şeklinde olur. Bil ki cihad, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dışındaki müslümanlar hakkında farz-ı kifâyedir. Binaenaleyh insan, o cihadın farz-ı kifaye olduğunu zann-ı galib ile bilmezse, ona cihad farz olmaz. Ama peygamber böyle değildir. Çünkü peygamber, Allahü Teâlâ'nın, "Allah seni İnsanlardan koruyacaktır" (Maide, 67) âyeti ile, buradaki "Olur ki Allah o kâfirlerin savletini defeder" ifadesinin de delâlet ettiği gibi, yardım ve muzafferiyet hususunda ilâhî bir teminat içindedir. Allahü teâlâ hakkında Kur'ân'da kullanılan (olur ki, belki) kelimesi, kesinlik ifade eder. Binaenaleyh Hazret-i Peygambere, tek başına da kalsa cihad farzdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak "İman edenleri de teşvik et" buyurmuştur. Bu, "Peygambere vacib olan hem cihad etmek, hem de insanları cihada teşvik etmektir. O, bu iki şeyi yerine getirince, mükellefiyetini yerine getirmiş olur. Başka insanların cihad etmemelerinden dolayı, ona bir mes'ûliyet yoktur" manasındadır. Sonra Hak teâlâ, "Olur ki Allah o kâfirlerin savletini defeder" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili de birkaç mesele vardır: Allah Hakkında Tabirinin Kullanılmasının İzahı (......) mukarebe fiillerinden biridir ki "ummak, ümid etmek, öyle olmasını istemek" manalarına gelir. Bu manalar, hakkında düşünülemez. Buna şöyle cevap verilir: (......) kelimesi, arzulandırmak manasındadır. Halbuki arzu ettirmede ne bir şekk ne bir yakîn manası yoktur. Bazı alimler, Allah'ın (ümit vermesinin), kesinlik ifade edeceğini söylemişlerdir. (......) men etmek manasınadır (......) kelimesinin asıl manası ise, kötü olan şey demektir.. Nitekim "Sana, bu işten bir kötülük gelmez" manasında; yine bir şey kötü olarak nitelendiğinde (Bu, ne kötü birşeydir!) denilir. Allahü teâlâ da, "Kötü, yani hoş olmayan bir azab ile" (A'raf, 165) buyurmuştur. Azab, hoş karşılanmayan bir şey olduğu için bazan, "be's" diye ifade edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın azabına karşı bize kim yardım eder?" (Mü'min, 29); "Onlar, bizim azabımızı hissettikleri zaman" (Enbiya, 12) ve "Onlar bizim azabımızı gördükleri zaman!" (Mü'min, 84) buyurmuştur. Müfessirler, "Olur ki Allah o kâfirlerin savletini defeder" buyruğunu tefsir ederken, Allah'ın onların savletini, güç ve kudretlerini kesin defettiğini söylemişlerdir. Bu durum, (henüz müslüman olmamışken) Ebu Sütyan'ın taifesine karşı gerçekleşmişti. Bunun üzerine Ebu Süfyan, "Bu sene kıtlık senesidir" demişti. Onların yanında erzak olarak sadece "kavut" vardı. Bundan dolayı Ebu Süfyan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile savaşmak için (Bedr-i Sugrâ'ya) gitmemiştir. Nekâl ve Tenkilin İzahı Hakkında "Allah satvetce çok çetin, cezalandırma bakımından çok şiddetlidir" buyurmuştur. Birisini cezalandırıp, yaptığı şeyi tekrar yapmaktan vazgeçirdiğinde dersin. Yine birisi, birşeyden korkup çekindiğinde denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Binaenaleyh onu hem önündekilere, hem ardındakilere ibret verici ceza yaptık" (Bakara, 66). Yine Allahü teâlâ, hırsızlığın cezası hakkında "Allah'tan İbret verici bir ceza olmak üzere.." (Maide, 38) buyurmuştur. Bir kimse çekinip yemin etmediği zaman denilir. Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Âyet, Allah'ın azabının ve cezasının, başkasının azab ve cezasından daha şiddetli olduğuna delâlet etmektedir. Bu farklılığı izah hususunda, en makbul görüş şudur: Allah'ın dışındakilerin azabı devamlı olamaz. Halbuki Allah'ın âhiretteki azabı devamlıdır. Allah'tan başkasının azabından Cenâb-ı Hak insanı kurtarabilir. Allah'ın azabından kurtarmaya ise, hiç kimsenin gücü yetmez. Allah'tan başkasının azabı, ancak tek yönden olabiliradıyallahü anhllah'ın azabı ise, insanın her parçasını, her noktasını, bütün ruhunu ve bedenini sarar. 85"Kim güzel bir şefaatle şefaatte bulunursa, ondan kendisine bir hisse vardır. Kim de kötü bir şefaatle şefaatte bulunursa ondan kendisine bir pay (günah) vardır. Allah, her şeye hakkıyla kadir ve nazırdır". (Nisa, 85) Âyetinin Mâkabliyle Münasebeti Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Bu âyetin, kendinden önceki âyetle münasebeti hakkında şunlar söylenebilir: 1) Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber'e, ümmetini cihada teşvik etmesini emretmiştir. Cihad, güzel ve değerli ibadetlerdendir. Binaenaleyh O'nun, ümmetini cihada teşvik etmesi, onları güzel fiil ve taatlara teşvik etme manasına gelir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu âyette, güzel şefaatte bulunan kimseye, o şefaatinden bir hisse (sevab) verileceğini beyan etmiştir. Bundan maksad ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, o insanları cihada teşvik ettiği zaman, bundan dolayı onun büyük bir mükâfaata müstehak olacağını beyan etmektir. 2) Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, insanları cihada teşvik etmesini emredince, O'nun emrini kabul etmemeleri halinde insanların isyan ve diretmelerinden dolayı kendisi için herhangi bir kusur ve ayıbın söz konusu olmayacağını bildirmiştir. Sonra bu âyette de, eğer insanlar itaat edip O'nun teklifini kabul ederlerse, onlara, bu taatlarından ötürü, pek çok sevabın verileceğini beyan etmiştir. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak, resulüne, "O insanları cihada teşvik et. Eğer sözünü kabul etmezlerse, onların isyanından dolayı sen kınanmazsın. Yok eğer onlar sana itaat ederler ise, onların taatlarından dolayı en büyük mükâfaatı elde edersin" demiştir. Böylece peygamberini, ümmet-i Muhammed'i cihada sevketmesi için gayret göstermesi hususunda Allah tarafından bir teşvik olur. Bunun sebebi şudur: Onlar, Hazret-i Peygamaber'e itaat ettiklerinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) büyük mükâfaat elde ediyor; fakat onların isyanlarından dolayı kendisine bir günah terettüb etmiyor. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları taata teşvik hususunda olanca gayretini sarfetmiş, günaha hiç teşvik etmemiştir. İşte bundan dolayı o, onların taatı sebebi ile mükâfaat elde etmiş ama isyanları sebebi ile kendisine bir günah terettüb etmemiştir. 3) Şöyle de denebilir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanları savaşa teşvik edip, bu hususta bütün gayretini gösterince, bazı münafıklar, diğer bazı münafıkların savaşa katılmamaları için, Hazret-i Peygamber'e gelip şefaatçi oluyorlardı. İşte bunun üzerine, Hak teâlâ, böyle şefaatleri yasaklamış ve şefaatin, ancak Allah'a itaati yerine getirmeye bir vesile olduğu zaman güzel ve yerinde olacağını; ama bir günaha sebeb olacağı zaman ise bunun haram ve nahoş olacağını beyan etmiştir. 4) Şu da olabilir: Bazı mü'minler cihada istekli olmakta beraber hazırlıklı değil idiler. Bundan dolayı, bunların dışında kalan mü'minler, cihada gitmesi için o mü'minlere yardımcı olsun diye, onun nâmına başka bir mü'min nezdinde şefaatçi oluyorlardı. Böylece bu şefaat, taatı ifâ hususunda bir gayret olur. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, insanları bu şekilde şefaatçi olmaya teşvik etmiştir. Yaptığımız bütün bu izahlara göre, âyetin kendinden öncekilerle son derece güzel bir münasebeti vardır. Şefaat, (çift) kelimesinden alınmıştır."Şef", insanın kendisini, ihtiyaç sahibinin ihtiyacını giderme hususunda, onunla ortak olacak şekilde, adetâ onun bir yarısı kılmasıdır. Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: Bu âyette zikredilen "şefaat" hususunda şu izahlar yapılmıştır: 1) Bundan murad, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, mü'minleri cihada teşvik etmesidir. Bu böyledir, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mü'minlere savaşmalarını emrediyor ve böylece kendisini, cihadla elde edilmek istenen maksadların elde edilmesi hususunda onların bir parçası kılıyordu. Bir şeye teşvik etmek ise, tehdid yoluyla değil de, yumuşaklık ve nezaketle onu emretmekten ibarettir. Bu da bir nevi şefaattir. 2) Bundan maksad, daha önce de bahsettiğimiz gibi, bazı münafıkların cihada katılmasınlar diye diğer bazı münafıklar için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den müsaade isteyerek şefaatçi olmaları veyahut da bazı mü'minlerin, cihad için ihtiyaçları olan teçhizatı elde etme hususunda, (fakir) mü'minler için (zengin) mü'minler nezdinde şefaatçi olmalarıdır. 3) Vahidi, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan özeti şu olan bir söz nakletmiştir: "Güzel şefaat kişinin Allah'a imânına, kâfirlerle savaş sevabını ilave etmesidir. Kötü şefaat ise, kişinin inkârına, kâfirleri sevme ve onlara sıkıntı vermeyi bırakma günahını ilave etmesidir." 4) Mukâtil "Allah nezdinde şefaat ancak dua ile olur" der. O, bu görüşüne, Ebu'd-Derdâ (radıyallahü anh)'nın rivayet ettiği şu hadisi delil getirir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): Müslüman kardeşi için, gıyabında duada bulunursa, bu mutlaka kabul edilir ve melek o kimseye, "Aynısı senin için de olsun" diye (dua eder)" Ebu Davud Vitr, 29 (2/89). buyurmuştur ki işte âyette bahsedilen nasîb (hisse) budur. Kötü şefaata gelince, bu da şudur: Rivayete göre yahudiler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına girdiklerinde, "ölüm" manasına gelen "ölüm sizlere olsun" derlerdi. Derken Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnhâ), (selama benzetilerek söylenen) bu sözü duydu ve "Ölüm ve lanet size olsun. Demek siz, peygambere böyle diyorsunuz!" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Onların ne dediklerini anladım ve hemen peşinden de ' ve aleyküm" (size de olsun) dedim" buyurdu ve peşinden bu âyet nazil oldu. 5) Hasan el-Basri, Mücahid, Kelbî ve İbn Zeyd şöyle demişlerdir: "Âyette geçen şefaattan maksad, insanların kendi aralarında, biribirleri için yapmış oldukları şefaattir. Binaenaleyh dînen şefaat edilebilecek şey için yapılan, güzel şefaat; caiz olmayacak şey için yapılan şefaat ise, kötü şefaattir." Sonra Hasan el-Basri şöyle devam etmiştir: "Kim güzel bir şefaatta bulunmaya niyetlenirse, o şefaatta bulunamasa bile, onun bundan bir mükâfaatı olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Kim güzel bir şefaatle şefaatte bulunursa.." buyurmuş, "Her kimin şefaati (aracılığı) kabul edilirse..." dememiştir. Bu görüş Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Şefaatçi olun, ecir kazanın" Buhari, Zekat, 21; Müslim, Birr, 145 (4/2026) Ben derim ki: Bu şefaatin muttaka cihadla ilgili olması gerekir. Aksi halde âyetin, kendinden öncekilerle irtibatı kalmaz. Bu irtibat, ilk iki görüşe göre kurulabilir. Fakat son üç tefsire gelince, eğer bunlardan maksad âyetin sadece bu manalarda olduğunu söylemek ise, bu bâtıldır. Eğer bunun bâtıl olduğu kabul edilmez ise, âyetin kendinden önceki âyetlerle irtibatı kesilir. Eğer bundan maksad, son üç görüşü, ilk iki görüş meyanında âyetin lafzına dahil etmek ise, bu caizdir. Çünkü sebebin hususî oluşu, lâfzın umumiliğine mani olmaz. Dilciler, "kifl pay ve nasib manasınadır" demişlerdir. Hak teâlâ'nın, "Size, rahmetinden iki (kat) nasib versin" (Hadid, 28) âyetinde de kelime bu manadadır. Bu kelime, Araçların, devenin hörgücü üzerine bir çul dolayıp üzerine bindiğinde söylediği, sözlerinden alınmıştır. Çünkü Araplar, devenin sırtının hepsini değil, sadece bir kısmını kullandıkları için böyle demişlerdir. İbnü'l-Muzaffer şöyle der: "Aynısı başkası için hazırlanmadıkça "Bu, falancanın hissesidir" denilemez. "Nasib" kelimesi de aynıdır. Eğer bu tek olur ise, sen ona "kifl" veya "nasib" diyemezsin." Nasib İle Kifl Arasındaki Fark Eğer, "Cenâb-ı Hak, güzel şefaat için, "ondan kendisine bir nasib vardır", kötü şefaat için ise, "Ondan kendisine bir kifl vardır" buyurmuştur. Farklı olarak bu iki lafzın kullanılmasında bir incelik var mıdır?" denilirse, biz deriz ki: "Kifl", insanın kendisine itimad edip güvendiği hissenin adıdır. Devenin sırtı, o çul vesilesiyle, gelebilecek zararlardan korunduğu; binen kimse de o çul ile, kendi bedenini hayvanın sırtının vurmasından, böylece de bir eziyyet ve sıkıntı duymaktan koruduğu için, denilmiştir. Yine bir şeyi üstlenmiş, onu uhdesine almış olan kimseye denilir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) öl "Ben ve yetime kefil olan kimse, şunlar, yani (şu iki parmak gibi yanyanayizdir)." Keşfu 'l-Hafa, 1/206 Böylece, "kifl" kelimesinin, insanın menfaatine olan şeyleri elde etmek, zararına olan şeyteri de savuşturmak hususunda kendisine dayandığı bir pay, hisse manasına geldiği sabit olur. Bu sabit olunca, biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manası, "Kim de kötü bir şefaatle şefaatte bulunursa, o kimse için bu şefaatinden, hem dünyevi hem de uhrevî hususta, kendisine azık olacak bir hisse, bir pay olur.." şeklinde olur ki, bundan maksat, bunun zıddının meydana gelmesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onları pek acıklı biratab ile müjdele" . 21) buyurmuştur. Bundan maksad, hakkın zayi olmasına; bâtılın da kuvvet bulmasına müncer olan şefaatin, Allah katında büyük bir ikab ve cezaya sebebiyet vereceğine dikkatleri çekmektir. el-Mukît İsm-i Şerifinin Manası Cenâb-ı Hak sonra, "Allah her şeye hakkıyla kadir ve nazırdır" buyurmuştur. Bununla ilgili iki mesele vardır: (......) kelimesiyle ilgili iki görüş vardır: 1) Bu kelime, "her şeye kadir" anlamına gelmektedir. Bu görüşte olanlar, ez-Zübeyr İbn Abdilmuttalib'in şu beytini söylemişlerdir: "Kendisine kötülük yapmaya muktedir olduğum halde, bana karşı kin besleyen o kimseden nefsimi uzak tuttum, alıkoydum..." Bir başkası ise, şu beyitleri söylemiştir: "Ah keşke hileydim! Ve, o (amel defteri) açık olarak (bana) yaklaştırılıp; ben de çağrılarak hesaba çekildiğimde, ben, (o vakit) fazl-ü keremin lehime mi yoksa aleyhime mi olduğunu muhakkak bileceğim.. Çünkü ben, muhakkak hesaba kadirim" veya, "Rabbim, hesabı görmeye muktedirdir" (Lisânu'l-Arab, II / 75). Nadr İbn Şumeyl de şunu nakletmiştir: "Cesur ol, sabırsız ve korkak olma; azimli ol! Muhakkak ki ben, onlara kötü gelen şeylere karsı güçlü ve muktedirim." 2) Mukît kelimesi, "azık" anlamına gelen (......) kelimesinden müştaktır. Arapçada, bir kimse kendisiyle beslenip gıdalanacağı şeyi muhafaza edip koruduğu zaman denilir. O şeye, gıdaya ise, kût denilir. Bu da, muhafaza edilen mikdardan fazla olmayan (kıt kanaat kâfi gelen) şey demektir. Bu manaya göre mukît kelimesi, ihtiyacı kadar veren, gözeten bekçi demektir. Sonra Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Bu iki manadan hangisi olursa olsun, yapılan te'vîl ve tefsir doğrudur. Zira Allahü teâlâ, kendisi için şefaat edilene verdiği kadar hisse ve payı; şefaat eden kimseye de verir. Eğer bu şefaat iyi ise, onun mükâfaatı iyi; eğer kötü ise, onun karşılığı da kötüdür. Şefaat edene de verilmesi sebebiyle, şefaat edilenin mükâfaatında herhangi bir eksilme meydana gelmez. İkinci manaya göre, Allahü teâlâ her şeyin muhafızı olup, onların şahidi ve gözcüsüdür. Bizim hiçbir halimiz O'na gizli kalmaz. Binaenaleyh O, şefaat eden kimsenin, hak ya da bâtıl meselede şefaat ettiğini bilir. Bütün bunları muhafaza ve kaydedip, herkese bu bilgisine göre bir karşılık verir..." Cenâb-ı Hak, kendisinin bütün makdûrat ve mümkinata kadir oluşunun, kendisi için muhdes bir sıfat değil de ezelî bir sıfat olduğuna dikkat çekmek için, "Allah, herşeye hakkıyla kadir ve nazırdır" (Nisa, 85) buyurmuştur. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, (......) tabiri, şu veya bu zaman ve vakitle kayıtlanmaksızın, o şeyin, o vasfın, ezelden ebede kadar olacağına delâlet eder. 86"Bir selam ile selamlandığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile selamı alın veya onu ayniyle karşılayın.. Şüphesiz ki Allah, her şeyin hesabını hakkıyla alandır". Âyetin, kendinden önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir: a) Cenâb-ı Hak, mü'minlere cîhad etmelerini emredince, onlara, düşmanlarının razı olmaları halinde barış yapmalarını emretmiş ve âdeta "Siz de, o sulh ve barışa razı olun" demiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir selam ile selamlandığınız vakit siz ondan daha güzeli ile selamı alın veya onu ayniyle karşılayın" buyruğu O'nun, "Eğer onlar barışa meylederlerse sen de ona (sulha) yanaş" (Enfal. 61) ifadesi gibidir. b) Cihad esnasında, dâru'l-harbte ya da dâru'l-harbe yakın bir yerde, bir kimse birisine rastlar, ona selam verirdi. Ama o kimse, onun verdiği selama iltifat etmezse onu öldürürdü... Ve bazan öldürülen kimsenin müslüman olduğu ortaya çıkardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak bunu mü'minlere yasak etti ve onlara, kendilerine selam verip izzet ve ikramda bulunan kimselere, aynısıyla ya da daha fazlasıyla mukabelede bulunmalarını emretti. Zira o kimse kâfir olursa, ona bir çeşit izzet ve ikramda bulunması, o müslümana herhangi bir zarar vermez. Ama o kimse müslüman olur da, o da onu öldürürse, işte bu, en büyük zarar ve en büyük bozgunculuğa sebebiyyet vermiş olur. Tahiyye Kelimesinin Açıklaması (......) kelimesi (selamladı) fiilinin, "tef'iletun" vezninde masdarı olup, aslı, (tavsiye etmek) ve lendirmek) kelimeleri gibi, - dür. Araplar, Hak teâlâ'nın, cehennemeı bir atılış" (vakıa, 94) âyetinde de olduğu gibi, dört harfli fiillerde veznini, veznine tercih ederler. Böylece, (......) kelimesinin aslının, olduğu, daha sonra da, ya harflerini birbirine idgam ettikleri sabit olmuş olur. İkinci Mesele Bil ki Arapların İslâm'dan önceki âdetleri, birbirleriyle karşılaştıklarında, "Allah seni yaşatsın, uzun ömürler versin" şeklindeydi. Bu tabir (hayat, ömür) kelimesinden türemiştir. Buna göre biri diğerine, yaşaması, hayatta kalması dileğiyle dua etmek için böyle söylemektedir. Binaenaleyh, Araplara göre "tahiyye" birbirlerine "Allah seni yaşatsın, uzun'ömürler versin" demelerinden ibaret olmuş olur. İslâm döneminde ise, bu tabir "selâm" ifadesiyle değiştirildi. Böylece Araplar "tahiyye"yi selâm'in ismi kabul ettiler. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Kendisine kavuşacakları gün onlara edeceği tahiyye (sağlık dileği) selâmdır" (Ahzab, 44) buyurmuştur. Namaz kılan kimsenin, "Selamlar, Allah'adır" demesi de bu manadadır. Yani, "Belalardan emin olmak, esenlikte olmak Allah'a aittir..." demektir. Şairler de bunu söylemektedir. Nitekim Antere, "Çok eskilerden kalma bir ev harabesi tarafından selamlandın"; bir başkası da, "Selma, bizler seni selamlıyoruz!.. Öyleyse sen de bizi selamla!" demiştir. Selam, Herhangi Bir Temenniden Daha Mükemmeldir Bil ki, bir başkasına "Sana selam olsun" demesi onun "Allah seni yaşatsın..." demesinden daha tam ve mükemmeldir. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz: a) Diri olan kimse; her türlü âfetten salim olduğunda, muhakkak ki diri ve hayat sahibidir. Ama diri olan kimse, daima salim olamaz. Bazan onun hayatı ve yaşantısı, âfet ve belâlarla iç içe olur. Binaenaleyh, kişinin "Sana selam olsun..." ifadesi, onun "Allah seni yaşatsın" demesinden daha mükemmeldir. b) "Selam", Allah'ın isimlerinden birisidir. Binaenaleyh, söze Alalh'ın zikriyle veya kullarının esenliğinin devamını istediğine delâlet eden O'nun sıfatlarından birisiyle başlamak, o kimsenin, "Allah seni yaşatsın..." demesinden daha mükemmel olur. c) Bir kimsenin bir başkasına, "Sana selam olsun" demesinde, onu esenlikle müjdeleme bulunur... Ama o kimsenin, "Allah seni yaşatsın..." demesi, böyle bir mana ifade etmez. Binaenaleyh, birincisi daha mükemmel olur. Kur'ân, hadis ve aklî deliller de, "selam" lafzının daha faziletli olduğuna delâlet etmektedir. Kur'ân'ın delâlet etmesine gelince, bu birkaç yöndendir: 1) Bil ki Allahü teâlâ, mü'minlere oniki yerde selam vermiş, esenlik dilemiştir. Birincisi: Allahü teâlâ, sana sanki ezelde selam vermiş gibidir... Zira, görmez misin ki, o kendi zatını vasfederken, "Mülk-ü melekûtun yegâne sahibi. Noksanı mûcib her şeyden pâk ve münezzeh. Selam ve selâmetin tâ kendisi..." (Haşr, 23) buyurmuştur. İkincisi: O, Nuh (aleyhisselâm)'a selâm vermiş, bundan sana da bir pay ayırarak, "Denildi ki: "Ey Nuh, sana ve maiyyetinde bulunanlardan (gelecek mü'min) ümmetlere bizden bir selâm ve bereketlerle in (gemiden)..." (Hûd. 48) buyurmuştur. Üçüncüsü: Cenâb-ı Hak, Cibril'in lisanıyla selâm vererek, "Onda melekler ve ruh, Rablerinin izniyle, her bir iş için iner de iner. O, tan yeri ağarıncaya kadar bir selâmdır" (Kadr. 4-5) buyurmuştur. Müfessirler şöyle demektedirler: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ümmetinin, Hazret-i İsa ve ve Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın ümmetleri gibi olmasından endişelenince, Cenâb-ı Hak, "Sundan dolayı üzülme, çünkü ben seni dünyadan çıkarsam bile, Cibril'i senin halifen kılacağım. O, her Kadir gecesinde ümmetine inecek ve onlara benim selamımı tebliğ edecek" buyurmuştur. Dördüncüsü: Cenâb-ı Hak, Musa (aleyhisselâm)'nın lisanı ile sana (ve ümmetine) selam vermiştir. Çünkü O, "Selam, doğruya tâbi olanlara.." rrâhâ, 47)buyurmuştur. Sen, hidayete tâbi olduğun zaman, sana Musa'nın selamı ulaşmış olur. Beşincisi: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'jn lisanıyla sana selam vermiştir. Nitekim, "riamdolsun Allah'a, selam olsun O'nun beğenip seçtiği kullarına..." (Neml. 59) buyurmuştur. Allah, imana hidayet edip sevkettiği herkesi, muhakkak ki beğenip seçmiştir, Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sonra biz o kitabı, kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık" (Fatır, 32) buyurmuştur. Altıncısı: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bizzat kendi lisanıyla selâm vermesini emrederek, "Ayetlerimize iman edenler sana geldiği zaman de ki: "Selam sizler.." (Enam, 54) buyurmuştur. Yedincisi; Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetine, sana selam vermelerini emrederek, "Bir selâm ile selamlandığınız vakit siz ondan daha güzeli ile selamı alın veya onu ayniyle karşılayın" (Nisa, 86) buyurmuştur. Sekizincisi: Ölüm meleğinin lisanıyla sana selam vererek, ", . ki bunlar, meleklerin pak ve âsûde olarak canlarını alacakları kimselerdir... selam sizlere..." (Nahl, 32) buyurmuştur. Bu hususta şöyle bir rivayet bulunmaktadır: "Ölüm meleği, müslümanın kulağına, "Cenâb-ı Hak sana selam yolladı ve "Bana icabet etsin, çünkü gerek benr gerek cennetler ve gerekse güzel huriler (hûr-i 'ıynler) sana müştaktırlar" dedi" der. Bu müjdeyi duyan mü'min kimse, ölüm meleğine, "Bu müjdeyi verene, tarafımdan bir hediyye vardır. Canımdan daha aziz ve daha değerli bir hediyye yoktur... O halde, sana bir hediyye olmak üzere al canımı!.." der. Dokuzuncusu: Temiz ve temizlenmiş ruhlar tarafından sana selam verilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer ashab-ı yeminden ise, artık ashab-ı yeminden selam sana.." (vakıa, 90-91) buyurmuştur. Onuncusu: Cennet bekçilerinin seçkinlerinin lisanıyla selam vererek, "Rablerini sayanlar ise, bölük bölük cennete sevk edildi. Nihayet oraya varıp kapılan açılınca, bekçiler şöyle dediler: "Selam size! Tertemiz geldiniz! Artık ebedi kalmak üzere girin buraya" (Zümer, 73) buyurmuştur. Onbirîncisi: Ümmet-i Muhammed cennete girdiğinde, melekler onları ziyaret ederek selam verirler. Cenâb-ı Hak, "Melekler de herbir kapıdan onların yanına girecekler ve, "sabrettiğiniz şeylere mukabil sizlere selam.. Dünya hayatının ne güzel sonucudur bu!" (Rad 23-24) buyurmuştur. Onikincisi: Vasıtasız olarak doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'ın selamıdır. Ki bu O'nun, "Kendisine kavuşacaktan gün, onlara edeceği sağlık dileği selamdır.." (Ahzâb, 44) ve "Çok merhametli Hab'den bir de selam vardır" (Yâsin. 58) âyetleriyte beyan ettiği husustur. İşte bu esnada, herkesin selamı yok'olur. Zira, Hâlık'ın nurunun tecellisi karşısında, mahlûkat baki kalamaz. 2) Selamın faziletine delâlet eden Kur'ânî delillerden birisi de şudur: Esenlik ve ikrama en fazla ihtiyaç duyulan vakitler üçtür. Başlangıç (doğum), ölüm ve öldükten sonra dirilme vakitleridir. Allahü Teâlâ Yahya (aleyhisselâm)'ya ikram edince, ona, bu üç vakitte esenlik va'adederek ikramda bulunmuş ve, "Dünyaya getirildiği gün de, öleceği gün de, diri olarak kaldırılacağı gün de ona selam olsun" (Meryem. 15) buyurmuştur. İsa (aleyhisselâm) da aynısını söyleyerek, "Doğduğum gün de, öleceğim gün de, diri olarak kaldırılacağım gün de selam benim üzerimedir" (Meryem, 33) buyurmuştur. 3) Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapıfan ta'zim ve saygıyı belirterek, "Şüphesiz ki Allah ve melekleri, o peygambere çok salât (ve ta'zîm) ederler..." (Ahzab. 56) buyurmuştur. Bu âyetin tefsiri hususunda şu rivayet edilmiştir: "Yahudiler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına girdiklerinde, "Ölüm sana!" derlerdi... İşte bundan dolayı da, Hazret-i Peygamber çok üzüiürdü. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hazret-i Cebrail (aleyhisselâm)'i göndererek, "Eğer yahudiler, "ölüm sana!" diyorlarsa, ben de, herşeyi kuşatıcı olan celâl sıfatımla "Benden selam olsun sana!" diyorum..' buyurdu. İşte bunun üzerine, "Şüphesiz ki Allah ve melekleri, o peygambere çok salât (ve tazîm) ederler" (Ahzab. 56) âyetini indirdi. Selamtn faziletine delâlet eden hadise gelince, bu, Abdullah İbn Selâm'ın rivayet etmiş olduğu şu hadistir: "Allah Resulünün geldiğini duyduğumda, insanların oluşturmuş olduğu kalabalığa karıştım. Allah Resulünden duyduğum İnsanlar, aranızda selamı yayın... Yemek yedirin, sıla-i rahimde bulunun ve insanlar uyurken, siz geceleyin namaz kılın. (Eğer bunları yaparsanız), selam ve esenlikle cennete girersiniz" Buhari, İman, 20; Tirmizi, Et'ime, 45 (4/286-287). demesi olmuştur. Selamın Faziletine Dair Aklî Deliller Akli cihetten selamın faziletine delâlet eden hususlar ise pek çoktur: a) Ulemâ şöyle demektedir: "Hristiyanların selam şekli, ellerini ağızlarına kapamaları; yahudilerinki, birbirlerine parmaklarıyla işaret etmeleri; Mecusilerinki, başlarını eğmeleri; Araplarınki, birbirlerine, "Allah sana ömürler versin..."; hükümdarlara ise "İyi sabahlar..." demeleri; müslümanlarınki ise, birbirlerine "Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun" demeleri şeklindedir. Müslümanların" bu selam şeklinin, selam çeşitlerinin en şereflisi ve en iyisi olduğunda şüphe yoktur. b) Selam, her türlü afet ve belalardan emin olmayı ihsas ettirir. Hiç şüphesiz, zarardan korunmayı temin etmeye çalışmak, bir menfaat temin etmeye çalışmaktan daha evlâdır. c) Bir fayda temin etmeyi vaadeden bir kimse, bazan onu hakkıyla yerine getirirken, bazan ifa edemez. Ama, zarar vermeyeceğine söz veren bir kimse, muhakkak ki sözünü yerine getirir... Selam, işle buna delâlet etmektedir. Böylece müslümanların selamının, bütün selam çeşitlerinin en üstünü olduğu sabit olmuş olur. Bazı şahıslar şöyle demişlerdir: "Herhangi bir eve giren Kimsenin, orada bulunanlara selam vermesi vacibtir." Onlar, bu görüşlerine delil olarak da şunları zikretmişlerdir: a) Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, kendi evlerinizden başka evlere, oradakilerden izin alıp onlara selam vermeden girmeyin..." (Nur, 27) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "...aranızda selamı yayın..." buyurmuştur ki, emir vücub ifade eder. b) Bir kimsenin yanına giren kimse, adeta onu arıyor demektir. Yanına girilen kimse ise, onun hayır veya şer bir maksatla aradığını bilemez. Onun yanına giren kimse, ona "Allah'ın selamı üzerine olsun..." dediğinde, onu esenlik ve emniyetle müjdelemiş, böylece onu korkularından emin kılmıştır. Müslümanlardan zararı giderip onlara zarar vermemek vacibtir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Müslüman, elinden ve dilinden müslümanların bir kötülük görmediği kimsedir Keşfu'l-Hafa, 2/210 (Müslim'den – izahı için bkz.); Buhari, İman, 3. buyurmuştur. Binâenaleyh, sefam vermenin vacib olması gerekir. c) Selam, müslümanların bir şiarıdır. İslam'ın şeairini (şiarlarını) izhar etmek ise vacibtir. Meşhur olan görüş ise, selam vermenin vacib değil bir sünnet olduğudur. Bu, İbn Abbas ve en-Nehaî'nin görüşüdür. Alimler, selamı almanın vacib olduğu hususunda ittifak etmişlerdir ki, onların delilleri şunlardır: 1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir selam ile selamtandıgınız vakit, siz ondan daha güzeli ile selamı alın veya onu ayniyle karşılayın..." (Nisa, 86) âyetidir. 2) Selamı almamak, bir ihanet (karşıdakini hor ve hakir görmek)tir. Bu ise bir zarardır; zarar vermek ise haramdır. Selamda, en fazla söylenebilecek sözler, teşehhüdde bu kadarının varid olmuş olmasının delaletiyle, "Allah'ın selamı rahmeti ve bereketleri üzerinize ölsün!" denilmesidir. Bil ki Cenâb-ı Hak, "Siz ondan daha güzeli ile selamı alın veya onu ayniyle karşılayın" buyurmuştur. Alimler, selamın en güzelinin şöyle olduğunu söylemişlerdir: Müslüman bir kimse, "Allah'ın selamı üzerinize olsun!" dediğinde, bu selam alınırken, "rahmet" sözü de ilave edilerek, "Allah'ın selamı ve rahmeti, sizin de üzerinize olsun..." denilmek suretiyle alınır. Eğer, selam veren kimse, ta başta Allah'ın hem selamını hem de rahmetini ifade etmişse, bu selamı alan kimse buna "bereket" lafzını ekler. Eğer selam veren kimse, başta bu üç şeyi de zikrederse, bu selamı alan kimse de, o üç şeyi aynen tekrar eder. Rivayet olunduğuna göre bir kimse Hazret-i Peygamber'e, "Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın selamı üzerinize olsun!" dediği zaman, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi senin iştir Bir başkası O'na de üzerine olsun "diye karşılık vermiştir. Bir başkası O'na, Allah'ın selamı ve rahmeti üzerine olsun!" dediğinde, Hazret-i Peygamber yine Allah'ın selamı rahmeti ve bereketi senin üzerine de olsun!" cevabını vermiştir. Bir üçüncü şahıs gelerek Hazret-i Peygamber'e "Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun!" deyince, Hazret-i Peygamber de "Allah'ın selamı rahmeti ve bereketi senin üzerine de olsun!" karşılığını vermişti. Bunun üzerine adam, "Ya Resûlellah, benim için noksan söyledin!" Hani Allah, "Siz ondan daha güzeli ile selamı alın..." buyurmuştu, nerede!" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sen bana, söyleyeceğim bir fazlalık bırakmadın; bu sebeple, senin söylediklerini sana aynen tekrarladım" buyurmuştur. Beşinci Mesele Selam veren kimse "selam, üzerine (üzerinize) olsun"; selamı alan da, "selam sizin üzerinize de olsun" der. İşte selamda güzel olan tertib budur. Bu konuda hatırıma gelen şudur: Selam veren kimse, "Allah'ın selamı üzerinize olsun" (selamün aleyküm) dediğinde, Allah'ın ismiyle başlanmış olur. Selamı alan da, "Ve aleykümü's-selam" (selam sizin üzerinize de olsun) dediğinde, Allah'ın ismi ile sözünü bitirmiş olur. Bu, Hak teâlâ'nın "O, hem evveldir, hem ahirdir" (Hadîd, 3) âyetine de uygun düşmüş olur. Hem başlangıç, hem de sonuç Allah'ın ismi ile olunca, bu ikisi, arasında kalan şeyin, O'nun isminin bereketiyle, makbul olması beklenir. Bu tıpkı, "Gündüzün iki tarafında, gecenin de yakın saatlerinde güzelce namaz kıl. Çünkü güzellikler kötülükleri giderir" (hud, 114) âyetinde ifade edildiği gibidir. Binâenaleyh ilkin selam veren kimse bu sıraya uymayıp "ve aleykümü's selam" dese, sünnete muhalefet etmiş olur. Bu durumda, selam alan kimsenin de, yine "ve aleykümü's-selam" demesi uygun düşer. Çünkü selam veren birinci şahıs Allah'ın adını başta söylemeyi terkedince, ötekisi yani selamı alan, işin sonunda Allah'ı zikirle bitirmeyi terk edemez. Selamun Veya es-Selamu Demenin Caiz Olduğu Selam veren kimse isterse "selamün aleyküm" der, isterse "es-selamü aleyküm" der. Nitekim, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Nuh "Ya Nuh, bizden bir selam ile, in" (hûd, 48) dedi; Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'den naklen, "selam sana olsun. Senin için Rabbime istiğfar edecegtm" 48); Hazret-i Lût (aleyhisselâm)'un kıssasında, "(o melekler) "selam"'demişlerdi, (Hazret-i İbrahim de) "selam" dedi." (Zariyat, 25); Yahya (aleyhisselâm)'ya "Ona selam olsun" (Meryem. 16) ; Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den naklen de, "De ki: "Hamdolsun Allah'a, selam olsun Onun beğenip seçtiği kullarına" (Neml. 59); meleklerden naklen, "Melekler her bir kapıdan onların yanına sokulacak (ve) "sabrettiğiniz şeylere mukabil sizlere selam olsun" (Rad, 23-24); kendisinden "Çok merhametli Rablerinden bir selâm..."(Yâsin.58)ve "Deki: "Selam sizlere..." (Enam, 54) buyurmuştur. Bu kelimeyi elif-lamlı olarak es-selamü şeklinde de şu âyetlerde getirmiştir: Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan naklen, Artık İsrailoğullarını bizimle gönder. Onlara işkence etme. Biz, sana Rabbinden hakiki bir âyet getirdik. Selam doğruya tabî "olanlaradır" (Taha, 47) ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'dan naklen "Doğduğum gün de, öteceğim gün de, diri olarak kaldırılacağım gün de selam benim üzerimedir" (Meryem, 33) buyurmuştur. Böylece her iki şekilde kullanmanın da caiz olduğu sabit olur. Fakat namazdan çıkmak için mutlaka "es-selamu aleyküm" şeklinde elif-lamlı getirilmesi hususunda alimler ittifak edip, bunun dışında kalan yerlerde, "elif-lamlı mı, elif lamsız mı getirmek efdaldir?" konusunda ihtilaf etmişlerdir. Selâmün Diye Nekire Olarak Söylemeyi Efdal Bulanlar Bazıları elif-lâmsız (nekire) olarak kullanmanın efdal olduğunu söylemişlerdir. Bunların delilleri şunlardır: 1) Bu kelime, Kur'an'da daha çok nekire olarak kullanılmıştır. Binâenaleyh nekire olarak kullanılması daha efdaldir. 2) Yukarıda yazdığımız âyetlerde de olduğu gibi, gerek Allah, gerek melekler, gerekse mü'minlerce, bu kelime nekire olarak kullanılmıştır. Fakat marife (elif-lamlı) Olarak kullanılışı, insanın kendi kendisine selamı için kullanılmıştır. Nitekim Hazret-i Musa (aleyhisselâm) "es-selam, doğruya tâbi olanlaradır" (Tâhâ. 47) ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm), "es-selam benim üzerimedir..." (Meryem. 33) demiştir. 3) Akla uygun olan şudur: Elif-lamlı olan selam kelimesi, ifade ettiği şeyin aslına, nekire olan ise ifade ettiği şeye, kemal vasfı ile beraber delalet eder. Binâenaleyh nekire oluşu daha evladır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sünnet olan, binitimin yayaya; ata binenin, eşeğe binene; küçüğün, büyüğe; az sayıda olanların çok sayıda olanlara, ayakta olanın oturana selam vermesidir" Müslim, Selam, 1 (4/1703). buyurmuştur. Ben derim ki: Birincisinin, şu iki sebebi olabilir: a) Binitli olan daha heybetlidir. Binâenaleyh onun selamı, kendisinden korkulmasını gidermeyi ifade eder. b) Onun tekebbür etme ihtimali daha fazladır. Binâenaleyh bu tekebbürü kırmak için, önce onun selam vermesi emredilmiştir. Ayakta olanın oturana selam vermesi hususuna gelince, bunun sebebi şudur: Çünkü ayakta olan, oturanın yanına gelmektedir. Binâenaleyh gelenin, hayır ile (iyi niyetle) gelmesi gerekir. Selamda sünnet olan, onu sesli olarak vermektir. Çünkü bu, sevinci ve sevgiyi daha fazla kalbe sokar. Selamda sünnet olan, onu yaymak ve her mü'mine vermektir. Çünkü selamı belli kimselere tahsis etme, nefret doğurur. Selam esnasında musafaha etmek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in adetidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "İki Müslüman musafaha yaptığında, ağacın yapraklarının döküldüğü gibi, günahtan dökülür" Ebu Davud 142 (4/354); İbn Mace 15(2/1220) (Aynı manada bir hadis). buyurmuştur. Onbirinci Mesele Ebu Yusuf, "Bir kimse, bir başkasına "Falancaya benden selam söyle" dediğinde, o kimsenin bu selamı iletmesi vacib olur" demiştir. Bir adamla karşılaştığında, hem o adama, hem de o adama müvekkel olan iki meleğe selam vermeyi kastederek, "selamün aleyküm" (selam üzerinize olsun) de. Çünkü sen onlara selam verdiğinde, o iki melek de senin selamını alırlar. Selamı melek tarafından alınan kimse, Allah'ın azabından kurtulur. İçinde kimse bulunmayan bir yere ve eve girdiğinde selam ver. Zira, a) Sen, bu durumda, kendi kendine Allah'ın selamını vermiş olursun. b) Orada bulunan mü'min cinlere selam vermiş olursun. c) Orada bulunan şeytanlardan ve her türlü eziyet verecek şeyden, verdiğin selamın bereketi ile, selamette olmayı istemiş olursun. Sünnet olan, gerek selamı verenin, gerekse alanın, temiz oldukları halde selamlaşmalarıdır. Rivayet olduğuna göre birisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) def-i hacette bulunurken Ona selam vermişti. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) def-i hacetten kalkmış, teyemmüm etmiş ve sonra onun selamını almıştır. Onbeşinci Mesele İki müslüman birbiri ile karşılaştığında, herbiri kendisinin daha mütevazı olduğunu göstermek için, önce selam verme gayretine girmeleri sünnettir. Selam Vermenin Caiz Olmadığı Durumlar Biz şimdi de, selam verilmesi caiz olmayan, şu sekiz yeri sayalım: a) Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yahudilerle karşılaştığında ilk selam veren kendisi olmazdı. Ebu Hanife (r.h)'nin, ne mektup yazmada ne de başka bir durumda onlara selam ile başlanamıyacağını söylediği rivayet edilmiştir. Ebu Yusuf'tan da, yahudilere selam verilmeyeceği ve onlarla musafaha yapılmayacağı görüşü nakledilmiştir. Sen yahudilerin yanına varırsan, "selam, hidayete tâbi olanlara olsun" de. Bazı alimler gerekirse yahudilere ilk önce sefam verilebileceğine ruhsat vermişlerdir. Fakat yahudiler bize selam verdikleri zaman, ekseri âlimler, sadece "ve aleyke" "senin de üzerine olsun" denilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Bunun aslı şudur: Onlar, Hazret-i Peygamber'in yanına girerken "es-sâmu aleyke" (ölüm sana) diyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "ve aleyküm" (sizin de üzerinize...) diyordu. İşte sünnet buna göre cereyan etmiştir. Sonra burada fer'î bir mesele vardır ki o da şudur: Biz onlara "ve aleykümüs-selam" (selam sizin de üzerinize olsun) diye karşılık verdiğimizde, "ve rahmetullahi" (ve Allah'ın rahmeti...) ifadesini kullanmamız caiz midir? Hasan el-Basrî. kâfire, "ve aleykümü's-selam" denilebileceğini, ancak bir mağfiret taleb etme manasına gelen, "ve rahmetullahi" ifadesinin söylenemiyeceğini belirtmiştir. Şa'bi'ye, bir hristiyana "Allah'ın selamı ve ranmeti üzerinize olsun" (ve aleykümüs selamu ve rahmetüllahi) dediğinde, bu husus hatırtatılınca, "o hristiyan zaten Allah'ın rahmeti içinde yaşamıyor mu?" dediği rivayet edilmiştir. b) İmam cum'a hutbesini okurken, cemaata gelen kimsenin, insanlar toplanma ile meşgul oldukları için, selam vermesi uygun olmaz. Fakat eğer o selam verir ve cemaattan bazıları selamını alırsa, bunun da bir mahzuru yoktur. Eğer onlar selam işareti yapmakla iktifa etseler, daha iyi olur. c) İnsan hamama girip, insanları peştemal sarınmış olarak görür ise, onlara selam verir. Eğer içerideki insanlar peştamalsız (çıplak) iseler, onlara selam vermez. d) Kur'an okuyan kimseye, selam vermemek daha evlâdır. Çünkü o selamı alırsa, kıraatini kesmiş olur. Hadis rivayeti ve ilim müzakeresi ile meşgul olanlar hakkındaki hüküm de aynıdır. e) Zikrettiğimiz sebebten ötürü, ezan okuyan ve kamet getiren kimseye de selam verilmez. F)Ebu Yusuf, tavla oynayan, şarkı söyleyen ve güvercin (kuş) uçuran kimselere selam verilmeyeceğini söylemiştir. Herhangi bir günah ile meşgul olan herkese de selam verilmemesi aynı hükme tabidir. g) Def-i hacetteki kimseye de selam verilmez. Zira bir müslüman, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) def-i hacette iken, ona rastlar ve selam verir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), duvarın arkasından kalkar, teyemmüm eder ve sonra adamın selamını alıp, "Eğer, "Ona selam verdim de, selamımı almadı" demenden çekinmeseydim şimdi senin selamını almazdım. (Bundan sonra) beni bu halde gördüğünde, bana selam verme. Eğer selam verirsen, selamını almam" buyurur. Bir insan, evine girdiğinde hanımına selam verir. Eğer evinde, yabancı bir kadın bulunursa selam vermez. Selamı almanın hükümleri, sekizdir: 1) Cenâb-ı Hakk'ın "Bir selam ile selamlandığmiz vakit siz ondan daha güzeli ile selamı alın" âyetinden dolayı, selamı almak farzdır. Bir de selamı almamak, bir hor ve hakir kılma (küçümsemedir. Küçümseme ise bir zarardır ve zarar vermek haramdır. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, "Bir müslüman topluluğa uğrayan ve onlara selam veren kimsenin selamını onlar almazlar ise, Ruhu'l-Kudüs (Cebrail) onlardan ayrılır ve o kimsenin selamını melekler alır" dediği rivayet edilmiştir. 2) Selam almak, farz-ı kifayedir. Selam verilen topluluktan bir kısım insanlar selamı aldıklarında, bu farziyet diğerlerinden düşer. Selam verene karşı bir değer verme ve İkramı göstermek için, hepsinin bu selamı alması daha evlâdır. 3) Selamı hemen almak farzdır. Binâenaleyh bir kimse selam almayı geciktirir ve zamanı geçerse, zamanı geçtikten sonra selamı alsa bile bu, selam alma değil, sanki yeni selam verme gibi olur. 4) Bir kimseye mektupta bir selam geldiğinde, ona da mektupla karşılık vermek farzdır. Çünkü Allah tealâ, "Bir selam ile selamlandığınız vakit siz ondan daha güzeli Ues selamı alın.." buyurmuştur. 5) Bir kimse selam verdiğinde, selamı alan kimsenin, "ve aleykümüs-selam" demesi farzdır. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın "Dahagüzeli ile selamı alın" emrine girebilmesi için, buna "ve rahmetullahi ve berekâtuhu" ifadesini eklemek sünnettir. Ama selam veren kimse eğer, "es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuhu" derse, âyetin zahiri, bu selamı alacak kimsenin, "ve aleykümü's-selam" demekle iktifa etmesinin caiz olmadığını gösterir. 6) Ebu Hanife (r.h)'nin, "selamı alan kimsenin, sesini çok yükselterek selamı alması doğru değildir" dediği rivayet edilmiştir. 7) Yabancı bir kadın insana selam verse, selam verilen kimse de onun selamını almada bir fitne ve töhmet olmasından korksa, selamı alması vacib değildir. Aksine evla olan erkeğin de selam vermemesidir. 8) Biz, erkeğin de yabancı kadına selam vermeyeceğini söyledik. Zira kadının selamı alması vacib değildir. Çünkü erkek zaten yasak olan bir iş yapmıştır. Binâenaleyh o işin varlığı yokluğu birdir. Yapılan Hibaden Şahsın Vazgeçmesi Mümkün Müdür? Daha önce de açıkladığımız gibi, selam, ikramda bulunmaktan bir kinayedir. Binâenaleyh her türlü ikram, bu "selam" kelimesinin muhtevasına girer. Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: Ebu Hanife (r.h), "Bir kimse, mahremi olmayan kimseye bağışta bulunsa, o bağışa karşılık bir bağış almadıkça, ondan vazgeçebilir. Fakat ona bir karşılık aldığında, ondan dönemez" demiştir. Şafiî (r.h) ise, o kimsenin çocuğuna verdiği bağıştan (hibeden) dönebileceğini, fakat akrabası olmayan birisine yaptığı bağıştan dönemeyeceğini söylemiştir. Ebu Bekir er-Razi (el-Cessas), Ebu Hanife'nin doğruluğuna, bu âyeti detil getirerek şöyle demiştir: "Hak teâlâ'nın, "Bir selam ile selamlandığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile selamı alın" âyetinin manasına, birşeyi teslim edip verme de girer. Dolayısı ile "birşey teslim edip verme" ifâdesine, hibe de girer. Âyetin muktezasına göre, daha iyisi ile karşılık verilmediğinde hibeden vazgeçilmesi gerekir. Bu gerekli sayılmasa bile, en azından caizdir." İmam Şafiî (r.h) şöyle demiştir: "Âyetteki emir, mendub oluşu gösterir. Zira hibeye, daha azı ile karşılık verildiğinde, her ne kadar âyetin zahiri daha iyisi ile karşılık verilmesi gerektiğini ifade ediyor ise de, icmaya göre, ondan vazgeçmek mümkün değildir." Şafiî böyle deyip sonra buna, Ibrr Abbas ile İbn Ömer'in, Hazret-i Peygamber'den rivayet ettikleri şu hadisi delil getirmişlerdir: O, şöyle buyurmuştur: "Babanın çocuğuna verdiği şeyler hariç, hiç kimsenin yapnğ, bağıştan veya hediye ettiği hibeden dönmesi helal olmaz, " Buhari, Hibe, 30; Nasaı, Hibe, 2 (6/265). İşte bu hadis, yabancı kimseye yapılan hibeden dönmenin haram, babanın evladına yaptığı hibeden dönmesinin ise caiz olduğu hususunda bir nasstır. Cenâb-ı Hakk'ın "El-Hasib" İsminin İzahı Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah, her şeyin hesabını hakkıyla alandır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu ifadede yer alan ifadesi hakkında iki görüş bulunmaktadır: a) Bu, tıpkı yiyen, içen ve oturan manasında olmak üzere, kelimeleri gibi, (insanı) yaptıklarından dolayı hesaba çeken, muhasebe eden manasındadır. b) Arapların "Bana kâfidir, yeter!" manasında söyledikleri, tabirinde olduğu gibi, "yeten, kâfi gelen.." manasındadır. Cenâb-ı Hakk'ın, Bana Allah yeter" (Tevbe. 129) ifâdesi de böyledir. Bu ifadeden maksad, va'id (tehdid)dir. Biz daha önce bir müslümanın, yine müslüman bir adama selam verdiğini; sonra bu müslümanın, selam veren o adamın halini iyice araştırmayıp, malını almak arzusu ile, (kâfir diye) onu öldürdüğünü; Allahü teâlâ'nın da bunu men ederek, "Bir selam ile selamlanûığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile selamı alın veya onu ayniyle karşılayın" yani "onu öldürmeye yeltenmekten kaçınınız" buyurduğunu açıklamıştık. Sonra Hak teâlâ, buyurmuştur: Bu, "O, amellerinize mukabil sizi hesaba çeker ve amellerinizin karşılığını size vermede katidir. Binâenaleyh bu mükellefiyete muhalefet etmekten kaçınınız" demektir. Bu ifade kanın (hayatın) muhafazasına ve kan dökmekten men etme hususunda, büyük bir itina gösterildiğine delalet eder. 87"Allah, kendisinden başka hiçbir tanrı olmayandır. Hakkında hiçbir şüphe olmayan kıyamet gününe, elbette hepinizi toplayacaktır. Allah'dan daha doğru sözlü kimdir?". Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Nisa 87 Ayetinin, Daha Önceki Ayetlerle İrtibatı Bu âyetin, daha önceki âyetlerle münasebeti hususunda iki izah şekli vardır: 1) Biz, Hak teâlâ'nın "Bir selam ile selamlandığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile selamı ata..." âyetinden maksadın, müslüman bir kimsenin (kâfir diye) öldürülmemesini temin etmek olduğunu; sonra Cenâb-ı Hakk'ın bunu, "Şüphesiz ki Allah herşeyin hesabını hakkıyla alandır" buyruğundaki va'id ile te'kid etmiş olduğunu açıklamıştık. Sonra Allahü teâlâ bu va'idi de, bu âyet ile iyice te'kid ederek, burada tevhid ile adaletin birbirinden ayrılmayan iki şey olduğunu beyan etmiştir. Buna göre âyetteki, "Kendinden başka hiçbir tanrı yoktur" sözü tevhide; "Kıyamet günü, elbette hepinizi toplayacaktır" sözü ise adalete işarettir. Bu, "Allah, kendinden başka hiçbir tanrı olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler ve ilim sahipleri de..." (Al-i İmran. 18) ve "Şüphe yok ki ben, (evet) ben Allah'ım; benden başka hiç bir tanrı yoktur. Öyleyse bana ibadet et. Beni hatırlamak ve anmak için namaz kıl" (Tahâ. 14) ayetleri gibidir. Bu ifadeler, tevhide işaret etmektedir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü kıyamet şüphesiz gelecektir. Onun vaktini, herkes yaptığının karşılığını görsün diye, gizliyorum" (Tâhâ, 15) buyurmuştur. Bu, adalete işarettir. İşte aynı şekilde bu âyette de, Hak Teâla, kendi hükmüne ve hikmetine uygun düşenin, gelmiş geçmiş herkesi Kıyamet meydanında toplamak ve böylece mazlumun hakkını zalimden almak olduğunu beyan etmiştir. Şüphe yok ki bu, şiddetli bir tehdiddir. 2) Allahü teâlâ, burada sanki şöyle demektedir: "Kim size selam verir ve uzun ömürler dilerse, siz onun selamını kabul edin, ikramda bulunun ve ona zahire göre muamele edin. Çünkü batmda olan şeyleri, ancak kendisinden başka tanrı olmayan Allah bilebilir. Muhakkak ki insanların gönüllerinde, biribirlerine karşı taşıdıkları gerçek niyetler, Kıyamet günü ortaya çıkacaktır. İkinci Mesele Keşşaf sahibi şöyle demiştir, (......) sözü, ya mübtedanın haberidir, yahut da bir i'tirâziyye cümlesi olup, mübtedâ olan "Allah" lafzının haberi, (......) ifadesidir. Bunun başındaki, lâm-ı kasem olup, takdiri, "Allah'a yemin olsun ki elbette hepinizi toplayacaktır" şeklindedir. Üçüncü Mesele Bir kimse şöyle diyebilir "Hak teâlâ niçin, "Kıyamet gününde)" dememiştir? Buna iki şekilde cevap verilir: 1) Bundan murad, "O sizi, ölümde veya kabirlerinizde Kıyamet gününe kadar toplar" demektir. 2) "O sizi, Kıyamet gününe ulaştırıp toplayacak, sizi o günde bir araya getirmek suretiyle, sizinle o günü birbirinize kavuşturacaktır." Zeccâc, "Kıyametin, insanların kabirlerinden kalkmalarından dolayı "kıyamet" diye adlandırıldığı söylenebileceği gibi, insanların hesap vermek için kalkmış olmalarından ötürü, yine bu isimle adlandırılmış olabileceğinin caiz olduğunu" söylemiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Alemlerin Rabbi (huzurunda hesap vermek) ipin insanların kalkacağı günde..." (Tatfif. 6) buyurmuştur. Keşşaf sahibi, (......) ve (......) lafızlarının, (matlub, maksut) lafızları gibi aynı manada olduğunu söylemiştir. Bil ki, âyetin zahiri, Allahü teâlâ'nın, kıyametin mutlaka olacağına, bunun başlıca delilinin ise kendisinin bunu bildirmesi olup onun hak olduğuna delâlet etmektedir. Bu böyledir, çünkü usule dair meseleler iki kısımdır: a) Nübüvvetin gerçekliğinin anlaşılması, kendisinin gerçekliğinin bilinmesine muhtaç olan kısım. b) Böyle olmayan bilgi... Birincisi, mesela bizim, âlemin, bütün malumatı bilen ve bütün mümkinata kadir olan bir yaratıcıya muhtaç olduğunu bilmemiz gibi. Zira biz bunu bilemediğimiz müddetçe, bizim, peygamberlerin doğruluğunu bilmemiz mümkün olmaz. Binâenaleyh, durumu böyle olan her meselenin, Kur'an ve peygamberlerin haberleriyle isbat edilmesi imkânsız olur. Aksi halde "devir" gerekir. İkinci kısım ki bu, nübüvvetin sıhhatini bilmenin, kendisinin sıhhatini bilmeye dayanmadığı diğer bütün meselelerdir. Binâenaleyh, bütün bunlar Allah'ın kelamı ve haberleriyle isbat edilmesi mümkün olan hususlardandır. Kıyametin kopmasının bu ikinci kısımdan olduğu malumdur. Binâenaleyh hiç şüphesiz, kıyametin vukûunun Kur'an ve kelamullah ile isbat edilmesi mümkündür. Böylece, kıyametin vukuuna dair Allah'ın haberleriyle istidlal etmenin, sahih bir istidlal olduğu sabit olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?" buyruğu, bir istifham-ı inkârî olup, bu ifadeden maksat, Cenâb-ı Hakk'ın doğru sözlü olmasının ve O'nun sözlerinde bir yalan ile sözden dönmenin bulunmasının imkânsızlığını beyandır. Mu'tezile bunu, kendi usûl ve kaidelerine bina ederek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, yalanın çirkin olduğunu ve kendisinin de bundan müstağni olduğunu bilen bir zattır. Böyle olan kimsenin yalan söylemesi imkânsızdır. Biz, "Allahü teâlâ'nın, yalanın çirkinliğini ve kendisinin bundan müstağni olduğunu bildiğini" söyledik... Çünkü yalan, yalan olduğu için kabihtir. Ve, Allahü teâlâ kesinlikle herhangi bir şeye muhtaç değildir. Allahü teâlâ'nın bütün malumatı bildiği ise sabittir. Binâenaleyh, O'nun bu iki şeyi de bildiğine kesin olarak hükmetmek gerekir. "Böyle olan herkesin yalan söylemesi imkansız olur..." hususuna gelince, bu da gayet aşikârdır. Çünkü yalan, bir men etme (sarf) ciheti olup, bir çağrı (dua) ciheti değildir. Binâenaleyh bu yalan, bir ihtiyacı karşılamaktan uzak olursa, sırf zarar olarak kalır. Bu sebeple, bunun böyle olduğunu bilen herkesten yalanın sadır olması imkânsız olur." Bizim alimlerimizin delili de şudur: "Allah eğer yalancı olsaydı, O'nun yalanı da kadim olurdu. Eğer O'nun yalanı kadim olsaydı, kadim için yokluk söz konusu olmadığından, O'nun yalanının zeval bulması imkansız olurdu. Eğer O'nun yalanının kadim olmasının zevali imkansız olsaydı, o zaman O'nun sadık olması imkansız oturdu. Zira, iki zıt şeyden birinin bulunması, diğerinin bulunmasına mani olur. Binâenaleyh, eğer Cenâb-ı Hak yalancı olsaydı, o takdirde O'nun doğru olması imkansız olurdu. Ancak ne var ki, O, yalancı olsaydı, doğru söylemesi imkansız olurdu, lakin doğru söylemesi mümteni değildir. Çünkü biz, bir şeyi bilen kimsenin, o şey hakkında ona uygun bir hüküm vermesinin imkanksız olmadığını zaruri olarak bilmekteyiz. Halbuki bu şeyin doğruluğu hakkındaki bilgi, zaruri bir bilgidir. Binâenaleyh, doğru olmak daima mümkün olunca, hiç şüphesiz yalanın imkansız olduğu meydana çıkmış olur. Binâenaleyh, Allahü teâlâ'nın doğru olduğuna kesinlikle hükmetmenin gerekliliği sabit olmuş olur." Mu'tezile bu âyet ile, Allah'ın kelamının muhdes olduğuna istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü Allahü Teâlâ kendi sözünü, hem bu âyette hem de "Allah, kelamının en güzelini indirmiştir ki..." (Zümer, 23) âyetinde, olmakla vasfetmiştir. -ise, ya hadis (sonradan olan) veya "muhdes" (sonradan meydana gelen) anlamındadır." Buna mukabil bizim cevabımız şudur: "Sizler, ancak, harfler ve sesten müteşekkil olan kelamın hadis olduğunu söylüyorsunuz. Bunun hadis olduğunda bizim de bir ihtilafımız yok. Bizim kadim olduğunu iddia ettiğimiz, bu harfler ve seslerin dışında olan bir şeydir. Âyet, hem bizim hem de sizin tarafınızdan meydana gelmiş olan bir ittifak ile, işte bu şeyin (böyle olan kelamın), hadis olduğuna kat'î olarak delalet etmez. Bunun böyle olduğu, bizce açık ve zahirdir. Ama size gelince, sizler harfler ve seslerin dışında kalan bir kelamın varlığını kabul etmiyorsunuz. O halde, daha nasıl bu âyetin, Cenâb-ı Hakk'ın kelamının hadis olduğuna delalet ettiğini söyleyebiliyorsunuz?" 88"Siz hâlâ niçin münafıklar hakkında Allah onları kazandıktan yüzünden tepesi aşağı getirdiği halde iki hizbe bölünüyorsunuz? Allah'ın saptırdığını siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz? Allah kimi saptınrsa, artık onun için hiçbir yol bulamazsın". Bil ki bu, münafıkların durumlarına dair Cenâb-ı Hakk'ın zikretmiş olduğu bir başka husustur. Burada birkaç mesele vardır: Münafıklardan Ötürü Mü'minlerin Muarız Guruplara Bölünmeleri Alimler, bu âyetin sebeb-i nüzulü hakkında şunları söylemişlerdir: a) Bu âyet, müslüman olarak Hazret-i Peygamber'e gelmiş olan bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Onlar Medine'de Allah'ın dilediği bir süre kadar kaldılar. Sonra da "Ya Resûlellah, biz çöle gitmek, (yerleşmek) istiyoruz; binâenaleyh, bize bu konuda izin ver!" dediler. Allah'ın Resulü de onlara müsaade etti. Onlar yola çıktıklarında, konaklaya konaklaya gidiyorlardı... Derken, müşriklere yetiştiler... Böylece de mü'minler o münafıklar hakkında konuşmaya başladı. Bunun üzerine bir grup mü'min, "şayet onlar da bizim gibi müslüman olsaydı, bizimle beraber kalır, bizim sabrettiğimiz gibi sabrederlerdi" dediler. Bir grup müslüman ise, "onlar müslümandırlar; durumları ortaya çıkıncaya kadar, onların hakkında kâfir diyemeyiz" der. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimede, onların münafık olduklarını beyan eder. b) Bu âyet-i kerime, Mekke'de, müslüman olduklarını izhar eden ve müslümanlar aleyhinde müşriklere yardım eden bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Müslümanlar bunlar hakkında ihtilaf etmiş ve aralarında çekişmişler, nizalaşmışlardı. Bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil olmuştu. Bu, İbn Abbas ve Katâde'nin görüşüdür. c) Âyet-i kerime, Uhud günü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den geri kalan, ayrılan ve "eğer biz yaptığınız işi savaş bilseydik, seninle beraber gelirdik" diyen kimseler hakkında nazil olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabı, bu kimseler hakkında ihtilaf etmiş, bir kısmı "Onlar kâfir oldular", diğer grup ise, "onlar kâfir olmadılar" demişti. İşte, bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil olmuştu. Bu, Zeyd İbn Sabit'in görüşüdür. Alimlerden bazıları bu izahı tenkid ederek, şöyle demiştir: "Âyetin nazmı, buna uygun değildir (bu durumu zedelemektedir). Üstelik onlar Mekkeli idiler. Cenâb-ı Allah da şöyle buyurmaktadır: "O halde, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dostlar edinmeyin" (Nisa. 89). d) Âyet-i kerime, irtidad eden ve müslümanların malını alarak Yemameye kaçıran bir grup insan hakkında nazil olmuştur. Müslümanlar bunlar hakkında ihtilafa düşünce, bu âyet-i kerime nazil olmuştur. Bu, İkrimenin görüşüdür. e) Bunlar, gece baskın yapıp, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kölesi Yesar'ı öldüren Urneliler dir. f)İbn Zeyd, "Âyet, Hazret-i Aişe'ye iftira edenler hakkında nazil olmuştur" demiştir. Âyetin manası hakkında iki izah bulunmaktadır: a) (iki grup) kelimesi, hal olmak üzere mansub kılınmıştır. Bu senin, demen gibidir. Yani, "Senin ayağa kalkmanın sebebi nedir? (Ayağa kalkma halinde senin için ne vardır?)" demektir. Bu, Sibeveyh'in görüşüdür. b) Bu kelime, fiilinin haberi olarak mansubtur. Bu ifadenin takdiri, "Size ne oldu da, siz münafıklar hakkında iki grup oldunuz?" şeklindedir. Bu, inkâr gayesiyle gelmiş bir istifhamdır ve "Onların küfür ve nifaklarının delilleri apaçık ortada iken, bu hususta ihtilâf etmeyip, aksine onların Küfürlerine kat'î olarak hükmetmeniz gerekirken, siz niçin onların küfrü hususunda ihtilâf ediyorsunuz?" anlamındadır. Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Onlar küfür izhar etseler de, Allah onları münafık diye isimlendirmiştir, çünkü onlar, daha önce üzerinde bulundukları sıfat ile vasfedilmişlerdir. Âyetteki "iki grup" tabirinden murad, daha önce beyan etmiş olduğumuz şu husustur: Bir grup müslüman, o münafıklara meylediyor, onları savunuyor ve onları dost biliyor; bir diğer grup ise, onlardan uzaklaşıyor ve onlara düşmanca davranıyorlardı. Bundan dolayı müslümanların bu hususta bölünmeleri yasaklanıp ondan uzaklaşmak, teberri etmek ve onların kâfir olduklarını söylemek suretiyle tek görüş üzere bulunmaları emredilmiştir. Allah en iyi bilendir. Sonra Cenâb-ı Hak, onların kâfir olduklarını haber vererek, "Allah onları kazandıkları yüzünden tepesi aşağı getirdiği halde..." buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: (......) kelimesi, bir şeyin altını üstüne çevirme anlamına gelir (ters çevirilmiş) kelimeleri aynı manaya gelmektedir. Tırnaklı hayvanların terslerine de, reks denilir. Çünkü o, (yiyeceğin) kötü bir hâle, yani necaset haline dönmüş şeklidir. Yine, bu anlamından dolayı hayvanın pisliğine da denilir. Bu fiilin iki türlü kullanılış şekli vardır: Mesela "Onlan altüst çevirdi, onlar da altüst oldular" denilir. Yani, "tersyüz oldular, gerisin geriye çevrildiler" demektir. Şair Umeyye şöyle demiştir: "Tepetaklak kızgın ateşe atıldılar. Çünkü onlar günahkâr idiler ve iftira edip yalan söylüyorlardı." Âyetin manası şudur: "Allahü Teâlâ onları, kazanmış oldukları, nifak üzerinde iken, ortaya koymuş oldukları, irtidâdlarından dolayı, hor ve hakîr olmak, esir alınmak ve öldürülmek gibi, kâfirlere tatbik edilen hükümlere döndermiş, havale etmiştir... Çünkü münafık, zahiren şehadeteyne tutunduğu yani Allah'ın birliğini ve Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini kabul ettiği müddetçe onu öldüremeyiz. Ama küfrünü açıkça ortaya koyduğu zaman, Allahü teâlâ ona, kâfirlere tatbik etmiş olduğu hükümleri tatbik eder. Ubeyy İbn Ka'b ve Abdullah İbn Mesûd, bu ifadeyi (......) şeklinde okumuştur ki, biz daha önce fiillerinin aynı manada iki kullanış olduğunu zikretmiştik. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'ın saptırdığım siz mi doğru yola getirmek İstiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa, artık onun için hiçbir yol bulamazsın" buyurmuştur. İdlal Hakkında Mu'tezile İddiası ve Cevabı Mutezile şöyle demektedir: "Allah'ın saptırması"ndan murad. meşhur izahlardan dolayı, Allah'ın o kulda sapıklığı yaratması değildir. Bir de, Cenâb-ı Hak bu âyetten önce, "Allah onları kazandıktan yüzünden tepesi aşağı getirmiş ..." buyurmuş ve onları, kesb ve fiilleri sebebiyle küfre dönderip imandan uzaklaştırdığını beyan etmiştir. Bu durum, onların dalâletlerinin Allah'ın yaratmasıyla olduğunu söylemeye manidir." İşte buna göre Mu'tezile, ifadesini şu manalara hamletmiştir: 1) Bundan murad "Allahü teâlâ, onların delâletlerine ve küfürlerine hükmetti" demektir. "O, onun delâletine ve küfrüne hükmetti ve bunu bildirdi" manasında, denilir. 2) Bunun manası, "Allah'ın cennet yolundan saptırdığı kimseyi, cennete hidayet etmek, götürmek mi istiyorsunuz?" şeklindedir. Çünkü Allahü teâlâ, kıyamet günü kâfirlere cennetin yolunu buldurmaz, onları saptırır. 3) Bu saptırma, Allah'ın onların lütuf ve ikramlarını vermemesi şeklinde tefsir edilebilir. Bil ki biz, bu kitabın birçok yerinde bu manaların zayıflığını zikrettik. Sonra şöyle diyoruz: "Farzet ki, bu manalar doğru olsun. Fakat Allahü teâlâ, onların küfür ve dalâletlerini, cennete de giremiyeceklerini haber verdiğine göre, aynı müşkil yine söz konusu olur. Çünkü, Allahü teâlâ'nın ilminin cehalete dönüşmesi imkânsızdır. İmkânsıza götüren şey de imkânsızdır. Bu âyetten muradın, Allahü teâlâ'nın onları dinden saptırması manası olduğuna delâlet eden hususlardan birisi de, "Allah kimi saptırırsa, artık onun için hiçbir yol bulamazsın" buyruğudur. Mü'minler dünyada, münafıkların iman etmelerini arzuluyorlar ve onları imana girdirmek için çareler arıyorlardı. Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah kimi saptınrsar artık onun için hiçbir yol bulamazsın" buyurmuştur. Binâenaleyh, bunun manasının, "Allahü teâlâ onları imandan saptırınca, insanların onları imana girdirmek için bir yol bulabilmeleri imkânsızdır" şeklinde olması gerekir. Bu mana açıktır. Kâfirler Müminleri Gevşetmek İsterler 89"Onlar, kendileri kâfir oldukları gibi sizin de kâfir olup onlarla beraber olmanızı arzu ettiler. O halde, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar, İçlerinden dostlar edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse, onları nerede bulursanız yakalayıp, tutun ve onları öldürün. Onlardan ne bir dost, ne de bir yardıma edinmeyin". Bu âyetle ilgili iki mesele vardır: Allahü teâlâ bu âyetten önce, "Allah'ın saptırdığını siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz?" buyurup, bu da bir inkârı istifham olunca, "Onlar, ey müslümanlar, sizin de kâfir olmanızı temenni edecek kadar küfürde ileri gitmişlerdir. Onlar, küfürterindeki taassubda böyle bir noktaya geldiklerine göre, o halde siz onların iman etmelerini nasıl umabilirsiniz?" demek suretiyle, onların imandan bu derece uzak oluşlarını iyice anlatmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizin de kendileriyle beraber olmanızı.." sözü, O'nun zaman eşit olurlar" manasına göre, bunu murad etmiş olsaydı, o zaman bu ifade mansub olurdu. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, ' Onlar arzu ettiler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransm (Kalem. 9) âyeti gibidir. Eğe temenninin cevabı olmak üzere denilmiş olsaydı, i'rab bakımından bu da caiz olurdu. Hak teâlâ'nın, "O küfredenler arza eder ki, siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olasınız da üstünüze anîden bir baskın yapsalar" (Nisa, 102) âyeti de böyledir. Buna göre âyetteki, "Kendileriyle beraber olmanızı.." ifâdesi, "küfürde kendileriyle beraber olmanızı arzu ederler" demektir. Bundan maksad, "sizler ve onlar eşit olasınız" demektir. Ancak ne var ki daha önce bahsolundukları için, mana anlaşıldığından dolayı, burada sadece muhatapları zikretmekle yetinilmiştir. Bil ki Allahü teâlâ mü'minlere, onların ne derece kâfir olup, küfürde had noktaya vardıklarını açıklayınca ve bundan sonra da onların mü'minlerle nasıl karışıp içli dışlı olduklarını beyan edince, halde, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar, içlerinden dostlar edinmeyin" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Âyet, müşrikler, münafıklar ve dinsizlik ile küfürde meşhur kimselerin, mün'minlerce dost edin ilemeyeceğine delâlet etmektedir. Bu, "Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları, dostlar edinmeyin" (Mümtehine, 1) âyetinin umumi manası ile de te'kid edilmiştir. Bunun sebebi şudur: Bütün insanlara göre en kıymetli ve en büyük şey dindir. Çünkü din, kendisi vasıtası ile Allah'a yaklaşılan ve âhiret saadetinin elde edilmesi istenen şeydir. Durum böyle olunca, din sebebi ile meydana gelen düşmanlık da, en büyük düşmanlık olur. Bu da böyle olunca, en büyük düşmanlığı gerektiren şeyin mevcud olduğu yerde, muhabbet ve dostluğu istemek imkânsız olur. Allah en iyi bilendir. Asr-ı Saadet'te Hicretmek Önemi Ebu Bekir er-Razî el-Cessâs: Âyetteki "içlerinden dostlar edinmeyin" ifadesinin takdiri, "Onlar müslüman olup, hicret edene kadar, onları dost edinmeyin" şeklindedir. Çünkü Allah yolunda hicret etmek, ancak müslüman olduktan sonra olur. Binaenaleyh âyet, müslüman olduktan sonra, hicretin farz olduğuna ve müslüman olsalar bile, hicret etmedikçe o kimseler ile bizim aramızda dostluğun söz konusu olamayacağına delâlet etmektedir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiçbir velayetiniz yoktur" (Enfal, 72) âyetidir. Bil ki bu teklif hicret farz kılındığı zaman gerekli idi. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben, müşrikler arasında yaşayan her müslümandan beriyim (uzağım); Yine ben, müşrik ile beraber olan her müslümandan da beriyim" buyurmuştur. Binaenaleyh hicret, Mekke fetholununcaya kadar farzdı. Hicretin farziyyeti daha sonra nesholunmuştur. Tâvus'un rivayetine göre İbn Abbas (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Mekke fethedildiği gün "Mekke'nin fethinden sonra artık hicret yoktur, Fakat cihad ve niyet vardır" buyurduğunu söylemiştir. Hasan el-Basri'clen, âyetin hükmünün dar-ı harbte ikamet edip, dar-ı İslam'a hicretin ve orada yerleşmenin farz olduğuna inanan her mü'min için yürürlükte olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. Bil ki hicret bazan küfür diyarından imân diyarına, bazan da kâfirlere yakışan amellerden, müslümaha yakışan amellere geçmek suretiyle olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Gerçek muhacir, Allah'ın nehyettiği işleri bırakan kimsedir" buyurmuştur. Muhakkik alimler, "Allah yolunda hicret, O'nun emirlerini bırakmamaktan ve nehyettiği şeyleri bırakmaktan ibarettir" demişlerdir. Bütün bu manalar muteber olduğuna göre, Cenâb-ı Allah bunların hepsini kapsayacak umûmî bir ifade kullanarak, "Allah yolunda hicret edinceye kadar" buyurmuştur. Zira Allahü teâlâ, burada, "küfürden hicret edinceye kadar" dememiş, aksine "Allah yolunda hicret edinceye kadar" buyurmuştur ki bu ifadeye, hem küfür diyarından hicret etme, hem de küfrün alameti sayılan şeyleri bırakma girer. Sonra Cenâb-ı Hak, sadece hicret etmeyi zikretmemiş, onun Allah yolunda olması kaydını koymuştur. Çünkü çoğu zaman gerek küfür diyarından İslâm diyarına, gerekse küfür şiarından İslâm şiarına geçmek, dünyevi maksatlar ile olur. Halbuki hicret nazar-ı dikkate alınan şey, onun Allah'ın emri olduğu için yapılmış olmasıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer yüz çevirirlerse, onları nerede bulursanız yakalayın, tutun. Öldürün. Onlardan ne bir dost, ne de bir yardıma edinmeyin..." buyurmuştur. Bu, "Eğer onlar hicret etmekten yüz çevirir ve Medine'nin dışında kalan beldelerine yapışıp kalırlarsa, gücünüz yeterse onları yakalayın, ister Hill, ister Harem bölgesi olsun, nerede bulursanız öldürün ve onlardan hiçbir zaman işlerinizi deruhte edecek bir veli, düşmanlara karşı size yardım edecek bir nasîr edinmeyin" demektir. Anlaşma Yapılmış Gayr-i Müslimler 90"Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme iltica edenler, yahud ne sizinle ne de kendi kavimleri ile savaşmak (istediklerimden göğüsleri daralıp, size gelenler müstesna... Allah dileseydi elbette onları sizin başınıza musallat eder de sizinle mutlaka savaşırlardı. Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilirler, sizinle vuruşmazlar ve size barış teklifinde bulunurlarsa, Allah onların aleyhine sizin için (tecavüze) bir yol bırakmamıştır". Bil ki Allahü teâlâ, feu kâfirlerin öldürülmelerini emredince bundan iki kısım insanı istisna etmiştir. Birinci grup, "Sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme iltica edenler" buyruğu ile belirtil mistir. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Âyetteki, tabiri hakkında iki görüş belirtilmiştir: 1) Bu, "Onlara varıp katılanlar müstesna" demektir. Buna göre âyetin manası, "Aranızda anlaşma bulunan kavimlere varıp sığınanlar da, aynı şekilde sizinle anlaşma yapmış ve size sığınmış olurlar" şeklindedir. Kaffal (r.h), "Âyetin manasına, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzurunda bulunmaya niyetli olduğu halde, bunu gerçekleştiremeyen ve bundan dolayı da buna bir yol buluncaya kadar, müslümanlar ile aralarında bir anlaşma bulunan bir kavme iltica edenler de girer" demiştir. 2) Bu, "Onlara İntisab eden, bağlananlar" demektir. Bu görüş zayıftır. Çünkü Mekkelilerin pek çoğunun neseb (akrabalık) bakımından, Hazret-i Peygamber ile bağları vardı. Fakat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlardan kâfir olanların öldürülmelerinin helal olduğunu beyan etmiştir. İkinci Mesele Alimler, müslümanlar ile aralarında anlaşma bulunan kavmin kimler olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı alimler, bunların Eşlem Kabilesi mensupları olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu kabile ile Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında bir anlaşma vardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke fethi için çıktığında, kendisine isyan etmemeleri, müslümanlara karşı başkalarına yardım etmeme ve Hilâl İbn Uveymir el-Eslemî'ye gelip sığınan herkese, Hilâle tanınan hakların tanınacağı hususlarında. Hilâl ile bir anlaşma yapmıştır. İbn Abbas (radıyallahü anh), müslümanlar ile anlaşmalı olan kavmin, Benû Bekir kabilesi olduğunu, Mukâtil ise, Huza'a ve Huzeyme kabileleri olduğunu söylemiştir. Bil ki bu âyet, ehl-i iman için çok büyük bir müjde taşımaktadır. Çünkü Allahü teâlâ, kılıç (öldürülme) hükmünü, müslümanlara iltica eden kâfirlerden kaldırdığına göre, muhabbetullah ve muhabbet-i Resûlillah sevgisine sığınan kimseden azabı haydi haydi kaldırır. Allah en iyi bilendir. İkinci grup, ' yahut ne sizinle ne de kendi kavimleri ile savaşmaktan göğüsleri daraltp sîze gelenler müstesna..." ifadesi ile belirtilmiştir. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Anlaşmalı Olan Bir Ülkeye Sığınan Suçlar Âyetteki, "Yahut size gelenler..." ifâdesinin nin sılası üzerine bir atıf olması mümkündür ve bunun takdiri "Anlaşmalı olanlara iltica edenler veyahut göğüsleri daralıp da sizinler savaşmayanlar müstesna.....