6

"Yetimleri, nikah (çağma) erdikleri zamana kadar, (gözetip) deneyin. O vakit kendilerinde bir akıl ve salah gördünüz mü mallarını onlara teslim edin. Büyüyecekler diye bunları israf ile tez elden yemeyin. Kim zengin iser kaçınsın (o mala tenezzül etmesin). Kim de fakir ise, örfe göre (ondan biraz) yesin. Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz vakit karşılarında şâhid bulundurun. Hesap sorvcü olarak Allah yeter".

Bil ki Allahü teâlâ daha önce, "Yetimlere mallarını veriniz" diye, yetimlere mallarını vermeyi emredince, bu âyetle de, onlara mallarının ne zaman verileceğini beyân buyurmuş, bu âyeti zikretmiş ve bu âyette, onlara mallarını vermeyi şu iki şarta bağlamıştır:

a) Nikah çağına ermeleri...

b) Kendilerinde bir akıt ve salah (iyi hal) görülmesi... Yetimlerde, mallarının kendilerine verilebilmesi için mutlaka bu iki sıfatın bulunması gerekir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebu Hanife (r.h) şöyle demiştir: "Akıllı ve temyiz (iyiyi kötüden ayırma) gücü bulunan çocuğun, velisinin izni ile yapacağı tasarrufları sahihtir." İmam Şafiî (r.h), bunun sahîh olmadığını söylemiştir. Ebu Hanife, görüşüne bu âyeti delil getirmiştir. Çünkü, "Yetimleri, nikah (çağına) erdikleri zamana kadar, (gözetip) deneyin" âyeti, bu denemenin ancak buluğ çağından önce olmasını gerektirir. Bu deneme ve imtihandan murad, o yetimin alış-verişe uygun bir tasarruf halinin olup olmadığını denemektir. Bu deneme ise ona, alış-veriş hususunda müsaade edildiği zaman mümkün olur. Bu şey, bizzat bir deneme olmasa bile, içinden istisna yapılabilmesinin de delâlet ettiği gibi, denemenin içindedir. Mesela "Alış-veriş müstesna, yetimleri deneyiniz" denilebilir. İstisnanın hükmü ise, istisna bulunmadığı zaman, müstesnanın hükmüne girecek şeyleri, hükmün dışında bırakmaktır. Binâenaleyh âyetteki "Yetimleri., deneyin" ifâdesinin, velilere, buluğ çağına gelmeden önce o yetimlere alış-veriş hususunda müsâade etmelerine dair bir emir olur ki, bu da onların tasarruflarının (alış-verişlerinin) sahih sayılmasını gerektirir.

Şafiî (r.h), Ebu Hanife (r.h)'nin görüşüne şöyle diyerek cevap vermiştir: "Hak teâlâ'nın, "Yetimleri., deneyin" emrinden murad, yetimlere, küçük iken alış-veriş (tasarruf) izninin verilmesi değildir. Bunun delili, bu ifâdeden sonra, "O vakit kendilerinde bir akıl ve salah (iyi hal) gördünüz mü, mallarını kendilerine teslim edin" buyurulmuş olmasıdır. Cenâb-ı Allah, onlara mallarını, ancak bulûğa ermelerinden ve kendilerinde bir rüşd görülmesinden sonra verilmesini emretmiştir. Bu âyetin gereği olarak, yetimlere küçükken mallarını vermenin caiz olmadığı sabit olunca, küçük iken tasarruflarının da caiz olmaması gerekir. Çünkü bu iki durum arasında bir fark bulunduğunu hiç kimse söylememektedir. Binaenaleyh, anlattığımız gibi, bu âyetin Şafiî'nin görüşüne delil olduğu sabit olmuş olur. Hanefilerin delil olarak ileri sürdükleri şeyin cevabı şudur: Âyette bahsedilen denemeden maksad, o yetimin, iyiyi kötüyü birbirinden ayırdetmede bir anlayışının ve gücünün olup olmadığı hususunda aklını denemek ve durumunu iyice ortaya çıkarmaktır. Bu da velinin, çocuğun yanında alıp-satması, sonra da çocuktan bu alış-verişin durumunu, kârlı mı zararlı mı olduğunu açıklamasını istemesidir. Şüphe yok ki, bu kadarcık birşeyle de deneme ve imtihan gerçekleşmiş olur. Yine farzet ki biz o velinin, alıp-satması için o yetime birşeyler verebileceğini kabul ediyoruz. Fakat niçin bu kadar bir şeyin de onun alış-verişinin doğruluğuna delâlet ettiğini söylüyorsun? Aksine o kimse alış-veriş yapıp, bununla aklı denendiğinde, veli onun alış-verişini tamamlar. İşte bu da muhtemeldir. Allah en iyisini bilendir.

