7

"Ana ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından erkeklere ve yine ana ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından kadınlara, -azından da, çoğundan da farz kılınmış birer nasib olarak, hisseler vardır".

Bil ki bu sûrede bahsedilen hükümlerin dördüncü çeşidi, miras ve ferâizle ilgilidir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Miras Hakkındaki Âyetlerin Nûzul Sebebi

İbn Abbas (radıyallahü anh), âyetin sebeb-i nüzulü hakkında şöyle demiştir: "Evs İbn Sabit el-Ensârî, geriye üç kız ve bir hanım bırakarak ölmüştü. Vasileri olan amcaoğullarından Süveyd ve Ailece isminde iki adam gelip, Evs'in malına el koymuşlardı. Bunun üzerine Evs'in hanımı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip, durumu ona arzederek, vast olan bu iki kişinin, ne kendisine ne de kızlarına hiçbir mal vermediklerini söylemişti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona, "Haydi evine git, ben Allah'ın senin bu işin hususunda ne buyuracağına bakayım" demişti. İşte bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e bu âyet nazil oldu ve erkeklerin de, kadınların da mirastan paylan olduğunu bildirdi. Fakat Hak teâlâ, bu âyette payların ne kadar olduğunu beyân etmedi. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o iki vasiye haber göndererek, "Evs'in malından hiçbir şeye dokunmayınız" dedi. Daha sonra Allahü teâlâ'nın, "Allah size, evlatlarınız hakkında (...) emreder" (Nisa. 11-12) âyetleri nazil oldu ve böylece kocanın ve kadının hisselerinin miktart belirtildi. Bunun üzerine Allah'ın Resulü, o iki vasî'ye Evs'in hanımına mirastan sekizde bir hisse verip, kızların hisselerini ellerinde tutmalarını emretti. Daha sonra da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, kızların hisselerini de kızlara vermelerini bildirdi. O iki vasî de, onların hisselerini kendilerine verdi." İşte âyetin sebeb-i nüzulü ile ilgili söz bundan ibarettir.

Miras Ahkamına Alıştırmada Tedric

Cahiliyye insanları, kadınlara ve çocuklara miras vermezler ve "Mızraklanyla vuruşmayan, yurdunu müdafâa edemeyen ve ganimet elde edemeyen kimseler.vâris olamazlar" derlerdi. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, vâris olmanın erkeklere has olmayıp, erkeklerle kadınlar arasında ortak bir husus olduğunu beyân buyurmuş, bu âyette sadece bu kadarını zikredip, bundan sonra tafsilatını bildirmiştir. Cahiliyye insanının, çocukları ve kadınları değil de, yetişkin erkekleri vâris sayma şeklinde bir örfleri olduğu için, Cenâb-ı Hakk'ın, onları tedricen bu örflerinden, başka bir şeye geçirmesi imkânsız değildir. Çünkü örf ve âdetlerden vazgeçmek, insan tabiatına ağır ve güç gelir. Binâenaleyh bu geçirme bir defada olursa, bunun güçlüğü kalpte artar. Ama bu tedricen olursa, kolaylaşır. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, hükmü önce mücmel olarak (kısaca) zikretmiş, peşinden tafsilatını getirmiştir.

Zevi'l-erham Kısmından Olan Akrabaların Mirastaki Durumu

Ebu Bekir er-Râzî, bu âyeti zevi'l-erham'ıh da vâris olacağına delil getirerek şöyle demiştir: "Çünkü halalar, teyzeler, dayılar ve kızların çocukları akrabalardandır. Binâenaleyh bunların da "Ana ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından erkeklere ve yine ana ve baba ile yakut arkabaların bıraktıklarından kadınlara, -azından da, çoğundan da-, farz kılınmış birer nasib olarak, hisseler vardır" âyetinin hükmüne dâhil olmaları gerekir. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bahsedilen "hisse"nin miktarı bu âyette belirtilmemiştir. Fakat biz, bunların da herhangibir hisseye müstehak olduklarını bu âyetle isbat ediyoruz. Bunların hisselerinin miktarını ise, diğer delillerden çıkartıyoruz."

Âlimlerimiz (Şafiîler), Ebu Bekir er-Râzî el-Cessâs'ın bu görüşüne, şu iki şekilde cevap vermişlerdir:

1- Allahü teâlâ, âyetin sonunda, "Farz kılınmış birer nasîb olarak" buyurmuştur ki bu, "takdir edilmiş, belirlenmiş bir hisse..." demektir. Zevi'l-erhâm'ın, belirlenmiş bir hisseleri olmadığı icmâ ile sabittir. Binâenaleyh bu yakın akrabaların, âyetin hükmüne dahil olmadıkları sabit olmuş olur.

