NİSA SURESİ 

1

"Ey İnsanlar, sizi bir tek kişiden yaratan Rabb'inizden ittikâ edin (çekinin)...”.

Bil ki bu sûre, pekçok çeşit mükellefiyeti ihtiva etmektedir. Bu böyledir, çünkü Allahü Teâlâ, bu sürenin başında insanlara, kadınlara, çocuklara ve yetimlere şefkat etmelerini, onlara acımalarını, onların haklarını kendilerine vermelerini ve onlar için mallarını muhafaza etmelerini emretmiştir. İşte bu mânayla da sûre son bulmuştur ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Senden fetva isterler. De ki: "Allah, kelalenin (babası ve çocuğu olmayanın) mirası hakkındaki hükmü şöylece açıklar..." (Nisa, 176) âyetinin belirttiği husustur. Cenâb-ı Hak bu sûrede, başka mükellefiyetlerden de bahsetmiştir ki bunlar temizliği, namaz kılmayı ve müşriklerle savaşmayı emretmesidir. Bu mükellefiyetler insanlara zor ve ağır geldiği için onlara meşakkatli olunca, hiç şüphesiz, bu zor mükellefiyetleri yüklenmenin gerekçesini zikrederek bu sûreye başlamıştır ki, bu da bizi yaratan Rabb'imizden ve bizi var eden ilahımızdan ittikâ etmektir. İşte bunun için Cenâb-ı Hak, "Ey insanlar, sizi yaratan Rabb'inizden ittikâ edin (çekinin)..." buyurmuştur. Âyette birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey insanlar..." buyruğu hakkında Vahidî, İbn Abbas'tan şunu rivayet etmiştir: "Bu hitap, Mekkelileredir." Müfessir usulcüler; bu hitabın bütün mükelleflere olduğu hususunda ittifak etmişlerdir ki, bu şu sebeplerden dolayı en doğru olan görüştür:

a) Bu âyette geçen "insanlar" kelimesi, başına eliflâm gelmiş olan bir çoğul lâfızdır. Binaenaleyh bu lâfız istiğrak (şümul ve umûm) ifâde eder.

b) Allahü teâlâ "ittika ediniz" emrini, O'nun, insanları tek bir nefisten yaratmış olmasına bağlamıştır ki bu illet, bütün mükelleflerin Hazret-i Adem'den yaratılmış olmaları sebebiyle, o mükellefleri de içine alır. İllet âmm olunca, hüküm de âmm olur.

c) İttikâ etmekle mükellef tutulma, sadece Mekkelilere ait değildir, Aksine, bütün insanlar hakkında umumî bir hüküm ifâde eder. (......) lâfzı herkesi içine aldığına, "ittika etmek" emri yine herkes için âmm olduğuna ve bu mükellefiyet illeti de, ki bu onların tek bir nefisten yaratılmış olmasıdır, herkes hakkında umûmî olduğuna göre, bu hitabın Mekkelilere tahsis edildiğini söylemek, son derece uzak bir ihtimaldir. İbn Abbas'ın delili, Hak teâlâ'nın "Kendisiyle birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'dan ve akrabalık (bağlârını kırmak)dan sakının" (Nisa, 1) buyruğunun Araplara mahsus olmasıdır. Çünkü "Allah aşkına" ve "akrabalık hakkı için" birşey istemek, Araplara mahsus bir örftür ki, meselâ onlar, "Senden, Allah ve akrabalık hakkı içün istiyorum.." ve "Senden Allah ve akrabalık hakkı içün talep ve rica ediyorum" derlerdi. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hakk'ın "Kendisiyle birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'dan ve akrabalık (bağlarını kırmak)dan sakının..." âyeti, Araplara mahsus olmuş olur. Bu sebeple de, âyetin baş kısmı olan "Ey insanlar..." hitabı, Araplara tahsis edilmiş olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, âyetin evvelinde, "Rabb'inizden ittikâ ediniz" ve bundan sonraki, "Kendisiyle birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'dan ve akrabalık (bağlarını kırmak)dan sakının" ifâdesi, aynı muhataba müteveccih olarak gelmişlerdir. İbn Abbas'ın bu görüşüne de şu şekilde cevap vermek mümkündür: Usûl-ü fıkıhta, âyetin sonunun hususi olması, baş kısmının umumî olmasına mani olmaz şeklinde bir kaide bulunmaktadır. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "Ey insanlar..." hitabı, bütün insanları içine alan âmm bir lâfız; O'nun, "Kendisiyle birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'dan ve akrabalık (bağlarını kırmak)dan sakının" buyruğu da Araplara mahsus olmuş olabilir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de iki sûreye, "Ey insanlar, Rabb'inizden ittikâ ediniz" hitabı ile başlamıştır. Bunlardan birisi bu sûredir ki, iş bu sûre, Kur'ân'ın ilk yarısının dördüncü süresidir. İkincisi ise Hacc süresidir ki, bu sûre de, Kur'ân'ın ikinci yarısının dördünce süresidir. Sonra Cenâb-ı Hak, bu sûrede "ittikâ ediniz" emrini, mebde'in, yaratılışın başlangıcını bilmeye delâlet eden hususa bağlamıştır ki bu, kendisinin insanları tek bir nefisten yaratmış olmasıdır. Bu da Yaratıcı'nın kudretinin, ilminin, hikmet ve celâlinin mükemmel olduğunu gösterir. Hacc süresindeki "ittikâ ediniz" emrini de, meâd, âhiret bilgisinin kemâline delâlet eden şeye bağlamıştır ki, bu da Hak teâlâ'nın "Çünkü o saatin (kıyametin) zelzelesi müthiş bir şeydir" (Hacc 1) ifadesidir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu iki sûrenin evvelini "mebde"' ve "meâd" bilgilerine bir delil yapmıştır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Mebde'e delâlet eden sûreyi "meâd"a delâlet eden sûreden önce getirmiştir. Bu konu pekçok sırları ihtiva etmektedir.