Mükellefiyet Buluğla Başlar, Buluğun Alametleri

"Nikah çağına ermek"ten maksad, "Sizden olan çocuklar bulûğ çağına ulaştığı zaman..." (Nûr. 59) âyetinde zikredilen ihtilâm çağıdır ki, bu bütün fakîhlere göre, mevcut olduğunda sahibine sorumluluk terettüb eden, hadlerin (cezaların) ve hükümlerin gerekli olduğu erkeklik çağına ulaşmaktan ibarettir. Âyette "ihtilâm", "nikah çağına ermek" diye ifâde edilmiştir. Çünkü "ihtilâm", cinsî münasebette atma suretiyle çıkan suyun (meninin) inmesidir.

Bil ki bulûğa ermiş olmanın beş alameti vardır. Bunların üçü, kadın ve erkek arasında müşterektir. Bu üçü ihtilâm, belli bir yaşa gelme ve kasıklarda sert kılların bitmesidir. Bunların ikisi ise sadece kadınlara ait olup, hayız ve hâmile olabilmedir.

Rüşd (Aklın Emesi) Ne Demektir?

buyruğundaki "înâs" ile "rüşd"ün ne demek olduğunu mutlaka açıklamak gerekir. Buradaki (......) kelimesi "anladınız" demektir. Bunun, "gördünüz" manasında olduğu da söylenmiştir. Arapça'da "înâs" kelimesinin asıl manası, "gözle görmek"tir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Tur dağı tarafında bir ateş gördü" (Kasas. 29) âyeti de böyledir. "Rüşd" kelimesine gelince, bunun, onun malının salaht (iyiliği) ile ilgili olmayan bir rüşd olmadığı malumdur. Aksine bununla şunun murad edilmiş olması gerekir: O da, o yetimin malının kıymetini bildiğinin, kendisinden bir israfın sâdır olmayacağının ve başkasının onu aldatamayacağının bilinmesidir. Sonra âlimler, buna dinî bakımdan olan iyi hâlin (salâhın) ilâve edilip edilmeyeceği konusunda ihtilaf etmişlerdir. İmam Şafiî (r.h)'ye göre, bu da gerekir. Ebu Hanife (r.h)'ye göre ise, dini bakımdan salah'a, bunda itibar edilmez.

Birinci görüş daha evladır ve ona bir çok şey delâlet etmektedir:

a) Lügatciler, "Rüşd, hayrı elde etmek, (bulmaktır)" demişlerdir. Dinî bakımdan müfsid olan ise, hayrı bulmuş olmaz.

b) "Rüşd" kelimesi, "ğayy" kelimesinin zıddıdır. Cenâb-ı Hak, "Hakikat rüşd ile gayy apaçık meydana çıkmıştır" (Bakara, 256) buyurmuştur. Gayy, dalâlet ve fesâd manasınadır. Hak teâlâ, "Adem, Rabbine karşı geldi ve şaşıp kaldı (saptı)." (Tâ-ha, 121) buyurmuş, âsî olanı "ğavî" (sapan) diye ifâde etmiştir. Bu, rüşdün ancak dinde sâlih (iyi) olma ile gerçekleşeceğine delâlet eder.

c) Cenâb-ı Allah, "Firavun'un işi reşid değildi" (Hud, 97) demiş ve Firavun'un rüşd sahibi olmadığını göstermiştir. Çünkü o, dinî bakımdan iyi olan şeyleri gözetmezdi. En iyisini Allah bilir.

Bunu anladığın zaman biz deriz ki: Bu ihtilâfın özü şudur: İmam Şafiî (r.h), fasıka (günahkâra) "hacr" uygulanacağı görüşündedir, Ebu Hanife (r.h) ise bu görüşte değildir.