(onlarla savaşmayın)" şeklinde olur. Yine bu ifâdenin, "kavm"in sıfatı üzerine bir atıf olması da mümkündür ve bunun takdiri "Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme, yahut göğüsleri daralan bir kavme iltica edip de sizinle savaşmayanlar müstesna" şeklinde olur. Birinci izah, şu iki sebepten dolayı daha uygundur: 1) Allahü teâlâ, "Onları nerede bulursanız yakalayıp tutun ve onları öldürün" (Nisa. 89) buyurduktan sonra ancak, "Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilirler, sizinle vuruşmazlar ve size barış teklifinde bulunurlarsa, Allah onların aleyhine sizin için (tecâvüze) bir yol bırakmamışhr" buyurmuştur. Bu, onlara taarruz etmemeyi gerektiren şeyin, onların savaşı bırakmaları olduğuna delâlet eder. Bu da ancak, birinci manaya göre uygun olur. İkinci manaya göre ise, onlara taarruz etmemeyi gerektiren şey, onların müslümanlar ile savaşmayı bırakmış olan bir kavme iltica etmeleridir. 2) Savaşı bırakmış olmalarını, onlara karşı taarruz etmemeyi gerektiren sebep kılmak; müslümanlara karşı savaşı terkeden bir kavme iltica etmeyi taarruz etmemeye esas sebep kılmaktan daha evlâdır. Çünkü birinci manaya göre, onların müslumanlara karşı savaşmamaları, kendilerine taarruz edilmemesine yakın (esas) sebep; İkinci manaya göre ise, uzak sebep olur. Burada “Göğüsleri Daralanlar” Kimlerdir? Âyetteki, ifadesi, "gönülleri, savaşmaktan daralmış ve binaenaleyh ne sizinle savaşmayı çünkü siz müslümansınız-, ne de o kâfirlerle savaşmayı istiyorlar, çünkü onlar da kendi akrabaları..." manasındadır. Alimler, bu ifadenin i'rab bakımından yeri hususunda İhtilaf etmişler ve birkaç görüş zikretmişlerdir: 1) Bu, başında mahzuf bir (......) (Muhakkak ki) lafzı takdiri ile, hal mevkiindedir. Çünkü lafzı, mazî fiili "hal"e yaklaştırır. Baksana onlar, "Muhakkak ki namaz başlamıştır, başlıyor" diyorlar. Yine, (......) denilir ki bu, "Bana, muhakkak ki aklı gitmiş (akılsız) olan bir kimse geldi" demektir. Buna göre âyetin takdiri "Veya onlar size, muhakkak ki göğüsleri daralmış olarak gelmişlerdir" şeklinde olur. 2) Bu ifade, ikinci haberdir. Cenâb-ı Hak sanki, "veya onlar size gelir" demiş, sonrada, buyurarak, onların göğüslerinin daraldığını beyan etmiştir. Bu takdire göre Cenâb-ı Hakk'ın, "göğüsleri daraldı" tabiri, O'nun "... size gelenler" tabirinden bedeldir. 3) Âyetin takdirinin, "Onlar size, göğüsleri daralmış bir kavim olarak geldiler; veya onlar size, göğüsleri daralmış kimseler olarak geldiler" şeklinde olmasıdır. Bu takdire göre Cenâb-ı Hakk'ın, "göğüsleri daralmış olarak" tabirinin mahalli, mansub olur. Zira bu ifâde, hâl olduğu için mansub olan bir mevsûfun sıfatıdır. Ne var ki, hâl olduğundan ötürü mansub olan meysuf hazfedilmiş, onun yerine sıfatı kaim olmuştur. Hak teâlâ'nın, buyruğunun manası, "Onların göğüsleri, hem size karşı, hem de kavimlerine karşı savaşmak hususunda daralmıştır, sıkışmıştır. Binaenaleyh onlar, ne sizin aleyhinize ne de sizin lehinizedirler..." demektir. Üçüncü Mesele Alimler, Allahü teâlâ'nın bu âyette istisna ettiği kimselerin, kâfir mi yoksa mü'min mi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Cumhur-u ulemâ, bunların kâfirlerden olduğunu söylemişlerdir. Buna göre âyetin manası şöyle olur: "Allahü teâlâ, kâfirleri öldürmeyi vâcib kılmıştır. Ancak onlardan, sizinle anlaşması olanlar veya size karşı savaşmayanlar müstesna, zira böyle olan kâfirleri öldürmek caiz değildir." Bu takdire göre, bir neshin bulunduğuna hükmetmek gerekir. Çünkü kâfir, savaşı terketse de öldürülmesi caizdir. Ebu Müslim el-İsfehanî şöyle demektedir: "Allahü teâlâ, müslüman olan herkese hicret etmeyi vacib kılınca, bir mazereti bulunan kimseleri bu hükümden istisna ederek, "...iltica edenler., müstesna" buyurmuştur ki bu kimseler, hicret ve yardım etmek için, Hazret-i Peygamber'e gitmeye niyetlenen bir grup mü'mindir. Ancak ne var ki, onların yollan üzerinde kâfirler bulunduğu için, onlar bu gayelerini gerçekleştirememişlerdir. Zira onlardan korkuyorlardı. Böylece bu mü'minler, müslümanlarla anlaşması bulunan bir kavme sığındılar da, böylece o kâfirlerden kurtulup (hicret edinceye kadar), müslümanlarla anlaşması bulunan kavmin yanında kaldılar. Daha sonra da, Hazret-i Peygamber'e iltihak edip, ne Hazret-i Peygamber, ne de O'nun ashabı ile savaşmayan kimseleri de istisna etti. Çünkü bunlar, onlarla savaşma hususunda Allah'tan korkuyorlardı. Keza bunlar, kâfirlerle de savaşmıyorlardı. Zira o kâfirler, bunların yakınları ve akrabası idi. Veyahut da bu kimseler, çoluk çocuklarını o kâfirler arasında bıraktıkları için, onlarla savaşmaları halinde, onların kendi çoluk çocuklarını öldürmelerinden korkuyorlardı. İşte bu iki kısım müslümanla, -her ne kadar kendilerinden hicret ve kâfirlerle savaşmak gibi bir fiil sâdır olmamışsa da- savaşmak helâl olmaz. Allah Dilerse Kafiri Mü'mine Musaalat Eder Cenâb-ı Hak, "Allah dileseydi, elbette onları sizin başınıza musallat ederdi" buyurmuştur. (......) kelimesi Arapça'da galebe, hakimiyet, hiddet manasına gelen (......) kelimesinden alınmıştır. Buna göre bu ifadeden maksat, Allahü teâlâ'nın, kendisiyle anlaşma yapılmış olan kimselerin belâ ve sıkıntısını engellemek suretiyle, onlara bir minnet ve ikramda bulunmuş olmasıdır. Bunun manası da şudur: "Onların sizinle savaşmaktan kaçınmaları, ancak Allahü teâlâ'nın, onların kalplerine korku salmasından dolayıdır. Ve şayet Cenâb-ı Hak, müslümanlarla savaşma konusunda onların kalblerine güç ve cesaret vermiş olsalardı, muhakkak ki onlar müslümanlara belâ kesilirlerdi." Alimlerimiz, "Bu tabir, Allahü teâlâ'nın, kâfirleri mü'minlere musallat kılıp, o kâfirlerin kalblerine mü'minlere karşı cesaret vermesinin, O'nun hakkında bir kubh, çirkin bir fiil sayılamayacağına delâlet etmektedir" demişlerdir. Mu'tezile bu görüşe şu iki şekilde cevap vermişlerdir: a) Cübbaî şöyle demektedir: "Biz, Allahü teâlâ'nın istisna ettiği o topluluğun, kâfir değil, mü'min bir topluluk olduğunu beyan etmiştik. Buna göre âyetin manası şöyle olur: "Eğer Allah dileseydi, zulmederek kendileriyle savaşmaya yeltenmemiz durumunda kendilerini müdafaa etmek için, onların kalblerini takviye etmek suretiyle onları size musallat ederdi." b) Kelbî şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, dilemesi halinde, (o şeyi) mutlaka yapacağını haber vermiştir. Bu da ancak, Allahü teâlâ'nın zulme kadir olabildiğini gösterir; ki bizim mezhebimiz de budur. Ancak ne var ki biz, Allahü teâlâ'nın zulmetmeyeceğini söylüyoruz. Âyette, Cenâb-ı Hakk'ın bunu dilediğine dair herhangi bir delâlet bulunmamaktadır, " Birinci Mesele Hak teâlâ'nın, "...sizinle mutlaka savaşırlardı" "Eğer Allah dileseydi, onları size musallat ederdi ve eğer Allah dileseydi, onlar sizinle mutlaka savaşırlardı" takdirinde olmak üzere, ya tekrar edilmek veyahut da bedel yapılmak üzere, şart edatının cevabıdır. Keşşaf sahibi bu ifâdenin, şeddesiz olarak (Muhakkak ki sizi öldürürlerdi); ve şeddeli olarak da "muhakkak ki sizi parça parça ederlerdi" şeklinde okunduğunu söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Artık onlar, sizi bırakıp bir tarata çekilirler, sizinle vuruşmazlar ve size barış teklifinde bulunurlarsa, Allah onların aleyhine sizin için (tecâvüze) bir yol bırakmamıştır" buyurmuştur ki bu, "Eğer onlar size sataşmaz ve boyun eğip teslim olduklarını bildirirlerse, Cenâb-ı Hak onları yakalayıp öldürme hususunda, size müsaade etmez..." demektir. ifâdesi, lâm harfinin sükûnu ve sîn harfinin fethasıyla (......) şeklinde de okunmuştur. Müfessirler bu âyetin hükmü hususunda ihtilaf etmiş, bazıları bu âyetin kılıç ve cihad âyeti olan, "müşrikleri öldürün..." (Tevbe, 5) âyetiyle mensûh olduğunu; bazıları ise, bunun mensûh olmadığını söylemiştir. Âyette istisna edilen kimselerin müslümanlar olduğunu söyleyenlere göre, bu ifâde gayet açıktır. Ama, istisna edilen kimselerin kâfir olduğunu söyleyenlere gelince, meselâ Esamm: "Âyeti, anlaşma yapan kimseler" anlamına alırsak, bunun mensûh olduğu nasıl söylenebilir?" demiştir. Hem Müslümanlar Hem de Kâfirlerle İyi Olmak İsteyen Münafıklar 91"Diğer bir kısmını da şu halde bulacaksınız: Onlar, hem sizden emin olmak, hem kendi kavimlerinden emin olmak isterler. Ne zaman fitneye döndürülürlerse, onun içine baş aşağı atılırlar. Öyle ise onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilmezler, barışı size bırakmazlar, ellerini çekmezlerse, onları nerede bulursanız yakalayıp tutun. Öldürün. İşte sizer onlar hakkında apaçık bir hüccet verdik". Müfessirler, burada zikredilen kimselerin, Esed ve Gatafan kabilelerinden bir topluluk olduğunu söylemişlerdir ki bunlar, Medine'ye geldiklerinde müslüman olurlar ve anlaşma yaparlardı. Maksatları ise, müslümanlardan emin olmak idi. Kendi kavimlerinin yanına döndükleri ndeyse, , inkâra saparak ahidlerini bozarlardı. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu, "Herne zaman kavimleri onları, müslümanlaria savaşmaya çağırırsa"' "onlar bu fitne hususunda mağlub ve başaşağı gelmiş olarak onun içine düşerler" demek olup, bu da onların hem küfürlerinde, hem de müslümanlara ne denli düşman oldukları hususunu beyan için yapılmış bir istiaredir. Çünkü, bir şeye tepe üstü düşen kimsenin, o şeyden çıkması imkânsız olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, (......) buyurmuştur. Bu, "Onlar sizinle savaşmaya devam eder, anlaşmaya yanaşmazlar ve ellerini üzerinizden çekmezlerse, onları nerede bulursanız tutup öldürün" demektir. Alimlerin çoğu, "Bu ifade, onlar bizimle savaşmaz, anlaşma yapmak isterler ve bize eziyet etmekten ellerini çekerlerse, bizim onlarla ne savaşmamızın, ne de onları öldürmemizin caiz olmayacağına delalet eder" demişlerdir. Bu âyetin bir benzeri de, "Allah sizi, sizinle din hususunda savaşmamış ve sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara İyilik etmekten men etmez" (Mumtehine, 8) âyetiyle, "Size harb açanlarla, Allah yolunda, siz de dövüşün" (Bakara. 190) âyetleridir. Böylece savaş emri, bizimle savaşmayanlara değil, savaşanlara tahsis edilmiş olur. Bil ki bu hüküm, (......) kelimesiyle şarta bağlanan şeyin, şart bulunmadığı zaman, yok olacağı (bulunmayacağı) esasına bina edilmiştir. Biz bu hususu, Hak teâlâ'nın "Eğer size yasaklanan büyük (günahkardan kaçınırsanız" (Nisa. 31) âyetinin tefsirinde açıklamıştık. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte size, onlar hakkında apaçık bir hüccet verdik" buyurmuştur. Bu âyette geçen "apaçık bir hüccet" tabirinin ne demek olduğu hususunda şu iki izah yapılmıştır: a) "O kimselerin öldürülebileceğine dair, açık ve vazıh bir hüccet, delil ortaya çıkmıştır ki, bu da onların düşmanlıklarının apaçık ortaya çıkması, küfür ve zulüm hususundaki hallerinin ayan beyan belli olması ve müslümanlara zarar vermeleridir." b) "Allahü Teâlâ'nın, o kâfirleri öldürme hususunda, müslümanlara müsaade etmesi" anlamındadır. Yanlışlıkla Mü'mini Öldürmenin Hükmü 92"Bir mü'minin diğer bir mü'mini, yanlışlık eseri olmayarak, öldürmesi yakışmaz. Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse, mü'min bir köleyi azad etmesi ve (ölenin) ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi lazımdır. Sadaka olarak bağışlamaları müstesna. Eğer (öldürülen), mü'min olmakla beraber, size düşman bir kavimden İse, o zaman (öldürenin) mü'min bir köle azad etmesi lazımdır. Şayet kendileriyle aranızda andlaşma olan bir kavimden ise, o vakit mirasçılarına bir diyet vermek ve bir de mü'min bir köle azad etmek gerekir. oruç tutması icab eder. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir". Bil ki Cenâb-ı Hak, mü'minlerde kâfirlerle savaşma arzusunu uyandırıp, onları buna teşvik edince, daha sonra bu savaşı alakadar eden bazı hususlar zikretmiştir. Mesela bunlardan birisi şudur: Allahü teâlâ, kâfirlerle savaşma konusunda izin verince, bazen şu kabilden hâdiseler de meydana gelebiliyordu: Bir adam birisini kâfir ve harbî zannediyor ve onu öldürüyor; daha sonra da onun müslüman olduğu ortaya çıkıyordu. İşte Cenâb-ı Hak, bu âyette böyle bir hâdisenin hükmünün ne olacağını zikretmiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Alimler, âyetin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç rivayet nak- letmişlerdir: Birinci Rivayet: Urve İbnü'z-Zübeyr, şunu nakletmiştin Huzeyfe İbnu'l-Yeman (radıyallahü anh), Uhud Savaşında Hazret-i Peygamber ile beraberdi. Derken müslümanlar bir hata yaparak, Huzeyfe'nin babası Yeman'ı, bir kâfir zannederek yakalamış ve kılıçla boynunu uçurmuşlardı. Oysa ki Huzeyfe tam o esnada, "O, benim babamdır!" demişti, ama onlar Huzeyfe'nin sözünü, ancak babasını öldürdükten sonra anlayabilmişlerdi. Bunun üzerine Huzeyfe, "Allah sizi bağışlasın, çünkü Erhamurrahimin'dir" demişti. Hazret-i Peygamber bu sözü duyunca, Huzeyfe'nin kıymeti O'nun nezdinde daha da artmıştı. İşte bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil olmuştu. İkinci Rivayet: Bu âyet, Ebu'd-Derda hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Ebu'd-Derda (radıyallahü anh) bir seriyyede bulunuyordu. Derken, ihtiyacını gidermek için bir yere sapmıştı. Tam o zaman koyunları bulunan bir adama rastladı. Kılıcıyla adama saldırdığında, adam "La ilahe illallah!" dedi, ama o adamı öldürdü, koyunlarını da sürüp götürdü. Derken içinde (bu hadiseden dolayı) bir rahatsızlık duymaya başladı. Bunun üzerine hadiseyi Hazret-i Peygamber'e anlatınca, Hazret-i Peygamber "Onun kalbini yarsaydın ya Müslim, İman, 158(1/96). (onun kalbini mi yardın!)" dedi. Bu söz üzerine Ebu'd-Derda, son derece pişman oldu; derken bu âyet nazil oldu. Üçüncü Rivayet: Ayyaş İbn Ebî Rebîa, Ebu Cehil'in anne bir kardeşi idi, müslüman olup, kavminden korktuğu için Medine'ye hicret etmişti. Bu hadise, Hazret-i Peygamber'in hicretinden önce vuku bulmuştu. Derken Ayyaş'ın annesi, dininden dönünceye kadar yeyip içmeye ve herhangi bir çatı altında oturmayıp (güneş altında kalmaya) yemin etti. Bunun üzerine Ebu Cehil, beraberinde Hars İbn Zeyd İbn Ebî Uneyse olduğu halde Mekke'den çıktı. Ayyaş'ın yanına geldiler ve uzun uzun konuştular. Bunun üzerine Ebu Cehil, Hazret-i Muhammed, sana annene iyi davranmanı emretmiyor mu? O halde, üzerinde bulunduğun dini taşıyarak dön ve annene iyilik yap!" -dedi. Ayyaş bu teklifi kabul ederek, Mekke'ye geri döndü. Mekke'ye yaklaştıklarında, bunlar Ayyaş'ın ellerini ve ayaklarını bağladılar. Ebu Cehil, Ayyaş'a yüz sopa vurdu; yüz sopa da Hars vurdu. Bunun üzerine Ayyaş, Hars'a "Şu, Ebu Cehil benim kardeşim.. Ya sen kimsin ey Hars! Allah'a yemin ederim ki, seni ıssız bir yerde yakalarsam öldüreceğim!" dedi. Rivayet olunduğuna göre Hars, Ayyaş'a, Mekke'ye döndüğünde, "Eğer senin tâbi olduğun ilk din hidayet ise, sen onu bırakmış durumdasın. Yok eğer sapıklık idiyse, sen şu anda ona girdin.." dedi. Bu söz, Ayyaş'a çok tesir etti ve Hars'ı öldüreceğine yemin etti. Ayyaş, annesinin yanına vardığında, annesi Ayyaş ilk dinine dönmediği sürece, elinin ayağının çözülmeyeceği hususunda yemin etti. O da bunu yaptı (yani döndü). Bundan sonra Medine'ye hicret etti... Hars da müslüman olup hicret etmişti... Derken, Ayyaş, Hars ile ıssız bir yerde karşılaştı; Mars'ın müslüman olduğunu da bilmiyordu. Derken onu öldürdü. Hars'ın müslüman olduğu haberini alınca, yaptığına bin pişman olarak Allah'ın Resulüne geldi ve "Müslüman olduğunu bilemeden onu öldürdüm!" dedi. İşte bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil oldu. Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesiyle ilgili şu iki açıklama yapılmıştır: a) "O mü'min için, kendisine Rabb'inden gelen ve kendi- sinden ahid alan hususlar arasında., yoktur" demektir. b) "Onun için, hiçbir zaman böyle birşey olamaz, yoktur" demektir. Bundan maksad (haksız yere) adam öldürmenin haramlığımn, mükellefiyetin başladığı ilk zamandan beri bulunduğunu, sabit olduğunu beyân etmektir. Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi hakkında da şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Bu istisna, istisnây-ı muttasıl (bitişik istisna)dır. Bu görüşü benimseyenler, şu izahları yapmışlardır: 1) Bu istisna, manaya göre yapılmış olan bir istisnadır. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manası, "O, Öldürmelerinden dolayı insanları muaheze eder.Bu öldürmenin hatâ eseri olması müstesna..Çünkü Cenâb-ı Hak, bundan dolayı kimseyi sorgulamaz" şeklindedir. 2) Bu istisna, lafzın zahirine göre de doğrudur. Zira mâna, "Hiçbir mü'min hiçbir mü'mini, hatâ eseri öldürmesi hariç, kesinlikle öldürmez" şeklindedir. Hatâya sebebiyet veren şeyler şunlar olabilir: Öldürdüğü adam üzerinde, kâfirlere ait bir alâmet görmesi; veya, onu kâfirlerin ordusu içinde görüp müşrik zannetmesi... İşte bu durumda onu hatâen öldürmesi mümkündür. Bunun bir hatâ olduğu hususunda bir şüphe yoktur. Çünkü o, kâfir olmadığı halde onu kâfir zannetmiştir. 3) Kelamda bir takdim-tehir bulunmaktadır. Buna göre âyetin takdiri, "Hiçbir mü'min, hatâ olması hâli müstesna, bir mü'mini öldürmez" şeklinde olur. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın evlat edinmesi (hiçbir zaman) olmuş değildir" (Meryem, 36) âyetidir. Ki bu, "Allah herhangi bir çocuk edinir olmadı, edinmedi" demektir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'a hiçbir şey haram olmaz. Ancak o, kendisinden, kendisine yakışmayan şeyleri nefyetmektedir. Yine Cenâb-ı Hak, "Ağaçlama bitirici olmadınız, bitiremediğiniz.." (Neml, 60) buyurmuştur ki, bunun manası, "Siz, onları bitirici olmadınız, yetiştirici değildiniz" demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanlara ağaç bitirmeyi haram kılmamış; onlardan ancak onu bitirme imkân ve kudretini nefyetmiştir. Çünkü, o ağacı bitirmeye kadir olan, ancak Allahü teâlâ'dır. 4) Bu istisnayı, istisnay-ı muttasıl mânasına hamletme durumunda ortaya çıkan müşkil, şu şekildedir: Nefyden (olumsuz bir şeyden) yapılan istisna, olumlu olur. Bu da, bazı durumlarda mü'min kimselerin öldürülmesinin, (mukayyet değil) mutlak anlamda olmasını gerektirir; bu ise imkânsızdır. Ancak ne var ki bu müşkillik, nefiyden, olumsuz bir şeyden yapılan istisnanın müsbet (olumlu) olduğunu kabul etmemiz durumunda söz konusu olur. Halbuki bu husus, usûl âlimleri arasında ihtilâf edilen bir meseledir. Doğru olan, bunu gerektirmemesidir. Zira istisna, müstesnadan, mahkûmun bih (kendisiyle hüküm verilen)'in değil de, hükmün sarledilmesini, yani istisna edilmesini, ayrı tutulmasını gerektirir. İstisnanın tesiri, sadece hükmü sarfedip ayrı tutmada olunca, müstesna, ne menfi ne de müsbet mânada, hakkında herhangi bir hüküm verilmemiş vaziyette kalır. Böylece de bu müşkil bertaraf edilmiş olur. Nefiyden yapılan istisnanın, müsbet bir mana ifâde etmeyeceğine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Temizlik olmadan namaz; veli olmadan da nikâh yoktur, olmaz" iki ayrı hadisten) Müslim, Taharet, 2(1/204); Ebu Davud, Nikah, 19 (2/229); İbn Mace, Nikah, 15 (1/605). sözü de delâlet etmektedir. Yine, "Erkekler olmadan mülk olmaz; mal olmadan da erkekler, adamlar olmaz" denilir. Bütün bu misallerdeki istisna, olumsuz ifadeden yapılan istisnanın hükmünün müsbet olmadığını ifade etmez. Allah en iyisini bilendir. 5) Mu'tezile'nin ileri gelenlerinden birisi olan Ebu Haşim şöyle demektedir: "Âyetin takdiri şöyledir: "Hiçbir mü'min, bir mü'mini öldürüp de, mü'min olarak kalamaz. Ancak, onu hatâ ile öldürmesi durumu müstesna; işte o zaman o, mü'min olma vasfını sürdürür." Bundan maksat şudur: Mü'minin mü'mini öldürmesi, öldüren kimseyi mü'min olmaktan çıkarır. Bu öldürmenin hata ile olması müstesna. Çünkü bu, öldüren kimseyi mü'min olmaktan çıkarmaz. Bil ki, Ebu Haşim'in bu sözü (izahı), "fâsıkın mü'min olmadığı" esasına dayanır ki, bu bâtıl ve yanlış olan bir esastır. Allah en iyi bilendir. 6) Bu istisna, (fakat, lâkin) manasında olmak üzere, istisnay-ı münkatı'dır. Bunun Kur'ân-ı Kerim'de pekçok benzeri vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Birbirinizin mallarını, haram yollarla yemeyin. Bîr ticaret malı olması müstesna " (Nisa, 29) "Ufak ufak suçlar hariç, günahın büyüklerinden ve fuhuşlardan kaçının" (Necm, 32) ve "Onlar orada ne boş bir lâf, ne de günaha sokacak bir şey işitmezler. Yalnız bir söz: "Selâm, selâm!.." (Vakıa, 25-26) buyurmuştur. Allah en iyi bilendir. (......) kelimesinin niçin mansûb olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır: 1) Bu, mef'ûlûn leh'tir. Buna göre ifâdenin takdiri, "Bir mü'minin bir mü'mini, bir hata olduğu için olması durumu müstesna, hiçbir sebeple öldürmesi uygun düşmez" şeklindedir. 2) Bu, haldir; ifadenin takdiri, "Onun bir hata olması hali müstesna, o onu kesinlikle öldürmez" şeklindedir. 3) Bu, mahzûf bir masdarın (mef'ûlün mutlak) sıfatıdır. Buna göre kelamın takdiri, "Hatâen öldürme olması müstesna" şeklindedir. Cenâb-ı Hakk, "Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse, mümin bir köleyi azâd etmesi ve (ölenin) ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi lazımdır. Sadaka olarak bağışlamaları müstesna.." buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Öldürme Çeşitleri: Amd, Hata, Şibh-i Amd Şafiî (r.h) şöyle demiştir: "Öldürme üç türlü olur: Kasden, hatâen ve kasde benzer bir şekilde (şibh-i amd)... "Kasten öldürme" bir insanın, öldüreceği kimseye ister yaralayıcı cinsten olsun isterse olmasın, onu öldüreceğini bildiği bir şey ile öldürmeye kasdetmesidir." Bu, Şafiî'nin görüşüdür. Hatâen öldürme de iki kısımdır: a) Öldüren kimsenin, bir kuşa veya bir kâfire niyetlenerek ve nişan alarak attığı şeyin, bir müslümana isabet ederek onu öldürmesidir. b) Üzerinde bir kâfir alameti görüp, onu müşrik zannederek bir müslümanı öldürmektir. Birincisi fiilde hata, ikincisi ise niyette hatadır. "Şibh-i amd"e gelince bu, insanın, Öldürdüğü şahsa genelde öldürebileceği düşünülmeyen hafif bir sopa ile vurup, bundan dolayı onun ölmesidir. Şafiî (r.h), "Bu, her nekadar vurma da kasıtlı ve bilerek olsa bile, öldürme hususunda hatadır" demiştir. İkinci Mesele Ebu Hanife, "Ağır birşey vurarak insanı öldürmek, sırf bir kasıt değil, hem hata hem de şibh-i amddir. Bu şekilde öldürme âyetin manasına dahil olup, bunda hem diyet hem de keffaret vâcibtir, fakat kısas vâcib değildir" demiştir. Şafiî (r.h) bunun, kendisinden, dolayı kısas gereken sırf kastî bir öldürme olduğunu söylemiştir. Bunun bir kasden öldürme olduğuna hem Kur'ân, hem de hadis delâlet eder. Bunun Kur'ân'dan delili, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kıptî'yi bir yumrukta öldürdüğünü nakletmesidir Sonra bu yumruk vurma, ikinci gün diğer bir kıptinin, "Dün bir canı öldürdüğün gibi, (şimdi de) beni mi öldürmek istiyorsun?" (Kasas, 19) demiş olmasının da delâlet ettiği gibi, "öldürme" olarak ifade edilmiştir. Halbuki bir önceki gün, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) sadece bir yumruk vurmuştu. Binaenaleyh kıptinin yumruk vurmayı, öldürme olarak ifade ettiği sabit olur. Yine Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Ya Rabbi, ben onlardan bir canı öldürdüm" (Kasas. 33) diyerek, yumruk vuruşunu, bir öldürme olarak adlandırmıştır. Müfessirler onun bu sözünden maksadının, o yumruğu vurup kıptiyi öldürmesi olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Hem Cenâb-ı Hak da bunu, "Sen bir de adam öldürmüştün de, biz seni o gamdan kurtarmıştık ve seni türlü türlü belalarla imtihan etmiştik" (Tâha, 40)diye beyan etmiştir. Böylece yumruk vurmanın, hem diğer kıptinin, hem Hazret-i Musa'nın, hem de Cenâb-ı Hakk'ın ifâdeleri ile, bir öldürme olduğu sabit olur. Bunun hadisten delili ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Dikkat edin! Kaste benzer bir hata ile öldürülen, kamçı ve sopa ile öldürülendir. Bu çeşit öldürmede, yüz deve (diyet) vardır" Ebu Davud, Diyat, 18 (4/185). hadis-i şerifidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu şekilde öldürmeyi de, bir kati (öldürme) olarak ifade etmiştir. Binaenaleyh bu iki delil ile, bunun da bir öldürme (kati) olduğu sabit olur. Bunun, kastî bir öldürme olduğunda şüphe eden, mantıksızlık etmiş olur. Çünkü bir insanın başına değirmen taşı ile vurarak veya onu çarmıha gererek veya onun boğazına ip geçirerek boğup öldürse, sonra da, "Onu öldürmek istememiştim" dese, ya yalan söylemiş olur veyahut da deli olduğu için böyle demiş olur. Bunun kasden düşmanca bir öldürme olduğunda, hiçbir müslüman münakaşa etmez. Böylece bunun kasden ve düşmanca bir öldürme olduğu sabit olur. Bu sebeble de, hem nakit hem de aklî delil ile böyle bir öldürmeye kısas gerektiği anlaşılır. Bunun naklî delili, kısasın farz olduğunu gösteren bütün âyetlerdir. Mesela şu âyetler gibi: "Öldürülenler hakkında size kısas farz kilindi..." (Bakara, 178); "Biz o (Tevrat'ta), onlar üzerine (şunu) yazdık: Cana can..." (Maide, 45); "Kim mazlum olarak öldürülür ise, biz onun velisine bir selûhiyet vermişizdir" (isra.33); "Kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür" (şura, 40) ve "Kim size saldırır, haddi aşarsa, siz de, aynen onların saldırmaları gibi onlara saldırın." (Bakara, 194). Bunun aklî delili ise şudur: Kısası farz kılmanın gayesi, insanları öldürülmekten korumaktır. Allahü teâlâ, "Sizin için kısasta hayat vardır" (Bakara. 179) buyurmuştur. Kısası farz kılmaktan maksad insanları öldürülmekten korumak olunca, ağır birşey vurularak öldürme de keskin birşey ile öldürme gibi olunca, bu iki şekilden biri için caydırıcı bir şeyin meşru kılınmasına duyulan ihtiyaç, aynen diğeri için duyulan ihtiyaç gibidir. İnsanın öldürülmesi hususunda, bu iki şekil arasında bir fark yoktur. Fark ancak öldürmede kullanılan alettedir. Bu aletin nazar-ı dikkate alınmayacağı zaruri ve açık olarak bilinir. Fıkhiyyat'ta şu söz söylenir: Bir kimse şöyle bir dereceye ulaştığında, "Taklidi terkeden kimselere göre, tahkikte en ileri noktaya ulaşmış" denilir. Hanefiler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Dikkat edin! Kaste benzer bir hata ile öldürülen, kamçı ve sopa ile öldürülendir. Bu çeşit öldürmede yüz deve (diyet) vardır" Ebu Davud, Diyat, 18 (4/185). hadisini delil getirmişler ve "Bu ister kamçı ile, ister sopa ile, ister büyük birşey ile, ister küçük bir şeyle olsun, her türlü öldürmeyi içine alan umumi bir ifadedir" demişlerdir. Buna şöyle cevap verilir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "birhata ile öldürülen" ifadesi, bu öldürmede bir hatanın olduğunu göstermektedir. Halbuki biz, bir İnsanı boğarak veya başına değirmen taşı vurarak öldürüp, sonra da "Ben onu öldürmek istememiştim" diyen kimsenin, bu sözünde yalancı olduğunu her akıllının açıkça anlayacağını beyan etmiştik. Binâenaleyh buradaki vurmayı, kendisinde hata vasfının olabilmesi için, küçük bir sopa ile vurma manasına almak gerekir. Allah en iyi bilendir. Kasden Öldürmede Keffare Cezası Ebu Hanife, "Kasten öldürme keffareti gerektirmez" demiştir. İmam Şafiî ise, "Bunu gerektirir" demiştir. Ebu Hanife, bu âyet ile istidlal ederek, "Âyetteki Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse..." ifadesi, keffaretin vacib olmasının şartıdır. Şart bulunmadığı zaman, meşrut (ceza) da bulunmaz" demiştir. Ebu Hanife'ye şöyle denir: Allahü teâlâ, "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiremezse, o halde sağ ellerinizin malik olduğu mü'min cariyelerden (alsın)" (Nisa, 25) buyurmuştur. Size göre ise, buradaki "kim güç yetiremezse" ifadesi, cariye ile evlenebilmenin bir şartı değildir. İşte buradaki âyette de böyledir. Sonra biz şöyle deriz: "Kasden öldürmede kefaretin vacib olduğuna hem hadis hem de kıyas delâlet eder. Bunun hadisden delili, Vâsıla İbn El-Eska nın rivayet ettiği şu husustur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bir mü'mini kasden öldürmesi sebebi ile cehennemi haketmiş bir arkadaşımız için vardığımızda o şöyle dedi: "Onun için bir köle azâd edin. Allah da o kölenin her uzvuna karşılık, onun bir uzvunu cehennemden azâd etsin." Bunun kıyastan delili ise şudur: Köle azad etmekten maksad, Allah'ın o kimseyi cehennemden azad etmesidir. Kasten öldürmede, buna daha çok ihtiyaç duyulur. Binâenaleyh kasten öldürmede, ketfareti vacib kılmaya daha çok ihtiyaç var demektir. Allah en iyi bilendir. Şâfii (r.h), buna benzer bir kıyas yaparak şöyle ikinci bir delil getirmiştir: "Cenâb-ı Hak, ihramlı iken av hayvanı öldürene keffareti vacib ktlınca, biz o hayvanı kasten veya hataen öldüren kimseleri, günah işlemiş olma bakımından eşit saydık. Mü'min bir insanı öldürmede de durum aynıdır." Bu söz, şöyle denilerek de te'kid edilir: Allahü teâlâ orada, kasten öldürenin durumunu açıkça belirtmişti. Biz aynı şeyin hataen öldürene de vacib olduğunu söyledik. Allahü teâlâ burada da bir mü'mini hataen öldüreni açıkça zikretmiştir. Binâenaleyh bizim bu keffareti, cehennemden kurtulabilmesi için, köle azad etmeye daha fazla ihtiyacı olduğu için, kasden adam öldürene vacib olduğunu söylememiz daha evladır. Keffaret Olarak Azap Edilecek Kölenin Evsabı İbn Abbas, Hasan el-Basrî, Şa'bî ve Nehaî, "Ancak namaz kılıp oruç tutabilecek yaşta (mükellefiyet çağında) olan bir mü'min köle, keffaret olarak kifayet eder" demişlerdir. Şafiî, İmam Malik, Evzâî ve Ebu Hanife (r.hümullah) de, "Ebeveyninden birisi müslüman olan çocuk köle de kifayet eder" demişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın delili bu âyettir. Çünkü Cenâb-ı Hak, mü'min bir köle azad etmeyi vacib kılmıştır. Mü'min ise, ancak iman vasfı ile nitelenebilecek kimsedir. İman ya tasdik, ya amel veya her ikisidir. Her üç durum da çocukta bulunmaz. Dolayısı ile çocuk "mü'min" olmaz. Bu sebeble de, çocuk olan kölenin keffaret olarak kifayet etmemesi gerekir. Müçtehid imamların delili ise şudur: Hak teâlâ'nın, "Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse" ifadesine küçük çocuklar da girer. Binâenaleyh âyetteki "mü'min bir köleyi azad etmesi lazımdır" buyruğu da aynıdır. Bu sebeble, çocuk kölenin de bu ifadeye dahil olması gerekir. Diyet Olarak Ödenecek Develerin Evsafı Şafii (r.h).gerek kasten, gerekse kasde benzer (şibh-i amd) ölümlerde diyet, daha büyük ve daha ağır olup, üçe bölünmüştür: Otuz tanesi dört yaşına girmiş dişi deve, otuz tanesi beş yaşına girmiş dişi deve, kırkı da hamile olan deve... Sırf hataen öldürmelerde ise diyet hafif tutulmuştur. Bunun diyeti, yirmi tane iki yaşında, yirmi tane üç yaşında dişi deve, yirmi tane üç yaşında erkek deve, yirmi tane dört yaşında dişi deve, yirmi tane de beş yaşında dişi devedir. Ebu Hanife de, hepsinde diyetin, bu sonraki gibi olduğunu, ancak üç yaşındaki dişi develerin yerine, iki yaşında erkek deve verilmesi gerektiğini söylemiştir. İmam Şafiî'nin delili şudur: Allahü teâlâ Kur'an'da diyeti vacib kılmış, fakat nasıl olacağını açıklamamıştır. Binâenaleyh diyetin nasıl olacağını bilme hususunda sünnete ve kıyasa başvurduk. Ama sünnette bu hususta bir açıklama bulamadık. Kıyasa gelince, bunun sebepleri ve sayılan belirlemede, aklın kurduğu münasebetlerin ve yaptığı taklitlerin bir gücü yoktur. Binâenaleyh burada, konuyu benzerine kıyas etmeden başka bir çare kalmaz. Biz, diyetin zekatı gerektiren sebeblerden daha güçlü bir sebeb ile vacib olduğunu görmekteyiz. Yine biz, şeriatın iki yaşındaki erkek develeri zekatın nisabına dahil etmediğini görüyoruz. Binâenaleyh bunların diyete de dahil olmamaları gerekir. Ebu Hanife'nin delili şudur: "Beraat" sabittir. Sabit olan birşeyde aslolan ise, onun devam etmesidir. Binâenaleyh beraat-i asliyye devam etmektedir. Beraat-i asliyye delilinden, ancak kendisinden daha güçlü bir delil bulunduğu zaman dönülür. Bu sebeble biz diyoruz ki, "Birincisi, herkesin ittifak ettiği bir şeydir. Fakat buna ilave olan şeye gelince, onun da aslî olumsuzluğu üzere devam etmesi gerekir." Ebu Hanife'nin bu görüşüne şu şekilde cevap veririz: Zimmette, diyeti ödeme mükellefiyeti vardır. Var olan birşeyde aslolan, onun devam etmesidir. Biz, bu hususta söylenilenlerin çoğunun eda edilmeyeceği hususunda bir ittifakın meydana geldiğini gördük. Binâenaleyh bu hususta en az miktarın ödenmesi durumunda, bundan daha fazla düşürülmemesi gerekir. Allah en iyi bilendir. Şafiî (r.h) şöyle demiştir: "Diyet olarak verilmek üzere deve bulunmadığı zaman, ya bin dinar, ya da onikibin dirhem ödenmesi vacib (farz)dır." Ebu Hanife ise, onbin dirhem verilmesinin farz olduğunu söylemiştir. Şafiî'nin delili şudur: Amr İbn Şu'ayb, babasından, o da dedesinden naklen şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında diyetin kıymeti, sekizyüz dinar veya sekizbin dirhem idi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) halife olunca, bir hutbe okuyarak "Develerin fiatları arttı" dedi ve bu diyetin, altını olanlar için bin dinar, gümüşü olanlar için de onikibin dirhem olarak ödenmesini gerekli gördü. Bizim bu istidlalden çıkaracağımız netice şudur: Hazret-i Ömer bunu bütün ashabın önünde söylemiş ve hiçbir sahabî bunu yadırgamamıştır. Binâenaleyh bu bir icma olmuştur. Ebu Hanife'nin delili ise, "Cezanın en azını almak daha evladır" şeklindedir. Bunun cevabı daha önce geçti. Diyet Hakkında Havariç'in İddası Ebu Bekr el-Esamm ile Haricîlerin çoğu, demişler ve şu delilleri ileri sürmüşlerdir: Farz kılınan bir şeyde de mutlaka bu fiilin farz kılındığı bir şahsın mevcud olması gerekir. Bu ifadeden önce zikri geçen şahıs ise, katil olan kimsedir. Bu şahsı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse buyruğu ortaya koymaktadır. Binâenaleyh bu sıra, köle azad etmeyi Cenâb-ı Hakk'ın, başkasına değil, ancak katile vacib kıldığını söylemeyi gerektirir. 2) Bu cinayeti katil işlemiştir. Binâenaleyh makul olan, tazminatın mutlaka telef eden kimseye vacib olmasıdır. Netice olarak bu fiil katilden hataen sadır olmuştur. Fakat yanlışlıkla işlenen bir fiil, telef edilen şeylerin kıymetleri ve uzuvların diyetleri mesabesindedir. Ancak ne var ki bu tazminatlar sadece telef eden kimseye vacibtir. İşte bu konuda da böyledir. 3) Allahü teâlâ bu âyette iki şeyi vacib kılmıştır: Birisi, mü'min bir köle azad etmek; diğeri, tam bir diyet vermektir. Köle azad etmenin, cinayeti işleyen kimseye vacib olduğu hususunda icma hasıl olmuştur. Âyetin iki yerinde de aynı lafzın kullanılmış olmasından dolayı, diyetin de katile vacib olması gerekir. 4)Âkileden ne bir cinayet, ne de cinayete benzer bir fiil sadır olmuştur. Binâenaleyh gerek Kur'an, gerekse hadisler açısından, âkileye herhangi bir şey ödemenin vacib olmaması gerekir. Bunun Kur'an'dan delilleri şunlardır: Allahü teâlâ, "Hiçbir günahkâr, başkasının günahını çekmez" (isra, 15); "Herkes ancak kendi aleyhine olarak (günah) kazanır" (Enam, 164); "(Herkesin) kazandığı (hayır) kendi faidesine, yaptığı (şer de) kendi zararınadır" (Bakara, 286) buyurmuştur. Bunun hadisten delili şudur: Rivayet olunduğuna göre Ebu Ramse, oğluyla birlikte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına gelir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu kim?" diye sorunca o, "oğlum" der. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Ne o senin aleyhine olarak cinayet işleyebilir, ne de sen onun aleyhine olarak cinayet işleyebilirsin" buyurmuştur. Bu sözden maksat, cinayetin bizzat kendisini anlatmak olmayıp, aksine onun işleyeceği cinayetin çocuğuna, çocuğunun işlediği cinayetin de ona tesir etmeyeceğini beyan etmektir. Bütün bunlar, diyeti cinayeti işleyen kimseye vacib kılmanın, başkasına vacib kılmaktan daha evlâ olduğuna delâlet etmektedir. 5) Nasslar, insanın malının masum (yani mukaddes, korunmuş) olduğuna ve hiçkimsenin onu alma hakkının olmadığına delalet etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Birbirinizin mallarını bâtıl (haram) yollarla yemeyin. Ancak bir ticaret olması müstesna" (Nisa, 29) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Her insan, kendi kazanana (başkalarından) daha müstehaktır Müsned, 2/334. "Müslümanın malının haramlığı kanının haramlığı gibidir" Müsned, 1/446. Müslümanın malı (başkasına) ancak gönül hoşluğu ile (verilirse) helâl olur" Keşfu'l-Hafa, 2/371. buyurmuştur. Biz, zekatlar ve tazminatları almada da söylediğimiz gibi, Kur'an'ın âyetleri ile alınmasının caiz olduğunu öğrendiğimiz o şeyter hakkında, bu umumi manadaki nasslarla amel etmedik. Ama âkıleye diyeti vacib kılmanın dayanağı haber-i vahiddir. Halbuki Kur'an'ın umumi manadaki hükümlerini haber-i vahid ile tahsis etmek caiz değildir. Çünkü Kur'an ma'lum ve kesindir. Haber-i vahid ise zannîdir. Zannî olanı, kesin ve malum olan delile takdim etmek caiz değildir. Bir de bu, "umumi belva" olan şeyler hakkında varid olmuş bir haber-i vahiddir. Binâenaleyh kabul edilmez. Yine bu, şeriatın bütün usul ve kaideleri hilafına varid olan bir haber-i vahiddir. Binâenaleyh kabul edilmemesi gerekir." Fukaha bu hususta haber, eser ve âyet ile istidlal etmişlerdir. Haberden delil şudur: Muğire'nin rivayetine göre bir kadın, başka bir kadının karnına vurmuş ve o kadın çocuğunu ölü olarak düşürmüştü. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de vuran kadının âkilesinin, o ölü olarak düşen çocuğun diyetini ödemesi hükmünü vermişti. Bunun üzerine Hami İbn Malik ayağa kalkarak, "Biz, yiyip içmeyen, bağırmayan ve doğarken ses çıkarmayan bir kimse için nasıl diyet veririz. Bu gibi şeyler bâtıldır" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu sözler, cahiliye sözlerine benziyor" demiştir. Bunun "eser"den delili ise şudur Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Safiye İbn Abdulmuttalib'in yeğeni olan Hazret-i Ali'ye, Safiyye'nin kölesi cinayet işlediği zaman o kölenin namına diyetini vermesi, Zübeyr (radıyallahü anh)'e de Safiye'nin mirasına varis olması hükmünü verdi. İşte bu, diyetin sadece âkıleye vacib olduğuna delalet etmektedir. Allah en iyisini bilendir. Kadının Diyeti Hakkında Farklı İçtihadlar Fukahanın ekserisi, kadının diyetinin, erkeğin diyetinin yarısı kadar olduğunu söylemiştir. Esamm ile İbn Atıyye, kadının diyetinin de erkeğin diyeti kadar olduğunu söylemişlerdir. Fukahanın delili şudur: Hazret-i Ali, Hazret-i Ömer ve İbn Mes'ud (radıyallahü anh) böyle hüküm vermişlerdir. Bir de kadınlar miras ve şahidlik hususunda, erkeğin yarısı kadar kabul edilmişlerdir. Binâenaleyh diyette de böyledir. Esamm'ın delili, Hak teâlâ'nın "Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse, mü'min bir köleyi azad etmesi ve (ölenin) ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi lazımdır" âyetidir. Alimler, bu âyetin hükmüne hem kadın, hem de erkeğin girdiği hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh bunların diyetleri hususunda hükmün de aynı olması gerekir. Allah en iyi bilendir. Diyet Ödenmesi Üç Seneye Yayılan Taksitlerle Olur Alimler, hataen öldürmenin diyetinin hafiflet ildiği ve üç seneye taksim edildiği hususunda ittifak etmişlerdir: Üçte biri bir sene; üçte ikisi iki sene; hepsi ise üç sene içinde ödenir. Hazret-i Ömer'in böyle yaptığı meşhur olmuş ve bu hususta, seleften hiçkimse ona muhalefet etmemiş, böylece de icma hasıl olmuştur. Bu diyetten borç ödenmesi, vasiyyetin yerine getirilmesi; geriye kalanın da, Allah'ın belirtmiş olduğu paylara göre, varisler arasında taksim edilmesi hususunda (diyet ile mal arasında) fark yoktur. Rivayet edildiğine göre, bir kadın, kocasının diyetinden payını istemek üzere gelmişti. Hazret-i Ömer ona, "Bundan sana bir şey düştüğünü sanmıyorum. Çünkü diyet ancak, onun " olan asabesine verilir. Bunun üzerine sahabeden birisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kocasının diyetinden miras olarak hanımına pay vermesini kendisine emrettiği hususunda şehadette bulundu. Bunun üzerine de Hazret-i Ömer, aynı şekilde hükmetti. Biz, bu kadar meseleyi zikrettikten sonra, şimdi âyetin tefsirine dönüyor ve şöyle diyoruz: Cenâb-ı Hakk'ın, "mü'min bir köleyi azâd etmesi" ifadesi Ona bir köle azâd etmesi gerekir" takdirindedir. köleyi "hür" kılmaktır. Hür ise, kurtulmuş ve azad olmuş demektir. İnsan, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı..." (Bakara, 29) buyurduğu gibi, yaratılış itibariyle birşeylere malik ve sahip olsun diye yaratılmış olunca, bir insan olan (köle)nin, köle olarak kalması insan olma vasfını bulandıran ve bu vasfı karıştıran bir sıfat olmuş olur. Binâenaleyh, işte bu köleliğin izale edilip kaldırılması, bundan dolayı "tahrîr" (hürriyete kavuşturma) diye adlandırılmıştır. Yani o insanı, insaniyetini bulandıran o olumsuz vasıftan kurtarmak demektir. Arapların, "Falanca işte, bir baş köleye maliktir" şeklindeki sözlerinde "baş" kelimesi, kölenin ruh ve bedeninden ibaret kılınmış olduğu gibi, bu ifadedeki (......) kelimesi de, onun rûh ve bedeninden ibarettir. Âyette bahsedilen mü'min bir köleden maksat, fakîhler nezdinde, İslâm'ın hükmü üzere olan her köledir. İbn Abbas'a göreyse, keffâret olarak, ancak namaz kılıp oruç tutan bir köle kifayet edebilir. Biz bu meseleyi daha evvel açıklamıştık. Hak teâlâ "ve (ölenin) ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi..." buyurmuştur. Vahidî şöyle demiştir: (......) kelimesi, (söz götürmek) kelimesinin "söz götürdü, jurnalledi" fiilinden olması gibi, bu da (diyet ödedi) fiilindendir. Kelimenin aslı ise, olup, buradaki vâv harfi hazfolmuştur. Arapça'da (......) denilir. Yani, "velisine ölünün diyetini ödedi" demektir." Sonra şeriat bu lafzı, telef edilen şeyler ile, organ ve uzuvların bedelini ödeme manasına değil de, bizzat canın bedelini ödeme manasına tahsis etmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Sadaka olarak bağışlamaları müstesna..." buyurmuştur. Bunun aslı, (......) şeklindedir. Böylece tâ harfi, sâd harfine idğam edilmiştir. (......) kelimesinin manası ise vermektir, bağışlamaktır. Nitekim Allahü teâlâ, "Hakkımızda ayrıca lütufkârlık da et Zira Allah, lütufkâdan mükâfaatlandırır" (Yusuf, 88) buyurmuştur ki mana, "Onların diyeti bağışlamaları ve affedip vazgeçmeleri müstesna.." şeklindedir. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Âyetin takdiri, "Onlar, o diyeti tasadduk edinceye kadar, ölünün "âkıle"sine diyeti ödemek ve teslim etmek vacibtir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, zarf olmak üzere mahallen mansubtur. Bunun, anlamında olmak üzere, (......) kelimesinden hâl olması da caizdir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Eğer (öldürülen) mü'min olmakla beraber, size düşman bir kavimden ise, o zaman (öldürenin) mü'min bir köle azad etmesi lazımdır" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, birinci âyette mü'min bir kimseyi yanlışlıkla öldürenin, bir köle azad edip, diyetini de teslim etmesi gerektiğini belirtmiş; bu âyette ise, bize (müslümanlara) düşman olan bir kavimden olan mü'min bir kimseyi yanlışlıkla öldürenin bir köle azad etmesi gerektiğini bildirip diyetten bahsetmemiştir. Daha sonra da, bu öldürülen kimsenin, müslümanlarla kendileri arasında bir anlaşma bulunan bir kavimden olması halinde de, yine diyetin vacib olduğunu beyan buyurmuştur. Gerek önceki ifadede, gerekse sonraki ifadede diyetten bahsedip, bu ifadede diyetten bahsetmemiş olması, böyle olması durumunda, diyetin vacib olmadığını gösterir. Bu sabit olunca, biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın (......) kelimesinden, öldürülen kimsenin, ya daru'l-harbte oturanlardan olduğu, veyahut da, neseb bakımından o düşman kavimden olduğu manası kastedilmiştir. İkinci mananın murad edilmesi, bâtıldır; çünkü, bütün akrabalan kâfir olduğu halde, "Daru'l-İslam"da oturan bir müslüman yanlışlıkla öldürüldüğünde, onun katlinden dolayı diyetin vacib olduğu hususunda bir icma bulunmaktadır. Bu ikinci kısım bâtıl olunca, bu âyetten kastedilenin, birinci izah olduğu ortaya çıkmış olur. Buna göre âyetin takdiri şöyle olur: Eğer, yanlışlıkla öldürülen kimse mü'min olup daru'l-harbde oturanlardan birisi ise, bu durumda yanlışlıkla öldürülmesi sebebiyle vacib olan, sadece köle azad etmektir. Bu durumda diyet vacib olmaz. Şafiî (r.h) şöyle demiştir: "Bu âyet, bu manaya delalet ettiği gibi, kıyas da bunu takviye eder. Diyetin vacib olmayacağı hususunu şu şekilde İzah edebiliriz: "Şayet biz, daru'l-harbte oturan bir müslümanın öldürülmesinden ötürü diyetin vacib olduğu hükmünü verirsek, o zaman daru'l-harbtekilerle savaşmak isteyen herkes, oradakilerin müslüman olup olmadıklarını araştırmak zorunda kalır... Bu ise, zor ve güç olan şeylerden olup, insanları savaştan kaçınmaya sevkeder. Binâenaleyh evlâ olan, katilinden diyetin düştüğüne hükmetmektir. Çünkü o kimse, daru'l-harbte oturmayı tercih etmek suretiyle kendi kanını heder etmiştir, zay' etmiştir. Keffarete gelince bu, Allah'ın hakkıdır. Çünkü, bu insan öldürülünce, Allah'a ibadete devam eden bir insan öldürülmüş demektir. Halbuki kölenin, (köle olduğu halde) Allah'a ibadete devam etmesi adeta mümkün değildir. Binâenaleyh, bu kimse bir köle azad ettiğinde, bu köleyi, Allah'a ibadete devam etmek hususunda öldürülmüş olan o kimsenin yerine getirmiş, yerine dikmiş olur. Böylece kıyasın da, diyetin düşmesini, ama keffaretin verilmesini gerektirdiği ortaya çıkmış olur. Allah en iyi bilendir." Maktulün Anlaşmalı Bir Ülkeden Olması Durumu Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şayet, kendileriyle aranızda andlaşma olan bir kavimden ise, o vaktt mirasçılarına bir dfyet vermek ve bir de mü'min bir köle azad etmek gerekir" buyurmuştur. Bu âyette ilgili birkaç mesele vardır: Hak teâlâ'nın, "Şayet, kendileriyle aranızda andlaşma olan bir kavimden ise..." buyruğu ile ilgili iki görüş bulunmaktadır: Birinci görüş: Bundan (yani fiilinin tahtında bulunan zamirinden) murad, müslümanlardır. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak önce yanlışlıkla öldüren bir müslümanın durumunu; sonra da, harbîler arasında mukim olup da yanlışlıkla öldürülen bir müslümanın durumunu; daha sonra da, müslümanlarla aralarında bir andlaşma bulunan kimseler ile, zımmîler arasında yaşayıp da yanlışlıkla öldürülen bir müslümanın durumunu zikretmiştir. Bu tertibin güzel olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Binâenaleyh, bu zamirin merciinin müslüman bir kimse kabul edilmesi caiz olmuş olur. Şu söz de bunu tekid etmektedir: Hak teâlâ'nın, ifadesinin, mutlaka daha önce bahsedilmiş olan bir şeye isnâd edilmesi gerekir. Daha önce bahsedilen ise, yanlışlıkla öldürülen mü'min kimsedir. Binâenaleyh zamiri, mü'min kimseye hamletmek gerekir. İkinci görüş: Bundan murad, zımmî'dir. Buna göre ifadenin takdiri, "Eğer o öldürülen kimse, sizinle kendileri arasında bir andlaşma bulunan kimselerden olursa..." şeklindedir. "Öldürülenin onlardan olması" ise, o kimsenin onların dininde ve inançlarında bulunması demektir. Bu görüşte olanlar, birinci görüşü aşağıdaki yönlerden tenkid etmişlerdir: a) İster daru'l-harbdekilerden, İsterse zımmîlerden olsun, yanlışlıkla öldürülen bir müslüman, Hak teâlâ'nın, "Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse, mü'min bir köle azad etmesi ve (ölenin) ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi lazımdır" buyruğunun hükmüne dahildir... Binâenaleyh, şayet bu sözden mü'min bir kimse kastedilmiş olsaydı bu, bir şeyi yine kendisine atfetmek olurdu ki, böyle bir şey caiz değildir. Yanlışlıkla öldürülen mü'minin, daru'l-harbte oturanlardan olması böyle değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, böylesi bir kimsenin öldürülmesi halinde, diyetin vacib olmadığını beyan etmek için, bunu tekrar etmiştir. Ama bu âyette ise hem diyeti, hem de keffareti vacib kılmıştır. Binâenaleyh, bundan murad mü'min bir kimse olmuş olsaydı, şüphesiz bu, faydasız bir tekrar olmuş olurdu ki, bu da caiz değildir. b) Şayet bundan maksat, sizin söylemiş olduğunuz şey olsaydı, o zaman diyet, ehline ödenmemiş olurdu. Çünkü onun ailesi kâfir olduğu için, onlar ona varis olamazlar. c) Hak teâlâ'nın, "Şayet kendileriyle aranızda andlaşma olan bir kavimden ise..." buyruğu onların, hakkında açıklama ve nass bulunmuş olan vasıf hususunda o kavimden olmalarını gerektirir. Bu vasıf ise, aralarında bir andlaşma bulunmasıdır. "onun onlardan olması" tabiri mücmel bir ifade olup, hangi hususlarda onlardan olduğu bilinmez... Ama biz bu ifadeyi, "Onun bu vasıf hususunda onlardan olması..." manasına hamledersek, buradaki mücmellik kalkar... Binâenaleyh bu, daha evla olmuş olur. Âyet, onun andlaşma yapmış birisi olması bakımından onlardan olduğuna delalet edince, bu kimsenin bir zımmî veyahut da onlar gibi andlaşma yapmış olan birisi olması gerekir. Bu görüşlere şu şekilde cevap vermek mümkündür: Maktulün Muahid Veya Zımmî Olmasına Göre Hüküm Birinciye Cevap: Allahü teâlâ, önce yanlışlıkla öldürülen mü'min kimsenin hükmünü beyan etmiş, daha sonra da, iki kısımdan birisini, yani "daru'l-harbte" oturan kimseyi zikretmiştir. Böylece de bunun öldürülmesinde, diyetin vacib olmadığını beyan etmiştir. Sonra da ikinci kısmı, yani zımmîlerin oturduğu yerde mukim olan, yanlışlıkla öldürülen mü'mini zikretmiş; bunun öldürülmesi halinde ise, hem diyetin, hem de keffaretin vacib olduğunu beyan etmiştir ki, Cenâb-ı Hakk'ın bundan maksadı da, bu kısım ile kendisinden önceki kısım arasındaki farkı ortaya koymaktır. İkinciye Cevap: Bunun cevabı şudur: Onun ailesi, kendilerine diyeti verilen müslümanlardır. Üçüncüye cevap: (......) kelimesi, önceki âyette (......) kelimesiyle tefsir edilmiştir. Yani, (Size düşman olan bir kavimde) demektir. İşte burada da böyle olup, mananın, başkası değil de bu olması vacibtir. Zımmî'nin Diyeti Hakkında Farklı İçtıhadlar Bil ki bu incelemenin faydası, şu şer'î meselede ortaya çıkar: Ebu Hanife'nin mezhebine göre zımminin diyeti, müslümanın diyeti gibidir. Şâfif (r.h) ise, yahudi ve hristiyanların diyetinin, mecusinin diyetinin üçte biri kadar; mecusinin diyetinin ise, müslümanın diyetinin onda birinin üçte ikisi kadar olduğunu söylemiştir. Ebu Hanife, görüşüne bu âyeti delil getirerek şöyle demiştir: "Hak teâlâ'nın, "Şayet (o öldürülen), kendileri ile aranızda andlaşma olan bir kavimden ise..." buyruğundan, zımmî murad edilmiştir. Cenâb-ı Hak daha sonra da, "O vakit (onun) mirasçılarına bir diyet vermek (gerekir)" buyurup, onlar hakkında tam bir diyet verilmesi gerektiğini beyan etmiştir." Biz ise şöyle diyoruz: "Bu âyetin zımmiler hakkında değil, mü'minler hakkında olduğunu beyan etmiştik. Böylece Ebu Hanife'nin istidlali düşer. Hem, bunun zımmiler hakkında olduğunu kabul etsek bite, âyet onların kastettikleri manaya delalet etmez. Çünkü Hak teâlâ bu âyette, müslüman için diyet vermeyi vacib kılmıştır ki bu da, diyet denen şeylerden birinin vacib kılma manasınadır. O halde artık Cenâb-ı Hakk'ın zımmiler hakkında vacib kıldığı diyetin, müslümanlar hakkında vacib kıldığı diyetin aynısı olduğunu niçin söylediniz? Müslümanın diyetinin belli bir miktar, zımminin diyetinin ise başka bir miktar olması niçin caiz olmasın? Çünkü diyet, bir can karşılığında ödenen mal manasınadır. Binâenaleyh sizin müslüman ve zımmi hakkındaki diyet miktarının aynı olduğunu iddia etmeniz, kabul edilemez. Halbuki münakaşa da işte bu husustadır. Binâenaleyh böyle bir ihticac düşer. Allah en iyi bilendir. Birisi şöyle diyebilir: Niçin Cenâb-ı Hak, önceki âyette köle azad etmeyi diyetten önce zikretmiş, burada ise bu sırayı bozmuştur. Çünkü eğer onu aynı sıra ile beyan etseydi, iki âyetten birisi hakkında bir tenkid söz konusu olurdu. Binâenaleyh bu, Hak teâlâ'nın, "Kapısından secde ederek girin ve hıtta deyin..." (Bakara, 58) âyeti ile bir başka suredeki "Hıtta" deyin, kapısından hepiniz secde ederek girin..." (Araf, 161) âyeti gibidir. Allah en iyi bilendir. Müslümanlarla Anlaşma Yapmış Kimselerin Kim Olduğu? Bizim ile kendileri arasında anlaşma bulunan kimselerin kim olduğu hakkında şu iki görüş vardır: a) İbn Abbas (radıyallahü anh), bunların ehl-i kitaptan olan zımmiler olduğunu; b) Hasan el-Basrî ise, kâfirlerden müslümanlarla anlaşma yapmış olan kimseler olduğunu söylemişlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kim bulamazsa, Allah'dan tevbesinin (kabulü) için, bir biri ardınca İki ay oruç tutması icab eder" buyurmuştur. Yani, "Fakir olduğu zaman, köle azad etmek yerine, o kimsenin bunu yapması gerekir..." demektir. Mesruk, bunun hem keffaret, hem de diyetin karşılığı olduğunu söylemiştir. Bu orucu peşipeşine tutmak vacibtir. Hatta bir kimse, orucu bozduran şeylerin hayız veya nifas gibi şeyler olması durumu hariç, tek bir dahi orucunu bozmuş olsa, yeni baştan tutması vacib olur. Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesi, "Geçen şeyden (vebalden) dolayı oruç tutmak üzere..." manasına geldiği için, mansub kılınmıştır. Buna göre sanki, "Allah'ın tevbelerinizi kabul etmesi için, O'nun size vacib kılmış olduğu şeyleri yerine getirin..." denilmek istenmiştir. Yani, "Allah'ın, tevbelerinizi kabul etmesi için.." demektir. Bu tıpkı "Ben, serden kaçınmak amacıyla böyle yaptım" denilmesi gibidir. Yanlışlıkla Adam Öldürmedeki Kusur Ve Mes'uliyet Buna göre şayet, "Yanlışlıkla adam öldürmek bir günah değildir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'tan tevbesinin (kabulü) için..." demesinin sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki, bu hususta şu izahlar yapılabilir. 1) Burada iki çeşit kusur bulunmaktadır: Çünkü zahirî duruma göre şayet o kimse, daha fazla ihtiyatlı davranıp tedbirli olsaydı, bu fiil ondan sadır olmayacaktı. Baksana, harbî olan bir kâfir zannıyla bir müslümanı öldüren kimse, şayet iyice tedbirli olup, durumun gerçek yüzünü anlamak için yeterince gayret sarfetmiş olsaydı, zahirî duruma göre o kimse bu hataya düşmeyecekti. Yine, bir av hayvanını hedef alıp da, hata ederek, böylece de bir insana (ok vb. şeyi) isabet ettiren kimse, şayet ihtiyatlı olmuş olsaydı, o zaman o hedefini ancak hiç kimsenin bulunmadığı tarafa doğru çevirecek, böylece de o hataya düşmeyecekti... Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'tan tevbesinin (kabulü) için" ifadesi, o kimsenin ihtiyatlı davranma konusunda kusurlu olduğu hususuna bir dikkat çekmek olur. 2) Hak teâlâ'nın "Allah'tan tevbesinin (kabulü) için..." ifâdesi, O'nun, katil olan kimseye' köle azad edemediği zaman, oruç tutmasının köle azad etmesi yerine geçeceği hususunda izin verip, ona müsaade etmesiyle ilgilidir. Bu böyledir, çünkü Allahü Teâlâ, günahkârı tevbe etmeye muvaffak kıldığı zaman, muhakkak ki onun manevi ağırlığını, yani günahını hafifletmiş olur. Binâenaleyh hafifletmek, tevbenin ayrılmaz bir vasfı olunca, "melzum"un "lâzım" yerinde kullanılması kabilinden, hafifletmeyi murad etmek için, tevbe lafzını zikretmiştir. 3) Mü'min, tesadüfen böyle bir hataya düştüğünde, o pişman olur ve bunun, hiç olmamış olmasını temenni eder... İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu nedamet ve temenniyi "tevbe" olarak adlandırmıştır. Allah Hakkında "Alîmen Hakîmâ" Tavsifinin Açıklanması Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah herşeyi hakkıyla bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir" buyurmuştur ki bu, "Allahü teâlâ bu kimsenin, bu işi kasten yapmadığını bilir ve yanlışlıkla yapmış olduğu bu fiil sebebiyle onu muaheze etmeme hususunda da "hakîm"dir. Çünkü hikmet, insanın ancak seçip, âmmden yapmış olduğu şeyler sebebiyle sorgulanmasını gerektirir." Bil ki ehl-i sünnet, Allahü teâlâ'nın, işlerinde kulların faydalarını gözetmesi gerektiğine inanmadıkları için Allahü teâlâ'nın hakîm olmasını, O'nun, işlerin neticesini bilen bir Zat-ı Kibriya olması manasına almışlardır. Mu'tezile, bu âyetin ehl-i sünnetin bu görüşünü geçersiz kıldığını söyler. Onlara göre, çünkü Cenâb-ı Hak burada, "Hakîm" lafzını "Alîm" lâfzına atfetmiştir. Binaenaleyh, "Hakîm", "Alîm" demek olsaydı, o zaman bu bir şeyi kendi üzerine atfetme olurdu ki, bu imkânsızdır. Buna şöyle cevap verilebilir: Kur'an'ın "Hakîm" lafzının "Alîm" lafzına atfedilmiş olarak geldiği bütün yerlerde, Hakîm lafzından murad, Cenâb-ı Hakk'ın fiillerini muhkem yapmış olduğu anlamıdır. Binâenaleyh hükümler ve bilgiler, fiilin keyfiyyetine ait hususlardır. Allah en iyi bilendir. 93"Kim bir mü'mini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedi kalıcı olmak üzere, cehennemdir. Allah ona gazab etmiştir, ona lanet etmiştir ve ona çok büyük bir azab hazırlamıştır". Bil ki, Allahü teâlâ, yanlışlıkla adam öldürmenin hükmünü zikredince, bundan sonra kasten adam öldürmenin hükmünü beyan etmiştir. Kasten adam öldürmenin, kısas ve diyetin vacib olması gibi, pekçok hükümleri vardır. Cenâb-ı Hak, bunu Bakara Suresinde "Ey iman edenler, maktuller hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı)..." (Bakara, 178) şeklinde zikretmiş, muhakkak ki burada da bundaki günah ve tehdidi beyan etmekle yetinmiştir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Vaîdiyye Büyük günah işleyen kimse hakkında, cennetlik mi cehennemlik mi olduğu konusunda dünyada bir hüküm vermeyen Mürcie fırkasının tam zıddı olan fırkaya vaîdiyye denir (Şehristanî, el-Milel, 1/139). bu âyette, şu iki şeye istidlalde bulunmuştur: a) Fâsık kimseler ilahi tehdide mutlak surette duçar olacaklardır. b) Onlar, ebedi olarak cehennemde kalacaklardır. Bu istidlalin yapılış şekli şöyledir: Şart sadedinde getirilen (......) kelimesi, "istiğrak" (kapsamlılık) ifade eder. Biz bunu, onların Bakara süresindeki, Hayır, öyle değil, kim bir kötülük kazanır da, suçu kendisini çepçevre kuşatırsa, onlar cehennemliktir. Onlar orada, bir daha çıkmamak üzere kalıcıdırlar" (Bakara, 81) âyetini tefsir ederken iyiden iyiye ele alarak, buna tafsilâtlı şekilde cevap vermiştik. Vahidî, sünnî alimlerin (ashabımızın) bu âyet ileri sürülerek yapılan iddiaya cevap verme hususunda birçok yollara başvurduklarını iddia etmiş ve şöyle demiştir: "Ben, o cevapların hiçbirini kabul etmiyorum. Çünkü onların söyledikleri cevaplar ya bir tahsis, ya bir mu'araza, ya bir "izmar"dır. Halbuki âyetin lafzı, bunlardan hiçbirine delalet etmemektedir." O, dayanağı olan iki şeyi şöyle ifade etmiştir: 1) Müfessirler, âyetin bir mü'min öldüren kâfir hakkında nazil olduğunda icma etmişlerdir. Sonra Vahidî, bu kıssayı zikretmiştir. 2) Âyetteki "Cezası cehennemdir" ifadesi, gelecek zaman manasındadır ve "O, cehennem ile cezalandırılacaktır" demektir. Bu bir va'id ve tehdiddir. Vahidî daha sonra şöyle der: "Va'id ve tehdidden dönmek bir kerem ve lütuftur. Bizce, Allahü teâlâ'nın mü'minlere karşı olan va'idinden dönmesi caizdir." İşte Vahidî'nin, başkalarının söylediği cevaplardan daha İyi olduğunu iddia ettiği sözünün neticesi budur. Ben derim ki: Birinci izah şekli zayıftır. Çünkü fıkıh usulünde, sebebin hususiliğine değil, lafzın umumiliğine itibar edildiği şeklinde bir kaide vardır. İstiğraka (umumiliğe) delalet eden lafzın bulunduğu sabit olunca, o âyetin kâfirler hakkında nazil olmuş olması, bu umumiliğe zarar vermez. Böylece bu söz tamamen sakıt olur. Sonra biz deriz ki: Lafzın umumi olması, onun zikredilen sıfat ile nitelenmiş bütün katiller hakkında umumi olmasını gerektirdiği gibi, aynı şekilde burada âyetin kâfirlere tahsis edilmesine mani olan bir başka husus daha bulunmaktadır. Bu husus, birkaç yönden izah edilebilir: 1) Allahü teâlâ, mü'minlere kâfirlerle cihad etmelerini emretmiş, sonra onlara cihad.ile meşgul oldukları zaman muhtaç oldukları hükmü öğreterek, "Bir mü'minfn diğer bir mü'mini yanlışlık eseri olmaksızın öldürmesi yakışmaz" (Nisa. 92) buyruğu ile söze başlamıştır. Cenâb-ı Hak o âyette, üç keffaret şekli zikretmiştir: Daru'l-İslâm'da oturmakta olan bir müslümanın öldürülmesinin keffareti, daru'l-harbte oturmakta olan bir müslümanın öldürülmesinin keffareti ve zımminin veya müslümanların andlaşma yapmış olduğu kimselerle birlikte bulunan müslümanın öldürülmesinin keffareti... Sonra Cenâb-ı Hak, bu âyetin peşinden, kasten öldürmenin hükmünü de va'idi ile birlikte zikretmiştir. Hataen öldürmenin hükmünün beyanı, müslümanlara mahsus olan bir hükmün beyanı olduğu için, o hataen öldürmenin adeta zıddı olan kasden öldürmenin hükmünü beyan etmenin de, yine mü'minlerle ilgili olması gerekir. Bu hüküm onlara has olmasa bile, en azından mü'minler bu hükme dahildirler. 2) Allahü teâlâ bu âyetten sonra, "Ey iman edenler, Allah yolunda harbe çıktığınız zaman, (meselelerin iç yüzünü) iyice araştırın. Size (müslümanca) selam verene, dünya hayatının menfaatini arayarak, "sen mü'min değilsin" demeyin" (Nisa, 94) buyurmuştur. Müfessirler bu âyetlerin, bir müşrik topluluğa rastlayan bir kısım müslümanlar hakkında nazil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Buna göre, bu müslümanlar. o topluluğa rastladılar, o toplulukta bulunanlar müslüman oldular, fakat müslümanlar onları öldürdüler ve onların korktukları için müslüman olduklarını iddia ettiler. Bu rivayete göre âyet-i kerime, mü'minleri, imanlarını .izhar eden kimseleri öldürmekten nehyetmek için gelmiştir. Yine bu. âyetler arasında bir uyum ve tenasübün bulunabilmesi için, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim bir mü'mini kasden öldürürse" âyetinin, mü'minlerin mü'minleri öldürmesini nehyetme hususunda olmasını gerektirir. Zikretmiş olduğumuz bu izahlar ile, bu âyetten önceki ve sonraki ifadelerin, bu âyeti kâfirlere tahsis etmeye mani olduğu ortaya çıkar. 3) Fıkıh usulünde şöyle bir kaide bulunmaktadır: Hükmün, kendisine uygun ve münasip bir vasfa dayanması, o vasfın, bu hükmün illeti (sebebi) olduğunu gösterir. İşte bu yol ile biz, "Erkek hırsızla kadın hırsızın ellerini kesin" (Maide, 38) ayetinden, el kesmeyi gerektiren şeyin hırsızlık olduğunu ve "Zina eden kadınla, zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun" (Nûr, 2) âyetinden de bu değnek vurmanın sebebinin, zina etmek olduğunu anlarız. İşte aynı şekilde burada da, bu va'idi gerektiren şeyin, o kasıttı öldürme işi olması gerekir. Çünkü bu vasıf, bu hükme uygundur. Binâenaleyh bu hüküm, bu vasfın (işin) bir neticesidir. Durum böyle olunca aynı şekilde, "Bu mana (vasıf) ne zaman mevcut olursa, o hükmün de bulunması gerekir" denilmelidir. Yaptığımız bu açıklama ile, muarızımızın, "Bu âyet-i kerime, kâfirler hakkındadır" sözünün bir kıymeti kalmaz. 4) Bu va'idi haketmenin sebebi ve kaynağı, bunun ya küfür, ya da bu belli şekildeki öldürme olmasıdır. Eğer bu va'îdin sebebi ve kaynağı küfür ise, "küfür bu öldürmeden önce mevcut idi" demektir. O zaman da bu öldürmenin, bu va'îd ve tehdidde bir tesiri yok demektir. Binâenaleyh âyet-i kerime, "Kim bir insanı öldürmeye kasteder (ve öldürürse), onun cezası, içinde ebedi olarak kalıcı olmak üzere, cehennemdir ve Allah ona gazab etmiştir" manasına gelmiş olur. Çünkü bu va'idde bir tesiri olmayınca, kasden öldürme, va'idde bir tesiri olmayan "bir nefsi öldürme" ve benzeri şeyler yerine geçmiş olur. Bunun yanlış olduğu malumdur. Eğer bu va'idin menşe'i bu öldürmenin kasten oluşu ise, o zaman, "Her ne zaman böyle bir öldürme olursa, bu va'idin söz konusu olması gerekir" denilmelidir ki bu durumda böyle bir sual sakıt olur. Binâenaleyh zikretmiş olduğumuz bu açıklamalarla, Vahidinin beğendiği izahın önemli bir şey olmadığı ortaya çıkmış olur. Vaîdden (Azabdan) Dönmek Faziletin Gereğidir Vahidî'nin seçmiş olduğu ikiizah şeklinden ikincisine gelince, bu da son derece yanlıştır. Çünkü va'id, bir haber çeşididir. Allahü teâlâ'nın vaadinden dönmesini caiz görmek, O'nun yalan söylemesini caiz görmek gibidir ve bu büyük, hatta küfre yakın bir hatadır. Çünkü akıllı ve alim insanlar, Cenâb-ı Hakk'ın yalan söylemekten münezzeh olduğu hususunda icma etmişlerdir. Bir de Vahîdî'nin, "Allah'ın (mü'minlere karşı olan) va'idinden dönmesi, bir ikram ve lütuftur" demiş olduğu için, Allah'ın va'îdi hususunda yalan söylemiş olduğu caiz görülür ise, aynı şekilde Allah'ın kâfirler hakkındaki valdinden de dönmesi niçin caiz (mümkin) olmasın? Yine ikramda bulunmuş olmak için va'îdden de dönmek caiz olunca, bir maslahata (faydaya) binaen, kıssa ve haberlerden de, hulf (önceki şekilden dönmek) niçin caiz olmasın? Malumdur ki bu kapıyı açmak, Kur'an-ı Kerim'i ve şeriatın tamamını tenkit ve ta'n etmeye sebebiyet verir. Böylece Vahidî'nin yaptığı her iki izahın da muteber olmadığı sabit olur. Kaffal, tefsirinde cevap olmak üzere bir başka izah daha zikretmiş ve şöyle demiştir: "Âyet-i kerime, kasıtlı olarak öldürmenin cezasının, âyette zikredilen şey olduğuna delâlet eder. Fakat âyet-i kerimede Allahü teâlâ'nın bu cezayı, o kimseye ulaştırıp ulaştırmayacağı hususunda bir açıklama bulunmamaktadır. Bir kimse kölesine bazan, "Senin cezan, sana şunu şunu yapmamdır. Fakat ben bunları yapmıyorum" diyebilir." Kaffâl'ın bu cevabı da zayıftır. Çünkü bu âyet-i kerime ile, kasıtlı olarak öldürmenin cezasının âyette zikredilen ceza olduğu sabit olmuştur. Diğer âyetler ile de, Hak teâlâ'nın hakedenlere cezasını ulaştıracağı sabit olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır" (Nisa, 123); "Bugün herkes ne kazandıysa onun karşılığını görecek" (Mümin, 17) ve "İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onu(n sevabını) görecek. Kim de zerre ağırlığınca şer yaparsa, onun (cezasını)görecek" (Zilzal, 7-8) buyurmuştur. Hatta Hak teâlâ bu âyette, onlara bu cezayı mutlaka vereceğini gösteren hususu da zikretmiş ve "(Allah) ona çok büyük bir azab hazırlamıştır" buyurmuştur. Çünkü bu cezanın, o fiilin cezası oluşunun beyanı, "Cezası, içinde ebedi kalıcı olmak üzere, cehennemdir" ifadesi ile yapılmıştır. Şayet Allahü teâlâ'nın, "(Allah) ona çok büyük bir azab hazırlamıştır" sözü, bu cezanın hakedilmiş olmasından haber verme olsaydı, bir tekrar olmuş olurdu. Fakat biz bu ifadeyi, Allahü teâlâ'nın, bu azabı vereceğini haber vermesi manasında alırsak, böyle bir tekrar söz konusu olmaz ve bu daha evlâ olur. Bil ki biz şunu diyoruz: Bu âyet, iki hususta tahsîs edilmiştir: Bunlardan birincisi, kasten öldürmenin, kısasta olduğu gibi, bir düşmanlık eseri ile olmamasıdır. Çünkü bu durumda âyetteki va'îd söz konusu olmaz. İkincisi, düşmanlık eseri olan kasıtlı öldürmenin failinin, bundan tevbe etmesidir. Bu takdirde de bu va'îd, onun için söz konusu olmaz. Bu hükmün iki yerde tahsis edilmiş olduğu sabit olunca, biz de bu umumî ifadeyi, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Allah) o (şirkten) başkasını, dileyeceği kimseler için, bağışlar" (Nisa, 46) âyetinin delili ile, affın söz konusu olması ihtimali ile tahsis ederiz. Yine bu âyet, va'îdin mutlaka yerini bulacağı hususundaki umumî manalı delillerden birisidir. Va'adin mutlaka tahakkuk edeceğini gösteren umûmî deliller, va'îdin mutlaka tahakkuk edeceğini gösteren umûmî delillerden daha çoktur. Onun, va'îdin mutlaka olacağını gösteren umûmî delilleri tercih edişi ile ilgili açıklamalarına daha önce cevap vermiş ve va'adin mutlaka tahakkuk edeceğine dair umumî delillerin daha tercihe şayan ve üstün olduğunu beyan etmiştik. Biz bütün bu açıklamaları, Bakara suresi, (Bakara, 81) ayetinin tefsirinde zikretmiştik. Kasden Öldürenin Tevbesinin Makbul Olup Olmadığı İbn Abbas'ın şöyle dediği nakledilmiştir: "Düşmanlıkla kasten öldüren kimsenin tevbesi kabul edilmez." Alimlerin çoğu ise, bu kimsenin de tevbesinin kabul edilebileceğini söylemişlerdir. Buna birçok şey delâlet eder: Birinci delil: Küfür, bu öldürmeden (katillikten) daha büyük bir günahtır. Küfrün tevbesi kabul edildiğine göre, katilliğin tevbesi haydi haydi kabul edilir. İkinci delil, Allahü Teâlâ'nın, Furkân sûresi sonundaki şu âyetidir: "Onlar ki Allah'ın yanısıra başka bir tanrıya tapmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Kim bunlardan (birini) yaparsa cezaya çarpar, kıyamet günü, onun azabı katmerîeşir ve o azabın içinde hor ve hakîr olarak ebedi bırakılır. Ancak (şirkten) tevbe edip, İmana gelen ve iyi amellerde bulunanlar müstesna.." (Furkan, 68-70). Bu âyette zikredilen büyük günahlarla beraber, kasten öldürme hususunda yapılan tevbe makbul sayıldığına göre, katillik hususundaki tek başına tevbenin makbul olması daha evlâ olur. Üçüncü delil, Hak teâlâ'nın, "(Allah) o (şirkten) başkasını dileyeceği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48) âyetidir. Allahü teâlâ bu âyette, küfrün dışındaki bütün günahları bağışlayacağını va'adetmiştir. Binaenaleyh o günahları, tevbeden sonra bağışlaması ihtimali daha kuvvetlidir. Allah en iyi bilendir. 94"Ey imân edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman (meselelerin iç yüzünü) iyice araştırın. Size (müslümanca) selam verene, dünya hayatının menfaatini arayarak, "sen mümin değilsin" demeyin. İşte Allah'ın katında birçok ganimetler vardır. Evvelce siz de böyle tkenr Allah size lütfetti. O hâlde (meselelerin iç yüzünü) iyice araştırın. Şüphesiz Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır". Bil ki bu âyetin maksadı, mü'minleri öldürmenin haramlığını iyice ortaya koymak ve mücahidlert, zayıf bir yorum (düşünce) ile haram olan kanı dökmemeleri için, bu hususta tedbirli davranmalarını sıkı sıkı emretmektir. Âyetteki bu etkili anlatım bir önceki âyetin, mü'minlere yönelik bir hitap olduğuna delâlet eder. Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Hamza ve Kisâî, burada ve Hucurat sûresinde kelimeyi, "sebat" masdarından şeklinde; diğer kıraat imamları ise, "beyân" masdarından, (......) şeklinde okumuşlardır. Her iki kıraatin manası birbirine yakındır. Çünkü birinci şekli tercih eden, bunun, ikdam etmenin (hemen acele ile yönelmenin) zıddı bir manaya olduğunu, âyetin teenni ile hareket edip, acele etmemeyi ifade ettiğini söylemiş olur; kelimenin "beyân" masdarından okunan kıraatini tercih eden de, ihtiyatlı hareket etmekten muradın, "iyice araştırmak olduğunu", binaenaleyh bu mananın daha beliğ ve etkili olduğunu söyler. Âyette geçen (......) kelimesinden murad, Allah yolunda ticaret için veya cihad için sefere çıkmaktır. Bu kelimenin asıl manası, el ile vurmaktır. Bunun sefere çıkma (yolculuk) manasında kullanılışı, seferdeki hızlı gidişten kinayedir. Çünkü eliyle bir insana vuran kimsenin elinin hareketi, bu vuruş esnasında çok hızlıdır. Bundan dolayı, "darb" kelimesi, yolculuktaki hızlı gidişten kinaye kılınmıştır. Zeccâc şöyle der: "Âyetteki, tabiri "gazaya çıktığınızda ve cihada gittiğinizde..." manasındadır. Selam Veren Kimse Hakkında "Mümin Değilsin" Demeyin Sonra Allahü teâlâ, "Size (müslümanca) selam verene, "sen, mü'min değilsin" demeyin" buyurmuştur. Allahü teâlâ bununla, müslümanlara boyun eğen ve teslim olmak isteyen kimseleri kastetmiştir. Hak teâlâ'nın, "O gün (zalimler) Allah'a teslimiyetlerini, yani O'nun emrine teslim olmak İstediklerini arzetmişlerdir" (Nahl, 87) âyeti de bu manadadır. Âyetteki "selâm" kelimesi elif ile okunur ise, iki manaya gelir: 1) "Selâm"dan murad, müslümanların biribirlerini selamladıkları şeydir. Yani, "Sizi, bu selam ile selamlayan kimse hakkında "O, bu selamı ancak kendisini korumak maksadıyla söylemiştir" deyip de, malını (ganimet olarak) almak için hemen kılıcınızla ona saldırmayın, fakat kendinizi tutup onun izhâr etmiş olduğu şeyi, yani selamını kabul edin" demektir. 