Takva (Allah'ı Sayma) İle İnsanların Bir Babadan Yaratılmalarının İlgisi

Bil ki Allahü teâlâ bize ittikâ etmemizi emretmiş, bunun peşinden de, bizi tek bir kişiden yarattığını zikretmiştir ki bu, ittikâ ediniz emrinin, O'nun bizi tek bir nefisten yaratmış olmasına bağlandığını hissettirmektedir. Binâenaleyh, bu hüküm ile o vasıf arasındaki münasebeti izah etmek gerekir. Buna göre biz deriz ki, "Allahü teâlâ bizi tek bir nefisten yarattı "şeklindeki sözümüz, şu iki kaydı ihtiva etmektedir:

a) Allahü teâlâ'nın bizi yaratmış olması.

b) Bu yaratmanın keyfiyyeti ki, bu keyfiyyet de, Allahü teâlâ'nın bizi sadece tek bir insandan yaratmış olmasıdır. Bu iki kayıttan herbirinin, takvâ'nın vacip oluşunda tesiri söz konusudur.

Birinci kayıt, ki bu, Allahü teâlâ'nın bizi yaratmasıdır. Şüphe yok ki Allahü teâlâ'nın bizi yaratması, O'nun mükellefiyetlerine bağlanmamızın ve emir ve nehiylerine boyun eğmemizin farz olmasının gerekçesi ve sebebidir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz:

a) Allahü teâlâ, bizim yaratıcımız ve zât ve sıfatlarımızın var edicisi olunca, biz O'nun kulu, O da bizim Mevtamız olur. O'nun bizim Rabb'imiz olması ise, emirlerinin kulları tarafından yerine getirilmesini; bizim O'nun kulu olmamız da, Rabb'e, Mûcid ve Hâlık'a inkıyâd ve boyun eğmemizi gerektirir.

b) Cenâb-ı Hakk'ın bizi yaratması, en büyük nimet ve nihayetsiz bir lütuftur. Çünkü sen yoktun, O seni var etti; sen ölüydün, O seni hayata kavuşturdu; sen acizdin, O sana güç ve kudret verdi ve sen câhildin, O sana öğretti... Nitekim Hazret-i İbrahim, "Ki O, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir" (Şuara, 78) demiştir. Nimetlerin hepsi Cenâb-ı Hak katından olunca, kuluna, huşu ve inkiyâdını izhâr edip, inâd ve isyanı terkederek, o nimetlere mukabelede bulunması gerekir ki, işte bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın "Nasıl oluyor da, Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki siz ölü idiniz de, O sizi diriltti..." (Bakara, 28) âyetinde kastedilen husustur.

c) Cenâb-ı Hakk'ın bizim yaratıcımız, Halikımız, İlâh ve Rabb'imiz olduğu sabit ve kat'î olunca, bizim de O'na kullukla meşgul olmamız ve nehyettiği bütün şeylerden ittikâ ederek kaçınmamız gerekir. Yine, yaptığımız bu fiillerden hiçbirisinin, bir sevabı îcâb ettirmemesi gerekir. Çünkü bu tâatlerin, geçmiş nimetlerin mukabilinde yapılmış olması vacip olunca, bunların bir mükâfaatt gerektirmesi imkânsız olur. Çünkü, hak edene hak ettiğini vermek, başka bir şeyi gerektirmez. Bu, bütün tâatleri doğrudan, kendiliğinden yapmış olduğunu kabul etmemiz halinde böyledir. Bu nasıl olur, bu imkânsızdır. Çünkü tâatleri yapmak, ancak Allahü Teâlâ onları yapmaya kudret verdiği ve o tâatleri yapmaya götüren sebepleri yarattığı zaman mümkün olabilir. Bu kudret ve sebepler bulunduğu zaman bunların hepsi birden, kuldan tâatlerin sadır olmasına vesile olur. Durum böyle olunca da, kulun yapmış olduğu o tâatler de, Allahü teâlâ'nın kuluna lütfetmiş olduğu bir in'âm olur. Mevlâ, kuluna nimetler tahsis edince, bu nimetler, kula başka bir in'âmda bulunmasını (yani kulun yaptığı bu tâatlere mukabil yeniden mükâfaatlar vermesini) gerektirmez. Bu da, Allahü teâlâ'nın bizim yaratıcımız olmasının O'nun kulu olmamızı ve yasakladığı bütün şeylerden kaçınmamızı gerektirdiğini izah etmeye bir işarettir.