Dördüncü Mesele

Âlimler, kişi reşîd olmadan bulûğa erdiğinde, kendisine malının verilemiyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra Ebu Hanife'ye göre, o yirmibeş yaşına varıncaya kadar malı kendisine verilmez. Bu yaşa gelince, o ne olursa olsun ona malı verilir. Ebu Hanife şundan dolayı bu yaşı nazar-ı itibara almıştır: Ona göre erkeğin bulûğ çağı onsekiz yaşıdır. Bu yaşa Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Yedi yaşma geldiklerinde çocuklara, namaz kılmalarını emredin" Benzeri bir hadis için bkz: Tirmizî, Salât, 299 (2/259). hadis-i şerifinden ötürü, insanın hallerinin değişmesinde (dönüm noktası) olan bu yedi yaş da, bu onsekize ilâve edilince, yirmibeş yaşında insanın hallerinin değişebilene çağı tamamlanmış olur. Bu durumda da, ister rüşdü görülsün ister görülmesin malı o yetime teslim edilir. Şafiî (r.h) ise, rüşdü görülmediği müddetçe o kimseye kesinlikle malının verilmeyeceği görüşündedir. Bu aynı zamanda İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed (r.h)'in de görüşüdür.

Ebu Bekir er-Râzi, bu âyeti Ebu Hanife'nin tahine delil getirerek şöyle demektedir: "Rüşd, mücmel olarak akıl manasına gelir. Allah bu lafzı nekire olarak getirip, bir miktar da olsa bir rüşdü varsa, aklı bir miktar eriyorsa onunla yetinmiş, rüşdün diğer şartlarını aramamıştır. Binaenaleyh âyetin zahiri, akıl ouıununca, âyetteki rüşd şartının da bulunacağını gösterir. Böylece de malının ona verilebilmesi gerekir. Fakat yirmibeş yaşın altında olanlar için, âyet-i kerime ile amel olunmamıştır. Yirmibeş yaşın üstündekiler hakkında, âyetin ifâde ettiği hükme göre amel etmek gerekir."

Ebu Bekir er-Râzî'nin (el-Cessâs'ın) bu görüşüne şu şekilde cevap verilir: Hak teâlâ, "Yetimleri ... deneyin" buyurmuştur. Bundan muradın, onları mallarını korumadaki faydalarla ilgili hususlarda deneme olduğunda şüphe yoktur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O vakit kendilerine, bir rüşd (bir akıl ve iyi hal) gördünüz mü, mallarını onlara teslim edin" buyurmuştur. Bu emirden muradın, "Eğer siz onlarda, mallarını koruma ve faydalarını anlama hususunda bir rüşd görürseniz" şeklinde olması gerekir. Çünkü âyetten bu mana kastedilmemiş olursa, nazım (sıra) bozulur ve âyetin parçalarının birbiriyle ilgisi kalmaz. Bu sabit olunca, âyette muteber olan şartın malın faydalarını gözetme hususundaki rüşdün mevcudiyeti olduğunu anlamış oluruz. Böylece de, Ebu Bekir er-Râzî'nin istidlali düşer. Hatta bu âyet onun aleyhine bir delil olur. Çünkü o, malın faydalarını gözetmeyi, o malın yetime verebilmesinin bir şartı saymıştır. Yirmibeş yaşından sonra da bu şart bulunmayınca, malın ona verilmesinin caiz olmaması gerekir. Kıyâs-ı celî de, bu nass (âyet) ile istidlali kuvvetlendirir. Çünkü çocuk, malın nasıl korunacağına ve ondan nasıl istifâde edileceğine götüren bir akildan mahrum olduğundan, malı ona verilmemiştir. Bu hal, genç ve ihtiyar kimsede de bulununca, o da bir çocuk hükmünde olmuş olur. Böylece de, "Böylesi bir insan yirmibeş yaşına geldiğinde rüşdü (aklı ve salâhı) görülmese bile, malı kendisine verilir" diyenlerin görüşlerinin bir izah yolunun olmadığı sabit olmuş olur.