2) bu, "sizden ayrılan ve size karşı savaşmayan kimseye, "Sen, mü'min (emniyette) değilsin" demeyin" manasındadır. Kelimenin bu manası "selâmet"den gelir. Çünkü ayrılıp bir kenara çekilen kimse, selamet istiyor demektir. Keşşaf sahibi: "Mü'min kelimesi, mîm harfinin fethasıyla "mü'men" şeklinde de okunmuştur. Bu, "ona emân verdi" manasına gelen tabirindendir. Buna göre âyetin manası, "sana emân vermiyoruz" demeyin" şeklinde olur" demiştir Bu Ayetin (Nisa94) Nüzül Sebebi Âyetin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç rivayet vardır: Usame'nin Bir Yahudiyi Öldürmesi Birinci rivayet: Fedek'li Mirdâs İbn Nehîyk, müslüman olmuş ve kavminden, ondan başka kimse müslüman olmamıştı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Galib İbn Fudâle komutasında gönderdiği bir seriyye, Mirdâs'ın kavmine gitmişti. Bütün kavim kaçmış, ama o, müslüman oluşuna güvenerek yerinde kalmıştı. Atlıları görünce, koyunlarını dağın bir oyuğuna çekti. Müslüman atlılar oraya ulaşıp tekbir getirince, o da tekbir alıp onların yanına indi ve "Lâilâhe illallah Muhammedur Resûlullah. es-Selâmu aleykum" dedi. Fakat Usâme İbn Zeyd (radıyallahü anh) onu öldürdü ve koyunlarını sürüp götürdü. Bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber verdikleri zaman O, çok kızdı ve "Siz onu, yanındaki mala göz diktiğiniz için öldürdünüz" dedi. Sonra bu âyeti Usame'ye okudu. Usame de, "Ya Resulellah benim için Allah'a istiğfar et" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "O, "lâilahe illallah" demişken, bu nasıl olur?" dedi. Hazret-i Usame (radıyallahü anh): "Hazret-i Peygamber bu sözü tekrar edip durdu. Hatta keşke, daha önce müslüman olmamış olsaydım da o gün müslüman olmuş olsaydım" diye arzu ettim. Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) benim için istiğfar etti ve "Bir köle azâd et" buyurdu" demiştir. Bir Mü'mini Öldüren Muhallem'in Durumu İkinci rivayet: Katil Muhallem İbn Cüsame'ye (yolda), Âmir İbn el-Azbat rastladı. Âmir onu, İslâm selamı ile selamladı. Muhallem ile Âmir arasında, cahiliyye döneminden bir kin vardı. Bundan dolayı Muhallem bir ok atıp onu öldürdü. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) (bu hadiseye) çok kızdı ve "Allah sana mağfiret etmesin" dedi. Bunun üzerinden yedi gün geçmeden Muhallem öldü. Müslümanlar onu gömdüler, fakat toprak onu üç kere dışarı attı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hiç şüphesiz toprak, ondan daha şerlileri kabul eder. Fakat Cenâb-ı Allah (böyle yaparak) size, bu günahın kendi katında ne kadar büyük olduğunu göstermek istedi" buyurup onun üzerine taş konulmasını emretti. Üçüncü rivayet: Usame'nin başına gelen hadisenin bir benzeri de Mikdâd Ibnu't-Esved'in başına gelmiştir. O, şöyle demişti: "Ya Resulellah, ne buyurursun: Ben kâfirlerden birisiyle karşılaşsam, bunun üzerine o benimle vuruşsa ve benim iki elimden birisini kılıçla kesse; sonra da bir ağacı kendisine siper edinerek, "Allah için müslüman oldum" dese., bundan sonra ben onu öldürebilir miyim?.." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Onu öldürme!" deyince ben, "Ey Allah'ın Resulü o benim elimi kesti!" dedim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Onu öldürme; eğersen onu öldürürsen, muhakkak ki o, senin onu katletmenden sonraki menzilinde, yerinde; sen de, dediği kelimeyi söylemezden önceki menzilesinde yerinde otursun" buyurdular. Ebî Ubeydeden rivayet edildiğine göre o, şöyle demiştir: Allah'ın Resulü şöyle buyurdular: "Sizden bifisi mızrağım adama (kâfire) yöneltip, mızrağın keskin demir ucu da adamın boğazının çukuruna dayansa, bunun üzerine de adam, "lâ ilahe illallah.." derse, o kîşt mızrağı ondan çeksin, ." Kaffâl (r.h) ise şöyle demiştir: "Bu rivayetler arasında bir çelişki bulunmamaktadır. Belki de bu âyet, hâdiselerin hepsi meydana geldiği zaman nazil olmuş, böylece de her bir grup, âyetin kendisiye alâkalı olay hakkında nazil olduğunu zannetmiş olabilir." Allah en iyi bilendir. Zındıkın Tevbesinin Makbul Olması Alimler, zındığın tevbesinin kabul edilip edilmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Fukaha, tevbesinin kabul olunacağı görüşünü benimsemiş, bu görüşüne de birkaç yönden hüccet getirmiştir: a) Bu âyet-i kerimede Allahü Teâlâ, zındık ile zındık olmayanı ayırdetmemiş, aksine bunu herkese vacip kılmıştır. b) Cenâb-ı Hak, "(Habibim) kafirlere söyle ki, eğer vazgeçerlerse, geçmiş (günahları) bağışlanacaktır" (Enfâl. 38) buyurmuştur. Bu, bütün kâfir sınıflarıriı içine alan umûmi bir ifadedir. c) Hiç şüphe yok ki zındığa da tevbe etmesi emrolunmuştur ve tevbe şartsız olarak kabul edilir. Çünkü Allahü teâlâ, "O, kullarının tevbesini kabul edendir" buyurmuştur. Bu, bütün günahları ve bütün mahlûkatı içine alan umûmî bir ifadedir. Çocuğun müslüman olması, Ebu Hanife'ye göre kabule şayandır. İmam Şafiî ise, "Bu, sahîh olmaz" demiştir. Ebu Hanife, Bu âyet, çocuğun müslümanlığının sahîh olduğuna delâlet eder. Çünkü Hak teâlâ'nın, "Size (müslümanca) selam verene, "sen mü'min değlisin" demeyin" buyruğu hem çocuk hakkında, hem de âkil baliğ kimse hakkında umûmi bir ifadedir" demiştir. İmam Şafiî ise: "Eğer çocuğun müslüman olması sahîh kabul edilseydi, onun mükellef kabul edilmesi gerekirdi. Çünkü şayet bu gerekmeseydi, o zaman bu, o çocuğun küfre girmesine bir izin olurdu ki bu caiz değildir. Fakat bu ona vacib de değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kalem (mesuliyyet) kaldırılmıştır: Baliğ oluncaya kadar çocuktan(...)" Tirmizi, Huddad, 1(4/32). buyurmuştur. Allah en iyi bilendir. Yahudi ve Hristiyan İslam'a Girme Şekli Fakîhlerin çoğu şöyle demişlerdir: "Eğer bir yahudi veya bir hristiyan, "Ben mü'minim" veya "Ben müslümanım" dese bu kadarcık bîr ifade ile, onun müslüman olduğuna hükmedilmez. Çünkü o kendisinin üzerinde bulunduğu şeyin İslâm; onun da iman olduğuna inanır. Şayet o kimse, "Lâ ilahe illallah, Muhammedun Resûlullah" dese, bazılarına göre bunu söyleyenin müslüman olduğuna hükmedilmez; çünkü onların içinde, "Muhammed, bütün insanlara değil de, Araplara Allah'ın elçisidir" diyenler olduğu gibi, aynı şekilde onlardan, "muhakkak ki Muhammed bir hak peygamberdir, fakat bundan sonra da peygamber gelecektir" diyenler de bulunmaktadır. Bilakis o kimsenin, kendisinin üzerinde bulunduğu dinin bâtıl; müslümanlar arasında mevcut olan dinin ise hak din olduğunu itiraf etmesi gerekir. Allah en iyisini bilendir. Sonra Cenâb-ı Hak, ".. dünya menfaatini arayarak.. İşte Allah'ın katında birçok ganimetler vardır" buyurmuştur. Ebu Ubeyde şöyle demiştir: "Dünya metâının tamamı arazdır, geçicidir." Arapça'da mesela, râ harfinin fethasıyta olmak üzere şöyle denilir: "Dünya (metâı), kendisinden itaatkârın da günahkârın da istifade edebildiği, elimiz altındaki geçici bir şeydir.". Râ harfinin sükûnuyla olmak üzere (......) kelimesi ise, dirhem ve dinarın dışındaki şeyler hakkında kullanılır. Dünya metâı, "araz.." olarak isimlendirilmiştir. Çünkü dünya metâı arızî olarak ortaya çıkar, sonra da zeval bulur ve baki kalmaz... İşte kelamcıların, beka müddeti az olduğu için, "cevher'e muhalif olan "hadis" leri "araz" diye isimlendirmeleri de bundandır. Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, "Allah katında çok sevab bulunmaktadır" demektir. Böylece Cenâb-ı Hak, dünya metâını "araz" olarak isimlendirmek suretiyle, onun hızlı bir biçimde yok olduğuna ve sona ermesinin daima yakın olduğuna dikkat çekmiştir. "işte Allah'ın katında birçok ganimetler vardır" ifadesiyle de, "Bakî olacak iyi ameller İse, Rabbinin nezdinde sevabca da daha hayırlıdır; umutça da daha hayırlı" (Kehf, 46) âyetinde de olduğu gibi, Allahü teâlâ'nın mükâfaatının daimîlik ve beka vasfıyla nitelenmiş olduğuna dikkat çekmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Evvelce siz de böyle idiniz..." buyurmuştur. Bu ifade, muhatapların, bu selâm veren kimselere teşbîh edilmiş olmalarını gerektirir. Ancak ifadede, bu benzerliğin hangi hususta meydana geldiği hususunda bir açıklama bulunmamaktadır. Bundan dolayı müfessirler, bu konuda birçok açıklama zikretmişlerdir: 1) Bundan murad şudur: "Siz İslâm'a ilk girdiğiniz zaman, ağzınızdan kelime-i şehadet işitildiği gibi, kalbinizin söylediğiniz bu şeye uygun olup olmadığı hususunda bir ilim elde etmeye bakılmaksızın, kanlarınız ve mallarınız korunmuştu. Binâenaleyh, sizin de, İslâm'a girenlere size davranıldığı gibi davranmanız, sözün zahirine itibar etmeniz ve, "O, öldürüleceği korkusuyla, kelime-i şehâdeti söyledi.." dememeniz gerekir." Bu, ekseri müfessirin tercih ettiği görüştür ki, bunda bir müşkillik bulunmamaktadır. Çünkü onların, "Bizim imanımız, onların imanı gibi değildir; çünkü biz, kendi isteğimizle ve emre uyarak iman ettik. Onlarsa kılıç zoruyla iman ettiklerini söylediler. Daha nasıl bu ikisinden birisinin diğerine teşbih edilmesi mümkün olur" deme hakları bulunmaktadır? 2) Saîd İbn Cübeyr şöyle demektedir: "Bundan murad, "Bu davet edenin, imanını kavminden saklayıp gizlediği gibi, siz de imanınızı kavminizden saklıyorsunuz. Sonra Allah sizi azîz kılmak suretiyle size lütfetti de, böylece siz dininizi izhâr ettiniz.. İşte siz de onlara, bu şekilde muamele ediniz.." demektir." Bu ifadede bir müşkil bulunmaktadır. Çünkü imanı gizlemek, onlar hakkında umumî değildi. 3) Mukatil: "Bundan murad şudur: "Siz de hicretten önce kâfirler arasında bulunduğunuz zaman, Allah'ın Resulünün ashabından, "Lâ ilahe illallah!" kelimesiyle emân dilediğimiz gibi, siz de onlardan aynısını kabul ediniz..." Birinci görüş hakkında söz konusu olan müşkillik, bu görüş hakkında da variddir. Bana göre, şöyle denilmesi doğruya daha yakındır: "Bir dinden başka bir dine geçen kimsede, işin başında, zayıf bir sebepten dolayı, az bir temayül bulunur. Sonraysa bu temayül, mükemmelleşip muhkemleşinceye kadar gittikçe kuvvet kazanır. Buna göre onlara sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Siz, daha işin başındayken, muhakkak ki sizde, birtakım zayıf sebeplerden dolayı İslâm'a olan temayülünüz zayıf idi. Sonra Cenâb-ı Hak, bu temayülünüzü kuvvetlendirip, küfre karşı olan nefretinizi arttırmak suretiyle size ihsanda bulundu. İşte onlar da böyledir; onlarda böyle bir korkudan dolayı İslâm'a karşı zayıf bir temayül meydana gelmiştir. Binaenaleyh, onların bu imanını kabul ediniz. Zira Allahü teâlâ, onların kalblerinde iman halâvetini kuvvetlendirip, göğüslerindeki o arzuyu arttıracaktır." İşte bana göre, bu konuda söylenmesi gereken söz budur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah size lütfetti" buyurmuştur. Bu hususta şu iki ihtimal bulunmaktadır: a) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Evvelce siz de böyle iken.." tabiriyle ilgilidir. Yani, "Onların imanının, kalblerinde olan ile değil de, sırf dilleriyle söylediklerinden anlaşılması, veyahut da işin başında o iman, zayıf bir sebepten ötürü meydana gelmiş olup, daha sonra da, Allah'ın kalblerinizde iman nurunu güçlendirmek ve o iman vesilesiyle o imanla amel etme ve o îmanı sevme hususunda size yardım etmek suretiyle size ihsanda bulunmuş olması hususunda, bu safhalardan geçmede sizin imanınız onların imanı gibidir" demektir. b) Bu ifadenin, kendinden sonrasıyla bir alâkası olmayıp, kendinden öncekilerle ilgili olmasıdır. Bu böyledir, zira seriyyeye katılanlar, "Lâilâhe illallah!" diyen kimseyi öldürüp, sonra da Cenâb-ı Hak, onları böylesi davranıştan nehyedip, bunun günah olduğunu da beyân edince, "Allah size lütfetti" buyurmuştur. Yani, "Bu kötü fiilden ötürü yapmış olduğunuz tevbeyi kabul etmek suretiyle, size lütuf ve ihsanda bulunmuştur" demektir. Cenâb-ı Hak, işin aslını araştırmayla ilgi emrini tekrarlayarak "O halde iyice araştırın" buyurmuştur. Allahü teâlâ'nın araştırmayla ilgili emri tekrarlaması, böylesi bir fiilden iyice kaçınmanın gerekli olduğuna delâlet eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır" buyurmuştur ki, bundan murad, kalbde bulunanın aksini izhar edip, (başkalarını aldatmaktan) men etmek ve bu hususta tehditte bulunmaktır. 95Âyetin tefsiri için bak:96 96"Mü'minlerden özür sahibi olmaksızın, (evlerinde) oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler bir olamaz. Allah, mallarıyla, canlarıyla savaşanlan, derece bakımından oturanlardan çok üstün kılmıştır. (Gerçi) Allah hepsine de cenneti va'adetmiştir. (Fakat) Allah, mücahidlere oturanların üstünde daha büyük bir mükâfaat va'adetmiştir. Kendinden dereceler, mağfiret ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir". Bu Âyetin (Nisa, 95) Mâkabliyle Münasebeti Bil ki, bu âyetin kendinden önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir: a) Daha önce de beyân ettiğimiz gibi, Cenâb-ı Hak, insanları cihada teşvik edince, bunun peşinden cihada dair hükümleri beyân buyurmuştur. Buna göre cihadın hükümlerinin ilk çeşidi, müslümanların müslümanları öldürmekten sakındırmak, yanlışlıkla, kasıtlı olarak veya "şibh-i amd" suretiyle öldürme hallerinde, durumun nasıl olacağını da beyan etmektir. İşte Allahü teâlâ bu hükümlerini bildirince, bunun peşinden başka bir hükmünü getirmiştir ki, bu da cihad eden kimsenin cihad etmeyene olan üstünlüğünü açıklamaya dair olup, o da bu âyettir. b) Allahü teâlâ, kelime-i şehâdeti söyleyen kimseleri (inanarak söylemedikleri iddiasıyla) öldürmek gibi bir fiilin onlardan sadır olmasından dolayı onları azarlayınca, muhtemelen onların kalplerine şöyle bir fikir gelecekti: "Böylesi bir harama düşmemek için, iyisi mi cihada gitmemeli." İşte bu fikri gidermek için Allah, bu âyette mücahidin üstünlüğünü bildirerek bu şüpheyi izale etmiştir. c) Allahü teâlâ, kelime-i şehâdet getiren bir kimseyi öldürmek gibi bir fiilin onlardan sadır olmasından dolayı onları azarlayıp kınayınca, bunun peşinden cihadın faziletini zikretmiştir. Sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Cihad yapan herkes, Allah'ın katında büyük bir derece elde etmiş olur. Binaenaleyh, dinde büyük bir mevki olan cihad makamına, böylesi yanılmalarla zarar vermemek için, bu dereceye nail olan kimseler bu gibi hatalardan sakınsınlar. Allah, en iyi bilendir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın, "özür sahibi olmaksızın" tabirindeki (......) kelimesi, her üç harekeyle de okunmuştur. Mesela, (......) kelimesinin sıfatı olduğu için, merfû okunur. Buna göre mana, "Özür sahibi olmayıp oturan kimselerle, cihad edenler bir olmaz.." şeklindedir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, ".. ihtiyacı olmayan hizmetçiler.." (nur, 31) ifadesidir. Biz, "gazaba uğrayanlarınkine değil." (Fatiha, 7) tabirinin tefsirindekelimesinin marife bir kelimeye sıfat olabileceğini anlatmıştık. Zeccâc şöyle demektedir: "Bu tabirdeki (......) kelimesinin, istisna cihetiyle de merfû olması caizdir. Buna göre mana, "Oturanlarla cihâd edenler bir olmaz. Ancak, özrü bulunanlara gelince bunlar, cihâd edenlerle bir olabilirler" şeklinde olur. Yani, "Özürleri, kendilerinin cihada çıkmalarına mâni olan kimseler müstesna..." demektir." Nefyden sonra müstesnanın merfû olması hakkındaki sözümüz, O'nun ayü "İçlerinden birazı müstesna olmak üzere..." (Nisa, 66)âyetinin tefsirinde geçmişti. Nasb ile okunması hususunda da iki izah bulunmaktadır: a) Bunun, "oturanlar" kelimesinden müstesna olmasıdır. Buna göre mana, "özrü bulunmayanlar hariç, oturanlar., denk olmaz..." şeklindedir. Bu, Ahfeş'in tercihidir. b) Bu kelimenin, hal olduğu için, mansûb olmasıdır. Buna göre mana, "sıhhatli iken oturanlarla cihad edenler bir olmaz.." şeklinde olur. Nitekim sen, (......) dersin. Bu, "Zeyd bana, sıhhatli olduğu halde geldi" demektir. Bu ise, Zeccâc ve Ferrâ'nın görüşüdür. Bu, Hak teâlâ'nın "Siz ihramlı olduğunuz halde avlanmayı helâl saymamak, size okunacak olanlar hariç olmak şartıyla, davarlar size helâl edildi" (Maide. 1) âyeti gibidir. Bu kelimenin mecrûr okunmasına gelince bu, âyette geçen "mü'minler.." kelimesinin sıfatı olması münasebetiyledir. İşte bu kıraatların vecihlerinin beyânı budur. Sonra buradaki başka bir konu da şudur: Ahfeş istisna yaparak, bu kelimeyi mansub okumanın daha uygun olduğunu; zira bundan maksadın, savaşa gidemeyen bir topluluğun istisna edilmesi olduğunu söylemiştir. Bu âyet-i kerimenin tefsirinde şu rivayet edilmiştir: "Allahü teâlâ cihad edenlerin özürsüz olarak cihada katılmayanlardan üstün olduğunu beyân buyurunca, özürlü olan bir kısım, Hazret-i Peygamber'e gelerek, "Bizim halimizi görüyorsun.. Biz de cihada katılmayı çok arzuluyoruz. Acaba bizim için bir çare var mı?" dedi. Bunun üzerine, "...özür sahibi olmaksızın..." âyeti nazil oldu. Böylece Cenâb-ı Hak onları, savaşa özürsüz olarak katılmayanlardan istisna etti. Diğer âlimler de, merfû okunmanın daha uygun olduğunu, zira gayr kelimesinde aslolanın, onun sıfat olduğu; sıfat olması halinde de istisnadan elde edifmek istenen şeyin, bu durumda da elde edileceğini, çünkü her iki halde de, özür sahiplerinin, üstün kılındıkları kimselerden mücahidlerin istisna edildiklerini söylemişler, her İki takdirde de maksat hasıl olup, gayr kelimesinde aslolan da sıfat olmak olunca, merfû okumanın evlâ olacağını belirtmişlerdir. Özürlü Olarak Cihada Katılamayanlar Cihad Sevabı Alırlar Darar kelimesi ister körlük, ister kötürümlük, isterse hastalık veyahut da hazırlıksız olmak sebebiyle olsun, noksanlık anlamına gelir. Üçüncü Mesele Âyetin ifade ettiği nihai mana şudur: "Sağlam olduğu halde oturarak savaşa katılmayanlarla, Allah yolunda cihad edenler bir olmaz..." Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın "Özür sahibi olmaksızın.." ifadesinin, özürlü olarak oturup geride kalan mü'minlerin, cihad edenlerle müsavî olduklarına delâlet edip etmediği hususunda İhtilâf etmişlerdir. Bazıları şöyle demişlerdir: Bu, buna delâlet etmez. Zira biz, gayr kelimesini sıfat manasına hamleder ve sıfatla yapılan tahsisin de, hükmü kendisinin dışında kalanlardan nefyettiğine delâlet etmediğini söylersek, böyle bir şey gerekmez. Yine biz, gayr kelimesini istisna mânasına alır, nefiyden yapılan istisnanın "isbât" ifade etmediğini söylersek, bu yine gerekmez. Ama, biz gayr lafzını istisna manasına alır, nefiyden yapılan istisnanın da isbât ifade ettiğini söylersek, o zaman eşitliğin bulunduğuna hükmetmek gerekir. Bil ki, özürlü kimseler hakkındaki bu eşitlik, bunun başka bir şarta bağlı olduğunu söyleyenlere göredir. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu Tevbe suresinde zikretmiştir ki, bu da O'nun "Allah ve Resulü için nasihat etmek şartıyla ne zayıflara, ne hastalara, ne de harcayacak bir şey bulamayanlara bir günah yoktur" (Tevbe, 91) buyruğudur. Bil ki böyle bir eşitliğin bulunduğunu söylemek, uzak bir ihtimal değildir. Hem nakli, hem de aklî delil bunun böyle olduğuna delâlet eder. Buna delâlet eden naklî deliller şunlardır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) savaşlarının birinden dönerken: "Andolsun ki siz Medine'de, arkanızda bir topluluk bıraktınız. Yürüdüğünüz her yerde, kat ettiğiniz her vadide, onlar mutlaka sizinle beraberdi. İşte onlar, özürleri kendilerini engellemiş olan bir topluluktur" buyurmuştur. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kul hastalandığı zaman, Allah azze ve celle (meleklerine) şöyle der: "iyileşinceye kadar o kuluma sıhhatli iken yapmakta olduğu şeyleri (aynen) yazınız" buyurmuştur. Bazı müfessırler, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip güzel güzel amellerde bulunanlar müstesna.. Çünkü onlar için (bitmez) kesilmez mükâfaat vardır" (Tin, 5-6), âyetinin tefsirinde şunu zikretmişlerdir: "İhtiyarlayan bir kimse hakkında, Allahü teâlâ onun için, İhtiyarlığından önce yapmış olduğu iyilikleri, eksiksiz olarak aynen yazar." Yine bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Mü'minin niyeti, amelinden hayırlıdır" hadisini açıklarlarken, "Ebedî yaşaması hâlinde mü'minin, iman ve salih amele devam etmeye niyetli olması, onun için, hayatında yaptığı amellerinden daha hayırlı olur" demişlerdir. Bu husustaki aklî delil şudur: Bütün taat ve ibadetlerden maksad. marifetullah nuru ile kalbleri nurlandırmaktır. Binaenaleyh bu hususta cihad edenler ile oturup kalanlar arasında bir eşitlik söz konusu olursa, elde edilecek mükâfaatta da eşitlik söz konusu olur. Eğer cihada katılmayan kimse, bu nurdan daha fazla istifade edecek olursa, daha büyük mükâfaat elde etmiş olur. Bazen Malın Candan Önce Anılmasının Bazen da Aksinin Sebebi Birisi şöyle diyebilir: "Allahü teâlâ, "Şüphesiz ki Allah, müminlerin canlarını ve mallarını, kendilerine cenneti vererek satın almıştırbuyurmuş ve canları mallar- dan önce zikretmiştir. Tefsir etmekte olduğumuz âyette ise, "Mallarıyla, canlarıyla savaşanlar.." ifadesi ile, malları canlardan önce zikretmiştir. Bunun sebebi nedir?" Cevap: Nefis (can), maldan daha kıymetlidir. Binaenaleyh satın alan, canı satın almaya daha istekli olduğuna dikkat çekmek için, onu önce zikreder. Satan kimse ise, canı satma hususunda daha fazla sıkıntıya duçar olduğunu göstermek için, onu sonra zikreder ve onun satılıp harcanmasına ancak en son noktada razı olur. Bil ki Allahü teâlâ mücahidler ile savaştan geri duranların eşit olamayacaklarını beyan buyurup, sonra da, bu eşitsizlik fazla veyr noksan olma ihtimali taşıdığı için, bunu açıkça belirterek, "Allah mallarıyla, canlarıyla savaşanları, derece bakımından oturanlardan çok üstün kılmıştır" buyurmuştur. Âyetteki "derece" kelimesinin mansûb oluşu ile ilgili şu izahlar yapılmıştır: a) O, başındaki harf-i cer hazfedildiği için mansubtur ve (bir derece ile) takdirindedir. Harf-i cer hazfedilince, fiil kendisine taalluk etmiş ve (mef'ûlü olarak) onu nasbetmiştir. b) Buradaki "derece" kelimesi, "fazilet" manasına olup, bunun takdiri "Allah mücahidleri iyice üstün kılmıştır" şeklindedir. Bu Zeyd, Amr'a çok çok ikram etti" denilmesi gibidir. Bu kelimenin nekire olarak getirilmesinin faydası ise, o derecenin büyüklüğünü ve önemini belirtmek içindir. c) Bu kelime, temyiz olduğu için mansubtur. Sonra Allahü teâlâ, "(Gerçi) Allah hepsine de cenneti vaadetmiştir.." buyurmuştur. Bu, "savaşa katılmayanlar ile mücahidlerden herbirine Allah hüsnâ'yı (cenneti) va'adetmiştir". demektir. Fakihler şöyle demişlerdir: "Bu ifadede, cihadın farz-ı ayn değil, farz-ı kifâye olduğunu gösteren bir delil vardır. Zira Cenâb-ı Hak, cenneti mücahidlere va'adettiği gibi, savaştan geri duran müslümanlara da va'adetmiştir. Şayet cihad farz-ı ayn olsaydı, cihaddan geri duranlar, Allahü teâlâ'nın cenneti va'adettiği kimselerden olamazlardı. Daha sonra Cenâb-ı Allah, "(Fakat) Allah, savaşanlara oturanların üstünde daha büyük bir mükafaat va'adetmiştir. Kendinden dereceler, mağfiret ve rahmet (vermiştir). Allah gafur ve rahimdir" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Âyetteki (......) kelimesinin mansub oluşu hususunda şu iki izah yapılmıştır: a) Bu kelime, âyetteki fiili ile mansubtur. Çünkü bu, Arapların "Onlara tam tamına ücret verdi" tabirinde olduğu gibi mef'ûl-ü mutlaktır. Âyetteki "derecat", "mağfiret" ve "rahmet" kelimeleri, (......) kelimesinden bedeldir. b) Bu kelime, temyiz olduğu için mansubtur. "Derecât" ifadesi, atf-ı beyân; "mağfiret" ve "rahmet" kelimeleri ise, "derecât" kelimesi üzerine ma'tuftur. Derece Kelimesinin Önce Müfred, Sonra Cemi Olmasının Sebebi Birisi şöyle diyebilir; "Allahü teâlâ, "derece" kelimesini önceki ifadede müfred, burada ise cemî olarak zikretmiştir? Buna şu şekillerde cevap verilir: a) Önceki ifadede geçen "derece" kelimesi ile, sayı bakımından "tek bir derece" manası kastedilmeyip, derece cinsi kastedilmiştir. Cins isim olan müfred kelimelerin içine, o cinsin pek çok nev'i girer. İşte bu "ecr-i azîm \ cennetteki yüksek makamlar, " mağfiret ve rahmettir. b) "Mücahid, mazeretinden dolayı savaştan geri kalandan bir derece; sağlam olduğu halde savaşa gitmeyenden ise derecelerle üstündür." Bu cevap, "Hak teâlâ'nın, "Özür sahibi olmaksızın.." tabirinin, mücahidlerle, özürlü oldukları için savaşa katılmayanlar arasında bir eşitliğin olmasını gerektirmez" dediğimiz zaman, ancak o zaman geçerli olabilir. c) Allah, mücâhidleri bu dünyada bir derece üstün kılmıştır. Bu da onların ganimet elde etmiş olmalarıdır. Ahirette ise onlar cennetin pek çok dereceleri ile, fazl-ı ilahî, rahmet-i tlahiyye ve mağfiret-i ilahiyye ile üstün kılınacaklardır. d) Cenâb-ı Hak bu ifâdenin başında, "Allah, savaşanlara, oturanların üstünde daha büyük bir mükâfaat va'adetmiştir" buyurmuştur. Buradaki "mücahidler" kelimesi ile kastedilenlerin, sadece malı ve canı ile cihad edenler olması mümkün değildir. Aksi halde bu, önceki ifadenin aynen tekrarı olmuş olur. Binaenaleyh bununla kastedilenlerin, kayıtsız şartsız her hususta cihad eden kimseler olması gerekir ki bu her husus ile, nefisle, mal ile, kalb ile yapılan cihadlar gibi zahirî amelleri kastediyorum. Bu cihad, en şerefli cihad çeşididir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Küçük cihaddan büyük cihada (nefs ile mücahedeye) döndük" Kuşfu'l-Hafa, 1/424. buyurmuştur. Bu cihadın neticesi, kalbi Allah'dan başka birşeye iltifat etmekten, Allah'a itaata iyice dalmaya çevirmedir. İşte bu makam, önceki makamdan daha büyük olduğu için, Cenâb-ı Hak birincinin faziletini bir derece, ikincinin faziletini ise pek çok derece kılmıştır. Hazret-i Ebu Bekir Aleyhinde Bir Şia İddası Şi'a şöyle demiştir: "Bu âyet, Hazret-i Ali İbn Ebu Talib'in, Ebu Bekir'den daha faziletli olduğuna delâlet eder Çünkü Hazret-i Ali daha fazla cihad yapmıştır. Binaenaleyh fazilet bakımından farklılığı meydana getiren şey, Hazret-i Ebu Bekir'in, savaşa katılmayanlardan; Hazret-i Ali'nin katılanlardan olmasıdır. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Fakat) Allah, savaşanlara, oturanların üstünde daha büyük bir mükâfaatva'adetmiştir" ifâdesinden ötürü, Hazret-i Ali'nin daha faziletli olması gerekir." Onlara şöyle cevap verilir: Hazret-i Ali'nin kâfirlere karşı bizzat savaşması, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat savaşmasından daha fazladır. Binaenaleyh bu âyetin hükmüne göre sizin, Hazret-i Ali'nin Hazret-i Peygamber'den üstün olduğunu söylemeniz gerekir. Bunu ise hiçbir akıllı söylemez. Eğer siz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kâfirlere karşı cihadının, Hazret-i Ali'ninkinden daha büyük (fazla) olduğunu, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kâfirlere karşı, deliller ve açıklamaları ortaya koymak ve onların şüpheleri ile dalâletlerini gidermek için cihâd ettiğini, bu cihadın ise, Hazret-i Ali'nin cihadından daha mükemmel olduğunu söylerseniz, o zaman biz deriz ki, o zaman aynı şeyin, tarafımızdan Hazret-i Ebu Bekir hakkında da söyleneceğini kabul ediniz. Bu böyledir, çünkü Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh), daha işin başında hemen müslüman olunca, diğer insanların da müslüman olmaları hususunda sa'y ü gayret göstermiştir. Hatta Osman İbn Affan, Talha, Zübeyr, Sa'd İbn Ebi Vakkas ve Osman İbn Maz'un gibi zevat, onun vasıtasıyla müslüman olmuşlardır. O, canı ve malıyla, insanları iman etmeye ve Hazret-i Muhammed'i müdafaa etmeye bütün gücünü sarfederek çalışıyordu. Halbuki Hazret-i Ali o zaman henüz çocuktu; hiç kimse onun sözüyle müslüman olmamış ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i müdafaa edememişti. Hazret-i Ebu Bekrin Cihadının Hazret-i Ali'ninkinden Üstünlüğü Binâenaleyh Hazret-i Ebu Bekir'in cihadı, Hazret-i Ali'ninkinden şu iki yönden daha üstün olmuş olur: a) Hazret-i Ebu Bekir'in cihadı, işin başında İslâmiyet son derece zayıf iken tahakkuk etmiştir. Hazret-i Ali'nin cihadı ise, Medine'de, savaşlarda zuhur etmiştir ki, İslam ise o zaman güçlü ve kuvvetli idi... b) Hazret-i Ebu Bekir'in cihadı, dine davet hususunda olmuştur. Aşere-i Mübeşşere'nin önde gelenlerinin ekserisi ise, onun vasıtasıyla müslüman olmuşlardır. Cihadın bu türü ise, Hazret-i Muhammed'in yoludur, metodudur. Ama, Hazret-i Ali'nin cihadı ise, savaşmak ile tahakkuk etmiştir. Birinci çeşit cihadın ise daha fazla olacağında şüphe yoktur. Cennete Amel İle Girilmesi Hakkında Mu'tezile İddası Mu'tezile şöyle demiştir: "Âyet, cennet nimetlerinin ancak amel ile elde edileceklerini göstermektedir. Çünkü amel bakımından farklılık, sevab ve fazilet bakımından farklılığı gerektirince işte bu sevabın amel olduğuna delâlet etmiş olur. Hem amel, bir sevabı gerektirmeseydi, o zaman bu sevab (hak edilmiş) bir ecir değil, bir hibe, bağış olmuş oturdu. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak bu mükafaatt, "ecir" olarak adlandırmıştır. Binâenaleyh, bu şekilde hükmetmek bâtıl olur. Mu'tezile'ye şöyle denebilir: "Amel, lizatihi değil de, Şâri-i Hakîm'in o ameli, o mükâfaatı gerekli kılmış olması sebebiyle mükâfaatın sebebidir. Evet, böyle demek niçin caiz olmasın?" Nafile İbadetle Meşgul Olma, Evlenmekten Efdaldir Şâfiîler şöyle demiştir: "Bu âyet, nafile (ibadetlerle) meşgul olmanın, evlenmekten, evlilikle meşgul olmaktan daha olduğuna delalet etmektedir. Çünkü biz, Hak teâlâ', "(Gerçi) Allah hepsine de cenneti va'adetmiştir" buyruğuna dayanarak cihadın farz-ı kifaye olduğnu açıklamıştık. Şayet cihad farz-ı ayn olsaydı, o zaman, Allah tarafından cihada katılmayanlara da cennet va'adedilmezdi. Bu sabit olunca, biz deriz ki, bir grup insan cihadı ifa ettiğinde, cihadın farziyyeti diğerlerinden düşer. Binâenaleyh buna rağmen, o diğerleri de bu cihada iştirak ederlerse, bu hiç şüphesiz nafile ibadetlerden olmuş olur. Sonra Cenâb-ı Hakk'ın, "(fakat) Allah, savaşanlara, oturanların üstünde daha büyük bir mükâfaat va'adetmiştir" buyruğu, yaptığı cihad ister farz, isterse mendub olsun, bütün mücahidlere şamildir. Halbuki nikâhla meşgul olan kimse, cihaddan geri kalmaktadır. Böylece, mendub olan cihadla iştigal etmenin, nikahla iştigal etmeden, evlenmeden daha efdal olduğu sabit olmuş olur. Allah en iyi bilendir. Mü'min Cemaata katılmayıp, Küfür Diyarında kalanların Cezası 97Âyetin tefsiri için bak:99 98Âyetin tefsiri için bak:99 99"Öz nefislerinin zalimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki, "Ne işte idiniz?" Onlar: "Biz, yeryüzünde aciz idik" derler. Melekler de: "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de orada hicvet edeydiniz ya" derler. İşte onlar yok mu, onların barınakları cehennemdir. O, ne kötü bir yerdir! Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan za'f ve acz içinde bırakılıp da, hiçbir çareye gücü yetmeyen ve bir yol bulamayanlar müstesna... İşte onlar... Allah'ın kendilerini affedeceğini umabilirler. Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır". Allahü teâlâ cihad yapanların mükafaatlarından bahsedince, bunun peşinden cihada katılmayanlar ile, küfür diyarında kalmaya razı olanların cezasını zikretmiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Ferrâ şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesini, istersen, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "çünkü bizce birçok inekler birbirine benziyor" (Bakara, 70) sözünde olduğu gibi mâzî kabul eder, böylece başına (muzari kabul edip de) bir tâ harfi getirmezsin... Bu durumda âyet, daha önce gelmiş geçmiş ve nesilleri tükenmiş muayyen bazı kavimlerin durumlarını haber vermiş olur. İstersen de bu kelimeyi, muzari kabul edersin. Buna göre kelamın takdiri, şeklinde olur. Böyle olması halinde, âyet bu sıfatı taşıyan herkes hakkında umûmî bir ifade olmuş olur. Can Alan Allah mıdır Ölüm Meleği midir? Bu âyette bahsedilen can alma hususunda iki görüş bulunmaktadır: Birinci görüş: Bu, cumhurun görüşü olup, buna göre bu ifadenin manası, "Melekler, Ölüm esnasında insanların ruhlarını alırlar" şeklinde olur. Buna göre eğer, "Cumhurun bu görüşüne göre, bu ifadeyle, O'nun "Allah (Ölenin) ölümü zamanında, ...ruhlarını alır" (Zümer, 42); "...ölümü de dirimi de yaratandır" (Mülk, 2) ve "Allah'ı nasıl olup da inkâr ediyorsunuz? Halbuki siz ölü iken, o sizi diriltti. Sonra sizi yine o öldürecek, tekrar sizi O diriltecek..." (Bakara, 28) buyruklarıyla, Cenâb-ı Hakk'ın: "De ki: "Size müvekkel olan ölüm meleği canınızı alacak..."nasıl birleştirilebilir?" denilirse, biz deriz ki: Ölümü yaratan, Allah; bu işi yapmakla görevlendirilmiş olan reis, ölüm meleği, (Azrail'dir). Diğer melekler ise, Azrail'in yardımcılarıdır. İkinci görüş: Bu ifadenin manası, "Onlar, o insanları cehennemde toplarlar" demektir. Bu, Hasan el-Basrî'nin görüşüdür. Ayette Bazı İ'rab Meseleleri Bu cum'enin başındaki (......) edatının haberinin ne olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır: a) Haber, Cenâb-ı Hakk'ı ("Onlar onlara, "ne işte idiniz?" dediler") ifadesidir. Söz buna delâlet ettiği, (karîne bulunduğu) için, (onlara) ifadesi hazfedilmiştir. b) Haber, O'nun, "İşte onlar yok mu, onların barınaktan cehennemdir" buyruğudur. Bu takdire göre "onlara., dediler" ifadesi, "Öz nefislerinin zâlimleri olarak.." ifâdesinin (i'rab bakımından) işgal ettiği yeri işgal eder; çünkü bu ifade de nekiredir... c) Haber, hazfedii mistir ki bu da, "helak oldular, , "cümlesidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu ifadeyi, "Ne işte idiniz?" dediler" sözüyle açıklamıştır... Hak teâlâ'nın, "Öz nefislerinin zalimleri olarak.." sözü hakkında da şu iki mesele vardır: Bu ifade, hat olduğu için, nasb mahallinde olup, mana "Onlar nefislerine zulmedenlerken melekler onların canlarını alırlar" şeklinde olur. Bu kelime, her ne kadar ma'rife bir kelimeye muzaf olsa dahi, hakikatte (mahfe) değil, nekiredir. Çünkü mana izafet olmaması haline göredir. Buna göre sanki, denilmek istenmiştir. Ancak ne var ki Araplar bu gibi durumlarda, bir kolaylık olsun diye, nun harfini hazfederler. İsm-i fail, onunla ister hal, isterse istikbal manası murad edilsin, her ne kadar lafız bakımından muzaf olsa bile, mana bakımından bazan ayrı olabilir, ayrı düşünülebilir (izafet manası olmayabilir). Bu, Cenâb-i. Hakk'ın "Bu, bize yağmur verici bir buluttur" (Ahkaf, 24), "Ka'be'ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere.." (Maide. 95) "yanını eğip bükerek.." (Hacc, 9) tabirleri gibidir. Buralardaki bütün izafetler lafzı olup, manevî değildir. İslam Diyarına Hicret Etmeyen Mü'minlerin Vebali (......) kelimesiyle, bazan küfür murad edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Evladım, Allah'a şirk koşma. Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) buyurmuştur. Bazan bu kelimeyle günah kastedilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlardan kimi, nefsine zulmedendir" (Fatır, 32) buyurmuştur. Bu âyetteki öz nefislerine zulmedenler ifadesinden ne murad edildiği hususunda ise şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Bununla, küfür diyarında müslüman olup, orada oturmaya devam ederek, İslâm diyarına hicret etmeyen kimseler kastedilmiştir. b) Bu âyet, korktuktan için mü'minlere iman ettiklerini söyleyip, kendi kavimlerinin yanına geldiklerinde de kâfir olduklarını ortaya koyan ve Medine'ye hicret etmeyen bir grup münafık hakkında nazil olmuştur. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bu âyet ile bu gibi kimselerin, münafıkları, küfürleri ve hicret etmeyişleri sebebi ile, kendi kendilerine zulmetmiş olduklarını beyan etmiştir. Meleklerin Onları Sorguya Çekmeleri Cenâb-ı Hakk'ın, "Derler ki: "Ne işte idiniz?" buyruğu ile ilgili olarak da şu izahlar yapılmıştır: a) Bu, "Dininizle ilgili meselelerde nerede idiniz?" demektir. b) Bu, "Muhammed ile mi, yoksa onun düşmanları ile mi savaşıyordunuz?" demektir. c) Bu, "Niçin cihadı bırakıp, kâfirlerin diyarında oturmaya razı oldunuz?" demektir. Daha sonra Allahü teâlâ, meleklerin, "Ne işte idiniz?" sorusuna cevap olarak münafıkların, yeryüzünde acizler (müstaz'aflar) idik" dediklerini beyan etmiştir. Aslında cevap olarak onların, "Biz şunda idik veya şunda değildik" demeleri gerekirdi" (denilir ise), buna karşı şöyle cevap verilir: "Âyetteki "Ne işte idiniz?" ifadesi, hicret edebilecek güçte oldukları halde hicret etmedikleri için, onları dinî herhangi bir iyi işte olmamadan dolayı bir tevbih ve azarlamadır. Binâenaleyh onlar azarlandıkları hususta özür beyan ederek ve hicret etmeye kadir olamadıklarını belirterek, "Biz, yeryüzünde acizler idik" demişlerdi. Melekler ise onların ileri sürdükleri mazereti kabul etmeyip, aksine bunu onlarır yüzüne vurarak, "Allah'ın yeryüzü geniş değilmiydi? Siz de orada hicret edeydiniz ya!" demişlerdir. Melekler bununla, şunu kastetmişlerdir: "Sizler, Mekke'den çıkıp dininizi açıkça yerine getireceğiniz beldelere hicret edebilirdiniz. Ama hicret edemediğinizden değil, aksine buna kadir olduğunuz halde, kâfirler içinde oturup kaldınız." İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, onlara karşı tehdidini (va'îdini) göstererek "İşte onlar yok mu. onların barınakları cehennemdir. O, ne kötü bir yerdir!" buyurmuştur. Daha sonra o, bu va'îdin hükmüne girenlerden bir istisna yaparak, "Ancak erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan, za'afve acz içinde bırakılıp da (müstaz'af olup da), hiçbir çareye gücü yetmeyenler müstesna.." buyurmuştur. Bunun bir benzeri de, şâirin şu beytidir: "Yemin olsun ki bana söven bir alçağa rastlarım." Âyetteki "güçleri yetmez" ifâdesinin "hal" mahallinde olması mümkündür. Buna göre âyetin manası, "onların, bir çareye ve bir geçime kadir olamayışları, ya hastalanmaları, ya da hicretlerine mani bir zorbanın sultası altında bulunmalarından dolayı olmuştur." Bu Âyet Üzerine, Cündüb'ün Yola Çıkıp Yolda Vefatı Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki bu, "Onlar yolu bilmezler ve onlara yol gösterecek birisini de bulamazlar" demektir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti Mekke müslümanlarına gönderdiğinde, Cündeb İbn Damre (radıyallahü anh), oğullarına "Beni Medine'ye götürün. Çünkü ben müstaz'aflardan değilim ve ben yolu bilmeyen birisi de değilim. Allah'a yemin olsun ki artık bu gece Mekke'de gecelemem" dedi. Bunun üzerine oğulları onu bir sedyeye koyup, Medine'ye doğru yola çıktılar. Bu zat, çok ihtiyar idi ve yolda öldü. Eğer, "Allahü teâlâ niçin, çocukları va'îdin hükmüne girenlerden müstesna olanların içinde saymıştır? Çünkü bunları istisna etmek, ancak bunların bazı bakımlardan, va'îde müstehak olmaları halinde yerinde olur?" denilir ise, biz deriz ki: Bu va'îd, acizliğin bulunması halinde sakıt olur. Acizlik ise bazan, (insanın hicrete) hazırlığı olmaması, bazan da henüz çocuk olması yüzünden olur. Binâenaleyh bu sebeple, buradaki "vildan" kelimesi ile çocuklar murad edilmiş olursa, bu istisna güzel ve yerinde olmuş olur "Vildan" kelimesi ile, Allah ile kendileri arasındaki işlerde, kendilerine yükümlülük bindiği için akılları kemale ermiş "mürahik"lerin kastedilmiş olmaları caiz değildir. Yok eğer bu kelime ile, baliğ olmuş köle ve cariyeler kastedilmiş ise, o zaman bu soruya gerek kalmaz. Allah'ın Tevbe Edenleri Affetmesi Daha sonra Cenâb-ı Hak, -'İşte onlar, Allah'ın kendilerini affedeceğini umabilirler" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili şöyle bir soru var: Bu insanlar, hicretten aciz olduklarına, bir şeyden aciz olan, onunla mükellef olmayacağına ve onunla mükellef olmayanın, onu yapmadığı zaman bir cezayı haketmeyeceğine göre, Cenâb-ı Hak niçin "Allah'ın kendilerini affedeceğini umabilirler" buyurmuştur? Halbuki af, ancak günah bulunduğu zaman söz konusudur. Hem (......) kelimesi de "ummak", "arzu etmek" manasına gelir. İşte bu kelime, onların affedilmelerinin kesin olmadığını gösterir? Bu Affın İzahı, Bu Affı Yanlış Yorumlayanlar Bunun birinci şıkkına şöyle cevap verilir: "Müstaz'af (aciz), bir çeşit zorluk olsa da, o şeyi yapmaya bazan kadir olabilir. Halbuki bulunması halinde ruhsatın söz konusu olduğu acizliğin, böyle olmayan acizlikten ayırmak zor ve karışık bir meseledir, însan çoğu kez kendisinin hicret etmekten aciz olduğunu zanneder. Halbuki aslında böyle değildir. Özellikle vatanını terketme hususunda, bu daha belirgin bir şekilde görülür. Çünkü vatanını terketmek, insana güç gelir. İnsanın vatanını bırakmaktan fazlasıyla hoşlanmaması, bundan nefret etmesi sebebi ile insan bazan öyle olmadığı halde, kendisinin hicret etmekten aciz olduğunu zanneder. İşte bu sebepten ötürü, bu noktada affedilmeye daha çok ihtiyaç hissedilir. Bunun ikinci şıkkına da şöyle cevap verilir: Bu soru şöyle idi: Âyette (......) kelimesinin kullanılmasının faydası nedir? Biz deriz ki: Bunun burada getirilmesinin faydası, hicret etmemenin, asla caiz olmayan ve taviz verilmemesi gereken bir iş olduğunu göstermektir. Hatta öyle ki acizliği apaçık ortada olan kimsenin bile, "Umulur ki Allah beni affeder" dediği bu işte, ya böyle olmayanların hali nice olur?" demektir. Bu izahı, bu soruya cevap olarak Keşşaf sahibi yapmıştır. Fakat evla olan, daha önce söylediğimiz şu izahtır: Vatanını terketme hususunda aşırı nefreti olduğu için insan, çoğu kez aslında böyle olmadığı halde, vatanını terketmekten aciz olduğunu zanneder, işte bu sebepten ötürü, burada af, katiyyet ifade eden kelimelerle değil, (umulur ki) kelimesi ile anlatılmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah çok affedici ve çok bağışlayıcıdır" buyurmuştur. Zeccâc, (idi, oldu) fiili ile ilgili şu üç manayı vermiştir: 1) Cenâb-ı Allah, mahlûkatı yaratmazdan önce de, bu sıfatlarla mevsuf idi. 2) Allah, bütün insanlarda bu sıfatın bulunmasının yanında, kendisinin de böyle olduğunu beyan etmektedir. Bu tabirden maksad, bunun, Cenâb-ı Hakk'ın bütün mahlûkat hakkında icra ettiği bir âdetutlahı olduğunu beyan etmektir. 3) Şayet Allahü teâlâ, "O, çok affedicice çok yargılayıcıdır" demiş olsaydı, bu sadece, kendisinin böyle olduğunu haber verme olurdu. Ama, âyetteki gibi söyleyince, bu ifade, bu sıfatların, haber verdiği şekilde gerçekleşeceğini haber verme olur. Binâenaleyh bu ifade, Allah'ın doğru olduğuna, sözünün hak olduğuna ve yalandan uzak olduğuna daha fazla delalet etmiş olur, Alimlerimiz bu âyeti, Cenâb-ı Allah'ın, günahları, tevbe edilmese de bağlayabileceğine delil getirerek şöyle demişlerdir: "Şayet burada bir günah söz konusu olmasaydı, o zaman bu konuda af ve mağfiretin bulunması imkânsız olurdu. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, affedip bağışlayacağını haber verdiğine göre bu, ortada bir günahın olduğunu gösterir. Sonra Allahü teâlâ, affedeceğine dair va'adini mutlak (şartsız) olarak zikredip, kişinin tevbe etmesi şartına bağlamamıştır. Binâenaleyh bu ifade, O'nun, günahları bazan tevbe edilmese de affedeceğine delalet eder. Allah Yolunda Hicret Eden, Bolluk Bulur 100"Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yerler ve genişlik bulur. Kim evinden, Allah'a ve O'nun peygamberine muhacir olarak çıkar da, sonta kendisine ölüm yetişirse, muhakkak ki ona mükâfaatmı vermek Allah üzerine düşmüştür. Allah gafur ve rahimdir". Bil ki hicretin bu engeli iki türlüdür: a) İnsanın kendi vatanında, bir çeşit rahat ve refahının bulunması... Bundan dolayı hicret edecek kimse, "Eğer vatanımı terkedersem sıkıntıya, güçlüğe ve geçim darlığına düşerim" der. İşte Cenâb-ı Hak, böyle düşünen kimseye "Kim Allah yolunda Meret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yerler ve genişlik bulur" demiştir. İnsana, hoşuna gitmeyen bir şeyi yaptığı zaman, dersin. Bu fiilden olan "murağam" kelimesi, "toprak" manasına olan, (......) kelimesinden iştikak etmiştir. Zira Araplar, (Burnu sürtüldü) diyorlar ve bununla, hoşuna gitmeyen bir şeyin, kişinin başına geldiğini kastediyorlar. Zira burun, son derece kibri gösteren bir uzuvdur. Toprak ise, son derece zelil oluşu ifade eden bir şeydir. Binâenaleyh Araplar bu tabiri zelil olmaktan kinaye kılmışlardır. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Meşhur olan âyetteki "murağam"ın, onların vatanlarından ayrılıp, yurtlarından çıkmaları sebebi ile meydana gelmiş olmasıdır. Bana göre bu hususta diğer bir izah şekli de şöyledir: Kim Allah yolunda, Allah rızası için bir başka beldeye hicret ederse, o beldede, vatanında kendileriyle birlikte yaşadığı düşmanlarının burnunun sürtünmesine sebep olacak hayır ve nimetler bulur. Çünkü vatanından ayrılıp, yabancı bir memlekete giden ve orada işleri yolunda olan bir kimsenin, bu durumu asıl vatanındaki insanlara ulaştığı zaman, onlar, ona karşı kötü davranmış olmalarından dolayı pişman olur ve binâenaleyh burunları sürtülmüş olur. "Murağam" kelimesini bu manaya hamletmek, yukarıda söylenen manaya hamletmekten doğruya daha yakındır. Allah en iyi bilendir. Netice olarak sanki şöyle denilmektedir: "Ey insan, sen, "Hicret edersem sıkıntıya ve meşakkete düşerim" korkusu ile vatanından ayrılmaktan hiç hoşlanmıyordun. Korkma, çünkü bu hicretinde, düşmanlarının burunlarının sürtülmesine ve bol geçinmene sebep olacak yüce nimetleri ve büyük makamları Cenâb-ı Hak sana verecektir." Cenâb-ı Allah âyette, düşmanların burunlarının sürtüleceğim gösteren ifadeyi, güzel ve geniş geçimden önce zikretmiştir. Çünkü kendi kendine aşırı zulmetmiş olmaları sebebi ile, ailesini ve yurdunu bırakıp kaçan kimsenin düşmanlarının burunlarının sürtülmesine sebep olması bakımından (kaçtığı yerdeki elde ettiği) malı mülkü ile sevinmesi, bu mülkün daha iyi geçimine sebep olmasından ötürü duyacağı sevinçten daha şiddetlidir. b) İnsanın hicret etmesine mani olan ikinci sebep, şöyle demesidir: "Eğer ben, şu maksadı elde etmek için yurdumdan çıkarsam, onu ya elde edebilirim, ya da edemem. Binâenaleyh evlâ olan, elde edip etmeyeceğim şüpheli olan bir şey yüzünden, şu mevcut refahımı zayi etmememdir." İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu endişeye de, "Kim evinden, Allah'a ve O nun peygamberine muhacir olarak çıkar da, sonra kendisine ölüm yetişirse, muhakkak ki ona mükâfaatını vermek Allah'a aittir" diye cevap vermiştir ki bunun manası açıktır. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Bazı alimler şöyle demişlerdir; Bundan maksad şudur: "Kim, Allah'a itaata niyetlenir, ama sonra onu tamamlayamazsa, Allah, o taatin tamamının mükâfaatını takdir edip ona yazar. Bu tıpkı, sıhhatli iken yaptığı taati yapamayan, böylece de kendisi için o amelin tamamının mükâfaatı takdir edilip yazılan hastanın durumuna benzer. Resûlullah'dan işte bu şekilde rivayet edilmiştir. Diğer bazı alimler ise şöyle demişlerdir; O kimse için, hem niyyetinin mükâfaatı, hem de o amelden yapabildiği kadarının mükâfaatı verilir... Ama amelin tamamının mükafaatının verilmesi hususuna gelince, bu imkânsızdır. Bil ki, birinci görüş daha evladır. Zira Cenâb-ı Hak bu âyeti burada, cihada teşvik etme sadedinde zikretmiştir. Bu böyledir, zira hicret arzusuyla sefere çıkan kimse, hicretinin mükâfaatım mutlaka elde eder. Teşvikin de, ancak böylesi bir manayla yapılacağı herkesin malumudur. Ama, âyetin manasının "O kimseye, yaptığı amelin miktarı kadar mükâfaat verilir..." şeklinde olduğunu söylemeye gelince, bu mana teşvike uygun bir mana değildir. Çünkü o kişi "herhangi bir iş yapan herkesin, yapmış olduğu o miktar amele terettüp eden mükâfaatı elde edeceğini" bilir. Bunun böyle olduğuna, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Herkese, ancak niyet ettiği vardır " Buharinin ilk Hadisinden hadisi de delalet etmektedir. Yine Cündeb İbn Damre, onunla ilgili hâdisede de rivayet edildiğine göre, ölümünün yaklaştığını hissettiğinde sağ elini sol eline vurmaya başlayarak, "Allah'ım, bu senin için; bu. Resulün için... sana Resûlü'nün biat ettiği her hususta ben de biat ediyorum" dediği ve daha sonra öldüğü rivayet edilmiştir. Cündeb'in bu haberi ashaba ulaşınca, onlar "Medine'de ölseydi, daha hayırlı olurdu" dediler. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Amel İle Cennete Girmek Konusunda Mu'tezile İddası Mutezile şöyle der: "Bu âyeı, ibadetin, Allah'ın mükâfaat vermesini gerektirdiğine delalet eder. Çünkü Allahü teâlâ, "Muhakkak ki ona mükâfaatım vermek Allah üzerine düşmüştür" buyurmuştur. Bu tabir, üç bakımdan bizim görüşümüze delalet eder; 1) Allah âyette, "düştü" kelimesini kullanmıştır. "Vücub"un hakiki manası da, düşmek ve sakıt olmaktır. Nitekim Allahü teâlâ, "(O kurbanlar) yanlan üstü düşüp öldükleri vakit..." (Hacc, 36) buyurmuştur. 2) Allah burada "ecr" (ücret) kelimesini kullanmıştır. "Ecr" ise, hak edilmiş olan bir menfaatten ibarettir. Müstahak olunmadan alınan şey için "ücret" denilemez, aksine "hibe" denilir. 3) Âyetteki "Allah'ın üzerine" tabiri vacib oluşu gösterir. Nitekim Hak teâlâ, "Beytuliah'a haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır" buyurmuştur." Mutezileye şöyle cevap verilir: Biz, bunun Allah'a gerekli (vacib) olduğu hususunda ihtilâf etmiyoruz. Fakat bu vacib oluşun, Allah'ın va'adi, ilmi, fazlı ve ikramı olması sebebi ile olup, ama bunu yapmaması halinde mâbudiyetten çıkacağı bir haketme sebebi ile olmadığını söylüyoruz. Biz bunun delillerini daha önce zikretmiştik. Bir grup alim bu âyete dayanarak, savaşa giderken ölen gazinin, cihad mükâfaatı vacib olduğu gibi, ganimetten hissesinin de (ehline) verilmesi gerektiğini söylemişlerdir ki bu görüş zayıftır. Çünkü âyetin lafzı, "ücret" ile ilgilidir. Bir de ganimetten paya düşeni almak, ancak ganimeti elde etmekle mümkün olur. Çünkü bir şey, ancak elde edildikten sonra ganimet olur. Nitekim Allahü teâlâ, "Bilin ki ganimet olarak ele geçirdiğiniz şeylerin beşte biri Allah'a ve Resulüne, akrabalara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir" (Enfal, 41) buyurmuştur. Allah en iyi bilendir. Sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Bu, "Allah, savaşa çıkmayıp oturup kalanların günahını bağışlar ve cihadın ücretini tam olarak vererek mücahidlere rahmet eder" demektir. Seferde Namazı Kısaltma Ruhsatı 101"Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, eğer kâfirlerin size fenalık yapmasındanendişe ederseniz, namazları kısaltmanızda size bir vebal yoktur. Şüphesiz ki kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır" Nisa, 101) Bil ki mücahidin muhtaç olduğu şeylerden birisi de, korku esnasında ve düşmanla savaşırken namazını nasıl eda edeceğini bilmesidir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu âyette bu hususu zikretmiştir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Vahidî, bu kelimenin (......) ve (......) ve (Falanca namazını kısalttı) şeklinde kullanıldığını, hepsinin geçerli olduğunu, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın bu kelimeyi if'âl babından (......); Zühri'nin ise, tef'il babından (......) şeklinde okuduğunu ve bu kıraatlerin, kelimenin her üç şekilde de kullanılabileceğine delil olduğunu söylemiştir. Namaz Kasr Etmenin (Kısaltmanın) Keyfiyeti Bilki ayette geçen “kısalmamızda” tabiri bir hafifletmenin olduğunu ihsas ettirmektedir. Çünkü bu, kısaltmanın rekatın sayılarında ve adedinde mi, yoksa eda edilmesi keyfiyetinde mi olduğu hususunda sarih bir ifade değildir. Bu sebeple, âyet hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür: Rekat Sayısı Bakımından Kısaltma Olması Birinci görüş: Bu, cumhurun görüşü olup, bundan maksat, '"Namazın rekatlarının adetleri hususunda bir kısaltmadır" şeklindedir. Sonra bu görüşü benimseyenler de aralarında ihtilaf ederek şu iki görüşü öne sürmüşlerdir: a) Bundan murad, müsafirin namazıdır. Zira, mukim iken dört rekat olarak kılınan her namaz, seferde iki rekat olarak kılınır. Buna göre bu kısaltma, öğle, ikindi ve yatsı namazları hakkında söz konusudur; ama, akşam ve sabah namazları kısaltılamazlar. b) Bu âyetle, müsafirin namazı değil, korku namazı kastedilmiştir. Bu, İbn Abbas, Ca'bir İbn Abdillah ve bir kısım (sahabenin) görüşüdür. İbn Abbas şöyle demektedir: "Allah, Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in lisanı üzre mukimin namazını dört, müsafirin (yolcunun) namazını iki, korku namazını da bir rekat olarak farz kıldı." Bu iki görüş de bizim dediğimiz gibi, âyette bahsedilen kısaltmadan maksadın, rekat sayılarını azaltma olduğu görüşüne dayanmaktadır. Rek'atların Eda Keyfiyetinde Kısaltma İkinci görüş: Bu, kısaltmanın rekatların eda edilmesi hususunda olduğudur. Buna göre namazda, rüku ve sücud yerine ima ve işaretle yetinilir; namazda yürümek ve elbiseler kana bulaşmış olduğu zaman da namaz kılmak caiz olur. Bu, savaşın şiddetlendiği vakit kılınan namazdır. Bu görüş, İbn Abbas ve Tavûs'tan rivayet edilmiştir. Bunlar kendi görüşlerinin doğruluğuna şu şekilde istidlal etmişlerdir: Düşmanın fitnesinden korkmak, iki rekatın bütün vasıfları tamamlanarak kılındığı zaman da devam eder. Bu ancak, harb iyice şiddetlendiği zaman, korku da iyice arttığında olabilir... Bu görüş zayıftır, çünkü şöyle de denilebilir: Müsafirin namazının rekatları az olduğu zaman, o yolcu, düşmanının onun namaz kıldığını anlayamayacağı bir tarzda eda etmesi de mümkün olur. Ama, rekat sayıları çoğalıp süre uzayınca, o kimsenin bu namazını, düşmandan habersiz olarak kılması mümkün olmaz. Bil ki, bu tabirin muhtemel olduğu manayı izah tarzı, bizim söylediğimiz gibi olup şöyledir: Âyette bahsedilen kasr (kısaltma), bir hafifletmeyi ihsas ettirmektedir.Hafifletme, rekatların bir kısmını kaldırmak suretiyle olabileceği gibi, ima ve işaretin, rüku ve sücud yerine geçmesiyle de mümkün olur. Bil ki "kısaltmak" lafzını, rekatların bir kısmını eda etmemek manasına almak daha uygundur. Bunun delilleri ise şunlardır: a) Ya'la İbn Ümeyye'den rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir: Ömer İbnu'l-Hattab'a, "Biz kendimizi emniyette hissettiğimiz halde namazda nasıl kısaltma yaparız? Oysa ki Cenâb-ı Hak, endişe ederseniz, namazları kısaltmanızda size bir vebal yoktur" buyurmuştur!" dedim de, o "Senin şaşırdığın şeye ben de şaştım. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e sordum da O, "Bu, Allah'ın size bağışladığı bir sadakadır. Binâenaleyh, O'nun bağışını kabul ediniz" Müslüm, Müüsafirin, 4 (1/478);Ebu Davud, Sefer, 1 (2/3). buyurdu" dedi. İşte bu, âyette bahsedilen kısaltmanın rekat sayıları hakkında bir kısaltma olduğuna ve âyetin onlar tarafından da böyle anlaşıldığına delalet eder. b) Kısaltma, bir şeyin bir kısmını yapıp, onunla yetinmekten ibarettir. Ama başka bir şeyi yapmak, "kasr" (kısaltma) ve iktisar etme diye adlandırılamaz. Halbuki, imayı rüku ve sücud yerine ikame etmek; namazda yürümeyi ve kanlara boyanmış olduğu halde kanlı elbiselerle namaz kılmayı tecviz etmenin hiç biri, bir kısaltma olmayıp, aksine bunların hepsi yeni bazı hükümleri isbat etmek ve bir şeyi başka bir şeyin yerine geçirmek, ikame etmektir. Binâenaleyh, âyette bahsedilen kısaltmayı, bizim tefsir ettiğimiz şekilde anlamak daha uygun ve evla olur. c) Hak teâlâ'nın, "namazları.." tabirindeki harf-i cerri ba'zıyyet ifade eder. Bu ise, namazın bir kısmıyla yetinmenin caiz olmasını gerektirir. Binâenaleyh, bu izahlarla âyette bahsedilen "kısaltma" işini, "rekatların bir kısmını kılmama" anlamına tefsir etmenin, onların zikretmiş olduğu "ima ve işaret" manasına hamletmekten daha evlâ olduğu sabit olmuş olur. d) "Kısaltma" onların örfüne göre, rekatların sayılarını noksanlaştırma anlamına tahsis edilmiştir. İşte bu sebeple, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) öğle namazını iki rekat olarak kıldırınca, Zülyedeyn, "Namaz mı kısaltıldı, yoksa sen mi unuttun?" demişti. e) "Namazı değiştirme" manasındaki kısaltma, bu âyetten sonra zikredilen âyette geçmektedir. Binâenaleyh, bu âyetten maksadın, bir tekrar olmaması için namazın rekatlarını eksiltme anlamında bir kısaltma olması gerekir. Allah en iyi bilendir. Namazı Kısaltma Şafii'ye Göre Ruhsat, Hanefi'ye Göre Azimettir Şafiî (r.h), "kısaltma bir ruhsattır. Binâenaleyh, mükellef isterse namazı tam kılar, isterse kısaltır" derken, Ebu, "Kısaltma farzdır. Binâenaleyh, yolcu olan bir kimse, namazını dört rekat olarak kılar, ikinci rekatın başında tahiyyata oturmazsa, namazı fasid olur. Eğer ikisi arasında teşehhüd miktarı oturursa namazı tam olur. demiştir. Şafiî (r.h) görüşüne delil olarak şunları zikretmiştir: Birinci delil: Hak teâlâ'nın, "namazları kısaltmanızda size bir vebal yoktur" buyruğunun zahiri, farz olmamayı ihsas ettirmektedir. Zira, farz olan namazları edada "size bir vebal yoktur..." denilemez. Aksine bu lafız ancak, o şeyle mükellef olmayı kaldırmak için kullanılır. Ama o şeyi, alettayin farz kılmak durumuna gelince, o vakit bu lafız bu hususta kullanılmaz. Ebu Bekr er-Razî el-Cessas, Şafiî'nin bu görüşüne, "Bu âyette bahsedilen kısaltmadan maksat, "Rekatları azaltmak değil, aksine yapılması gereken şeyleri hafifletmektir" diyerek cevap vermiştir. Bil ki biz, delile dayanarak, âyeti el-Cessas'ın zikrettiği şeye hamletmenin caiz olmadığını beyan etmiştik. Böylece Ebu Bekr er-Razî'nin bu şekildeki cevabı sakıt olur. Keşşaf sahibi, bu hususta bir başka cevap olarak da şunu zikreder: "İnsanlar namazlarını tam olarak kılmaya alışınca, çoğu kez onların gönüllerine, kısaltmada sanki bir noksanlığın bulunacağı düşüncesi gelir., . İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onların gönüllerini ferahlatmak için, kısaltmada bir günah bulunmadığını beyan etmiştir..." Keşşafa şöyle cevap verilebilir: "Böyle bir ihtimal onların gönüllerine ancak Şâri-ı Hakîm'in onlara, "Bu kısaltma konusunda size ruhsat verdim" demesi durumunda gelebilir. Ama o, "Bu kısaltmayı size farz kıldım. Onu tamamlamayı size haram kıldım... Ve bunu, namazınızı bozan bir şey kabul ettim..." dediğinde, aklı olan hiç kimsenin gönlüne bu ihtimal asla gelmez. Binâenaleyh, sizin söylediğiniz bu söz, buraya hiç uygun düşmez. İkinci delil: Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha) şöyle demiştir: "Allah'ın Resûlüyle beraber Medine'den Mekke'ye yönelmiştim. Mekke'ye geldiğimde, "Ya Resûlullah babam annem sana kurban olsun! Sen kısalttın ben tamamladım; ben oruç tuttum, sen ise tutmadın..." dedim. Bunun üzerine Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem), "Güzel yaptın ey Aişe..." dedi ve beni kusurlu bulmadı." Hazret-i Osman (radıyallahü anh) da hem tam kılıyor, hem de kısaltıyordu; sahabeden hiç kimse de onun bu hareketini yadırgamamıştı. Üçüncü delil: Seferdeki bütün ruhsatlar, kesin ve kati olmak üzere değil, "yapılabilirlik" anlamında meşru kılınmıştır. İşte burada da böyledir. Manefiler ise, birçok hadisle istidlal etmişlerdir. Bunlardan bir tanesi Hazret-i Ömer'in, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiş olmasıdır: "Bu, Allah'ın size bağışladığı bir sadakadır. Binâenaleyh, O'nun bağışını kabul ediniz..." Emrin zahiri, vücub ifade eder... Yine İbn Abbas'tan, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sefere çıktığı zaman namazlarını iki rekat olarak kılardı..." dediği rivayet edilmiştir. Hanefilerin bu görüşlerine de şu şekilde cevap verebiliriz: "Bu hadisler, namazları kısaltmanın meşru ve caiz olduğuna delalet eder. Ancak ne var ki söz, "Bundan başkası caiz olur mu?" konusundadır. Kur'an'ın lafzı, başkasının da caiz olacağına delâlet edince, buna hükmetmek daha evlâ olur. Allah en iyi bilendir." Bazıları, "Yolcunun namazı iki rekattır; bu tam bir namaz olup, kısaltma yapılmamıştır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldiğinde sefer namazı iki rekat olarak öylece devam ettirildi, ikamet halindeki namaza ise ilave yapılıp (dört rekat kılındı)" demişlerdir. Bil ki, âyetin lafzı bu görüşün yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Bu böyledir, çünkü âyette bahsedilen "kısaltma"dan maksad, rekatların sayısını hafifletmek, azaltmaktır. Eğer iş onların dediği gibi olsaydı, bu kısaltma, seferî namazda olmaz, aksine bu mukîmin namazına yapılmış bir ziyade olmuş olurdu. Zehirlere Göre Seferde Mesafe Anlayışı Davud ez-Zahirî ve Zahirîler seferin azının da çoğunun da, bu ruhsatın caiz olması hususunda aynı durumda olduğunu iddia etmişlerdir. Cumhur-u fukaha ise, seferin mesafesi belli bir mikdara ulaşmadıkça, onun hakkında bu ruhsatın hasıl olmayacağını söylemişlerdir. Zahiriler bu âyeti delil getirip ve şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, namazları kısaltmanızda size bir vebal yoktur" beyanı, şart ve cezadan mürekkep bir cümledir. Şart, yeryüzünde yürümek; şartın cevabı ve cezası da, namazın kısaltılmasının caiz olmasıdır. Şart bulununca, bu şart ister uzun bir sefere çıkmak, isterse kısa bir sefere çıkmak olsun, cezanın da buna terettüp etmesi gerekir." Bu konuda söylenebilecek son söz şudur: Bu âyet, insan bir mahalleden bir mahalleye, bir evden bir eve geçtiği zaman, söz konusu ruhsatın bulunmasını gerektirir. Ancak biz buna şu iki şekilde cevap verilebileceğini söyleriz: a) Bir mahalleden bir mahalleye geçmek hakkında eğer yeryüzünde sefer etmek tabiri kullanılmıyorsa, bu problem ortadan kalkar. Ama, böyle ifade ediliyorsa, bu durumda biz şöyle deriz: "Müslümanlar, bunun itibara alınmayacağı hususunda icma etmişlerdir. Binâenaleyh bu icmanın delaletiyle bu âyete gelmiş olan bir tahsistir. Umumi ifade, tahsis edildikten sonra da bir hüccettir. Binâenaleyh âyetin, ister uzun ister kısa olsun, sefer hususunda muteber ve geçerli olmaya devam etmesi gerekir. b) Âyetteki, "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman..." tabiri, bu ruhsatın hasıl olması için Cenâb-ı Allah'ın yeryüzünde seferi şart kıldığına delalet eder. Eğer yeryüzünde yürümek, mutlak manada bir yerden bir yere geçmenin ismi olsaydı, bu intikal işi, daima mevcut olmuş olurdu. Çünkü insan, ömrü boyunca daima evden camiye, camiden çarşıya vb. intikal halindedir... Böyle bir şey daima bulunduğuna göre, bunun, o hükmün meydana gelebilmesi için bir şart kılınmış olması imkansız olurdu. Allahü teâlâ o hükmün bulunması için, yeryüzünde sefere çıkmayı şart kıldığına göre, anlıyoruz ki bu, mutlak manada bir yerden bir yere geçmekten farklı bir şey olup, "sefer", "yolculuk" diye isimlendirilen şeydir. Malumdur ki "yolculuk" yakın olan için de, uzak olan için de kullanılmaktadır. Binâenaleyh biz âyet-i kerime'nin, bu ruhsatın söz konusu olabilmesi için mutlak olarak sefere, yolculuğa delalet ettiğini anlıyoruz." Cumhur-u Fukaha'ya Göre Seferde Asgari Mesafe Fukahaya gelince onlar şöyle demiştir: Selef, seferin en azının muayyen bir mikdar olduğunda icma etmiştir. Bu meselede birçok rivayetin bulunması da buna delalet etmektedir: 1) Hazret-i Ömer'den rivayet edildiğine göre o, şöyle demiştir: "Namaz, bir tam günlük yolculukta kısaltılır..." Zührî ve Evzâî de bu görüşü belirtmişlerdir. 2) İbn Abbas (radıyallahü anh), "Sefer, bir gün bir geceyi aşarsa, namaz kısaltılır" demiştir. 3) Enes İbn Malik, "Seferde mu'teber olan mesafe beş fersahtır" demiştir. 4) Hasan el-Basrî, bunun iki gecelik bir mesafe olduğunu söylemiştir. 5) Şa'bî, Nehâî ve Said İbn Cübeyr, bunun Kûfe'den Medain'e kadar olan mesafe olup bunun da üç günlük yol olduğunu söylemişlerdir. Bu, aynı zamanda, Ebu Hanife'nin de görüşüdür. Hasan İbn Ziyad, Ebu Hanife'nin, bir kimse iki tam gün ile, üçüncü günün ekserisini içine alan bir yere yolculuk yaparsa, onun namazı kısaltmasının caiz olduğunu söylediğini rivayet etmiştir. İbn Sumâ'a, Ebu Yusuf ve İmam-ı Muhammed'den de aynı şeyi rivayet etmiştir. 6) İmam Malik ve İmam Şafiî, bunun her biri dört fersah olan dört "berid"lik mesafe olduğunu söylemiştir. Her fersah ise, Hazret-i Peygamber'in dedesi olan Haşim'in ölçü birimi olan mil ile, üç mildir. Bu mil de, onikibin ayaktan ibaret olan, Badiye milinin miktarı kadar olup, dörtbin adım eder. Çünkü üç ayak bir adım eder. Fukaha şöyle demişlerdir: İnsanların, bu değişik görüşlerde ihtilâf etmeleri, bu hükmün mutlak manada sefere bağlı olmadığı hususunda bir icma'nın bulunmasına delâlet eder. Zahirîler ise, "Fukahanın, böyle değişik görüşler beyan ederek ihtilaf etmeleri, bu meselede, sefer müddetini belirlemek için kuvvetli bir delil bulamadıklarını gösterir. Çünkü, eğer bu meselede, delaleti açık olan bir delil bulunmuş olsaydı, bu ihtilaf meydana gelmezdi. Diğer sahabenin bu meselenin hükmü hususunda susmaları, belki de ancak onlar bu âyetin, hükmün, mutlak manada sefere bağlanmış olduğuna delalet ettiğine inanmış oldukları içindir. Binâenaleyh bu hüküm, mutlak sefer hakkında, bu âyetin hükmüyle sabit olmuş olur. Hüküm Kur'an'ın âyetinde zikredilince, onların bu hususta içtihad ve istinbatta bulunmaya ihtiyaçları kalmaz... İşte bundan dolayı, bu meşalede susmuşlardır. Hanefi ve Şâfiîlere Göre Mesafe Bil ki Ebu Hanife'nin taraftarları, sefer müddetini üç gün olarak belirleme hususunda, Hazret-i Peygamber'in "Müsafir (yolcu) üç gün mesh eder" İbn Mace, Taharet, 86 (1/183-184). hadisine dayanmışlardır. Bu ise, üç gün mesh bulunmadığı zaman, o kimsenin müsafir olmamasını gerektirir; müsafir olmayınca da, sefer hususunda meşru olan ruhsat bulunmaz. İmam Şafiî'nin ashabı (radıyallahü anh) ise, Mücahid ve Atâ İbn Ebî Rabah'ın, İbn Abbas'tan rivayet ettikleri şu hadise dayanmışlardır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ey Mekkeliler, dört "berid"lik mesafeden daha az, (mesela) Mekke den Astan 'a kadar olan mesafeden daha az olan bir yolculuk esnasında namazlarınızı kısaltmayınız" buyurmuştur. Zahirilerin Cumhura Karşı Cevapları Zahirîler ise şöyle demişlerdir: "Buna mukabil olarak söylenecek söz, birkaç yöndendir: a) Bu, Kur'an'ın umumi ifadesini haber-i vahid ile tahsis etme durumuna göredir. Bizce bu, iki sebepten dolayı caiz değildir: 1) Kur'an ve haber-i vahid, her birinin lafzının hükme delalet etmesi bakımından müşterektirler. Kur'an'ın metni kesin ve katidir; haber-i vahidin metni ise, zannîdir. Binâenaleyh Kur'an'ın delaleti, haber-i vahidin delaletinden daha kuvvetlidir. Zayıf olan delili, kuvvetli olan delile tercih etmek ise caiz değildir. 2) Hadis-i şerifte rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Benden bir hadis rivayet edildiğinde, onu Yüce Allah'ın kitabına vurun. Eğer ona muvafakat ederse, onu kabul edin. Eğer ona muhalefet ederse, onu reddedin." Bu, Allah'ın kitabına muhalif olarak gelen her hadisin reddolunacağını gösterir. Binâenaleyh seferle ilgili olan hadis, Kur'an'ın umumi ifadesine muhalif olarak geldiğine göre, kabul edilmemesi gerekir. b) Bu gibi haberler kabul edilmez, çünkü bunlar, herkesin hükmünü bilmeye muhtaç olduğu bir hâdise hakkında gelmiş olan haber-i vahidlerdir. Binâenaleyh, bunların kabul edilmemesi gerekir. Biz, bunların hükmünü herkesin bilmeye muhtaç olduğunu söyledik, çünkü sahabenin çoğu, çoğu zaman, yolculukta ya da savaşta idiler., seferde namazı kısaltma ruhsatı belli miktardaki bir yolculuğa mahsus olsaydı, ruhsat ifade eden bu sefer miktarını bilme hususundaki ihtiyaç, bütün mükelleflere şamil olan umumi bir ihtiyaç olurdu. Eğer durum böyle olsaydı, sahabe onu bilir, bilhassa Kur'an'ın zahirinin hilâfına olduğu vakit, onu mütevatir olarak naklederdi. Durum böyle olmadığına göre, anlıyoruz ki bu haberler zayıf ve merduddurlar. İş böyle olduğu zaman, bunlar sebebiyle Kur'an'ın zahirini terketmek nasıl caiz olabilir? c) Şâfiîlerin ve Hanefilerin delilleri, birbirine karşı ve zıddırlar. Deliller taaruz ettiklerinde sakıt olurlar. Binâenaleyh, Kur'ân'ın zahirine rücu etmek gerekir. İşte bu konudaki sözün tamamı budur." Bence, bu konuda söylenecek şey şudur: Öt ve edatları, sadece normal durumda, şartın peşinden ceza ve cevap geleceğine delâlet ederler. Ama, bu şartın peşinden, bütün vakitlerde ceza ve cevabın gelmesi gerekmez. Bunun delili şudur: Bir kimse hanımına "Eğer eve girersen, sen boşsun" veya "Eve girdiğinde, sen boşsun" derse ve, kadın da bir kez eve girerse, talâk vâki olur. Fakat ikinci kez girdiğinde talâk vâki olmaz. Bu, kelimelerinin, kesinlikle umûm ifâde etmediklerini gösterir. Bu sabit olunca, Zahirilerin bu âyetle istidlal etmeleri de düşer... Çünkü âyet, yeryüzünde yolculuk etmenin peşinden sadece bir kere bu ruhsatın bulunacağını ifade eder. Bizce, sefer uzun olduğu zaman durum böyledir. Ama sefer ktsa olduğu zaman, (......) kelimesinin ancak umum ifade ettiğini söylememiz halinde bu kısa olan sefer de âyetin hükmüne dahil olur. Durumun böyle olmadığı sabit olduğuna göre bu istidlal düşer. Bu sabit olunca da, müçtehidlerin, sefer hususunda muayyen bir miktarın bulunması gerektiğine dair söyledikleri delillerin, Kur'an'ın zahirine aykırı olmadığı ortaya çıkar; binâenaleyh bu deliller makbul ve sahihtirler. Allah en iyisini bilendir. Edatının Müsbet Ve Menfi Cümlelerde Farklı Manaya Gelmesi Davud ez-Zahirî ve Zahirîler, namazın kısaltılmasının caiz oluşunun, korku haline has olduğunu iddia edip, şu şekilde istidlal etmişlerdir: Allahü teâlâ, bu hükmün, korkunun bulunması şartına bağlamış ve "Eğer kâfirlerin size fenalık yapmasından endişe ederseniz, namazları kısaltmanızda size bir vebal yoktur" buyurmuştur. Bir şarta bağlanan şey, o şart bulunmadığı zaman bulunmaz. Binâenaleyh emniyet hali bulunduğunda, namazı kısaltmanın caiz olmaması gerekir. Zahiriler daha sonra şöyle demişlerdir: "Bir haber-i vahidle bu şartı gözardı etmek caiz değildir. Çünkü bu, Kur'an'ın haber-i vahid ile neshedilmesi demektir ki bu caiz değildir." Bu itiraz, bir ktsım kimselere kuvvetli görünmüş, âyet hakkında zorlamalı ifadeler kullanmak suretiyle, bu tenkidden kurtulmaya çalışmışlardır. Bence bunda bir kapalılık yoktur. Çünkü biz, Hak teâlâ'nın, "Eğer yasak edildiğiniz büyük (günah)lardan kaçınırsanız..." (Nisâ, 31) âyetini tefsir ederken, (Eğer) ve (olduğu zaman) kelimelerinin, şart bulunduğu zaman, meşrutun (şart koşulan şeyin) da bulunacağını gösterdiklerini, fakat şart olmadığı zaman, meşrutun olmayacağına delalet etmediklerini anlatmış ve bunun doğruluğuna pek çok âyet ile istidlal etmiştik. Bu sabit olunca biz deriz ki: Âyette ki, "endişe ederseniz... "ifadesi, endişe ve korku bulunduğu zaman namazı kısaltma ruhsatının da bulunacağını gerektirir, ama korku bulunmadığı zaman bu ruhsatın bulunmayacağını göstermez. Durum böyle olunca âyet, emniyet halinin bulunması hususunda menfi veya müsbet bir hüküm oelirtmemektedir. Binâenaleyh emniyet halinde bu ruhsatın bulunduğunu söylemek, Kur'an'ın bahsetmediği bir hükmü, haber-i vahid ile ortaya koymak olur ki bu imkânsız değildir. İmkânsız olan, ancak Kur'an'ın delalet ettiği şeyin aksine bir hükmü, haber-i vahide dayanarak söylemektir ki biz bunu söylemiyoruz. Yolculukta Korku Olmasa Da Namaz Kısaltıldığına Göre (......) Kaydının Manası Buna göre şayet, "Hem emniyet hali, hem de korku halinde söz konusu olduğuna göre, bu hükmü korku ve endişe hali ile kayıtlamanın faydası nedir? " denilir ise, biz deriz ki: "Âyet, genel olarak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in seferleri (yolculukları) hakkında nazil olmuştur. Bu seferlerin çoğu .düşman korkusundan uzak ve halî değildir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, genel bir durum olması hasebi ile bu şartı zikretmiştir." Namazı Kasretmeden Maksadın îmâ İle Kılma Olduğunu Söyleyenler Alimlerden bazıları buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Âyette bahsedilen "kısaltmadan" maksad, namazda rüku ve secde yerine, îmâ ve işaret ile yetinmektir ki bu, korku çok şiddetli olduğu zaman kılınan namaz (salat-ı havf)dır. Bu namazın, korku zamanına has olduğunda bir şüphe yoktur. Çünkü emniyet zamanında bu şekilde namaz kılınamaz. Ama kılınması halinde haram da değildir, sahih de değildir." Allah en iyi bilendir. Sonra Zahirilere şu da söylenebilir: Âyetin zahirî, namazı kısaltmanın ancak kâfirlerin fenalık yapmasından korkulduğu zaman caiz olmasını gerektirir. Fakat başka bir sebepten dolayı bir korku bulunduğunda, namazı kısaltmanın caiz olmaması gerekir. Eğer Zahiriler bunu kabul ederlerse, tenkidden kurtulurlar. Ama bunu kabul etmeleri uzak bir ihtimaldir. Eğer kabul etmezler ise, görüşlerinde bir çelişkiye düşmüş olurlar. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Eğer kâfirlerin size fenalık yapmasından endişe ederseniz..." buyurmuştur. Bu ifade, hükmün şartının, bu belli korku olmasını gerektirir. Onlar şöyle diyebilirler: "Mutlak korkunun bu hüküm için yeterli olduğuna sahabe ve ümmetin, ya icmâı vardır, ya da yoktur." Eğer böyle bir icma varsa, o zaman biz deriz ki: İcmaın delaleti ile Kur'an'ın zahiri manasına muhalefet ettik. Bu icma da, kat'î bir delil olup, zannî bir delil ile, ona muhalefet etmek caiz değildir. Eğer bu hususta bir icma hasıl olmamış ise, bu soru düşer. Çünkü biz, namazın ancak, bu belli korku esnasında kısaltılabileceğini kabul ediyoruz. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hak, "Eğer kâfirlerin size fenalık yapmasından endişe ederseniz..." buyurmuştur. Buradaki "fitne" (fenalık) hususunda iki görüş vardır: 1) Siz, kâfirlerin, bütün namazda rükû ve secdelerinizi tamamlamanız hususunda size fırsat vermeyeceklerinden korkarsanız... 2) Eğer siz, kâfirlerin size düşmanlıkları sebebi ile, fenalık yapmasından korkarsanız... Netice olarak her türlü belâ, sıkıntı ve meşakkat bir fitnedir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki kafirler, sizin apaçık düşmanınızdır" buyurmuştur. Bu, "kâfirler ile sizin arasında meydana gelen bu düşmanlık, eskiden beri bulunan bir düşmanlıktır. Şu anda sizler, din hususunda onlara muhalif olduğunuzu ortaya koyduğunuz için, onların düşmanlığı arttı. Düşmanlıkları arttığı için de, sizinle savaşmaya, hatta güçleri yeterse sizi yok etmeye niyetlenmiş ve yönelmişlerdir. Binâenaleyh eğer namazlarınız uzarsa, çoğu kez onlar sizi öldürmeye fırsat bulmuş olurlar. İşte bundan dolayı, namazlarınızı kısaltmanıza ruhsat verdim" demektir. Allahü teâlâ, demeyip buyurdu. Çünkü "adüvv" kelimesinin müfredi de, cem'i de birdir. Nitekim Allahü teâlâ, "İşte onlar benim muhakkak adüvvümdür. Fakat alemlerin Rabbi böyle değil" (Şuara. 77) buyurmuştur. Korku Halinde Namaz (Salat-i Havf) 102Âyetin tefsiri için bak:103 103"Sen de içlerinde bulunup da kendilerine namaz kıldırdığın vakit, onlardan bir kısmı seninle birlikte (namaza) dursun ve silahlarını (yanlarına) alsınlar. Bu suretle secde ettikleri zaman da arka tarafınızda bulunup (düşmana karşı dursunlar). (Bundan sonra) henüz namazını kılmamış olan diğer kısmı gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar, onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O kâfirler arzu ederler ki siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gâül olsanız da üzerinize ani bir baskın yapsalar. Eğer size yağmurdan dolayı bir eziyet (zorluk) olursa veya hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda, size bir vebal yoktur. (Fakat) bütün ihtiyat tedbirlerini alın. Şüphe yok ki Allah, kâfirlere hor ve hakir edici bir azab hazırlamıştır. Artık namazı bitirdiğiniz vakit, ayakta, otururken veya yanlarınız üzerinde iken Allah'ı anın. Sükun ve emniyet haline geldiğiniz vakit ise, namazı dosdoğru kılın. Çünkü namaz mü'minler üzerine, vakitleri belli bir farz olmuştur". Bil ki Cenâb-ı Hak, önceki âyette namazın adet ve kemmiyet bakımından kısaltılması durumunu beyan edince, bu âyette de bu namazın keyfiyyet bakımından durumunu beyan buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır: Bu Namazın Mansuh Veya Peygamberimize Mahsus Olduğu Görüşü Ebu Yusuf ile Hasan İbn Ziyad, korku namazının Hazret-i Peygamber'e has bir fiil olduğunu, başkası için caiz olma- yacağını söylerken; Müzenî bunun, daha evvel bir hüküm olarak sabit olduğunu, sonradan neshedildiğini söylemiştir. Ebu Yusuf, görüşüne delil olarak şu iki hususu ileri sürmüştür; a) Hak teâlâ'nın, "Sen de içlerinde bulunup da kendilerine namaz kıldırdığın vakit..." buyruğunun zahiri, bu namazı kılmanın, içlerinde Hazret-i Peygamber'in bulunması şartına bağlanmış olmasını gerektirir. Çünkü (......) kelimesi şart manasını ifâde eder. b) Namazın şeklini değiştirmek, delilin hilâfına bir hareket tarzıdır. Ancak ne var ki biz bunu, insanların Hazret-i Peygamber'in arkasında kılınan namazın faziletini elde etmeleri için Hazret-i Peygamber hakkında caiz gördük. Ama Hazret-i Peygamber'in dışında kalanlar hakkında ise böyle bir mana söz konusu değildir. Çünkü, ikincisinin peşinde kılınan namazın fazileti, tıpkı birincisinin peşinde kılınan namazın fazileti gibidir. Binâenaleyh, böyle bir durumda namazın şeklini değiştirmeye gerek kalmaz. Ama, diğer fakihler ise şöyle demişlerdir: Bu hüküm, bu âyetin hükmüne göre Hazret-i Peygamber hakkında sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın "O halde ona uyun..." (En'am, 153) emrinden dolayı onun Peygamberin dışında kalanlar hakkında da sabit olması gerekir. Baksana, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini temizlemiş olasın..." (Tevbe. 103) buyruğu, ifade ettiği hükmün, kendisinden sonra ümmetinden hiç kimseye değil de, sadece Peygambere tahsis edilmiş olmasını gerektirmez. Ebu Yusuf'un (......) lafzına tutunmasına da şu şekilde cevap verebiliriz: Bu (......) ifade ettiği mana, şart bulunduğu zaman, meşrutun da bulunmasıdır. Ama şart bulunmadığı zaman, meşrutun bulunmayacağı hususu kabul edilemez. . Ebu Yusuf'un, Peygamberin arkasında kılınan namazın faziletini elde etme gerekçesine tutunmasına gelince, bunun, namazın değiştirilmesinin mubah olması için bir illet olması caiz değildir. Çünkü fazileti talep etmenin, farzın terkini gerektirmesi caiz değildir. Böylece Ebu Yusuf'un bu sözü de cevaplandırılmış olur. Allah en iyi bilendir. Korku Halinde Namazın Eda Edilişi Şekli Korku namazın kılınış şekilleri şöylece izah edilmiştir. İmam, cemaat ikiye ayırır ikiye ayırmış olduğu bu kısımlardan birisinebir rekat namaz kıldırır. Sonra bir rekat namaz kılan kimselerin ne yapacakları hususunda şu görüşler bulunmaktadır: a) bu kısım, bir rekatın sonunda selam verir ve düşmanın karşısına geçerler. Diğer kısım gelir, imam onlara ikinci rekat kıldırır ve selam verir. Bu, korku namazın imam için iki rekat, cemaat için ise bir rekat olduğunu ileri sürenler göredir. Bu görüş İbn Abbas, Cabir İbn Abdullah ve Mücahid'den rivayet edilmiştir. b)imam, o kısma iki rekat namaz kıldırır ve selam verir. Daha sonra, bu kısım düşmanın karşısına geçen; diğer gurup gelir, imam onlara da son iki rekatı kıldırır... bu da Hasan el-Basri nin görüşüdür. c) imam, ilk kısımla birlikte bir rekat namaz kılar; sonra imam bu kısım diğer rekatı kılarak teşehhüde oturup selam verinceye kadar ikinci rekata ayakta bekler. Sonra selam veren bu kısım düşmanın karşısına geçer. Daha sonra ikinci kısım gelir, ikinci rekatta ayakta bekleyen imamla beraber, bir rekat namaz kılar. Sonra imam ikinci kısım ikinci rekatı kılıncaya kadar teşehhüde bekler. Daha sonraysa imam onlara selam verdirir. Bu, Sehi İbn Ebi Husme'nin görüşü olur İmam Şafii'nin de mezhebidir. d) imam, birinci kısma bir rekat namaz kıldırır böylece bu kısımdaki düşmanın karşısına geçerler ikinci kısım gelir, imam onlara geriye kalan namazı kıldırır, böylece bunlarda düşmanların karşısına geçip giderler. Daha sonra ilk kısım geri gelerek, namazlarından geriye kalanı kıraat ile ifa ederek, düşmanın karşısına geçerler. Sonra da ikinci kısım geri gelerek geriye kalan namazların kıraatle ifa ederek aradaki fark şudur: ilk kısım namazın başına yetişmiştir dolayısıyla bunlar imamın arkasında namaz kılanlar hükmündedir. İkinci kısım ise namazın başına yetişmemiştir. Mesbuk kaza etti rekatlar hususunda yalnız başına namaz kılan gibidir. Bu Abdullah İbn Mesud'un görüşü olur, Ebu Hanife nin de mezhebidir. Bil ki, korku namazıyla ilgili pek çokrivayet bulunmaktadır. Bekli de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu namazı maslahata göre farklı zamanlarda onlara bu şekilde kıldırmıştır. Fukaha arasındaki ihtilaf ise, bu namaz şekillerinde hangisinin daha eftal ve ayetin zehirine daha fazla muafık olduğu hususundadır. Bu konuda Vahidi'nin Hanefilerle Münakaşası Vahidî (r.h), "Âyet, Ebu Hanife'nin aldığı rivayetlere aykırıdır" demiş ve bu hususu şu iki yönden izah etmiştir: 1) Allahü teâlâ, ' (Bundan sonra) henüz namazım kılmamış olan diğer kısmı gelip, seninle beraber namazlarını kılsınlar..." buyurmuştur. Bu ifade, ilk kısmın, ikincisi geldiği zaman, namazını kılmış olduğuna delalet eder. Halbuki, Ebu Hanife'ye göre durum böyle değildir. O'na göre ikinci kısım, birinci kısım henüz namazda ve namazlarını bitirmemiş iken geliyor... 2) Hak teâlâ'nın, "seninle beraber namazlarını kılsınlar" buyruğunun zahiri, ikinci kısmın namazının tamamının, imam ile beraber kılındığına delalet etmektedir. Çünkü senin mutlak olarak, "imamla birlikte namaz kıldım" şeklindeki sözün, senin imama, namazın tamamında yetişip, namazı onunla kıldığına delalet eder. Halbuki, Ebu Hanife'nin görüşüne göre durum böyle değildir. Ebu Hanife'nin ashabı ise şöyle demişlerdir: "Çünkü Allahü teâlâ, "Bu suretle secde ettikleri zamanda arka tarafinızda bulunsunlar..." buyurmuştur. İşte bu ifade, ilk grubun namazı bitirmediklerine delalet etmektedir. Ne var ki onlar, bir rekat namaz kılıyor, sonra gözetlemede olanikinci grubun arkasına geçiyorlar..." Vahidî buna şu şekilde cevap vermiştir: "Bu söz, biz hem "secde etme", hem de "arkalarınızda olma" ifadelerini aynı kısım için kabul ettiğimizde söz konusudur. Halbuki, durum böyle değildir. Âyetin ifade ettiği manalar, her iki kısım hakkındadır. Secde, birinci grup için; gözetlemeyi ifade eden, "arkalarında olma" ifadesi de ikinci kısma aittir."Allah en iyi bilendir. Şimdi biz, âyetin tefsirine dönüyor ve şöyle diyoruz: Cenâb-ı Hak "Sen de içlerinde bulunup da, kendilerine namaz kıldırdığın vakit, onlardan bir kısmı seninle birlikte (namaza) dursun" buyurmuştur. Yani, "Ey Peygamber, hem savaşlarda hem de korktuklarında mü'minlerle beraber olur, onlara namaz da kıldınrsan onları iki kısma ayır. Onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursun ve silahlarını da alsınlar... Böylece sen onlara namazlarını kıldır..." demektir. "alsınlar" ifadesindeki vav zamiri, ya namaz kılan, veyahut da bekleyen gruba racidir. Eğer bu zamirin, namaz kılanlara raci olduğu kabul edilirse, bu hususta ulemâ, "Onlar, kılıç ve hançer gibi, kendilerini namazdan alıkoymayacak silahlarını alırlar..." demiştir. Bu böyledir, zira böyle davranmak hem İhtiyatlı olmaya daha elverişli hem de düşmanın kendilerine saldırmasını daha fazla önleyici ve caydırıcıdır. Bu zamirin, namaz kılmayanlara raci olması halindeyse, söyleyecek herhangi bir şey yoktur. Bunun, her iki kısma verilen silah taşıma emri Ha mümkündür. Çünkü bu, ihtiyatlı olmayı daha çok sağlar. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu suretle secde ettikleri zaman da, arka tarafınızda bulunsunlar..." buyurmuştur. Yani, "Namaz kılmayanlar, sizi gözetlemek için, arkanızda bulunsunlar" demektir. Biz, korku namazında imamla beraber kıtınan ilk rekatın emniyyet halinde kılınan namaz gibi olduğunu, farklılığın ise, sadece ikinci rekatta olabileceğini ve alimlerin bu husustaki görüş ve mezheplerini zikretmiştik. Daha sonra Allahü teâlâ, "(Bundan sonra) henüz namazım kılmamış olan diğer kısım gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar..." buyurmuştur. Biz, bu âyetin de Şafiî'nin sözünün doğruluğuna delalet ettiğini beyan etmiştik. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar da İhtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar..." buyurmuştur. Allahü teâlâ uyanık olmayı, tedbirli olmayt savaşçının kullanabileceği bir alet gibi addetmiş, böylece de, o tedbir ile silahtarını, "almak" fiilinde birleştirmiş, böylece her ikisini de alınabilen bir şey kabul etmiştir. Vahidî (r.h), "Bu tabirde namaz kılarken korkan kimsenin, fikrinin bir kısmını, namazın dışındaki şeylerle meşgul edebileceği hususunda bir ruhsat bulunmaktadır" demiştir. Namazda Tedbir ve Silah Alma Emri İmdi eğer, "Cenâb-ı Hak, niçin ilk âyette, sadece "silahlarını" ; burada da, "ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını" kelimelerini zikretmiştir?" denilirse, biz deriz ki; Namazın başında, düşman müslümanların namazda olduklarını pek nadir olarak sezebilir; aksine, müslümanların savaşmak için kıyama durduklarını zanneder. Ama ikinci rekatta ise, kâfirler, müslümanların namazda olduklarını, daha fazla sezer ve hissederler. İşte bu durumda, onlara saldırmak için fırsat kollarlar. Bu sebeple de Cenâb-ı Hak, bu durumda daha fazla tedbir alınması gerektiğini belirterek, "onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar..." buyurmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak, "O kâfirler arzu ederler ki, siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olasınız da, saldırarak üzerinize ani bir baskın yapsalar..." buyurmuştur. İbn Abbas ve Cabir'den şu rivayet edilmiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabına öğlen namazını kıldırmıştı. Müşrikler bunu gördüklerinde, hemen "Biz bunlara saldırmadığımız için, ne kadar yanlış bir iş yaptık!" demişler ve müslümanlar başka bir namazı eda ederlerken, artık saldırmaya karar vermişlerdi. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ, nebisini, bu âyet ile onların sırtarına muttali kılmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer size yağmurdan dolayı bir eziyyet (zorluk) olursa veya hasta olursanız, silahlarınızı koymanızda, size bir vebal yoktur" buyurmuştur. Bu, "Kendisine ya yağmur isabet edip paslanıp körleneceği için; yahut kimi silahlar bez veya benzeri şeylerle kaplı olup, su ile ıslandığında onu taşıyana ağır geleceğinden; veyahut da, kişi hasta olup, silahını taşımak ona zor geleceğinden dolayı, silahı taşıması mümkün olmazsa, işte bu gibi hallerde o kimse silahını yere koyabilir" demektir. - Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Fakat) bütün ihtiyat tedbirlerini alın" buyurmuştur. Bu, "Cenâb-ı Hak, mü'minlere, yağmur yağması veya hasta olmaları halinde, silahlarını yere bırakmalarına müsaade edince, düşmanlar, müslümanların silahlarını yere bırakmalarını ganimet bilip, onlara saldırma hususunda bir imkân ele geçirdikleri için, saldırmaya cür'et edemesinler diye, o müslümanlara ikinci kez uyanık olmalarını, korunmalarını ve iyice tedbirli olup sakınmalarını emretmiştir" demektir. Bu ifadeyle İlgili birkaç mesele vardır: Silah Almanın Vecip Olup Olmadığı Cenâb-ı Hakk'ın, âyetin başındaki "silahlarını (yanlarına) alsınlar" sözü bir emirdir. Emrin zahiri vücub ifade eder. Binâenaleyh bu, silahlarını yanlarına almalarının vacib olmasını gerektirir. Sonra bu husus, bir başka delil ile de güç kazanmıştır ki, bu delil Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer size yağmurdan dolayı bir eziyyet (zorluk) olursa veya hasta olursanız, silahlarınızı koymanızda, size bir vebal yoktur" buyruğudur. Cenâb-ı Hak bu buyruğunda, silahları taşımamanın günah olmaması halini, bu aynı ayette belirtilen iki duruma tahsis etmiştir ki, işte bu, bu iki durumun dışında kalan hallerde silahı taşımama sebebiyle bir mes'uliyyet ve günahın bulunmasını gerektirir. Bazı alimler, bunların silahlarını almalarının bir sünnet-i müekkede olduğunu söylemiştir, ama daha doğru olan, bizim beyan ettiğimiz gibi, bunun vacib olduğudur. Sonra bu hususta şart olan, kişinin, mümkün mertebe pis ve necis olan bir silahı taşımaması ve mızrağını da safın bir tarafına bırakmasıdır; netice olarak silahını, hiçkimsenin bir zarar görmeyeceği biçimde taşıması gerekir. "Nazm" sahibi olan Ebu Ali el-Cürcanî şöyle demiştir: "Hak teâlâ'nın "(Fakat) bütün ihtiyat tedbirlerini alın" buyruğu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in korku namazını, tedbirli ve düşmanın tuzağından gafil olmaksızın kılmasının caiz olduğuna delalet etmektedir. Kur'an'ın, esasen burada te'kid etmek istediği husus, "İhtiyatlı ve tedbirli olmak" keyfiyetidir. Çünkü o günde düşman, Zatu'r-rika denilen yerde bulunup, kıbleye yönelik idi. Müslümanlar ise, kıbleyi arkalarına altmışlardı. Onlar, kıbleye her döndüklerinde, düşmanlarını arkalarında bırakmış oluyorlardı. İşte bu sebeple müslümanların iki kısma ayrılmaları emredilmişti. Bir kısım düşmanla yüz yüze iken, diğer kısım peygamberle beraber kıbleye yönelmişlerdi. Ama Hazret-i Peygamber, Asefan ve Batn-ı Nahl'de bulunduğu zaman, ashabını İki kısma ayırmamıştı. Çünkü burada, düşmanın sırtı kıbleye doğru, müslümanların yüzü ise kıbleye dönük idi. Bu sebeple müslümanlar, namaz kıldıklarında da, düşmanı görüyorlardı. Bu sebeple de, sadece secde ederken, gözetlenmeye ve korunmaya ihtiyaç hissediyorlardı. Binâenaleyh, hiç şüphesiz birinci saf secde ederken, ikinci saf onları bekliyordu. Birinci saf secdeyi yapıp ayağa kalktığında geriye çekiliyor, ikinci saf ise öne geçerek secde ediyordu. Böylece de, birinci saf ayakta olarak, ikinci saffı gözetliyordu. İşte bu sebeple, bizim de bahsettiğimiz gibi, Cenâb-ı Hakk'ın "(Fakat) bütün ihtiyat tedbirlerini alın" emri bütün bu vecihlerin caiz olacağına delalet etmektedir. Âyetten muradın, bizim bahsetmiş olduğumuz şey olduğunun delili ise şudur: Şayet biz âyeti bu manaya almazsak, hem faydasız bir tekrar olacak, hem de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Asefan ve Batn-ı Nahl'deki tatbikatı, Kur'an nassının hilafına olacak ki, bu caiz değildir. Allah en iyi bilendir." Mu'tezile şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, tedbir almayı emretmiştir. İşte bu, kulun bir şeyi yapmaya, yapmamaya ve her çeşit tedbir almaya kadir olduğuna delalet eder. Ki bu da, kulun fiillerinin Allah tarafından yaratılmadığını gösterir. Mu'tezile'nin bu görüşüne. de, "sizin bu görüşünüz, ilim ve sebep (dâî) meselesiyle çelişki teşkil eder" diyerek cevap veririz. Allah en iyi bilendir. Gelmesi Kuvvetle Muhtemel Olan Tehlikelerden kaçınmanın Farziyeti Âyet, düşmandan sakınmanın vacib olduğuna delalet eder. Binâenaleyh bu da, olması zann-ı galib ile beklenen her türlü zarardan sakınmanın vacib olduğuna delâlet eder. İşte bu metodla, hastalıklara ilaç ve el ile müdahale etmenin; vebadan ve yıkılmaya yüz tutmuş duvarın altında oturmaktan kaçınmanın vacib olduğu ortaya çıkar. Allah, en iyi bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki Allah, kâfirlere hor ve hakir edici bir azab hazırlamıştır" buyurmuştur. Bu ifade hakkında şöyle bir soru yöneltilebilir: Allahü teâlâ'nın tedbir almakla ilgili emri, O'nun "şüphe yok ki Allah, kâfirlere hor ve hakir edici bir azab hazırlamıştır" buyruğuna nasıl uygun düşer? Cevap: Allahü teâlâ, düşmana karşı tedbir almayı emredince, bu, düşmanın çok güçlü kuvvetli olduğu vehmini vermiştir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, müslümanların kalbleri güç kazansın; tedbir almakla ilgili emrin düşmanın güçlü ve heybetli olmasından ötürü değil, mü'minlerin kalblerine düşen korkudan dolayı olduğunu bilsinler de, böylece kendilerine yardım etmesi ve muvaffak kılması hususunda Allah'a yalvarıp yakarsınlar diye, kâfirleri hor hakir kılacağını, onları yardımsız bırakacağını ve kesinlikle onlara yardım etmeyeceğini haber vererek, bu vehmi izale etmiştir. Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın, "Ey iman edenler, bir düşman topluluğuna rastladığınız vakit sebat edin ve Allah'ı çok anın. Ta ki, umduğunuza kavuşasınız" âyetidir. Ayakta, Oturarak ve Yanüstü Zikretmenin Manası Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Artık namazı bitirdiğiniz vakit ayakta, otururken veya yanlarınız üzerinde iken, Allah'ı anın..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak da şu iki açıklama yapılmıştır: a) "Korku namazını ifa ettiğinizde, bütün hallerde Allah'ı zikretmeye devam ediniz... Çünkü, korku ve düşmana karşı tedbir almak gibi içinde bulunduğunuz böyle haller, Allah'ı zikre devam etmeye ve O'na yalvarıp yakarmaya uygun hallerdir." b) Burada bahsedilen "zikir"den murad, namazdır. Yani, "At koşturup kılıç sallamakla meşgul iken ayakta olarak; ok atmakla meşgul iken oturarak; çokça yaralanıp, böylece de yere düştüğünüzde, yan üstü yatarak namazlarınızı kılınız. Siz, harb sona erdiğinde, sükun ve emniyet içinde bulunduğunuzda ise, "namazlarınızı dosdoğru kılın ve koşar vaziyette kılmış olduğunuz namazları kaza ediniz..." demektir. Bu mana, namaz vakti girdiğinde, koşar vaziyette iken savaşan kimseye, namazın farz kılınmış olması; savaşan kimseler emniyet ve sükun haline ulaştıklarında da daha önce kılmış oldukları namazı kaza etmelerinin gerekli olduğu şeklindeki Şafiî'nin görüşüne delaleti açıktır. Ancak ne var ki, bu görüşün benimsenmesi halinde bir müşkil ortaya çıkar ki, bu da âyetin takdininin, "Namazı bitirdiğinizde, namaz kılın..." şeklinde olmasıdır. Halbuki böyle bir şey uzak bir ihtimaldir. Zira, "zikir" lafzını namaz manasına almak mecazi bir ifade olup, zaruret olmadıkça da mecaza başvurulmaz. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Sükun ve emniyet haline geldiğiniz vakit ise, namazı dosdoğru kılın" buyurmuştur. Bil ki, bu âyetten önce iki hüküm geçmiştir: a) Namazın nasıl kısaltılacağı hükmü ki, bu yolcunun namazıdır. b) Korku namazı... Sonra Cenâb-ı Hakk'ın "Sükun ve emniyet haline geldiğiniz vakit" ifadesi, bu iki halin zıddı olan manaya muhtemeldir. Binâenaleyh, bu itminandan muradın, insanın yolculuğunun sona ererek mukim olması ve bu manaya göre de takdirin, "Mukim olduğunuzda, namazı kısaltmaksızın tam olarak kılın!" şeklinde olması muhtemel olduğu gibi; bu itminandan maksadın, insanın kalbinin sürekti endişe içinde kalmayıp, aksine korkunun zail olması sebebiyle gönlün sükuna ermesi gibi, kalbin de sükuna ereceği şeklinde olması da muhtemeldir. Bu takdire göre mana, "korkunuz gittiği zaman, namazınızı bildiğiniz hale göre dosdoğru kılın ve onun hal ve şeklinden hiçbir şeyi değiştirmeyin..." şeklinde olur. Sonra Cenâb-ı Hak, namazın kısımlarını iyice açıklayıp, önce yolcunun namazını, peşine korku namazını zikredince, bu âyeti "Çünkü namaz, müminler üzerine, vakitleri belli bir farz olmuştur" buyruğuyla bitirmiştir. Bu ifadedeki "kitap" kelimesi ile "yazılmış şey" manası kasdedilmiştir. Buna göre sanki (......) denilmiştir. Sonra (......) kelimesinden, vakf yapılınca "ha" harfine dönüşen ta harfi hazfedilmiştir. Bu tıpkı, masdar olan bir kelimenin, ism-i mef'ul manasına kullanılması gibidir. Burada masdar olan "kitap" kelimesi müzekkerdir. Ayette geçen "mevkut", "O namaz onlara belli vakitlerde yapılmak üzere" demektir. Nitekim (......) ve (......) (Onun için bir vakit tayin etti) denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, (Mürselat, 11) âyeti, (......) şeklinde şeddesiz olarak da okunmuştur. Namaz Vakitlerinin Bildirildiği Âyetler Bil ki Allahü teâlâ, bu âyette namazların belli vakitler için farz kılındığını beyan etmiş, ancak bu vakitleri burada mücmel zikredip başka âyetlerde açıklamıştır. Bu âyetlerin sayısı beştir: Birincisi: Allahü teâlâ, "Namazlara ve orta namaza devam edin" (Bakara. 238) buyurmuştur. Bu ifadedeki "namazlar" kelimesi, (en azından) üç namazın farz olduğuna delalet eder; "Ve orta namaza..." ifadesi ise, orta namazın o üç namazdan biri olmasına manidir. Aksi takdirde bu, (lüzumsuz) bir tekrar olmuş olurdu. Binâenaleyh namazların sayısının üçten fazla olması gerekir. Farz namazların dört tane olması caiz değildir. Aksi halde, namazlar içinde "orta" sayılacak bir namaz bulunmaz. Binâenaleyh "orta namaz "in bulunabilmesi için, bunların sayısının beş tane olması gerekir. Âyet farz namazların beş tane olduğuna delalet ettiği gibi vitir namazının farz olmadığına da delalet eder. Aksi halde farz namazların sayısı, altıya çıkmış olur ki, bu durumda da "orta namaz" bulunamaz. Binâenaleyh âyet, farz namazların beş tane olduğuna delalet edip, bunların vakitlerine delalet etmemektedir. İkincisi: Hak teâlâ, "Güneşin (zeval vaktinde) kayması anından, gecenin kararmasına kadar güzelce namaz kıl. Sabah namazını da (Öylece eda et)" buyurmuştur. Binâenaleyh güneşin zeval vaktinde kaymasından, gecenin karanlığının basmasına kadar olan zamanda kılınması gereken farz namaz, öğle ve ikindi namazlarıdır. Karanlığın basmasından fecr-i sadığa kadar olan zamanda kılınması gereken farz namaz, akşam ile yatsı ve fecir vaktinde kılınacak farz namaz ise sabah namazıdır. Bu âyet, öğle ile ikindi namazlarının, tek bir vakti; akşam ile yatsı namazlarının da tek bir vakti olduğu zannını vermektedir. . Üçüncüsü: Hak teâlâ, "Haydi akşama girerken, sabaha ererken Allah 'ı tenzih edin (namaz kılın)" (Rum, 17) buyurmuştur. Bundan murad, gündüzün iki ucunda olan sabah ve akşam namazıdır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Göklerde ve yerde hamd o (Allah'a) aiddir. Gündüzün nihayetinde de, öğle vaktine vardığınız zaman da (Allah'ı tenzih et namaz kıl)" (Rûm, 18) buyurmuştur. Bu âyetteki ifadesi ile, tamamen geceleyin kılınan yatsı namazı kastedilmiştir; "Öğle vaktine vardığınız zaman" ifadesi ile de, tamamen gündüzün kılınan öğle namazı kastedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "akşama girerken, sabaha ererken..." diyerek, gece kılınan namazı gündüz kılınan namazdan önce zikrettiği gibi, "Gündüzün nihayetinde de. Öğle vaktine vardığınız zaman da (namaz kılın)" diyerek gece kılınan namazı gündüz kılınan namazdan önce zikretmiştir. Binâenaleyh böylece bu âyette zikredilen namazların sayısı dört olmuştur. İkindi namazına gelince, Cenâb-ı Hak onu, şeref ve kıymetini göstermek için, "Asr'a yemin olsun ki..." (Asr, 1) diye tek olarak zikretmiştir. Dördüncüsü: Allahü teâlâ, "Gündüzün iki tarafında, gecenin de yakın saatlerinde dosdoğru namaz kıl" (hûd, 114) buyurmuştur. Âyetteki, "Gündüzün iki tarafı" tabiri, sabah namazı ile ikindi namazının farziyyettni gösterir. Çünkü her ne kadar sabah namazı gündüzün birinci (başlangıç) tarafı henüz meydana gelmeden ve ikindi namazı da gündüzün ikinci (son) tarafı henüz meydana gelmeden önce bulunuyor ise de, bu iki namaz, gündüzün iki ucunda yer almış gibidir. Âyetteki "gecenin de yakın saatlerinde..." tabiri, akşam ve yatsı namazlarının farziyetini gösterir. Bazı alimler bu âyeti, Vitir namazının vacib olduğuna delil getirerek şöyle demişlerdir: "Âyette geçen "zülefen" (yakın saatler)kelimesi, azından üç sayısını ifade eder. Binâenaleyh âyetteki "gecenin yakın saatlerinde..." ifadesi ile tam amel etmiş olmak için, gece kılınan namazların sayısının üç olması gerekir. Beşincisi: Allahü teâlâ, "Güneşin doğmasından evvel ve batmasından evvel Rabbini hâmd ile tesbih et. Gecenin bir kısım saatlerinde de tesbih et" buyurmuştur. Âyetteki "Güneşin doğmasından evvel ve batmasından evvel" tabiri sabah ve ikindi namazlarına işarettir. Bu tıpkı, "Gündüzün İki tarafında, gecenin de yakın saatlerinde dosdoğru namaz kıl" (Hûd. 114) âyeti gibidir. Bir önceki âyetteki "Gecenin bîr kısım saatlerinde..." ifadesi de, akşam ve yatsı namazlarına işarettir ki bu, "Gecenin de yakın saatlerinde" tabiri gibidir. Vitir namazının vacib olduğunu söyleyenler, âyetteki "gecenin de yakın saatlerinde" tabirini delil getirdikleri gibi, aynı hususta, "gecenin bir kısım saatlerinde" ifadesini de delil getirmişlerdir. Çünkü "gecenin bir kısım saatleri" tabiri, çoğul bir lafızdır ve bunun ifade ettiği en az sayı da üçtür. İşte, beş vakit namazın vakitlerini gösteren âyetler bunlardan ibarettir. Namaz Vakitlerinde Bulunan Hikmetler Bil ki farz namazların bu beş vakit ile belirlenmesi aklî bakımdan da son derece güzeldir. Bunun izahı şöyledir: Âlemde bulunan herşeyin beş mertebesi vardır: a) Meydana gelme ve varlık âlemine girme mertebesi... Bu tıpkı, insanın doğup, belli bir zamana kadar büyümesidir. İşte bu müddet, neşv-ü nema (büyüyüp gelişme) çağı diye ifade edilir. b) Bekleme (durma) safhası... Bu da, o şeyin artıp eksilmeden kemal üzere devam ettiği zamandır. İşte buna da gençtik çağı denir. c) Olgunluk mertebesi.... Bu ise, insanda birtakım gizli noksanlıkların belirmeye başlamasıdır. İşte bu merhaleye de "olgunluk (kühûlet) çağı" denir. d) İhtiyarlık mertebesi... Bu da, ölüp yok oluncaya kadar, insanda çok belirgin bir şekilde bazı noksanlıkların meydana çıkmasıdır. Bu merhale de "ihtiyarlık çağı" diye ifade edilir. e) İnsanın, ölümünden sonra, bir müddet eser ve izlerinin devam edip, Kıyamet ile onların da tamamen yok olup kaybolması ve dünyada hiçbir eser ve haberinin kalmaması mertebesi... İşte bu beş mertebe, ister insan, ister insan dışındaki canlı ve bitki olsun, bu alemde meydana gelen her varlık için söz konusudur. Mesela güneş için de, doğup batması sebebi ile, bu beş merhale meydana gelir. Çünkü güneş doğarken, hali, yeni doğan bir çocuğun hali gibidir. Sonra o, gitgide yükselir, ışıkları güçlenir ve gökyüzünün ortasına varıncaya kadar sıcaklığı iyece hissedilir. Böylece o, işte bu noktada bir saat kadar yürür ve ufka doğru inmeye başlar. İkindiye kadar, hemen hissedileni iyen noksanlıklar belirir. İkindiden itibaren ise, bu noksanlıkları iyice belirmeye başlar, hatta hem ışığı hem de ısısı iyice zayıflar. Sonra tamamen batana kadar, bu noksanlıklar artar. Battıktan sonra da bir müddet, batı ufkunda izleri sürer ki buna "şafak" (gurub) denir. Daha sonra bu izler tamamen kaybolur ve güneş, bu alemde hiç bulunmamış gibi olur. Güneş için bu beş merhale söz konusu olup, bunlar da sadece Allah'ın yapabileceği harikulade şeyler olunca, Cenâb-ı Hak, bu beş halin her birinde ve herbiri için bir namaz farz kılmıştır. Binâenaleyh güneşin doğmaya başlarken, gecenin o karanlığının zail olup, ışığın meydana gelmesi; adeta bir ölüm demek olan uykunun gidip, bir yeniden doğuş demek olan uyanıklığın meydana gelmesi sebebi ile, gerçekleşen büyük nimete bir şükür olsun diye, sabah namazını; güneş gökte iyice yükselip, artık inmeye yüz tutunca, Yaratana ve ulvî ve süflî kütlelerin hallerini, birbirine zıt hallerin birinden diğerine çevirmeye kadir olana ta'zim için de öğle namazını farz kılmıştır. Böylece güneş iyice yükselip en yüksek noktasına vardıktan sonra, aşağı doğru inmeye başlayıp, olgunluk çağına, yani kendisinde birtakım gizli noksanlıkların belirmeye başlaması merhalesine gelip, sonra da bu olgunluk çağı sona erip, ihtiyarlık çağı başlayınca, Allah ikindi namazını farz kılmıştır. İmam Şafiî'nin, "İkindi namazının ilk vakti, herşeyin gölgesinin iki misli olduğu zamandır" demesi, ne kadar güzel ve isabetlidir. Çünkü artık bu vakitten itibaren, güneşte apaçık zayıflamalar belirmeye başlar. Baksana, öğle namazının ilk vaktinden, ikindi vaktine kadar olan zaman içinde, Şafiî'nin görüşüne göre, herşeyin gölgesi ancak, kendisinin boyu kadar olur. Daha sonra az bir zamanda, gölgeler iki misli olur. Bu da, birşeyin gölgesinin kendisinin boyu kadar olduğu zamandan itibaren, güneşin, kendisinde apaçık birtakım noksanlıkların belireceği merhaleye girdiğini gösterir. Sonra güneş batınca, onun bu hali, insanın ölümüne benzer. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu durumda da akşam namazını farz kılmıştır. Daha sonra güneşin battığı yerdeki gurub kaybolup, güneşin izleri iyice silinip, dünyada hiçbir izi ve eseri kalmadığı zaman ise, Allahü Teâlâ yatsı namazının kılınmasını farz kılmıştır. Binâenaleyh bu beş vakit içerisinde beş vakit namazın farz kılınmasının, aklî kanunlara ve hikmet düsturlarına da uygun olduğu sabit olur. Allah, kendi fiillerinin sırlarını en iyi bilendir. Düşmanı Takipde Gevşeklik Doğru Değildir 104"(Düşmanınız olan) kavmi aramakta (takip etmekte) gevşek davranmayın. Siz acı duyuyorsanız şüphesiz ki onlar da sizin duyduğunuz o acı gibi acı duyuyorlar. Halbuki siz Allah'dan, onların ümid edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz. Allah alîm ve hakimdir". Bil ki Allahü teâlâ, mücahidlerin bilmeye muhtaç olduktan bazı hükümleri zikredince, bir kere daha cihada teşvike dönmüş ve "savaşmak için kâfirleri arama hususunda gevşek davranmayın ve acizlik göstermeyin" buyurmuştur. Sonra müslümanların aleyhine bu hususta bir hüccet getirerek, "Siz acı duyuyorsanız, şüphesiz ki onlar da sizin duyduğunuz o acı gibi acı duyuyorlar" buyurmuştur. Bu tabir "Acı, sizinle onlar arasında ortak bir şeydir. Acı duyma korkusu, onların sizinle savaşmalarına mani olmadığına göre, nasıl olur da sizin onlara karşı savaşmanıza mani olur!" demektir. Cenâb-ı Hak, bu hüccetini iyice ortaya koyma cihetine yönelerek, mü'minlerin savaşta müşriklerden daha fazla sabır göstermelerini ve sabır göstermede onlardan üstün gelmeleri gerektiğini beyan etmiştir. Çünkü mü'minler, ilahi mükâfaat ve cezayı, hasrı ve neşri (yeniden dirilişi) kabul ederler. Müşrikler ise, bunlara inanmazlar. Binâenaleyh hasrı ve neşri inkar ettikleri halde, müşrikler savaşta gayret gösterip, ciddiyet ortaya koyduklarına göre, ey savaşta kendileri için büyük bir mükâfaatın olduğunu, savaşmamaları halinde ise büyük bir cezanın söz konusu olduğunu kabul eden mü'minler, cihad hususunda daha fazla gayret ve ciddiyet göstermeye sizler daha lâyıksınız. İşte Hak teâlâ'nın "Halbuki siz Allah'dan, onların umid edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz" buyruğundan maksad budur. Âyette bahsedilen bu ümidden muradın, Allah'ın "Çünkü Allah bu (dini), diğer bütün dinlerden üstün kılacaktır" ve "Ey Peygamber sana dar senin izinde giden mü'minlere de Allah yeter" (Enfal. 64) âyetlerinde va'adettiği şeylerin olması da muhtemeldir. Bu hususta bir üçüncü mana da şöyle olabilir: "Ey mü'minler, sizler âlim, kadir, semî ve basîr olan bir ilaha tapıyorsunuz. Binaenaleyh O'ndan sevap ümidi etmeniz yerinde ve güzel birşeydir. Müşriklere gelince, onlar cansız putlara tapıyorlar. Binaenaleyh onların, putlarından mükâfaat beklemeleri veya putların cezasından korkmaları doğru olmaz." A'reç, âyeti, hemzenin fethası ile "Elem duyduğunuz için gevşek davranmayın" manasında olmak üzere, (......) şeklinde okumuştur. Buna göre âyetteki, "Çünkü onlar da sizin duyduğunuz o acı gibi acı duyuyorlar" ifadesi, ta'lili (sebebi) göstermiş olur. Sonra Allahü teâlâ, "Allah alim ve hakimdir" buyurmuştur. Bu, "Allah size mükellef tuttuğu, size emrettiği ve nehyettiği herşeyi, sırf gerek dininiz ve gerek dünyanız hususunda sizin faydanıza sebep olacağını bildiği için, mükellef tutmuş, emretmiş ve nehyetmiştir" manasına gelir. 105Âyetin tefsiri için bak:106 106"Hakîkaten biz, sana kitabı, Allah'ın sana gösterdiği şey ile insanlar arasında hükmetmen için, hak olarak indirdik. Hainlere bir müdafaacı olma ve Allah'dan mağfiret iste. Çünkü Allah gafür ve rahimdir". Âyetin, önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir: 1) Allahü teâlâ, münafıkların durumunu iyice anlatıp, sonra da bunun peşine cihad işini ve meselâ kâfir zannederek yanlışlıkla bir mü'mini öldürme, yolcu namazı ve korku namazı gibi, savaş ile ilgili bazı şer'î hükümleri getirince, sözü tekrar münafıklar konusuna döndürerek, onların (Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, hak hükmü bırakıp, bâtıl bir hükme sevketme çabasında olduklarını bildirmiş, böylece de Resûlü'nü bu işe muttali kılıp, onlara iltifat etmemesini ve bu konuda onların sözlerini reddetmesini emretmiştir. 2) Allahü teâlâ, bu sûrede pek çok hüküm beyan edince, bilinen herşeyin, Allah'ın indirdiği vahiy ile bilinebildiğim ve milletinin rızasını elde etmek maksadı ile, peygamberinin bu hükümlerin hiçbirinden sapam ayacağını beyân etmiştir. 3) Cenâb-ı Hak, kâfirlerle cihad etmeyi emredince, her nekadar emir böyle ise de, onlara hainlik etmenin caiz olmayacağını, yapmadıkları bir işin onlara isnâd edilemeyeceği ve kâfirin küfrünün, o kâfire müsamahayı mubah kılmayacağını, aksine insanın lehine.olsun, aleyhine olsun, Allah'ın indirdiği hüküm ile hükmetmenin dinen vâcib olduğunu ve münafık hoşnûd olsun diye, kâfire zulmetmenin uygun olamayacağını beyân buyurmuştur. Ayetin (Nisa 105-106) Nuzul Sebebi Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Müfessirler, bu âyetlerin çoğunun, Tu'me İbn Ubeyrık hakkında nazil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra bu sebeb-i nüzul hâdisesinin nasıl cereyan ettiği hususunda değişik rivayetler vardır: 1) Tu'me bir zırh çalmıştı. Bu zırh kendisinden istendiği zaman, bu hırsızlığı yanudileraen birinin üzerine attı. Onun ile o yahudinin kavmi arasında davalaşma iyice kızışınca, Münafık Tu'me'nin sülalesi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek, bu dava hususunda kendilerine yardım etmesini ve bu hırsızlık işini yahudinin yaptığına hükmetmesini istediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, (onların sözüne güvenerek) bunu yapmak isteyince, işte bu âyet nazil oldu. 2) Birisi, Tu'me'ye bir zırh emânet etti, fakat o anda buna bir şahid yoktu. O adam, Tu'me'den zırhı isteyince, Tu'me inkâr etti. 3) Zırhı emanet eden bunu isteyince, Tu'me onu falan yahudinin çaldığını iddia etti. Bil ki âlimler, "Bu âyet, Tu'me ve sülalesinin münafık olduklarına delâlet eder. Böyle olmasaydı onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den asılsız bir şeye yardım etmesini ve bu hırsızlığı, bir yalan ve iftira olarak o yahudiye isnad etmesini isteyemezlerdi" demişlerdir. Bunu, "Onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar ve sana hiçbir şekilde zarar veremezler" (Nisa, 113) âyeti de te'kid eder. Rivayet edildiğine göre, Tu'me daha sonra Mekke'ye kaçıp, irtidâd etmiş ve orada hırsızlık yapmak için bir duvarı delmiş ve derken o duvar üzerine göçmüş, böylece orada ölmüştür. Ebu Ali el-Fârisi, şöyle demiştir: "Âyetteki, (Sana gösterdi) kelimesi, ya "Göz ile görmek" manasına gelen fiilinden veya, iki mef'ûl alan fiilinden, veyahut da"inad" manasına gelen filinden başına bir hemze getirilerek yapılmıştır. Birincisindenolması bâtıldır. Çünkü bir hadisenin hükmü, göz ile görülen bir şey değildir. İkincisi de olmaz. Çünkü bu durumda, bu âyette fiil iki değil, üç mef'ûl alması gerekirdi. Halbuki burada bu fiiliin iki mef'ûl aldığı biliniyor. Bu mef'ûllerden birisi sana"manasındaki kâf harfidir. Diğeri ise, mukadder mef'ûldür. Bunun takdiri, "Onu, sana Allah gösterdi" şeklindedir. İlk ikisi bâtıl olunca, geriye sadece üçüncüsü kalır. Binaenaleyh bu kelime "inandı" manasına gelen fiilinden elde edilmiştir." Bil ki bu bahsettiğimiz şeyler ile, âyetteki (......) tabirinin "Allah'ın sana bildirdiği şeylerle.." manasına geldiği sabit olur. Cenâb-ı Hak bu bildirmeyi, "gösterme" ile ifade etmiştir. Çünkü hertürlü şek ve şüpheden uzak yakinî bir bilgi, kuvvet ve açıklık bakımından, görme gibidir. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), "Hiç kimse, "Allah'ın bana gösterdiği ile hükmettim" demesin. Çünkü Allahü teâlâ, bu vasfı sadece Peygamberine vermiştir. Fakat bizden birisini görmesi (görüşü), ilim değil zan ifade eder" demiştir. Peygamberimizin İçtihad ve Kıyas Yapması Hakkında Bunu iyice anladığında biz deriz ki: Muhakkik âlimler, "Bu âyet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, ancak vahye ve nassa dayanarak hüküm verdiğine delâlet eder" demişlerdir. Bunu da iyice kavradığında biz diyoruz ki: Buna şu iki mesele dayanmaktadır: 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ancak nass ile hükmettiği sabit olunca, onun içtihad yapmasının caiz olmayacağı sabit olmuş olur. 2) Bu âyet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sadece nassa (vahye) dayanarak hüküm verdiğini göstermektedir. Allah'ın, "O (Peygambere) uyun" (Enam, 153) âyetinden ötürü de, ümmetinin hâlinin de böyle olması gerekir. Böyle olunca da, kıyas ile amel etmenin haram olması gerekir. Buna şu şekilde cevap verilir: Kıyasın bir hüccet olduğuna delil bulunduğuna göre, kıyas ile amel etmek, gerçekte nass ile amel etmek gibi olur. Çünkü bunun takdiri şöyle olur: Sanki Cenâb-ı Hak, "Her ne zaman zann-ı gâlib ile bu iki şey arasında bulunan müşterek bir sebepten ötürü, hakkında söz edilmeyen meselenin hükmünün, hakkında nass bulunan meselenin hükmü gibi olduğuna karar verirsen, bil ki sana yüklediğim mükellefiyet, o zann-ı galibine göre amel etmendir" demektedir. Durum böyle olunca, kıyas ile amel etmek, bizzat nass ile amel etmek gibi olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Hâinlere bir müdafaacı olma" buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: Bu, "hainlerden ötürü, günahsız kimselere davacı olma, yani münafıktan ötürü, yahudiye hasım olma"demektir. Vahidî (r.h), "Senin hasmın, seninle davalaşandır. Bu kelimenin cem'i, "husemâ" şeklinde gelir. Bunun aslı, birşeyin ucu, köşesi, tarafı manasına olan (......) kelimesidir. "Hasm", açının bir tarafı, uçlardan birisi demektir. Davadaki iki tarafa da "hasm" denilmiştir. Çünkü bunlardan herbiri, hüccet ve dava bakımından iki uçtadırlar, ifadesi de, bir bulutun kenarları demektir. Hazret-i Peygamber Günahtan Masup (Korunmuş)tur. Peygamberlerin ismet sıfatına sahip olduklarını kabul etmeyenler, "Bu âyet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den birgünahın sudur ettiğini gösteriyor. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hâin münafıktan ötürü, yahudiye hasım olup o münafığı müdâfaa etmeyi istememiş olsaydı, bundan nehyedilmezdi" demişlerdir. Bunlara şöyle cevap verilir: Bir şeyi nehyetmek, nehye muhatab olan kimsenin, yasaklanan o şeyi yapmış olması manasına gelmez. Hatta bir rivayete göre Tu'me'nin sülâlesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, onu müdafaa etmesini ve o hırsızlık suçunu yahudinin yaptığına hükmetmesini isteyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hüküm vermek için vahyi beklemiş ve bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. Âyette geçen bu nehyin maksadı ise, Tu'me'nin yalan söylediğine ve yahudinin o hırsızlık suçundan uzak olduğuna, peygamberin dikkatini çekmektir. Mağfiret Emri, Günah İşlediğine Delil Olmaz Buna göre eğer, "Böyle bir hatanın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sâdır olduğuna, bu âyetten sonra gelen, "Allah'tan mağfiret iste" buyruğu delildir. Cenâb-ı Hak, Peygamberine mağfiret istemesini emrettiğine göre, bu emir ondan böyle bir hatanın sâdır olduğuna delâlet etmektedir?" denirse, buna birkaç şekilde cevap verilir: 1) Belki de, zahiren müslüman göründüğü için, o münafık Tu'me'ye yardım etmeye, Hazret-i Peygamberin gönlü meyletmiştir. İşte bu kadarcık birşeyden dolayı, mağfiret istemesi emredilmiştir. Çünkü ebrânn hasenatı (iyilikleri), mukarreblerin seyyiatı (kötülükleri) mesabesindedir. 2) Belki de münafık Tu'me'nin sülalesi, bu hırsızlığı o yahudinin yaptığına ve Tu'me'nin bu suçtan berî olduğuna şahidük edip, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onların şehadetlerinden şüphelenmesini gerektiren birşey görülmeyince, Hazret-i Peygamber bunu yahudinin yaptığına hükmetmeye yönelmişti. Sonra Cenâb-ı Hak, Peygamberini, o şahidlerin yalancı olduklarına muttali kılınca, O, böyle bir hükmün verilmesi halinde, bir hata olacağını anlamış, böylece de her ne kadar Allah katında mâzûr olsa da böyle bir hüküm vermesi halinde, hiç şüphesiz bir hata işlemiş olacağı için, buna niyetlenmiş olmasından dolayı Allah'tan mağfiret istemiştir. 3) "Allah'tan mağfiret iste" emrinden murad, "Tu'me'yi müdafaa eden ve onun hırsızlık suçundan uzak olduğunu ortaya koymak isteyen, o kimseler için, Allah'tan mağfiret iste" şeklinde olabilir. Hıyanet Edenlere Yardımcı Olunmaz 107"Kendilerine hainlik etmiş kimselerden yana mücâdele etme. Çünkü Allah hainlikte ileri gitmiş günahkârları sevmez". Bu âyette geçen, "Kendilerine hainlik etmiş kimseler"den maksad, Tu'me ile, Tume'nin hırsızlık yaptığını bildiği halde ona yardım eden akrabalarıdır. hiyanet etti manasınadır. Nitekim, hainlik etti manasına, denilir. Biz bu hususu, Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 187) âyetini tefsir ederken açıklamıştık. Allah gerek Tu'me, gerekse onu müdafaa edenler hakkında, "kendilerine hainlik etmiş kimseler" tabirini kutlanmıştır. Çünkü, günah işlemeye yeltenen herkes, kendisim ilahî mükâfaata haram kılmış ve kendisini ilâhî cezaya duçar kılmış demektir. Bu sebeple, işte bu, kişinin kendisine bir hiyaneti olmuş olur. Bu mânadan dolayı, başkasına zulmeden kimse hakkında, "O, kendisine zulmetmiştir..." denilir. Bil ki âyette çok şiddetli bir tehdit vardır. Bu böyledir, zira Hazret-i Peygamber'in gönlü, bir nebze dahi olsa Tu'me'nin tarafına meyledip, Tu'me de Allah'ın ilm-i ezelîsinde fasık olunca, Allahü teâlâ, işte günahkâra bu kadarcık yardım etmeden dolayı, peygamberini azarlamıştır. Binaenaleyh, zâlimin zulmünü bilip de, sonra bu zulmünde ona yardımcı olan, üstelik bir de onu buna sevk edip, bu hususta onu iyice teşvik edenin hali kimbilir nice olur? Sonra Cenâb-ı Hak"Çünkü Allah, hainlikte ileri gitmiş günahkârları sevmez" buyurmuştur. Müfessirler, "Tu'me, zırhı çalmakla hiyânette bulunup, bu hırsızlığı yahudiye mal ederek bir günaha girince, Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü Allah, hainlikte ileri gitmiş günahkârları sevmez" buyurduğunu" söylemişlerdir. İmdi şayet, "Cenâb-ı Hak, Tu'me'den tek bir hiyânet ve tek bir günah sâdır olduğu halde, niçin "hainlikte ileri gitmiş günahkâr" demiştir?" denilirse, biz deriz ki; Allahü teâlâ, bu adamın yapısında, birçok günaha ve hıyanete temayülü olduğunu biliyordu. Bundan dolayı, o insanın tabiatında bu meylin bulunması sebebiyle, mübalağaya delâlet eden bu sığaları kullanmıştır. Nitekim bize nakledilen şu husus da buna delâlet eder; "Tu'me, bu hadiseden sonra Mekke'ye kaçarak irtidad etmiş ve hırsızlık amacıyla birisinin duvarını delerken, duvar üstüne uçmuş ve ölmüştür. Sonu böyle olan bir kimsenin, hain olduğu hususunda şüphe duyulmaz. Bir de Tu'me, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, bu hırsızlık suçunu kendisinden uzaklaştırıp bunu yahudiye yüklemesini istemiştir. Böyle bir şey, Hazret-i Peygamber'in peygamberliğini iptal eder. Hazret-i Peygamber'in peygamberliğini iptal etmeye çalışan ve Onun, yalan ortaya koymasını, söylemesini isteyen kimse muhakkak ki kâfir olmuştur. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, onu, hainlikte ileri gitmiş günahkâr olarak nitelemiştir." . Yine şöyle denilmiştir: Bir adamın bir günah işlediğine muttali olduğun zaman, bil ki o günahın başka kardeşleri de vardır. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den şu rivayet edilmiştir: O, bir hırsızın elinin kesilmesini emredince, o hırsızın annesi ağlayarak gelir ve, "Bu, onun ilk defa yapmış olduğu bir hırsızlıktır; binaenaleyh onu bağışla!" der. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, "Yalan söylüyorsun; Allah, kulunu ilk suçuyla muaheze etmez" der. Bil ki, Allahü teâlâ bu tehdidini çokça hain ve çok günahkâr olan kimselere tahsis edince, bu, hıyaneti ve günahı az olan kimselerin bu tehdidin dışında kaldıklarına delâlet etmiş olur. Yapılan İşler İnsanlardan Gizlense de, Allaha Karşı Gizlenmez 108"İnsanlardan gizlerler de, Allah'dan gizleyemezler. Halbuki onlar, O'nun razı olmayacağı sözü geceleyin konuşup düzdükleri zaman da O, onlarla beraberdi. Allah, yapacakları her şeyi kuşatıcıdır". (......) kelimesi Arapça'da "gizlenmek" manasına gelir. Nitekim, "Ondan saklandım, gizlendim" manasına olmak üzere, denilir. Ve mesela Cenâb-ı Hak da, gece (karanlığında) gizlenen..." (Rad. 10) buyurmuştur. Yani (gizlenen...) demektir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, tabirinin manası, "insanlardan gizlenip saklanıyor, Allah'tan ise gizlenmiyorlar.." şeklinde olur. İbn Abbas ise bu âyete, "İnsanlardan haya ediyorlar; Allah'tan ise haya etmiyorlar.." şeklinde mana vermiştir. Vahidî, "Bu, bir mana olup, tefsir değildir" demiştir. "Zira, insanlardan haya etmek, onlardan saklanmayı ve gizlenmeyi icâb ettirir. Ama, haya etmenin, gizlenmenin bizzat kendisi olduğunu söylemeye gelince, bu böyle değildir." Cenâb-ı Hak, "O, onlarla beraberdi" buyurmuştur ki, bu ifadeyle, ilim, kudret ve görme bakımından onlarla beraber olduğu murad edilmiştir. İnsanları günahtan alıkoymak için, işte bu ifade yeter. O'nun, "O'nun razı olmayacağı sözü geceleyin konuşup düzdükleri zaman da.." buyruğuna gelince bu, "onlar bu sözü kalelerinde gizliyor ve zihinlerinde ölçüp biçiyor, takdir ediyorlardı.." anlamındadır. Biz, (......) kelimesinin ne demek olduğunu, O'nun ".. onlardan bir güruh geceleyin., kurarlar, düzerler.." (Nisa, 81) âyetinin tefsirinde zikretmiştik. Allah'ın hoşnut olmadığı söz ise, Tu'me'nin, "Yahudiye, "zırhı o çaldı diye iftira atar ve, benim çalmadığıma dair yemin ederim. Böylece de Peygamber, kendi dininde olduğum için benim yeminimi kabul eder, yahudinin yeminini kabul etmez" şeklindeki sözüdür. İmdi eğer, "Cenâb-ı Hak, aslında kişinin kalbinde ve içinde bulunan bir mana olduğu halde, buradaki, "geceleyin akıldan geçirilen, içten kurulan" şeyi niçin "söz" olarak adlandırmıştır?" denilirse, biz deriz ki: Bize göre hakîkî manada söz, kişinin içinde bulunan mana demektir.İşte bu görüşe göre, herhangi bir müşkil söz konusu olmaz. Ama, kelam-ı nefsî'yi kabul etmeyenlere gelince, onların bu müşkile şu şekilde cevap vermeleri mümkündür: Tu'me ve onun sülâlesi, geceleyin betki de bir araya gelmiş, nasıl bir tuzak ve çare bulacaklarını düşünüp- taşınıp, tertib etmişlerdi.. İşte bu sebepten dolayı da Cenâb-ı Hak, onların bu sözlerini, "razı olunmayan ve gezeleyin planlanmış bir söz" diye isimlendirmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, onların yapacakları her şeyi kuşatıcıdır" buyruğuna gelince, bundan maksad, "onlar bu tuzak ve hilenin keyfiyyetini, her ne kadar insanlardan gizleselerde bu durum, Allah'ın ilminde apaçık olması itibariyle, onun ilahî bir tehdit olmasıdır. Çünkü Allahü teâlâ, bütün malûmatı çepeçevre kuşatmıştır; o malumattan hiçbir şey O'na saklı ve gizli değildir. Haksızların Kıyamette Avukatı Olabilir misiniz? 109"Siz öyle kimselersiniz ki dünya hayatı uğrunda, onlardan yana mücadele ettiniz. Ya Kıyamet günü onlar hesabına Allah ile kim savaşacak, yahut onlara kim vekil olacak". Âyetin başındaki (......) edatı tenbih; "Siz öyle kimselersiniz" ifadesi ise mübteda ve haberdir, pil (mücadele ettiniz) tabiri dekelimesinin haber olduğunu gösteren bir cümledir.! Nitekim sen cömert birisine, "Sen Hatem-i Tâî'sin, malınla cömertlik ediyor ve herkesi kendine tercih ediyorsun" dersin, (......) kelimesinin, manasına gelen bir ism-i mevsûl, tabirinin de bir sıla cümlesi olması mümkündür. Arapça'da "cidal", iyice davalaşmaktan ibarettir, (......) iyice, tam eğrildiğinde; sanki bükülerek kuvvetlendirilmiş olduğu içip, kuvvetli adama kuşların en kuvvetlisi olduğu için de "doğan"a denilir. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür. Onun dışındakiler şöyle demişlerdir: "Cedelleşmeye ve çekişmeye, iki taraftan herbiri hasmını, görüşünden caydırmayı ve üzerinde olduğu halden kaydırmayı istediği için, "cidal" denilmiştir." Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: Bu âyet, zahiren müslüman göründükleri için, Tu'me ve akrabalarını müdafaa eden bir grup mü'mine hitabdır. Binaenaleyh âyetin manası şöyledir. "Farzedin ki siz, bu dünyada Tu'me'yi ve akrabalarını müdafaa edip (kurtardınız). Peki ya âhirette Cenâb-ı Hak, onları azabı ile hesaba çektiğinde onları kim savunacak?" Abdullah İbn Mes'ud (radıyallahü anh) âyeti, "İşte siz öyle kimselersiniz ki, ..ondan yana, yani Tu'me'den yana mücadele ettiniz" şeklinde okumuştur. Âyetteki, "Ya kıyamet günü onlar hesabına Allah ile kim savaşacak?" tabiri, azarlama ve bunu iyice kafalara yerleştirme manasında bir sorudur. Sonra Allahü teâlâ, "Yahut onlara kim vekil olacak?" buyurmuştur. Bu ifade, bir önceki istifham üzerine ma'tuftur. Vekîl, bir şeyi muhafaza ve himaye işi kendisine verilmiş olan kimsedir. Binaenaleyh bu âyetin manası şöyle olur: "Onlar Allah'ın azabından koruyacak ve himaye edecek kimdir?" Bil ki Allahü teâlâ bu husustaki va'îdini zikredince, bunun peşisıra onları tevbeye davet etmiş ve tevbe için üç çeşit teşvikte bulunmuştur: Bunlardan birincisi şudur: 110"Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder ve sonro Allah'tan mağfiret isterse o, Allah'ı gafur ve rahîm bulacaktır.". Âyette geçen "kötülükten" murad, başkasını üzen birşeydir. Tu'me'nin zırhı çalıp, bu suçu yahudi üzerine atması gibi.. "Nefse zulmetmekken murad ise, yalan yere yemin etmek gibi, (zararı) insanın kendisine has olan şeylerdir. Allahü teâlâ, zaran başkasına dokunan günahı, "kötülük" kelimesi ile ifade etmiştir. Çünkü bu çoğu zaman, zararı başkasına bulaştırmak olur. "Zarar" da, peşin (hazır) olan kötülük demektir. Fakat insanın kendisini alâkadar eden günaha gelince, bu çoğu zaman peşin (hazır) bir zarar olmaz. Çünkü insan, kendisine zarar vermek istemez. Bil ki bu âyet, şu iki hükmü göstermektedir: a) Tevbe, ister küfür, ister kasten adam öldürme, isterse mal gasbetme nev'incien bir günahtan dolayı olsun, hertürlü günahtan ötürü yapılabilir. Çünkü Hak teâlâ'nın, "Kim bir kötülük yapar, yahud nefsine (kendisine) zulmederse.." ifadesi bütün günahları içine alır. b) Âyetin zahiri, sadece istiğfarda bulunmanın yettiğini göstermektedir. Bazı alimler, bu mağfiret talebinin, tevbe etme şartına bağlı olduğunu, zira günahta ısrar edildiği halde, yapılan istiğfarın fayda vermeyeceğini söylemişlerdir. Âyetteki, (......) buyruğunun manası, "O kimse Allah'ı, kendisi için mağfiret edici ve rahmet edici bulur" şeklindedir. Âyetten anlaşıldığından ötürü, "kendisi için" kısmı hazfedilmistir. Çünkü istiğfara teşvik, ancak bu mana ve kayıd murad edildiği zaman söz konusu olur. Tevbeye ikinci çeşit teşvik şudur: 111"Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine Kazanmış olur. Allah herşeyi bilen, tam bir hüküm ve hikmet sahibi olandır" Kesb, bir menfaati celbetme veya bir zararı gidermekten ibarettir. İşte bu sebepten ötürü, Cenâb-ı Hakk'ı "kesb" sıfatıyla vasfetmek caiz değildir. Bu âyetten maksat, günahkâr kimseleri mağfiret talep etmeye teşvik etmektir. Buna göre, Allahü teâlâ, sanki şöyle demek istemiştir: "Yapmış olduğun bu günahın zarart, asla bana dönmez.. Çünkü ben, fayda ve zarardan münezzehim. Tevbe ve istiğfarının kabul olunması hususunda ümitsizliğe düşme." Allah, kişi tevbeye yöneldiğinde, onun kalbinde olanı bihakkın bilen, alîm ve hikmet sahibidir. Yani, "O'nun hikmeti ve rahmeti, tevbe edeni affetmesini iktizâ eder" demektir. İslediği Suçu Başkasına Mal Edenin Vebali Tevbeye üçüncü çeşit teşvik, şu âyettir: 112"Kim bir hata veya bir günah İşler de sonra onu bir suçsuzun (üstüne) atarsa, muhakkak ki o, bir iftirayı ve apaçık bir günahı da sırtına yüklenmiştir". Alimler, bu âyette geçen "hatîe" ve "ism" kelimelerinin ne mana ifade ettiği hususunda şu açıklamaları yapmıştır. a) "Hata", küçük günah; "İsm" kelimesi ise, büyük günahtır. b) Hata, başkasını ilgilendirmeyen, sadece yapanı alâkadar eden günahtır. "İsm" ise, zulmetmek ve adam öldürmek gibi, başkasını da alâkadar eden günahtır. c) Hatâ, ister kasten isterse hatâen olsun, yapılması uygun olmayan şeydir. "İsm" ise, kasten yapılan şeydir. Bunun kasden yapılan şey olmasının delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, bu âyetten önceki "Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur" (Nisa, 111) buyruğudur. Böylece Allah, bir cezaya müstehak olmaya sebep olan bir şey olduğunu beyan buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra onu bir suçsuzun (üstüne) atarsa.." ifadesine gelince, buradaki (......) lafzındaki zamirin neye raci olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır: 1) Bu zamir, âyette bahsedilen hatâ, günah kelimelerinden birine raci olup, mana, "Sonra zikredilen bu iki şeyden birini, bunlardan berî olan bir kimseye atarsa..." şekilnde olur. 2) Bu zamir, sadece "günah"a racidir. Çünkü bu ifade, zamire daha yakındır. Bu tıpkı zamirin, Hak teâlâ'nın, "Onlar bir ticaret yahut bir oyunr bir eğlence gördükleri zaman ona yönetip dağıldılar" (Cuma, 11) âyetinde, "ticaret" kelimesine raci olması gibi. 3) Bu zamir, kesbetmeye racidir. Buna göre kelamın takdiri, "Sonra kesbini bir suçsuzun (üstüne) atarsa" şeklinde olur. Böylece, âyette geçen masdarı olan "kesb"e delâlet etmiş olur. 4) Zamir, hata lafzının manasına racidir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Kim bir günah işler, sonra da o günahı, onu işlememiş olan birisi üzerine atarsa" şeklinde olur. Allahü teâlâ, "Muhakkak ki o, bir iftirayı ve apaçık bir günahı da sırtına yüklenmiştir" buyurmuştur. "Bühtan" kardeşinin yapmamış olduğu kötü bir işi yapmakla onu ittiham etmendir. Bil ki, iftira ve bühtanda bulunan kimse, hem dünyada iyice kınanır, hem de âhirette çetin bir azaba duçar olur. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki o, bir İftirayı yüklenmiştir" buyruğu, bu kimsenin bu dünyada ne kadar büyük bir zemme duçar olduğuna; "ve apaçık bir günah" tabiri de âhirette büyük bir cezaya duçar olacağına bir işaret olur. Saptırmak İsteyenler Yalnız Kendilerine Zarar Verirler 113"Üzerinde Allah'ın lütf-u inayeti ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir güruh muhakkak seni dahi şaşırtmayı düşünüp kurmuştu. Aslında onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar ve sana hiç bir şekilde zarar da veremezler. (Nasıl yapabilirler ki) Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi ve bilmediklerini sana öğretil. Allah'ın senin üzerindeki lütf-u inayeti çok büyüktür". Sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, bunun manası, "şayet Allahü teâlâ, nübüvvet demek olan fazlı ilâ, ismet demek olan rahmetini sana tahsis etmemiş olsaydı... onlardan bir güruh, muhakkak seni dahi şaşırtmayı düşünüp kurmuştu. demektir. Çünkü, Tu'me'nin sülâlesi, hırsızın Tu'me olduğunu biliyorlardı. Ama buna rağmen onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den onu savunmasını, onun lehine mücadele vermesini, hırsızlık fiilinden onun uzak olduğunu söyleyerek, bu hırsızlık hadisesini yahudiye isnâd etmesini istemişlerdi. Buna göre lafzının manası, "Onlar, seni yanlış ve bâtıl olan bir hükme düşürmeye yeltenirler.." demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki bu, "Onlar, günah, haksızlık, yalan ve iftira ile şehadette bulunma hususunda birbirleriyle yardımlaşmaları sebebiyle, onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar. Onlar bu gibi amelleri yapmaya yeltenince, sapıtanların ameli gibi iş ve amelde bulunan kimseler olmuş olurlar " demektir. Yüce Allah'ın, "Ve sana hiçbir şekilde zarar da vermezler" buyruğuyla ilgili olarak da şu iki izah yapılmıştır: a) Kaffâl (r.h): "Onlar, gelecekte sana hiçbir zarar verem ivecekler" şeklindedir" demiştir. Böylece Cenâb-ı Hak peygamberine, bu âyetinde, onların O'nu bâtıla düşürmek istemelerine mukabil, ismet sıfatını devam ettireceğini ve O'nu koruyacağını va'adetmiştir. b) "Onlar, her ne kadar seni bâtıla düşürme hususunda sa'y ü gayret gösterseler bile, sen bâtıla düşmedin. Zira sen hükmetme işini, durumun zahirine bina ettin. Zaten sen, hükümleri zahire göre vermekle emrolundun" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nasıl yapabilirler ki Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi" buyurmuştur. Bil ki, şayet biz Cenâb-ı Hakk'in, "Ve sana hiçbir şekilde zarar veremezler" buyruğunu, "Allahü teâlâ gelecekte de O'nu korumayı va'adetmiştir" şeklinde tefsir edersek, o zaman O'nun, "(Nasıl yapabilirler ki) Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi" ifâdesi, Cenâb-ı Hakk'ın bu va'adini pekiştirmiş olur. Yani "O, sana kitap ve hikmeti indirip, sana, şeriatını insanlara tebliğ etmeni emredince, şüphelere ve sapıklığa düşmekten seni korumaması, hikmetine nasıl uygun düşer?" demektir. Yok eğer biz bu âyeti, "Hazret-i Peygamber, hükümleri zahire göre verme hususunda mazurdur" şeklinde tefsir edersek, o zaman mâna, "O, sana kitabı ve hikmeti indirip, o kitapta, şeriatın hükümlerini zahire bina etmeni vacib kılmıştır... Binaenaleyh, işleri zahire bina etmen sana nasıl zarar verebilir?" şeklinde olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'ın senin üzerindeki lütf-u: inayeti çok büyüktür" buyurmuştur. Kaffâl (r.h) bu ifâdenin, şu iki manaya gelebileceğini söylemiştir. 1) Bundan maksad, dinle ilgili olan şeylerdir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Halbuki kitap nedir, iman nedirr sen bilmezdin" (Şûra, 52)buyurmuş olduğu gibidir. Bu izaha göre âyetin takdiri, "Allah daha önce sen onlar hakkında hiç bir şey bilmezken, sana kitabı ve hikmeti indirmiş, seni bunların sırlarına muttali kılmış ve hakikatlarına vâkıf kılmıştır. Binaenaleyh, sana bunları yaptığı gibi, sonraki günlerinde de, hiçbir münafık, seni saptırmaya ve ayağını kaydırmaya muktedir olamıyacaktır" şeklinde olur. 2) Bundan maksad, "Allahü teâlâ sana, evvelki ümmetlerin haberleri hususunda bilemiyeceğin şeyleri öğretti" demektir. Bunun gibi sana, kendisiyle münafıkların çeşitli hile ve tuzaklarından sakınabileceğin onların çok çeşitli hile ve tuzaklarını öğretmektedir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'ın senin üzerindeki lütf-u inayeti çok büyüktür" buyurmuştur ki, işte bu ifade, ilmin, üstünlük ve faziletlerin en şereflisi olduğuna delâlet eden delillerin en büyüklerindendir. Çünkü Allahü Teâlâ, insanlara pek az ilim vermiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Size az bir ilimden başkası verilmemiştir" (İsra, 85) buyurmuştur. Bir şahsın, bütün mahlûkatın ilimlerinden olan payı, azdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Size az bir ilimden başkası verilmemiştir" (İsra, 85) buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu azı büyük; dünyanın tamamını ise, az diye adlandırmıştır: Çünkü Cenâb-ı Hak, "dünyanın faidesi pek azdır" (Nisa, 77) buyurmuştur. İşte bu da, ilmin çok şerefli olduğuna delâlet eder. Hayr Gayesiyle olmaksızın Kulis (Fısıldaşma) Doğru Değildir 114"Onların fısıldaşmalarının bir çoğunda hayır yoktur. Bir sadaka vermeyi, ya bir İyilik yapmayı veya insanların arasını düzeltmeyi emredenler müstesna. Kim Allah'ın rızasını arayarak böyle yaparsa. Biz ona çok büyük bir mükâfat vereceğiz". Bil ki bu, Allah'ın razı olmayacağı sözü "eceleyin Konuşup düzdükleri zaman, hakkında fısıidaştıkları şeye bir işarettir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Vahidî (r.h) şöyle demektedir: (......) kelimesi, Arapça'da, iki kimse arasındaki sır anlamına gelir. Nitekim, "Adam ile fısıldaştım-fısıldaşmak gizli konuşmak" denilmektedir. Yine, (Onunla fısıldaştım, gizli konuştum) manasında denilir. (......) kelimesi bazan münacaat yerinde olmak üzere masdar olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Herhangi üç kişi arasında bir nsıldaşma vaki olduğunda, muhakkak ki O (Allah), bunların dördüncüsüdür" (Mücadele. 7) buyurmuştur; bazan da, karşılıklı fısıldaşan topluluk ve kavim anlamına gelir. Nitekim Allahü teâlâ, "...Onlar gizli konuşurlarken buyurmuştur. İkinci Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, (......) buyruğundaki (......) kelimesinin terkibteki yeri hususunda, nahivciler birtakım fikirler beyan etmişlerdir ki, bu görüşler, âyetteki (......) kelimesinin manasına bina edilmiştir. Binaenaleyh, eğer biz, Âyette geçen (......) kelimesini sır manasına alırsak, o zaman (......) kelimesinin mahallinin mansub olması caizdir. Çünkü bu, bir şeyi, cinsinden olmayan şeyden istisna etmektir (İstisnâ-i munkatî). Binaenaleyh, bu istisna mansub olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı ".. ancak eziyyet." (Al-i İmran, 111) ifâdesinde olduğu gibidir. Cinsinden yapılmayan istisnaları merfu okuyanlara göre de, bu kelimenin mahallen merfu olması da caizdir. Bu da, şairin tıpkı, "Ceylanlar hariç ve kır develer müstesna..." ifadelerinde olduğu gibidir. Ebu Ubeyde, bu tabiri muzâfı hazfedilenler kabilinden kabul ederek şöyle demiştir: "Âyetin takdiri, "Sadaka vermeyi emreden kimsenin fısıldaşması müstesna olup, bunda hayır vardır.." şeklindedir. Daha sonra buradaki muzaf hazfedilmiştir. Bu takdire göre yerini tuttuğu için, takdir edilen ifâdedeki (fısıltı) kelimesinin yerinde olmuş olur. Bu kelime hakkında şu iki vecih de caizdir: a) Bu, âyette geçen "fısıltılarından..." kelimesinden bedel olmak üzere, mahallen mecrûrdur. Bu, senin tıpkı "Ben Zeyd hariç hiç kimseye rastlamadım" demen gibidir. b) Bu kelimenin, istisna olmak üzere, mahallen mansub olması da caizdir. Böyle olması da, tıpkı senin, "Bana Zeyd hariç hiç kimse gelmedi" demene benzer ki, bu da bir cinsi aynı cinsten istisna etmektir (İstisnâ-i muttasıl). Ama biz âyette geçen necvâ kelimesini karşılıklı fısıldaşan topluluk manasına alırsak, o zaman bu ifade, müstesna olduğu için mansûb olur. Çünkü bu da, aynı cinsin aynı cinsten istisnası olmuş olur (İstisnâ-i muttasıl) edatının, şu iki sebepten dolayı, mahallen mecrûr olması da caizdir. 1) Bu lâfzı, "çoğunda.." kelimesine tabi kılmandır. Buna göre mana, "Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır bulunmamaktadır; sadakayı emredenlerin fısıldaşmalan müstesna, (bunda bulunur) şeklinde olur. Bu, senin, "Onlardan bir kişi hariç, toplumda hiçbir hayır yoktur" demen gibidir. 2) Bu kelimeyi, Âyette geçen (......) kelimesine tâbi kılmandır. Bu da senin, "Zeyd hariç, kavmin hiçbir cemaatinde bir hayır yoktur" demen gibidir. (Bu durumda), Zeyd kelimesini istersen (......) kelimesine; istersen, (......) kelimesine tabi kılarsın.. Allah en iyi bilendir. Bu âyet, her ne kadar, o hırsızın (Tu'me) kavminin bir birleriyle fısıldaşmalan hakkında nazil olmuş ise de, bu âyetmana bakımından umûm ifâde eden bir âyettir. Buna göre mana, "İnsanların, hakkında fisüdaşıp sohbete daldıkları sözlerden, sadece hayır işlerine dair olanlar makbuldür" şeklinde olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, hayır işlerinin üç çeşit olduğunu belirtmiştir: a) Sadakayı emretmek. b) Maruf olan şeyi emretmek. c) İnsanların arasını ıslâh etmek... Cenâb-ı Allah sadece bu üç kısmı zikretmiştir; zira hayır işi, ya bir menfaat ulaştırmak veya bir zararı gidermek şeklinde olur. Hayrı ulaştırmak da, ya maddi hayırlardan olur ki, bu meselâ mal vermektir; işte bu hususa Cenâb-ı Hak, "Bir sadaka vermeyi emredenler müstesna..." ifadesiyle işaret etmiştir. Yahut manevî hayırlardan olur ki bu da, nazarî kuvveti ilimlerle; amelî kuvveti de, güzel fiillerle mükemmelleştirmekten ibaret olup, her ikisi de mârufu emretmekten ibarettir. İşte buna, Cenâb-ı Hak, "...ya da bir iyilik yapmayı.." ifadesiyle işaret etmiştir. Zararı gidermeye gelince, bu hususa da, Cenâb-ı Allah, veya insanların arasını düzeltmeyi..." ifadesiyle işaret etmiştir. Böylece, bütün hayırların bu âyette zikredilmiş olduğu sabit olmuş olur. Söylediğimizin doğruluğuna, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, emretme veya münkerden sakındırma veyahuf da Allah'ı zikretmek gibi hususlar hariç, insanoğlunun bütün sözleri lehine değil aleyhinedir" İbn Mace, Fiteh, 12 (2/1315). şeklindeki hadisi de delâlet eder. Süfyan es-Sevrî'ye, "Bu ne acaip hadis!" denildiğinde o, "Allahü Teâlâ'yı dinlemedin mi! Bak O, "Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur" buyurmaktadır. İşte bu hadis, bu âyetin söylediğinin aynısını söylemektedir. Allah'ı dinlemedin mi? Zira O, "Asra andolsun ki, muhakkak insan ziyandadır. Ancak iman edenlerle güzel amellerde bulunanlar, bir de birbirine hakkı ve sabri tavsiye edenler müstesna..." (Asr, 1-3) buyurmaktadır. İşte bu hadis, bu âyetin ifade ettiğinin aynısını bildirmektedir" dedi. Sonra Cenâb-ı Hak, "Kim Allah'ın rızâsını arayarak böyle yaparsa, biz ona çok büyük bir mükâfaat vereceğiz" buyurmuştur ki, bu "Bu üç çeşit tâat, her ne kadar şerefli ve son derece yüce ise de, insan bunları, sırf Allah rızasını talep etmek ve O'nun rızasını kazanmak için yaptığı zaman bunlardan istifade edebilir. Ama, bunları gösteriş ve kahramanlık olsun diye yaparsa, bu durumda hüküm tersine döner, bütün bu tâatler en büyük kötülüklerden olmuş olur" demektir. İşte bu âyet, zahirî amellerden elde edilmek istenen şeyin, niyetin ihtaslı olup olmadığı hususunda kalbin hallerini gözetmek ve sebepleri, Allah rızasının dışında kalan maksadlara yönelmekten arındırmak olduğuna delâlet eden delillerin en kuvvetlilerindendir. Bu âyetin benzerleri ise, "Halbuki onlar, Allah'a, Onun dininde ihlas erbabı olarak., ibadet etmelerinden başka bir şeyle emrolunmamışlardı..." (Beyyine, 5) ve "Hakikaten insan için, kendi çalıştığından başkası yoktur" (Necm, 39) âyetleriyle; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Muhakkak ki ameller, niyetlere göredir. (Onlara göre değerlendirilir)" hadisidir. Buhari'nin ilk hadisi. Burada, şu iki soru hatıra gelmektedir: Birinci soru: Allahü teâlâ'nın, ifadesindeki (......) kelimesi niçin mansub getirilmiştir? Cevap: Çünkü bu kelime, mef'ûlün leh'dir. Buna göre mana, "Allah'ın rızasını aramak için..." şeklindedir. İkinci soru: Cenâb-ı Hak niçin, (önce) emreden kimseler müstesna..."; daha sonra da, "Kim böyle yaparsa.." buyurmuştur? Cevap: Allah, hayrı emretmeyi zikretmiştir ki onu failine delil kılsın. Çünkü hayrı emr (eden kimse), hayırlılar sınıfına dahil olunca, hayrı bizzat yapan kimselerin bu hayırlılar sınıfına girmeleri daha uygun ve evlâ olur. İşte bu tabiriyle "Her kim bunu emrederse.." manasının kastedilmiş olması da caizdir. Böylece "emr" yerine, "yapmak" sözü kullanılmıştır. Çünkü emretmek de, fiillerden bir fiildir. Resulullah'a Muhalefetin Vebali 115"Kim, kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygambere muhalefet eder, mü'minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakırız. (Ahirette de) kendisini cehenneme koyarız. O, ne kötü bir yerdir!" Bil ki bu âyetin kendinden öncekilerle münasebeti şudur: Rivayet olunduğuna göre Tu'me İbn Ubeyrık, Cenâb-ı Hakk'ın kendi sır perdesini yırttığını (meselenin içyüzünü ortaya koyduğunu) ve yahudiyi de hırsızlık töhmetinden arındırdığını görünce, dinden döndü; Mekke'ye gitti ve hırsızlık gayesiyle birisinin duvarını deldi... Derken duvar üzerine yıkıldı ve öldü. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. "Şikâk" ve "müşâkaka" kelimelerinin "iki şeyden herbirinin, işin bir şıkkında (tarafında) olması" veya "iki şeyden herbirinin, diğerine meşakkat ulaşmasına sebep olan bir işin faili olması" manasına geldiklerini, Bakara sûresinde zikretmiştik. Âyetteki, "Kendisine, doğru yol besbelli olduktan sonra.." tabiri "İslâm dininin doğru olduğu, delil ile o kimseye besbelli olduktan sonra.-" demektir. Zeccac şöyle demiştir: "Çünkü Allah'ın vahyettiği emir ile, ve hırsızlığını ortaya koyması ile, bu Tu'me nezdinde, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin doğruluğu aşikar olmuştu. Fakat buna rağmen o, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e düşman kesildi, muhalefetini açıkladı ve İslâm'dan döndü. Bu sebeple, Tu'me'nin bu hareketi, hidayet kendisine açıklandıktan sonra, muhalefetini ortaya koyması oldu. . Allah'ın, buyruğu, "Muvahhidlerin dininden başka bir dine tabi olursa.." demektir. Zira Tu'me, İslâm'ı bırakıp, putperestliğe tabî olmuştur. Daha sonra Allahü teâlâ, "Onu döndüğü o yola bırakırız" buyurmuştur. Yani, "Onu kendisi için tercih ettiği şey (yol) ile başbaşa bırakır ve tevekkül ettiği şeye, onu havale ederiz" demektir. Bazı âlimler bu âyetin, önlükle de mürtedfer hakkında, "Seyf" âyeti ile mensûh olduğunu söylemişlerdi! Sonra Hak teâlâ, (......) "Yani, "onu cehenneme sokarız" buyurmuştur. Bu ifadenin aslı, (......) masdarına dayanır ki, "İyice kızışmış olan ateşe atmak" demektir. Âyetteki (......) ifadesindeki "masîr" kelimesi, muşak mansubtur. Bu senin, "Falanca tab' itibariyle güzeldir, falancadan ter boşandı" sözün gibidir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bu Ayet İcmaın Delillerinden Biridir Rivayet olunduğuna göre İmam Şafiî (r.h)'ye Kur'an'da, "icmâ"nın delil olduğunu gösteren bir ayet sorulduğunda, o, Kur'ân'ı üçyüz defa okumuş, nihayet bu ayeti bulmuştur. Şafiî'nin bunu delil getirişi şöyle izah edilir. Mü'minlerin yolunun dışında bir yola uymak haramdır. Binaenaleyh mü'minlerin yoluna uymanın vacib olması gerekir. Birinci mukaddimenin izahı şudur: Allahü teâlâ, "Peygambere muhalefet edip, mü'minlerin yolundan başkasına tabî olanlar için bir va'id-i ilahi'nin söz konusu olduğunu" belirtmiştir. Halbuki sadece peygambere muhalefet etmek de, böyle bir va'îdi gerektirir. Binaenaleyh eğer mü'minlerin yolundan başka bir yola uymak, böyle bir ilâhî tehdidi gerektirmemiş olsaydı, o za herhangi bir tesiri olmayan şeyi, bu va'îdi tek başına ki, böyle birşey caiz değildir. Bundan dolayı, mü'minlerin yolundan başka bir yola ittiba etmenin haram olduğu sabit olur. Bu sabit olunca da mü'minlerin yoluna uymanın vacib olması gerekir. Çünkü "mü'minlerin yoluna uymak" ifadesi, "mü'minlerin yolundan başkasına uyma" manasını gösterir. Bu sebeple, mü'minlerin yolundan başkasına uymak haram olunca, mü'minlerin yoluna uymanın da haram olması gerekir. Mü'minlerin yoluna uymamak haram olunca, onları yoluna uymak vacib demektir. Çünkü bu iki zıt tarafın (ihtimalin) dışına çıkılamaz. İmdi şayet, "Biz, mü'minlerin yoluna uymamanın, mü'minlerin yolundan başkasına uyma manasına olduğunu kabul etmiyoruz. Zira ne mü'minlerin yoluna, ne de onların yolundan başkasına ittiba etmemek imkânsız değildir" denilir ise, buna şöyle cevap verilir: "Uymak, başkasının yaptığının benzerini yapmak" demektir. Mü'min olmayanların işi, mü'minlerin yoluna uymamak olunca, mü'minlerin yoluna uymayan herkes, mü'min olmayanların yaptığını yapmış olur. Binaenaleyh bu insanın, onlara uymuş olması gerekir." Birisi şöyle diyebilir: "Uymak, başkasının yaptığının benzerini yapmak" değildir. Aksi halde şöyle o inilmesi gerekir: "Peygamberler ve melekler, ümmetin her ferdi Allah'ın birliğine inandığı gibi, Allah'ın birliğini kabul etmiş olmaları bakımından, insanların bazılarına uymuşlardır. Halbuki böyle söylenilemeyeceği herkesin malumudur. Aksine "İttiba" (uyma), başkası, o fiili yaptığı için, onun fiilinin benzerini yapmaktan ibarettir. Durum böyle olunca, kim, mü'minlere uymanın gerektiği hususunda bir delil bulunmadığı için, mü'minlerin yoluna uymayı bırakırsa, mü'minlere uymuş olmaz. Halbuki böylece bu şahıs, mü'minlerden başkasının yoluna tabî olmuş olmaz." İşte bu, delilin aleyhine getirilen güçlü bir sorudur. Bu konuda, "Kitabu'l-Mahsûl fi ilmi'l-Usûl" adlı eserimizde bahsettiğimiz, birtakım başka incelikler de bulunmaktadır. Allah en iyi bilendir. Bu âyet, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bütün günahlardan masum (ismet sahibi, korunmuş) olduğunu göstermektedir. Bunun izahı şöyledir: Eğer Peygamberden herhangi bir günah sudur etmiş olsaydı, O'nun, bundan men edilmesi caiz olurdu. Başkasını, yaptığı bir işten men eden her insan, o başkasına muhalefet etmiş olur. Çünkü bunlardan her biri, diğerinin bulunduğu tarafın aksi bir tarafta yer almıştır. Binaenaleyh şayet Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bir günah sâdır olmuş olsaydı, O'na mutlaka muhalefet etmek gerektiği sabit olmuş olurdu. Halbuki O'na muhalefet etmek bu âyetle haram kılınmıştır. Binaenaleyh O'ndan bir günahın sâdır olmamış olması gerekir. Ayet Sünnete Tabi Olanın Gereğini Gösterir Bu âyet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bütün fiilleri hususunda uyulmasının vacib olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü ümmetin fiili, Peygamberin fiilinden başka olsaydı, o zaman iki taraftan herbirinin, fiil bakımından ayrı taraflarda olmaları gerekirdi. Böyle olması halinde de, arada bir muhalefet bulunmuş olurdu Halbuki Hazret-i Peygamber'e muhalefet etmek haram kılınmıştır. Binaenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e her fiilinde uymanın vacip olduğu ortaya çıkmış olur. Mefhum-u Mualif Zanni Degildir Mütekaddimîn (Önceki) âlimlerden bazıları "Her müçtehid. kendi usûlü (prensipleri) hususunda isabet etmiştir. herbirinin inancının, inanılan şeye uygun olması manasında olmayıp, hata edenin günah işlemiş olmaması manasınadır" demişlerdir. Bu alimler, bu âyeti görüşlerine delil getirerek, şöyle demişlerdir. Allahü teâlâ, va'îdinin gerçekleşmesini, hidayetin apaçık belli olması şartı olmadığı zaman söz konusu olmaz. Bu durumda, hidayet belli olmadığı zaman va'îd-i ilâhinin bulunmamasını gerektirir?" Onlara şöyle cevap verilir: "Bu, mefhum(-u muhalife) sarılmadır. Mefhum-u muhalifi delil sayanlara göre, bu zannî bir delildir. Halbuki kâfirler için bir va'îdin söz konusu olduğuna delâlet eden delil, kâfidir. Zira Cenâb-ı Hak, bu âyetten sonra, "Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz..." (Nisa, 116) buyurmuştur. Halbuki zannî delil kât'î delile karşı koyamaz Dinde Takkik ve İsbatın Önemi Âyet, dinin ancak delil, tefekkür ve istidlal ile doğruluğunun ortaya konulabileceğine delâlet etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ, va'îdini, hidayetin besbelli olmuş olması şartına bağlamıştır. Eğer hidayetin belli oluşu, dinin doğruluğu hususunda muteber bir şart olmasaydı, böyle bir şartın faydası olmazdı. Altıncı Mesele Âyet, "hüdâ" (hidayet)'in, ilmin değil delilin ismi olduğunu göstermektedir. Çünkü eğer, "hüdâ" (hidayet), ilmin (bilmenin) ismi olsaydı, "hidayetin (doğru yolun) besbelli olması" ifadesi, birşeyin, yine kendisine nisbet edilmesi kabilinden olurdu ki bu yanlıştır. 116Âyetin tefsiri için bak:122 117Âyetin tefsiri için bak:122 118Âyetin tefsiri için bak:122 119Âyetin tefsiri için bak:122 120Âyetin tefsiri için bak:122 121Âyetin tefsiri için bak:122 122"Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği kimse için bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, muhakkak ki uzak bir sapıklıkla sapmıştır. Onlar O (Allah'ı) bırakırlar da yalnız dişilere taparlar, (böylece) o çok inadcı bir şeytandan başkasına tapmış olmazlar. Allah onu rahmetinden kovdu. O da (şöyle) dedi: "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir nasib edineceğim, onları behemehal saptıracağım, onları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım, onlara kat'iyyen emredeceğim de davarların kulaklarını yaracaklar, onlara muhakkak emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler." Kim Allah'ı bırakarak şeytanı dost edinirse, şüphesiz açıktan açığa büyük bir ziyana düşmüştür. (Şeytan) onlara va'ad eder, onları olmayacak kuruntulara düşürür. Şeytanın kendilerine va'ad ettiği şeyler ise aldatmadan başka birşey değildir. İşte onlar (böyle). Onların varacakları yer cehennemdir. Oradan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır. İman edip de sâlih ameller yapanlara (gelince), biz onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere, içlerinde Mebedi kalıcı olarak sokacağız. İşte Allah'ın dosdoğru bir va'adi... Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir". Âyetinin Tekrarındaki Faydalar Bil ki bunlardan ilk âyet, bu surede bir kere daha geçmişti. Bu tekrarda şu iki fayda vardır: Birinci fayda: Kur'ân-ı Kerim'de gerek va'ad, gerekse va'îd âyetleri, umûmî durum itibariyle birbirinden farklıdır. Allahü teâlâ, hiçbir va'id âyetini aynı lafız ile iki kere tekrar etmemiştir. Fakat bu âyeti, affına ve mağfiretine delâlet etsin diye aynı surede aynı lafız ile iki kere zikretmiştir. Âlimler tekrarın, manayı te'kidden başka hiçbir faydası olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. İşte bu da Allahü teâlâ'nın va'ad ve rahmet tarafını iyice te'kîd ettiğini gösterir ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın va'adini, va'îdinden üstün tutmuş olduğunun ifadesidir. İkinci fayda: Daha önce geçen âyetler, o zırh çalan kimse hakkında nazil olmuştur. "Kim, peygambere muhalefet ederse.." (Nisa, 115) âyeti de, bu hırsızın mürted olduğu hususunda nazil olmuştur. Binaenaleyh bu âyetin, geçen âyetlerle ilgisi ancak şu manada olması halinde güzel olur: "Şayet o hırsız mürted olmasaydı, rahmetimden mahrum olmazdı"Ancak ne var ki, o irtidâd edip Allah'a şirk koşunca, Allah'ın rahmetinden uzak kalan mahrum bir kişi olmuş olur. Allahü teâlâ işte bu hususu, şirkin kendi katında çok büyük bir günah olduğunu açıklayarak te'kîd etmiş ve, "Kim Allah'a şirk koşarsa, muhakkak ki uzak bir sapıklıkla sapmıştır" buyurmuştur. Bu, "Kim Allah'a şirk koşmaz ise, onun sapıklığı uzak bir sapıklık olmaz. Binaenaleyh böylece de, rahmetimden mahrum olmaz" demektir. İşte bu münasebetler, ister tevbe yapılsın, ister yapılmasın, âyetin gösterdiğine göre, şirk dışındaki günahların kesinlikle atfedilebileceğine kat'î olacak delalet etmektedir. Sonra Hak teâlâ, şirkin pek büyük boyutlu bir sapıklık olduğunu bildirdikten sonra, "Onlar, yalnız dişilere taparlar, (böylece) o çok inada bir şeytandan başkasına tapmış olmazlar. Allah o şeytanı rahmetinden kovdu (lanetledi)" buyurmuştur. Bu âyette yer alan (......) lafızları, olumsuz mana ifade ederler. Bunun bir benzeri de, "Andolsun ki ehl-i kitaptan herbiri, ölümünden evvel, ona mutlaka iman edecektir" (Nisa. 159) âyetidir. Âyette yer atan, (çağırırlar, dua ederler) kelimesi, "ibadet ederler" manasınadır. Çünkü bir şeye tapan kimse, ona muhtaç olduğu zaman, ona dua eder. Bu âyetteki "Yalnız dişilere" tabiri hakkında şu izahlar yapılmıştır. â) Bundan murad, onların putlarıdır. O müşrikler putlarını, dişi isimleri ile adlandırırlardı. Bu, tıpkı onların Lât, Uzza ve bir üçüncüsü olan Menat putları gibidir. Lât, "Allah" kelimesinin müennesi, Uzzâ, "Aziz" kelimesinin müennesidir. Hasan el-Basrî, "Araplardan her kabilenin, kendisine taptığı bir putu vardı. Onlar o putlarına, "Falancaoğullarının dişisi" derlerdi" demiştir. Bu izahın doğruluğuna, Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnhâ)'nin, bu ifadeyi "yalnız putlara taparlar" şeklindeki kıraati ile, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, "Yalnız putlara" şeklindeki kıraati de delâlet etmektedir. İbn Abbas'ın bu kıraatindeki (......) kelimesi, tıpkı (aslan) kelimesinin (aslanlar) şeklinde cemî oluşu gibi (......) kelimesinin çoğuludur. Aslı olan bu çoğul kelimedeki zammeli vâv harfi, elife çevrilmiştir. Bu tıpkı, aslı (......) olan fiilin, âyet-i kerimede (......) şeklinde gelmesi gibidir. Zeccâc, (......) kelimesinin aslının, (......) olması, birinci zammenin peşisıra bir zamme getirilmiş olmasının caiz olduğunu söylemiştir. b) Bu tabir, "Yalnız ölülere taparlar" manasındadır. Ölülerin, "dişiler" diye ifade edilmesinin şu iki şekilde izahı yapılabilir: 1) Ölü, (cansız) şeylerden haber vermek, dişilerden haber verme gibi olur. Bu, senin "Şu kadın benim hoşuma gidiyor" dediğin gibi, aynı sîga ile "Şu taşlar benim hoşuma gidiyor" demen gibidir. 2) Dişi, erkekten; ölü, diriden daha az değerdedir. İşte bundan dolayı cansız varlıklara "dişi" isimler vermişlerdir. c) Müşriklerin bir kısmı meleklere tapıyor ve onların Allah'ın kızları olduklarını söylüyorlardı. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Ahirete iman etmeyen o insanlar, meleklere dişi ismi takarlar" (Necm. 27) buyurmuştur ki bu, "yerin, göğün ve bu ikisi arasında bulunan herşeyin yaratıcısına, dişi isimler verdikleri cansızları ortak koşandan, daha cahil kim olabilir?" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Halbuki o çok inada şeytandan başkasına tapmış olmazlar" buyurmuştur. Müfessirler, bu putların herbirinin içinde, kendilerine hizmet (ibadet) eden insanları görüp, onlara konuşan bir şeytan bulunduğunu söylerlerken; Zeccâc bu âyetten sonraki, "O da (şöyle) dedi: "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir nasib edineceğim" âyetinin delâleti ile, burada geçen şeytanın iblis olduğunu, hiç şüphesiz bu sözü iblisin söylediğini ve o putları tapanları görüp konuşanın da yine iblis olması ihtimalinin uzak olmadığını söylemiştir. Âyette geçen "merîd" kelimesi, "taattan iyice uzak olma" manasında, "isyanda (azgınlıkta) ileri giden" demektir. Nitekim böylesi kimselere, "marid" ve "merîd" denilir. Yine Zeccâc, üzerinde birşey olmayan dümdüz duvar manasında yaprakları tamamen dökülmüş olan ağaç manasında sakal mahalli dümdüz ve parlak olduğu için, sakalı çıkmayan kimseye de (......) denildiğini; binaenaleyh taatten iyice uzak olan kimseye de, taattan iyice soyunmuş ve taatten kendisine birşey bulaşmamış olduğu için "merîd" ve "marîd" denildiğini söylemiştir. Şeytanın Kullardan Nasib Edinmesinin Manası Daha sonra Cenâb-ı Hak Allah onu rahmetinden kovdu. O da (şöyle) dedi: "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir nasib edineceğim" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili iki mesele vardır: Keşşaf sahibi, bu âyetteki ifadelerinin, Allah'ın laneti ile bu kötü söz arasını birleştiren, "inadcı (merîd) şeytan" manasında olmak üzere, birer sıfat olduğunu söylemiştir. Bil ki burada şeytan, birtakım şeyleri iddia etmiştir. Bunlardan birincisi, şeytanın "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen (mefrûd) bir nasib edineceğim" sözüdür. Arapça'da fard, kesmek manasınadır. Nehrin bir kenarında olan koya da, denilir. Yine yay üzerinde, kirişin bağlandığı çentiğe (......), Allah'ın mazeret yollarını kesmek için, kullarına farz ve mecbur kıldığı şeylere de (......) denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlara bir fariza (mehir) belirlemiş olursanız.." (Bakara. 237) âyeti de böyledir. Bu, "malınızdan onlar için bir parça kesip ayırırsanız.." demektir. Bunu iyice anladığına göre biz deriz ki, bu âyetin manası şöyledir: "Allah'ın laneti üzerine olasıca şeytan, bu durumda, "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir miktar, bir pay edineceğim" dedi. İşte şeytanın kendisine pay edindiği o muayyen miktar, onun izinde gidip, vesveselerine uyan kimselerdir. Bu âyetin tefsiri hususunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Her bin kişiden biri Allah'ın, diğerleri de insanların ve İblisin (hissesidir)." Buna göre eğer, "Gerek naklî gerekse aklî delil, şeytanın ordusunun, sayıca Allah'ın taraftarlarından daha çok olduğunu göstermektedir. Bu hususta naklî delil, Allahü teâlâ'nın, "birazınız müstesna, muhakkak şeytana uyup gittiniz" (Nisa, 83); yine Allahü teâlâ'nın, şeytandan hikâye ederek buyurmuş olduğu, "...Onun zürriyetini birazı müstesna olmak üzere, behemehal kendime bendederim" (isra, 62) ve "Dedi: "Senin izzetine andederim ki ben de artık onların hepsini muhakkak azdıracağım. İçlerinden ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna..." (Sâd, 82-83)âyetleridir. Hiç şüphe yok ki, ihlâslı olanlar azdırlar. Aklî delil ise şudur: Fâsıklar ve kâfirler, ihlâslı mü'minlerden sayıca daha fazladırlar. Fâsık ve kâfirlerin, iblisin ordusu olduğunda şüphe yoktur. Bu böyle olunca biz deriz ki, "Nasîb kelimesi, ekseriyeti teşkil eden kısmı içine almayıp, aksine daha azını içine aldığı halde, daha niçin şeytan, "O da (şöyle) dedi: "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir nasîb edineceğim" demiştir?" Cevap: Bu farklılık ancak, beşer türüne göredir. Son derece çok oldukları halde melekler zümresi mü'minlere eklendiğinde, çoğunluk, ihlâslı mü'minler için söz konusu olur. Hem yine mü'minler, sayıca her ne kadar az iseler de, onların Allah katındaki makam ve mevkileri son derece büyüktür. Halbuki kâfirler ve fâsıklar, her ne kadar sayıca çok iseler de, onlar yok gibidirler, bir hiçtirler. İşte bu sebepten dolayı, iblisin taraftarlarına "nasîb" ismi ıtlak edilmiştir. Saptırma Konusunda Mu'tezile İddiasına Cevap İkincisi, şeytanın "onları behemehal haktan saptıracağım" sözüdür. Mu'tezile şöyle demiştir: "Bu âyet, bizim usûl ve kaidelerimizden iki büyük esasa delâlet etmektedir: Birinci esas: "Saptıran, şeytan olup, Allah değildir..." Sözlerine devamla şöyle derler: "Biz, âyetin, "saptıranın şeytân olduğuna" delâlet ettiğini söyledik." Çünkü şeytan bunu iddia etmiş, Allahü teâlâ da, onu bu hususta tekzîb etmemiştir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların hepsini muhakkak azdıracağım..."(Sad, 82), "...onun zürriyetini, birazı müstesna olmak üzere behemehal kendime bendederim" (İsra, 62) ve "...andolsun ki, onlar(ı saptırmak) İçin senin doğru yolunda oturacağım" (Araf, 16) âyetleridir. Hem Cenâb-ı Hak, o şeytanı, onu zemmetme sadedinde, "insanları saptıran" diye tavsif etmiştir. İşte bu da, Allah'ın bu saptırma işiyle tavsif edilmiş olmasına mânidir. İkinci esas: "Ehl-i sünnet, "saptırmak, küfrü ve sapıklığı yaratmaktan ibarettir" dedikleri halde, biz saptırmanın, küfür ve sapıklığı yaratmaktan ibaret olmadığını söylüyoruz. Bunun delili ise, İblisin, sapıklığı yaratmaya kadir olamıyacağı hususunda icma'nın bulunmasının yanında, kendisini "saptırıcı" olarak vasfetmiş olmasıdır." Mu'tezile'nin bu görüşüne şu şekilde cevap verilir: Bu, İblisin sözüdür. Binaenaleyh bir delili olamaz. Hem bu meselede iblisin sözü, cidden kararsızdır. Bazen sırf kaderciliğe meyleder. Bu onun, "ben de artık onların hepsini muhakkak azdıracağım" (Sâd. 82) ifadesinden anlaşılmaktadır. Bazan mutlak cebre temayül etmektedir. Bu da onun, "Ey Rabbim, beni azdırmış olduğun için..." (Hicr. 39) sözünden anlaşılmaktadır. Bazan da bu hususta mütereddit olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü o, "Ey Rabbimiz, İşte bunlar bizim azdırdığıma kimselerdir. Kendimiz nasıl azmışsak, onları da öylece azdırdık" (Kasas, 63) demiştir Yani, "o kâfirler, bizim (biz şeytanların) onları azdırdığımızı söylemektedirler... O halde, bizi dinden kim uzaklaştırdı?" Binaenaleyh, bütün bunların âhirette, Allah'da son bulması gerekir. Şeytanın Kuruntularla Oyalaması Üçüncüsü: Onun, "Onları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım.." sözüdür. Bil ki, o, insanları saptıracağını iddia edince, "Onları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım" demiştir. Bu da, saptırması hususunda, insanların kalblerine kuruntular atmaktan daha kuvvetli bir çaresinin bulunmadığını ihsas etmektedir. Kuruntuları arzulamak ise, şu iki şeyi meydana getirir: a) Hırs, b) Tûl-i emel... Hırs ve emel ise, birçok kötü ahlakı gerektirirler. Bunlar, insanın özünden ayrılmayan iki şeydirler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İnsanoğlu ihtiyarladıkça, onda şu iki şey gençleşir: Hırs ve emeller. Müslim, Zekat, 115 (II/724); Tirmizi Zühd, 28 (IV/570). buyurmuştur. Hırs, dünya ve dinin korkularına binmeyi, onları sırtlanmayı gerektirir. Binaenaleyh, insanın bir şeye karşı olan hırsı şiddetlendiğinde, o şeyi bazan, ancak Allah'a isyan, insanlara da eziyyet etmek suretiyle elde edebilir. Yine, kişi tûl-i emel peşinde koştuğunda, âhireti unutup, neredeyse tevbe edemeyip, kendisine de va'zü nasihatin hiçbir tesir edemeyeceği bir biçimde dünyaya batmış ve gömülmüş olur. Böylece onun kalbi bir taş gibi, hatta taştan daha katı bir hale gelir. Davarların Kulaklarını Yarma Âdeti Dördüncüsü: Şeytanın, "Onlara katiyyen emredeceğim de, davarların kulaklarını yaracaklar" sözüdür. "Betk" kelimesi "kesmek" anlamına gelir. Nitekim, "kesen kılıç" manasında denilir. (......) kelimesi ise, "parçalamak" demektir. Vahidî (r.h): "Burada bahsedilen "tebtîk"in manası, müfessirlerin ittifakıyla "Behîra" adını verdikleri develerin kulaklarını kesmektir. Bu böyledir, zira onlar, deve beş batın doğurup, beşincisinde erkek yavru doğurduğunda, o devenin kulağını diliyor ve ondan istifade etmeyi kendilerine haram kılıyorlardı" demiştir. Diğer âlimlere göre ise, bundan maksat şudur: "Onlar, putlara ibâdette dinî bir uygulama olsun diye, "en'am" (deve, sığır, ve davar)'ın kulaklarını diliyor; aslında bir küfür ve fısk olmasına rağmen, bunu bir ibadet sayıyorlardı. Allah'ın Yarattığını Değiştirme Beşincisi: Şeytanın, "Onlara muhakkak emredeceğim de, Allah'ın yarattığını değiştirecekler" sözüdür. Müfessirler, bu hususta şu iki görüşü öne sürmüşlerdir: 1) "Allah'ın yarattığını değiştirmekken murad, O'nun dinini değiştirmektir. Bu, Saîd İbn Cübeyr, Saîd İbnu'l-Müseyyeb, Hasan el-Basrî, Dehhâk, Mücâhid, Süddî, Nehaî ve Katâde'nin görüşüdür. Bu görüşün izahı için şu iki şey söylenebilir: a) Allahü teâlâ insanları, Adem'in sulbünden (sırtından) zerreler halinde çıkarıp, onlan, "kendisinin onların Rabbi olup; onların da kendisine iman ettikleri hususunda, kendilerine" şahit tuttuğu gün, onları İslâm dini üzerine yaratmıştır. Binaenaleyh, kim (bundan sonra) küfre saparsa, böylece Allah'ın, insanları üzerine yarattığı fıtratı değiştirmiş olur. İşte bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Her doğan çocuk (İslâm) fıtratı üzerine doğar, ama onu ebeveyni, ya yahudi yapar, ya hristiyan yapar veyahut da mecusi yapar..." Buhari, Cenaiz, 80, 93; Ahmed İbn Hanbel, II/233; 393: şeklindeki hadisinin ifade ettiği manadır. b) Allah'ın dinini değiştirmekten murad, helali harama, veyahut da haramı helâla çevirmektir. 2) Buradaki "değiştirme", zahire taalluk eden bütün halleri değiştirme anlamına alınır. Bu görüşte olanlar, birkaç izah şekli zikretmişlerdir: a) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Bundan murad, Abdullah İbn Mesûd (radıyallahü anh)'un, Hazret-i Peygamber'den rivayet ettiği şu hadistir: "Peruk takan ve taktıran; döğme yapan ve yaptıran kadınlara Allah lanet etmiştir." Buhari, Büyü' 25; Müslim, Libas, 119 (III/677). Bu böyledir; çünkü kadın, bu gibi şeyleri yapmak suretiyle, zinaya yol arar" demiştir. b) Enes, Şehr İbn Havşeb, İkrime ve Ebu Salih'ten rivayet edildiğine göre, burada, Allah'ın yarattığını değiştirmenin manası hayvanı burmak, kulaklarını kesmek ve gözlerini çıkarmak demektir, işte bundan ötürü Enes, koçları burmayı hoş karşılamıyordu. Araplar, içlerinden bir kimsenin deve sayısı bine ulaştığında, , tohumluk olan devenin gözünü şaşı yapıyorlardı. c) İbn Zeyd, bu değiştirmenin, erkeklerin kadın gibi davranmaları olduğunu söylemiştir. Ben derim ki, bu görüşe göre âyetin manasına sürtük kadınları da sokmak gerekir. Çünkü "tahannüs" (hünsâlık), kadına benzemeye çalışan erkek; ise, erkeğe benzemeye çalışan kadın manasındadır. d) Zeccâc, bazı kimselerin şöyle dediğini nakletmiştir; "Allahü teâlâ, en'âmı (deve, sığır ve davarları), bir kısmına binsinler, bir kısmının da etini-sütünü yesin içsinler diye, insanlar için yaratmıştır. İnsanlar ise onları, "bahîre", "şaibe" ve "vasile" diye, kendilerine haram kılmışlardır. Yine Cenâb-ı Hak, güneşi, ayı ve yıldızları, insanların yararına olarak ve onlardan istifade etsinler diye yaratmış, ama müşrikler bu varlıklara taparak, Allah'ın yarattığı şeyleri değiştirmiş (gayelerinden saptırmışlardır.) İşte bu konuda müfessirlerin söylediği sözler bunlardan ibarettir. Bu noktada, âyetten bir mana çıkarma hususunda, aklıma şu şekilde bir başka izah daha gelmektedir. Şöyle ki: Bir şeye zarar ve hastalık şu üç şekilde gelir; karışma, noksanlaşma ve bâtıl olma (bozulma)... İşte bu nedenle şeytan (Allah ona lanet etsin), insanların çoğunu, dinî hastalık ve zararlara düşüreceğini iddia etmiştir ki bu, onun "Onları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım" sözünden anlaşılmaktadır. Sonra bu hastalığın mutlaka, zikrettiğimiz karışma, noksanlaşma ve bozulma gibi bir şekilde olması gerekir. Karışma şekline gelince, şeytan buna, "Onları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım" sözü ile işaret etmiştir. Bu böyledir, çünkü kuruntulu kimselerin akl-ı fikri, birtakım şehevî ve gazabı istekleri elde etmek için, birçok ince manalar, hileler ve çok hassas yollar aramakla meşguldür. İşte bu, birşeyin karışması ile meydana gelen ruhî bir hastalıktır. Noksanlaşma ife meydana gelen hastalığa, şeytan, "Onları katiyyen emredeceğim de davarların kulaklarını yaracaklar" sözü ile işaret etmiştir. Bu böyledir, zira havanların kulaklarını dilmek, bir çeşit noksanlaştırmadır. Çünkü insanın aklı-fikri dünyayı elde etme peşinde olunca, âhireti istemedeki azmi zayıf ve isteği gevşek olur. Bozulma ile meydana gelen hastalığa ise, şeytan, "onlara muhakkak emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler" sözü ile işaret etmiştir. Çünkü değiştirme, uzun müddet mevcut olan bir sıfatı bozup yok etme demektir. Halbuki dünyevî lezzetler peşinde devamlı koşan ve ruhî mutluluklardan yüz çeviren kimsenin kalbinde, dünyaya karşı bir istek, âhirete karşı ise bir nefret gittikçe artar ve çoğalır. Bu durum, o insanın kalbi tamamen değişinceye kadar devam eder. Böylece insan öyle bir noktaya gelir ki artık kalbinde âhiret duygusu kesinlikle yer atmaz ve aklından dünya sevgisi hiç çıkmaz. Böylece de bütün hareketleri, duruşları, sözleri ve fiilleri hep dünya için olur. İşte bu da Allah'ın yarattığı şeyin değiştirilmesini gerektiren bir şeydir. Çünkü insanlar, bu maddî aleme bir yolculuk için gelmişlerdir. Aslında onlar ahiret alemine yöneliktirler. Fakat ahiret alemini unutup, mutlaka yok olup son bulacak olan, şu hissedilen (maddî) alem ile iyice ünsiyet (sevgi) kesbedince, işte bu da, gerçek manada bir yaratılışı değiştirme olmuş olur. Bu tıpkı, "Hem kendisi Allah'ı unutmuş, hem (Allah) kendilerini kendilerine unutturmuş olanlar gibi olmayın" (Haşr, 19) ve "Şüphesiz gözler kör olmaz, fakat (asıl) sinelerin içindeki kalbler kör olur" (Hacc, 46) âyetlerinde, ifade edilen husus gibidir. Şeytan Tarafında Yer Almanın Tehlikeleri Bil ki Cenâb-ı Hak, insanları şeytana uymaktan sakındırmak için, şeytanın azdırıp saptırma yollarını, bizzat onun ağzından nakledince, , Allah'ı bırakarak şeytanı bir yâr edinirse, şüphesiz açıktan açığa büyük bir ziyana düşmüştür" buyurmuştur. Bil ki hiç kimse, Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinmek istemez. Fakat insan, şeytanın emirlerini yerine getirip, rahman olan Allah'ın emirlerini yapmayınca, sanki şeytanı kendisine dost edinip, Allah'ın himayesini ve dostluğunu bırakmış gibi olur. Allah Telâlâ, "Şüphesiz açıktan açığa büyük bir ziyana düşmüştür" buyurmuştur; zira Allah'a itaat etmek, zarar ihtimallerinden uzak, devamlı ve çok büyük menfaatlar ihtiva eder. Şeytana itaat ise, kederlerle, üzüntülerle ve ezici elemlerle karışık ve sonlu olan üç menfaati ihtiva eder. Bu iki itaatin aynı olduğunu söylemek, aklen imkansızdır. Binâenaleyh kim şeytanın dostluğuna gönül verirse, şeytanın vereceği makam ve mevkilerin çok adi ve değersiz oluşları sebebi ile, en şerefli yüce makam ve mevkileri elden kaçırmış olur. Hiç şüphe yok ki bu, kesin ve apaçık bir ziyandır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Şeytan) onlara vaad eder, onları olmayacak kuruntulara düşürür. Şeytanın kendilerine vaadettiği şeyler ise aldatmadan başka birşey değildir" buyurmuştur. Bil ki önceki âyette, şeytanın emrinin esasının, insanın kalbine olmayacak kuruntular atmak olduğunu açıklamıştık. Hayvanların kulaklarını dilmek ve Allah'ın yarattığı şeyi değiştirmek ise, kalbe atılan bu kuruntuların netice ve eserlerindendir. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, o kuruntuların bertaraf edilmesindeki esasa dikkat çekmiştir. Bu esas, o kuruntuların bir aldatmadan başka bir şey olmadıklarıdır. Aldanma, insanın bir şeyi faydalı ve lezzetli sanıp, sonra o şeyin en büyük elem ve zararları taşıdığının anlaşılmastdır. Dünyanın her hali böyledir. Binâenaleyh her akıllının, dünyanın hiçbir şeyine iltifat etmemesi gerekir. Bunun misali şudur: Şeytan, insanın kalbine ömrünün uzun olacağını, dünyadan elde etmek istediği herşeyi elde edeceğini ve düşmanlarına hükümran olacağı düşüncelerini atar. Böylece o insanın kalbine, dünyanın bir devr-i daim olduğu ve binâenaleyh bugün başkasına müyesser olan şeyin ileride kendisine de müyesser olacağı fikri düşer. Fakat bütün bunlar bir aldanmadır. Zira insanın ömrü çoğu kez buna yetmez. Yetse bile, gayesine ulaşamaz. Ömrü yetip, en güzel bir şekilde gayesine ulaşsa bile, mutlaka o kimse ölürken en büyük keder ve pişmanlık içine düşer, Çünkü elde edilmek istenen şey ne kadar leziz ve hoş olur ve onunla ülfet ne kadar çok ve uzun süre olursa, onların insanı bırakıp ayrılması da o nisbette elemli ve gam ile pişmanlığın meydana gelmesinde de o nisbette tesirli olur. İşte böylece âyetin, bu konuda temel ve esas olan hususa dikkat çekmiş olduğu ortaya çıkmış olur. Âyetle ilgili bir başka izah da şudur: Şeytan, insanlara kıyametin ve mesuliyetin olmadığını, binâenaleyh dünyevi lezzetleri tastamam tadmak için ellerinden geldiğince çalışmaları gerektiğini telkin etmektedir. Sonra Allahü teâlâ, "İşte onlar (böyle). Onların varacakları yer cehennemdir" buyurmuştur. Bil ki aldanmanın, insanın zahiren güzel bulduğu bir şeyin insan için gerçekleşip, fakat onun iç yüzü ortaya çıkınca büyük elem duyacağı bir halden ibaret olduğunu açıklamıştık. Halbuki dünyevi lezzetlere iyice gark olup, Allahü teâlâ'ya isyana iyice batmak, her ne kadar o an için hoş ve güzel gelse bile, neticesi cehennem azabıdır, gazab-ı ilahîdir ve rahmet-i ilahiyyeden uzaklaşmadır. Binâenaleyh işte bu durum da, şeytanın va'adlerinin bir aldatma olduğuna dair, daha önce geçen delillere bir takviyedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'Oradan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır" buyurmuştur. Âyette geçen "mahîs", "kaçış ve kurtuluş yeri" demektir. Vahidî (r.h), bu tabirin şu iki manaya gelebileceğini söylemiştir: 1) "Onlar, mutlaka cehenneme gireceklerdir. 2) Kâfirlerin payı olan, cehennemde ebedi kalmayı ifade eder. Bu, uzak bir mana değildir. Çünkü âyetteki, "bulamayacaklar" fiili, daha önce bahsi geçen insanlarla ilgilidir ve bunlar haklarında, şeytanın, "Celalin hakkı için, kullarından muayyen bir nasib edineceğim" demiş olduğu kimselerdir. Zahir olan şudur ki, şeytanın hissesine (nasibine) düşenler, kâfirlerdir: Hak teâlâ, vaîdini zikredince, bunun peşisıra va'dini getirerek "İman edip de salih ameller yapanlara (gelince), biz onları altlarından ırmaklar akan cennetlere, içlerinde ebedi kalıcı olarak sokacağız. İşte Allah'ın dosdoğru bir vaadi... Allah'dan daha doğru sözlü kim olabilir?" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ va'adini ifade eden âyetlerin çoğunda, "İçlerinde ebedi kalıcı olarak" tabirine yer vermiştir. Eğer "hulûd", ebedi ve devamlı kalma manasında olsaydı, bu ifade de gereksiz bir tekrar olmuş olurdu. Halbuki tekrar aslın hilafıdır, yani asıl olan, tekrar yapılmamasıdır. Böylece biz, "hulûd"un devamlı kalma manasına değil, uzun bir süre kalma manasına geldiğini anlarız. Fakat Allahü teâlâ, va'îd ile ilgili âyetlerinde "hulûd"u zikretmiş, ebedî kalışı ise, sadece kâfirler hakkında kullanmıştır. İşte bu da, günahkâr mü'minlerin cezasının sona ereceğine bir delildir. Sonra Cenâb-ı Allah, "İşte Allah'ın dosdoğru bir va'adi" buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Âyetteki iki kelime de meful-i mutlaktır. Birincisi, "müekkid li-nefsihi" olan mef'uli mutlaktır. Sanki "mutlaka va'ad-etti" denilmiştir. "Hak" kelimesi ise, "müekkid li-gayrihi" olan mef'ul-i mutlaktır ve " Bu, kesin olarak bir hak oldu" demektir. Sonra Allahü teâlâ, "Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?" demiştir. Bu üçüncüsü, beliğ bir te'kiddir. Bu te'kidlerin gayesi, şeytanın kendisine uyanlara, yalan va'adler ve asılsız kuruntulara dair söylemiş olduğu şeylere bir karşı koymadır. Bir de, kendisinden daha yalancı birisi bulunmayan şeytanın sözünden, Allah'ın va'adinin, kabul edilmeye daha lâyık ve tasdik edilmeye daha müstehak olduğuna dikkat çekmektir. Hamza ve Kisaî, ifadesindeki sâd harfini zâ, harfine işmâm ederek okumuşlardır. Kur'an-ı Kerim'de, kendisinden sonra bir dal bulunan bütün sakin şadların durumu da böyledir. Mesela, "doğru yol.." (Nahl, 9) ve "Şimdi sen ne ile emrolunuyorsan apaçık bildir" (Hicr. 94) âyetlerinde olduğu gibi... Âyette geçen (......) kelimesi, (dedi) fiilinin masdarıdır. Nitekim, denilir. İbnu's-Sikkît kelimelerinin masdar değil, isim olduğunu söylemiştir. Felah Temenni İle Değil, Yapılan İşlerle Olur 123"Ne sizin kuruntularınızla, ne de ehl-i kitabın kuruntulanyla (iş olup bitmiş) değildir. Kim bir kötülük yaparsa, ondan ötürü cezalandırılır ve o, kendisine Allah'tan başka ne bir yâr, ne de bir yardımcı bulamaz". Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: (......) kelimesi, (arzu, istek, talep) kelimesinden olmak üzere vezninde bir kelimedir. Bu lâfızla alâkalı açıklamaların tamamı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şeytan onun dileği hakkında file (bir fitne) meydana) atmış olmasın... " (Hacc. 52) âyetinin tefsirinde zikredilecektir. (......) bir fiildir ve mutlaka ona isnad edilecek olan bir ismin bulunmasını gerektirir. Bu isimle ilgili birkaç vecih vardır: 1) "Yukarıda zikredilmiş olan sevab, ve "Biz onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız" (Nisa, 122) âyetindeki va'ad, ne sizin kuruntularınızla ne de ehl-i kitabın kuruntulanyla değildir." Yani, "Onlar, kuruntularla gerçekleşmez, ancak iman ve amel-i salih ile gerçekleşir, kazanılır" demektir. 2) Dinin vaz'ı, sizin kuruntularınıza göre değildir. 3) Sevab ve ikab, sizin kuruntularınıza göre değildir. Birinci mana daha uygundur. Çünkü, (......) fiilinin, daha önce zikredilmiş olan bir şeye isnadı (dayandırılması), zikredilmemiş olan birşeye dayandırılmasından daha münasiptir. (......) ifadesindeki hitab, kimleredir? Bu hususta iki görüş vardır: 1) Bu, putperestlere hitabtır. Onların kuruntuları da, ahırette bir haşr ve neşrin (yeniden dirilmenin) ve bir sevab ve ikabın olmayacağıdır. Onlar bunların olacağını kabul etseler bile, putlarının, Allah yanında kendilerine şefaatçi olacağını söylüyorlardı. Ehl-i kitabın kuruntuları ise, "Yahudi veya Hıristiyan olanlardan başkası asla cennete girmeyecek" (Bakara, 111); "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" (Maide, 18) bize azab etmez ve "Sayılı günlerden (fazla), bize kat'iyyen cehennem dokunmayacak" (Bakara, 80) demeleridir. 2) Bu hitab, müslümanlaradır. Onların kuruntuları ise, büyük günah isteseler bile, affolunacaklarını zannetmeleridir. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü Allahü teâlâ, "(Allah) ondan (şirkten) başka günahları, dileyeceği kimseler için bağışlar" Nisa, âyetinde de buyurduğu gibi, dilediğine af ve mağfiret eder. Rivayet edildiğine göre müslümanlar ile ehl-i kitap birbirlerine karşı övündüler. Ehl-i kitap dedi ki: "Bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden; bizim kitabımız sizin kitabınızdan öncedir ve biz Allah'a sizden daha yakınız"; müslümanlar da, "Bizim peygamberimiz, hatemü'l-enbiya (peygamberlerin sonuncusu), kitabımız da bütün kitapların nasihi" dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, bu âyeti indirdi. Hak teâlâ sonra, "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalanır" buyurmuştur. Bu ifade hakkında birkaç mesele bulunmaktadır: Mutezile şöyle demiştir: "Bu âyet, Allahü teâlâ'nın hiçbir günahı affetmediğine delalet etmektedir. Hiç kimse "Bu, küçük günahlar konusunda bir problem çıkarır. Zira onların affedildiği malumdur" diyemez. Böyle bir suale Mutezile şu iki şekilde cevap verir: a) "Umumi lafız, tahsisten sonra hüccettir. b) Küçük günah işleyen kimsenin, taatlarının sevabından, o günahın cezası miktarınca düşer. Böylece bu günahın cezası ona ulaşmış olur." Bizim alimlerimiz ise "bu konudaki cevaplar, bellibaşlı yönleriyle daha önce Hak teâlâ'nın, (......) (Bakara, 81) âyetinin tefsirinde geçmiştir" diyerek cevap vermişlerdir. Ancak ne var ki bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak burada şu vecihleri ilave etmek istiyoruz: 1) Bu cezadan muradın, insana bu dünyada ulaşan gamlar, kederler, hüzünler, elemler ve hastalıklar olması niçin caiz olmasın? Bu hususa hem Kur'an, hem dehadisler delalet etmektedir. Kur'an'dan delit, şu âyettir: "Erkek hırsızla, kadın hırsızın irtikab ettikleri şeye bir ceza olarak, ellerini kesin" (Maide, 38). Bu âyette, elleri kesme, ceza olarak belirtilmiştir. Hadisden bunun delili de şudur: Rivayet olunduğuna göre, bu âyet nazil olunca, Hazret-i Ebu Bekir Sıddık (radıyallahü anh), "Artık bu âyetten sonra kurtuluş nasıl umulur?" demişti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ey Ebu Bekir, Allah sana mağfiret etsin. Sen hiç hastalanmadın mı, sana hiç sıkıntı isabet etmedi mi? İste cezalandırılmanız budur" buyurmuştur. Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnhâ)'den rivayet edildiğine göre, bîr adam bu âyeti okumuş ve "Yaptığımız herşey sebebiyle cezalandırılacak olursak mahvolduk gitti..." demişti. Onun bu sözü Hazret-i Peygamber'e ulaşınca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Mümin dünyada, bedenine isabet eden (hastalıklar) ve kendisine sıkıntı veren şeyler ile cezalandırılır" der. Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu âyet nazil olduğu zaman ağladık, hüzünlendik ve dedik ki: "Ya Resûlallah, bu âyet-i kerime, bize (ümit ışığı) bırakmadı." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sevinin, müjdeler olsun size. Çünkü bu dünyada sizden birinin başına gelen her musibeti, Cenâb-ı Hak o kimsenin günahlarına bir keffaret yapar. Hatta ayağına batmış olan bir dikeni bile" Buhari, Merda, 2, 3 buyurdu. 2) Farzedelim ki bu ceza onlara Kıyamet günü ulaşsın. Fakat bu cezanın, kulun imanının ve taatlarının sevabının eksilmesi şeklinde meydana gelmesi niçin caiz olmasın? Kur'an, hadis ve akıl da buna delalet etmektedir. Kur'an'dan buna delil, "çünkü iyilikler (hasenat), günahları (seyyiah) giderir" (hud, 114) âyetidir. Hadisten bunun delili de şudur: Kelbî'nin Ebu Salih'den, onun da İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet ettiğine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir:" Bu âyet nazil olunca, mü'minlere çok zor geldi. Bunun üzerine dediler ki: "Ya Resûlallah, hangimiz kötülük yapmadı ki? Bunun cezası nasıl olur, (buna nasıl dayanırız)?" Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Allahü teâlâ taata, on iyilik (sevabı); bir günaha karşılık ise tek bir ceza va'adetmiştir. Binâenaleyh kim yaptığı bir kötülükten dolayı cezalandırılırsa, (taatına) karşılık verilen on sevabından biri eksiltilir ve kendisine geriye dokuz sevab kalır. Birleri, onlarına baskın çıkana yazıklar olsun!" buyurmuştur. Aklî delile gelince bu du şudur: İmanın ve bütün taatlerin sevabı, mutlaka tek bir büyük günahın cezasından daha büyüktür. Adalet, çok olandan, az olanın miktarınca çıkarılmasını gerektirir. O zaman çok olandan geriye, mutlaka bir fazlalık kalır. Böylece de mü'min, bu fazlalık sebebi ile cennete girer. 3) Bu âyet-i kerime, sadece kâfirler hakkında nazil olmuştur. Söylediğimiz bu hususa delalet eden şey, Cenâb-ı Hakk'ın, bu âyetten sonra, "Erkek veya kadın, kim mü'min olduğu halde, salih amellerden (birşey) yaparsa, işte onlar cennete girerler" (Nisa. 124) buyurmuş olmasıdır. Yetmiş yıl Allah'a itaat edip de, sonra bir damla içki içen mü'min, salih ameller işlemiş olan bir mü'mindir. Bu âyetin hükmüne göre, onun mutlaka cennete gireceğini söylemek gerekir. Mu'tezile'nin, "O, (böyle yapmakla) mü'min olmaktan çıkmıştır" sözü ise, büyük günah işleyen kimselerin de mü'min olabileceklerini gösteren delillerden dolayı, bâtıl ve yanlıştır. Nitekim şu âyetler buna delalet etmektedir: "Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse aralarını bulup, barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz ediyorsa..." (Hucurat, 9). Bu âyette, diğer mü'minlere saldıran kimse, bu durumuna rağmen mü'min olarak isimlendirilmiştir. "Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı)" (Bakara, 178). Bu âyette kasden ve düşmanlıkla başka bir mü'mini öldüren kimse, mü'min olarak ifade edilmiştir. "Ey iman edenler, tam birsıdk-u hulusa malik bir tevbe ile Allah'a dönün" (Tahrim, 8). Cenâb-ı Hak, bu kimseye tevbe etmesini emrederken de, o kimseyi mü'min olarak isimlendirmiştir. Böylece büyük günah sahibinin mü'min olduğu sabit olmuş olur. Büyük günah sahibi mü'min olunca, o zaman yüce Allah'ın, "Her kim güzel ameller yaparsa..." (Nisa, 124) ifadesi, büyük günah sahibi olan mü'minin cennetliklerden olduğuna bir delil olmuş olur. Bu sebeple de Allah'ın "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalanır" buyruğunun, kâfirlere tahsis edilmiş olması gerekir. 4) Farzedelim ki bu âyet-i kerime, hem mü'minlere hem de kâfirlere şamil olmuş olsun... Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hakk'ın "Ondan başkasını dileyeceği kimse için bağışlar" (Nisa, 116) âyeti bundan daha hususidir. Halbuki hâs ise, âmm'dan öncedir. Bir de, tefsiri tehdit ifade eden âyetlerin genel durumuna göre yapmak, va'ad ifade eden âyetlerin genel durumuna göre yapmaktan daha uygundur.Çünkü vaade vefa göstermek, bir kerem ve ihsandır. Amma vaîdi (cezayı) ihmal edip, onu tarize hamletmek de bir cömertlik ve bir ihsandır. Âyet, kâfirlerin şeriatın fer'î hükümlerinden de sorumluolduklarına delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim bir kötülük yaparsa..." buyruğu, bütün muharrematı içine almaktadır. Binâenaleyh, bu ifadenin hükmüne, kâfirlerden sudur eden ve İslam dininde haram kılınmış olan her şey dahildir. Sonra Allah'ın "ondan ötürü cezalandırılır" buyruğu, bütün bunların cezasının o kâfirlere ulaşacağına delalet etmektedir. İmdi eğer, "Bu âyette bahsedilen cezanın, o kâfirlere bu dünyada ulaşan keder ve üzüntülerden ibaret olması niçin caiz olmasın?" denilirse biz deriz ki: Onlara, bu dünyada iken yapmış oldukları iyiliklerin karşılıkları mutlaka ulaşır. Çünkü, bu iyiliklerin karşılığını onlara ahirette ulaştırmak imkansızdır. Durum böyle olunca, işte bu, o kâfirlerin bu dünyadaki nimetlenmelerinin daha çok ve buradaki lezzetlerinin de daha tam olmasını gerektirir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Dünya mü'minin hapishanesi kâfirin İse cennetidir" Müslim, Zuhd, 1 (IV/2272). buyurmuştur. Hal böyle olunca, "Onların yasaklanmış fiillerinin cezasının, bu dünyada onlara ulaşmış olmasını söylemek" imkansız olur. Binâenaleyh, bu cezanın onlara ahirette vasıl olacağına hükmetmek gerekir. Kulların Filleri Hakkında Mutelize İdası ve Reddi Mutezile şöyle demektedir: "Âyet, kulun kendi fiillerinin faili olduğuna delalet etmektedir. Yine âyet, kulun kötü amelleriyle, bir cezaya müstehak olduğunu ifade eder. Âyet, bu iki şeyin ikisine birden delalet edince, aynı zamanda Allahü teâlâ'nın, kulların fiillerinin yaratıcısı olmadığına da delalet etmiş olur. Bu, şu iki sebepten ötürü böyledir: a) Bu amel, kula ait bir iş olunca, o işin Allah'ın fiili olması imkansız olur. Zira, yapılan tek bir şeyin (aynı anda) iki kudret sahibinin fiili olması imkansızdır. b) Şayet o amel, Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmiş olsaydı, o zaman o kul bu işten dolayı, kesinlikle herhangi bir cezaya müstehak olamazdı. Halbuki, böyle olması bâtıldır. Zira âyet, kulun, kendi amelinden ötürü bir cezaya müstehak olacağına delalet etmektedir." Bil ki bu tür görüşlere karşı yapmış olduğumuz istidlâller, bu kitabımızda defalarca geçmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "ve o, kendisine Allah'tan başka ne bir yâr, ne de bir yardımcı bulamaz" buyurmuştur. Mu'tezile, "Bu âyet, şefaatin bulunmadığına delalet etmektedir" der. Buna şu iki şekilde cevap verebiliriz: a) Biz, bu âyetin kâfirler hakkında olduğunu söylüyoruz. b) Peygamberlerin ve meleklerin, isyankâr kimseler hakkındaki şefaatleri, ancak Allah'ın izni ve müsaadesine bağlıdır. Durum böyle olunca, hiç kimsenin Allah Subhanehu ve Teâlâ'dan başka, ne bir velisi ve ne de bir yardımcısı olamaz. Erkek Veya Kadın Mü'minler Cennete Girerler 124"Erkek veya kadın, salih amellerden (birşey) yaparsa, işte onlar cennete girerler. Bir çekirdeğin çukurcuğu kadar bile haksızlığa uğratılmazlar". Mesruk: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim bir kötülük yaparsa, ondan ötürü onunla cezalandırılır" (Nisa. 123) âyeti nazil olunca ehl-i kitap, müslümanlara "Biz ve siz aynıyız" dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime, Cenâb-ı Hakk'ın "İyilik yapan (bir insan) olarak, kendisini Allah'a teslim eden, İbrahim 'in Allah 'ı bir tanıyıcı dinine tâbi olan kimseden daha güzel dinli kimdir..." (Nisâ.125) ifadesine kadar nazil oldu" demiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: İbn Kesir ve Âsimin ravisi Ebu Bekr, yâ harfinin dammesi ve hâ harfinin fethasıyla olmak üzere, meçhul sîgasında "Cennete girdirilirler" şeklinde okurlar. Yine aynı imamlar, Meryem (60. âyet) ile Mü'min (40. âyet) âyetlerini de böyle okumuşlardır. Diğer kıraat imamları ise, bu suredeki bütün bu gibi yerleri, cennete girme fiilini insanlara nisbet ederek, yâ harfinin fethası ve hâ harfinin zammesi ile (girerler) şeklinde okumuşlardır. Her iki kıraat de güzeldir. Birincisi güzeldir, çünkü daha vecizdir ve "Onları cennete sokarım" şeklindeki sözün doğruluğuna delalet eder ve "Haksızlığa uğratılmazlar" tabirine de uygun düşer. İkinci kıraat ise, Hak teâlâ'nın "Siz ve zevceleriniz cennete girin" (zuhruf, 70) ve "Selametle girin oraya" (Kâf, 34) âyetlerine uygun düşer. Allah en iyi bilendir. Alimler şöyle derler: "Âyetteki iki arasındaki fark şudur: Birincisi, min-i teb'îziyye (bazı manasına)dir. Buna göre mana, "Kim salih amellerden bazısını (birşey) yaparsa" şeklinde olur. Çünkü hiçbir insan, salih amellerin hepsini yapamaz. Hatta bundan murad, salih amellerden bir kısmını mü'min olarak yapan kimsenin, mükâfaata müstehak olacağıdır."Bil ki bu âyet büyük günah sahibinin cehennemde ebedî olarak kalmaycağmı, sonunda cennete geçeceğini gösteren delililerin başında yer alır. Bu böyledir, çünkü biz, büyük günah sahiplerinin de mü'min olduğunu izah etmiştik. Bu sabit olunca deriz ki: Büyük günah sahibi namaz kılar, oruç tutar, haccını yapar ve zekatını verirse, bu âyetin hükmüne göre cennete girmesi; günahkârlarla ilgili va'îdi ilâhileri gösteren âyetlerin hükmüne göre ise, cehenneme girmesi gerekir. Bu durumda ya o, önce cennete girer, sonra cehenneme geçer ki bu ihtimal icmaen bâtıldır, ya da önce cehenneme girer, sonra cennete geçer ki, işte mecburen kabul edilecek olan doğru görüş budur. Allah en iyi bilendir. “Nakir”, hurma çekirdeğinin çukurundaki, hurmanın kendisinden çıkıp bittiği noktadır. Buna göre mana, "Onlar, çekirdeğin o noktası kadar bile, amelleri hususunda haksızlığa uğratmayacaklardır" şeklinde olur. Buna göre şayet, "Başkaları da aynı durumda olduğu halde, Cenâb-ı Hak sadece, salih kimselerin zulme uğratılmayacağım söylemiştir? Nitekim Cenâb-ı Hak, (umumi bir hüküm olarak): "Rabbin, kullarına zulümkar değildir" (Fussilet, 46) ve "Allah, alemlere hiçbir zulüm etmek istemez" (Âl-i İmran. 108) buyurmuştur" denilir ise, buna şu iki şekifde cevap verebiliriz: a) Hak teâlâ'nın, "Haksızlığa uğratılmazlar" ifadesinde bahsedilenler hem günah, hem de sâlih amel işlemiş olan kimseler olabilir. b) Sevabı noksan olarak verilmeyen herkes, cezasının artırılmamasına daha lâyık olur. İşte, insanlar arasındaki hüküm budur. Binâenaleyh Allahü teâlâ bu hükmü, insanlar arasında örf haline gelmiş olan şeye uygun olarak anlatmıştır. Hazret-i İbrahim'in Yüce Dinine Girmek 125Âyetin tefsiri için bak:126 126"İyilik yapan (bir insan) olarak, kendini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in hanif milletine tâbi olan kimseden daha güzel dinli kimdir? Allah İbrahim'i bir dost edinmiştir. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah her şeyi kuşatıcıdır". Bil ki Allahü teâlâ, kurtuluşun ve cenneti elde edişin gerçekleşmesini, insanın mü'min olmasına bağlayınca, imanı iyice izah etmiş ve onun şu iki bakımdan faziletini beyan buyurmuştur: a) İman, Allah'a tam olarak ubudiyyeti, itaati ve inkıyadı ortaya koymayı ifade eden bir dindir. b) İman, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in de, üzerinde olduğu bir dindir. İşte bu iki faziletten her biri, İslâm dinine teşvik hususunda, başlıbaşma birer sebeptir. Birincisine gelince, bil ki İslâm şu iki şey üzerine bina edilmiştir: a) İtikad (inanç), b) Amel (ibadet).. Cenâb-ı Hak, itikada bu âyette, "Kendini Allah'a teslim eden..." ifadesi ile işaret etmiştir. Bu böyledir. Çünkü İslâm, inkıyad ve teslimiyyettir. "Vech" (yüz), insanın en güzel uzvudur. Bundan dolayı insan, kalbi ile Rabbini tanır, O'nun rububiyyetini, kendisinin de ubudiyyetini (kulluğunu) ikrar ederse, kendisini Allah'a teslim etmiş olur. Cenâb-ı Hak, ibadeti de bu âyette, "İyilik yapan (bir insan) ibadete de kasdederek" ile işaret etmiştir ki, bu ifadenin içine, iyilik olan her fiili (ibadeti) yapıp, günahları terketme girer. Binâenaleyh sen, gerek bu veciz ifade ve gerekse bu ifadenin bütün maksad ve gayeleri ihtiva etmiş olduğunu iyice düşün. Hem Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendisini Allah'a teslim eden..." sözü, 'hasr" (sadece) manasını ifade eder. Buna göre, "kendisini sadece Allah'a teslim eden, Allah'tan başkasına teslim etmeyen..." demektir. Bu durum da, mükemmel bir imanın, bütün işlerin yaratıcıya havale edilmesi ve insanın kendi gücü ile kuvvetinin bir rolü olmadığını bilmesi halinde tahakkuk edeceğine bir dikkat çekmedir. Yine bu ifadede, Allah'tan başkasından yardım isteyenlerin yanlış yolda olduklarına bir dikkat çekme vardır. Çünkü müşrikler putlardan yardım umuyor ve: "Bunlar, Allah yanında bize şefaatçi olacaklardır" diyorlardı. Dehriyyun ve Tabiatcılar ise feleklerden, yıldızlardan, tabiattan ve benzeri şeylerden medet umarlar. Yahudiler, ahirette kendilerinden azabı defetme hususunda, peygamber soyu olduklarını; hristiyanlar ise, Hazret-i İsa'nın üç itahdan üçüncüsü olduğunu söylüyorlardı. Binâenaleyh bütün dinler, Allah'tan başkasından medet ummuşlardır. Mu'tezile'ye gelince, gerçekte bunlar da özlerini Allah'a teslim etmemişlerdir. Çünkü bunlar, mükâfaati gerektiren taatı ve cezayı gerektiren masiyeti, insanın kendisinden bilirler. Binâenaleyh onlar, gerçekte sadece kendilerinden ummuşlar ve sadece kendilerinden korkmuşlardır. Fakat tedbiri, tekvini, icadı ve yaratmayı Hak Subhanehu ve Teâlâ'ya havale eden ve O'ndan başka bir varedici ve müessirin olmadığına inanan ehl-i sünnete gelince, özlerini Allah'a teslim eden, tamamen Allah'ın fazl-u ikramına güvenen ve gözlerini O'ndan başka herşeyden çeviren kimseler, işte bunlardır. İkincisine gelince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanları Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in dinine çağırmıştır. Binâenaleyh hiç şüphe yok ki, bütün insanlar nezdinde, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in sadece Allah'a davet ettiği meşhurdur. Nitekim O, "Ben, sizin Allah'a şirk koştuğunuz şeylerden kesinlikle uzağım" (En'am, 78) demiştir. Yine o, hiçbir feleğe ibadet etmeye, hiçbir yıldıza itaatta bulunmaya, hiçbir puta secde etmeye ve tabiattan medet ummaya davet etmemiştir. Aksine O'nun dini, Allah'a davet etmek ve Allah'tan başka hiçbir şeye iltifat etmemektir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in daveti de, sünnet olmak ve Ka'be'ye doğru namaz kılmak, onu tavaf etmek, sa'yda bulunmak, şeytan taşlamak, Arafat'ta vakfe yapmak (ihramdan çıkmak için) tıraş olmak gibi işlerde ve "Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle (emirlerle) imtihan etmişti" (Bakara. 124)âyetinde işaret edilen on kelime (emir) hususunda, Hazret-i İbrahim'in dinine yakındır (aynıdır). Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatının, Hazret-i İbrahim'in şeriatına yakın olduğu sabit olupi Hazret-i İbrahim'in şeriatının herkesçe makbul olduğu bilinince, çünkü Araplar, Hazret-i İbrahim'in soyundan oldukları ile öğündükleri gibi hiçbir şeyle oğünmezler-, yahudi ve hristiyanlar da Hazret-i İbrahim ile iftihar ederler, bütün bunlar nezdinde, Hazret-i Muhammed'ınşeriatının da makbul sayılması gerekir. Âyetteki "Hanif" kelimesi ile ilgili iki husus vardır: 1) Bunun, "Tâbi olunan şey"in hali olması caiz olduğu gibi "tabi olan kimse"nin "hal"i olması da caizdir. Nitekim sen "Onu binitti iken gördüm" dediğin zaman, bu ifadede "binitli olanın, "hem görenin, hem de görülenin "hal"i olması mümkündür. 2) Hanif, "meyleden, sapan" demektir. Buna göre mana, "(İslam'ın dışındaki) bütün dinlerden meyleden, sapan" şeklinde olur. Çünkü Hak dinin dışında kalan, her din bâtıldır. Doğru olan, bu kelimenin, zahir ve batın herşeyden dönen manasına olmasıdır. Bu hususta sözün özü şudur: Bâtıl, her nekadar kendine zıd olan başka bir bâtıldan uzak ise de, bazan kendine denk olan diğer bir bâtıla yakın olur. Fakat hak, tekdir. Dolayısıyla hak, kendi dışındaki herşeyden meyletmiş, uzaklaşmış olur. Bu, tıpkı dairenin bütün yaylarından (noktalarından), eşit derece uzak olan merkez gibidir: Buna göre şayet: "Bu âyetin zahiri, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatının, Hazret-i İbrahim'in şeriatının aynısı olduğunu ifade eder. Böyle olması halinde de, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), müstakil bir şeriat sahibi olmamış olur. Halbuki sizler bunu söylemiyorsunuz" denilir ise, deriz ki: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiği dinin, birtakım ilave güzellik ve yeni faydaları ihtiva etmekle birlikte, Hazret-i İbrahim'in dinini de içine almış olması caizdir. Allah'ın Hazret-i İbrahim'i Dost Edinmesi Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, İbrahim'i bir dost edinmiştir" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Âyet-i kerimenin, kendinden öncesi (makabli) ile münasebeti hususunda iki izah şekli vardır: 1) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), din bakımından Allah'ın, kendisini birdost edineceği kadar yüksek bir dereceye ulaşınca, O'nun ahlâk ve gidişatının örnek atanması münasip olmuştur. 2) Allahü teâlâ, İbrahim (aleyhisselâm)'in milletini (dinini) zikredip, onu bir hanif (tevhid) dini olarak vasfedince, bunun peşinden "Allah, İbrahim'i bir dost edindi" demiştir. Bu, bu şeriatı bilip, bu mükellefiyetleri yerine getirmiş olduğu için, Allah'ın onu bir dost edindiğini iş'ar etmektedir. Bunu te'kid eden bir başka şey de, "Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle (emirlerle) imtihan edip de, o bunları tamamen yerine getirince, "Seni insanlara önder (imam) yapacağım" buyurmuş" (Bakara, 124) âyetidir, şte bu da, Allah'ın, Hazret-i İbrahim'i insanlara önder kıldığıına delalet eder... Çünkü Hazret-i İbrahim, bu emirleri eksiksiz yerine getirmiştir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Âyet, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, o şeriat ile amel etmiş olması sebebiyle Allah'ın bir dostu olmak gibi yüce bir mevkide bulunduğuna delalet edince, bu, bu şeriatla amel eden kimsenin, mutlaka dinî bakımdan en büyük bir makamı elde edeceğine bir dikkat çekmek olur ki, bu da bu dine büyük bir teşvikin ifadesidir. İmdi eğer: 'Allahü teâlâ'nın, "Allah, İbrahim'i bir dost edinmiştir" buyruğunun âyet içindeki yeri nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, i'rabta mahalli olmayan bir cümle-i itiraziyyedir. Bunun bir benzeri de, şairin şiirinde söylemiş olduğu şu ifadedir: "Hâdiseler ise pekçoktur.." Cümle-i itiraziyyenin vazifesi ise, sözü tekid etmektir. Buradaki durum da, beyan etmiş olduğumuz gibi, aynı şekildedir. Alimler, "Halil" kelimesinin iştikakı hususunda şu izahları yapmışlardır: a) İnsanın dostu, isterinin ve sırlarının içine karışan ve evgisi, sevdiği kimsenin kalbinin cüzlerine giren kimsedir... Hiç şüphesiz bu, sevginin doruk noktasıdır... Denildiğine göre, nâb-ı Allah, Hazret-i İbrahim'i en yüce elekût ile en aşağı melekûta muttali ktlıp, o da tekrar tekrar kavmini Allah'ı birlemeye davet edip onları yıldızlara, aya, güneşe ve putlara tapmaktan men ederek, kendisini ateşe; çocuğunu kurban olmaya, malını da misafirlere teslim edince, Allah O'nu insanlara imam ver onlara gönderilen bir resul kılmış; O'na, hem hükümdarlığın hem de peygamberliğin kendi soyundan olacağı müjdesini vermiştir. İşte bütün bu özelliklerden dolayı, Allah onu "Halil" (dost) diye nitelemiştir. Çünkü, Allah'ın kulunu sevmesi, ona her türlü fayda ve menfaatleri ulaştırmayı istemesinden ibarettir. b) "Halil" dostluğunda sana muvafakat eden, uyandır. Ben de derim ki: Hazret-i Peygamber'in, "Allah'ın ahlâkı ile ahlâklarımız" dediği rivayet edilmiştir. Binâenaleyh Hazret-i İbrahim bu konuda, kendinden öncekilerden hiçbir kimsenin ulaşamadığı bir makama ulaşınca, hiç şüphesiz Allahü teâlâ bu şerefi sadece ona tahsis etmiş gibt pörünmektedir. c) Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Halil senin yolunda seninle birlikte hareket eden demektir. Bu, kumun üzerindeki yol manasına gelen, (......) kelimesinden gelmektedir." Keşşaf'ın bu izahı, doğruya, (b) şıkkından daha yakındır. Veyahut da bu dostluk, Hazret-i İbrahim'in Allah'a son derece itaatkâr olup, bütün içi ve dışıyla Allah'ın hükmünden temerrüd etmeyip O'na isyan etmemesi manasına da hamledilebilir. Nitekim Cenâb-ı Allah bunu, "Rabbi O'na, "Teslim ol" dediği zaman O, "Alemlerin Rabbine teslim oldum" demişti" (Bakara. 131) âyetiyle haber vermiştir. d) "Hain" kendisinin kusur ve eksiğini kapattığını giderdiğin gibi, o da senin kusur ve eksiğini örten, giderendir. Bu görüş zayıftır, çünkü İbrahim (aleyhisselâm) Allah ile dostolunca, "O kusuru, eksiği kapatır, örter" denilmesi imkansız olur. İşte bundan da anlıyoruz ki, "Halil" kelimesini bu şekilde tefsir etmek mümkün değildir. Hazret-i İbrahim'e "Halil" Denilmesinin Sebebi Müfessirlere gelince onlar, bu lakabın nüzulü, verilmesi hakkında birkaç izah şekli zikretmişlerdir: 1) Uşaklarının kendisine getirdiği kum un olunca, hanımı "Bu, senin Mısırlı dostundandır" der. Bunun üzerine İbrahim (aleyhisselâm) de, "Hayır, bilakis o, dostum olan Allah'tandır" demişti. 2) Şehr İbn Havşeb şöyle demiştir: Bir melek bir İnsan suretinde yeryüzüne inmişti. Yumuşak ve hüzünlü bir ses ile Allah'ın ismini zikredince, İbrahim (aleyhisselâm): "Onu bir kere daha zikret" dedi. Bunun üzerine o melek, "Onu bedava zikretmem" dedi. Hazret-i İbrahim de, "Bütün malım senin olsun..." deyince, bunun üzerine melek, birincisinden daha hazin bir sesle Allah'ın ismini andı, zikretti. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm): "Allah'ın adını üçüncü kez zikret, çocuklarım senin olsun..." deyince, melek, "Sana müjdeler olsun, ben bir meleğim; senin malına ve çocuklarına ihtiyacım yok... Maksadım sırf seni imtihan etmek idi. Allah'ın zikrini duyabilmek için malını ve çocuklarını gözden çıkarınca, -şüphesiz Allah seni bir "Halîl" edindi" dedi. 3) Tavus'un İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet ettiğine göre, Cebrail (aleyhisselâm) ve melekler, Hazret-i İbrahim'in yanına, güzel yüzlü delikanlılar olarak girdikleri zaman, Halilurrahman Hazret-i İbrahim onları misafir zannederek, onlara besili bir buzağı keserek, bunu onlara sundu. "Başında, Allah'ın ismini anmak, sonunda da Allah'a hamdetmek şartıyla, buyurun yeyin!" dedi. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm), "Sen Allah'ın dostusun, Halilullah'sın" dedi. Böylece bu vasıf, O'nun hakkında indirilmiş oldu... Ben derim ki: Bu hususta, şöyle olan bir başka izah şekli daha vardır: Ruhun cevheri aydınlık, ışıklı ve yüce olup, cismanî lezzetler ve bedenî haller ile de irtibatı az olur; sonra böyle mukaddes ve yüce, şerefli cevhere, onun cismani bulanıklıklardan temizlenmesini ve parlaklığını artıracak ameller ve kudsî marifetler ve ilahî cilalar ile aydınlanmasını ve ışımasını artıracak fikirler de eklenirse, işte böyle bir insan kudsiyyet ve temizlik alemine dalar, cismî ve hissî bağlardan azade olur. Sonra bu insanın bu şerefli halleri, Allah'tan başka hiçbir şey görmeyecek, Allah'tan başka hiçbir şey duymayacak, ancak Allah için hareket edecek, ancak Allah için duracak ve ancak Allah için yürüyecek bir hale gelecek kadar artar... İşte o zaman, Allah'ın celal nuru, O'nun bütün bedenî kuvvetlerine sirayet edip girer ve bu kuvvetlerin cevherlerinin arasına girer, kaybolur ve onların mahiyetlerine nüfuz eder... İşte böyle bir insan, Muhabbetullah, onun bütün kuvvetlerine nüfuz edip girdiği için, gerçekten "Halil" diye vasfedilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in duasındaki, Allah'ım, kalbime bir nur ver; kulağıma bir nur ver, gözlerime bir nur ver ve sinirlerime bir nur ver" Buhari, Deavat, 10; Müslim, Müsafirin, 181 (1/526). sözüyle de buna işaret edilmiştir. Hristiyanlardan birisi şöyle demiştir: "Halîl isminin belli bir insana, onu yüceltmek ve teşrif etmek için verilmesi caiz olunca, onu yüceltmek ve şereflendirmek gayesiyle, aynı şekilde İsa için de ibn (oğul) isminin kullanılması niçin caiz olmasın?" Buna şöyle cevap verilir: Bu ikisi arasındaki fark şudur: İbrahim (aleyhisselâm)'in Halilullah oluşu, ileri derecede bir sevgiden ibarettir. Ve bu da, cins birliğini gerektirmez. Oğul kelimesine gelince, bu bir cins birliğini gösterir, iş'ar eder. Cenâb-ı Allah, mümkin varlıklarla aynı cinsten olmaktan ve sonradan meydana gelmiş olan varlıklara benzemekten yücedir. Sonra Allahü Teâlâ, "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah her şeyi kuşatıcıdır" buyurmuştur. Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır: Âyetin, önceki âyetlerle irtibatı hakkında birkaç izah yapılmıştır: 1) Mananın şu şekilde olmasıdır: Cenâb-ı Allah, Hazret-i İbrahim'i, insanların birbirleriyle olan dostukiannda olduğu gibi, herhangi bir hususta ona muhtaç olduğu için dost edinmemiştir. Göklerin ve yerin mülkü Allah'ın iken, bu O'nun hakkında nasıl düşünülebilir? Ve yine böyle bir zatın, zayıf bir beşere muhtaç olması nasıl düşünülebilir? O, Hazret-i İbrahim'i, ancak sırf lütfü, ihsanı ve keremi sebebiyle dost edinmiştir. Bir de Hazret-i İbrahim, kulluk ve ubudiyette tam bir ihlâsa sahip olunca, muhakkak ki Allahü teâlâ bu şerefi O'na has kılmıştır. Sözün neticesi, Hazret-i İbrahim'in Halilullah olması, arada sanki bir cins birliği olduğu zannını uyandırır. İşte bundan dolayı Allah, bu cins birliği ve benzerlik zannını, bu âyet ile izale etmiştir. 2) Allahü teâlâ, surenin başından buraya kadar birçok emir, nehiy, vaad ve vaîd zikretmiştir. İşte burada da, kendisinin sonradan meydana gelen varlıkların ilahı, mevcudat ve mümkinatın var edicisi olduğunu beyan etmiştir. İşte böyle olan bir zatda, itaat olunan bir hükümdar olur. Binâenaleyh, akıllı olan herkesin o Hükümdar'ın buyruklarına boyun eğmesi ve emirleriyle nehiylerine inkıyad etmesi gerekir. 3) Allahü teâlâ, vaad ve vaîdini zikredip, bunları yerine getirmesi de, bütün kâinat ile mümkinata taalluk eden tam bir kudret ve itaatkâr ile isyankâr, iyi (muhsin) ile de kötü (musî) nazarında birbirine karışmayacak şekilde, bütün cüz'iyyat ve külliyata taalluk eden tam bir ilim olarak iki şeyin bulunmasıyla mümkün olunca, kudretinin kemalini, "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır" sözüyle; ilminin kemalini "Allah her şeyi kuşatıcıdır ' sözüyle göstermiştir. 4) Allahü teâlâ Hazret-i İbrahim'i dostu olarak vasfedince, bu halinin yanısıra O'nun, kendisinin kulu olduğunu da beyan etmiştir. Bu böyledir, çünkü göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır. Bu âyet, Allahü teâlâ'nın şu âyetleri kabilindendir: ."Göklerde ve yerde olan herkes, hiçbiri müstesna olmamak üzere, o Rahmana mutlaka kul olarak gelecektir ' (Meryem. 94) ve "Ne Mesih, ne en yakın melekler, Allah'ın kulu olmaktan asla çekinmezler..." (Nisa. 172). Yani, kudret sıfatındaki kemallerine, ilim ve hikmet sıfatındaki kuvvetlerine rağmen, melkler Allah'a ibadet etmekten geri durmayınca, insan olarak zayıflığına rağmen Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın Allah'a ibadet etmekten kaçınması nasıl mümkün olabilir? Burada da böyledir. Yani, göklerde ve yerde olan her şey, O'nun teshiri (emri) ve uluhiyyetinin nüfuzu altında, O'nun mülkü olunca, "Allah'ın Hazret-i İbrahim'i dost edinmesi, O'nu Allah'a ibadet etmekten kurtarmıştır" denilmesi nasıl makul olabilir? İşte bütün bu izahların hepsi güzel ve yerindedir. Cenâb-ı Hak, "Göklerde ne var, yerde ne varsa..." buyurdu "Göklerde kim var, yerde kim varsa.." buyurmamıştır. Çünkü burada, tüm varlık cinsini ifade etmek yoluna gitmiştir. Akla uygun olan, bir şey zikredilip, onunla da cins murad edildiği zaman, bunun ile zikredilmesidir. Allah ın Her Şeyi İhata Etmesinin Manası "Allah her şeyi kuşatıcıdır" buyruğunun iki izahı vardır: 1) Bundan murad, ilim ile ihata etmek, kuşatmaktır. 2) Bundan murad, kudret ile kuşatmaktır. Nitekim Allahü teâlâ, "Size, henüz güç yetiremediğiniz daha diğer (ganimetler de..." (Fetih, 21)buyurmuştur. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Bir kimse, "Allahü teâlâ'nın, "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır" buyruğu, O'nun kudretinin kemaline delalet edince, eğer biz, "Allah her şeyi kuşatıcıdır" tabirini de, Allah'ın kudretinin kemali manasına hamledersek, burada lüzumsuz bir tekrar yapılmış olur" diyemez. Çünkü biz diyoruz ki, âyetteki "Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah'ındır" buyruğu ancak, Allahü teâlâ'nın kadir ve göklerdeki ve yerdeki şeylerin maliki olduğunu ifade eder; ama göklerde ve yerdeki şeylerin dışında kalan ve bunlardan farklı olan hususlarda da Kadir olduğunu ifade etmez. Binâenaleyh, Allahü teâlâ, "Allah her şeyi kuşatıcıdır ' buyurunca, bu ifade, bu gökler ve yer dışındaki nihayetsiz makdurata (güç yetirilebilecek şeylere) kadir olduğunu ve bütün kainat ve mümkinattaki kaza ve kader zincirinin ancak, O'nun icadı, tekvini ve ibdaı ile inkitaya erdiğini gösterir... İşte bu sözün açıklaması budur. Fakat birinci görüş daha güzeldir: Çünkü biz, uluhiyyetin ve vaad ile vaîdi yerine getirmenin, ancak kudret ve ilmin birlikte bulunması ve kamil, mükemmel manada mevcut olmasıyla tahakkuk edeceğini, binâenaleyh bu ikisinin beraber zikredilmesi gerektiğini açıklamıştık... Kudret ilimden önce zikredilmiştir, çünkü usul ilminde de sabit olduğu gibi, Allah'ı bilmek, O'nun kadir olduğunu bilmektir. Sonra, Allahü teâlâ'nın kadir olduğunun bilinmesinin peşinden, O'nun atîm olduğu da bilinir. Çünkü bir fiil, meydana gelişiyle bir kudrete delalet eder ve kendisinde bulunan sağlamlık ve muhkemlik ile de, ilme delalet eder. Şüphe yok ki, birincisi ikincisinden önce gelir Kur'ân Üslûbunun Mühim Bir Özelliği 127"Senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: "Allah onlara dair hükmünü ize açıklıyor: Kitapda mallarını vermediğiniz ve kendileriyle evlenmek istediğiniz öksüz kadınlar ve zavallı çocuklar hakkında ve öksüzlere karşı adaleti yerine getirmeniz hususunda size okunan âyetler, Allah'ın hükmünü açıklamaktadır" Bil ki, bu kerim kitabın tertibinde Allahü teâlâ'nın âdeti, en güzel bir biçimde vaki olmuştur. Bu daşudur: O, herhangi bir hüküm zikrettikten sonra, bunun peşinden vaad -vaîd, tergib- terhib hususunda birçok âyet zikreder, bunları Allah'ın azametine, kudretinin celal ve ululuğuna ve uluhiyyetinin yüceliğine delalet eden âyetlerle karıştırır. Daha sonra da, tekrar hükümleri beyan etmeye döner. Bu, tertip çeşitlerinin en güzeli ve kalblerde tesir uyandırmaya en elverişli olanıdır. Çünkü, meşakkatli şeyleri yapmayı teklif etmek ancak, vaad ve vaîd ile birlikte bulunduğu zaman kabul edilebilir, kabul mevkiinde bulunur. Vaad ve vaîd ise kalbe ancak, kendisinden vaad ve vaîd sadır olan zatın kemalinin nihayetsizliğinin kati olarak bilinmesiyle tesir eder. Binâenaleyh bu tertibin, hak dine davete uygun olan tertiblerin en güzeli olduğu ortaya çıkar. Bunu anladığın zaman biz deriz ki: Allahü teâlâ bu surenin başında birçok şer'î hüküm ve mükellefiyet zikretmiş, bunların peşisıra kâfirlerin ve münafıkların hallerinin izahını getirip, bu hususu iyice ortaya koymuştur. Sonra, Allah'ın celalinin azametine ve kibriyasının kemaline delalet eden bu âyetleri getirmiştir. Bundan sonra yine hükümlerini açıklamaya dönerek, "Senden kadınlar hakkında fetva isterler.De ki: "Allah, onlara dair hükmünü size açıklıyor.." buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Vahidî (r.h) şöyle demiştir: "İstifta, fetva istemek manasındadır. Mesela Arapça'da "Adamdan, mesele hakkında fetva sordum, oda bana tam olarak, fetva, verdi" denilir. Bufiilin masdarı ifta olup fetva ve fütya kelimeleri de ifta manasına kullanılan iki isimdir. Arapça'da, "Rüyasını tabir ettim" manasında (falancaya, gördüğü bir rüya hakkında fetva verdim) denilir. Hak teâlâ da, "Yusuf, ey çok doğru sözlü! Yedi besili inek hakkında bize bir fetva ver. (Yusuf, 46)buyurmuştur. "İfta" kelimesi, müşkil olan bir şeyi açıklığa kavuşturmak manasındadır. Kelimenin aslı, kuvvetlenen ve kemale eren genç manasındaki, (......) ve (......) kelimesidir. Buna göre kelimenin manası şöyledir: "Sanki fetva veren kimsenin açıklaması ile, müşkil olan mesele kuvvet bufür ve güçlü kuvvetli olur." (Nisa, 27) Ayetinin Nüzul Sebebi Alimler, âyetin sebeb-i nüzulü hakkında iki şey zikretmişlerdir: 1) Araplar, bu surenin baş kısmında da açıkladığımız gibi, kadınlara ve çocuklara mirastan hiçbir pay vermiyorlardı. İşte bu âyet-i kerime, onların da varis kılınması için nazil olmuştur. 