İkinci kayıt, ki bu, Allahü teâlâ'nın bizi tek bir kişiden yaratmasının, kendisine tâatlerde bulunup, günahlardan sakınmamızı gerektirmesidir. Bunun izahı da şu şekilde yapılabilir:

a) Bütün insan tiplerini, tek bir insandan yaratmak, kudretin ne kadar mükemmel olduğuna en ileri derecede bir delildir. Çünkü bu yaratma işi, tabiat ve özelliğe göre olmuş olsaydı, tek bir insandan meydana gelen ancak sıfatlarda aynı ve, yaratılış ve karakter bakımından birbirine benzer şeyler olurdu. Biz ise insan tipleri arasında beyaz, siyah, kızılderili, esmer, güzel, çirkin, uzun veya kısa tipler görünce, bu durum onları yaratıp var edenin mûcib bir illet (sebep) ve müessir bir tabiat değil, hür ve irâde sahibi bir Fâil-i Muhtar olduğunu gösterir. İşte bu incelik, âlemin müdebbirinin her türlü mümkinata kadir, her türlü malûmatı bilen; âlim bir Fâil-i Muhtar (irade ve ihtiyarı olan bir fail) olduğuna delâlet edince, bu durumda O'nun tekliflerine, emir ve yasaklarına inkıyâd etmemiz gerekir. Böylece, Hak teâlâ'nın "Rabb'inizden ittikâ ediniz.." emrinin "Sizi bir tek nefisten yarattı" buyruğuyla olan irtibatı son derece güzel ve yerinde olur.

Akrabalığın Önemi

b) Allahü teâlâ "ittikâ ediniz" emrini zikredince, bunun peşinden yetimlere. kadınlara ve güçsüzlere iyilikte bulunmak emrini getirmiştir. Bütün insanların tek bir nefisten yaratılmış olmasının, bu ihsanda ve lütufta bulunma emrinde bir payı bulunmaktadır. Bu böyledir, çünkü akrabalar arasında mutlaka, muhabbet ve sevgiyi artıracak olan bir nevi münasebet ve bir arada bulunma söz konusudur. İşte bu sebepten dolayı insan, akraba ve ecdadının medhedilmesinden sevinir, onların kınanmasından ise kederlenir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Fatıma benim bir parçamdır. Ona eziyet veren şey, bana eziyyet verir" Buhârî, Fezailü'l-Ashâb, 12; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 93-94 (4/1902-1903). buyurmuştur. Durum böyle olunca, bu iyilikte bulunma emrinin manası, bunun, insanların birbirlerine karşı şefkatlerinin artmasına vesile olmasıdır.

c) İnsanlar, herkesin aynı atadan gelme olduğunu bildiklerinde, birbirlerine karşı öğünüp kibirlenmeyi bırakıp, tevazu ve güzel bir davranış gösterirler.

d) Bu, âhiret alemine delâlet eder. Çünkü Allahü teâlâ, tek bir şahsın sulbünden farklı sıfatları olan insanlar meydana getirmeye ve tek bir damla nutfeden, terkibi harika ve sureti de son derece güzel olan bir insanı var etmeye muktedir olunca, O'nun ölüleri diriltmesi, ba's-ü neşr etmesi ve hesaba çekmesi nasıl imkânsız bir ihtimal sayılabilir? İşte bu bakımdan âyet, âhiret hayatına da delâlet etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kötülük edenleri, yaptıklarına mukabil cezalandırması, güzel hareket edenleri de daha güzeliyle mükâfaatlandırması için.." (Neml, 31) buyurmuştur.

e) Esamm: "Bunun manası şudur: İnsanların tek bir nefisten yaratılmış olmalarının gerektiği hususunda, aklî bir delil bulunmamaktadır. Aksine bu husus, ancak naklî delillerle bilinebilir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) herhangi bir kitabı okumamış ve herhangi bir hocadan da ders almamış olan bir ümmî idi. Binaenaleyh Hazret-i Peygamber, bu hususun böyle olduğunu haber verince bu, gaybden bir haber vermek olur ki, böylece de bu bir mucize olmuş olur. Netice olarak, Hak teâlâ'nın "Sizi yarattı" buyruğu, Allahü teâlâ'nın birliğini bilmemize; O'nun "Tek bir nefisten.." sözü de, nübüvveti bilip tanımamıza bir delildir" demiştir.

Buna göre eğer, "Bu kadar çok insanın hepsinin, o küçücük tek bir nefisten yaratılması nasıl mümkün olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Allahü teâlâ bununla neyi murad ettiğini beyân etmiştir. Çünkü Hazret-i Adem'in zevcesi, O'nun bir parçasından yaratılmış, sonra onların çocukları onların her ikisinin nutfesinden meydana gelmiş, daha sonra da bu iş daima böyle olduğu için, insanların hepsinin yaratılmasını Hazret-i Âdem'e nisbet etmek caiz olmuştur.

Dördüncü Mesele

Müslümanlar, buradaki tek bir nefisten muradın, Hazret-i Adem olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak ne var ki, (......) kelimesinden dolayı (yani semâi müennes olduğundan) onun sıfatı da müennes kılınmıştır. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın öldürdün ha!.." (Kehf, 74) âyetidir. Şair de, Baban halife.. Onu, bir başka halife doğurmuştu. Sen de bu kemale halefsin" demiştir. Dilciler, buradaki müennesliğin (......) kelimesinin lâfzının nazar-ı itibara alınmasından ileri geldiğini söylemişlerdir.

Hazret-i Âdem'in Eşinin Yaratılması

"Ondan da onun zevcesini yarattı" (Nisa. 1).

Bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Buradaki (......) kelimesinden murad, Havva (aleyhimesselâm)'dır. Hazret-i Havva'nın Hazret-i Âdem'den yaratıldığı hususunda iki görüş bulunmaktadır:

Birinci görüş: Bu, ekseri âlimlerin kabul ettiği görüştür. Buna göre, Allahü teâlâ Hazret-i Adem'i yaratınca, O'nu bir sure uyuttu. Sonra da, O'nun sol kaburgalarının birinden Hazret-i Havva'yı yarattı. Hazret-i Adem uyandığında onu gördü, ona meyledip, onunla ünsiyyet kurdu. Çünkü o, Hazret-i Adem'in bedeninin bir parçasından yaratılmıştı. Âlimler bu görüşlerine Hazret-i Peygamber'in, "Kadın eğri bir kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Eğer onu düzeltmeye kalkışırsan onu kırarsın. Onu eğri olarak bırakırsan ondan istifâde edersin. " Buhârî, Enbiya, 1; Müslim, Redâ', 60 (2/1091).