Beşinci Mesele

Kişi reşîd olarak bulûğa erer, sonra durumu değişir sefîh olursa, Şafiî'ye göre bu kimseye "hacr" konulur (tasarruf yetkisi elinden alınır); Ebu Hanife'ye göre ise "hacr" konulmaz. Bu mesele, (Nisa. 5) âyetinin tefsirinde geçmiştir. Kıyas-ı celî de buna delâlet eder. Çünkü bu âyet, kişi reşîd olmadan bulûğa erdiğinde, malının kendisine verilemiyeceğine delâlet etmektedir. O kimseye malı, ancak mal zayi olmasın, ihtiyaç duyacağı bir gün için korunmuş olarak kalsın diye verilmemiştir. Bu durum, sonradan olan sefîhlikte de mevcuttur. Binâenaleyh ona da itibar edilmesi gerekir. Allah en iyisini bilendir.

Altıncı Mesele

Keşşaf sahibi, âyetteki "rüşd" kelimesinin nekire olarak getirilmesinin faydasının, nazar-ı dikkate alınan şeyin, tasarruf ve ticaretteki rüşd olduğuna veyahut da tam bir rüşd hali gözetilmesin diye, bir tür rüşdün bulunup, onun izlerinin görünmesine İtibar edileceğine dikkat çekmektir.

Yedinci Mesele

Keşşaf sahibi, İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'un, "hissettiniz' manasında, kelimeyi (......) şeklinde okuduğunu ve bir şâirin de "Kadınlar onu farkettiler; ancak ona, büyüklenerek ve kibirlenerek, gözlerinin ucuyla bakıyorlar" dediğini söylemiştir. Rüşd kelimesi iki fetha ile ve iki zamme ile ve şekillerinde de okunmuştur.

Sonra Cenâb-ı Allah, "Mallarını onlara teslim edin" demiştir. Bundan murad, bulûğ ve rüşde ermenin görülmesi demek olan o iki şart tahakkuk ettiğinde onlara mallarının verilmesinin gerektiğidir. Allahü teâlâ, bu iki şartın yanısıra aklın kemâlini (tam olmasını) zikretmemiştir. Çünkü rüşde ermenin anlaşılması ancak akıllı olduğunu görmekle olur. Zira rüşd, akıldan daha fazla olan bir haldir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Büyüyecekler diye, bunları israf ile tez elden yemeyin" buyurmuştur. Bu, "Onlar büyüyecekler diye, müsrifler ve tez elden yiyenler olarak..." veyahut da "büyüyecekler diye, israf etmeniz ve tez elden yemeniz için..." manasınadır. Yani sizler, o malları harcama hususunda ifrata varıyor ve "Biz, yetimler büyüyüp de o malları elimizden çekip almazdan önce, istediğimiz gibi onu harcarız" dersiniz.

Sonra Allahü teâlâ, durumu yetimlere vasî (veli) olanın zengin ve fakir oluşuna göre ayırarak, "Kim zengin ise, kaçınsın (o mala tenezzül) etmesin" buyurmuştur. Vahidî (r.h): "Birisi birşeyden kaçınıp onu bıraktığında, denilir" demiştir. Keşşaf sahibi, fiili, fiilinden daha beliğdir. Sanki Cenâb-ı Hak, bunu kullanmakla daha ileri derecede bir kaçınmayı emretmiştir" demiştir.

Fakir Olan Vasî, Yetim Malından Makul Bir Tarzda Faydalanabilir

Sonra Cenâb-ı Hak, "Kim de fakir olursa, örfe göre (ondan biraz) yesin" buyurmuştur. Âlimler vasî'nin, yetimin malından istifâde edip edemeyeceği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bu hususta şu görüşler vardır:

1- "Vasî, yetimin malından ihtiyacı nisbetinde ve onun için yaptığı işin ücreti kadar alabilir." Bu görüşte olanlar görüşlerine birçok delil getirmişlerdir:

a) Ayetteki "Bunları israf ile tez elden yemeyin" cümlesi, yetimin vasisinin ihtiyacı nisbetinde o maldan yiyebileceğini ihsâs ettirmektedir.

b) Allahü teâlâ, "Kim zengin ise, kaçınsın, (o mala tenezzül etmesin). Kim de fakir ise, örfe göre (ondan biraz) yesin" buyurmuştur. Binâenaleyh âyetteki "Kim zengin İse, kaçınsın, (o mala tenezzül etmesin)" cülmesinden maksad, zengin olan vasîyi kendine âit maldan nehyetmek olmayıp, aksine onu yetimin malından faydalanmaktan nehyetmedir. Durum böyle olunca, âyetteki "Kim de fakir isef örfe göre (ondan biraz) yesin" ifâdesinin, ihtiyacı nisbetinde yetimin malından istifâde etmesi hususunda, vasî için bir müsaade olması gerekir.