2) Âyet-i kerime, kadınlara mehirlerini tam olarak verme hususunda nazil olmuştur. Yetim kız, bir adamın himayesinde bulunur, güzel ve zengin de olursa, o adam onunla evlenir ve malını yerdi. Ama yetim kız çirkin ise, adam onunla evlenmek isteyen başkalarına mani olur ve kız ölünce de onun malına konardı. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ bu âyeti indirmiştir. Bil ki fetva isteme, kadınların kendileri hakkında değil, ancak onların bir halleri ve bir sıfatları hakkında olmuştur.Bu halin hangi hal olduğu âyette zikredilmemiş, bundan olayı âyet mücmel olmuş ve hakkında fetva istenenhususu göstermemiştir. Allahü teâlâ'nın, "Size kitapta okunup duran âyetler..." ifadesi hakkında birkaç görüş bulunmaktadır: 1) Buradaki (......) ism-i mevsulü, mübteda olduğu için mahallen merfudur. Buna göre ifadenin takdiri şöyledir: "De ki: "O kadınlara dair fetvayı Allah size veriyor ve kitapta okunan şeyler de size onlar hakkında fetva veriyor. Kitapta okunan bu şey şu âyettir:) 'Eğer yetim kızlar hakkında, adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız..." (Nisa, 3). Sözün özü şudur: Müslümanlar, kadınların pek çok halleri hakkında soru sormuşlardı. Bu hallerden, hükmü açıklanmamış olanlar hakkında Allahü teâlâ'nın, onlara fetva vereceği zikredilmiş; daha önceki âyetlerde hükmü açıklanmış olanlarla ilgili olarak da okunmakta olan o âyetlerin müslumanlara fetva verdiği belirtilmiştir. Böylece Kur'an'ın o hükme delalet etmesi, kitap tarafından bir fetva verme kabul edilmiştir. Görmüyor musun ki meşhur mecazî ifadede, "Bize bu hükmü Allah'ın kitabı açıkladı" denilir. Bu denilebildiği gibi, "Allah'ın kitabı bize bu fetvayı verdi" de denilebilir. 2) Âyetteki "Size okunup duran" ifadesi mübteda, "kitaptır" ifâdesi haberdir ve cümle, bir cümle-i mu'tarızadır. Buradaki "Kitap"dan maksad, Levh-i Mahfuz'dur. Bu ifadenin gayesi, onlara okunan âyetlerin durumunun yüceliğini belirtmek; yetimlerin hakları hususunda adaletli ve insaflı davranmanın, Allah katında riayet edilmesi ve gözetilmesi gereken büyük işler cümlesinden olacağına ve bunları ihlat edenlerin, Allah'ın yüceltip önemli kıldığı şeyi küçük görerek zulmetmiş kimse olacağına dikkat çekmektir. Kur'an'ın yüceltilmesi ne dair benzeri bir âyet de şudur: "Şüphesiz o (Kur'an), nezdimizdeki ana kitapda (olan), çok yüce ve çok kıymetli bir kitaptır" (Zuhruf, 4). 3) Bu ifade, kasem olduğu için mahallen mecrurdur. Sanki şöyle denilmektedir: "De ki: "Allah, o kadınlar hakkında fetva veriyor. Size Kitapta okunup duran (âyetlere) yemin olsun ki..." Kasem de, bir ta'zim (yücelik gösteren) ifadedir. 4) Bu tabir âyetteki, (......) kelimesindeki mecrur zamir üzerine atfedilmiştir. Buna göre mana şöyle olur: "De ki: "Allah, o kadınlar ve kitapta, yetim kadınlar (kızlar) hakkında okunan şeyler hususunda size fetva veriyor..." Zeccâc şöyle demiştir: "Bu izah şekli, lafza ve manaya bakıldığında son derece uzak bir ihtimaldir. Lafza nazaran böyledir. Çünkü bu durumda açıkisim, zamir üzerine atfedilmiş olur ki bu caiz değildir." Nitekim biz bu hususu (Nisa. 1) âyetinin tefsirini yaparken açıklamıştık. Manaya nazaran bunun uzak oluşuna gelince, çünkü bu görüş, Allahü teâlâ'nın bu meseleler hakkında fetva verdiğini ve kitapta okunup duran şeyler hususunda da fetva vermesini gerektirir. Malumdur ki burada kastedilen bu değildir. Maksad ancak, Allahü teâlâ'nın, onların sorduğu meselelerde fetva vermiş olduğu hususudur. Burada geriye iki soru kalmaktadır: Birinci soru: Âyetteki, sözü neye taalluk etmektedir? Cevap: Biz deriz ki: Bu ifade, birinci izah şekline göre, fiilinin sılasıdır. "O yetim kızlar hakkında size okunup duran" demektir. Diğer izah şekillerine göre ise, bu söz, (......) kelimesinden bedeldir. İkinci soru: sözündeki izafet, ne çeşit bir izafettir? Cevap: Kufeliler şöyle demişlerdir: "Bu, "Yetim kadınlar" manasındadır. Buna göre sıfat, mevsufuna izafe edilmiştir. Nitekim sen "yevmu'l-cum'a" (cuma günü) ve "hakke'l-yakin" (kat'î gerçek) dersin." Basralılar ise şöyle demişlerdir: "Sıfatın, mevsufuna izafe edilmesi caiz değildir. Binâenaleyh, denilmez. Çünkü sıfat ile mevsuf, tek bir şeydir. Bir şeyin kendisine izafe edilmesi imkansızdır." Bu izah zayıftır. Çünkü mevsuf bazan, sıfat olmaksızın bulunabilir. Bu da mevsuf'un, sıfattan başka bir şey olduğuna delâlet eder. Sonra Basralılar, bu görüşlerine bazı hükümler bina edip şöyle demişlerdir: "Âyette geçen kadınlar, yetimler değillerdir, yetimlerden başkalarıdır. Bu "kadınlardan murad "yetimlerin anneleri" olup, yetim evlatları da kendilerine izafe edilmiştir. Âyet-i kerime'nin Ümmü Kuhha hakında inmiş olması da buna delalet eder. Çünkü bu hanımın yetimleri vardı." Sonra Cenâb-ı Hak, "Kendileri için yazılmış olanı, kendilerine vermediğiniz (kadınlar)..." buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Hak teâlâ bununla, o kadınlar için âyette belirlenmiş mirası murad etmektedir." Bu izah, âyet-i kerimenin, yetimlerin ve çocukların miraslarının verilmesi hakkında nazil olduğunu söyleyenlerin görüşüne göredir. Diğer alimlerin görüşüne göre ise, bundan maksad mehirdir. Sonra Hak teâlâ, "ve nikahlamalarını beğenip istemediğiniz (yetimler)" buyurmuştur. Ebu Ubeyde şöyle demiştir: "Bu tabir, hem istemek, hem de istememek manasına gelebilir. Eğer sen bunu isteme manasında alırsan, o takdirde mana "ve kendilerini nikahlamayı istediğiniz.." şeklinde olur. Fakat bunu "istememe" manasına hamledersen, o takdirde mana, 've çirkin oldukları için nikahlamayı istemediğiniz..." şeklinde olur. Ebu Hanife (r.h)'nin ashabı bu âyeti, baba ve dede durumunda olmayan kimselerin (akrabaların), yetim kızı evlendirmelerinin oaiz olduğuna detil getirmişlerdir. Hanefilerin bu hususta, bu âyetten muradın, "Buluğa erdiklerinde, kendilerini (başkalarına) nikahlamayı arzu ettiğiniz..." şeklinde olabileceğine dair bir delilleri yoktur. Bizim görüşümüzün doğruluğuna delil ise şu rivayettir: Kudame Ibn Maz'un, kardeşi Osman İbn Maz'un'un kızını Abdullah İbn Ömer (radıyallahü anh) ile evlendirdi. Kıza Muğire İbn Şube de talib olmuştu. Kızın annesi de, (Muğire'nin) malının çokluğuna rağbet etmişti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiler. Kudame, "Ben, onun amcası ve babası tarafından tayin edilmiş vasisiyim" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "O henüz küçüktür ve ancak annesinin izniyle evlenebilir" dedi ve o kız ile Abdullah İbn Ömer'in arasını ayırdı (nikahlarını iptal etti)." Bir de âyet-i kerimede, velilerin, yetim kızları nikahlama arzularını zikirden öte birşey bulunmamaktadır. Bu durum ise bunun caiz olduğuna delalet etmez. Hak teâlâ daha sonra "ve aciz küçük çocuklar hakkında" demiştir. Bu kelime mecrur olup, (......) kelimesi üzerine atfedilmiştir. Araplar cahiliyye döneminde çocukları ve kadınları mirasçı saymıyorlardı. Onlar, çocukları ve kadınları değil de, sadece ağır ve güç işleri yapabilecek yaşa gelmiş olanları varis sayıyorlardı. Cenâb-ı Hak sonra, "Bir de yetimlere karşı adaleti ayakta tutmanızı..." buyurmuştur. Bu kelime de (mahallen) mecrur olup, "el-mustaz'afin"-in üzerine ma'tuftur ve bunun takdiri şöyledir: "Kitapta size okunup duran (âyetler), yetim kadınlar, aciz küçük çocuklar ve yetimler için adaleti ayakta tutmanız hususunda size fetva vermektedir. Her ne hayır yaparsanız, muhakkak ki Allah onu hakkıyla bilicidir." Yani, ona karşı sizin mükâfaatınızı verir ve O'nun katında, yaptığınız hiçbirşey boşa gitmez. 128"Eğer bir kadın, kocasının nüşûzundan, yahut kendisinden yüz çevirmesindenendişe ederse, sulh edip, aralarını düzeltmelerinde ikisine de vebal yoktur. Sulh daha hayırlıdır. Zaten nefislere aşın mal sevgisi verilmiştir. Eğer iyi geçinir ve ittika ederseniz, şüphesiz ki Allah, yapacağınız her şeyden haberdardır". Bil ki bu, Allahü teâlâ'nın, kadınlar hakkında daha önce bu surede geçmemiş olan hususlarda, vereceğini bildirdiği hükümler cümlesin dendir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Alimlerden bazısı bu âyetin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, ona aman ver.." (Tevbe. 6) âyetiyle, "Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse, aralarını (bulup) barıştırınız" (Hucurat, 9) âyeti gibidir demiştir. Burada, (......) lafzı, kendisini, (......) fiilinin tefsir etmiş olduğu bir fiil ile merfudur. Biraz önce yazdığımız âyetlerde de durum aynıdır. Allah en iyi bilendir. Nüşsuz (Serkeşlik) Yapan Eşler Karşısında Tutum Alimlerden bir kısmı, buradaki, (......) fiilinin, "bildi"; bir kısmı ise, "zannetti" manalarına geldiğini söylemişlerdir ki, bütün bunlar gereksiz yere âyetin zahirini bırakmaktır. Aksine bu ifâdeden maksat, korkunun bizzat kendisidir. Ancak ne var ki bu korku, korkunun bulunduğuna delalet eden emareler ortaya çıktığı zaman tahakkuk eder. Buradaki o emareler ise, erkeğin hanımına, "sen çirkinsin" veya "sen yaşlısın"; "genç ve güzel birisiyle evlenmek istiyorum" şeklinde sözler söylemesidir.kelimesi, "koca" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin esas anlamı, "efendi, seyyid" demektir. Koca da, hanımı için, adeta bir seyyid ve efendi gibi olunca, bu isimle isimlendirilmiştir. Bu kelimenin cem'i (......) dür. Bu kelimeyle ilgili izah Cenâb-ı Hakk'ın, Bakara süresindeki "Kocaları, onları geri almaya daha layıktırlar..." (Bakara, 228) âyetinin tefsirinde geçmişti. (geçimsizlik) her İki taraftan da olabilir ki bu, taraftardan herbirinin birbirlerinden hoşlanmamalarıdır. Bu kelime, yeryüzünde yükselmiş olan, yükselen anlamına gelen (......) kelimesinden iştikak etmiştir. Kadın hakkında erkeğin geçimsizliği, ondan yüz çevirmesi, yüzünü ekşitip dökmesi, cinsî münasebette bulunmaması ve âdab-ı muaşerete riayet etmemesidir. Nüşüz Hakkındaki Ayettin Nüzul Sebebi Müfessirler, (......) âyetin nüzul sebebi hakkında şunları söylemişlerdir: 1) Said İbn Cübeyr, İbn Abbas tan bu âyetin Ibn Ebi's-Saib hakkında nazil olduğunu rivayet etmiştir ki, bu zatın bir hanımı ve bu hanımından da çocukları var idi. Hanımı ihtiyar olduğu için, onu boşamak istedi... Bunun üzerine hanımı, "Beni boşama, bırak çocuklarımın işleriyle meşgul olayım ve her ay pek az bir geceyi bana ayır..." der. Bunun üzerine koca, "Eğer iş bu şekilde olacaksa, bu benim için daha faydalı ve uygun olur" der. 2) Bu âyet, Sevde bint-i Zem'a kıssası hakkında nazil olmuştur. Buna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu boşamak isteyince, Sevde, Hazret-i Peygamber'den kendisini boşamamasını, sırasını da Hazret-i Aişe'ye tahsis etmesini istedi. Hazret-i Peygamber bunu uygun buldu da, onu boşamadı. 3) Hazret-i Aişe'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu âyet, bir erkeğin yanında bulunup, erkeğinin de kendisi yerine başkasını almak istediği bir kadın hakkında nazil olmuştur. Bunun üzerine kadın, "Beni tut (boşama) ve başkasıyla evlen, nafakam ve sıramdan da vazgeçiyorum, sana helal olsun" der. Cenâb-ı Hakk'ın "Nüşûzundan, yahut kendisinden yüz çevirmesinden" ifadesindeki "nüşûz" kelimesinden murad, söz veya fiil bakımından sert davranmak, veyahut da her ikisini birden yapmaktır. 'Traz"dan maksat ise, "Hayır, şer, cedelleşme ve eziyyet vermek gibi" hususlardan hiçbirini yapmayıp, sükut içinde bulunmaktır. Çünkü böylesi yüz çevirmeler, nefret ve hoşnutsuzluğun bulunduğuna daha fazla delalet etmektedir. Âyetteki Farklı Kıraatlere Göre Manalar Sonra Cenâb-ı Hak, "Sulh edip aralarını düzeltmelerinde İkisine de vebal yoktur" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Asım, Hamza ve Kisaî, bu babından olmak üzere yâ harfinin dammesi, lamın kesresi ve elifin de hazfiyle kıraat imamları ise, bu fiili "tefâul" babından olmak üzere yâ ve sâd harflerinin fethası, sâd ile lâm arasına bir elif getirip sâd harfini de şeddeleyerek, (......) şeklinde okumuşlardır. ifadesinin aslı, şeklinde olup, tâ harfi sakin kılınarak, sâd harfine idğam edilmiştir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "nihayet hepsi birbiri ardınca oraya girip toplandılar.." (Araf. 38) âyetidir ki, bunun aslıda, dur. Tâ harfi sakin kılınmış, sonra da, mahreç yakınlığından ötürü dâl'a çevrilmiş, dal harfi de, diğer dâl harfine idğam edilmiştir. Fiili okumak mümkün olsun diye, başına kesre olan bir vasi hemzesi getirilmiş, böylece kelime olmuştur. Bu açıklamaları iyice kavradığın zaman biz deriz ki, bu kelimeyi (......) şeklinde okuyanların izahı şudur: Çekişme ye muhalefet hakkında, "ıslâh" fiili kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kim vasiyyet edenin haksızlığa meylinden yahud günaha gireceğinden endişe edip de aralarını bulursa.." (Bakara, 182) ve arasını düzeltmeyi.."(Nisa, 114) buyurmuştur. Bu fiili, şeklinde, -ki bu, ekseri kıraat alimlerine göre tercih edilen kıraattir, - okuyanlara gelince, onlar şöyle demişlerdir: (......) kelimesinin manası, "uyuşmaları" şeklindedir ki, bu mana buraya daha uygundur.. Abdullah İbn Mes'ûd ise, "Eğer anlaşırlarsa, kendilerine bir günah yoktur" şeklinde okumuştur. Bu kıraatte, (......) kelimesi, mef'ûl-i mutlak olarak mansub kılınmıştır. Her ne kadar aslolan, şeklinde gelmesi ise de, bu şekilde varid olmuştur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Allah sizi yerden ot gibi bitirdi" (Nuh, 17) ve "ve yalnız O'na yönel" (Müzzemmil, 9) âyetlerinde olduğu gibidir. Nitekim şair de, "Senin, semiz ve etli yüz hayvan bağışlamandan sonra..." demiştir. Eşlerin Sulh Olmasları Daha Hayırlıdır Sulh, koca için bir hak olan şey hususunda olur. Kadının kocası üzerindeki hakkı ise, ya mihri, ya nafakası veyahut da sırasıdır. İşte bu üçünü, kocası ister kabul etsin, isterse etmesin, kadın kocasından talep edebilir. Ama cinsî münasebet böyle değildir. Çünkü koca, cinsî münasebette bulunmaya zorlanamaz... Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Bu sulh, kadını, mehrinin tamamını veya bir kısmını kocasına vermesinden) veyahut ondan nafaka ve sıra külfetini düşürmesinaen ibarettir ki, kadının böyle yapmasından maksadı, kocasının kendisini boşamamasını temine çalışmaktır. Binâenaleyh, bu hususta anlaşma yapılırsa caizdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sulh daha hayırlıdır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgiti olarak da birkaç mesele vardır: Elif-Namlı Müfret İsimler Umumiyet İfade Eder mi? Sulh kelimesi, başına harf-i tarif gelmiş olan müfred bir kelimedir. Başında harf-i tarif bulunan müfred kelimelerin umum ifade edip etmeyecekleri hususunda ihtilaf edilmiştir. Bizim, usul-i fıkıhta tercih ettiğimiz görüş, bu gibi kelime- lerin umum ifade etmedikleridir. Biz bu hususta birçok delil zikrettik. Ama böylesi kelimelerin umum ifade ettiğini söylersek, işte o zaman bu kelimeyi incelemek gerekir: Burada, daha önce geçmiş olan belli bir hadise vardır. Binâenaleyh bu kelimeyi, umumi manaya mı, yoksa o belli bir hadiseye mi hamletmek evlâdır? Doğru olan görüş, bunu daha önce geçmiş olan belli bir şeye hamletmenin daha evla olduğudur. Zira biz bu kelimeyi, eğer biz bunu söylemezsek ifadenin mücmel olacağı ve herhangi bir mana ifade etmeyeceği zaruretine binaen ancak o takdirde istiğrak manasına hamlederiz. Ama burada, daha önce geçmiş olan belli birşey bulununca, böyle bir mahzur, sakınca ortadan kalkmış demektir. Binâenaleyh bu kelimeyi, mahud olana hamletmek gerekir. Sen bu mukaddimeyi de iyice anladığın zaman biz deriz ki: Kimi alimler "Sulh daha hayırlıdır" buyruğunu, istiğraka (umum manaya); kimi alimler ise bu ifadeyi, daha önce geçmiş olan belli ve bilinen şeye hamletmişlerdir. Yani, "Karı-koca arasını sulh etmek, onları birbirlerinden ayırmaktan daha hayırlıdır" demektir. Birinci görüşü benimseyenler, bu görüşlerine Ebu Hanife (r.h)'nin da dediği gibi, "Yadırganma ve istenmeme karşısında sulhun caiz olması..." meselesinde tutunmuşlardır. Ama biz ise, bu lafzın, daha önce geçmiş olan belli bir hadiseye hamledilmesinin daha uygun olduğunu beyan ettik. Böylece, onların bu şekildeki istidlalleri sakıt olur. Allah en iyi bilendir. Keşşaf sahibi, du cümlenin cümle-i itiraziyye olduğunu söylemiştir. Hak teâlâ'nın, "Zaten nefislerinde aşın (mal) sevgisi hazırdır (verilmiştir)" ifadesi de böyledir. Ancak ne var ki bu ifâde, elde edilmek istenen neticeyi te'kid eden bir itiraziyye cümlesidir. Binâenaleyh maksat meydana gelmiş olur. Cenâb-ı Hak önce, "sulh edip, aralarını düzeltmelerinde ikisine de vebal yoktur" buyruğuna yer vermiştir. Binâenaleyh, O'nun (vebal yok) sözü, bu sulhun bir ruhsat olduğu zannını uyandırır. Bundaki gaye ise, günahın olmadığını beyan etmektir. Böylece Allahü teâlâ, bu sulhte bir günah ve bir vebal olmadığını beyan ettiği gibi, bunda büyük hayır ve menfaatlerin bulunduğunu da göstermiştir. Çünkü karı ile koca, birşey üzerinde anlaştıklarında, bu anlaşma, onların ayrılmalarından veya geçimsizlik ile yüz çevirmeyi sürdürmelerinden daha hayırlıdır. Allahü teâlâ, "Zaten nefislere aşırı mal sevgisi verilmiştir" buyurmuştur. Bil ki, (......) kelimesi, cimrilik demek olup, bu âyetin manası, "cimrilik, nefislerin ayrılmaz parçası (vasfı) kılınmıştır" yani "nefislere cimrilik damgası vurulmuştur" şeklindedir. Sonra bu ifadenin, kadının kendi hissesi ve hakkını verme hususunda cimrilik etmesi manasına olabileceği gibi, yüzünün çirkinliği, yaşının büyüklüğü ve beraber yaşamaktan bir tad alamama sebeblerine rağmen erkeğin, ömrünü o kadınla geçirmek için cimri davranmış olması manasına da olabilir. Kadınlara İyi Davranma, Daha İleri Bir İyiliktir Daha sonra Allahü teâlâ, "Eğer iyi geçinir ve ittika ederseniz, şüphesiz ki Allah, yapacağınız her şeyden haberdardır" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç izah vardır; 1)Bu, kocalara hitaptır. Yani, "Eğer siz, her ne kadar kendilerinden hoşlanmasanız ve mutlaka bir geçimsizliğin, yüz çevirmenin ve eziyet ile düşmanlığa götürecek bazı şeylerin olabileceğine inansanız bile, hanımlarınızla evliliğinizi sürdürmek sureti ile iyilikte bulunursanız, bilin ki Allahü teâlâ, yaptığınız bu iyilik ve mikadan haberdardır ve bundan dolayı sizi mükâfaatlandıracaktır" demektir. 2) Bu, hem kocaya, hem karıya bir hitaptır. Yani, "ikinizden herbiri, diğerine yitikte bulunur ve zulümden sakınırsa..." demektir. 3) Bu, karı ile koca dışındaki insanlara bir hitaptır. Yani, "Onların arasını sulh etme hususunda iyi davranır ve onlardan birine daha fazla meyletme (taraf tutma) hususunda Allah'dan ittika ederseniz..." demektir. Sabır ve Şükür Hakkında Bir Lâtife Keşşaf sahibi şunu nakletmiştir: "İmran İbn Hattan el-Haricî, insanoğlunun en çirkinlerinden idi, hanımı ise en güzel insanlardan biri idi. Hanımı bir gün ona baktı ve "Elhamdülillah" dedi. Bunun üzerine kocası, "Ne oldu?" deyince de, "Hem Den, hem de sen cennetliklerden olduğumuz için, Allah'a hamdettim. Çünkü sana, senim gibi bir kadın nasib oldu ve şükrettin. Bana da senin gibi bir adam nasib oldu ve sabrettim. Hiç şüphe yok ki Allah hem şükreden kullarına, hem de sabreden kullarına cennetini vaadetmiştir" demiştir." Kadınlar Arasında Adaleti Sağlamak 129Âyetin tefsiri için bak:130 130"Kadınlar arasında adil olmaya hırs gösterseniz de, asla güç yetiremezsiniz. Binâenaleyh (birine) büsbütün meyletmeyin. Yoksa ötekini askıda gibi bırakmış olursunuz. Eğer (nefsinizi) ıslah eder, ittika ederseniz, İyice bilin ki Allah da gafur ve rahimdir. Eğer (koca ile karı) birbirinden ayrılacak olurlarsa, Allah her birini kendi genişliğinden (rahmetinden), ihtiyaçtan vareste kılar. Allah'ın (lûtfu) geniştir ve O hakimdir". Bil ki, 'Kadınlar arasında adil olmaya hırs gösterseniz de, asla yetiremezsiniz" buyruğu ile ilgili iki görüş vardır: 1)Bu, "Siz gönlünüzün meyli hususunda, hanımlarınız arasında eşit davranamazsınız. Bunu yapamayacağınıza göre, bununla mükellef olmazsınız" demektir. Mu'tezile: "Bu âyet, "teklif-i mâla yutak"ın olmadığına, olmasının caiz olmayacağına delalet eder" demiştir. Biz bu müşkilin, "ilim ve sebepler" konusunda, onların aleyhine olduğunu zikretmiştik. 2) Bu, "Sizler, sözleriniz ve fiilleriniz bakımından, hanımlarınız arasında eşit davranamazsınız. Çünkü sevgi bakımından farklılık, .sevginin neticesi olan şeylerde de farklılığa sebep olur. Zira sebepsiz olarak veya engelleyici bir sebebin bulunması durumunda bir fiilin meydana gelmesi imkansızdır" demektir. Hanımlara Davranışta Hazret-i Peygamberin Örnek Tutumu Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Binâenaleyh (hanımlarınızdan birine) büsbütün meyletmeyin" buyurmuştur. Bu, "Siz, kalbinizdeki temayülde meydana gelen farklılıktan nehyedilmediniz. Çünkü bu sizin elinizde değildir. Ancak söz ve fiilleriniz bakımından, farklı davranmaktan nehyolundunuz" demektir. Şafiî (r.h) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, hanımları arasında taksimatta bulunduğunu (nöbete riayet ettiğini) ve şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu, gücümün yettiği hususta yaptığım taksimattır. (Ey Rabbim) sen, gücümün yetmediği şeyi çok iyi bilirsin." Ebu Davud, Nikah, 38 (2/242); Darimi, Nikah, 25 (2/144). Sonra Cenâb-ı Allah, "Yoksa ötekini askıda gibi bırakmış olursunuz" buyurmuştur. Yani o öteki hanım, tıpkı askıda olan bir şey ne tam yerde, ne de tam havada olmadığı gibi, ne tam kocalı, ne de tam kocasız olmuş olur. Ubeyy İbn Ka'b (radıyallahü anh), bu âyeti "Yoksa ötekini, hapsedilmiş gibi bırakmış olursunuz" şeklinde okumuştur. Bir hadis-i şerifte de, "Kimin iki hanımı olur da, onlardan birisine daha fazla meylederse, o, Kıyamet günü bir tarafı meyl etmiş (felçli) olarak gelir" Nesai, Nisa, 2 (7/63). buyurmuştur. Rivayete göre Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber'in hanımlarına bir miktar mal gönderdi. Bunun üzerine Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha), "Ömer, bunu Resûlullah'ın bütün zevcelerine mi gönderdi?" diye sorunca, onu getirenler, "Hayır, bunu Hazret-i Peygamber'in Kureyşli hanımlarına gönderdi. Diğerlerine başka şey gönderdi" dediler. Hazret-i Âişe de, malı getirene, "Başını kaldır ve Ömer'e şöyle de: "Allah'ın Resulü, gerek mâlı gerek kendisi hususundaki taksimatta, aramızda adil davranırdı" dedi. O adam gidip bunu Hazret-i Ömer'e söyledi. Hazret-i Ömer de, Peygamberin bütün hanımlarına aynı şeyi verdi. Sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer taksimat hususunda adaletli davranmak sureti ile (nefsinizi) ıslah eder ve zulümden sakınırsanız, bilin ki Allah, kalbinizde hanımlarınızdan bazısına değil de, diğer bazılarına karşı meydana gelen meyili atfedip mağfiret eder" buyurmuştur. Bu ifadenin manasının şöyle olduğu da söylenmiştir: "Kalbinizdeki meyilleri düzeltir ve onları tevbe ile onarır (ıslah eder) ve gelecekte aynısını yapmaktan çekinir, ittika ederseniz, Allah bundan önce meydana gelen bu gibi meyillerden dolayı doğacak günahtan bağışlar." Bu mana, doğruya daha yakındır. Çünkü kalbteki meyil ve sevgi bakımından olan farklılık, insanın elinde olmayan birşey olunca, bu hususta mağfiret istemeye ihtiyaç olmaz. Daha sonra Allahü Teâlâ, "Eğer (karı ile koca) birbirinden ayrılacak olurlarsa, Allah herbirini, kendi rahmetinden, ihtiyaçtan vareste kılar" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, karı ile kocanın istemeleri halinde, aralarında anlaşabileceklerini bildirdiği gibi; ayrılmayı isterlerse, bu âyetle bunun da caiz olduğunu beyan buyurmuş ve boşandıktan sonra, herbirini diğerinden müstağni kılacağını vaadetmiştir. Veyahut da bunun manası şudur: "Allahü teâlâ, onlardan herbirini, ilk eşinden daha hayırlı bir eş ile ve önceki hayatından daha iyi bir hayat ile, birbirinden müstağni kılar." Allah'ın "El-Vâsi" İsminin Tefsiri Sonra Hak teâlâ, "Allah'ın (lütfü) geniştir ve O, hakimdir" buyurmuştur ki bunun manası şudur: "Allahü teâlâ, karı ile kocadan herbirini, rahmetinin genişliğinden ötürü birbirlerinden müstağni kılacağını vaadedince, kendisini "Vâsî" (geniş) diye tavsif etmiştir. Allah'ın, bu kelime ile tavsif edilmesi caizdir. Çünkü Allahü teâlâ rızkı geniş, fazlı geniş, rahmeti geniş, kudreti geniş ve ilmi geniş olandır. Binâenaleyh eğer O, kendisini bir hususta geniş (vâsi') olduğunu söylemiş olsaydı, bu genişlik, zikredilen o hususa has olurdu. Fakat Allah, kendi genişliğinden bahsedip, bunu belirli bir hususa nisbet etmeyince, bu, Cenâb-ı Hakk'ın her türlü kemalâtta vâsî oluşunu gösterir. Bu konunun aklen izahı da şöyledir: Varlıklar, ya vacib li-zatihî, yahut mümkin li-zatîhidirler. Li-zatihî vacib (vacibu'l-vücud) olan tek bir tane olup Allahü Teâlâ'dır. O'nun dışındaki herşey ise, li-zatihi mümkin olup, ancak vacib li-zatihi Allah'ın var etmesi ile varolmuşlardır.Durum böyle olunca, O'nun dışındaki herşey, ancak O'nun var etmesi ve yaratması ile var olmuşlardır. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Allah'ın ilmi, kudreti, hikmeti, rahmeti, fazlı, cömertliği ve keremi geniş olan zat olması gerekir. Âyetteki "hakîm" kelimesini İbn Abbas (radıyallahü anh), "O, hükmünde ve vaz'u nasihatında hakîmdir" şeklinde; Kelbî ise, "O, kocaya, hanımını iyilikle tutması veyahut da güzellikle salıvermesi şeklindeki hükmünde hakîmdir" diye tefsir etmiştir. 131Âyetin tefsiri için bak:134 132Âyetin tefsiri için bak:134 133Âyetin tefsiri için bak:134 134"Göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır. Yemin olsun ki biz, sizden evvel kendilerine kitap verilenlere de, size de, "Allah'a saygılı olun" diye tavsiyede bulunduk. Eğer kâfir olursanız, şüphesiz ki göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır. Allah gani ve hamîddir. Göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır; vekil olarak Allah yeter. Eğer o dilerse, ey insanlar, sizi giderir de (yerinize) başkalarını getirir. Allah buna hakkıyla kadirdir. Kim dünya mükâfaatını isterse, (bilsin ki) dünyanın da âhiretin de mükâfaatı Allah yanındadır. Allah semî ve basirdir" Bu âyetlerin önceki âyetlerle münasebeti hususunda iki görüş vardır: 1) Cenâb-ı Allah, kendisinin, karı ile kocadan herbirini kendi genişliğinden zengin edeceğini ve kendisinin vâsî olduğunu beyan edince, kendisinin vâsi oluşunun bir tefsiri gibi olan şeye işaret buyurarak, "Göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır" buyurmuştur. Yani, böyle olan herkesin, mutlaka kudretinin, ilminin, cömertliğinin, fazlının ve rahmetinin geniş olması gerekir. 2) Allahü teâlâ, yetimlere ve yoksullara adaletle davranmayı ve onlara ihsanda bulunmayı emredince, bu şeyleri, kulların amellerine ihtiyacı olduğu için emretmediğini, çünkü semâvat ve arzın mâliki olan yüce zâtın, son derece zayıf ve kusurlu olan insanın ameline muhtaç olmasının düşünülemiyeceğini; aksine bunu, insanların hem dünya hem de âhiretlerinde kendileri için en güzel olan şeyi görüp gözetmeleri gayesiyle emretmiş olduğunu beyan buyurmuştur. Takva Emri Bütün Ümmetlere Verilmiştir Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bi, sizden evvel kendilerine kitap verilenlere de, size de, "Allah'a saygılı olun" diye tavsiyede bulunduk" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Bu âyetten maksat şudur: Allah'tan ittikâ etme emri, bütün ümmetler için umûm bir yasa olup, kendisine herhangi nesh ve tebdil arız olmamıştır. Hatta bu, gerek evvelkiler, gerekse sonrakiler hakkında, Cenâb-ı Hakk'ın bir vasiyyeti, (emridir). Yüce Allah'ın "sizden evvel" tabiriyle ilgili olarak da şu iki izah yapılmıştır: a) Bu ifadenin başındaki, daha önce geçen "tavsiyede bulunduk" fiiline taalluk etmektedir. Buna göre kelamın takdiri, "Yemin olsun ki biz, kendilerine kitap verilenlere sizden önce tavsiye etmiştik" şeklinde olur. b) Bu (......) fiiline taalluk etmektedir. Yani, "Sizden önce kendilerine kitap verilenlere bunu tavsiye ettik" demektir. Âyetteki, size de.." sözü, "kendilerine kitap verilenler" sözü üzerine atfedilmiştir. Âyetteki "Kitap" kelimesi, cins isim olup, bütün semavî kitapları ifade etmektedir. Kitap verilenlerden maksad, yahudi ve hristiyanlardır. Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu, tıpkı senin "Sana hayrı emrediyorum" sözün ibidir. Kisâi şöyle der: "Arapça'da "Sana şöyle yap diye veya şöyle yapmanı tavsiye ettim" denilir. Yine "Sana Zeyd'e git diye veya Zeyd'e gitmeni emretmedim mi?" denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Müslümanların ilki olmam emrolundu" (En'am, 14) ve "Ben ancak bu şehrin Rabb ine ibadet etmekle emrolundum" (Neml. 91) buyurmuştur. Allah'ın "Ganî" ve "Hamîd" İsimlerinin İzahı Sonra Cenâb-ı Allah, "Eğer kâfir olursanız, şüphesiz ki göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır. Allah ganî ve hamîddir" buyurmuştur. Âyetteki, olursanız" sözü "Allah'dan ittika edin..." sözü üzerine atf edilmiştir. Buna göre mana, "Hem onlara, hem size takvayı emrettik. Hem onlara hem de size, "eğer kâfir olursanız, şüphesiz ki göklerde ve yerde olan şeyler Allah'a aittir" dedik" şeklindedir. Bu âyetle ilgili şu iki izah yapılmıştır: a) Allahü teâlâ, onların yaratıcısı, maliki ve onlara her türtü nimeti verendir. Binaenaleyh her akıllının, sevabını umarak ve azabından korkarak, O'nun emir ve yasaklarına boyun eğmesi gerekir. b) Eğer sizler küfrederseniz, göklerde ve yerde kendisine ibadet edip, O'ndan korkan bütün mahlûkat Allah'ındır. Bununla beraber O, hem mahlukâtından, hem de onların yapacakları ibadetlerden müstağnidir. Nimetlerinin çokluğundan ötürü hamdolunmaya müstehaktır. Eğer hiç bir mahlukâtı O'na hamdetmezse, bilesiniz ki onlar hamdetseler de, hamdetmeseler de, O, zâtı gereği (aslında) mahmûd (hamde lâyık yegâne) varlıktır. Burada Sözünün Tekrarının Faydası Daha sonra Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır; vekîl olarak Allah yeter." Eğer "Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır" sözünün tekrar edilişindeki fayda nedir?" denilir ise, biz de deriz ki: "Cenâb-ı Mevlâ, bu âyetlerde şu üç hususu iyice izah edip ortaya koymak için, bu sözü üç kere tekrar etmiştir: Birinci husus: Allahü teâlâ, "Eğer (karı ile koca) birbirinden ayrılacak olurlarsa, Allah herbirini, kendi genişliğinden, ihtiyaçtan vareste kılar" (Nisa, 130) buyurmuştur. Bundan murad, Allah'ın çok cömert ve lûtf-u ikram sahibi olmasıdır. Bundan dolayı Allahü teâlâ, bunun peşisıra "Göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır" demiştir. Bundan maksad, Allah'ın cömertlik ve kereminin geniş olduğunu iyice ortaya koymaktır. İkinci husus: Hak teâlâ, "Eğer kâfir olursanız, şüphesiz ki göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır" buyurmuştur. Bundan murad, "Allahü teâlâ itaat edenlerin taatından ve günahkârların günahından münezzehtir. O'nun celâli, ne taatlarla artar, ne de isyan ve günahlarla noksanlaşır" manasıdır. İşte bundan dolayı, bu âyetin sonunda, "Şüphesiz ki göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır" buyurmuştur. Bundan maksad ise, Allah'ın zâtı gereği her şeyden müstağni olduğunu (hiçbir şeye muhtaç olmadığını) ortaya koymaktır. Üçüncü husus: Allahü teâlâ, "Göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır; vekil olarak Allah yeter. Eğer O dilerse, ey insanlar, sizi giderir de (yerinize) başkalarını getirir. Allah buna hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Bu, şu manayadır: "Allah hem yoketmeye, hem de varetmeye kadirdir. Dolayısıyla, eğer O'na isyan ederseniz, bilin ki, sizi tamamen yokedip, ortadan kaldırmaya ve kendisine ibâdet ve ta'zim ile meşgul olacak başka bir topluluğu getirmeye kadirdir." Binaenaleyh bu sözün, bu âyette yer almasından maksad, Hak teâlâ'nın herşeye gücünün yettiğini iyice ortaya koymaktır. Bu tek bir delil, birçok manaya delâlet edince, kendisi ile, o manalardan herbirine istidlal olunsun diye, bunu burada zikretmek güzel ve yerinde olmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak, bu delili, ikinci manaya istidlal edilsin diye, ikinci kez; üçüncü bir manaya istidlal edilsin diye de üçüncü kez zikretmiştir. İşte bu tekrar, delili bir defa söylemekten daha güzel ve daha uygundur. Çünkü delil zikredilince, hatıra medlulü bilmeyi gerektiren şeyler gelir. Binaenaleyh bu medlul ile elde edilen ilim, daha kuvvetli ve daha açık olmuş olur. Böylece bu tekrarın, son derece güzel ve mükemmel olduğu ortaya çıkmış olur. Hem, sen bu delili üç kez tekrar edip, her defasında da Allah'ın bir başka celâl sıfatının isbatını O'na dayandırdığın zaman, zihin Allah'ın gökleri ve yeri yaratmasının, çok yüce birtakım esrara ve gayelere delâlet ettiği hususunda gafletten uyanır. İşte o zaman da insan, göklerin ve yerin yaratılışında tefekkür edip, onların halleri ve sıfatları ile yaratıcının sıfatlarına istidlal etme gayretine girer. Bu kerîm olan Kur'ân'ın genel ve esas maksadt, akılları ve fehimleri, Allah'dan başkası ile meşgul olmaktan kurtarıp, marifetullah'a gark olmaya sevketmek olup, bu tekrar da bu gayenin tahakkukunu ifade edip, onu kuvvetlendirince, hiç şüphesiz ki bu tekrar son derece güzel ve yerinde olmuştur. Cenâb-ı Hak, "Allah buna hakkıyla kadirdir" demiştir. Bu, "Allahü teâlâ, her an ve her zaman herşeye kadirdir. Zira O'nun herşeye kadir oluşu, eğer sonradan olan birşey olsaydı, sonradan olan bu kudret başka bir kudrete muhtaç olurdu. O takdirde de teselsül gerekirdi. Sonra Hak teâlâ, "kim dünyâ mükâfaatını isterse, (bilsin ki) dünyanın da, ahiretin de mükâfaati Allah yanındadır" buyurmuştur. Bu, "Yaptıkları cihad ile, sadece ganimet elde etmek isteyenler hatalıdırlar. Çünkü Allah katında, hem dünya, hem âhiret mükâfaatı vardır. Bundan dolayı niçin o insan, âhiret mükâfaatına oranla, sanki bir hiç gibi olan dünyevî mükâfaatı istemekle yetinir? Eğer o, akıllı bir kimse olsaydı, âhiret mükâfaatını isterdi ve kendisine hem bu mükâfaat, hem de ona bağlı olarak, dünya mükâfaatı verilirdi" demektir. Eğer, "Allah katında, insanın ister böyle bir isteği olsun, ister olmasın, hem dünya hem âhiret mükâfaatı olduğu halde, niçin şartın cevabının başına "fâ" gelmiştir?" denilir ise, biz deriz ki: Kelâmın takdiri şöyledir: "Eğer Allah isterse, o kimse için, hem dünyanın hem de âhiretin mükâfaatı Allah katındadır." Bu takdire göre, cevap (ceza), "Allah'ın irade etmesi" şartına bağlanmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, semi ve basirdir" buyurmuştur. Yani, Allah onların sözlerini duyar. Çünkü onlar, cihad yapmakla, ganimet elde etmekten başka bir gaye gütmezler. Yine Cenâb-ı Hak onların sadece ganimet elde etmek için yaptıkları savaşlarda say'u gayret gösterdiklerini görüp bilir. Bu ifâde, adetâ Allah'dan onları, bu gibi işlerden bir men etme manasındadır. 135"Ey iman edenler, adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahidlik edenler olun. İsterse kendinizin veya ebeveyninizin ve yakın hısımlarınız aleyhine olsun. (İsterse onlar) zengin veya fakir bulunsun. Çünkü Allah ikisine de (sizden) daha yakındır. Artık siz, (hakdan) dönerek, hevânıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker veya (şahidlikten tamamen) yüz çevirirseniz, şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır". Bu âyetle ilgili meseleler bulunmaktadır: Âyetin makabli ile münasebeti hakkında şu izahlar yapılmıştır: 1) Daha önce kadınlardan, onların geçimsizliklerinden ve onlarla kocaları arasındaki sulhten bahsedilince, Cenâb-ı Hak bunların peşinden, hukûkullâhı ihya için, Allah'ın haklarını bihakkın edâ etme ve şahitlik yapmayla alâkalı emrini getirmiştir. Netice olarak sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Eğer nefsinin arzularını gerçekleştirmekle meşgul olursan, sen Allah'a değil, nefsine kul-köle olmuş olursun... Eğer Allah'ın emirlerini tahakkuk ettirmekle meşgul olursan, bu durumda sen, nefsinin değil Allah'ın bir kulu olmuş olursun..." Bu ikincisinin daha yüce ve daha şerefti bir makam olduğunda hiç şüphe yoktur. Böylece bu âyet, daha önce geçen mükellefiyetleri bir te'kîd olmuş olur. 2) Allahü teâlâ, insanları dünya mükâfaatını isteme hususunda kusurlu davranmaktan men edip, onlara âhiret mükâfaatını istemeleri gerektiğini emredince, işte bunun peşinden bu âyeti zikretmiş ve insanın mutluluğunun mükemmelliğinin, onun sözünün Allah için, fiilinin Allah için, hareketinin Allah için ve sükûnunun da Allah için olmasında olduğunu beyân etmiştir. Böylece, bu şekilde davranan insan, insanlık mertebelerinin en üst noktasıyla meleklerin mertebelerinin ilk noktasına varmış kimselerden olur. Ama bu hüküm ters çevrildiğindeyse, o kimse, en son gayesi yiyecek bulmak olan hayvanlarla, yine en son gayesi canlılara eziyyet vermek olan vahşî hayvanlar gibi olur. 3) Bu surede, insanlara adaletle davranılması emri, daha önce geçmişti. Nitekim Allah, "Eğer yetim kızlar hakkında adaleti yerine getiremiyeceğinizden korkarsanız.." (Nisa, 3) buyurmuştu... Yine Cenâb-ı Hak o insanlara, yetimlere mallarını verirken şahit tutmalarını da emretmiştir. Bundan sonra da onlara, danlarını ve mallarını Allah yolunda harcamalarını teklif etmiştir. Yine bu sûrede Tu'me İbn Ubeyrik hadisesiyle, sülalesinin yalan söyleyerek kendisini müdafaa etme ve haksızlıkla yahudinin aleyhinde şahitlik etme hususunda birleştiklerine yer vermiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, biraz önce tefsirini yaptığımız âyetlerde de, karı-koca arasında sulhun ikâmesini emretmiştir. Bütöfn bunların, Allah tarafından kullarına adaleti buhakkın yerine getirip, herkese, hatta-kendi aleyhlerine dahi olsa, Allah için şahidler olmalarıyla ilgili bir emir olduğu malumdur. Binaenaleyh bu âyet, bu sûrede geçen her çeşit mükellefiyetin bir te'kîdi gibi olmuş olur. (......) kelimesi lafzının mübalağa sîgasıdır. (......) kelimesi ise, adalet demektir. Binaenaleyh bu tabir, Allahü teâlâ tarafından bütün mükelleflere, gerek adaleti tercih etme, gerekse zulümden sakınıp ona meyletme hususunda çok dikkatli davranmalarıyla ilgili bir emirdir. Cenâb-ı Hak, "Allah için şahidlik edenler" buyurmuştur. Yani, "Şehâdeti yerine getirmeyle emrolunduğunuz gibi, şehâdetiniz, kendinizin veya ecdadınızın veya akrabanızın aleyhine dahi olsa, onu Allah rızası için bihakkın yerine getirirsiniz" -demektir. İnsanın kendi aleyhine şehâdette bulunması, şu iki şekilde izah edilmiştir: a) Kendisi aleyhine ikrarda bulunması... Çünkü ikrar, bir hakkı yüklenmeyi icab ettirmiş olması bakımından, tıpkı şehâdet gibidir. b) Bundan murad, "Şehâdet hem kendinizin, hem de akrabanızın aleyhine bir ağırlık, yük, vebal olsa bile.." şeklindedir. Bu böyledir; zira kişi, zalim bir sultan veya benzeri kişiler gibi kendisine zarar vermeleri beklenen kimselerin aleyhine şehadette bulunmuştur. Âyette geçen "şahidler" kelimesinin niçin mansub kılındığı hususunda şu üç görüş ileri sürülmüştür: a) Bu kelime, (......) kelimesinden hal olduğu için... b) emrinin ikinci haberi olduğu için... c) lafzının sıfatı olduğu için... Adalet Emrinin Şahitlikten Önce Verilmesinin İzahı Cenâb-ı Hak, şu sebeplerden dolayı, adaleti bihakkın yerine getirmeyle ilgili emrini, şehâdeti yerine getirmeyle ilgili rinden önce zikretmiştir: a) İnsanların pek çoğunun âdeti, başkalarına marufu emr- etmektir. Ama iş kendilerine varıp dayandığında, marufu kendilerine de emretmeyi bırakırlar. Hatta kendilerinden en çirkin bir şey sudur etmiş olsa dahi müsamaha görüp, çok güzel bir şeymiş gibi kabul görür. Ama aynı fiil başkalarından sudur ettiğinde bu, münakaşa mevzuu olur. Binaenaleyh, Allahü teâlâ bu ayette, bu yolun kötü olduğuna dikkat çekmiştir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, insanlara ilk önce adaleti yerine getirmelerini emretmiş ve güzel yolun, insanın kendisini sıkıştırıp muaheze etmesinin, başkalarını sıkıştırıp muaheze etmesinden daha üstün olması olduğuna dikkat çekmek için, ikinci kez başkalarının aleyhine şehadette bulunmayı emretmiştir. b) Adaleti bihakkın yerine getirmek, başkalarından, yani üzerinde hak bulunan kimselerden zararı gidermekten ibarettir. Halbuki, kişinin kendi nefsinden zararı defetmesi, başkasından defetmesinden önce gelir. c) Adaleti bihakkın yerine getirmek bir fiildir. Şehâdet ise, sözdür. Halbuki fiil, sözden daha kuvvetlidir. İmdi şayet "Allahü teâlâ, "Allah şu hakikati, kendinden başka hiçbir tanrı olmadığım, adaleti ayakta tutarak açıkladı.." (Âl-i İmran, 18) buyurmuş, böylece bu âyette şehâdeti, adaleti yerine getirmekten önce zikretmiştir. Halbuki, tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyette ise, adaleti yerine getirmeyi daha önce zikretmiştir. Binaenaleyh, aralarındaki fark nedir?" denilirse, biz deriz ki: Allah'ın şehâdeti, kendisinin mahlûkatın yaratıcısı olmasından; O'nun adaleti yerine getirmesi ise, o mahlûkat hakkında adaleti îfa edenleri görüp gözetmesinden İbarettir. Binaenaleyh, orada (Âl-i İmran, 18) şehâdetin, adaleti îfa etmeden önce zikredilmiş olması gerekir. Ama kullar hakkında kullanılan, "adaleti bihakkın yerine getirmek" buyruğu ise, kulun adaleti görüp gözetmesi ve zulme karşı koymasından ibarettir. İnsanın, böyle olmaması halinde, başkası hakkındaki şahadetinin makbul olmayacağı malumdur. Binaenaleyh, (Âl-i İmran.18) ifâdesinde vacib olan, şehâdetin adaleti yerine getirmekten önce zikredilmiş olması; burada vacib olanın ise, şehadetin, adaleti bihakkın yerine getirmekten sonra olması olduğu sabit olmuş olur. Kim bu hususları iyice düşünür, tefekkür ederse, bu sırların, ancak bir ilahîteyid ile ulaşılması mümkün olan şeylerden olduğunu anlamış olur. Allah en iyi bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(İsterse onlar) zengin veya fakir bulunsun... Çünkü Allah, ikisine de (sizden) daha yakındır" buyurmuştur. Yani, "Aleyhine şehâdet edilen kimse, ister zengin ister fakir olsun, zenginin rızasını elde etmek veya fakire acıma duyguları içinde, sakın şehâdeti gizlemeyin. Zira Allah, onların işlerine ve faydalarına olan işlere daha yakındır" demektir. İfadenin aslının "Muhakkak ki Allah, ona (onlardan her birine) daha yakındır" şeklinde olmasıdır. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, tabiri, "eğer bu iki şeyden birisi olursa.." manasındadır. Ancak ne var ki, (âyette) zamir lafza değil, manaya raci olmak üzere getirilmiştir. Yani "Allah, fakire de zengine de daha yakındır" demektir. Ubeyy İbn Kâ'b ise, "Allah, onlara daha yakındır" şeklinde okumuştur ki, bu durumda zamir (ana-babalar) ile (akrabalar) kelimelerine racidir. Abdullah İbn Mesûd, fiilini tam bir fiil kabul ederek, "Eğer bir zengin veya bir fakir bulunursa, olursa..." şeklinde okumuştur. Daha sonra Allahü teâlâ, için, hevânıza tâbi olmayı terkediniz" şeklindedir. Bu husustaki sözün özü şudur: Adalet, hevâ'ya uymayı bırakmaktan ibarettir. Kim, iki zıd şeyden birisini bırakırsa, muhakkak ki diğerini elde etmiş olur. Buna göre âyetin takdiri, "Adil olabilmeniz için, hevânıza uymayın. Yani, âdil olabilmeniz için, hevânıza uymayı bırakınız" şeklinde olur. Daha sonra Cenâb- Hak, "Eğer dilinizi eğip büker veya (şahidlikten tamamen) yüz çevirirseniz, şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" buyurmuştur. Âyette iki kıraat bulunmaktadır: Cumhur, iki vâv ile olmak üzere, Amir ve Hamza ise, (......) şeklinde okumuşlardır. Bu ifadeyi, (......) şeklinde okumanın şu iki izahı yapılabilir: a) Bu kelimenin, def etmek ve yüz çevirmek manasına alınmasıdır. Ki bu Arapların, birisi bir kimsenin hakkını vermeyip onu oyaladığı zaman, şeklindeki sözlerinden alınmıştır. b) Bu, kelimenin tahrif edip değiştirmek manasına alınmasıdır ki, bu da Arapların, bir kimse bir şeyi büktüğü zaman söylemiş oldukları, (......) tabirinden alınmıştır. Bükülen bir şeye benzeterek, bir şey zorlaşıp çıkmaza girdiğinde denilmiş olması da bu manadadır. Bu ifadeyi (......) şeklinde okumanın da şu iki izahı yapılabilir: a) Bir şeye velayet etmek, o şeye yönelip onunla meşgul olmak demektir. Buna göre mana, "Eğer ona yönelir, böylece onu tamamlarsanız; veyahut da ondan yüz çevirirseniz, şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" şeklinde olur. Böylece Cenâb-ı Hak, iyilikle yönelen iyi kimseye, insanıyla; yüz çeviren kötü kimseye de, kötüiüğüyle karşılık verendir. Netice olarak diyebiliriz ki: "Eğer o şehadeti yerine getirir veya onu yerine getirmekten yüz çevirseniz.." anlamındadır. b) Ferrâ ve Zeccâc (......) kelimesinin aslının, şeklinde olduğunu, sonra vâvın hemzeye çevrildiğini, sonra da hemze de hazfedilip, harekesi kendinden önceki sakine verilerek şeklinde olduğunu söylemişlerdir ki, bu mezkûr iki izah şeklinin en zayıfıdır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" buyruğuna gelince, bu günahkârlar için bir tehdit ve va'îd; mü'minler ve itaatkârlar için ise va'addir. 136"Ey iman edenler, Allah'a, O'nun peygamberine ve gerek o peygamberine âyet âyet indirdiği kitaba, gerek daha evvel İndirdiği kitaba iman(da sebat) edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini, âhiret gününü inkâr ederek kâfir olursa muhakkak ki o, uzak bir sapıklıkla sapıp gitmiştir" Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Bu âyetin, daha önceki âyetlerle münasebeti hususunda iki görüş bulunmaktadır: a) Bu ifâde, bir önceki âyetteki, "... adaleti titizlikle ayakta tutanlar olun..." ifadesiyle ilgilidir. Çünkü insan, ancak bu âyette zikredilen şeylere imanda sabit kadem olduğu zaman adaleti titizlikle ayakta tutabilir. b) Allahü teâlâ bu sûrede birçok hüküm beyân edince, bunun peşisıra, imanı emreden bu âyeti zikretmiştir: Bil ki Allah'ın, "Ey iman edenler, Allah'a, O'nun peygamberine... iman edin" emrinin zahiri, zaten mevcut olana sahip olma emrini vermektedir. Bil ki bu da imkansızdır. İşte bu sebepten dolayı müfessirler bu hususta birçok izahlar yapmışlardır. Bunların hepsi, iki esas görüşte toplanır: 1) Âyetteki, "Ey iman edenler..." ifadesinden murad, müslümanlardır. Sonra âyetin tefsirinde, bu görüş üzerine şöyle birçok görüşler bina edilmiştir: a) Âyetin manası, "Ey iman edenler, imanda devam ve sebat ediniz" şeklindedir. Bu mananın neticesi ise şuna varır: "Ey geçmişte ve şu anda iman edenler! Gelecekte de iman edin..." Bunun bir benzeri de, "Bil ki, "Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur.." (Muhammed, 19) âyetidir. Halbuki Hazret-i Peygamber, bunu zâten biliyordu. b) "Ey taklîd yoluyla iman edenler, istidlal ve tahkik yoluyla iman edin..." c) "Ey mücmel istidlallerle iman edenler, tafsilattı istidlallerle de iman edin..." d) "Ey tafsilî delillerle Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman edenler, Allah'ın azametinin künhüne aklınızın ulaşamayacağına iman ediniz.. Meleklerin halleri, kitapların sırları ve peygamberlerin sıfatları da böyle olup, akıllarımız, tafsilatlı bir biçimde onların künhüne ulaşamaz..." e) Rivayet edildiğine göre, yahudi âlimlerinden bir grup Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip Ey Allah'ın Resulü, biz sana, senin kitabına, Musa'ya. Tevrat'a ve Uzeyr'e iman ediyor, bunların dışındaki kitap ve peygamberi inkâr ediyoruz" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bilakis, Allah'a, peygamberlerine, Muhammed'e, Allah'ın kitabı Kur'an'a ve Ondan önceki bütün kitaplara iman ediniz..." deyince, onlar: "Bunu yapmayız" dediler. Bunun üzerine, bu âyet-i kerime nazil oldu ve onların hepsi iman ettiler. 2) Âyetteki, "Ey iman edenler" hitabının muhatabı, müslümanlar değildir. Âyetin tefsirinde, bu görüş üzerine birkaç görüş bina edilmiştir: a) Hitap, yahudi ve hristiyanlaradır. Buna göre âyetin manası, "Ey Musa'ya ve Tevrat'a; İsa'ya ve İncil'e iman edenler. Muhammed'e ve Kur'an'a da iman edin..." şeklindedir. b) Hitap, münafıklaradır. Buna göre âyetin manası, "Ey dili ile iman edenler, kalbinizle de iman edin..." şeklindedir. Bu görüş, Cenâb-ı Hakk'ın "Kalbleriyle inanmadıktan halde, ağızlarıyla "inandık" diyenler..." (Maide, 41) âyeti ile te'yid edilir. c) Bu ifade, gündüzün başlangıcında iman edip, sonunda kâfir olan kimselere hitaptır ve manası "Ey gündüzün başlangıcında iman edenler, gündüzün sonunda da iman edin" şeklindedir. d) Bu âyet, müşriklere hitap olup manası, "Ey Lâfa ve Uzza'ya (putlara) iman edenler, Allah'a iman ediniz" şeklindedir. Alimlerin çoğu, birinci görüşü tercih etmişlerdir. Çünkü "mü'min" kelimesi, mutlak (kayıtsız) olarak kullanıldığında, ancak "müslümanlar" manasına gelir. İbn Kesîr, İbn Amir ve Ebu Amr, âyetteki fiillerini meçhul olarak, ' (indirildi) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, fetha ile ve ma'lum olarak, ve (Allah indirdi) şeklinde okumuşlardır. Bunu zammeli olarak okuyanların delili, İnsanlara, kendilerine indirilen şeyi beyan edesin" (Nahl. 44) âyetidir. Cenâb-ı Hak, bir başka âyette, "Kendilerine kitap vermiş olduğumuz kimseler, O (Kur'ân'ın), Rabb'inden indirilmiş (bir kitap) olduğunu bilirler" buyurmuştur. Bunu fethalı olarak okuyanların delili, "Zikri (Kur'ân'ı) biz indirdik" (Hicr. 9) ve Biz sana, zikri (Kur'ân'ı) indirdik" (Nahl. 44) âyetleridir. Bazı alimler şöyle demişlerdir: "Her iki kıraat da güzel olmakla beraber, zammeli (meçhul) okunuş daha akıcı ve beliğdir. Nitekim Allahü teâlâ, "Denildi ki "Ey yeryüzü, suyunu yut (içine çek)" (Hûd. 44) buyurmuş (ve meçhul sîga kullanmıştır.) Bil ki Allahü teâlâ, bu âyette dört şeye iman etmeyi emretmistir. Birincisi, Allah'a; ikincisi, peygamberine; üçüncüsü, bu peygamberine indirdiği kitaba; dördüncüsü de daha önce indirilmiş olan kitaplara iman... Hak teâlâ beş çeşit de küfür zikretmiştir. Birincisi, Allah'ı inkar; ikincisi, meleklerini inkâr; üçüncüsü, kitaplarını; dördüncüsü, peygamberlerini; beşincisi de, ahireti inkâr... Hak teâlâ daha sonra, "Muhakkak ki, uzak bir sapıklıkla sapıp gitmiştir" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç soru bulunmaktadır: Birinci Soru: İmanın mertebelerinde, niçin peygamber kitaptan önce zikredilmiş, küfür hususunda da tersi olarak, kitap peygamberlerden önce gelmiş? Cevap: Çünkü Yaratıcının bilgisinden, mutlaka nüzul mertebesinde, kitap, peygamberden öncedir; mahlûkattan yaratıcıya yükselme mertebesinde ise, peygamber kitapdan önce gelir. İkinci Soru: Niçin imanın mertebelerinde, Allah'a, Peygamber'e ve kitaplarına olmak üzere üç husus; küfrün mertebelerinde de Allah'ı, melekleri, kitapları, peygamberleri ve ahireti inkâr olmak üzere beş husus zikredilmiştir? Cevap: Allah'a, peygamberlerine ve kitaplarına iman bulununca, hiç şüphe yok ki bunlarla birlikte, meleklere ve ahirete iman da bulunmuş olur. Çünkü Allah'a, peygamberlerine ve kitaplarına iman ettiğini iddia eden bir kimsenin, melekleri ve ahiret gününü inkâr edip, melekler ve ahiret günü ile ilgili âyetleri te'vil ederek, başka bir manaya hamlettiğini ileri sürmesi pek nadirdir. İşte böyle bir ihtimal söz konusu olduğu için, Cenâb-ı Hak, melekleri ve kıyameti inkâr edenin, Allah'ı da inkâr etmiş olacağını açıkça belirtmiştir. Üçüncü Soru: Onlar, Tevrat'ı ve İncil'i inkâr etmeyip, iman etmiş oldukları halde, ehl-i kitaba, nasıl "Gerekse daha evvel indirdiği kitaba iman edin" denilebilir? Buna iki şekilde cevap verilir: 1) Onlar sadece, bu iki kitaba iman ediyorlar ama daha önce indirilmiş olan bütün kitaplara iman etmiyorlardı. İşte bundan ötürü, daha önce indirilmiş bütün kitaplara iman etmeleri emrolunmuştur. 2) Onların, önceki kitapların bir kısmını bırakıp, bir kısmına iman etmeleri doğru değildir. Çünkü iman yolu, mucizedir. Mucize, bütün semavî kitaplar için söz konusu olunca, onlardan bir kısmına iman etmemek, mucizeyi ta'n etmek olur. Mucizeyi ta'n etmek söz konusu olunca, bu mucizeden herhangi birşeyi tasdik etmek de imkânsız olur. Cenâb-ı Allah'ın şu âyetinde kastedilen mana da budur: "(Onlar), "Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz" diyen ve böylece (küfür ile iman) arasında bir yol tutmayı isteyenlerdir. İşte onlar, gerçek kâfirlerin taa kendileridir" (nisa. 150-151). Dördüncü Soru: Allahü Teâlâ niçin "Gerek o peygamberine âyet âyet indirdiği kitabargerek daha evvel indirdiği kitaba (iman edin)" buyurmuş ve niçin (birinde (......) diğerinde (......) fiilini kullanmıştır)? Cevap: Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Kur'an, yirmi sene gibi bir zaman içinde, parça parça inmiştir. Halbuki, kendisinden önceki kitapların durumu böyle değildir." Ben de derim ki, bu husustaki sözümüz, Cenâb-ı Hakk'ın "O, sana Kitabı hak (ve) kendinden evvelkileri (de) tasdik edici olarak (tedricen) indirdi. Bundan evvel de, Tevrat ile İncil'i indirmişti..." (Al-i İmran, 3-4) âyetinin tefsirinde geçmişti. Beşinci Soru: Hak teâlâ'nın, "gerek daha evvel indirdiği kitaba iman edin" ifadesindeki "kitap" sözü, müfred bir lafızdır. Binâenaleyh, bundan hangi kitaplar kastedilmiştir? Cevap: Bu lafız, ism-i cinstir. Dolayısıyla, genel olarak bütün fertlere şamil olabilir. Umumi manaya da uygundur. İmanın Kıymetini Bilmeyip İnkâra Dönenlerin Durumu 137Âyetin tefsiri için bak:138 138"Muhakkak ki, İman edip de sonra küfre sapanlar, sonra yine iman ederek küfre dönenler, sonra da küfürlerinde ileri gidenler (yok mu?) Allah onlara mağfiret edecek değildir. Onlara hidayet edecek de değildir. Münafıklara müjdele ki, onlara pek acıklı bir azab vardır". Bu âyetle ilgili meseleler bulunmaktadır: Birinci Mesele Bil ki Allahü teâlâ, imanı emredip, ona teşvik edince, iman ettikten sonra yeniden küfre dönen kimsenin yolunun yanlışlığını beyan edip, böyle buyurmuştur. Bil ki bu âyet ile ilgili çeşitli izahlar yapılmıştır: 1) Bu âyette bahsedilenler, iman ettikten sonra, tekrar tekrar ve defalarca kâfir olanlardır. Bu durum, bu gibi insanların kalelerinde imanın yer etmemiş olduğunu gösterir. Çünkü eğer onların kalblerinde imanın bir ağırlığı, kıymeti olsaydı, onu en ufacık bir sebeple bırakmazlardı. İmanında böyle bir ağırlık bulunmayan herkesin zahirî hali, Allah'a geçerli ve sahih bir şekilde iman etmemiş olduğunu gösterir ki işte Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah onlara mağfiret edecek değildir" sözünden murad budur. Bu âyet, "Eğer o kimse, sahih bir şekilde iman ederse, bu muteber olmaz" manasında değildir. Aksine bundan murad, söylediğimiz şekilde, onların iman etmelerinin çok uzak ve şaşılacak bir şey olduğunu ifade etmektir. Tevbe eden, sonra tövbesinden dönen, sonra yeniden tevbe eden ve yine tevbesinden dönen fâsığın (günahkârın) da aynı şekilde, sebat etmesinin nerede ise umulmadığını görüyoruz. Çünkü çoğunlukla o, fâsıklığı üzere ölür. Burada da böyledir. 2) Bazı alimler şöyle demiştir: "Yahudiler Tevrat'a ve Musa (aleyhisselâm)'ya iman ettiler. Sonra Üzeyir (aleyhisselâm)'e inanmadılar. Daha sonra Dâvud (aleyhisselâm)'a iman edip, İsa (aleyhisselâm)'yı inkâr ettiler ve daha sonra Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gelişi ile küfürlerini daha da artırdılar." Âyet, Böyle Yapan Yahudiler Hakkındadır 3) Diğer bazı alimler ise şöyle demişlerdir: "Bunlardan murad münafıklardır. Buna göre, âyette bahsedilen birinci iman, onların müslüman olduklarını izhar etmeleridir. Bundan sonraki küfürleri İse, münafıklıkları ve kalblerinin sözlerine uymamasidır. İkinci imanları ise, müslümanlardan bir grupla karşılaştıkları her zaman, "biz inandık" demeleridir. İkinci küfürleri ise, liderlerinin yanına vardıklarında, "biz sizinle beraberiz. Biz o müslümanlarla sadece alay ediyoruz" demeleridir. Küfürde ileri gitmelerinden maksad ise, müslümanlar hakkında her türlü hile ve tuzağı kurma hususundaki say-ü gayretleridir. "İman izhar etmek" (imanlı gibi görünmek) bazan, "iman" olarak adlandırılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Müşrik kadınları iman etmedikçe nikahlamayın" (Bakara. 221) buyurmuştur. Kaffal (r.h): "Bu âyetten murad, (iman ve küfrün) kaç kere olduğunu anlatmak değildir. Aksine bundan murad, onların mütereddid oluşlarını göstermektir. Nitekim Allahü teâlâ "Onlar (iman ile küfür) arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne onlara, ne de bunlara (tam olarak katılırlar)" (Nisa, 143) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, müteakiben, "Münafıklara müjdele Ki onlara pek acıklı birazab vardır" buyurmuş olması da mananın böyle olduğuna delalet"eder. 4) Alimlerin bir kısmı da şöyle demiştir: Burada kastedilenler, müslümanları şüpheye düşürmek isteyen böylece de, Cenâb-ı Hakk'ın "(Onlar), "iman edenlere indirilen (Kur'an'a), günün başında iman edinr sonunda da onu inkâr edin. Olur ki (müminler dinlerinden) dönerler" (dediler)" (Al-i İmran, 72) diye beyan ettiği üzere, bazan iman etmiş gibi görünen ve bazan İnkârlarını açıkça söyleyen bir grup ehl-i kitaptır. Âyetteki, ifadesi, "Onlar, İslâm ile istihza ve alay edecek kadar küfürde ileri gittiler" demektir. Âyet, imandan sonra bazan küfrün olabileceğine delalet etmektedir ki, bu da, herşeyi insanın ölümü anındaki durumuna bağlayanların (muvâfât ehlinin) mezheblehnin yanlışlığını ortaya kor. Bunların görüşüne göre, kişinin müslümanlığının sahih olmasının şartı, ölürken müslüman olarak ötmesidir. Bunlar, âyetten çıkartılan bu manaya, "Biz bu âyetteki imanı, "iman izhar etme (mü'min olarak görünme)" manasına alıyoruz" diyerek cevap vermişlerdir. Küfür ve İmanın Artıp Eksilmesi Âyet, küfrün artıp eksilebileceğine delalet etmektedir. Binâenaleyh imanın da aynı şekilde artıp eksilebilmesi gerekir. Çünkü bu ikisi, birbirinin zıddıdır. Binâenaleyh birisi farklılığı kabul ettiğine göre, diğeri de kabul eder. Bu görüşte olanlar, âyette geçen "küfrün artması" hususunu tefsir sadedinde, şu izahları yapmışlardır: a) Onlar, küfürleri üzere ölürler. b) "Onlar, kâfir iken yaptıkları günahlar sebebi ile, küfürde iyice ileri gittiler." Âyetin, bu manaya alınması halinde, kâfir iken işlenen günah, küfürde bir ziyadelik olunca, imanlı iken işlenen taatların da imanda bir ziyade olması gerekir. c) Küfürde ileri gitmeleri, onların "Biz, mü'minlerle sadece alay ediyoruz" demelerinden dolayıdır. İşte bu, din ile alay etmenin, küfrün en ileri, en koyu derecesi olduğunu gösterir. Bu Âyetteki Affedilmeyişin Açıklanması Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, onlara mağfiret edec değildir" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili iki soru vardır: 1) Bu âyette zikredilen hüküm ya tövbeden önceki hale, veyahut da sonraki hale bağlanmıştır. Birinci ihtimal bâtıldır, çünkü tevbeden önceki küfür, mutlak manada zikredilmemiştir. Bu durumda bu âyette zikredilen şartlar zayi olmuş olur. İkinci ihtimal de bâtıldır; küfür, tevbeden sonra bağışlanır; velev ki bu küfür bin kere dahi olmuş olsa... Binâenaleyh, her iki duruma göre de böyle bir soru gerekli ve yerinde olmuş olur. Bu suale şu şekillerde cevap verebiliriz: a) Biz, âyette geçen (......) lafzını istiğraka (umum mana ifade etmeye) değil, aksine daha önce geçmiş olan malum kimselere hamlediyoruz. Binâenaleyh bu ifade ile, Allah'ın, küfürleri üzere öleceklerini ve kesinlikle o küfürden tevbe etmeyeceklerini bildiği birtakım muayyen kimseler kastedilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, onlara mağfiret edecek değildir" buyruğu, bu kimselerin küfürleri üzere öleceklerini haber veren bir ifade olmuş olur. Mananın bu şekilde verilmesi halinde, böyle bir soru ortadan kalkmış olur. b) Bu ifade, genel duruma göre söylenmiş bir ifadedir. Çünkü, sık sık İslam'dan küfre geçen herkesin kalbinde, İslam'ın ağırlığı ve azameti yer etmemiş, tesir etmemiş demektir. Böyle bir insanın zahirî durumu, onun, izah ettiğimiz şekilde küfrü üzere öleceğinin emaresidir. c) Bu ifadede zikredilen hüküm, küfürden tevbe etmeme haline bağlıdır. Bu takdire göre, âyette bahsedilen sıfatlar zayi olur diyenin sorusuna da, biz şöyle cevap veririz: Onların özellikle zikredilmiş olmaları, o kâfirlerin küfürlerinin çok fahiş, hıyanetlerinin çok büyük ve Kıyamet günündeki cezalarının da çok şiddetli olduğuna delalet eder. Binâenaleyh bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın "Hani biz, peygamberlerden misaklarını almıştık: Senden de, Nuh'tan da.." (Ahzab, 7) buyruğu gibi olmuş olur. Cenâb-ı Hak bu âyette, Hazret-i Muhammed ile Hazret-i Nuh'u, makamlarının yüceliğini belirtmek için özellikle ve ayrıca zikretmiştir. Bunun bir benzeri de, "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e, Mikail'e düşman olursa ..." (Bakara. 98) âyetidir. 2) Hak teâlâ'nın, (......) ifadesindeki lam, te'kid için getirilmiş bir lamdır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, onları mağfiret edecek değildir" sözü, te'kidin nefyini ifade eder. Halbuki, böyle bir nefiy bu makama uygun düşmez. Buraya uygun düşen, ancak nefyin te'kidtdir. Binâenaleyh, bu konudaki izah nasıl olabilir? Cevap: Te'kidin nefyi, "tehekküm" (80) (küçümseme) yoluyla zikredildiğinde, bundan maksat, nefyi iyice te'kid etmek olur. 80) Ta'rizin dokunaklı olanına istihza, acı ve ağır istihzayı hâvi olanına ise tehekküm denir (ç). Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara hidayet edecek de değildir" buyurmuştur. Alimlerimiz bu ifadenin, "Cenâb-ı Hakk'ın kâfirleri imana hidayet etmediğine" delalet ettiğini söylemişlerdir. Mu'tezile ise aynı kanaatte değildir. Mutezile, alimlerimizin bu görüşüne, "Bu âyetin ifade ettiği mana, Cenâb-ı Hakk'ın "lütuf fiillerini artırmayacağı" veyahut da O, onları ahirette "cennete sevketmeyeceği, kılavuzlamıyacağı" manalarına hamledilmiştir" diyerek cevap vermişlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Münafıklara müjdele ki, onlara pek acıklı bir azab vardır" buyurmuştur. Bil ki, bir önceki âyetin münafıklar hakkında olduğunu söyleyenler şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ, o münafıkların küfürlerini bağışlamıyacağını ve onları cennete Mavuzlamıyacağını beyan buyurmuştur. Allah, o münafıkları mükâfaat yurdu (cennete) iletmiyeceği gibi, onları ceza çeşitlerinin en büyüğüne duçar edeceğini de belirtmiştir ki, işte O'nun "Münafıklara müjdele ki onlara pek acıklı bir azab vardır" buyruğundan murad edilen de budur. Hak teâlâ'nın "Müjdele..." tabiri, tehekküm içindir. Nitekim Araplar, "Senin selamın dayak, senin kınaman (itabın) da kılıçtır" demektedirler. Müminler Yerine Kâfirleri Dost Edinenler 139"Onlar, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinenlerdir. İzzeti onların yanında mı arıyorlar? Muhakkak ki, bütün izzet ve kudret Allah'ındır" Bu ifadenin başındaki (......) kelimesi "şöyle şöyle olanları kastediyorum, murad ediyorum" manasında olmak üzere, zemm ve kınamadan dolayı mansub; veya "onlar, şunlardır" manasında olmak üzere, merfudur. Müfessirler, bu âyette geçen "edinenler" ifadesinden muradın münafıklar, "kâfirleri.." ifadesinden muradın da yahudiler olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü münafıklar, kâfirleri dost ediniyor ve birbirlerine, "Muhammed'in işi henüz tamamlanmadı, ne olup olmayacağı belli değil" diyorlar, müteakiben yahudiler de, bütün güç ve kudretin kendilerinde olduğunu söylüyorlardı. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İzzeti insanların yanında mı arıyorlar?" buyurmuştur. Vahidî şöyle der: "Arapça'da "izzet", şiddet ve güç demektir. Sert ve kuvvetli toprağa denilmiş olması da, bu manadan dolayıdır. Yine, bir kimsenin hastalığı ilerleyip şiddetlendiğinde ve nerdeyse helak olacak dereceye geldiğinde yine keder ve hüzün şiddetlendiğinde (......) denilir. Yine, şiddetlendi manasında olmak üzere, ' "Onun şöyle olması, bana zor geldi, şiddetlendi..." denilir. Yine bir şey, o hiç bulunmayacak kadar azaldığı zaman denilir; çünkü onu elde etmek arzusu şiddetlenmiştir... Yine, bir kimsenin gücü kuvveti, bir başkası ile arttığında, denilir. Sağılması güç olan koyuna da, ismi verilmektedir. Manaları birbirine yakın olduğu için (......) kelimesi, şiddet manasından nakledilerek kuvvet manasına alınmıştır. Aziz, zelîlin aksine kuvvetli, karşı koyan, güçlü demektir. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki münafıklar, yahudilerle birleşmek suretiyle güç ve kuvvet arıyorlardı. Sonra Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki bütün izzet ve kudret Allah'ındır" buyurmuştur. Buna göre eğer, "Bu ifade Cenâb-ı Hakk'ın, "Halbuki şeref, kuvvet ve galibiyet Allah'ındır, peygamberinindir, mü'minlerindir" (Münafikûn, 8) buyruğuna zıt gibi görünmektedir" denilirse, biz deriz ki: Kâmil ve mükemmel kudret, Allah'a aittir. O'nun dışında kalan herkes ise, O'nun kudret vermesiyle kadir, O'nun azîz kılmasıyla azîz, izzet sahibi olurlar. Binaenaleyh, gerek peygamber gerekse mü'minler için söz konusu olan izzet, ancak Allah'ın vermesiyle olmuştur. Bu sebeple durum iyice incelendiğinde, bütün izzetin, kudretin Allah'a ait olduğu ortaya çıkmış olur. 140"O, size kitapta, "Allah'ın âyetlerine küfredildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dahncaya kadar yanlarında oturmayın. Çünkü o zaman siz de, muhakkak ki onlar gibi (olursunuz)" diye (bir âyet) indirmiştir. Allah muhakkak ki münafikları da, kâfirleri de cehennemde toptan bir araya getirecek olandır" Müfessirler şöyle demişlerdir: Müşrikler meclislerinde, Kur'an'ı dillerine doluyor ve onunla alay ediyorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Âyetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman, onlar Kur'an'dan başka bir sözle meşgul oluncaya kadarr kendilerinden yüz çevir" (En'am, 68) âyetini indirmiştir. Bu âyet Mekke'de nazil olmuştur. Medine'deki yahudi alimleri de tıpkı müşriklerin yaptığı gibi yapıyorlardı. O yahudi alimleriyle oturanlar ve bu sözde, onlara muvafakat edenler ise, münafıklar idi... İste bunun üzerine Allahü teâlâ münafıklara hitap ederek, , size kitapta, "Allah'ın âyetlerine küfredildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman..." buyurmuştur. Ki bu ifadenin manası "Siz, onların, Allah'ın âyetlerine küfrettiklerini ve onunla istihzada bulunduklarını duyduğunuz zaman" şeklindedir. Ancak ne var ki âyette, ifadesi "mef'ulün bih sarih" olmuştur; bundan maksat ise, istihzayı işitmektir... Kisaî: "Bu tıpkı, "Abdullah'ı kınanır olduğu halde duydum" denilmesi gibidir" demiştir. Bana göre bu husustaki bir başka izah da şudur: "Siz, Allah'ın âyetlerine küfredilip onlarla alay edildiği bir halde, Allah'ın âyetlerini duyduğunuzda..." şeklindedir. Bu takdire göre, Kisâi'nin söylediğine ihtiyaç kalmaz. "İşte o zaman siz, onlar küfür ve istihzadan başka bir söze geçinceye kadar, onlarla beraber oturup kalkmayınız..." demektir. Cenâb-ı Hak sonra, "Çünkü o zaman siz de, muhakkak ki onlar gibi (olursunuz)" buyurmuştur. Buna göre mana, "Ey münafıklar, sizler küfür hususunda, tıpkı o yahudi alimleri gibisiniz..." şeklinde olur. Küfre Rıza Küfür, Günaha Rıza Günahtır İlim erbabı şöyle demiştir: Bu, küfre razı olan kimsenin kâfir olacağına ve yine, dinî yönden hoş olmayan bir münkeri görüp de ona razı olan ve o münkeratı yapanların arasına karışan, bilfiil o münkeri yapmasa bile, günah bakımından yapanlardan bir farkı olmadığına delalet eder. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğunda, (......) kelimesini zikretmiş olmasıdır. Bu, oturan kimsenin orada oturmaya razı olması halinde böyledir. Ama, onların sözlerine (içten) kızıp da, korkarak ve takiyye yaparak oturması halinde ise, durum böyle değildir. İşte bu incelikten dolayı biz diyoruz ki, yahudilerle oturup kalkan ve Kur'ân'ı ve Resûlullah'ı ta'n edip eleştiren o münafıklarda, tıpkı o yahudiler gibi kâfirdirler. Ama Medine'de bulunup da daha önce Mekke'de iken Kur'ân'ı ta'n eden kâfirlerle oturup kalkmış olan müslümanlar ise, imanları üzere devam etmişlerdir... Bu iki mesele arasındaki fark şudur: Münafıklar yahudilerle, kendi irade ve arzularıyla oturup kalkıyorlardı... Ama müslümanlar ise, zarurete binaen kâfirlerle birlikte bulunuyor, oturup kalkıyorlardı... Sonra Cenâb-ı Hak, münafıkların, küfür bakımından kâfirler gibi olduklarını tahkik ifâde eden edatla belirterek, "Allah muhakkak ki münafıkları da, kâfirleri de cehennemde toptan bir araya getirecek olandır" buyurmuştur. O, "Onlar, bu dünyada Allah'ın âyetleriyle istihza etmek hususunda bir araya geldikleri gibi, kıyamet gününde de, cehennemin azabında bir araya toplanacaklar, bir araya geleceklerdir" manasını kastetmiştir. Cenâb-ı Hak, bu ifadede, esasen tenvinle olmak üzere, demek istemiştir. Çünkü bu cem işi, Allah'ın onları bir araya getirip cem etmesinden sonra olacaktır. Ancak ne var ki tenvin, lafızda bir hafiflik olsun diye hazfedilmiştir. Ama hakikatte (mana bakımından) bu kelimede tenvin murad edilmiştir ve vardır. Münafıkların Mü'minleri Gözetleyip Ona Göre Tavır Almaları 141"Onlar, hep sizi gözetleyip duranlardır. Onun için eğer Allah'dan size bir feth nasib olursa: "Biz sizinle beraber değil miydik?" derler. Şayet kâfirlere bir hisse düşerse, (o zaman da onlara), "Biz size (yardım ederek) galib gelmenizi temin etmedik mi? Sizi mü'minlerden korumadık mı?" derler. Artık Allah, kıyamet günü aranızda hükmünü verecektir. Allah, kâfirlere, müminlerin aleyhinde olacak bir yol (ve imkanı) asla bahşetmez" Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, hep sizi gözetleyip duranlardır" buyruğu, ya (Nisa, 139) sözünden bedeldir, yahud, (Nisa. 140) kelimesinin sıfatıdır, veyahut da zemmolmak üzere mansubtur. Hak teâlâ'nın sözü ise, "Onlar, meydana gelebilecek hayır ve şerri gözetirler... Bu durumda, eğer sizin yahudilere bir üstünlüğünüz söz konusu olursa, onlar size (mü'minlere), "Biz sizinle beraber değil miydik?" derler. Yani, "Bize, ganimetten payımıza düşeni veriniz." Eğer yahudiler, müslümanlara karşı guiib gelirlerse, onlar, "Biz size (yardım ederek) galip gelmenizi temin etmedik mi?" derler" demektir. Bir kimse bir kimseye üstün gelip, onu yendiğinde, denilir. Bu tabirin tefsiri hususunda şu iki izah yapılmıştır: a) Bu tabirin, "Biz size galip gelmedik mi ve sizi öldürmek ve esir etmek imkanına sahip olmadık mı? Ama buna rağmen, işte bunlardan hiçbirisini yapmadık... Onları sizden uzaklaştırmak, onların kalblerini zayıflatacak (morallerini bozacak) şeyleri, onlara varmış gibi göstererek ve onların sizlere galib gelmelerine önem vermeyerek, sizi müslümanlara karşı korumadık mı? Binâenaleyh, elde ettiğiniz şeylerden, ganimetlerden bize düşen payı verin!" anlamında olmasıdır. b) Bu ifadenin manası şöye olabilir: "Muhakkakk ki bu kâfirler ve yahudiler, İslam'a girmeye yeltenmiş, sonra münafıklar, kâfirleri ve yahudileri bundan caydırmışlar, onları İslam'dan alabildiğine nefret ettirmişler ve onlara, "Hazret-i Muhammed'in davası gittikçe zayıflayacak, sizinki ise kuvvetlenecektir" hissini vermişlerdir. Tesadüfen, o kâfir ve yahudilerin, müslümanlar üzerinde bir hükümranlığı söz konusu olduğunda münafıklar, "Biz, İslam'a girmeniz hususundaki görüşünüze galip gelip baskın çıkıp da, sizi o İslam'a girmekten men etmedik mi? Size, O'nun davası zayıflayacak, sizin davanız ise güç ve kuvvet bulacak demedik mi? Binâenaleyh siz, bizim sözümüzün doğruluğunu şu anda müşahede ettiğinize göre, elde ettiğiniz ganimetlerden bizim hissemizi veriniz..." Netice olarak diyebiliriz ki münafıklar, "Bu faydalı şeylere sizi iletip götüren biziz... Binâenaleyh, elde ettiğiniz şeylerden bizim hissemizi de verin!.." diyerek, yaptıklarını kâfirlerin başına kakıyorlardı. İmdi şayet, "Cenâb-ı Hak niçin, müslümanların zaferini "feth"; kâfirlerin başarısını ise, "hisse, nasib" diye adlandırmıştır?" denilirse, biz deriz ki: Bu, mü'minlerin şanını yüceltmek, kâfirlerin hisselerini hakir görüp önemsememektir. Çünkü mü'minlerin zaferi, öylesine büyük bir iştir ki, bundan ötürü göklerin kapıları açılmış ve böylece de melekler, Allah'ın dostlarına fethi indirmişlerdir. Kâfirlerin başarısı ise, değersiz, sona erici ve dünyada zemm, ahirette de cezadan başka bir izi ve eseri kalmayan bir nasibtir, hissedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Artık Allah, kıyamet günü, mü'minler ile münafiklar arasında hükmünü verecektir" buyurmuştur. Buna göre mana, "Allahü teâlâ, bu dünyada münafıkların öldürülmesini emretmemiş, aksine onların cezalarını ahirete ertelemiştir. Allah'ın, Mü'minlere Karşı Kâfirlere Fırsat Vermemesi Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, kâfirlere, mü'minlerin aleyhinde olacak bir yol (ve İmkanı) asla bahşetmez" buyurmuştur. Bu ifadenin izahı hakkında iki görüş vardır: a) Bu, Hazret-i Ali ve İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın görüşüdür. Buna göre bu ifadeden murad, bunun, lyamet gününde böyle olmasıdır. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadeyi, "Artık Allah, kıyamet günü, aranızda hükmünü verecektir" ifadesine atfetmiş olmasıdır. b) Bundan muradın, bunun dünyada böyle olmasıdır. Ancak ne var ki bu, "delil bakımından" olma manasına tahsis edilmiştir. Buna göre mana, "Müslümanların delili herkesin deliline galibtir, üstündür... Hiç kimse, hüccet ve delil bakımından müslümanları mağlub edemez" şeklindedir. c) Bu, delilin tahsis ettiği durumlar hariç, her şey hakkında genel bir hükümdür. Şafiî (r.h) bu âyete dayanarak birkaç mesele irad etmiştir: 1) Kâfir, müslümanın malına el koyup, o malı da daru'l-harbte koruduğu zaman, o, bu âyetin delaletiyle o malın maliki ve sahibi olamaz. 2) Kâfir kimse, bu âyetin delaletiyle, müslüman bir köleyi satın alamaz. 3) Bu âyetin delaletine göre, müslüman, (kısas yoluyla) zımmiye mukabil öldürülemez. Münafıklar Aldattıklarını Sanırken Asıl Kendileri Aldanırlar 142Âyetin tefsiri için bak:143 143"Münafıklar, (akıllarınca) Allah'ı aldatmak isterler. Halbuki O, kendi oyunlarını başlarına geçirendir. Onlar namaza kalktıkları vakit üşene üşene kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı ancak birazcık anarlar. Onlar, (küfr ile iman) arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne onlara, ne bunlara (mal olurlar). Allah kimi şaşırtırsa, artık ona yol bulamazsın" Cenâb-ı Hakk'ın, "Münafiklar, (akıllarınca) Allah'ı aldatmak İsterler. Halbuki O, kendi oyunlarını başlarına geçirendir" buyruğundaki "hud'a"nın tefsiri, Bakara süresindeki (Bakara. 8) âyetinin tefsirinde geçmişti. Zeccâc bu âyetin tefsiri hususunda şöyle demiştir: "Onlar Allah'ı, yani Allah'ın Resulünü aldatmak isterler. Yani, Allah'ın Resulünün yüzüne karşı iman ettiklerini söyler, ama içlerinde küfürlerini muhafaza ederler. Bu ifade şekli, şu âyette olduğu gibidir: "Gerçekte sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmiş olurlar" (Fetih, 10). Allah'ın "O da onlara hud'a yapar" buyruğu, "Onları, yaptıkları tuzaklarına karşılık cezalandırır" demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Allah, onlara ahirette hud'a yapar. Çünkü orada, mü'minlere verdiği gibi, o münafıklara da bir nur verir. Derken onlar sırat köprüsüne geldiklerinde, nurları sönüverir ve karanlık içinde kalıverirler. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların hail bir ateş yakanın hali gibidir ki o (ateş), çevresindekileri aydınlatınca Allah ışıklarını giderip, kendilerini karanlıklar içinde, görmez kimseler halinde bırakıvermiştir" (Bakara, 17) âyetidir" demiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar namaza kalktıktan vakit, üşene üşene kalkarlar" buyurmuştur. Yani onlar müslümanlarta birlikte namaza kalktıklarında, ağırdan alarak yavaş yavaş kalkarlar. İşte Arapça'da (......) kelimesinin manası budur. Bu tembelliğin ve üşenmenin sebebi şudur: Onlar namaza, o esnada yavaş yavaş kalkıp giderler, kıldıkları namazdan bir sevap ummaz, kılmadıkları namazlardan bir ceza beklemezler. İşte bu bakımlardan, onları namaz kılmamaya götürecek olan sebep daha kuvvetlidir. Namaz kılmaya götüren sebep ise, sadece insanlardan çekinmeleridir. Onları namaz kılmaya götüren sebep, her ne zaman böyle olursa, onlardan çıkacak fiil, işte bu şekilde üşenme ve gevşeklikle yapılmış olur. Keşşaf sahibi, buradaki (......) kelimesinin cem'i olarak, kef'in zammesi veya fethasıyla okunduğunu ve bunun tıpkı, (sarhoş) kelimesinn cem'inin, sîn'in fethası ve zammesi ile şeklinde olması gibi olduğunu söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İnsanlara, gösteriş yaparlar. Allah'ı ancak birazcık anarlar" buyurmuştur. Bu, "onlar namaza, dinin emri olduğu için değil, gösteriş ve desinler için kalkıp giderler" demektir. Eğer, "ru'yet (görmek) masdarının, mufa'ale babındaki "mura'at" şekli ne demektir?" denilir ise, biz deriz ki: "Müra'i, insanlara yaptığı işin güzelliğini göstermeye çalışır, insanlar da onu görürler." Münafık, Allah'ı Çok Az Hatırlar Bu ifadedeki, "Allah'ı ancak birazcık anarlar" sözü hakkında şu izahlar yapılmıştır: a) Burada bahsedilen "Allah'ı anma"dan murad, namazdır. Buna göre ifade, "Onlar, çok az namaz kılarlar" demektir. Çünkü her ne zaman, yanlarında yabancı birisi (yani bir mü'min) bulunmazsa, namazı kılmazlar. Ama mü'minlerin yanında oldukları ve namaz vakti girdiği zaman, namaz kılmamak için zorlanırlar ve böylece de müminlerin gözlerinden kaybolurlar. b) Bahsedilen, "Allah'ı anma "dan murad şudur: Onlar kıldıkları namazlar esnasında, Allah'ı çok az anarlar. İşte bu az olan anmaları da, mesela namazın tekbirleri gibi açıktan söylenmesi gereken hususlardır. Fakat namazdaki kıraat ve tesbih gibi, gizli (sessiz) okunan şeylere gelince, onlar bunları hiç söylemezler. c) Bundan murad şudur: "Onlar ister namaz vakitleri olsun, ister olmasın, bütün zamanlarında, Allah'ı nadiren anarlar." Keşşaf sahibi, "İşte bu şekilde, müslümanlıktan dem vuran bir çok insanla, günler ve geceler boyu arkadaşlık yapıp beraber buıunsan, kendisinden ne bir tehtil (lâilahe illallah sözü), ne de bir tesbih duyamazsın. Ancak dünyevi işlerden bahsetmek bütün günlerini ve gecelerini alır ve bu sözlerden hiç ayrılmaz. Bunlardan birçoğunu işte böyle görürüz" demiştir. d) Katâde, "Bu âyette "Ancak birazcık" buyrulmuştur. Çünkü Allah onların anmalarını kabul etmemiştir. Allah'ın kabul etmediği şey, ne kadar çok olursa olsun, az; kabul ettiği şey de ne kadar az olursa olsun, çok sayılır." Münafık İki Sürü Arasında Bocalayan Şaşkın Koyundur Sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar, (küfür ile iman) arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne onlara, ne bunlara (mal olurlar). Allah kimi şaşırtırsa, artık ona yol bulamazsın" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Buradaki (......) kelimesi, ya (gösteriş yaparlar) tinden veya "Allah'ı ancak birazcık anarlar" ifadesinden hâldir. Bunun "zemm"den ötürü mansub olması da muhtemeldir. Münafıktaki Kararasızlığın Tahili "Müzebzebîn", "şaşkın olarak" demektir. Hakiki manada "müzebzeb", her iki tarafa da gidip gelen ve bir tarafta karar kılmayan demektir. Ancak (......) fiilinde, (......) fiilinde bulunan "bu işi tekrar tekrar yapma" manası yoktur. Binâenaleyh manası, "O, her ne zaman bir tarafı tutsa ve yönelse, onu müdafaa eder. Bil ki bunun sebebi şudur: Fiil, bir sebebe dayanır. Binâenaleyh fiile götüren sebep, dünyevî bir maksad olunca, hareket ve gidip gelme çoğalır. Çünkü bu dünyanın menfaatleri ve sebepleri değişkendir ve süratli bir şekilde değişir. Fiil, sebebine; sebep de maksada bağlı olup, maksad da çabuk çabuk değişince, insanın meyil ve isteğinde de değişikliklerin meydana gelmesi gerekir. Çoğu kez sebepler ve maniler birbiriyle çatışır. Bundan dolayı insan, şaşkınlığa ve tereddüde düşer. Ama yaptığı işteki gayesi, kalıcı hayır işleri yapmak ve manevi saadetleri kazanmak olan bu gayelerin, kalıcı ve değişikliklerden uzak şeyler olduğunu bilen kimseye gelince, şüphesiz böylesi insan, daha kararlı ve sebatlı olur. İşte bu manadan dolayı, Cenâb-ı Allah mü'minleri. "sebatlı" olarak tavsif etmiş ve "Allah, iman edenlere daima sebat ihsan eder" (ibrahim, 27); "Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile mutma'in olur" (Rad, 28) ve "Ey mutmain nefis..." (Fecr, 27) buyurmuştur İbn Abbas bu kelimeyi, ikinci "zal"ın kesresi ile (......) şeklinde okumuştur ki, "onlar, kalblerini, dinlerini veya görüşlerini (iman ile küfür arasında) bocalatanlardır" manasına gelir. Bu, (dalgalı ses çıkardı) kelimelerinin aynı manaya gelmeleri gibi, bu da, ile aynı manayadır. Abdullah İbn Mes'üd (radıyallahü anh)'un mushafında bu kelime, şeklinde yer almıştır. Ebu Cafer'in, bu kelimeyi dâl ile, (......) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir ki, bu sanki şu manada olur: "Onlar, kâh şu yolda, kâh öteki yolda olurlar ve tek bir yolda durmazlar yol manasında olup, hayvanların yürüdüğü yer demektir. Âyetteki (......) ifâdesi, "küfür ile iman arasında" veya "kâfirlerle mü'minler arasında" manasındadır. işareti ile, bir topluluğa işaret edilebilir. Bunun izahı, (Bakara, 68) âyetinin tefsirinde geçmişti. Kâfirler ve mü'minlerden, "Onlar mü'minlerî bırakıp, kâfirleri dost edinenlerdir" (Nisa, 139) âyetinde bahsedilmiştir. Bu iki grup insanın bahsi yukarıda geçince, küfür ve imandan da bahsedilmiş gibi oldu. Katâde âyetin, "Onlar, ne ihlâslı mü'min, ne de şirklerini açıkça ifade eden müşrik olmuşlardır" manasında olduğunu söylemiştir. Alimlerimiz bu âyeti, dindeki şaşkınlığın da, Allah'ın yaratması ile olduğuna delil getirerek şöyle demişlerdir: "Âyetteki, "müzebzebin" ifadesi, onları bocalatan ve onları hayret ile şaşkınlıkta bırakan bir varlığın olmasını gerektirir. Bu, kulun iradesi ile olmaz. Çünkü tereddüd ve şaşkınlık verecek, birbirine zıd sebepler insanın kalbine geldiğinde, insan bu tereddüdü gidermeye çalışsa da, buna gücü yetmez. Ama kendine dönse ve kendi durumunu iyice düşünse, halinin, bizim söylediğimiz şekilde olduğunu anlar. Bu şaşkınlığa düşmesinin mutlaka bir sebebi (faili) olması gerektiği ve bunun da kendisi olmadığı sabit olduğuna göre, bunun yaratıcısının Allahü teâlâ olduğu sabit olur. Böylece de herşeyin Allah'dan olduğu ortaya çıkar. Eğer, "Âyetteki, "Ne onlara, ne bunlara (mal olurlar)" ifadesi, o münafıkları, hem mü'minterin hem de tam kâfirlerin yolunu bırakmış olmalarından dolayı zemmedilmeleri manasına gelir. Bu ise Allahü teâlâ'nın, onları, kâfirlerin yolunda olurlarsa, kınamayacağı manasına gelir ki caiz değildir?" denilir ise, biz deriz ki: "Kâfirlerin yolu, her ne kadar kötü ise de, münafıkların yolu daha kötüdür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Bakara suresinin başında kâfirleri iki âyette, münafıkları ise on küsur âyette kınamıştır. Bu da ancak, münafıkların yolunun kâfirlerin kinden daha kötü ve adi olmasından ileri gelmiştir. Binâenaleyh Hak teâlâ münafıkları, küfrü bıraktıkları için değil, fakat küfürden daha adi ve kötü bir yola dönmüş oldukları için kınamıştır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah kimi şaşırtırsa, attık ona yol bulamazsın" buyurmuştur. Alimlerimiz, bu âyeti kendi görüşlerine şu iki şekilde delil getirmişlerdir: 1) Allahü teâlâ'nın, bu ifadeyi "Onlar (küfür ile îman) arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır" sözünün peşinden getirmesi, bu bocalatmanın Allah tarafından olduğunu gösterir. Aksi halde, bu ifadenin kendinden öncesi ile bir ilgi ve bağı kalmaz. 2) Bu, Allahü teâlâ'nın onları dinden saptırmış olduğu hususunda açık bir ifadedir. Mutezile ise şöyle der: "Bu âyette bahsedilen saptırma, Allah'ın, lütuf fiillerini o kuldan çekip alması veya o kulun sapıtmış olduğuna hükmetmesi, veyahut da o kulu, Kıyamet günü cennetin yolundan saptırması manalarına gelir." Mutezilenin bu izahlarına defalarca cevap vermiştik. 144"Ey iman edenler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmeyin. Kendi aleyhinizde, Allah'a apaçık bir hüccet vermek ister misiniz?" Bil ki Allahü teâlâ, münafıkları, bu iki gruptan hiçbirinde tam karar kılmayıp, kâh kâfirlere, kâh müslümanlara katılmakla ta'n edip kınayınca, bu âyette de müslümanlara, münafıklar gibi davranmayı yasaklamış ve "Ey iman edenler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmeyin" buyurmuştur. Bunun sebebi şudur: 1) Medine'deki Ensar'ın yahudi Kureyzaoğulları içinde süt kardeşleri vardı, onlarla anlaşmalı idiler ve onlara karşı sevgi duyuyorlardı. İşte bundan dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Kimi dost edinelim" diye sorunca, O da, "Muhacirleri" cevabını verdi. Bu sebeple bu âyet nazil oldu. 2) Kaffâl(r.h) şöyle demiştir: "Bu, mü'minleri, münafıkları dost edinmekten bir yasaklamadır. Sanki Cenâb-ı Hak, "Münafıkların huylarını ve yollarını size açıkça anlattım. Binâenaleyh onları dost edinmeyin" demektedir. Sonra Allahü teâlâ, "Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık bir hüccet vermek ister misiniz?" buyurmuştur. Eğer biz bir önceki ifadeyi, Allahü teâlâ'nın, mü'minleri kâfirleri dost edinmekten nehyetmesi manasına hamledersek. bu ifade de, "Sizler, münafık olduğunuza dair, Allah'a apaçık bir hüccet vermek mi istiyorsunuz?" manasına gelir ki bu da, "Siz, Allah'ın dininin ehli olan Hazret-i Peygamber ve ümmeti için, böyle bir hüccet mi vermek istiyorsunuz?" demektir. Yok eğer, ilk âyeti, münafıkları dost edinmekle ilgili kabul edersek, o zaman bu ifadenin manası, "münafıkları dost edinmeniz sebebiyle, cezalandırılmanız için, Allah'a, kendi aleyhinize bir hüccet mi vermek istiyorsunuz" şeklinde olur. Münafıklar Cehennemin En Alt Tabakasındadırlar 145"Şüphesiz münafıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar. Onlar için kesinlikle bir yardımcı bulamazsın" Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Leys: "Derk, deniz ve benzeri bir şeyin en dip noktası manasınadır" demiştir. Buna göre, "derk-i esfel"den maksad, cehennemin en dip noktasıdır. Bu kelime aslında, "lâhîk olma, yetişip kavuşma" manasına gelen, "idrak" kelimesinden türemiştir. Yemeğin pişmesi, çocuğun büyümesi manasına gelen, "idraku't-taam" ve "İdraku'l-gulam" ifadeleri de bu köktendir. Binâenaleyh "derk", kendisine bir başka tabakanın ve katın eklendiği kısımdır. Bu kelimenin zahirî manası, cehennemin tabaka tabaka (kat-kat) olduğunu gösterir. Bu da, cehennemin en şiddetli tabakasının, en alttaki tabakası olduğunu gösterir. Dahhâk, "Birşey üst üste yığıldığında, onun her katına "derece" denir. Birşey alt alta (aşağıya doğru) sıralanırsa, onun her katına da "dereke" denilir" demiştir. Hamza, Kisâî ve Asımın ravisî Hafs, râ harfinin sükunu ile, bu kelimeyi (......) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, râ'nın fethası ile (......) şeklinde okumuşlardır. Zeccâc, kelimenin bu iki okunuşunun da, (mum) kelimesi gibi, kullanılan iki şekil olduğunu, fakat râ'nın fethası ile olan okunuşun, daha çok kullanıldığı için, daha tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Ebu Hatim ise, (......) şeklindeki kullanılışın cem'inin (......) olduğunu ve bunun, Arapların (At, atlar ve deve, develer) kelimeleri gibi olduğunu; (......) kelimesinin cem'inin ise, (......) şeklinde olduğunu ve bunun da, (fulus, fuluslar), (köpek, köpekler) kelimeleri gibi cemîlendiğini söylemiştir. İbnu'l-Enbârî: "Allahü teâlâ, münafıkların cehennemin en şağı tabakasında olduklarını bildirmiş, Firavun hanedanı hakkında ise, "Firavun hanedanını, azabın en çetinine sokun" (Mü'min, 46) buyurmuştur. Binâenaleyh bu ikisinden hangisi daha çetin bir azab içindedirler? Münafıklar mı, yoksa Firavun'un hanedanı mı?" der ve kendi kendine şu cevabı verir: "Muhtemelen cehennem azabının en şiddetlisi, "derk-i esfel" (en alt tabakasında) olandır. İşte bu iki grup, orada birleşeceklerdir." Münafık, kâfirden daha çetin bir azab içinde olacaktır. Çünkü münafık, küfür açısından kâfir gibidir ve üstelik bu küfrüne, bir küfür çeşidi daha katmıştır. Bu da, İslam ile ve müslümanlar ile istihza etmesidir. Bir de onlar, kendilerini müslüman gösterdikleri için, müslümanların sırlarına muttali olabilmiş ve bunları kâfirlere haber vermişlerdir. İşte böylece münafıkların ahirette çekecekleri mihnet ve meşakkatler kat kat olmuştur. İşte bütün bu sebeplerden ötürü, Allahü teâlâ onlara, kâfirlerden daha fazla azab verecektir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar için kesinlikle bir yardımcı bulamazsın" buyurmuştur. Bu, münafıklar için bir tehdiddir.'Alimlerimiz bu âyeti ehl-i salât'ın günahkârlarına şefaat edileceğine delil getirerek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, bu tehdidi münafıklara has kılmıştır. Şayet aynı tehdid, münafık olmayanlar hakkında da söz konusu olsaydı, bu, nifaktan -sırf bir nifak olduğu için- bir men manasına gelmezdi. Bu, "hitap delili" ile yapılan bir istidlal değildir. Aksine buradaki istidlalin şekli şudur: Allahü teâlâ bu ifadeyi nifaktan men etme sadedinde zikretmiştir. Binâenaleyh eğer bu men nifak bulunmadığı halde olsaydı, o zaman bu, nifak sırf nifak olduğu için ondan men' manasında olmazdı." Münafıkların Kurtulmaları İçin Yapmaları Gereken İşler 146"Ancak tevbe eden: (hallerini) ıslah eden, Allah'a sımsıkı sarılan ve dinlerinde, Allah için halis olanlar müstesna. İşte (ancak) bunlar mü'minlerle beraberdirler ve Allah mü'minlere büyük bir mükâfaat verecektir". Bil ki bu âyette münafıklar için çok sert tehdidler bulunmaktadır. Bu böyledir, çünkü Allahü teâlâ, onlardan azabı kaldırmak için şu dört şeyi şart koşmuştur: a) Tevbe etmeleri... b) Hallerini düzeltmeleri... Kötülüklerden vazgeçip hallerini düzeltmek, iyi işlere yönelip, onları yapmaktan ibarettir. c) Allah'a sımsıkı sarılmak... Bu da, yaptığı tevbe ile halini ıslah etmedeki maksadının, günü gün etme gayesi değil, Allah'ın rızasını talep olmasıdır. Çünkü onun maksadı, eğer menfaat elde edip, zararı gidermek olur ise, tevbesini ve halini ıslahını çabucak bozmuş olur. Fakat onun gayesi, Allah'ın rızasını ve ahiret mutluluğunu elde edip, Allah'ın dinine sımsıkı sarılma olduğunda, bu yolda sebat eder ve artık yolunu değiştirmez. d) İhlas... Bunun sebebi şudur: Allahü teâlâ, onlara önce kötü şeyleri bırakmalarını; ikinci olarak da güzel şeyleri (hasenatı) yapmayı; üçüncü olarak bu bırakma ve yapmadaki gayelerinin Allah'ın rızasını talep olmasını; dördüncü olarak, bu rızayı talep edişlerinin halis olmasını ve bu gayeye, başka bir gayenin karışmamasını emretmiştir. Bu dört şart hasıl olunca, Cenâb-ı Hak, "İşte (ancak) bunlar mü'minlerle beraberdirler" buyurmuş, ama "İşte (ancak) bunlar mü'minlerdir" dememiştir. Daha sonra Hak teâlâ münafıkların, mü'minlere katılmalarını sağlamak için, şeref ve kıymetini göstererek, mü'minlere verdiği mükâfaatı zikretmiş ve "Allah müminlere büyük bir mükâfaat verecektir" buyurmuştur. İşte bütün bu karineler, münafığın Allah katındaki durumunun çok zor ve çetin olduğuna delalet etmektedir. İnanıp Şükredene Allah Azab Etmez 147"Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah size niçin azab etsin ki... Allah şâkir ve alimdir" Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Bu ifade, "Allahü teâlâ size, ne iç soğutup ferahlamak, ne fayda elde etmek ve ne de bir zararı defetmek için azab etmez? Bütün bunlar, O'nun hakkında düşünülemez. Çünkü O, zatı itibarı ile ihtiyaçlardan uzak, faydalan temin ve zararları defetme gibi birşeyden münezzehtir" demektir. Bundan kastedilen, mükellefleri iyi ameller işlemeye ve kötü amelleri terketmeye teşviktir. Binâenaleyh şimdi siz, eğer güzel işler yapıp, kötü işleri terkederseniz, Allah'ın, kerîm oluşuna rağmen size azab etmesi nasıl uygun düşer. Mu'tezile şöyle demiştir: "Bu âyet, bizim mezhebimize delalet etmektedir. Çünkü âyet, Allahü teâlâ'nın, mahlukatı onlara azab etmek ve cezalandırmak için yaratmadığına delalet etmektedir. Çünkü âyetteki, "Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah size niçin azab etsin ki..." buyruğu, Allah'ın hiç kimseyi, azab etmek için yaratmadığı hususunda açık bir hükümdür. Yine âyet-i kerime, şükrün ve imanın failinin kul olduğuna, bunların Allah'ın yaratması ile olmadığına delalet etmektedir. Aksi halde kelamın takdiri, "Sizde şükrü ve imanı yarattığı zaman, Allah niçin size azab etsin ki..." şeklinde olurdu. Malumdur ki bu mana, âyetin nazmına uygun değildir." Mu'tezile'nin bu sözlerine verilmiş olan cevabımız daha önce geçmişti. Büyük Günahın Affedilmesinin Delili Alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Bu âyet-i kerime, Allahü teâlâ'nın, büyük günah sahibi olan kimseye azab etmeye (bile)ceğine delalet etmektedir. Çünkü biz bu âyetin, şükreden ve iman eden, sonra da içki içmeye ve zinaya yönelen kimse hakkında olduğunu farzediyoruz. Bundan ise, "Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah size niçin azab etsin ki..." ifadesinin delaleti ile, büyük günah sahibinin azaba uğratılmaması gerekir. Mutezile eğer, "Biz, büyük günah sahibinin mü'min olduğunu kabul etmiyoruz" derlerse, biz de deriz ki: "Tefsirimizde, büyük günah sahibinin de mü'min olduğuna dair birçok izahlar zikrettik." Bu Ayette Şürkün İmandan Önce Getirilmesinin Hikmeti Âyette, şükrün imandan önce gelmesi hususunda üç izah şekli vardır: 1) Bu ifadede, bir takdim-te'hir bulunmaktadır. Bu, "Eğer iman eder ve şükrederseniz.." demektir. Çünkü iman, diğer bütün taatlardan önce gelir. 2) Biz, buradaki atıf vavının, tertib (sıra) ifade etmediğini söylersek, böyle bir sual ortadan kalkar. 3) Bunun bir üçüncü izahı da şöyledir: İnsan kendisine baktığında, yaratılışında ve düzenlenişinde büyük bir nimetin yatmakta olduğunu görür. Böylece de icmalî (genel) bir şükür ile Allah'a şükreder. Sonra kendisine nimet vereni tanıma hususundaki araştırmasını tamamlayınca, O'na iman eder ve tafsilatlı bir şekilde şükreder. Buna göre o genel şükür, imandan önce bulunmuş olur. Bundan dolayı Hak teâlâ, şükrü imandan önce zikretmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, şâkir ve alimdir" buyurmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, onlara şükrü emredince, o şükrün mükafaatını da, istiare yoluyla "şükür" diye ifade etmiştir. "Şâkir"(şükredici) kelimesi Allahü teâlâ hakkında "şükrün mükafaatını veren" manasına; "alîm" olması da, "O bütün cüz'iyyatı (teferruatı, detayları) bilir. Binâenaleyh O'ndan, kesin olarak bir hata sâdır" olmaz manasına gelir. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, şükredene mükâfaat verir, yüz çevireni de cezalandırır. Zulme Uğramayan, Alenen Kötü Söz Söylememen 148"Allah kötü sözün alenen söylenmesini sevmez. Ancak zulme uğrayan müstesna. Allah semi ve alimdir" Âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Âyetin, daha önceki âyetlerle ilgi ve münasebeti hususunda iki izah şekli vardır: 1) Allahü teâlâ, münafıkların örtüsünü (sırrını) açıp ifşa ederek, onları rezil ve rüsvay edince ve rezil-rüsvay etmek rahîm ve kerîm olan bir zata uygun düşmeyince, Hak teâlâ, bu konuda mazeretin yerini tutacak olan ifadeyi zikrederek, "Allah kötü sözün alenen söylenmesini sevmez. Ancak zulme uğrayan müstesna..." buyurmuştur. Yani, "Allahü teâlâ rezil-rüsvaylık ve çirkinlikleri açığa vurmayı sevmez. Ancak verdiği zarar büyük, hile ve tuzağı fazla olan kimseye karşı olursa, bu müstesna... İşte o zaman, Cenâb-ı Hakk'ın, o kimsenin rezillik ve adiliklerini ortaya dökmesi caiz olur. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İnsanlar kendisinden sakınsınlar diye, fasığm kötü hasletlerini (herkese) söyleyiniz" Keşfu'l-Hafa, 1/106. buyurmuştur. O münafıklar, müslümanlar hakkında çok büyük hile ve tuzak kurmuş, müslümanlara çok zulmetmiş ve onların vermiş oldukları zarar çok büyük olmuştur. İşte bu manadan ötürü, Allahü teâlâ, onların rezil ve rüsvaylıklarını zikretmiş, sırlarını ortaya dökmüştür. 2) Allahü teâlâ, önceki bir âyette (146.âyette), münafıkların, eğer tevbe eder ve ihlaslı olurlarsa, mü'min olacaklarını zikretmiştir. Binâenaleyh muhtemelen onlardan bazıları, nifaklarından tevbe etmiş ve tevbelerinde ihlaslı olmuştur. Ancak daha sonra bunlar, geçmişteki nifaklarından dolayı, bazı müslümanlar tarafmdan kınanmaktan kurtulamamışlardır. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, bu âyette, bu yoldan hoşlanmadığını, kötü sözün alenen söylenmesinden razı olmadığını, ancak kendisine zulmedip, nifakı üzere devam eden kimse (bu gibi sözlerin söylenmesinin) müstesna olduğunu, çünkü o kimsenin bundan rahatsızlık duymadığını beyan etmiştir. Allah, Kötü Söz Söyleyeni Murad Etmez Mu tezile şöyle der: "Bu âyet, Hak teâlâ'nın, kullarının çirkin fiilleri işlemelerini murad etmediğine ve kulların bu fiillerini yaratmadığına delalet etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, "sevmesi", "murad etmesi ve istemesi" manasından ibarettir. Allahü teâlâ, "Allah kötü sözün alenen söylenmesini sevmez" buyruğuna göre, anlıyoruz ki Allah, bunu murad etmemektedir. Yine aynı şekilde eğer Allah, kulların fiillerinin yaratıcısı olmuş olsaydı, onları murad etmiş olurdu. Eğer onları murad etmiş olsaydı, sözün kötüsünü alenen söyleme fiilini yaratmayı da sevmiş olurdu. Bu ise âyetin ifade ettiğinin aksine bir durumdur." Buna şöyle cçvap verilir: "Bizce, "Allah'ın bir şeyi sevmesi", kulun o fiiline mukabil sevap vermesi mariasındadır. Bu izaha göre, "Allahü teâlâ o fiili murad etti, fakat sevmedi" demek doğru olur. Allah en iyi bilendir. İlim erbabı şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, kötü sözü ister açıkça söylensin, ister söylenmesin, sevmez. Fakat bu âyette, "alenen söylenmesi" şartını zikretmiştir. Çünkü bu sözün meydana gelmiş olan keyfiyeti, bunu gerektirmiştir. Bu tıpkı, "Ey iman edenler, Allah yolunda harbe çıktığınız zaman, (işleri) iyiden iyiye araştırınız" (Nisâ, 94) âyetinde olduğu gibidir. Çünkü hem yolculuk halinde, -hem de mukîmlik halinde (meseleleri) iyiden iyiye araştırma vacibtir. İşte burada da böyledir. Ayetteki, "Ancak zulme uğrayan müstesna.." ifadesi ile ilgili olarak iki görüş vardır: Çünkü buradaki müstesna, ya istisna-i munkatî, ya da istisna-i muttasıldır. Birinci Görüş: Bu, istisna-î muttasıldır. Bu takdirde, bu ifade iki şekilde izah edilir: a) Ebu Ubeyde şöyle demiştir: "Bu, muzaf olan kelimenin hazfedilmiş olması çeşidinden bir ifadedir. İfadenin takdiri, , "Ancak zulme uğrayan kimsenin alenen söylemesi müstesna..." şeklindedir. Buradaki muzaf olan "cehr" kelimesi düşürülmüş, muzafun ileyh olan (......) onun yerine geçirilmiştir." b) Zeccâc şöyle demiştir: "Burada, "cehr" masdarı, ism-i fail manasında kullanılmıştır. Buna göre âyetin takdiri, "Allah, kötü sözü alenen söyleyeni (mücahiri) sevmez. Ancak zulme uğrayan müstesna" şeklindedir." İkinci Görüş: Bu, istisna-i munkatîdır. Buna göre âyetin manası, "Allahü teâlâ, kötü sözün alenen söylenmesini sevmez. Fakat zulme uğrayan kimse, kendisine yapılan zulmü alenen söyleyebilir" şeklindedir. Zulme uğrayan kimse ne yapar? Bu konuda birkaç izah vardır: 1) Katâde ve İbn Abbas şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, başkasının hoşlanmadığı şeylerm yüksek sesle söylenmesini sevmez. Ancak zulme uğrayan kimsenin böyle yapması müstesna... Çünkü o, kendisine zulmeden kimseye yüksek sesle beddua edebilir. 2) Mücahid: "Ancak mazlumun, kendisine zulmedenin zulmünü açıkça söylemesi müstesna..." demiştir. 3) Gizli ve saklı hallerin açıkça söylenmesi caiz değildir. Çünkü bu, insanların gıybete ve şüpheye düşmelerine sebep olabilir. Ama, zalim olan kimse hariç. Binâenaleyh, onun hırsızlık yaptığını, gasbettiğini söylemek suretiyle zulmünü izhar etmek caizdir. Bu, Esamm'ın görüşüdür. 4) Hasan el-Basrî de, "Kendisine zulmedenden intikam alması müstesna..." şeklinde tefsir etmiştir. Hazret-i Ebu Bekr Ve Âyetin Onun Hakkında İnmesi Bu âyetin Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Çünkü bir kimse, O'nu defalarca kınamış, tenkid etmiş; buna rağmen O ise, hep susmuştu... En sonunda, Hazret-i Ebu Bekir o adama karşılık verince, Hazret-i Peygamber kalkar. Bunun üzerine, Ebu Bekir: "O, beni tenkid ederken sen oturuyordun. Ona karşılık verdiğimdeyse, sen kalktın" deyince, Hazret-i Peygamber şu cevabı verir: "Muhakkak ki bir melek, senin namına ona cevap veriyordu. Sen ona karşılık verdiğin zaman, o melek gitti, onun yerine şeytan geldi... İşte şeytan geldiği zaman, artık ben oturmadım, kalktım." İşte bu hadiseden ötürü bu âyet nazil oldu. Dahhâk, Zeyd İbn Eşlem ve Said İbn Cübeyr gibi bir grup büyük sahabi, zı harfinin fethasıyla (......) şeklinde okumuşlardır ki bu okuyuşa göre bu ifadenin şu iki izahı yapılabilir: a) Hak teâlâ'nın, "Allah, kötü sözün alenen söylenmesini sevmez" buyruğu müstakil bir cümledir. O'nun, "Ancak, zulmeden müstesna..." sözü ise, yukardaki ifadeyle alâkası olmayan bir sözdür. Buna göre kelamın takdiri, "zulmedenler hariç; binâenaleyh onları bırakın, söylesinler" şeklindedir. Ferra ve Zeccac: "Kendisine zulmeden müstesna... Çünkü o, kendine zulmederek ve haddi aşarak alenen kötü söz söylemektedir" demişlerdir. b) Buradaki istisnanın, istisna-i muttasıl olmasıdır ve takdiri, "Zulmeden kimse müstesna.-. Çünkü onun, kendisinin kötülüğünü açıkça söylemesi caizdir" şeklinde olur. Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah semi ve alimdir" buyurmuştur. Bu, müsaade edilen "alenî kötü söz söyleme" hususunda, sınırı aşmadan sakındırmadın Yani "o kimse Allah'dan korksun, doğru olandan başkasını söylemesin, kimseye iftira etmesin. Çünkü o zaman, Allah'a isyan etmiş olur. Halbuki Allah, onun söylediklerini tamamen duyan ve gönlünde sakladıkları şeyleri hakkıyla bilendir" demektir. 149"Eğer bir hayrı açıklar veya onu gizlerseniz, yahut fenalığı affederseniz, şüphe yok ki Allah çok bağışlayladır, , herşeye hakkıyla kadirdir". Bil ki, sayısı çok olmasına rağmen hayırlar, bilhassa şu iki noktada toplanırı 1) Hakka karşı doğru olmak; 2) Halka karşı güzel ahlâklı olmak... Halkı karşı olan hayırlar da bilhassa şu iki noktada toplanmıştır: a) Halka faydalı olmak. b) Onlardan zararı gidermek... Buna göre âyetteki, "Eğer bir hayrı açıklar veya onu gizlerseniz" (yani açıktan veya gizli olarak yaparsanız) buyruğu halka faydalı olma hususuna; "yahut fenalığı affederseniz" ifadesi de, onlardan zararı giderme hususuna işarettir. Binâenaleyh bütün hayırlar ve iyi işler bu iki ifadenin içine girmektedir. Kul, Allah'ın Af Vasfı İle Muttasıf Olmalıdır Sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki Allah çok bağışlayıcıdır, her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili şu izahlar yapılmıştır: 1) İntikam almaya kadir olduğu halde, Allah her iki tarafı da affeder. Binâenaleyh sünnetullaha uymanız (ve sizin de affetmeniz) gerekir. Bu, Hasan el-Baarî'nin görüşüdür. 2) Allahü teâlâ, affeden kimseyi affeder ve ona mükâfaat vermeye kadirdir. 3) Kelbî şöyle der: "Allahü teâlâ, senin günahlarını affetmeye, senin arkadaşını affetmenden daha kadirdir." Allah İle Resulünün Arasını Ayırmaya Çalışanlar 150Âyetin tefsiri için bak:151 151"Allah'ı ve peygamberlerini inkâr eden ve Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyen, "(Bunlardan) kimine inanırız, kimini inkâr ederiz" diyen ve böylece (küfür ile İman) arasında bir yol tutmayı murad eden kimseler (yok mu?) işte onlar gerçek kâfirlerin tâ kendileridir. Biz o kâfirlere hor ve hakir edici bir azab hazırladık". Bil ki Allahü teâlâ, münafıkların yollarından ve metodlarından bahsedince, sözü yahudi ve hıristiyanların yollarına ve onların biribirleriyle olan muhalefetlerine getirerek, bu surenin sonunda, bu hususlarda birçok şeyden bahsetmiştir. Onların bâtıl yollarından birincisi, peygamberlerin bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmamalarıdır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler..." buyurmuştur. Çünkü yahudiler, Hazret-i Musa ile Tevrat'a inanır, Hazret-i İsa ile İncil'i inkâr ederler. Hristiyanlar ise, Hazret-i İsa ile İncil'e inanır, Hazret-i Muhammed ile Kur'an'ı inkâr ederler ve "Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler..." Yani onlar, Allah'a iman ile peygamberlerine imanı biribirinden ayırmak isterler "ve böylece (küfür ile iman) arasında bir yol tutmayı murad ederler." Yani, hepsine birden iman ile hepsini birden inkâr arası orta bir yol tutmayı isterler. O yol da, peygamberlerin bir kısmına iman edip, bir kısmını inkâr etmektir. Sonra Allahü teâlâ, "İşte onlar gerçek kâfirlerin taa kendileridir" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Âyetin başındaki haberi hususunda iki görüş vardır: a) Onun haberi mahzufdur. Sanki, "İşte böyle olanlar, bütün horluk ve hakirliği kendilerinde toplamışlardır" denilmektedir. b) Onun haberi, "İşte onlar gerçek kâfirlerin taa kendileridir" ifadesidir. Şu iki sebepten ötürü, birinci ihtimal daha güzel ve yerindedir: 1) Bu, daha beliğdir. Çünkü cevap (haber) hazfedilince, insanın zihnine, (böylesi insanlar hakkında) hertürlü kusur, hortuk ve hakirlik gelir. Ama bu açıkça belirtilmiş olsaydı, zihin o zaman sadece belirtilen kusurla yetinirdi. 2) "İşte onlar gerçek kâfirlerin taa kendileridir." ifadesi, bir âyet başıdır. Binâenaleyh daha güzel olan, haber ile mübtedanın ayrı âyetlerde bulunmamasıdır. Onlar iki sebepten dolayı gerçekten kâfirler idiler: Peygamberlerden Birini İnkar Etmek , Küfre Götürür 1) Bir insanın peygamber olduğunu gösteren delil, ancakmucizedir. Peygamberlik hususunda bir delil olduğu zaman o delil nerede varsa, orada peygamberliğin de olduğuna kesin inanmak gerekir. Eğer biz, bazı yerlerde bir sıdk (peygamberlik iddiasında doğruluk) olmaksızın mucizenin bulunabileceğini söylersek, mucize ile bir peygamberin doğruluğuna İstidlal etmek güçleşir ve o zaman bütün peygamberleri inkâr etmek gerekir. Binâenaleyh peygamberlerden birinin nübüvvetini kabul etmeyen kimsenin, hepsini inkâr etmiş olacağı sabit olmaktadır. İmdi eğer, "Farzet ki bu, onların bütün peygamberleri inkâr etmiş olmalarını gerektirsin. Fakat bazı ilzamlar, bir insana yöneldiği zaman, bu insanın onu benimsemesi (kabul ediyor olması) gerekmez. Birisinin kâfir olduğunu söylemek başka, küfrü kabul etmek başka birşeydir. Bu insanlar bu küfrü kendileri için iltizam etmedikleri (kabul etmedikleri) zaman, binâenaleyh onların kâfir oldukları nasıl söylenebilir?" denilirse, biz deriz ki: "Birisini küfür ile suçlamak (ilzam etmek), tefekküre ve düşünmeye ihtiyaç duyulacak kadar gizli olduğu zaman, bu husustaki durum, sizin zikrettiğiniz gibidir. Ama ilzam, açık ve vazıh olunca, ilzam ile iltizam (küfür ile suçlama ve küfrü itiraf).arasında bir fark kalmaz." 2) Peygamberlerden birini kabul, eğer Allah'a tâat ve hükmüne İnkıyad için ise, bütün peygamberleri kabulü gerektirir. Fakat bu, riyaset elde etmek arzusu ile ise, o takdirde bütün peygamberleri inkâr manasına gelir. Âyetteki ifadesi hakkında iki izah şekli vardır: 1) Bu "Zeyd senin gerçekten kardeşindir" sözündeki gibi, mansubtur. Buna göre takdir: "Ben sana bunu gerçek bir haber olarak haber verdim" şeklinde olur. 2) İfâdenin takdiri, "İşte bunlar, gerçekten inkâr etmiş olan kâfirlerin taa kendileridir" şeklindedir. Vahidî bu görüşü tenkid ederek, "küfür hiçbir surette "hak" (gerçekten) olamaz" demiştir. Buna şöyle cevap verilir: "Buradaki "hak" kelimesi ile, "kâmil, eksiksiz, tam" manası murad edilmiştir. Buna göre bu ifade, "İşte bu kimseler, kâmil, tam, kesin ve gerçekten küfre girmiş olan kâfirlerin taa kendileridir" manasındadır. İnanıp Amel Edenler, Kurtuluşa Ererler 152Bil ki Hak teâlâ vaîdinin (tehdidinin) peşinden vaadini zikrederek şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve peygamberlerine iman edip, onlardan birini diğerinden ayırmayanlara (gelince), Allah onların mükâfaatını kendilerine verecektir. Allah gafur ve rahimdir" Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır: Hak teâlâ burada, tefrik etmek (arasını ayırmak), iki veya daha fazla şey arasında olacağı halde, "onlardan hiçbirinin arasını ayırmayanlar" buyurmuştur. Bunun sebebi şudur: (......) kelimesi hem müfred, hem cemî, hem müennes, hem müzekker olabilen bir lafızdır. Ayrıca şu iki husus da buna delalet etmektedir: a) Burada, istisnanın yapılabilir olması. b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey peygamber hanımları, siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsinizt"(Ahzab.32) âyeti...Bunu anladığına göre, âyetin takdiri, "Onlardan ikisinin veya onların arasını ayırmayanlar" şeklinde olur. İkinci Mesele Alimlerimiz, affın bulunduğu ve ihbatın da olmadığı hususunda bu âyete tutunmuşlar ve şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ, Allah ve resullerine iman eden kimselere, ecirlerini vereceğini vaadetmiştir. Bundan anlaşılan ise, Cenâb-ı Hakk'ın o kimselere, imandan ötürü ecirlerini vermiş olduğudur. Aksi halde bu âyet, iman etmeye teşvik etmez, buna elverişli olmazdı. Bu ise, ihbatın olmayacağına, keza affın ve cehenneme sokulduktan sonra oradan çıkarılmaya dair kesinkes hüküm vermeyi gerektirir. Üçüncü Mesele Hafs'ın rivayetine göre, Asım, zamir Allah'a raci olmak üzere, fiili yâ harfiyle, (......) diğerleri ise nûn harfiyle (......) okumuşlardır. Nun ile okumak, şu iki bakımdan daha evlâdır: a) Bu okuyuş, azamet ifade eder. b) Böyle okumak, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazırladık..." ifadesine de uygun düşmektedir. Dördüncü Mesele Cenâb-ı Hakk'ın "Allah, onların mükâfatını kendilerine verecektir" ifadesinin manası, "Her ne kadar geri bırakılmış ise de, Allah'ın vermesi mutlaka tahakkuk edecektir" şeklindedir. Bundan maksat, vaadi te'kid edip, onun muhakkak olacağını bildirmektir; yoksa onun sonraya kalacağı hususu değildir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah gafur ve rahimdir" buyurmuştur. Bundan murad şudur: Allahü Teâlâ onlara, mükâfaat vere vaadetmiş, bundan sonra da onlara, günahlarından vazgeçip, onları affederek bağışlayacağını haber vermiştir. Yahudilerin Bozuk Gaye İle Mucizeler İstemeleri 153Âyetin tefsiri için bak:154 154"Ehl'i kitap, senin, üzerlerine gökten bir kitap indirmeni isterler. Nitekim onlar Musa'dan, daha büyüğünü istemişler ve "Allah'ı açıktan bize göster" demişlerdi. İşte zulümleri yüzünden onları yıldırım çarpmıştı. Bilahare kendilerine bunca açık âyetler ve deliller geldikten sonra da, buzağıyı (Tanrı) edinmişlerdi. Nihayet biz, bunları atfetmiştik, diz Musa'ya apaçık bir hüccet verdik. Misaka bağlanmaları için: "Tûr"u üzerlerine kaldırmış, onlara: "O kapıdan, hepiniz secdeye kapanır halde girin" demiş, cumartesi günü hakkında da "(Av yaparak) haddi aşmayın (diye) söylemiş, kendilerinden (bu hususlarda) ağır teminat almıştık" Gökten Yazılmış Kitap Getirmesini İstemeleri Bil ki, yahudilerin cehaletlerinin ikinci çeşididir. Çünkü onlar şöyle demişlerdi: "Eğer sen, Allah katından gönderilen bir peygamber isen, tıpkı Musa'nın, levhaları getirdiği gibi, sen de bize gökten bir kitap getir..." Onların şöyle talepte bulundukları da rivayet edilmiştir: Onlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, kendilerine, gökten falancaya ve filancaya, kendisinin Allah'ın resulü olduğuna dair bir kitap indirmesini istemişlerdir. Yine, "İnerken, kendisini bizzat görebileceğimiz bir kitap indir" şeklinde talepte bulundukları da rivayet edilmiştir. Onlar bu tür mucizeleri, Hazret-i Peygamber'i zor durumda bırakmak için istemişlerdir. Çünkü Hazret-i Peygamber'in mucizeleri daha önce tahakkuk etmiş ve gerçekleşmişti. Binâenaleyh fazlasını istemek, işi yokuşa sürmek manasına gelirdi. Vaktiyle Hazret-i Musa'yı Yahudilerin Üzmeleri Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nitekim onlar Musa'dan daha büyüğünü istemişler..." buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, her ne kadar bu istek Hazret-i Musa zamanında onların ecdadlarından sâdır olmuşsa da (ki bu talepte bulunanlar yetmiş kişiden meydana gelen temsilciler (nakibler) idiler), bu istekte bulunmayı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında bulunan yahudilere nisbet etmiştir. Çünkü bunlar da onların yolundan gidiyor, onların bu tür isteklerini kabulleniyor ve Hazret-i Muhammed'i güç durumda bırakma hususunda, onların adeta aynı tutumunu takınıyorlardı. Bil ki bu âyetten maksat, onların huy edinmiş oldukları, peygamberleri zora sokma, sıkıntıya duçar etme ve hakkı kabul etmeme gibi huylarını ortaya koymaktır. Sanki şöyle denilmek istenmiştir: Hazret-i Musa'ya gökten bir kitap inince, onlar bu kadarıyla yetinmemiş, aksine Hazret-i Musa'dan, bizzat o kitabın inişini görmeyi istemişlerdi. Bu da, onların kendilerine kitap indirilmesini istemelerinin, doğruya ulaşıp hakkı bulmak maksadıyla değil, aksine sırf inadları yüzünden olduğunu gösterir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Allah'ı açıktan bize göster" demişlerdi. İste zulümleri yüzünden onları yıldırım çarpmıştı" buyurmuştur. Biz bu kıssayı, Bakara suresinde anlatmış, tefsir etmiştik. Mutezilenin bu âyet ile ru'yetin olmayacağı hususunda istidlal etmesine biz yine orada cevap vermiştik. Yahudilerin Buzağıya Tapmaları Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bilahare kendilerine bunca açık âyetler ve deliller geldikten sonra da, buzağıyı (Tanrı) edinmişlerdi" buyurmuştur. Bunun manası onların alabildiğine cahil olduklarını ve küfürde diretip ısrar ettiklerini beyan etmektir. Çünkü onlar, kendilerine Tevrat indirildikten sonra, Allah'ı açıkça görme talebiyle yetinmemiş, bilakis buna buzağıya tapma cürmünü de katmışlardır ki, işte bu onların, hakkı ve dini talep etmekten son derece uzak olduklarına delalet eder. Beyyinât (Belgeler)den Maksad O'nun, "Bilahare kendilerine, bunca açık âyetler geldikten sonra..." ifadesindeki ifadesiyle birçok şey kastedilmiştir: Birincisi: Allahü teâlâ, onlara gösterdiği yıldırımı, beyyinât, yani açık deliller kılmıştır. Çünkü "saika" her ne kadar tek bir şey olsa dahi, o, Allah'ın kudretine, ilmine, kadîm olduğuna, cisim ve arazlara benzemediğine ve nübüvvet konusunda Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın sıdkına delalet etmiştir. İkincisi: "Sâika"yı indirip böylece onları öldürdükten sonra, onları tekrar diriltmesidir. Üçüncüsü: Onlar, Hazret-i Musa'nın, Firavun zamanında ortaya koyduğu mucizeleri müşahede ettikten sonra da buzağıya tapınışlardır. Bu mucizeler, Hazret-i Musa'nın asası, yed-i beyza, denizin yarılması ve diğer aşikâr mucizelerdir. Buna göre âyetin maksadı şudur: "Ey Muhammed! Onlar senden, kendilerine gökyüzünden bir kitap indirmeni istiyorlar. Bil ki onlar senden bunu sırf bir inad ve karşı koymak olsun diye istemişlerdir. Çünkü Hazret-i Musa onlara böyle bir kitabı ve diğer ezici ve kahir mucizeleri indirmiş; ama sonra onlar inadlaşarak, O'ndan, Allah'ı açıkça kendilerine göstermesini istemiş, böylece de buzağıya tapmaya yönelmişlerdi. İşte bütün bunlar onların cibilliyetlerinin karşı koyma, inadlaşma ve haktan uzaklaşma şeklinde olduğuna delâlet etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'Biz onların, buzağıya tapmalarından dolayı köklerini kazımayıp, bilakis onları affettik ve Musa 'ya da apaçık bir hüccet verdik" buyurmuştur. Yani, "Hazret-i Musa'nın kavmi, her ne kadar karşı koymuş ve inadlaşmada ileri gitmişlerse de, biz o Musa'ya yardım ettik ve O'nu kuvvetlendirdik. Böylece Musa'nın işi, nübüvvet davası büyüyüp gelişti, hasmı ise gücünü ve kuvvetini kaybetti" demektir. İşte bu ifadede, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, o kâfirlerin, her ne kadar kendisine karşı inad edip direnseler bile, sonunda O'nun onlara hükümran olup, onları ezeceğine bir dikkat çekme ve işaret etme yoluyla bir müjde vardır, Yahudilerin Diğer Saçmalıkları Sonra Cenâb-ı Hak, onların diğer cahilliklerini ve bâtıl fikirlerindeki ısrarlarını nakletmiştir. Bunların birincisi şudur: Allahü teâlâ, onlardan almış olduğu "ahd" sebebiyle, Tûr'u (dağı) onların üzerine kaldırmıştır. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır: a) Onlar, dinden dönmeyeceklerine dair söz vermişlerdi. Sonra da, bu misaklarından vazgeçerek dinden dönmeye niyetlenmişlerdi... İşte bunun üzerine Allahü teâlâ, korksunlar da, böylece ahidlerini bozmasınlar diye, onların üzerine dağı yükseltti. b) Onlar Tevrat'ın hükümlerini kabulden kaçındılar da, onu kabullensinler diye, Cenâb-ı Hak, onların üzerine dağı kaldırdı. Buna göre âyetin manası, "Dini kabul edeceklerine dair söz versinler diye, onların üzerine dağı kaldırdık" şeklinde olur. c) Onlar, dinden rücû etmeleri halinde, Allahü teâlâ, dilediği herhangi bir azab ile kendilerine azab etmesine dair söz vermişler, ahidde bulunmuşlardı. Binâenaleyh onlar, dinlerini terk etmeye yeltenince, Allahü teâlâ Tûr'u onların üzerine gölgeledi, yükseltti. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "Misaka bağlanmaları için, "Tûr"u üzerlerine kaldırdık" buyruğundan maksad budur. Kapıdan Girişte Emre Aykırı Davranmaları Bunların ikincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, , onlara, "o kapıdan, hepiniz secdeye kapanır halde girin" dedik" ifadesidir. Bunun izahı Bakara suresinde geçmişti. Cumartesi Hükmüne Muhalefetleri Üçüncüsü ise, O'nun "Cumartesi günü hakkında da, "(Av yaparak) haddi aşmayın" (diye) söylemiş, kendilerinden (bu hususlarda) ağır teminat almıştık" ifadesidir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele O'nun, "Cumartesi günü hakkında da "(Av yaparak) haddi aşmayın" buyruğu ile alâkalı şu iki izah yapılmıştır: a) O günde, balık avlamak suretiyle haddi aşmayınız. Vahidî şöyle demektedir: "Ona zulmetti ve haddi aştı" manasında olarak denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra onlar da, haddi aşarak Allah'a söverler" (Enam, 108)âyeti de böyledir. b) "Cumartesi günü sağa sola koşmayın, hareket etmeyin..." Buna göre (......) kelimesi, sıçramak, seyirtmek ve koşmak manasında olan (......) kelimesinden iştikak etmiş olur ki, bundan maksat, onları cumartesi gününde çalışmaktan, iş yapmaktan men etmektir. Buna göre sanki onlara Cenâb-ı Hak, "Bu günde yerinizden kıpırdamayınız, evlerinizde oturup kalınız... Çünkü ben Rezzak'ım..." demek istemiştir. İkinci Mesele Nâfi, aynın sükûnu, dal harfinin de şeddesiyle (......) şeklinde okumuş, manasını murad etmiştir. Bu kıraatin delili ise Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun, içinizden cumartesi günü hadditaşanları, muhakkak bilmişsizdir..." (Bakara, 65) âyetidir. Bu âyette bizzat bu fiilin "ifteale" babı kullanılmıştır. Sonra mahreçleri yakın olduğu ve bir de dal harfinde cehr sıfatı ta harfinden daha fazla olduğu için, ta harfi dal harfine idğam edilmiştir. Nahivcilerin pek çoğu, ikincisi idğam edilip, birincisi de harf-i lîn olmadığı zaman, iki sakin harfi aynı anda bir kelimede kullanmayı hoş karşılanmamışlardır. Mesela (......) ve (......) (canlı hayvan; genç) kelimeleri gibi... Bu nahivcilere, "kıraatçiler, med, harekeden bedel olur, diyorlar" denilir. Verş, Nafi'nin ayn harfinin fethası, dal harfinin de şeddesi ile (......) şeklinde okuduğunu rivayet etmiştir. Bu böyledir, zira ta harfi dal harfine idğam edildiğinde, tâ harfinin harekesi ayn harfine verilir. Diğer kıraat imamları ise, aslı üzere, dal harfinin dammesi, ayn'ın da sükunu ile, (......) şeklinde okumuşlardır. Üçüncü Mesele Kaffâl (r.h): "Misak-ı galiz, son derece kuvvetli ahd, misak demektir" demiştir. Bu da Tevrat olduğunu iddia ettikleri kitaplarında açıkça yer almaktadır. Muhtelif Suçları Sebebiyle Yahudilerin Lanetlenmeleri 155Âyetin tefsiri için bak:158 156Âyetin tefsiri için bak:158 157Âyetin tefsiri için bak:158 158"(Fakat) onların o sağlam sözleri bozmaları, Allah'ın âyetlerini inkâr ederek kâfir olmaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve, "kalblerimiz perdelidir" demeleri sebebiyle(dir ki biz kendilerine lanet ettik). Hayır, Allah onların kalbleri üzerine, küfürleri yüzünden mühür basmıştır. Artık onlar, birazı müstesna olmak üzere, İman etmezler. Bir de onların inkâr ile kâfir olmaları, Meryem'in aleyhinde büyük iftira atıp söylemeleri ve "Biz, Allah'ın peygamberi, Meryem oğlu Mesîh İsa'yı öldürdük" demeleri sebebiyledir. Halbuki onlar onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine (öldürülen ve asılan adam, İsa) gibi gösterildi. Hakikaten O'nun hakkında ihtilâfa düşenler de, bu hususta bir şekk içindedirler. Onların buna ait hiçbir bilgileri yoktur, ancak zanna uymaktadırlar. Onu yakînen öldürmemişlerdir. Bilakis Allah, O'nu, kendisine yükseltmiştir. Allah azız ve hakimdir". Bu âyetlerle ilgili birkaç mesele vardır: Sözüyle İlgili Ahidlerin Bozma Suçu O'nun, "(Fakat) onların o sağlam sözleri bozmaları sebebiyle.." ifadesindeki "bâ" harf-i ceninin mütealtakının ne olduğu hususunda şu iki görüş eleri sürülmüştür. a) Bunun müteallak, mahzuf olup, takdiri, "Onların, ahidlerini bozmaları, şunu ve yapmaları sebebiyle onlara lanet ettik, onlara gazabta bulunduk" şeklindedir. Müteallakının hazfedilmiş olması, daha manalıdır. Çünkü hazfedilmesi durumunda zihin, hertürlû manayı düşünebilir. Hazfedilen müteallakın bu çeşit kelimeler olduğunun delili ise, "Âyette bahsedilenlerin, zemm sıfatlarından" olmasıdır. Böylece bunlar, lanete ve gazaba delalet etmiş olurlar. b) Bâ harfinin müteallakı, "Yahudilerden bir zulüm sebebiyle, biz, (evvelce) kendileri için helal kılınmış olan temiz ve güzel şeyleri, üzerlerine haram ettik" (Nisa, 160)âyetidir. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür. Zeccâc Cenâb-ı Hakk'ın, "Yahudilerden bir zulüm sebebiyle..." âyetinin, "...bozmaları sebebiyle" (Nisâ, 155) ifadesinden bedel olduğunu iddia etmiştir. Bil ki, birinci görüş daha münasiptir. Buna şu iki husus da delâlet etmektedir: a) Hak teâlâ'nın, (Fakat) onların o sağlam sözleri bozmaları sebebiyle.." buyruğu ile, "Bir zulüm sebebiyle.." (nisa, 160) ifadesi, birbirinden çok uzaktır. Binâenaleyh, onları birbirinden bedel kılmak uzak bir ihtimaldir. b) Zikredilen o suçlar, hakikaten son derece büyüktür. Çünkü onların Allah'ı inkâr edip peygamberleri öldürmeleri ve "kalblerimiz perdelidir" diyerek, mükellefiyeti inkar etmeleri son derece büyük günahlardır. Büyük günahlara, büyük cezaların verilmesi gayet uygun düşer. Halbuki yenilen bazı şeyleri haram kılmak, hafif bir cezadır. Binâenaleyh, bunun o büyük suçlarla alâkalı kılınması, yerinde ve uygun değildir. İkinci Mesele Alimler Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki zaid, yani tezyin için olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Buna göre kelamın takdiri, (......) şeklinde olur. Biz bu meseleyi, O'nun (......) (Al-i imran. 159) âyetinin tefsirinde iyice incelemiştik. Peygamberleri Öldürüp Benliklerine Güvenmeleri Allahü teâlâ bâ harfini, birkaç şeyin başına getirmiştir: a) Ahdi bozmak... b) Allah'ın âyetlerini inkâr etmek. Ki bundan maksat, onların mucizeleri inkâr etmeleridir... Biz daha önce, "Herhangi bir resulün herhangi bir mucizesini inkâr eden bir kimsenin, bütün peygamberlerin bütün mucizelerini inkâr etmiş olacağını" izah etmiştik. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, o yahudiler hakkında, "Allah'ın âyetlerini (mucizelerini) inkâr ediyorlar" hükmünü vermiştir. c) Haksız yere (zulmen) peygamberleri öldürmek... Biz bu hususu da Bakara sûresinde (Âyet, 61) izah etmiştik. d) Onların, "Bizim kalblerimiz perdelidir" demeleridir... Kaffal bu hususta şu iki açıklamayı yapmıştır: 1) (......) kelimesi (çerde, örtü, gılaf) kelimesinin çoğuludur. Kelimenin aslı ise, lâm harfinin harekesiyle dür. Böylece lâm sakin kılınarak, kelimenin telâfuzu kolaylaştırılmıştır. Bu tıpkı tâ ve sin harflerinin sükûnuyla (kitaplar) ve (peygamberler) denilmesi gibidir. Buna göre mana, "Onlar, bizim kalblerimiz gılaflıdır" demişlerdir. Yani, "Bizim kalblerimiz ilim ile dolu olup, binâenaleyh bizim, bizde bulunanın dışındaki ilme ihtiyacımız yoktur" demektir. İşte böylece onlar, bu sözleriyle peygamberleri yalanlamışlardır. 2) (......) kelimesi, (......) kelimesinin çoğuludur. Bu kelime de, örtüyle örtülüp kapanmış demektir. Buna göre mana, "Onlar, "Bizim kalblerimiz örtüler içindedir. Binâenaleyh, sizin dediklerinizi anlamaz " demişlerdir" şeklinde olur. Bunun benzeri bir ifade de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, "Bizi kendisine da'vet edegeldiğin şeyden kalblerimiz örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır" dediler" (Fussilet, 5) âyetinde naklettiği husustur. İnkarcılıkları Sebebiyle Kalblerinin Mühürlenmesi Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'Hayır, Allah onların kalbleri üzerine, küfürleri yüzünden, mühür basmıştır" buyurmuştur. Eğer biz, geçen âyeti birinci manaya hamledersek, o zaman bu ifadenin manası, "Allahü teâlâ, onların, kalplerinin ilim kapları olduğu iddiasını yalanlamış ve kalblehni mühürleyip tıpaladığını; binâenaleyh, tebliğ ile beyânın tesirinin bu kalblere ulaşmayacağını beyân etmiştir" şeklinde olur. Bu mana, bizim mezhebimize uygun düşer. Ama, geçen âyeti ikinci manaya hamledersek, bu âyetin manası, "Allahü teâlâ onların kalblerinin örtüler ve kılıflar içinde bulunduğu iddialarının yalan olduğunu beyan etmiştir" şeklinde olur ki, bu da Mutezile nin mezhebine uygun düşmektedir. Ancak ne var ki birinci izah şekli daha uygun ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Hayır, Allah onların kalbleri üzerine, küfürleri yüzünden, mühür basmıştır" beyânına da mutabıktır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Artık onlar, birazı müstesna olmak üzere, iman etmezler" yani "onlar, sadece Hazret-i Musa'ya ve Tevrat'a inanırlar" buyurmuştur. Bu, onların kendi iddia ve zanlarına göre, onlardan verilen bir haberdir. Yoksa herhangi bir peygamberin tek bir mucizesini bile inkâr edenin, hiçbir peygambere iman etmiş olamayacağını daha önce beyân etmiştik. İnkârları ve Hazret-i Meryem'e İftira Atmaları e) Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir de onların inkâr ile kâfir olmaları, Meryem'ınaleyhine büyük iftira atıp söylemeleri (sebebi ile)..." ifadesi... Bil ki onlar, Allah'ın babasız bir çocuk yaratmaya kadir olduğunu inkâr ettikleri için, Meryem'e zina iftirasında bulunmuşlardı. Halbuki Allah'ın, buna kadir olduğunu inkâr eden, kâfir olur. Çünkü bununla şöyle demiş olur: "Her doğan çocuk, hiç yoktan değil, bir babadan meydana gelmiştir." Bu söz ise, âlemin ve zamanın kadîm olduğuna inanmayı ve irade sahibi hür bir Tanrı'nın varlığına dit uzatmayı gerektirir. Bu yahudiler, hiç şüphe yok ki önce Allah'ın, babasız bir çocuk yaratmaya kadir olduğunu inkâr etmişler, ikinci olarak da Hazret-i Meryem'e zina fiili nisbet etmişlerdir. Buna göre, Allah'ın, "İnkârları ile kâfir olmaları (sebebi ile)" sözüyle, onların kudret-i ilâhiyi inkârları; "Meryem'in aleyhine büyük iftira atıp söylemeleri..." ifadesiyle de, Hazret-i Meryem'e zina nisbet edişleri kastedilmiştir. İki şey birbirinden başka olunca, bunarın birbiri üzerine atfedilmesi güzel ve yerinde olmuştur. Yahudilerin, Hazret-i Meryem hakkındaki bu iddiaları, büyük bir iftira kabul edilmiştir. Zira Hazret-i İsa (aleyhisselâm) doğarken, Hazret-i Meryem'in her türlü kusur ve günahtan uzak olduğuna delâlet eden birçok keramet ve mucize zuhur etmiştir. Meselâ, "Hurma ağacını kendine doğru silk, üstüne derilip toplanmış taze hurma dökülecektir" (Meryem, 26) âyetinde anlatılan husus ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın. henüz annesinden yeni doğmuş bir çocuk iken konuşması gibi... Binâenaleyh bu delillerin her biri, Hazret-i Meryem'in her türlü şüpheden uzak olduğunu kati olarak gösterir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, yahudilerin O'nun hakkındaki ta'nlarını "büyük bir iftira" olarak ifade etmiştir. Allah, aynı şekilde münafıkların Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha) hakkındaki ta'nlarını da "Hâşâ, bu, büyük bir iftiradır" (Nur, 16) diyerek, "büyük bir iftira" olarak tavsif etmiştir. İşte bu da, Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha)'yi ta'n eden Rafızîlerin, Hazret-i Meryem'e ta'n eden yahudiler gibi olduklarını gösterir. Hazret-i İsa'yı Öldürdüklerini İddia Etmeleri f) Hak teâlâ'nın ve, "Biz, Allah'ın peygamberi, Meryem oğlu Mesih İsa'yı öldürdük" demeleri sebebiyledir" ifadesidir. İşte bu da, onların inkârlarının çok büyük olduğuna delâlet eder. Çünkü onlar, "Biz, bunu yaptık" demişlerdir. İşte bu söz, onların Hazret-i İsa'yı öldürmeye istekli olup, bu hususta çalışıp çabaladıklarına delâlet eder. Hiç şüphe yok ki bu kadarı bile, büyük bir küfürdür. Eğer, "Yahudiler, Hazret-i İsa'ya inanmıyorlar, O'na düşmandırlar. O'nu bile bile öldürmek istemişler ve O'na, "sihirbaz kadının oğlu olan sihirbaz", "zinâkarın oğlu" demişlerdir. Binâenaleyh onlar niçin, "Biz, Allah'ın peygamberi Meryem oğlu Mesih İsa'yı öldürdük" desinler?" denirse, buna iki şekilde cevap veririz: 1) Onlar, bunu istihza yollu söylemişlerdir. Nitekim Firavun, Hazret-i Musa hakkında "Size gönderilen (bu) peygamberiniz mutlak delidir" (şuara, 27); Kureyş kâfirleri de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında, "Ey kendisine zikir (Kur'ân) indirilen, hiç şüphesiz ki sen bir delisin" (Hicr, 6) demişlerdir. 2) Allahü teâlâ'nın, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın şanının, onların söylediklerinden yüce olduğunu belirtmek için, onların sözünü naklederken, kullandıktan kötü ifadeler (vasıflar) yerine, güzel vasıflan koymuş olması caizdir. Hazret-i İsa'yı Öldürmüş Değildirler Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Halbuki onlar, onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine, (öldürülen ve asılan adam İsa) gibi gösterildi" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, yahudilerin, Hazret-i İsa'yı öldürdükleri iddialarını nakledince, bu iddialarında yalanlamış ve "Halbuki onlar, O'nu öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine, (öldürülen ve asılan adam, İsa) gibi gösterildi" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki sual bulunmaktadır: Birinci Sual: Âyetteki, (gibi gösterildi) ifadesinin nâib-i faili nedir? Eğer sen bunun, "Mesîh" olduğunu söylersen, bil ki o, "müşebbeh" (benzetilen) değil, "müşebbehün bin" (kendisine benzetilen)dir. Yok eğer sen, bunun nâib-i failinin, öldürülen adam olduğunu söyleyecek olursan, bu nasıl olabilir ki, daha önce ondan hiç bahsedilmemiştir? Buna şu iki şekilde cevap verilir: 1) Bunun nâib-i faili, (......) câr-mecrurudur. Bu tıpkı, "Ona öyle gösterildi" sözünde olduğu gibidir. Buna göre sanki, "Fakat onlara, bir şüphe geldi" denilmiştir. 2) Bunun nâib-i faili, öldürülen adama râcî olan mahzuf (......) zamiridir. Çünkü âyetteki "Onlar onu öldürmediler" buyruğu, bir başkasının öldürüldüğünü göstermektedir. Binâenaleyh öldürülen o başka adam, bu yolla adeta zikredilmiş gibidir. Bu sebeple de onun, ili (gibi gösterildi) fiilinin nâib-i faili olması, güzel ve yerinde olmuş olur. "Birinin Benzerinin Yapılması Safsataya Yol Açar" İtirazı İkinci Sual: Eğer, "Allah, bir insanın şeklini, bir başkasına verebilir" denilmesi caiz olursa, bu safsata (şüphe ve karışıklık) kapısını açar. Çünkü o zaman, biz Zeydl gördüğümüzde, "Bel ki de o Zeyd değildir. O, kendisine Zeyd'in şekli verilmiş birisidir" denilir. Bu durumda da ne nikâh, ne talâk ve ne de mülkiyet, güvenilir bir şey olmaz. Yine bu mütevatir rivayetin de tenkid edilmesi neticesine götürür. Çünkü tevatür derecesine ulaşan haberler, en sonunda, elle tutulan gözle görülen bir şeye dayanmış olması şartıyla, kesin ilim ifade eder. Binâenaleyh bu tür şüphelerin (yanılmaların), gözle görülen şeylerde ele olabileceğini söylediğimizde, mütevatir habere de tenkid yönelmiş olur ki, bu bütün şeriatı cerhetme kapısını açar. Hiç kimse, "Bu, peygamberlerin zamanına mahsustur" diye, buna cevap veremez. Çünkü o zaman deriz ki, "Eğer bu söylediğiniz şey doğru olsaydı, hem aklî, hem de nakîî delil ile bilinirdi. Binaenaleyh o aklî ve naklî delili bilmeyen herkesin, hissedilen şeylerin (maddî şeylerin) kat'î olduğunu söylememesi ve hiçbir mütevatir habere itimad etmemesi gerekir. Yine hem zamanımızda, mucize kapısı kapanmış ise de, keramet yolları açıktır." İşte bu durumda, zikredilen ihtimal bütün zamanlar için söz konusu olur. Velhasıl bu kapıyı açmak, mütevatir rivayeti kabul etmemeyi gerektirir. Bu ise, bütün peygamberlerin, peygamberliğini kabul etmemeye yol açar. Binâenaleyh işte bu, usulü (temeli) kabul etmemeye götüren, fer'î bir meseledir. Bundan dolayı kabul edilmez? Buna şöyle cevap verilir: Bu hususta alimlerin şu gibi değişik izahları vardır: Birinci İzah: Kelâmcıların çoğu şöyle demişlerdir: "Yahudiler, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'yı öldürmek istediklerinde, Cenâb-ı Hak, O'nu göğe kaldırdı. Bunun üzerine yahudilerin başkanları, halk arasında bir karışıklık çıkmasından korktular ve bir adamı yakalayıp öldürdüler, sonra da çarmıha gerdiler. Sonra halka O'nun Mesih İsa (aleyhisselâm) olduğu imajını verdiler. Halk İsa (aleyhisselâm)'nın ancak, adını biliyordu. Çünkü O, insanların içine fazla karışmazdı. İşte bu izaha göre, o soru zail olmaktadır. Buna karşı, "Hristiyanlar, atalarından Hazret-i İsa'yı ölmüş olarak gördüklerini rivayet ettiklerini nakletmişlerdir" de denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: "Hristiyanlara göre tevatür, yalan üzerinde ittifak etme ihtimali de bulunan, az sayıda insandan meydana gelen bir topluluğa dayanır." Hazret-i İsa'yı Öldürmek İsteyenin, Ona Benzetilerek Öldürülmesi İkinci İzah: "Allahü teâlâ, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın şeklini, başka bir insana vermiştir." Bu izaha göre de değişik açıklamalar yapılmıştır: a) Yahudiler, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın, arkadaşları (havarileri) ile birlikte falancanın evinde olduğunu öğrenince, yahudilerin reisi olan Yahûza, avânesinden Taytâyus isminde bir adama, O'nun yanına girip, öldürmek için O'nu o evden çıkarmasını emretmişti. Bu adam, Hazret-i İsa'nın yanına girince, Cenâb-ı Allah Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'yı, evin tavanından göğe yükseltmiş ve Taytfiyus'a, Hazret-i İsa'nın şeklini vermiş. Binâenaleyh yahudiler, onu Hazret-i İsa zannederek, çarmıha germiş ve öldürmüşlerdir. b) Yahudiler, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'yı takip için bir adam görevlendirdiler. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) dağa çıktı ve oradan göğe yükseltildi. Hak teâlâ, o gözetleyici adama Hazret-i İsa'nın şeklini verdi ve yahudiler onu, "Ben, İsa değilim" dediği halde, öldürdüler. c) Yahudiler, Hazret-i İsa'yı yakalamayı kafalarına koymuşlardı. Hazret-i İsa'nın yanında on havarisi vardı. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) onlara, "Kim, kendisine benim suretim verilmesi karşılığında, cenneti satın almak ister" dedi. İçlerinden birisi, "Ben..." dedi. İşte bunun üzerine, Allahü teâlâ, ona Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın şeklini verdi. O, evden çıkarılıp öldürüldü. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) göğe kaldırıldı. d) Hazret-i İsa'nın havarilerinden olduğunu iddia eden bir münafık vardı. Bu münafık, yahudilere gidip Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın yerini onlara haber verdi. Bu adam, yahudilerle birlikte, Hazret-i İsa'yı yakalamak için içeri girdiklerinde, Allahü teâlâ, Hazret-i İsa'nın şeklini o adama verdi. Böylece bu adam öldürüldü ve çarmıha gerildi. İşte bütün bunlar, birbirine zıt olan ve birbirini nakzeden açıklamalardır. İşlerin hakikatini en iyi Allah bilir. Hristiyanlar Hazret-i İsa'nın Akibeti Hakkında Kesin Bilgiye Sahip Değildirler Sonra Cenâb-ı Allah, "Hakikaten onun hakkında ihtilafa düşenler de, bu hususta bir şekk içindedirler. Onların buna alt hiçbir bilgileri yoktur, ancak zanna uymaktadırlar" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili İki mesele vardır: Birinci Mesele Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, 'Hakikaten onun hakkında ihtilafa düşenlerde..." buyruğunda, bu ihtilafa düşenlerin kimler olduğu hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür: Birinci Görüş: Bunlar, hristiyanlardır. Bu böyledir, çünkü onların hepsi, yahudilerin Hazret-i İsa'yı öldürdükleri hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak ne var ki hristiyan grupların en büyükleri üçtür: Nestûriyye, Melkâniyye ve Ya'kûbiyye... Nestûriyye Mezhebinin İnancı Nestûriyye, Hazret-i İsa'nın, manevi yönden (lâhût) değil, maddî (nâsût) bakımından çarmıha gerildiğini iddia etmiştir. Feylesofların ekserisi de, bu görüşe yakın görüşler rivayet ederek şöyle demişlerdir: Çünkü insanın, sadece beden heykelinden ibaret olmayıp, aksine onun bu bedene nisbet edilmiş ya şerefli bir cisim veyahut da onun zatında, mücerred ve ruhanî bir cevher olup, bu bedende faaliyette bulunduğu sabit olmuştur. Binâenaleyh, öldürülme hadisesi sadece bu beden heykeli üzerinde tahakkuk etmiştir. Ama hakikatte Hazret-i İsa (aleyhisselâm) demek olan nefs üzerinde ise, öldürülme hadisesi cereyan etmemiştir. "Her insan böyledir, o halde bunu Hazret-i İsa'ya tahsis etmenin manası nedir?" de denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: O'nun nefsi, kudsî, ulvî, semavî, ilahî nurlarla alabildiğine aydınlanmış ve meleklerin ruhuna iyice yaklaşmıştır. Nefs, her ne zaman böyle olursa O'nun, öldürülme ve bedeninin harab edilmesi sebebiyle, büyük acılar duyması düşünülemez. Çünkü böylesi bir nefs, bedenin zulmetlerinden ayrılıp, göklerin enginliklerine ve celal aleminin nurlarına doğru yöneldiğinde, işte orada onun sevinci ve mutluluğu alabildiğine büyür, muazzam olur. Bütün bu hallerin her insan için tahakkuk etmediği, hatta Hazret-i Adem'in yaratılışından, Kıyametin zamanına kadar çok az sayıdaki şahıslar için tahakkuk ettiği malum olan bir keyfiyettir. İşte bu halin Hazret-i İsa'ya tahsis edilmesinin anlamı budur. Melkâniyye Mezhebinin İnancı "Öldürme ve haça germe işi, onun lâhûtuna ulaşmıştır. Fakat bu, doğrudan doğruya olmayıp ihsas ve şuur (hissetme) suretiyle gerçekleşmiştir" denmiştir. Ya'kûbiyye Mezhebinin İnancı Ya'kûbiyye ise, "öldürme ve çarmıha germe işi, iki cevherden meydana gelmiş tek bir cevher olan Mesih'te meydana gelmiş, vuku bulmuşlardır" demişlerdir. İşte bu konuda hristiyan mezheplerinin izahı bundan ibarettir ki, Hak teâlâ'nın, "Hakikaten onun hakkında ihtilafa düşenler de, bu hususta bir şet içindedir" buyruğundan da bu kastedilmiştir. İhtilafa Düşenlerin Yahudiler Olması İkinci Görüş: İhtilafa düşen bu kimseler yahudilerdir. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır: a) Yahudiler, Hazret-i İsa'ya benzeyen şahsı öldürünce, bu benzerlik öldürülen şahsın sadece yüzünde tahakkuk etmiş, Hazret-i İsa'nın bedeninin sureti, öldürülen bu şahsın bedeninde tahakkuk etmemiştir. Onlar bu şahsı öldürüp onun bedenine baktıklarında, "Yüzü, İsa'nın yüzü; ama beden, onun bedeni değil!" dediler. b) Süddî şöyle demektedir: Yahudiler Hazret-i İsa'yı, on tane havarisiyle beraber bir evde hapsetmişlerdi... Derken yahudilerden bir adam Hazret-i İsa'yı çıkarıp öldürmek için içeri girdi... İşte tam o sırada Allah, Hazret-i İsa'nın suretini, giren bu şahsın üzerine attı. Hazret-i İsa ise göğe kaldırıldı. Derken onlar o adamı yakalayıp Hazret-i İsa diye öldürdüler. Daha sonra da, "Eğer bu İsa ise, bizim İçeri giren arkadaşımız nerede? Eğer bu arkadaşımız ise, İsa nerede?" demişlerdir ki, işte onların ihtilafı da bu şekilde cereyan etmiştir. Kıyasla Amel Etmeyi Caiz Saymayanlar Bu Ayeti Delil Sayarlar Kıyası delil olarak kabul etmeyenler, bu âyetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Kıyas ile amel etmek, zanna uymak ve ona tabi olmak demektir. Zanna ittiba etmek ise, Allahü teâlâ'nın bunu bir zem sadedinde zikretmiş olmasının delaletiyle, Allah'ın kitabında kınanmıştır, zemmedilmiştir. Baksana, Allahü teâlâ burada, gerek yahudi gerekse hristiyanlan zemmetme sadedinde, bununla, zanna tâbi olmakla vasfederek, "Onların buna ait hiç bir bilgileri yoktur, ancak zanna uymaktadırlar" buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, En'âm sûresinde kâfirleri kınarken, "Onlar zandan başka bir şeye uymazlar, onlar ancak yalan söyleyen kimselerdirler" (En'âm. 116) buyurmuştur. Aynı şekilde başka bir âyette de, "Zan ise, muhakkak ki, zan, gerçek karşısında hiç bir şey ifade etmez" (Necm, 28) buyurmuştur. Bütün bunlar, zanna tâbi olmanın kötü ve mezmum bir şey olduğuna delâlet eder. Biz buna şöyle cevap veririz: Biz, kıyas ile amel etmenin, "zanna ittiba etmek olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü kat'î delil, kıyas ile amel edilebileceğini gösterince kıyastan çıkarılıp elde edilen hüküm zannî değil, malûm ve bilinen bir hüküm olur. Bu kıyas mevzuunu anlatmak çok derin bir mevzu olup, ayrı bir inceleme konusudur Hazret-i İsa Öldürülmedi, Allah O'nu Göğe Kaldırdı Cenâb-ı Hak daha sonra, "Onu yakinen öldürmemişlerdir. Bilakis Allah, O'nu, kendisine yükseltmiştir" buyurmuştur. Bil ki bu tabir, şu iki manaya muhtemeldir: a) Yakînî olan, öldürmemedir. b) Yakînî olan, fiilin tahakkuk etmediğidir. Binâenaleyh, birinci ihtimale göre mana şöyle olur: Allahü teâlâ, onların, O'nu öldürüp öldürmedikleri hususunda şüpheye düştüklerini haber vermiş, daha sonra da Hazret-i Muhammed'e, yakînî olanın, onların O'nu öldüremedikleri haberini vermiştir. İkinci takdire göre ise mana, "onlar, O'nu öldürdükleri hususunda şüphe etmişlerdir" şeklinde olur. Sonra Cenâb-ı Hak bunu, "Onlar öldürdükleri o şahsı, onun Hazret-i İsa olduğundan emin olmayarak; aksine onu öldürdüklerinde, onun Hazret-i İsa mı değil mi olduğu hususunda şüpheye düşerek öldürmüş olduklarını" haber vererek te'kid etmiştir. Birinci ihtimal daha uygundur; çünkü Cenâb-ı Hak bu ifadeden sonra, "Bilakis Allah, onu kendisine yükseltmiştir" buyurmuştur ki, böyle bir söz ancak, öldürmeme kesîn ve yakînî bir durum arzettiği zaman doğru olur. Allah'ın O'nu Göğe Yükseltmesi Hak teâlâ'nın, "Bilakis Allah, onu, kendisine yükseltmiştir" buyruğuna gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Ebû Amr ve Kisâî, lam harfini ra harfine idğam ederek; diğerleri ise idğamsız olarak okumuşlardır. Ebû Amr ile Kisâî kıraatinin delili, lamın mahrecinin râ harfine yakın olması ve râ'da bulunan tekrir sıfatının, lâmdakinden daha kuvvetli olmasıdır. İşte bundan dolayı, râ harfinin lâm harfine idğamı caiz değildir. Çünkü daha noksan olan, kendisinden daha fazla ve güçlü olana idğam edilemez... Diğerlerinin delili İse, gerek lâm, gerekse râ harfinin ayrı ayrı iki kelimede bulunmasıdır... İşte bu sebeple evlâ olan, idğam etmemektir. Allahü teâlâ Cihette Olmaktan Münezzehtir Müşebbihe, Allahü teâlâ'ya bir cihet nisbet etme hususunda O'nun bu, "Bilakis Allah, onu, kendisine yükseltmiştir" âyetini delil getirmişlerdir. Buna şöyle cevap veririz: "Buradaki yükseltme ile, kendisinde, Allah'ın hükmünün dışındaki hükümlerin peçerli olmadığı bir yere yükseltme murad edilmiştir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Halbuki (bütün) işler ancak Allah'a döndürülür" (Bakara. 210) âyeti gibidir. Yine Cenâb-ı Hak, "Kim evinden, Allah'a ve O'nun peygamberine muhacir olarak çıkıp da..." (Nisa, 100) buyurmuştur. Ki hicret ise, Medine'ye yapılıyordu. Hazret-i İbrahim de, "Ben, dedi, doğrusu Rabbime gidiciyim" (Saffat. 99)demiştir. Üçüncü Mesele Hazret-i İsa'nın semaya yükseltildiği bu âyetle sabittir. Bu âyetin bir benzeri de, Allah'ın, Âl-i İmrân süresindeki, "Şüphesiz ki seni öldürecek olan benim, seni kendime yükseltip kaldıracak, seni küfredenlerin içinden tertemiz çıkaracak..." (âl-i imrân, 55) âyetidir. Bil ki Allahü teâlâ, bu izah ettiği şeylerin hemen peşinden, Hazret-i İsa'ya pekçok belâ ve sıkıntıların ulaştığını, O'nun da Hazret-i İsa'yı kendisine yükselttiğini zikredince, bu beyân, Hazret-i İsa'nın kendisine yükseltilmesinin mükâfaat bakımından cennetten ve o cennetteki maddi lezzetlerden daha büyük olduğuna delalet etmiştir. İşte bu âyet sana, manevi mutluluklar bilgisinin kapısını açmaktadır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, aziz ve hakimdir" buyurmuştur. Buradaki izzetten maksat, kudretinin; hikmetten maksat da ilminin kemali ve mükemmelliğidir. İşte böylece Cenâb-ı Hak bu buyruğu ile Hazret-i İsa'nın dünyadan göklere doğru yükseltilmesinin, her ne kadar bir beşere imkansız gelse dahi, bunun, kendi kudretine ve hikmetine nisbetle imkansız olamayacağına dikkat çekmiştir. Bunun bir benzeri de O'nun, "Kulunu, bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kadar götüren (Zât-ı eceli ve a'lâ) münezzehtir..." (isrâ, 1) âyetidir. Çünkü İsrâ, her nekadar Hazret-i Muhammed'in kudretine nisbetle imkansız ise de, Hak Subhanehu'nun kudretine nisbetle çok kolay ve basittir. Ehl-i Kitab'ın Ölmeden Önce Hazret-i İsa'ya İnanmaları 159"Ehl-i kitaptan hiçbiri hariç olmamak üzere, ölümünden evvel andolsun, O na mutlaka iman edecek, O da kıyamet günü kendileri aleyhine bir şahid olacaktır". Bil ki Cenâb-ı Hak, yahudilerin rezaletlerini, hal ve hareketlerinin çirkinliğini zikredip, onların Hazret-i İsa'yı öldürmeyi kafalarına koyduklarını belirtip bu maksatlarını elde edemediklerini; Hazret-i İsa'nın en büyük mertebe ve makamı elde etmiş olduğunu açıklayınca, Hazret-i İsa'ya son derece düşman olan o yahudilerden her birinin, ancak O'na iman ettikten sonra dünyadan göçeceklerini beyân ederek, "Ehl-i kitaptan hiçbiri hariç olmamak üzere, ölümünden evvel, andolsun, Ona mutlaka iman edecek..." buyurmuştur. Bil ki, bu ifadenin başındaki (......) nefy (olumsuzluk) yani, (......) manasındadır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Sizden hiçbiriniz müstesna olmamak üzere, mutlaka oraya uğrayacaktır" (Meryem, 71) âyeti gibidir. Buna göre kelamın takdiri, "Ehl-i kitaptan herkes. Ona mutlaka iman eder" şeklinde olur. Sonra biz, yahudilerin ekserisinin, ölürken Hazret-i İsa'ya iman etmediklerini müşahede ediyoruz. İşte biz, buna şu iki şekilde cevap verebiliriz: a) Şehr İbn Havşeb'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Haccac, "Ben bu âyeti okuduğumda, bu âyetten ötürü gönlümde bir şey, (bir istifham) kalmıştı. Çünkü ben, yahudilerin boynunu vuruyor, ama onlardan böyle bir şey duyamıyordum" demişti. Bunun üzerine, ben de, "Yahudiye ölüm gelip çattığında, melekler onun yüzüne ve dübürüne vurarak şöyle derler: "Ey Allah'ın düşmanı, Hazret-i İsa sana peygamber olarak geldi de, sen onu tekzib ettin." Bunun üzerine ölen o yahudi de, "Ben, O'nun Allah'ın kulu olduğuna iman ettim" der. Yine melekler ölmek üzere olan hristiyana, "Hazret-i İsa, sana peygamber olarak geldi, ama sen onun, "Allah ve Allah'ın oğlu olduğunu iddia ettin" derler. O hristiyan da, "O'nun, Allah'ın kulu olduğuna (şimdi) iman ettim" der. Böylece ehl-i kitap, Hazret-i İsa'ya iman etmiş olurlar, ama onlara bu imanları fayda vermez" dedim. Bunun üzerine Haccac doğrulup oturdu ve "Bunu kimden naklettin?" deyince, "Bana, bunu Muhammed İbn Ali İbn el-Hanefiyye anlattı" dedim. Haccac da, bir dal ile toprağı çizmeye başlayarak, "Yemin olsun ki sen bunu, saf ve temiz bir kaynaktan almışsın" dedi. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, bu âyeti bu şekilde tefsir ettiği ve İkrime'nin ona şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Eğer ehl-i kitap, damdan düşse veya yansa veyahut da yırtıcı bir hayvan tarafından yenilse de mi, böyle olur?" İbn Abbas (radıyallahü anh), "O, bunları düşerken, havada iken söyler ve canı çıkmadan ona iman eder" demiştir. Übeyy İbn Ka'b'ın 'Onlardan herbiri, ölümlerinden önce İsa'ya iman edecekler" manasında olmak üzere şeklindeki kıraati de buna delâlet eder. Çünkü "herbiri" kelimesinde de "çoğul" manası vardır. Keşşaf sahibi de şöyle der: "Allah'ın, ölümden önce ehl-i kitabın Hazret-i İsa'ya iman edeceklerini haber vermesinde ki mana şudur: "Onlar her ne zaman Hazret-i İsa'ya mutlaka iman etmeleri gerektiğini bilirlerse, Hazret-i isa'ya imanlarının kendilerine fayda vereceği bir zamanda O'na iman etmeleri, kendilerine fayda vermeyeceği bir zamanda iman etmelerinden daha evlâdır." b) Âyetteki, ifadesi "Hazret-i İsa'nın ölümünden önce" manasındadır. Buna göre bu âyetten murad, "Hazret-i İsa (ahir zamanda) inerken, mevcut olan bütün ehl-i kitap, mutlaka O'na iman ederler" manasıdır. Bazı kelamcılar şöyle demişlerdir: "Bu, Hazret-i İsa'nın gökten yere inmesine manî değildir. Ancak ne var ki O, mükellefiyetler dönemi artık bittiği zaman veyahut da bilinmiyecek bir şekilde iner. Çünkü, mükellefiyetin devam ettiği zaman ve kendisinin Hazret-i İsa olduğu bilinecek bir şekilde inerse, bir peygamber olarak inmiş olur. Halbuki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sonra, başka peygamber yoktur. Yahut O, bir peygamber olarak inmez ki bu, peygamberler hakkında caiz olmayan bir şeydir." İşte böyle bir müşkil bence zayıftır. Çünkü peygamberlerin sonu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, peygamber olarak gönderilmesiyle noktalanmıştır. Dolayısıyla Hazret-i Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde, peygamberlik müessesesi sona ermiş olur. Hazret-i İsa'nın, dünyaya indikten sonra, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dinine tâbi olması uzak bir ihtimal sayılmaz. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O da Kıyamet günü kendileri aleyhine birşahid olacaktır" buyurmuştur. Denildi ki, Hazret-i İsa(aleyhisselâm), yahudilerin kendisini yalanlayıp, kendisine ta'n ettiklerine; hristiyanların ise kendisini Allah'a şirk koştuklarına şahidlik eder. Aynı şekilde her peygamber, ümmetine karşı şahiddir Zulümleri Sebebiyle Yahudilere Bazı Helallerin Haram Kılınması 160Âyetin tefsiri için bak:161 161"Yahudilerden olan bir zulüm sebebt ile, biz (evvelce) kendileri için helal kılınan temiz ve güzel şeyleri onlara haram ettik ve bir de onların bir çok İnsanı Allah yolundan alıkoymaları, nehyolunduklan halde ribâ (faiz) almaları ve halkın mallarını bâtıl yolla yemeleri sebebi ile (haram kıldık). Onlardan kâfir olanlara, pek acı veren bir azab hazırladık". Bil ki Allahü teâlâ, yahudilerin rezil işlerini ve kâfirlerin çirkin fiillerini açıklayınca, bunun peşisıra, onlara hem dünyada hem ahirette, ne kadar şiddetli davrandığını anlatmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın onlara bu dünyada şiddetli davranması şöyle olmuştur: Hak teâlâ, daha önce kendilerine helal olan leziz ve helal şeyleri haram kılmıştır. Nitekim O, bir başka âyette, "Biz yahudilere bütün tırnaklı (hayvanları) haram ettik. Sığır ve koyunun iç yağlarını da üzerlerine haram kıldık. Bunların sırtlarına veya bağırsaklarına yapışan, yahud kemiğe kansan yağlar müstesna... Bunu, onlara zulümlerinden dolayı ceza olarak yaptık. Biz elbette sâdıklarız" (En'âm, 146) buyurmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak, onlara bu kadar şiddetli davranmasını gerektiren ve adeta bunun sebebi olan hususu beyân etmiştir. Şöyle ki: Bil ki bütün günahlar, şu iki kısımda toplanır: a) İnsanlara haksızlık (zulüm) etmek... b) Hak dinden yüz çevirmek... Cenâb-ı Hak, mahlukata zulmetmeye, "Birçok insanı, Allah yolundan alıkoymaları (sebebi ile)..." ifadesi ile işaret etmiştir. Sonra onlar, bununla beraber, mal kazanmaya son derece hırslıdırlar. Bundan dolayı bazan, kendilerine yasak olduğu halde faiz ile, bazan da rüşvet yoluyla mal elde ederler. Cenâb-ı Hak buna da "Halkın mallarını bâtıl yolla yemeleri sebebi ile..." ifadesi ile işaret etmiştir. Bunun bir benzeri de, "(onlar) alabildiğine yalanı dinleyenlerve haram yiyenlerdir" (maide, 42) âyetidir. İşte bu dört şey, Allah'ın onlara hem dünyada hem de ahirette şiddet göstermesine sebep olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, dünyada şiddetli davranması, daha önce de bahsedildiği gibi, leziz ve helal şeyleri onlara haram kılmasıdır. Âhirette şiddetli davranması ise, ' Onlardan kâfir olanlara, pek acı veren bir azab hazırladık" âyeti ile anlatılan husustur. İslam'a İman Eden Yahudiler 162Bil ki Allahü teâlâ, kâfirler ile cahil yahudilerin yolunu anlatınca, mü'min yahudilerin yolunu da anlatarak şöyle buyurmuştur: "Fakat onlardan, ilimde râsih olanlar ve müminler, hem sana İndirilen (Kûr'ân'a), hem senden evvel indirilen (kitaplara) iman ederler. (Onlar), namazı dosdoğru kılanlar, zekatı verenler, Allah'a ve âhiret gününe inananlardır. İşte onlara biz, çok büyük bir ecir vereceğiz" Bu âyetle ilgili, meseleler bulunmaktadır: Birinci Mesele Bil ki burada bahsedilen kimselerden murad, ilimde iyice derinleşmiş ve ilmi kökleşmiş olan Abdullah İbn Selâmfrile onun arkadaşlarıdır. Bunlar gerçekte şu şekilde istidlal eden kimselerdir: Mukallid, şüpheye düşürülmek istendiğinde şüpneye düşer. Ama istidlal ederek birşeye inanan, kesinlikle şüpheye düşürülemez. Binaenaleyh âyette bahsedilen "ilimde râsih olanlar" dan maksad, istidlal edenler; "mü'minler..." den maksat ise istidlal edenlerden iman edenler veyahut da mü'min, muhacir ve ensardır. Âyette, "Rasihûn" kelimesi mübteda, "İman edenler" kısmı ise haberdir. Âyetteki, "namazı dosdoğru kılanlar, zekatı verenler" ifadeleri hakkında şu üç görüş söylenmiştir: Birinci Görüş: Hazret-i Osman (radıyallahü anh) ile Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha)'nin, "Mushafta, (imla bakımından)bir lahn (hata) vardır Aranlar onu dillerivle düzeltecekler (doğru okuyacaklardır)" dedikleri rivayet edilmiştir. Bil ki bu görüş, son derece uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu mushaf, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan tevatür yolu ile nakledilip gelmiştir. Binâenaleyh, onda nasıl bir hata bulunabilir. İkinci Görüş: Bu görüş Basralılara ait olup, buna göre, "Namazı dosdoğru kılanlar.." ifadesi, namazın faziletini göstermek için, medh üzere mansubtur. Basralılar şöyle derler: Mesela sen, "Kerîm olan Zeyd'e uğradım" dediğin zaman, buradaki "kerîm" lâfzını Zeyd'in sıfatı olarak mecrûr okursun. Bu lafzı, "kastediyorum" kelimesini, takdir ederek (var sayarak ve onun mef'ûlü olarak) der, mansûb kılarsın. İstersen kerîmdir" takdirinde düşünerek, merfu da okuyabilirsin. Buna göre, meselâ, denilir ki, bunun takdiri, "bana senin kavmin (akrabaların geldi). Yani, yurtlarında yedirip içirenleri kastediyorum. Onlar, sıkıntılar gelince de yardımcı olanlardır" şeklindedir. İşte âyetin takdiri de, "Yani namazı dosdoğru kılanları kastediyorum. Hem onlar zekatlarını da verirler..." şeklindedir." Kisâî bunu tenkid eder ve şöyle der: "Herhangi bir ifadeyi medh üzere mansub okumak, ancak söz tamamlandıktan sonra mümkün olur. Halbuki burada söz henüz tamamlanmamıştır. Çünkü âyetteki "Fakat onlardan, ilimde râsîh olanlar.. " ifadesinin haberi henüz gelmemiştir ve o ifadenin haberi, "İşte onlara biz, çok büyük bir ecir vereceğiz" kısmıdır." Kisâî'ye şöyle cevap verilir: Bu ifadenin, "İşte onlara biz, çok büyük bir ecir verceğtz" kısmında tamamlandığını kabul etmiyoruz. Çünkü buradaki haberin "iman ederler..." kısmı olduğunu açıklamıştık. Hem, mübteda (isim) ile haber arasına "medh" sokarak, cümle-i i'tiraziyye yapmak niçin mümkün olmasın ki? Bunun imkânsız oluşunun delili nedir? Binaenaleyh Basralıların bu âyet hakkındaki görüşü itimada şayandır. Üçüncü Görüş: Bu, Kisâî'nin görüşüdür ve buna göre âyetteki "(mukî-mîn)" kelimesi âyette geçen "Sana indirilen (Kur'ân'a)" ifadesindeki (......) ism-i mevsûlü üzerine atfedilmiştir. Buna göre mana şöyle olur: "Onlar, hem sana indirilen (Kur'ân'a), hem senden evvel indirilen (kitaplara) ve namazlarını dosdoğru kılanlara iman ederler." Sonra "zekatı verenler.." ifadesi de, (mü'minun) üzerine atfedilmiştir. Namazlarını dosdoğru kılanlardan murad, peygamberlerdir. Çünkü onlardan herbirinin şeriaîtnda namaz mevcuttur. Çünkü Cenâb-ı Hak, Enbiya sûresinde, bazı peygamberleri zikrettikten sonra, "Kendilerine, hayırlı İşler yapmayı ve namaz kılmayı vahyettik..." (Enbiya. 72) buyurmuştur. "Namazlarım dosdoğru kılanlardan muradın, Cenâb-ı Hakk'ın "saf sof' diye tavsif ettiği melekler olduğu da rivayet edilmiştir. Saf saf olan melekler, Allah'ı tesbîh edenlerdir. Onlar, hiç bıkmadan, gece gündüz Allah'ı tesbih ederler. Binaenaleyh âyetteki, "Hem sana indirilen (Kur'ân'a), hem senden evvel indirilen (kitaplara) inanırlar" ifadesi ile, meleklerin kitaplara iman etmiş oldukları; "namazı dosdoğru kılanlara" (inanırlar)" ifadesi ile de, peygamberlere inandıkları anlatılmıştır. Dördüncü Görüş: Abdullah İbn Mes'ûd'un mushafında, bu kelime vavlı olarak, "Namazı kılanlar" şeklinde yer almıştır. Bu, aynı zamanda Malik İbn Dinar el-Cühderî ve İsa es-Sakafi'nin de kıraatidir. İkinci Mesele Bil ki âlimler üç kısımdır: 1) Allah'ın sadece hükümlerini bilenler. 2) Allah'ın hem zatını, hem de sıfatlarını bilenler... 3) Hem Allah'ı, hem de O'nun hükümlerini bilenler.. Birinci kısım, Allah'ın hükümlerini, tekliflerini ve kanunlarını bilen alimlerdir. İkinci kısım, Allah'ın zâtı ile O'nun hakkında vacip, caiz ve mümtenî olan sıfatları bilenlerdir. Üçüncü kısım ise, "ilmi ile âmil olanlar" diye anlatılan âlimlerdir ki, alimlerin en büyükleri bunlardır. İşte bu üç kısma, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Alimlerle otur. Hikmetli kimselere karış ve büyüklerle arkadaş ol" Muvatta, İlim, 1; Keşfu'l-Hafa, 1/329. hadisi ile işaret etmiştir. Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: "Allahü teâlâ onları "ilimde kök salan kimseler (rasihûn)" olarak tavsif etmiş ve bunu izah ederek, öncelikle onların, Allah'ın hükümlerini bilip, onlara göre amel ettiklerini beyan etmiştir. Onların, Allah'ın hükümlerini bilmeleri, "(Onlar) hem sana indirilen (Kur'ân'a), hem senden evvel indirilen (kitaplara) iman ederler" ifadesi ile; bildikleri hükümlerle amel etmeleri ise, "namazı dosdoğru kılanlar, zekatı verenlerdir" tabiri ile anlatılmıştır. Allahü teâlâ, en şerefli tâat oldukları için, burada özellikle namazı kılma ve zekatı vermeden bahsetmiştir. Çünkü namaz, bedenî ibadetlerin en şereflisi, zekat da mal ile yapılan ibadetlerin en şereflisidir. Hak teâlâ onların, Allah'ın hükümlerini bilip, onlarla amel ettiklerini anlattıktan sonra, onların Allah'ı bildiklerini de beyan etmiştir. En kıymetli bilgi, mebde' ve meâd, (ilk yaratılış ve âhiret) bilgisidir. Bundan dolayı mebde' bilgisi âyette, "Allah'a inanırlar" sözü ile, meâd (âhiret) bilgisi de, "ve âhiret gününe İnanırlar" sözü ile anlatılmıştır. Cenâb-ı Hak, bu üç kısmı izah edince, âyette bahsedilenlerin, Allah'ın hükümlerini bilip, onunla amel eden kimseler oldukları ve Allah ile âhireti bilip inandıkları ortaya çıkmış olur. Bu ilim ve bilgiler bulununca da, onların ilimde kök salmış (rasihûn) oldukları anlaşılmış olur. Çünkü insanın kemal ve mertebe bakımından, bundan daha yüksek olması mümkün değildir.Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu kimselerden, "İşte onlara biz, çok büyük bir ecir vereceğiz" diye bahsetmiştir. Nübüvvet İle Mu'cizenin Münâsebeti 163Âyetin tefsiri için bak:165 164Âyetin tefsiri için bak:165 165"Nûh'â ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz ve İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Ya'kub'a, Onun evladlarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettiğimiz ve Davud'a Zebur'u verdiğimiz gibi, sana da şüphesiz vahyettik. Öyle peygamberler (gönderdik ki), kıssalarını sana anlattık. Yine öyle peygamberler (yolladık ki), sana onların kıssalarını haber vermedik. Allah Musa'ya da konuştu. (Biz), peygamberleri, müjdeciler ve inzar ediciler olarak (gönderdik). Tâ ki peygamberler (geldikten) sonra, insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri olmasın. Allah aziz ve hakimdir" Bu âyetle ilgili, birkaç mesele bulunmaktadır: Birinci Mesele Bil ki, Allahü teâlâ yahudilerin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, kendilerine gökyüzünden (toptan) bir kitap indirmesini istediklerini nakledip, bundan sonra da onların bunu, yol göstermesini, hidâyet etmesini istedikleri için değil de, inad ve bâtılda ısrar için talep ettiklerini anlatarak, onların birçok rezalet ve çirkin fiillerini de nakledip, söz de bu hususa gelip dayanınca, şu anda o şüpheye cevap vermeye başlayarak:'Musa ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi.. Sana da şüphesiz vahyettik" buyurmuştur ki, bu ifadenin anlamı şudur: "Sizinle biz: Nuh, İbrahim, İsmail ve bu âyette zikredilenlerin tamamının nübüvveti ile, Allahü teâlâ'nın onlara vahyettiği hususunda ittifak'ettik. Onların, Allah'ın pebîleri ve resulleri olduğunu bilmenin yolu, ancak, onların ellerinden mû'cizeferin meydana gelmesi, zuhur etmesidir. Onlardan her birinin belirli mu'cizeleri vardır. Allahü teâlâ onlardan herbirine, Hazret-i Musa'ya indirdiği gibi, toptan bir kitap da indirmemiştir. Binaenaleyh, onlara tek bir kerede kitap indirilmemiş olması, onların nübüvvetlerine zarar vermeyip, aksine nübüvvetlerinin isbatı hususunda, ellerinde ve üzerlerinde tek bir çeşit mu'cizenin zuhuru kâfi gelince, biz, böyle bir şüphenin yok olduğunu ve yahudilerin bu mu'cizeyi istemede ısrar etmelerinin bâtıl olduğunu anlamış oluruz. Bu konuda sözün özü şudur; Medlulün isbâtı, delilin sübutuna dayanır. Delil tam olup tahakkuk da edince, başka bir delil istemek, fazlasını istemek olup, bu konuda inad izhar etmek, işi yokuşa sürmek, faydasız münakaşa olur... Halbuki Hak Subhanehü ve Teâlâ, istediğini yapar, dilediği hükmü verir. Binaenaleyh, hiç kimsenin O'na, "Niye şu resule şu mu'cizeyi, ötekine de başka bir mu'cizeyi verdin?" diye itiraz etme hakkı yoktur. Burada zikredilen cevap, Hak teâlâ'nın, "Biz, dediler, sana katiyyen inanmayız. Ta ki, bizim için su yerden bir pınar akıtasın (...)" De ki: "Fe sübhanellah! Ben (Allah'ın) resulü bir beşerden başkası mıyım ki?" (Isra, 90-93) âyetlerinde verilmiş olan cevabın aynısı olur. Yani, "Sen peygamberlik iddiasında bulundun. Resulün, mutlaka sıdkına delâlet eden bir mu'cizesinin bulunması gerekir. Ki, bu da tahakkuk etmiştir. Ama, senden istenen her şeyi gerçekleştirmen, peygamberliğin şartlarından değildir." İşte bu, yahudilerin izhar etmiş oldukları şüpheler hususunda itimada şayan bir cevap olup, bu âyetten asıl maksad da işte budur. Vahy Bazen “İlham” Manasında Kullanılır Zeccâc, "Vahyetmek, gizlice bildirmek demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, mescidinden kavminin karşısına çıkıp, onlara: "Sabah-akşam tesbihte bulunun" diye işaret verdi" (Meryem. 11) buyurmuştur. Yani onlara îma ile işaret etmiştir., ve yine, Allahü teâlâ, "Hani havarilere: "Bana ve resulüme İman edin" diye ilhâm etmiştim..." "Rabb'in balarısına... diye vahyetti (ilham etti)" (Nahl, 68); "Musa'nın annesine, "onu emzir..." diye vahyettik" (Kasas, 7) buyurmuştur. Bu üç âyette geçen vahy kelimesiyle, ilham etmek manası kastedilmiştir" demiştir. Üçüncü Mesele Alimler şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ, bu âyette söze, önce Hazret-i Nuh'tan bahsederek başlamıştır. Çünkü Hazret-i Nûh, Allah'ın hükümlerini, helâl ve haramlarını kendisi vasıtasıyla ilan ettiği ilk peygamberdir. Daha sonra Hak teâlâ, "... ondan sonraki peygamberlere.." buyurmuştur. Daha sonra ise, "... meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e, Mikail'e..." (Bakara, 98) ifadesinde olduğu gibi, daha üstün oldukları için, bazı peygamberleri hassaten zikretmiştir. Bil ki, bu âyette zikredilen peygamberler, Musa (aleyhisselâm) hariç, oniki tanedir; Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa'yı bu peygamberlerle beraber zikretmemiştir. Bunun sebebi şudur: Çünkü yahudiler, şöyle demişlerdir: "Ey Muhammed, eğer sen peygamber (nebi) isen, Musa'nın Tevrat'ı tek bir defada getirmesi gibi, sen de bize semadan tek bir seferde bir kitap getir!" Bunun üzerine Allahü Teâlâ, onların bu şüphesine şu şekilde cevap vermiştir: Burada zikredilen oniki peygamberin hepsi, nebî ve resuldürler. Ancak ne var ki, onlardan hiçbirine, Tevrat gibi, toptan olarak bir kitap verilmemiştir. Âyette, bu peygamberlerin tâdâd edilmesinden murad bu olunca, Hazret-i Musa onlarla beraber zikredilmemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, âyette zikredilen peygamberler bahsini, "ve Davud'a da Zebur'u verdik..." ifadesiyle bitirmiştir. Yani, "Sizler, Zebur'un Allah katından olduğunu tasdik ediyorsunuz. Sonra Zebur, Tevrat'ın Hazret-i Musa'ya levhalar içinde bir defada indirilmesi gibi, Davud'a levhalar içinde ve bir defada indirilmemiştir" demektir. Böylece bu kitabın, Tevrat'ın indirilmiş olduğu şeklin dışında başka bir biçimde indirilmiş olmasının, o kitabın Allah'ın katından olduğu gerçeğini zedelemeyeceğine delâlet etmiş olur. İşte bu, çok güzel ve güçlü bir İlzamdır. Dördüncü Mesele Zebur'un Manası Dilciler şöyle demektedirler: "Zebur, kitap demektir. O halde her kitap bir zebûrdur. Zebur, "feûl" kalıbında olup, tıpkı "resul", "rekûb" (binmek, binilen); "halûb" (bol sütlü , sütü bol; sağılan) kelimeleri gibi, mef'ûl manasındadır. Kelimenin aslı, yazdım manasına gelen (yazdım) kelimesidir. Biz, bu husustaki açıklamaları, "Ve o apaçık mucizeleri, sahifeleri... getirenler. (Al-i imran, 184) âyetinin tefsirinde zikretmiştik. Beşinci Mesele Hamza. Kur'ân'ın her yerinde, zâ harfinin zammesi ile; diğer karaat imamları ise, fethayla (......) şeklinde okumuşlardır. Hamza'nın delili şudur: Zubûr, aslında masdar olup, sonra ism-i mef'ûl manasında kullanılmıştır. Bu, Arapların tıpkı, (emîrin dövdüğü kimse) ve (falancanın dokuduğu şey) sözleri gibidir. Böylece bu "zubûr" kelimesi, isim olmuştur. Sonra da bu kelime, tıpkı (......) kelimesinin (şehid, şahid) şeklinde cemilenmesi gibi, zübur şeklinde cemilenmiştir. Masdar mef'ûl yerine getirilince, kitap kelimesinin (......) şeklinde cemilenmesi, çoğul olması gibi, cemi yapılması caiz olur. Bu manaya göre zobûr kitap, zubur kelimesi de kitaplar manasınadır. Diğer imamların kıraatine gelince bu daha evladır. Çünkü bu daha meşhur olup, bu şekilde kıraat daha fazladır. Sonra Allahü Teâlâ, "Öyle peygamberler (gönderdik ki), kıssalarını sana anlattık. Ytne öyle peygamberler (yolladık ki), sana onların kıssalarım haber vermedik" buyurmuştur. Bil ki, burada geçen (......) kelimesinin mansub oluşu, "Kıssalarını sana anlattık" ifadesinin tefsir ettiği mahzûf bir fiilden ötürüdür. Buna göre mana şöyledir: "Allahü Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de, bazı peygamberlerin hallerini anlatmış, çoğu peygamber ise, tafsilatlı bir şekilde anlatılmamıştır." Allahü Teâlâ sonra, "Allah, Musa'ya da konuştu" buyurmuştur. Bundan murad ise şudur: Allah, bütün nebî ve resulleri göndermiştir... Ve, sadece de, Hazret-i Musa ile konuşmuştur. Bu şerefin sadece Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya tahsis edilmesinden, diğer peygamberlerin nübüvvetini ta'n etmek gerekmez. Aynı şekilde, sadece Musa (aleyhisselâm)'ya Tevrat'ın bir defada indirilmiş olması, Allahü teâlâ'nın kendilerine bu şekilde kitap indirmemiş olduğu peygamberlerin ta'n ve tenkîd edilmesini de gerektirmez. İbrahim ve Yahya İbn Vessâb'ın bu ifadeyi, "Musa, Allah ile konuştu" şeklinde okudukları rivayet edilmiştir. Bazıları da, ifadesinin anlamı: "Allah, Musa'yı mihnet tırnaklan ve fitne pençeleriyle yaraladı.." şeklindedir" demişlerdir ki, bu tefsir bâtıldır. Sonra Allahü teâlâ, "(Biz), peygamberleri, müjdeciler ve İnzâr ediciler olarak (gönderdik). Ta ki peygamberler (geldikten) sonra, insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri olmasın. Allah, aziz ve hakimdir" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Âyetteki (......) kelimesinin mansûb olmasıyla ilgili birkaç izah şekli bulunmaktadır: 1) Keşşaf sahibi, "En uygun olan vecih, onun medh üzere mansub olmasıdır" demiştir. 2) Bu kelime, daha önce geçmiş olan (......) kelimesinden bedel olmak üzere mansûb kılınmıştır.. 3) Bu ifâdenin takdiri, "Biz onlara, onları peygamber olarak vahyettik..." şeklinde olabilir. Bu durumda kelime, hâl olmak üzere mansûbtur. Allah, en iyisini bilendir. Peygamberlerin Vazifesi Hakkında Yahudilere Cevap Bil ki, bu söz de, yahudilerin şüphesine bir cevaptır. Bu şöyle izah edilir; Peygamber göndermekten maksat, insanları, Allah'a kulluk ile meşgul olmaları mukabilinde müjdeleyip kulluktan yüz çevirmeleri halinde de, onları uyarmaktır. İşte peygamber göndermenin esas maksadı budur. Bumaksat hasıl olunca, gaye kemâle ermiş, amaç tamamlanmış olur. Bu esas maksat, bu matlûb ve gayenin izahını ihtiva eden kitabın indirilmesiyle (inzal) hasıl olur. Kitabın Parça Parça İndirilmesinin Faydası Malumdur ki, bu gayenin durumu, o kitabın levhalar üzerinde yazılı olup olmamasıyla, bir defada veyahut da parça parça nazil olmasıyla değişmez. Hatta, "Kitabın parça parça, (müneccemen) indirilmesi, insanların menfaatine daha elverişlidir" denilirse, bu daha evlâdır. Çünkü kitap bir defada indirilirse, mükellefiyetler (bir anda) çoğalmış olur, hep birden mükellefe yöneltilmiş olur ki, bu durumda onu kabul edip yapmak insanlara zor ve ağır gelir. İşte bu sebepten dolayı, Musa (aleyhisselâm)'nın kavmi, inadda tsrâr etti ve bu mükellefiyetleri kabul etmedi. Ama kitap, peyderpey ve parça parça indirildiği zaman böyle olmaz. Aksine, mükellefiyetler azar azar, kısım kısım iner ve o zaman, topluluk (daha kolay) inkıyâd ve itaat eder. Bu cevabın özü şudur: Peygamberler göndermekten ve kitaplar indirmekten maksat, ı'zâr (özür kapısını kapatmak) ve inzâr etmek, korkutmak, sakındırmaktır. Bu maksat, kitap bir defada indirilse de indirilmese de tahakkuk eder. Binaenaleyh yahudilerin, kitabın bir defada indirilmesini teklif edip istemeleri, yanlış bir tekliftir, Bu, aynı zamanda bu şüpheye verilmiş son derece güzel bir cevaptır. Sonra Cenâb-ı Hak âyet-i kerimeyi, "Allah, aziz ve hakimdir" sözüyle tamamlamıştır. Bu, "O yahudilerin, peygamberden istedikleri şey, Allah'ın kudreti için çok kolay bir şeydir. Ama siz ey yahudiler, bunu inadınızdan, inâd ederek istediniz. Allahü Teâlâ azizdir... Ve O'nun izzeti, işi yokuşa sürenin talebine icabet edilmemesini gerektirir. Aynı şekilde O'nun hikmeti, Allah bunu yapsa bile, onların bu inadlarında devam edecekferini bildiği için, bunu yapmamasını, icabet etmemesini gerektirir. Bu böyledir. Çünkü Allahü teâlâ, Hazret-i Musa'ya bu şerefi vermiş, buna rağmen kavmi, ona karşı kibir, inâd ve ısrarlarını sürdürmüşlerdir. Allah en iyi bilendir. Üçüncü Mesele Alimlerimiz bu âyeti, Allahü teâlâ'yı bilmenin vacip olmasının, ancak nakil yoluyla sabit olduğu hususuna delil getirmişlerve şöyle demişlerdir: Çünkü Allahü teâlâ'nın, "ta ki, Peygamberler (geldikten) sonra, insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri olmasın.." buyruğu, peygamber gönderilmeden önce, tâat ve ibâdetleri terk hususunda, insanların lehine bir hüccet ve bir bahane bulunduğuna delâlet etmektedir. Bunun bir benzeri de, "Biz bir resul göndermedikçe, (hiçbir kimseye ve kavme) azâb edici değiliz" (İsra. 15) ve "Eğer biz onları daha evvel azab ile helak etmiş olsaydık, muhakkak diyeceklerdi ki: "Ey Rabb'imiz, bize bir peygambergönderseydin de, şu zillete ve rüsvaylığa uğramadan evvel âyetlerine tâbi olsaydık ya!" (Taha, 134) âyetleridir. Kulun Mazereti Konusunda Mu'telize İddiasına Cevap Mutezile şöyle der: "Bu âyet, kulun, Rabb'ine karşı bazen hüccet getirdiğine delâlet eder. Ehl-ı sünnetin, "Allah'a hiçbir surette itiraz edilmez! O, dilediğini, dilediği şekilde yapar..." şeklinde beyan etmiş olduğu görüşü, bir şey olmayıp, kıymet ifade etmez. Çünkü, "Ta ki, peygamberler (geldikten) sonra, insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri olmasın." ifadesi, peygamberlerden önce, insanların Allah'a karşı bir hüccet ve delillerinin (mazeret kapılarının) olmasını gerektirir ve bu da, ehl-i sünnetin görüşünün yanlışlığını ortaya koyar..." Buna şöyle cevap verilir: Âyetteki, "Tâ ki, peygamberler (geldikten) sonra, insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri (hüccetleri) bulunmasın" ifadesinden murad, "Allah'a karşı insanlar için, sizin "kendi aranızdaki hüccete benzeyen bir hüccet ve delil olmasın..." demektir. Mu'tezile, bir de şöyle demiştir: Bu ayet, aynı zamanda "teklif-i mâla yutâk"ın caiz olmadığına delâlet eder. Çünkü, peygamberler göndermemek, bir mazeret olmaya elverişli ve uygun olunca, kudret ve imkânın olmaması bir mazeret olmaya haydi haydi elverişli olur..." Bunun cevabı, ilim ile muârazadır. Allah en iyi bilendir. Vahyin Asıl Şahidi Allahü teâlâ'dır 166"Lâkin Allah, sana indirdiğine şahidlik eder, onu bilerek indirmiştir. Melekler de şahidlik ederler. Zaten şahid olarak, Allah yeter" Birinci Mesele Bu âyette iki mesele vardır: Bil ki, kelimesiyle söze başlanmaz. Çünkü o, daha önce geçmiş olan sözle ilgili bir "istidrâk" için olup, (muayyen bir hususu açıklamak için getirilmiştir). Hakkında istidrak yapılan hususla ilgili olarak iki görüş bulunmaktadır: a) Bütün bu âyetler, "Ehl-i kitap, senin, üzerlerine gökten bir kitap indirmeni isterler.." (Nisa, 153) âyetindeki hususa bir cevaptır. Onların bu sözü, bu Kur'ân'ın, onlara gökten indirilmiş bir kitap olmadığı manasını ihtiva etmektedir. Sanki şöyle denilmiştir: "Onlar her ne kadar Kur'ân-ı Kerim'in Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gökten indirilmiş bir kitap olmadığını iddia ediyorlarsa da, Allahü teâlâ, onun, Hazret-i Muhammed'e semâdan indirilmiş bir kitap olduğuna şehadet eder.." b) Cenâb-ı Allah, "Sana da şüphesiz vahyettik" buyurunca, yahudiler, "Biz senin için buna şehadet etmiyoruz" dediler. Bunun üzerine de O, "lakin Allah sana indirdiğine şahidlik eder..." âyetini göndermiştir. İkinci Mesele Allah'ın bu şahitliği, O'na Kur'ân'ı indirmesi sebebiyle bilinip anlaşılmaktadır. Zira Kur'ân lâfız yönünden fesahatta, şeref yönünden manada öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, gerek öncekiler gerek sonrakiler onun benzerini getirmekten âciz kalmışlardır. Böylece bu, bir mucize olmuştur. Mucize izhar etmek ise, (peygamberlik) iddiasında bulunanın sâdık ve doğru sözlü olduğu konusunda bir şehadet olmuş olur. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın şehâdeti ancak, O'nun Kur'ân'ı indirmiş olması vasıtasıyla bilinince, O, "Fakat, Allah sana indirdiği ile şahidlik eder." buyurmuştur. Yani, "Sana indirmiş olduğu bu Kur'ân vasıtasıyla, peygamberlik hususunda senin lehine şehadet eder.." demektir Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunu kendi ilmiyle indirmiştir" buyurmuştur. Bunda iki mesele bulunmaktadır: (Kendi İlmiyle) İndirmenin Taşıdığı Nükte Allahü Teâlâ, "sana indirdiği ile şahidlik eder ki" buyurunca, o bu indirmenin sıfatını beyan etmiştir. Bu da, Allah'ın onu, tam bir ilim ve bir hikmet-i bâliğa ile indirmiş olmasıdır. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın, "O, bunu bilerek (kendi ilmiyle) indirmiştir" sözü, şöyle diyen kimsenin sözü yerine geçmiştir: "Kalemle yazdım, bıçak ile kestim..." Buna göre buradaki "O, bunu kendi ilmiyle indirmiştir" buyruğundan murad, Kur'ân'ı güzelliğin zirvesi ve kemalin de en son derecesiyle vasfetmektir. Bu, fazlın ve İlmin mükemmelliği ile meşhur bir adam hakkında, o bir kitap tasnif edip, onu yazarken de iyiden iyiye incelemede bulunduğu zaman söylenilen, "O bu kitabı ancak, ilminin ve fazlının kemaliyle tasnif edip yazmıştır" sözü gibidir. Yani "O adam, bütün ilimlerini, bu kitabın tasnifinde bir vasıta edinmiştir" demektir. Bu, bu tasnifin son derece asil ve güzellikle vasfedildiğine delalet eder ki, bu âyette de böyledir. Allah en iyi bilendir. Allah'ın İlim Sıfatı Alimlerimiz şöyle demişlerdir: Bu âyet, Allahü teâlâ'nın bir ilminin olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü bu âyet, ilmi Allah'a izafe ederek, ilmillah demektedir. Eğer Allah'ın ilmi Allah'ın zâtının kendisi olmuş olsaydı, o zaman bir şeyin kendi nefsine izafe edilmiş olması gerekirdi. Bu ise muhaldir. Meleklerin Nübüvvete Şahitliklerinin Manası Sonra Cenâb-ı Hak, "Melekler de şahitlik ederler" buyurmuştur. Hazret-i Muhammed'in peygamber olduğu, meleklerin de onun lehinde şehadet etmesiyle de bilinir. Çünkü Hazret-i Muhammed'in elinden mu'cizenin zuhur etmesi, Allahü Teâlâ'nın O'nun nübüvvetine şehadet ettiğine delâlet eder. Allah O'na bu şekilde şehadette bulununca, hiç şüphesiz melekler de aynı şekilde buna şehadette bulunmuş olurlar. Çünkü Kur'ân-ı Kertm'de meleklerin, söz bakımından Allah'ın önüne geçemiyecekleri sabit olmuştur (Enbiya. 37) Buna göre maksat şudur: Sanki şöyle denilmiştir: "Ya Muhammed, eğer o yahudiler seni tekzib ediyorlarsa, sen onların bu hareketine aldırma.. Çünkü bu hususta, seni hem âlemlerin ilahı olan Allah, hem de yedi kat göğün melekleri tasdik ediyorlar. Kendisini hem âlemlerin Rabb'inin, hem de arş, kürsî ve yedi kat göğün tüm meleklerinin tasdik ettiği bir kimse, o en adi insanların -ki bunlar yahudilerdir- tekzîbine iltifat etmez. Sonra Cenâb-ı Hak, "Hakiki şahid olarak Allah yeter" buyurmuştur ki bu, takdirindedir (yani buradaki bâ harfi zâiddir). Benzeri hususta izah, daha önce geçmişti. 167Âyetin tefsiri için bak:169 168Âyetin tefsiri için bak:169 169'Gerçekten o inkâr eden ve (insanları) Allah yolundan alıkoyanlar, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapmışlardır. Gerçekten o inkâr eden ve zulmedenleri Allah asla affedecek değildir ve onlan ancak ebedî kalıcı olduktan cehennemin yolum hidayet eder. Bu, Allah'a pek kolaydır" Bil ki bu âyette bahsedilen hususlar, daha önce bahsi geçmiş olan yahudilerin sıfatlarından bazılarıdır. Bundan maksad, onların hem Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, hem de Kur'ân'ı inkâr ettikleri ve başka insanları Allah'ın yolundan alıkoyduklarını ifade etmektir. İnsanları Allah yolundan alıkoymaları da, "Eğer Muhammed bir peygamber olsaydı Tevrat'ın Hazret-i Musa'ya toptan indirilmiş olması gibi, kitabını (Kur'an'ı) gökten bir defada getirirdi"; "Allahü teâlâ, Tevrat'ta, Hazret-i Musa'nın şeriatının kıyamete kadar değişmeyeceğini ve neshedilmeyeceğini bildirmiştir" ve "peygamberler, ancak Hazret-i Harun ve Hazret-i Davud'un soyundan gelir" gibi sözleri ile insanların kalplerine attıkları şüphelerle olmuştur. Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz derin bir sapıklığa batmışlardır" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü en ileri derecedeki sapık, kendisinin hakkı (doğruyu) bulduğuna inanmış olarak sapıtan kimsedir. Sonra bu insan, sapıklığını mal ve makam elde etme vesilesi yapar ve bütün gayretini, başkalarını da aynı sapıklığa sokmak için harcar. İste şüphesiz bu insan, sapıklığın son sınırına dayanmıştır. Cenâb-ı Allah bundan dolayı, bu gibi kimseler hakkında, "Şüphesiz (onlar), derin bir sapıklığa batmışlardır" buyurmuştur. Allah, onların nasıl sapıtmış olduklarını anlatınca, bunun peşisıra onlara yönelik valdini, "Hazret-i Muhammed'in peygamberliği ile ilgili (Tevrat'taki haberleri) gizlemek sureti ile Hazret-i Muhammed'e ve kalplerine şüphe atmak suretiyle cahil halka, "zulmeden ve inkâr eden o insanları Allah asla affedecek değildir" diye beyan etmiştir. Bil ki biz, eğer âyetteki, "Gerçekten o inkâr eden ve zulmedenler.." ifadesini, daha önce zikri geçmiş olan belirli kimseler manasına hamledersek, buradaki tehdîd için herhangi bir şart takdir etmeye ihtiyaç hissetmeyiz. Çünkü âyetteki tehdid ve valdin, Allah'ın küfür üzere öleceğini bildiği birtakım topluluklarla ilgili olduğunu söylüyoruz. Yok eğer biz bu ifadenin, bütün umumî kâfirler hakkında olduğunu söyler isek, o zaman bu va'îd için, tevbe etmemiş olma şartını takdir ederiz. Sonra Cenâb-ı Hak, "Onları ancak cehennem yoluna hidayet eder (sevkeder)" buyurmuş ve daha sonra onlar orada ebedîkalıcı olarak" buyurmuştur ki bu, "Allah onları kıyamet günü, cennete değil, aksine cehenneme iletir" demektir."Bu, Allah'a pek kolaydır." Âyetteki "hâlidîn" kelimesi, hal olduğu için mansubtur ve bunun âmili "Onları hidayet edecek değildir" ifadesidir. Çünkü bu, "onları ebedî olarak cezalandıracağım" demektir. Âyetteki "ebeden" kelimesi ise, zarf olduğu için mansub kılınmıştır. "Bu Allah'a pek kolaydır" ifadesi, "O'nun için hiçbir şey imkansız değildir, Binaenaleyh sonsuza kadar o kâfirlere azabları ve elemleri o kâfirlere bir bir vermeye kadirdir. Fakat bu, başkası için imkansızdır. Mü'minlere Gelen Hak Peygamber 170"Ey insanlar, hiç şüphesiz, Rabb'İnizden size hak ile bir peygamber gelmiştir. O hâlde, kendi hayrınıza olarak (O'na) iman edin. Eğer inkâr edip kâfir olursanız, (biliniz ki) göklerde ve yerde olan herşey Allah'ındır. Allah alim ve hakimdir" Bil ki Allahü teâlâ, yahudilerin (ortaya attıkları) şüpheye birçok bakımdan cevap verip, yollarının yanlışlığını açıkladıktan sonra, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dinine davet eden, o yahudiler ile diğer insanları da içine alan umûmî bir tarzda hitap buyurarak, "Ey insanlar hiç şüphesiz, Rabb'inizden size hak ile bir peygamber gelmiştir" buyurmuştur. Burada bahsedilen "hak" konusunda iki görüş vardır: 1) "O, hak ile yani Kur'ân ile geldi" demektir. Kur'ân bir mu'cizedir. Binaenaleyh Hazret-i Peygamber'in Rabb'inden hak ile gelmiş olması gerekir. 2) "O, Allah'a ibâdete ve Allah'dan başkasından yüz çevirmeye davet ile gelmiştir (yani bunu yapmıştır)." Akıl, bunun hak (davet) olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh bu, Hazret-i Muhammed'in, Rabb'inden hak ile gelmiş olmasını gerektirir. Sonra Hak teâlâ, "O halde kendi hayrınıza olarak, (Ona) imân edin" buyurmuştur. Yani, "O halde imân ediniz. Bu imanınız sizin için, içinde bulunduğunuz (küfür) halinden elbette hayırlı olur. Yani, "Kâfirlikten daha güzel bir sondur" demektir. Yok eğer inkâr eder kâfir olursanız, hiç şüphesiz Allah'ın sizin imanlarınıza ihtiyacı yoktur. Çünkü O, göklerin ve yerin mâliki ve halikıdır. Böyle olan bir varlık, hiçbirşeye muhtaç olmaz. Bundan murad, şu mana da olabilir: "Çünkü göklerde ve yerde olan herşey Allah'ındır. Böyle olan zat, eğer inkâr ederseniz, size şiddetli azab indirmeye kadir olur." Yine bu ifadenin, "Eğer siz Allah'ı inkâr ederseniz, bilin ki göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur, emrine ve hükmüne boyun eğen ve ibâdet eden nice kulları vardır" manasında olması da muhtemeldir. Sonra Allahü teâlâ, "Allah alîm ve hakimdir" buyurmuştur. Yani Allah alîmdir; mü'min ve kâfir kullarının amellerinden hiçbiri O'na gizli kalmaz; hakimdir; onlardan hiçbirinin amelini boşa çıkarmaz ve mü'min ile kâfiri, günahkâr ile iyi kulu birbirine denk tutmaz. Bu, şu âyette ifade edildiği gibidir: "Yoksa biz, Sman edip de sâlih ameller yapanları yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi sayacağız? Yahut müttakîleri facirlerle bir mi tutacağız?" (Sad. 28). Hristiyanları, Aşırılıktan İstikamete Davet 171Âyetin tefsiri için bak:173 172Âyetin tefsiri için bak:173 173"Ey ehl-i kitap! Dininiz hususunda haddi aşmayın. Allah'a karşı, ancak hak (doğru) olan şeyi söyleyin. Meryem oğlu Mesih İsa, Allah'ın sadece peygamberi ve kelimesidir. O kelimeyi Meryem'e bırakmıştır. O, Allah tarafından (gelen) bir ruhtur. Artık Allah'a ve peygamberlerine iman edin ve "Allah üçtür" demeyin. Kendinizin hayrına olarak (bu sözden) vazgeçin. Allah, ancak bir tek tanrıdır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde olan herşey O'nundur. Hakikî vekil olarak Allah yeter. Ne Mesîh ne de mukarreb melekler, Allah'a ibadet etmekten asla kaçınmazlar. Kim Ona kulluk etmekten kaçınır ve kibirlenmek isterse, (bilsin ki) Allah onların hepsini huzurunda toplayacaktır. Fakat İman edip salih ameller işleyenlere gelince, Allah onlara hem mükâfaatlarını eksiksiz ödeyecek, hem de fazl-ı ilahisinden (hakettiklerinin) fazlasını verecektir. Ama büyüklenerek ibadetten kaçınan o kimseleri, pek acıklı bir azaba uğratacak, onlar Allah'tan başka, kendileri için ne bir dost ne bir yardımcı bulamayacaklardır" Bil ki Allahü teâlâ, yahudilerin şüphelerini cevaplayınca, bundan sonra bu âyette, hristiyanlarla konuşmuştur. Buna göre kelamın takdiri şöyledir: "Ey hristiyanlardan olan ehl-i kitap! Dininizde haddi aşmayın; yani, Mesih'e tazimde ileri gitmeyin!" Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Allah yahudilerin, Mesih'i ta'n etme hususunda ileri gittiklerini nakletmişti. İşte hristiyanlar da, O'na ta'zim ve saygı hususunda ileri gidiyorlar. Her iki tarafın maksatları da kınanmış ve mezmumdur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, hristiyanlara, "dininiz hususunda haddi aşmayın" demiştir. O'nun, "Allah'a karşı ancak hak (doğru) olan şeyi söyleyin' buyruğu ise, "Allah'ı, insanın bedenine veya ruhuna girip, onlarla birleşmekle vasfetmeyin ve O'nu böyle durumlardan tenzih ediniz" demektir. Allahü teâlâ hristiyanları aşırı gitmekten men edince, onları hak yola iletmek istemiştir ki, bu da, Meryem'in oğlu İsa Mesih'in, Allah'ın resulü ve O'nun kulu olduğu hakikatidir. Hazret-i İsa'nın "Allah'ın Kelimesi" Olmasının İzahı Cenâb-ı Hakk'ın, O'nun kelimesidir. O kelimeyi, Meryem 'e bırakmıştır. O, Allah tarafndan (gelen) bir ruhtur" ifadesine gelince, bil ki biz, bü âyette, ifadesini, O'nun "Ey Meryem, Allah, kendinden bir kelimeyi sana müjdeliyor. Adı İsa, (lakabı) Mesîh..." (Al-i imran, 45) âyetini tefsir ederken açıklamıştık. Bu ifadenin manası, "Hazret-i Isa, vasıtasız ve nutfe bulunmadan, Allah'ın emri ve kelimesi ile vücud bulmuştur" demektir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Gerçekten Allah katında İsa'nın durumu Adem'in haligibtdir. Allah Onu (Adem'i) topraktan yarattı. Sonra Ona, "ol" dedi, O da oluverdi" (Al-i İmran, 59) âyetinde bahsettiği husus gibidir. Ruh Kelimesinin Manaları O'nun, "O, Allah tarafından (gelen) bir ruhtur" buyruğuna gelince, bu hususta da şu izahlar yapılmıştır: a) Bir şeyi, son derece temiz ve nezih olmakta vasfettikleri zaman, insanların adeti, "O, bir ruhtur" demek şeklinde cereyan etmektedir. Binâenaleyh Hazret-i İsa, babanın nutfesinden tekevvün etmeyip, Cebrail (aleyhisselâm)'in üflemesinden meydana gelince, haliyle O, "Ruh" olarak vasfedilmiştir. "Allah tarafından"sözünden maksat ise, ona bir şeref ve üstünlük kazandırmaktır. Bu tıpkı, "Bu, Allah tarafından gönderilen bir nimettir" denilmesi gibidir ki, bundan maksat da, o nimetin tam ve kusursuz .şerefli olduğunu beyan etmektir. b) Hazret-i İsa, dinî hayatları bakımından, insanların hayat bulmalarının sebebidir. Böyle olan herkes, "Ruh" diye vasfedilir. Nitekim Cenâb-ı Hak'da Kur'ân'ı tavsif ederken'İşte biz, sana da böylece emrimizden bir ruh bahşettik" (Şurâ, 52) buyurmuştur. c) "O, Allah tarafından (gelen) bir ruhtur" ifadesinin manası, "O, O'ndan bir rahmettir" demektir. Hak teâlâ'nıp, "bunları kendinden bir ruh ile desteklemiştir" (Mücadele, 22) âyetinin tefsirinde; burada geçen "ruh" kelimesi de, "Allah'tan olan bir rahmet" şeklinde açıklanmıştı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Ben, ancak (âlemlere) hediye edilmiş bir rahmetim" Darimi, Mukaddime, 3 (1/9). buyurmuştur. Hazret-i İsa da, dinleri ve dünyaları hususunda faydalarına olan şeylere iletip götürmesi cihetiyle, Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir rahmet olunca, gayet tabiî olarak, "O'ndan bir ruh" olarak isimlendirilmiştir. d) Arapça'da "ruh" kelimesi, üftemek manasına gelir. Çünkü ruh ile rîh (rüzgâr), birbirlerine yakın olan iki kelimedir. Buna göre "ruh", Hazret-i Cebrail'in üflemesinden ibaret olup, (o'ndan) sözü de, "Cebraîl tarafından yapılan bu üflemenin, Allah'ın emri ve müsaadesiyle olduğunu gösterir. Binâenaleyh, bu üfleme sanki, Allah'tan olmuş olur" demektir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Biz bundan dolayı ona ruhumuzdan üfledik" (Tahrim. 13 ) âyeti gibidir. e) Ruh kelimesi, tenvinli (nekire) olup buradaki tenvin ta'zim ifade eder. Buna göre mana, "Kudsî, yüce ve şerefli ruhlardan bir ruh" şeklinde olur. O'nun (......) sözü ise, onu teşrif ve tazîm için, o ruhu kendisine izafe etmeyi ifade etmektedir. Allah'a ve Resullerine İnanıp Teslisten Vazgeçin Daha sonra Cenâb-ı Hak, Artık Allah'a ve peygamberlerine iman edin" buyurmuştur ki bu, "İsa, Allah'ın peygamberlerinden birisidir. Binâenaleyh, diğer peygamberleri tasdik edip onlara İman ettiğiniz gibi, O'na da iman edin; O'nu tanrılaştırmayın" demektir. Sonra Allahü teâlâ, ve, "Allah üçtür" demeyin. Kendinizin hayrına olarak (bu sözden) vazgeçin" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili de, iki mesele vardır: Birinci Mesele Bu ifadenin manası, "Allah (c.c), cevheriyle tek, asılları itibariyle (ekânîm) de üçtür, demeyiniz" şeklindedir. Bil ki, hristiyanların bu husustaki tutum ve görüşleri, cidden meçhul ve kapalıdır. Bundan anlaşılan şudur: Onlar, üç sıfatla tavsif edilmiş bir zatın varlığını kabul ediyorlar. Ancak ne var ki onlar, bu üç şeye "sıfat" deseler bile, bunlar hakikatte birer zâttırlar. Bunun delili şudur: Onlar bu sıfatların bizatihi, hem İsa hem de Meryem ile birleşmesini (onlara hulul etmesini) tecviz ediyorlar. Eğer bu, bu manaya gelmeseydi, onlar bu sıfatların başka bir varlığa hulul etmesini ve başka bir seferde de o varlıktan ayrılmasını caiz görmezlerdi. Binâenaleyh, onlar her ne kadar bunları sıfat diye adlandırsalar bile, ancak ne var ki onlar gerçekte, bizatihî kendi kendine kaim olan müteaddid zâtlar kabul etmişlerdir ki, bu katıksız bir küfürdür. İşte bu manadan dolayı Cenâb-ı Hak, "ve, "Allah üçtür" demeyin... Vazgeçin" buyurmuştur. Ama biz "üç" lafzını, "onlar üç sıfat kabul ediyorlar" manasına alırsak, bunun kabul edilmemesi mümkün değildir. Biz nasıl böyle demiyelim ki! Zira biz, "O kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan, Melik, Kuddûs, Selâm, Alîm, Hayy, Kadîr, Murîd vd. olan bir Allah'dır" diyor, bu lafızların herbirinden ayrı ayrı manalar anlıyoruz. "Sıfatların teaddüdü"nün bundan başka bir manası yoktur. Binâenaleyh, sıfatların teaddüd ettiğini söylemek bir küfür olsaydı, o zaman bütün Kur'ân'ın reddi ile, aklın da reddedilmesi gerekirdi. Çünkü Allahü Teâlâ'nın "âlim olmasından anlaşılan mananın, O'nun kadir veya hayy olmasından anlaşılan manadan başka olduğunu zarurî olarak biliyoruz. İkinci Mesele O'nun (üçtür) ifadesi, mahzuf bir mübtedânın haberidir. Sonra alimler, bu mübtedânın ne olduğu hususunda, şu şekilde ihtilafa düşmüşlerdir: 1) Bu, bizim zikrettiğimiz husustur ki, Asıllar (ekânîm) üçtür", demeyiniz" şeklindedir. 2) Zeccâc şöyle demektedir: "İlahlarımız üçtür" demeyiniz. Bu böyledir, çünkü Kur'ân-ı Kerim, hristiyanların, "Allah, Mesîh ve Meryem üç ilahtırlar" dediklerine delâlet etmektedir. Hristiyan mezheplerinden bazıları, tarihte Hazret-i Meryem'i açıkça tanrılaştırmışlardır. Katoliklik ise ona verdiği sıfatlarla, Kur'ân nazarında Meryem'i tanrılaştırırlar ("Tanrının annesi" sıfatı, ona dua edip yalvarmaları, onun göğe yükselip hayana olduğunu kabullenmeleri gibi sıfatlar bunu gösterir). Fakat Meryem'in tanrılaştırılması başka, onun tesitsin üç unsurundan biri sayılması daha başka bir şeydir. Kur'ân'ın, Meryem'i testisin bir unsuru saydığı kesinlikle varid değildir. Mâide, 116 âyeti buna delâlet etmez (Bu hususta geniş bilgi için bkz. S.Yıldırım, Kur'ân'da Ulûhiyyet, ist., 1987, S.350-353). Bunun delili ise, "Allah: "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara "Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki tanrı edininiz" diyen sen misin?" (Mâide, 116) âyetidir. 3) Ferrâ, "Onlar üçtür, demeyiniz" demiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "üçdür", diyecekler" (Kehf, 22) sözü gibidir. Bu böyledir, çünkü Hazret-i İsa ve Meryem'in, bu ibarede, Allah ile beraber zikredilmesi, o ikisinin de iki ilah olduğu zannını uyandırır. Özet olarak diyebiliriz ki dünyada, hristiyanların mezhebi kadar, akıldan daha uzak ve daha bozuk başka bir mezhep görmemekteyiz. Sonra Cenâb-ı Hak, "Kendinizin hayrına olarak, (bu sözden) vazgeçin" buyurmuştur. Biz, bu ifadedeki (......) kelimesinin niçin mansub kılınmış olduğunu "o halde, kendi hayrınıza olarak (O'na) İman edin" (Nisa, 170) âyetinin tefsirinde anlatmıştık. Allah'ın Çocuğu Olamaz Daha sonra Allahü teâlâ "tevhîd" i, "Allah, ancak bir tek tanrıdır" buyruğu ile te'kîd etmiş, sonra kendisini, çocuğu olmak keyfiyetinden de, "O, herhangi bir çocuğu bulunmaktan münezzehtir" diyerek tenzih etmiştir. Biz, Allahü teâlâ'nın, bir çocuk edinmekten münezzeh olduğunun delillerini hem Âl-i İmran, hem de Meryem sûrelerinde iyice anlatmış ve izah etmiştik. Hasan el-Basrî, hemzenin kesresi, nûnun da ref'i ile (......) şeklinde okumuştur ki, manası, "O'nu, çocuğu olmaktan tenzih ederiz" demektir. Bu takdire göre söz, iki cümleden meydana gelmiş olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Göklerde ve yerde olan her şey O'nundur" buyurmuştur. Bil ki Allah (c.c), kendisini, çocuğu olmaktan tenzih ettiği her yerde, kendisinin, göklerde ve yerde bulunan şeylerin Melik'i ve Mâlik'i olduğundan bahsetmiştir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, Meryem sûresinde de, "Göklerde ve yerde olan herkes, müstesna olmamak üzere, o Rahmana (Allah'a) mutlaka kul olarak gelecektir" (Meryem, 93) buyurmuştur ki, buna göre bu ifadenin manası, "Göklerin ve yerin ve bu ikisinde bulunan şeylerin mâliki olan bir kimse, İsa ve Meryem'in de mâlikidir. Çünkü, İsa ile Meryem de, göklerde ve yerde bulunanlar cümlesindendir. İsa ve Meryem, gerek zât ve gerekse sıfatları bakımından, kendileri dışında kalanlardan daha büyük değillerdir. Binâenaleyh O, İsa ve Meryem'den daha büyük olanların Mâliki olunca, İsa ve Meryem'in de haydi haydi mâliki olur. İsa ve Meryem, O'nun mülkü, memlûkü olunca, daha nasıl İsa ve Meryem'in Allah'ın oğlu ve zevcesi oldukları düşünülebilir?" şeklindedir. Vekil Olarak Allah Yeter Sonra Cenâb-ı Allah, "Hakikî vekil olarak Allah yeter" buyurmuştur. Bunun manası, "Allahü teâlâ, mahlûkatın işlerini deruhte ve sonradan meydana gelmiş varlıkları muhafaza etme hususunda kâfî ve yeterlidir. Binâenaleyh, O'nun yanında başka bir ilahın bulunduğunu söylemeye ihtiyaç ve gerek yoktur" demektir. İşte bu ifade, kelamcıların, "Hak teâlâ, bütün malûmatı bildiğine ve bütün makdûrata kadir olduğuna göre, O, ilâh olmak bakımından yeter... Biz, O'nunla beraber başka bir ilahın bulunduğunu kabul edersek, bu (ikinci) ilâh, kendisinde hiçbir fonksiyonun bulunmadığı muattal bir ilâh olmuş olur ki, böyle olmak bir noksanlıktır. Nakıs ve eksik olan ise ilâh olamaz?" şeklindeki sözlerine bir işaret olmuş olur. İsa Allah'a Kul Olmaktan Geri Kalmaz Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ne Mesih ne de mukarreb melekler, Allah'a ibadet etmekten asla kaçınmazlar" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak birkaç mesele vardır: İstinkaf Kelimesinin Manası Zeccâc, tabiri, (büyüklenmeyecek, burun kıvırmayacak..) anlamına gelir. Arapça'da bu, parma-İstinkâfğınla yanağındaki göz yaşını silip kuruttuğun vakit söylemiş olduğun tabirine dayanmaktadır. Buna göre, lafzının manası, "Asla kederlenmeyecek, asla imtina edip kaçınmayacak..." şeklindedir" demiştir. Ezherî ise şöyle demektedir: "Münziri'nin şöyle dediğini duydum: Ebu'l-Abbas'a, "istinkâfin ne demek olduğu sorulduğunda, onun şöyle dediğini duydum: Bu, (ennekefu) kelimesinden gelmektedir. Nitekim, "Bu hususta, ona bir sorumluluk ve mesûliyyet terettüp etmez" denilir. Buna göre (......) kelimesi, bir kimseye kötü bir sözün söylenmesi;kelimesi de, o kimsenin o kötü sözü, kendisinden def etmesi, savması, onu kabul etmemesi, anlamlarına gelir. Hazret-i İsa Hakkında Necran Hıristyanlarının İddası Rivayet olunduğuna göre Necrân'dan gelen heyet Allah'ın Resulüne şöyle demiştir: "Niçin bizim arkadaşımızı... ayıp" Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, "Arkadaşınız kimdir?" deyince, onlar, "İsa'dır" dediler. Hazret-i Peygamber, "Ne dedim kî?" deyince de, onlar "Sen O'nun Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu söylüyorsun" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, "O'nun, Allah'ın kulu olması, bir ar ve noksanlık değildir" deyince, işte o zaman bu âyet-i kerime nazil oldu. Ben de diyorum ki: Cenâb-ı Hak, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın Allah'ın kulu olduğuna kesin delil getirip, onun Allah'ın oğlu olması caiz olmayınca, işte bundan sonra Cenâb-ı Hak, onların şüphelerini hem nakletmeye, hem de bu şüpheleri cevaplamaya işaret etmiştir. Bu böyledir, çünkü onların, Hazret-i İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu isbat hususunda ileri sürdükleri delilleri onun gaybden haber vermiş olması, ölüleri diriltmesi, hastaları iyileştirmesi gibi harikulade şeyler yapmış olmasıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki: "Mesîh, bu kadar ilim ve bu kadar kudret ile, Allah'ın kulu olmaktan katiyyetle istinkâf edip kaçınmaz. Çünkü mukarreb melekler, gerek gaybî bilme ve gerekse kudret bakımından, İsa'dan daha üstündürler. Çünkü onlar, Levh-i Mahfuz'a muttalidirler. Ve yine onlardan sekiz tanesi, o muazzam büyüklükteki arşı taşımaktadırlar. Sonra melekler, gerek ilimleri, gerekse kudretleri bakımından bu kadar mükemmel olmalarına rağmen, kesinlikle Allah'a kulluktan kaçınmamış, istinkâf etmemişlerdir. Binâenaleyh, daha nasıl olur da Mesîh, bu kadar az ilmi ve kudretiyle, Allah'a kulluk arzetmekten istinkâf edebilir?" demek istemiştir. Âyeti, bizim zikrettiğimiz bu hususa hamlettiğimiz zaman, işte bu âyetler, birbirleriyle son derece mükemmel bir tenasüb, bir uyum ve bir benzerlik içinde bulunurlar. Binâenaleyh, âyeti bu manaya hamletmek daha uygun olur. Melaikelerin İnsanlardan Üstün Olup Olmadığı Mu'tezile bu âyetle, meleğin beşerden daha üstün olduğu hususunda istidlalde bulunmuştur. Biz, onların bu âyetle istidlalde bulunmalarını, Cenâb-ı Hakk'ın "Hani meleklere: "Ademe secde edin" demiştik..." (Bakara, 34)âyetinin tefsirinde zikretmiş ve onların bu istidlallerine pekçok yönden cevap vermiştik. Biz, burada da şunu diyoruz: Biz, meleklerin, beşerden daha fazla gayba muttali oldukları hususu ile, meleklerin, bu âlemde tasarrufta bulunma kudretlerinin beşerinkinden daha fazla olduğunu kabul ediyoruz... Hem nasıl böyle olmasın ki? Çünkü Cebrail'in, Lût Kavmi'nin şehirlerini tek bir kanadının tek bir tüyü ile kökünden söküp attığı söylenmektedir. Bizim tartışmamız ancak, meleklerin taatlerinin mükâfaatının mı, beşerin faallerinin sevabının mı daha çok olacağı hususundadır. Bu âyet ise, kesinlikle buna delâlet etmemektedir. Çünkü hristiyanlar, gaybden haber verip harikulade şeyleri yapmış olması sebebiyle Hazret-i İsa'nın uluhiyyetini isbata kalkışmışlardır. Binâenaleyh, bu âyette, bu şüpheyi iptal etmek için meleklerin zikredilmiş olması, meleklerin, ancak gerek ilim gerekse kudret bakımından beşerden daha üstün olmaları halinde doğru olur. Biz de, bunun böyle olduğunu söylüyoruz. Ama, bu âyetten maksadın, taatlere verilecek mükâfaatın çokluğu bakımından meleklerin Mesih'ten üstün olduğu manasının kasdolunduğunun söylenmesine gelince, bu, burayla bir münasebet arzetmeyip, buraya uygun düşmez. Böylece bu istidlalin ancak, insanlar niza ve tartışmaktan uzaklaşamadıkları için, zihinlerde kuvvet kazanmış olduğu ortaya çıkmış olur. Allah en iyi bilendir. Dördüncü Mesele Âyetle ilgili bir soru vardır ki, o da şudur: Bu âyette geçen "melekler" sözü, Mesih sözüne atfedil mistir. Buna göre âyetin takdiri öâyetin takdiri, "Allah'ın kulları olmaları hususunda, mukerreb melekler de..." şeklinde olur. Bu ise caiz değildir. Buna, şu iki şekilde cevap verilir: a) Bundan murad, "Mukarreb meleklerden hiçbirisi de..." şeklindedir. b) Bu ifadeden maksadın, "Kul olmaktan mukarreb melekler de istinkâf etmezler" şeklinde olmasıdır. Böylece îcâz üslubuyla ve de, "Allah'ın kulu..."ifadesi de delâlet ettiği için (Allah'ın kulları olmaktan) sözü hazfedilmiştir. Berşinci Mesele Ali İbn Ebî Tâlib (radıyallahü anh), ism-i tasgir sîgasıyla, (......) şeklinde okumuştur. Altıncı Mesele Hak teâlâ'nın, "Mukarreb melekler de.." ifadesi, meleklerin tabakalarının, derece ve fazilet bakımından birbirinden farklı olduğuna delâlet eder. Buna göre meleklerin en büyükleri, meselâ Cebrail, Mîkaîl, İsrafil, Azrail ve Hamele-i Arş'tır. Biz, bunların tabakalarını, Bakara sûresinde, Hak teâlâ'nın (Bakara. 30) âyetinin tefsirinde açıklamıştık. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kim O'na kulluk etmekten kaçınır ve kibirlenmek isterse, (bilsin ki) Allah, onların hepsini huzurunda toplayacaktır" buyurmuştur. Bu, "Kim Allah'a ibadet etmekten istinkâf edip, bu hususta tekebbür ederse, bilsin ki Allah onları kendi huzurunda hasredecektir", yani "Allah, Kıyamet gününde onları, kendileri için hiçbir şey yapamaz bir vaziyette huzurunda toplayacaktır" demektir. Bil ki Allahü Teâlâ, o istinkâf edip büyüklenenleri hasredeceğini söyleyip, ama onlara ne yapacağını söylemeyerek, aksine ilk önce itaatkâr mü'minlerin mükâfaatından bahsedip, 'Fakat iman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, Allah onlara hem mükâfaatlarını eksiksiz ödeyecek, hem de fazl-ı ilahisinden (hak ettiklerinin) fazlasını verecektir" buyurmuş, sonunda da istinkâf edip tekebbür edenlerin cezasına yer vermiş ve, "Ama büyüklenerek ibadetten kaçman o kimseleri, pek acıklı bir azaba uğratacak, onlar Allah'tan başka, kendileri için ne himaye eden bir dost, ne de bir yardımcı bulamayacaklardır" buyurmuştur. Bu ifadenin manası açık olup, hiçbir zorluk yoktur. Cenâb-ı Hak, mü'minlerin mükâfaatını, istinkâf edip büyüklenenlerin cezasından önce zikretmiştir. Çünkü onlar, önce Allah'a itaat edenlerin mükâfaatını görüp, bundan sonra da, kendilerinin ikab ve cezalarını görünce, bu onlar için son derece şiddetti bir acı ve hasret sebebi olmuştur. Size Rabbinizden Bir Burhan ve Nur Gelmiştir 174Âyetin tefsiri için bak:175 175"Ey insanlar, gerçekten size Rabbinizden bir burhan gelmiştir. Size, apaçık bir nûr göndermişizdir. İşte Allah'a iman edip de. Ona sarılanlar (yok mu?) Onları, kendisinden bir rahmetin ve lûtf-u inayetin içine sokacak ve onları, kendisine (giden) dosdoğru bir yola götürecektir" Bil ki Allahü teâlâ, bütün münafık, kâfir, yahudi ve hristiyanların aleyhine deliller getirip, onların hertürlü şüphesini cevaplayınca, hitabı umumîleştirerek, bütün insanları, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini kabul etmeye davet etmiş ve "Ey insanlar, gerçekten size Rabbinizden bir burhan gelmiştir ' buyurmuştur. Burhan, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Allah, bu âyette O'nu, "Burhan" diye nitelendirmiştir, çünkü hakkın hak, bâtılın bâtıl olduğunu göstermek üzere burhan (delil) ortaya koymak O'nun sanatıdır. Âyette geçen, "Nur-u Mübin" (apaçık bir nûr) de Kur'ân-ı Kerim'dir. Allahü teâlâ, Kur'ân'ı, kalbe iman nurunun düşmesine sebep olduğu için "Nûr" diye isimlendirmiştir. Cenâb-ı Hak, bütün âlemlerce, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir peygamber, Kur'ân-ı Kerim'in de hak bir kitap olduğu iyice anlaşılınca, bundan sonra insanlara, Hazret-i Muhammed'in şeriatına sarılmalarını emredip, buna karşılık onlara mükafaat vaadederek, "İşte Allah'a iman edip de, O'na sarılanlar yok mu..." buyurmuştur. Allah'a imandan maksad, Allah'ın varlığına (zatına), sıfatlarına, fiillerine, hükümlerine ve isimlerine imandır. "O 'na sarılmak "tan murad, "imanda kendilerini sebat ettirmesi, şeytanın yoldan çıkarmasına karşı kendilerini koruması, kendilerini ilahî rahmet ve fazlına girdirmesi ve sırat-ı müstakime iletmesi hususlarında Allah'a sarılmaları, güvenmeleridir. Böylece Cenâb-ı Hak, onlara şu üç şeyi, yani rahmet, fazl ve hidayetini vaadetmiştir. İbn Abbas, buradaki "rahmet"in, cennet; "fazl"ın, Allah'ın onlara, hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kulağın duymadığı lütuflarda bulunması; "sırat-ı müstakime hidayet etmesi"nin de dosdoğru dine hidayet manasına olduğunu söylemiştir. Ben derim ki: Rahmet ve fazl, cennette verilecek olan mükafaat ve saygı manalarına hamledilmiştir. Fakat bu âyetteki hidayet ile beşer ruhlarında, kudsiyet ve kibriyâ âleminin nurlarının tecelli etmesi sayesinde meydana gelen saadetler kasdedilmiştir. İşte bu, ruhî bir mutluluktur. Cenâb-ı Hak bunu, ruhî mutlulukların, cismânî lezzetlerden daha kıymetli olduğuna dikkat çekmek için, ilk ikisinden sonra zikretmiştir. Kelâlenin Mirası 176"(Habibim) senden fetva isterler. De ki: "Allah, babası ve çocuğu olmayanın mirası hakkındaki hükmü (şöyle) açıklar: Eğer, çocuğu olmayan bir erkek ölür, geride onun bir tek kızkardeşi kalırsa terikesinin yarısı o (kızkardeşindir). Eğer (geride kalan), erkek kardeş ise, o, çocuksuz ölen kızkardeşinin terikesine vâris olur. Eğer (aynı şekilde geride kalanlar), iki kızkardeş ise, erkek kardeşin tertkesinin üçte ikisini alırlar. Eğer (aynı şekilde geride kalanlar), erkek ve kız kardeşler ise, o zaman erkek için dişinin hissesinin iki kah vardır. Allah size şaşırırsınız diye, (hükümlerini) açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir" Bil ki Allahü teâlâ, sûrenin sonu başına uygun düşsün diye, bu sûrenin evvelinde mallarla ilgili hükümlerden bahsetmiş ve sonunu aynı mevzu ile bitirmiştir. Sûrenin ortası ise, hak dine ters düşmüş olan fırkalarla tartışmayı ihtiva etmektedir. Ehl-i ilim şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, "Kelâle" hakkında iki âyet indirmiştir. Birincisi, kış mevsiminde inmiştir ve bu sûrenin baş kısmında yer alır. Diğeri ise, yazın inmiştir ve bu âyettir. Bundan dolayı, bu âyete "sayf (yaz) âyeti" denir. "Kelâle"-nin, hem vâris olan, hem de vâris olunan için kullanıldığını daha önce anlatmıştık. Binâenaleyh eğer bu kelime, vâris olan için kullanılır ise, "Kelâle", ölenin babası ile çocuğu dışındaki mirasçılarıdır. Eğer bu kelime vâris olunan için kullanılır ise, "Kelâle", ebeveyninden biri ile hiçbir çocuğu kendisine vâris olmayan ölen kimse demektir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer çocuğu olmayan bir erkek ölür, geride onun bir tek kızkardeşi kalırsa, terikesinin yarısı o kızkardeşindir" buyurmuştur. Bu âyetteki (......) kelimesi, hemen sonra geten fiilin açıkladığı, aynı kök ve manadaki (mahzuf) bir fiilin faili olarak merfû kılınmıştır. Âyetteki , çocuğu olmayan" ifadesi sıfat olduğu için mahallen merfudur. Bunun takdiri, "çocuğu olmayan bir erkek ölürse" şeklindedir. Bil ki âyetin zahirinde üç kayıt ve şart bulunmaktadır: 1) Âyetin zahiri' ölenin çocuğu olmaması şartıyla, kızkardeşin, mirasın yarısını almasını, ama çocuk bulunduğu zaman, mirasın yarısını almamasını gerektiriyor. Halbuki durum böyle değildir. Aksine kızkardeşin, mirasın yarısını alabilmesinin şartı, ölenin erkek çocuğunun olmamasıdır. Eğer ölen erkeğin kız çocuğu bulunursa, o zaman kızkardeş, yine malın yarısını alır. 2) Âyetin zahiri, ölen kimsenin çocuğu olmaması şartı ile, kızkardeşin, mirasın yarısını alacağını gösterir. Halbuki durum böyle değildir. Aksine bunun şartı, ölenin ne bir çocuğunun ne de babasının geride kalmamış olmasıdır. Çünkü kızkardeş, baba varken, icmâya göre vâris olamaz. 3) Âyetteki 'Ceride o erkeğin bir kızkardeşi olursa" ifadesinden maksad, ana-baba bir veya baba bir kızkardeştir. Çünkü ana bir kız ve erkek kardeşin, mirastaki hükmünü Cenâb-ı Allah, bütün alimlerin ittifak ettikleri gibi, bu sûrenin başlarında yer alan kelâte âyetinde bildirmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer (geride kalan) erkek kardeş ise, o, çocuksuz ölen kızkardeşinin terikesine vâris olur" buyurmuştur. Yani "Erkek kardeş, ölen kızkardeşin çocuğu mevcut olmadığı zaman, bütün terikesine vâris olur. Bu, ana-baba bir veya baba bir erkek kardeş olur ise böyledir. Ama, ana bir erkek kardeş olursa, mirasın tamamını alamaz. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer (aynı şekilde geride kalanlar), iki kızkardeş ise, erkek kardeşin terikesinin üçte ikisini alırlar. Eğer (aynı şekilde geride kalanlar), erkek ve kızkardeşler ise, o zaman erkek için, dişinin hissesinin iki kah vardır" buyurmuştur. İşte bu ifade, zikredilen kızkardeşin, ana bir kızkardeş olmadığına delâlet eder. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh), bir hutbesinde şöyle demiştir: "Dikkat ediniz, Allahü teâlâ'nın, Nisa süresindeki ferâiz ile ilgili âyetlerin ilki, çocuk ve baba hakkındadır. İkincisi ise, zevç, zevce ve ana bir kızkardeşler hakkındadır. Cenâb-ı Hakk'ın Nisa sûresi'nin sonunda getirdiği âyet ise, ana-baba bir kız ve erkek kardeşler hakkındadır. Enfâl sûresinin sonundaki mirasla ilgili âyet ise, ulül-erhâm hakkındadır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah size, şaşırırsınız diye, (hükümlerini) açıklıyor" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili şu açıklamalar yapılmıştır: 1) Basralılar, burada bir muzafın mahzûf olduğunu ve bunun takdirinin ise "Allah size (hükümlerini) sapmanızı hoş görmediği için, açıklıyor" şeklinde olduğunu, ama muzaf olan "kerahet" kelimesinin hazfedildiğini ve bunun tıpkı "Köye, yani ahalisine sor" (Yusuf. 82) âyetindeki gibi olduğunu söylemişlerdir. 2) Kûfeliler, bu ifadede nefy harfinin hazfedilmiş olduğunu ve bunun takdirinin "şaşırmayasınız, sapıtmayasınız diye, Allah size (hükümlerini) açıklıyor" şeklinde olduğunu ve bunun tıpkı "Allah gökleri ve yerleri, yıkılırlar diye, yani yıkılmasınlar diye, tutmaktadır" (Fatır. 41) âyetindeki gibi olduğunu söylemişlerdir. "Nazm" adlı eserin sahibi el-Cürcânî ise, âyetin, "Allah size, sapıklığı, onun sapıklık olduğunu bilesiniz ve ondan kaçmasınız diye açıklıyor" manasında olduğunu söylemiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah her şeyi hakkıyla bilendir" buyurmuştur. Binâenaleyh O'nun açıklamaları gerçek, bildirdikleri doğrudur. Bil ki bu sûrede, çok dikkate değer bir incelik vardır. O da şudur: Sûrenin başı, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin mükemmelliğini anlatmaktadır. Çünkü Allah bu sûreye, "Ey insanlar, sizi bir tek candan yaratan Rabbinize saygılı olun" (Nisa. 1) diye başlamıştır. İşte bu ifade, O'nun kudretinin sonsuzluğuna delâlet eder. Sûrenin sonu ise, Allah'ın ilminin mükemmelliğini anlatmaktadır. Bu da O'nun, "Allah her şeyi hakkıyla bilendir" âyetidir. Rubûbiyyet, ulûhiyyet, celâl ve izzet işte bu iki sıfat ile kâimdir. Bu iki sıfattan dolayı, insanların, Allah'ın emir ve yasaklarını tutup, bütün mükellefiyetleri kabul etmeleri gerekir. Musannif F. Râzî der ki : "Bu sûrenin tefsirini, 595 (hicrî) senesinin Cumade'l-âhire ayının 12. Çarşamba günü tamamladım." |
﴾ 0 ﴿