İkinci görüş: Bu, Ebu Müslim el-İsfehânî'nin görüşüdür. Buna göre Hak teâlâ'-nın, buyruğundan murad, "Onun çişinden, ani insan cinsinden, onun zevcesini yarattı" manasıdır. Bu, Hak teâlâ'nın "Allah sizin için, kendinizden zevceler yaptı" (Nahl. 72), "Allah, onlara kendilerinden bir peygamber gönderdiği için.." (Âl-i imran, 164) ve "Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki..." (Tevbe, 128) âyetlerinde olduğu gibidir. Kâdi birinci görüşün daha kuvvetli olduğunu söylemiştir. Çünkü ancak bu durumda, âyetteki "Sizi bir tek candan yarattı" ifâdesi, yerinde olmuş olur. Zira, şayet Hazret-i Havva da yoktan yaratılmış olsaydı, o zaman insan soyu bir candan değil iki candan (nefisten) yaratılmış olurlardı.

Kâdî'nin bu görüşüne şu şekilde cevap verilir. "Âyetteki "bir kişiden" sözünün başındaki "mîn", ibtidâ-i gaye içindir. Yaratmanın ve yoktan varetmenin başlangıcı, bu tek can olan Hazret-i Adem olunca, "sizi bir tek candan yarattı" denilmesi yerinde olur. Yine Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Adem'i topraktan yaratmaya kadir olduğu sabit olduğuna göre, Hazret-i Havva'yı da topraktan yaratmaya kadirdir. Durum böyle olunca, Hazret-i Havva'yı, Hazret-i Adem'in bir kaburgasından yaratmasının manası nedir?"

Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'ın Yaratılması

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demektedir: Hazret-i Adem'e, "Adem" ismi verilmiştir. Zira Allahü teâlâ onu, yeryüzünün kızıl, siyah güzel ve çirkin topraklarından yaratmıştır. İşte bu sebepten ötürü, onun çocukları arasında kızıl derili, siyah derili, güzel ve çirkin olanlar vardır. Onun hanımı da "Havva" diye adlandırılmıştır. Çünkü o Hazret-i Adem'in kaburgalarının birinden yaratılmıştır. Demek ki o, canlı (hayy) olan bir şeyden yaratılmış ve ona nisbetle de "Havva" diye adlandırılmıştır.

Yoktan Yaratma Meselesi

Bir grup tabiatcı, bu âyetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ'nin "Sizi bir tek candan yarattı.." buyruğu bütün insanların tek bir nefisten yaratıldığın) gösterir. O'nun, "Ondan da onun zevcesini yarattı" sözü de, eşinin o nefisten yaratıldığına delâlet eder. Cenâb-ı Allah, daha sonra Hazret-i Adem hakkında, "Onu topraktan yarattı" (Al-i İmran, 59) buyurmuştur. Binâenaleyh bu, Hazret-i Adem'in de topraktan yaratıldığına delâlet eder. Allahü teâlâ, insanlar hakkında ise, "sizi ondan (topraktan) yarattık" demiştir. Bütün bu âyetler, sonradan olan bir şeyin, önceden olan bir maddeden yaratıldığına ve herhangi birşeyin sırf ademden (yokluktan) yaratılmasının imkânsız olduğuna delâlet etmektedir."

Kelâmcılar, onlara şöyle diyerek cevap vermişlerdir: "Birşeyi birşeyden yaratmak (halketmek) aklen imkânsızdır. Çünkü yaratılmış olan bu şey, eğer kendinden önce mevcut olan o şeyin aynı olursa, bu bir yaratma olmaz. Bu bir yaratma olmayınca da, başka birşeyden yaratılmış olması da imkânsız olur. Şayet biz, bu yaratılan şeyin kendinden önce mevcut olan o şeyden başka bir varlık olduğunu söylersek, bu durumda yaratılan ve sonradan meydana gelen bu şey, sırf yokluktan meydana gelmiş ve bulunmuş olur. Böylece, birşeyin başka birşeyden yaratılmasının aklen imkansız olduğu sabit olur. Bu âyetteki harf-i cerri, ibtidâ-i gaye manasınadır. Bu, şu demektir: Bu şeylerin, şeylerden meydana gelişinin başlangıcı, bir zaruretten ötürü değil, sadece öyle vâki olduğu içindir."

Dördüncü Mesele

Keşşaf, sahibi, ism-i fail lâfzı ile, âyetin şeklinde de okunduğunu söylemiştir. Bu, mahzuf bir mübtedânın haberi olup, takdiri, "O, yaratandır.." şeklindedir.

"... Ve o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yayan (Rabb'iniz'den ittikâ edin). Kendisi adına birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarım kesmekten) sakının. Çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir" (Nisa. 1).