c) Hak teâlâ'nın, "Muhakkak ki yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler." (Nisa. 10) ifâdesi, yetimin malının bazen zulüm yoluyla, bazen de zulüm olmaksızın yenildiğine bir delildir. Eğer bu böyle olmasaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler.." (Nisa, 10) ifâdesinin bir manası olmazdı. Bu da, muhtaç durumda olan vasinin ma'ruf ve makul bir şekilde yetimin malından yiyebileceğini gösterir.

d) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen şu husustur: Bir adam, Hazret-i Peygamber'e gelerek, "Himayem altında bir yetim bulunmaktadır. Onun malından yiyebilir miyim?" deyince, Hazret-i Peygamber, "Bir mal yıgmaksızın ve kendi malını da onun malıyla, onun malını ileri sürmeksizin himaye etmeksizin, mâruf ölçüler içinde yiyebilirsin" buyurdu. Bunun üzerine adam, "Onu dövebilir miyim?" deyince de, Hazret-i Peygamber, "Çocuğunu dövdüğün şeyler yüzünden dövebilirsin" buyurdu.

e) Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahü anh)'ın, Ammâr, İbn Mes'ûd ve Osman İbn Hanîf'e yazmış olduğu şu husustur: "Allah'ın selâmı üzerinize olsun. İmdi bundan sonra size her gün olmak üzere bir koyun ayırdım ki, bunun yarısı Ammar'ın, dörtte biri Abdullah İbn Mesûd'un ve dörtte biri de Osman İbn Hanîf'indir. İyi biliniz ki ben, hem kendimi hem de sizi Allah'ın malı karşısında yetimin malına velayet eden kimsenin yerine ve mertebesine koydum. Zengin olan iffetli olsun (tenezzül etmesin); fakir olan ise, maruf ölçüler içinde yesin içsin." İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, bir yetimin velisi İbn Abbas'a "Onun (yetimin) devesinin sütünden içebilir miyim?" dediğinde, İbn Abbas şöyle der: "Eğer yittiği zaman onu arıyorsan; su içme gölünü (su sızdırmasın diye) onarır sıvarsan; uyuz olduğu zaman tedavi edersen ve susadığında da ona su verirsen, nesline zarar vermeden ve sağmak konusunda aşırı gitmeksizin onun sütünden iç..."

Yine İbn Abbas'tan "Velînin eli, yetimlerin eliyle beraberdir; binâenaleyh vasi maruf ölçüler içinde yesin içsin; ama bir sarık ya da daha ufak bir şeye gelince, onu giymesin!..." dediği rivayet edilmiştir.

1) Vasî, sabinin (yetim çocuğun) işlerini ıslâh etmeyi, ifa etmeyi tekeffül edince, zekâtı alıp onu biriktiren zekât memuruna kıyasla, yaptığı işe oranla yetimin malından yiyebilir. Zira zekât memuruna, bu zekâttan muayyen bir hisse ayrılmıştır. İşte burada da böyledir. Bu görüşün izahı budur.

2- Vasî, ihtiyacı nisbetinde yetimin malından borç alabilir. Sonra eli bolluğa vardığında, aldığı borcu öder. Eğer ölür de ödeyemezse, kendisine herhangi bir şey terettüb etmez. Bu, Sâid İbn Cübeyr, Mücâhid ve Ebu'l-Aliye'nin görüşüdür. İbn Abbas'tan yapılan rivayetlerin ekserisi de böyledir. İlim ehlinden bazıları, bu borcu altın, gümüş vb. temel ve ana mallara tahsis etmişlerdir. Ama hayvanların sütlerinden istifade etmek, kölelerini istihdam etmek ve hayvanlara binmek gibi hususlara gelince, mala zarar vermediği müddetçe, vasinin bunlardan istifade etmesi mubahtır. Bu, Ebul-Altye ve bazılarının görüşüdür. Bunlar şöyle istidlal etmişlerdir: "Allahü Teâlâ, "Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz vakit." buyurmuş, yetimlerin malları hakkında, o malların yetimlere verilmesine hükmetmiştir."