2-Bu âyet, yakın akrabalara aittir. Binâenaleyh siz niçin zevi'l-erham'ın, yakın akrabalardan olduğunu söylüyorsunuz? Sözün özü şudur: Ayetteki "Yakın akrabalardan" murad, ya başka her bir şeyden daha yakın olanlardır, yahut da herşeyden daha yakın olanlardır. Birincisi bâtıldır. Çünkü bu, insanların pek çoğunun, âyetin hükmüne dâhil olmasını gerektirir. Çünkü her insanın, başkasına, ya yakın veya uzak bir sebepten ötürü neseb birliği (hısımlığı) vardır ki uzak sebep, Hazret-i Adem'in soyundan olmaktır. Binâenaleyh insanın, ölen kimseye, çocuğundan daha yakın olması gerekir ki bu durumda, bütün insanların bu âyetin hükmüne girmeleri gerekir. Bu ise bâtıldır.

Bu ihtimal bâtıl olunca, nassı (âyet-i kerimeyi) ikinci ihtimâle hamletmek gerekir ki, bu ikinci ihtimal, âyetteki en yakın akrabadan muradın ölen kimseye, insanların en yakın olanının olmasıdır. Bu da ancak, ebeveyn ile ölenin çocuklarıdır. Böylece bu nassın muhtevasına zevi'l-erhâm'ın giremeyeceği sabit olmuş olur. Âyetteki "en yakın akraba" ifâdesini ebeveyn mânasına hamledersek, "burada tekrar yapılmış olduğu söylenmiş olur" şeklinde bir şey de söylenemez. Zira biz, "en yakın akraba" tabirinin altında iki türü bulunan bir cins olduğunu söylüyoruz. Bu iki tür ise, ebeveyn ile çocuklardır. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, önce ebeveyni, daha sonra da en yakın akrabayı zikretmiş olduğu sabit olmuş olur. Buna göre de mâna, O'nun, önce türü sonra da cinsi zikretmesi şeklinde olur. Böylece de herhangi bir tekrarın yapılmış olması gerekmez.

Dördüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın "nasîb, hisse" lâfzının mansûb olması hususunda şu görüşler beyân edilmiştir:

a) Bu kelime, "ihtisâs"tan dolayı mansûbtur. Yani "Ben farz kılınmış, katî ve vacip olan bir payı kastediyorum" demektir.

b) Bu kelimenin, mef'ûlü mutlak olmaktan dolayı nasbedilmiş olması da caizdir. Çünkü (nasîb, hisse, pay) kelimesi masdar manasında bir isimdir. Buna göre sanki (vacip bir taksimat olarak..) denilmek istenmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Allah'tan birer farizadır" (Nisa, 11)yani, "farz kılınmış bir paydır" âyeti gibidir.

Farz İle Vacip Tabirlerinin Manası

"Farz" kelimesinin asıl manası, (ağaç üzerindeki) çentiktir. Bundan dolayı, yayın tam ortasındaki çentiğe de "farz" denir. Fal okları üzerindeki çentiklere de "farz" denir. Bunun kendisini başkalarından ayıran bir alameti vardır. Su taksim kabındaki işaretlere de denilir. Bu işaretler sayesinde, her hak sahibi, su hakkının miktarını bilir. İşte, "farz" kelimesinin Arapça'daki asıl manası budur. Ebu Hanife'nin talebeleri "farz" kelimesini, vacip oluşu kat'î delil ile bilinen şeye; "vacip" kelimesini de, vacip oluşu zannî delil ile bilinen şeye tahsis ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü farz, kesmek ve çentik atmaktan ibarettir. Vacip ise, düşmekten ibarettir. Meselâ güneş düştüğünde (battığında) yine duvar yıkıldığında ve birşeyin düşüşü duyulduğunda "(Bir düşme duydum") denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yanları üstü düşüp (öldükleri) vakit..." (Hacc. 36) buyurmuştur. Binâenaleyh "farz" kelimesinin, kesmek ve çentik atmaktan, "vücûb'un ise sükûttan (düşmekten) ibaret olduğu ortaya çıkmaktadır. Çentik atmanın ve kesmenin tesiri, düşmenin tesirinden şüphesiz daha kuvvetli ve daha ileridir. İşte bu sebeple, Ebu Hanife'nin talebeleri "farz" kelimesini, vacip oluşu kat'î delil ile bilinen; "vacip" kelimesini ise vücûbiyyeti zannî delil ile bilinen şeye tahsis etmişlerdir.

Bunu anladığın zaman biz deriz ki: Hanefilerin yaptıkları bu izah, kendilerinin aleyhine olmak üzere, âyetin zevi'l-erhâmı mirasçı kılmak, icmâ-ı ümmet ile, kat'î delille bilinen şeylerden değildir. Binâenaleyh zevi'l-erhamı mirasçı kılmak farz olmaz. Halbuki âyet, ancak farz kılınmış mirası içine alır. Binâenaleyh bu âyetin zevi'l-erhâmı içine almadığına kesinkes hükmetmek gerekir. Allah en iyi bilendir.

7 ﴿