Cenâb-ı Allah'ın, "İkisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yayan (Allah)" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

İnsanların Bir Ana-Babadan Çoğalmaları

Vahidî, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu ile dağıtıp, yayma manasını murad ettiğini söylemiştir. İbnul-Muzaffer Bir ise şöyle demektedir: (bess) senin eşyayı dağıtmandır. Mesela, "Atları, hücum için dağıtıp yaydı" "Avcı, köpeklerini salıp dağıttı" "Allah, mahlûkatı yarattı ve onları yeryüzüne dağıttı" ve birisi halıları yaydığında, "halıları yaydım" denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Yayılıp serilmiş saçaklı halılar..." (Gâşiye, 16) buyurmuştur." Ferrâ ve Zeccâc, bazı Arapların, fiili "Allah mahlûkatı dağıttı" şeklinde kullandıklarını söylemişlerdir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, İkisinden erkekleri ve kadınları türetip yaydı" buyurmamıştır. Çünkü bu ifâde, bütün erkek ve kadınların bizzat o ikisinden yaratılmış olmalarını gerektirir ki bu imkânsızdır. İşte bundan ötürü Allahü teâlâ bu ifâde şeklini bırakıp, "İkisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yaydı" buyurmuştur. İmdi, "Cenâb-ı Hak niçin, "ikisinden birçok erkekler ve birçok kadınlar.." dememiş ve niçin çokluğu kadınlara değil de erkeklere tahsis etmiştir?" denilir ise, biz deriz ki: Allah bilir ya, bunun sebebi şudur: Erkeklerin şöhretli oluşları daha fazladır. Binâenaleyh onların çoklukları daha çok görülür. İşte bundan ötürü, çok oluş bilhassa onlara tahsis edilmiştir. İşte bu durum âdeta, erkeklere yakışanın şöhret, ortaya çıkma ve görünme olduğuna; kadınlara yakışanın da gizlenmek ve sesini çıkarmayıp adının sanının anılmaması olduğuna bir dikkat çekmedir.

Üçüncü Mesele

Bütün beşeriyyetin zerreler halinde olduğunu ve Hazret-i Adem'in sulbünde bulunduğunu söyleyenler, âyetteki, "İkisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yaydı" buyruğunu zahiri manasına hamletmişler; böyle söylemeyenter ise, bu ifâdeden maksadın, "Onların çocuklarının onlardan türeyip çoğalması ve onların çocuklarından da yeni nesil ve toplulukların türeyip meydana gelmesi olduğunu söylemişlerdir ki, bu durumda bütün insanların, Hazret-i Adem ve Havva'nın evlatları oluşları mecazen olmuş olur.

Cenâb-ı Hakkın, "Kendisi adına birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını kesmekten) sakının, çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir" buyruğu ile ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Asım, Hamza ve Kisaî, şeddesiz olarak diğer kıraat imamları ise, şeddeli olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Şeddeli okuyanlar, fiilin aslının olduğunu düşünmüşlerdir. Böyle tâ harfi, her ikisi de dil harflerinden olduğu, ön dişlerin dibinden çıktığı ve "hems" sıfatında müşrek oldukları için, sın harfine idğâm edilmiştir. Şeddesiz olarak okuyanlar, mahreçleri ve sıfatları aynı olan iki harf yanyana geldiği için, (......) kelimesindeki tâ harflerinden birini hazfetmişler, böylece, birinciler idğam yoluyla kelimede i'lâl yaptıkları gibi, bunlar da hazf ederek i'lâl yapmışlardır. Bu böyledir, çünkü mahreç ve sıfatları aynı olan harfler bir kelimede bulundukları zaman bazan hazf, bazan da idğam ile hafifletilirler.

Kelimesinde Hamza'nın Kıraatini Tenkide Cür'et Edenler

Sadece Hamza, mim harfinin cerriyle olmak üzere (......) şeklinde okumuştur. Kaffâl (r.h) bu kıraatin, yedi kıraat imamının dışında Mücâhid ve başkalarından da rivayet edildiğini söylemiştir. Diğer kıraat imamlarının hepsi bu kelimeyi mîm harfinin nasbıyla (......) şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi: "Bu kelime üç harekeyle ve (......) şeklinde okunmuştur Pekçok nahivci, Hamza'nın kıraatinin yanlış olduğu görüşünde birleşerek şöyle demişlerdir: "Çünkü bu okuyuş, zahir bir ismin mecrûr bir zamire atfedilmesin) iktiza eder ki, bu caiz değildir. Onlar bunun caiz olmadığına delil olarak şunlarla istidlal etmişlerdir:

a)Ebu Ali el-Farisî şöyle demektedir: Mecrûr zamir, harf demektir. Binaenaleyh, zahir bir ismin ona atfedilmemesi gerekir. Biz, mecrûr zamirin şu sebeplerden dolayı harf gibi olduğunu söyledik:

1-Bu zamir, tenvînin kelimeden ayrılmayışı gibi, kelimeden ayrılmaz. Bu böyledir, çünkü (......) ve (......) kelimelerindeki hâ ve kâf harflerinin, harf-i cerden kesinlikle ayrılmadığını görürsün. Böylece bu, âdeta bir tenvîn gibi olmuş olur.