3- Ebu Bekr er-Razî şöyle demektedir: "(Hanefî) âlimlerimizin mezhebinden bildiğimiz husus şudur: Vasî, ister zengin olsun isterse fakir, ne borç alabilir, ne de doğrudan doğruya onların mallarından istifâde edebilir. er-Razî bu görüşü hususunda birçok âyetle istidlal etmiştir:

a) "Yetimlere mallarını verin. Temizi murdarla değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza (katarak) yemeyin. Çünkü bu, muhakkak ki büyük bir günahtır" (Nisa, 2).

b) "Muhakkak ki, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir" (Nisa, 10).

c) ".... bir de yetimlere karşı adaleti ayakta tutmanız..." (Nisa, 127).

d) "Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin.." (Bakara, 188). er-Razî sözüne devamla şöyle der: "Bu âyetler muhkem olup, vasî ister zengin ister fakir olsun, yetimin malının ona memnu ve yasak olduğunu göstermektedir. Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın "Kim de fakir olursa, örfe göre (ondan biraz) yesin" ifâdesi müteşabih bir ifade olup, çeşitli manalara muhtemeldir. Binâenaleyh bu ifâde müteşabih olduğu için, muhkem âyetlere havale edilmesi gerekir."

Bana göre, bu âyetler er-Razî (el-Cessâs)'nin benimsediği görüşün delili değillerdir. Delil olarak getirmiş olduğu, "Yetimlere mallarını verin..." ifâdesi "âmm" bir ifâdedir. Bizim ele aldığımız bu âyet ise hâsdır. Hâs ise, âmm'dan önce gelir. Yine onun delil olarak ileri sürdüğü, "muhakkak ki, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler..." (Nisa, 10)âyeti, vasinin, yetimin malından maruf ölçüler içinde yemesinin zulüm olmasının sabit olması halinde, bu meseleyi içine alır. Münakaşa ise, zaten bu husustadır. Bu cevap, onun delil olarak ileri sürmüş olduğu "Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin..." (Bakara, 188) deliline de bir cevaptır. Cenâb-ı Hakk'ın "... bir de yetimlere karşı adaleti ayakta tutun" (Nisa. 127) buyruğuna gelince bu, ancak yemenin "adalet" ile olmamasının sabit olması durumunda münakaşa konusu olan şeye şamildir. Münakaşa ise zaten bu husustadır. Böylece Cessâs'ın bu konudaki sözünün yerinde olmadığı ve bozuk olduğu ortaya çıkmış olur. Allah en iyi bilendir.

Yetime Malı Teslim Edilirken Şahit Tutun

Sonra Cenâb-ı Hak, "Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz vakit, karşılarında şahid bulundurun" buyurmuştur. Bil ki ümmet, vasînin, yetim bulûğa erince, malını ona teslim ettiği zaman, şu sebeplerden dolayı, evlâ ve ihtiyatlı olanın, malını ona verdiğine dair şahid tutması olduğu hususunda ittifak etmişlerdir:

a) Yetimin aleyhine, malını aldığı hususunda bir delil ve şahid bulununca, kendisine ait olmayan şeyin kendisine ait olduğunu iddia etmekten son derece uzak olur.

b) Yetim, yalan bir iddiaya yöneldiğinde, vasî, malını ona verdiği hususunda ikâme etmiş olduğu delilini getirir.

c) Şahid bulundurma hususu, vasînin emânete riâyet eden tertemiz, dürüst olduğunu ortaya koyar. Bunun bir benzeri de, Hazret-i Peygamber'in 'Kim bir yitik bulursa, adil iki şahid bulundursun; onu sakın inkâr etmesin, saklamasın" Ebu Davud, Lukâta, 9 (2/136); İbn Mace, Lukata, 2 (2/837) şeklindeki hadisidir. O, kişinin emânet ehli olduğunu göstermesi ve kendisinden töhmeti gidermesi için, şahidler bulundurmasını emretmiştir. Böylece zikretmiş olduğumuz icmâ ve aklî deliller ile, ihtiyatlı olanın şahid getirmek olduğu sabit olmuş olur. Âlimler, yetim bulûğa erdikten sonra o yetime malını verdiğini iddia etmesi durumunda, vasînin bu sözünün tasdik edilip edilmeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Vasînin, "Yetim küçük iken ona harcamada bulundum" demesinin tasdik edilip edilmeyeceği de ihtilaflıdır. İmam-ı Mâlik ve İmam-ı Şafiî "Bu söz tasdik edilmez" demişlerdir. Ebu Hanife ve arkadaşları ise, "Vasinin bu sözü doğru kabul edilir" demişlerdir. Şafiî bu âyetle istidlal etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın Karşılarında şahid bulundurun" ifadesi, bir emirdir. Emrin zahiri ise, vücub ifâde etmektedir,