2- Nahivciler, tercih edilen görüşe göre muzâf olan münâdadan, müfred olan münâdadan tenvîni hazfetmeleri gibi, nida edatı olan yâ harfini hazfederler. Müfrea münâdadan tenvîni hazfetmeleri, meselâ onların, (......) demeleri gibidir. Böylece mecrûr zamir, işte bu bakımdan tenvîne benzemiş olur. Bu sebeple de, mecrûr zamirin tenvîn harfi gibi olduğu sabit olmuş olur. Netice itibariyle de, zahir ismin mecrûr zamire atfedilmemesi gerekir. Çünkü matuf ile matufun aleyh'in arasında bir benzerliğin bulunması, atfın şartlarındandır. Binaenaleyh burada bir benzerlik bulunmadığına göre, atfın caiz olmaması gerekir.

b) Ali İbn İsâ şöyle demektedir: Nahivciler, zahir ismin merfû zamir üzerine atfedilmesini de uygun görmemişlerdir. Binâenaleyh, "Sen ve Zeyd git!" ve "Ben ve Zeyd gittim" denilmesi caiz değildir. Bilâkis nahivciler, demektedirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, Artık sen Rabb inle beraber git! Böylece ikiniz harbedin" (Maıde. 24) buyurmuştur. Halbuki merfû zamir, bazan ayrılabilir. Binaenaleyh, zahir ismin, bazan ayrılabilmesi-sebebiyle mecrûr zamirden daha kuvvetli olan merfû zamire atfedilmesi caiz olmadığına göre, asla ayrılmayan mecrûr zamire atfedilmesi haydi haydi caiz olmaz.

c) Ebu Osman el-Mazinî de şöyle demektedir: "Matuf ile matufun aleyh müşterektirler. Birincisini, ikincisini birincisine atfetmenin caiz olması halinde, ancak ikincisine atfetmek caiz olur. Halbuki burada böyle bir mâna mevcut değildir. Çünkü senin, şeklinde söylemen caiz olmadığı gibi, demen de caiz değildir."

Hamza'nın Kıraatinin Sabit Olduğu

Bil ki bu izahlar, kelimelerin kullanışlarında lisanda gelmiş olan rivayetleri reddetme hususunda pek kuvvetli görüşler değillerdir. Bu böyledir, çünkü Hamza, yedi kıraat imamından birisidir. Herhalde o, bu kıraati kendiliğinden bu şekilde okumamıştır. Aksine o bunu Allah'ın Resulünden rivayet etmiştir ki, bu da bu okuyuş şeklinin doğru olduğuna kesinkes hüküm vermeyi gerektirir. Kıyas, nakle karşı koyamaz, onun karşısında duramaz. Hele hele, örümceğin yuvasından daha zayıf olan bu gibi kıyaslar.. Hem bu kıraatin, şu iki türlü izahı da yapılabilir:

a) Bu, harf-i cerrin tekrar edilmesinin takdir edilmesi itibariyle böyle okunmuştur. Sanki, denilmek istenmiştir.

b) Bu kullanış, şiirde de gelmektedir. Nitekim Sîbeveyh bu manada olmak üzere şunu söylemiştir:

"Bugün sen, muhakkak ki bizi hicvederek ve kınayarak sabahladın. Artık çek git! Sana ve günlere artık hayret etmiyoruz..."

Yine Sîbeveyh, 'Biz, bilezik takar, gibi kılıçlarımızı kuşanırız; onlarla topuk arasında iser geniş vadiler, derin uçurumlar vardır" demiştir.

Kuranın Kullanmasına Bakmayıp Şiir Şevahidi Arayan Nahivcilerin Tenkidi

Şu nahivcilere şaşarım; zira onlar bu kullanış şekillerinin, bilinmeyen şu iki beyitle isbat edilmesini güzel görürler de, Kur'ân ilminde selef ulemâsının büyüklerinden olan Hamza ve Mücâhid'in kıraati ile isbât edilmesini uygun bulmazlar. Zeccfic da, Hamza'nın bu kıraatinin mâna bakımından bozuk olduğuna, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Atalarınızın adını anarak yemin etmeyiniz" Buhârî, Eymân, 4; Müslim, Eyman, 1-2 (3/1266). hadisiyle istidlal etmiştir. Binâenaleyh âyetteki lâfzını, ifâdesindeki zamire atfettiğin zaman bu atf, "akrabalar adiyle" de yemin edilebileceğini gösterir. Zeccâc'ın bu görüşüne de şu şekilde cevap verilebilir: "Bu, onların câhiliyye döneminde yapmış oldukları bir fiili nakletmektir. Halbuki, geçmişte onların bu fiili yaptıklarını nakletmek, gelecekte onu yasaklamaya ters düşmez. Yine Hazret-i Peygamber'in hadisi, yalnız ecdad adına yemin etmeyi yasaklamaktadır. Halbuki burada durum böyle değildir. Aksine o kimse önce Allah'a yemin etmiş, daha sonra da bu yeminine, akrabalara yemini eklemiştir ki, bu durum bu hadisin manasına da ters düşmez. Mecrûr olarak (......) şeklinde okunan kıraate göre söylenecek sözün özü, işte budur

Diğer Kıraatlerin İzahı

Bu kelimeyi nasb ile okuma hususunda da şu iki izah söz konusudur:

a) Ebu Ali el-Farisî ile Ali İbn İsa'nın tercih ettiği görüşe göre bu ifâdesinin mahalline atfedilmiştir. (Çünkü (......) ifâdesi, gayri sarih mef'ûl olduğu için mahallen mansûbtur). Nitekim şâir de, "Binâenaleyh, biz dağ değiliz, demir de değiliz!..." demiştir.

b) Ekseri müfessirlerin görüşüne göre âyetin takdiri, "Akrabalardan, yani onlarla münasebeti kesmekten sakının..." şeklindedir. Bu Mücâhid, Katâde, Süddî, Dahhâk, İbn Zeyd, Ferrâ ve Zeccâc'ın görüşüdür. Bu izaha göre bu lâfız, âl' lâfzına atfedilmesi sebebiyle mansûbtur. Yani, "Allah'dan ve akrabalardan sakının" demektir. Bu da, akrabaların haklarından sakının, onları ziyaret ediniz ve onlardan kopmaymız, demektir. Vahidî (r.h), bu kelimenin "iğrâ" (teşvik ve tahrik) sebebiyle mansüb olabileceğini söylemiştir. Yani, "Akrabaları koruyun gözetin ve onları ziyaret edin" demektir. Bu, senin tıpkı "Aslandan sakın, aslandan sakın!..." demen gibidir. Vahidî'nin bu açıklaması, sıta-i rahimde bulunmamanın haram, onları ziyaret etmenin vacip olduğuna delâlet etmektedir. Merfû olarak okumaya gelince, Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Merfû olarak okunmasına göre (......) kelimesi mübtedâ olup, haberi de mahzûftur. Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Akrabalar da sakınılması gereken şeyler cümlesindendir" veya "Akrabalar da, .kendileriyle istekte bulunulan şeyler cümlesindendir" manasında olmak üzere, "Akrabalar da böyledir..."

Allah ve Rab Vasıflarının Delâleten Hakkında Güzel Bir İzah

Allahü Teâlâ önce, "Rabb'inizden sakının" demiş, sonrada "Allah'tan sakının" buyurmuştur. Bu tekrar hakkında da şu izahlar yapılmıştır:

a) Bu, emri tekid ederek, ona teşvik etmektir. Bu, senin bir kimseye "Acele et, acele et!" demen gibidir. Buna göre senin bu ifâden, "Acele et!" ifâdesinden daha belîğ olur.

b) Cenâb-ı Hak ilk hitabında insanları yaratması ve diğer şeylerle onlara in'âm ve ihsanda bulunduğu için; ikincisinde ise, kendisi adıyla karşılıklı olarak istenildiği için, insanların birbirlerinden istedikleri şeyler tıususunda takvayı emretmiştir.

c) Cenâb-ı Hak birinci hitapta, "Rabb'inizden"; ikincisinde ise, "Allah'tan ittikâ ediniz" buyurmuştur. "Rabb" terbiye ve ihsana delâlet eden bir lâfızdır. "İlah" ise, O'nun hakimiyetine ve heybetine delâlet eden bir lâfızdır. Binaenaleyh, birincisinde terğib ve teşvike, ikincisinde de terhîb ve sakındırmaya binaen, insanlara sakınmalarını emretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Korku ve ümid ile Rab'lerine duâ ederler" (secde, 16) ve "Umarak ve korkarak bize duâ ederler" (Enbiya. 90) buyurmuştur. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: O, seni büyütmüş, sana ihsanda bulunmuştur. Binaenaleyh, O'na muhalefet etmekten sakın; çünkü O, ikâbı şiddetli, azamet ve heybeti yüce olandır.

Dördüncü Mesele

Bil ki Allah ve akrabalar adına istemenin şu şekilde olduğu söylenmiştir: Kişinin kendisiyle, başkasından bir şey istemekle söz konusu olan muradını te'kîd ve takviye ettiği; ondan hakkını alacağını veya onun yardımını ve desteğini talep ederken onun şefkatli ve merhametli olmasını temin etmek istediği ifâdeler kabilinden olmak üzere "Allah aşkına senden istiyorum" "Allah aşkına, sana halimi arzediyorum" "Allah'ın adına sana yemin ediyorum" denilmektedir. Hamza'nın kıraati mana bakımından açık olup, âyetin takdiri, "Kendisi ve akrabalar adına birbirinizden bir şeyler istediğiniz Allah'dan korkun..." şeklindedir. Çünkü, Arapların âdeti ve örfü, akrabayı zikrederek başkasının şefkatli olmasını talep etmektir. Meselâ onlar, "Allah ve akraba aşkına senden istiyorum" demektedirler. Çoğu kez onlar yalnız akrabayı zikrederek, "Akraban aşkına senden istiyorum" derlerdi. Yine müşrikler Hazret-i Peygamber'e mektup yazarak, "Allah ve akraban aşkına, bize falan ve falancaları elçi olarak göndermemeni istiyoruz..." demişlerdir. Bu kelimeyi mansûb okumanın anlamı da bu manaya gelir ki takdiri, "Allah'tan ve akrabalardan sakının, ittikâ edin" şeklindedir.

Kâdî şöyle demektedir: "İşte bu durum, bazan aynı lâfızla pekçok farklı mânanın kastedilebileceğine delâlet eden şeylerden birisidir. Çünkü Allah'tan sakınmanın manası, akrabalardan ittikâ etmenin manasından başkadır. Allah'tan ittikâ etmek, O'nun tâatine yapışıp, günahlardan kaçınma ile olur. Akrabalardan ittikâ etmek ise, onları ziyaret etmek, onlara iyilikte bulunup, ihsan ve ikramda bulunmakla olur." Kadî'nin bu görüşüne şöyle cevap verilebilir: Cenâb-ı Hak belki de bu lafzı iki kere tekrar etmiştir. Bu takdire göre de, bu problem ortadan kalkmış olur.

Rahim (Akrabakk) Kelimesinin Mânası

Bazı âlimler, (......) kelimesinin, nimet manasına olan (......) kelimesinden geldiğini söylemişler, bu görüşlerine de Hazret-i Peygamberin şu hadisini delîl olarak getirmişlerdir: O şöyle buyurmuştur: "Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "Ben, Rahmanım; o ise "Rahim" dir. Onun ismini kendi ismimden çıkarttım, türettim." Müsned, 1/194. Bu teşbihin münasebet noktası, bu halin bulunmasından dolayı, insanların birbirlerine karşı merhametli olmasıdır. Bazıları da bu ismin bulunmasıyla in'âmda bulunmanın tahakkuk ettiği (......) kelimesinden müştak olduğunu ve bunun asıl olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazıları da, bu iki kelimenin her biri başlıbaşına bir asıldır; bu gibi şeylerde tartışmak ise, birbirine yakın neticeler verir.