Vasi Yetim Münasebetlerinde İmamların Anlayışları

Şafiî şöyle demektedir: "Yetimin malına velayet ve gözcülük eden kimse, yetim cihetinden mûtemed, emin kimse değildir. Bu kimse, ancak şeriat cihetinden emin kabul edilmiştir." Ebu Bekr er-Razî ise, bu görüşü akılsızca tenkid etmiş ve şöyle demiştir: "Eğer onun söylemiş olduğu şey tasdik edilmemenin sebebi ve illeti olsaydı, o zaman, kâdînin (hakimin) yetime "sana verdim..." dediğinde tasdik edilmemesi gerekirdi; çünkü yetim cihetinden onun da mutemed olmaması gerekir. Yine ona, babası için, çocuğu bulûğa erdikten sonra "Malını sana verdim" demesi halinde tasdik edilmeyeceğini söylemesi gerekir; çünkü çocuk onu da mutemed yapmamıştır. Yine Şafii'ye, yetimler bulûğa erdikten sonra vasiler birbirlerini tasdik ederek, yetimin malının telef olduğunu söylediklerinde, "vasilere malı tazmin etmelerinin gerektiğini söylemesi gerekir. Çünkü o vasî, yetim kendisini mutemed yapmaksızın onun malını alıkoymuştur" demiştir.

er-Razî'ye (el-Cessas'a) şöyle denilir: "Senin bu sözün, gerçekten fıkhı manalardan çok uzaktır. Şafiî'nin görüşünü, getirmiş olduğun kâdî meselesiyle nakzetmen, akıldan uzak bir iştir. Zira kâdî hakimdir, hüküm verendir; binâenaleyh, hükmünün geçerli olabilmesi için töhmetten berî olması gerekir. Eğer böyle olmasaydı, kâdî'nin, aleyhine hükmetmiş olduğu herkes, o kâdînin yalan söylediğini, haktan meylettiğini veya birilerine yaranmaya çalıştığını ileri sürebilirdi. Bu durumda da kâdî, başka bir kadıya muhtaç olurdu, böylece de teselsül gerekirdi. Böyle bir mananın, yetimin vasîsi için söz konusu olmadığı herkesin malûmudur.

Verdiğin baba misâline gelince, şu iki sebepten dolayı aradaki fark açık ve zahirdir:

1- Babanın şefkat ve merhameti, yabancı birinin şefkatinden daha tam ve mükemmeldir. Baba hakkındaki töhmetin azlığından, yabancı birisi hakkında da töhmetin az olması gerekmez.

2- Yetimler bulûğa erdikten sonra vasilerin, malın zayi olduğu hususunda birbirlerini teyid etmeleri durumuna gelince, biz deriz ki: Eğer velî, kusurundan dolayı malın yok olduğunu ikrar ederse, bu durumda (haliyle) malı tazmin etmesi gerekir. Ama o malın kendi kusuru olmaksızın helak olduğunu bildirirse, bu durumda sözünün kabul olunması gerekir. Aksi halde bu, insanların vesayeti kabul etmelerine mani olur. Böylece de, son derece mühim olan bu iş hususunda büyük bir eksiklik ve halel meydana gelmiş olur.

Ama, bulûğa erdikten sonra yetimin malını kendisine verdiği hususunda şahid tutmasına gelince, işte bu durum böyle bir kötü neticeye müncer olmaz, sebebiyet vermez. Binaenaleyh, iki durum arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Şu husus da böyle bir farkın mevcudiyetini kuvvetlendirmektedir: Allah Tealâ, bu âyetten önce, yetimde, vasî hakkında bir töhmeti gerektiren şeye delâlet eden hususu da zikretmiştir ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Büyüyecekler diye bunları israf ile tez elden yemeyin" buyruğudur. İşte bu ifâde, âdetin, velîlerin yetim ve çocuklara zulme meyletme şeklinde cereyan ettiğine delâlet etmektedir. Bu durumda âyet, yetim velîsi hakkında töhmeti gerektiren şeylerin bulunduğuna delâlet etmektedir.

Vasî, Yetime Malını Teslim Ettiğinde Şahit Çağırır

Bundan sonra Cenâb-ı Hak, "Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz vakit karsılarında şahid bulundurun" buyurmuştur. Bu da, bundan maksadın, çocuk tarafını gözetmek olduğunu hissettirir. Zira, malı yetime verme iddiası ancak şahid huzurunda mümkün olunca, bu durum o kimsenin zulmüne, cimriliğine, hasisliğine ve malı noksan olarak vermesine mani olur. Durum böyle olunca, Hak teâlâ'nın "Şahid bulundurun" emrinin, zahiren vücûb ifâde ettiği gibi, aynı şekilde karine ve durumların da vücûbu gerektirdiğini anlamış oluruz.

Sonra bu Razî (el-Cessas) şöyle demektedir: "Vasinin bu konuda, şahidsiz olarak kabul edileceğine, vasinin, hak ettiği zamanda onu yetime teslim edinceye kadar o malı korumakla ve emânet biçiminde o malı elinde tutmakla emrolunmuş olduğu hususunda bütün âlimlerin ittifak etmiş olmaları da delâlet etmektedir. Binâenaleyh bu mesele, bırakılmış olan emânetler veya yapılmış ortaklıklar mesabesindedir. İşte bundan dolayı, emaneti geri verenin, bunu vermesinin tasdik edilip doğrulanması gibi, o vasinin sözünün de tasdik edilmesi gerekir." Bu durumda el-Cessas'a şöyle denilir: "Bu meseleyle bırakılan emanetler meselesi arasındaki farkı, Şafif (r.h) zikretmişti. Senin bu farka yaptığın itirazın yanlış olduğu daha önce geçmişti. Hem senin âdet ve tutumun, tasavvur etmiş olduğun yanlış kıyastan dolayı, Allah'ın kitabına İltifat etmemektir; böyle bir anlayış, senin hakkında müsellem ve kabul edilmiş bir hal olsa da bu hususta sana katılmak gerekmez. Muvaffakiyyet ancak Allah'tandır.

Esma-yi Hüsnadan el-Hasîbin Mânası

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hesap sorucu olarak Allah yeter" buyurmuştur. İbnü'l-Enbari ve el-Ezherî şöyle demektedirler: "Âyetteki "hasîb" lâfzının "muhâsib" manasına gelmesi muhtemel olduğu gibi, kâfî (yeter) manasına olması da muhtemeldir. Arapların, bir insana tehdid için demeleri birinciye misaldir ki bunun manası, "Allah o kimseyi, işlediği zulümden ötürü muhasebe eder" şeklindedir. Bizim, buradaki "hasîb" kelimesinin, "muhâsib" manasına olduğunu söylememizin bir benzeri de, (......) kelimesinin, (içme arkadaşı) manasına geldiğini söylememizdir. Arapların, yani "Allah sana yeter" şeklindeki sözleri de ikincinin misalidir.

Bil ki bu ifâde, yetimlere velayet eden kimseler için uır tehaid ve yetimin malı hususunda helâl olmayan şeylere niyetlenmesinler veya yapmasınlar ve malı yetime verinceye kadar, emâneti tam olarak yerine getirsinler diye, Allahü teâlâ'nın işin zahirine olduğu gibi bâtınına da vakıf olduğunu bildirme manasına gelir. "Hasîb" kelimesini ister "muhâsib", ister "kâfî" (yeter) manasına alalım, bu incelik mevcuttur. Bil ki, "Allah yeter" "Rabbin yeter" âyetlerindeki bâ harf-i cerri, Kur'ân'ın her yerinde zâiddir. Vahidî de Zeccâc'ın bu görüşte olduğunu nakletmiştir. Ayetteki "hasîben" kelimesi hal olarak mansubtur, yani "Allah, muhasîb olarak kâfi olarak yeter" demektir.

Dördüncü Hüküm: Miras Payları

6 ﴿