Altıncı Mesele

Âyet, Allah aşkına bir şey istemenin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Mücahid, İbn Ömer'den Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kim sizden Allah hakkı için bir şey isterse, ona veriniz" Ebu Davud. Zekat, 38 (2/128); Nesâî, Zekat, 72 (5/82). dediğini rivayet etmiştir. Berâ İbn Azıb'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah'ın Resulü bize yedi şeyi emretmiştir ki, bunlardan bir tanesi de "vemini yerine getirmek"tir.

Sıla-i Rahm'in Önemi

Hak teâlâ'nın, "akrabalar" sözü, akrabanın hakkının büyük ve saygıya değer olduğuna ve sıtâ-i rahmi kesmemeyi tekîd ettiğine delâlet eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Demek, idareyi ve hakimiyeti ele alırsanız hem yeryüzünde fesad çıkaracak, akrabalık münasebetlerinizi bile parçalayıp keseceksiniz, öyle mi?" (Muhammed, 22): "Onlar bir mü'min hakkında ne bir yemin (buradaki (......) kelimesinin akrabalık bağı olduğu söylenmiştir) ne de bir vecibe, hak hukuk gözetmezler" (Tevbe, 10) "Rabb'in, "Kendisinden başkasına kulluk etmeyin ve ana ve babaya da iyi muamele edin" diye hükmetti" (isrâ, 23)ve "Allah'a ibâdet edin, O'na hiçbir şeyi eş koşmayın. Anaya babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara... iyilik edin" (Nisa, 36) buyurmuştur. Abdurrahman İbn Avf'tan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "Ben, Bamânım; o ise "Rahim"dir. O'nun ismini kendi ismimden çıkardım. Kim o ilgiyi devam ettirirse, ben de ona olan ihtimamımı devam ettiririm. Kim akrabasıyla münasebetini keserse, ben de onunla olan münasebetimi keserim'. Benzeri hadis: Buhârî, Edeb, 13; Tirmizi, Birr ve Sıla, 16 (4/324).

Ebu Hureyre'den Hazret-i Peygamber'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Kendisiyle Allah'a itaat edilip de, sevabı akrabayı ziyaret etmenin sevabından daha çabuk verilen hiçbir şey yoktur. Yine, kendisiyle Allah'a isyan edilip de, ikâbı haddi aşma ve yalan yemin etmenin ikâbmdan daha çabuk verilen hiçbir amel de yoktur." Tirmizi, Kıyame, 57 (İV/665).

Enes'den de, Hazret-i Peyagamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Muhakkak ki, sadaka ve sıla-i rahim sebebiyle Allah, ömrü uzatır; yine onlar sebebiyle Allah sû-i hatimeden korur, ve onlar vesilesiyle sakınılan ve istenmeyen şeyleri defeder." Tirmizî, Zekât, 28 (IH/52).

Yine Hazret-i Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem): "Sadakanın en üstünü, kâşih olan akrabana verdiğindir" Dârimî. Zekât, 38 (1/397); Müsned, 3/402. buyurmuştur. Buradaki, (......) kelimesinin, düşman manasına geldiği söylenmiştir. Böylece kitap ve sünnetin delaletiyle sıla-i rahmin vacip olduğu ve onun vesilesiyle mükâfaata nail olunacağı sabit olmuş olur.

Kölelerin Hürriyete Kavuşma Sebebi Olarak Akrabalık

Sonra, Ebu Hanife (r.h)'nin mezhebinde olanlar, bu kaideye şu iki meseleyi de dayandırmışlardır:

a) Bir kimse kardeşi, kızkardeşi; amcası teyzesi gibi akrabalarına köle ve cariye olarak mâlik olursa, onlar hemen âzâd edilir. Çünkü mülkiyyet devam edecek olsa, icmâ sebebiyle, onların kendisine hizmet etmesini istemek helâldir. Ancak ne var ki, onların kendisine hizmet etmesini istemek, sıla-i rahmi inkıtaya uğratacak bir vahşettir. Bu ise, bu asla binâen, haramdır. Binâenaleyh, mülkiyyetin devam etmemesi gerekir.

b) Yakın akrabaya (nikâhı yakın olan akrabaya) yapılan bağıştan rücû olunmaz. Çünkü bu hibeden rücû, sıla-i rahmi inkıtaya uğratmaya sebebiyet veren bir vahşettir. Binaenaleyh, bunun caiz olmaması gerekir. Bu iki mesele hakkındaki söz, hilâfiyyat kitaplarında geçmektedir.

Sonra Cenâb-ı Hak bu âyeti, bir vâ'ad bir vaîd; bir terğîb ve bir terhîb olacak bir cümle ile bitirerek "Çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir" buyurmuştur, (......) kelimesi, "Senin bütün fiillerini gözetleyen, muhafaza eden" anlamına gelmektedir. Sıfatı ve vasfı böyle olan kimseden sakınılması ve ondan bir şeyler umulması gerekir. Böylece Cenâb-ı Hak, kendisinin sırları ve en gizli olan şeyleri bildiğini beyân etmiş olmaktadır. O, böyle olunca da kişinin, yaptığı ve yapamadığı her şey hususunda (O'ndan) sakınması ve korkması gerekir.

Bu Sürede Farz Kılınan Bazı Mükellefiyetler

1 ﴿