11"Allah size, evlatlarınız hakkında tavsiye eder ki: Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır. Fakat onlar, ikiden fazla kadınlar ise, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. (Dişi evlat) tek ise, o zaman bunun yarısı onundur. (Ölenin) çocuğu varsa, ana ve babadan herbirine terikenin altıda biri (verilir). Çocuğu bulunmayıp da kendisine ana ve babası mirasçı olduysa, (malın) üçte biri arasınındır. (Erkek, dişi) kardeşleri varsa, o vakit altıda biri anasınmdır. (Fakat bütün bunlar, ölenin) yapacağı vasiyyetten veya borçtan sonradır. Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin, size fâidece daha yakın olduğunu bilmezsiniz. (Bunlar), Allah'tan birer farizadır. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilicidir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir". Bu âyetle ilgili birçok mesele bulunmaktadır: Bil ki cahiliyye halkı, şu iki şey sebebiyle birbirlerine varis oluyorlardı : a) Neseb, b) Muahede, sözleşme... Neseb cihetinden birbirlerine varis olmalarına gelince onlar, ne küçük çocuklara, ne de kadınlara miras vermiyorlardı. Onlar ancak, at üzerinde savaşan ve ganimet elde eden erkek akrabaları mirasa mâlik kılıyorlardı. Sözleşme cihetinden birbirlerine varis olmalarına gelince, bu da şu iki şekilde tahakkuk ediyordu: 1- Anlaşma: Cahiliyyede bir kimse, bir başkasına "Kanım, kanın; canım, senin canın.. Sen bana, ben de sana varis olurum... Sen beni kollarsın, ben de seni.." derdi. Onlar bu şekilde bir akid yaptıklarında, onlardan hangisi diğerinden önce ölürse, sağ kalan için, ölünün malından daha önce şart koşulmuş olan şey tahakkuk ederdi.. 2- Evlat edinme... Araplardan herhangi bir kimse, başkasının oğlunu evlat ediniyordu. Böylece bu çocuk babasına değil de, o kimseye nisbet ediliyor ve o kimseye varis oluyordu. Bu evlat edinme de anlaşma çeşitlerinden birisiydi. Hak teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i peygamber olarak gönderince O, ilk başlarda Arapları cahiliyyedeki adetleri üzere bırakarak, onlara dokunmadı. Alimlerden şöyle diyenler de vardır: Aksine, Cenâb-ı Hak onları bu âdetleri üzere bıraktı da, 'Her biri için baba ve ananın, yakın hısımların terikelerinden de varisler yaptık" (Nisa, 33) buyurdu ki, bundan maksat da neseb cihetinden birbirlerine varis olmalarıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Akd ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere de hisselerini verin" (Nisa. 33) buyurmuştur ki bundan murad da, anlaşma sebebiyle birbirlerine varis olmalarıdır. Birinci görüşte olanlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Akd ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere de hisselerini verin" (Nisa, 33) tabirinden muradın, maldan hisse, pay olmadığını, aksine bundan muradın "onlara yardım, nasihat ve güzel muameleye dair hisselerini, paylarını verin" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Cahiliyye dönemindeki Arapların birbirlerine varis olma sebeplerinin izahı işte budur. İslâm'daki, insanların birbirlerine varis olma sebeplerine gelince: Biz, İslâm'ın ilk yıllarında, anlaşma ve evlat edinme yoluyla insanların birbirlerine varis olma yolunu benimsediğini zikretmiştik.. Ayrıca buna şu iki hususu da ilâve etmiştik: a) Hicret. Buna göre hicret eden kimse, her ne kadar (neseb cihetinden) yabancı olsa dahi, diğer muhacir ile çok sıkı münasebet ve ilişki içine girdiği için ona varis oluyor, akrabası olsa dahi, muhacirden başkası ona varis olamıyordu. b) Kardeşlik (muâhât..) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashâbdan her iki kişi arasında bir kardeşlik tesis etmişti. Böylece bu da, onların birbirlerine varis olmalarına sebep teşkil etmişti. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hısımlar, Allah'ın kitabınca birbirine daha yakındırlar..." (Enfal, 75) âyetiyle, bütün bu varis olma sebeplerini neshetmiştir. İslâm dininin üzerine bina edildiği veraset sebepleri ise, üçtür: a) Neseb, b) Nikâh, c) Velâ... Ata şunu rivayet etmiştir: "Sa'd İbn Rebî şehit edildi ve geriye iki kızını, hanımını ve kardeşini bıraktı. Kardeşi malın tamamını alınca, Sa'd'ın hanımı Hazret-i Peygamber'e gelerek, "Ya Resûlallah, şu iki kız Sa'd'ın kızlarıdır. Sa'd şehit edildi; kızların amcası ise, onların mallarını aldı" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Dön, umulur ki Allah bu hususta hükmedecektir" dedi. Bir müddet sonra kadın geldi ve ağlamaya başladı. İşte böylece bu âyet-i kerime nazil oldu. Bunun üzerine de Allah'ın Resulü, o iki kızın amcasını çağırdı ve "Sa'd'ın iki kızına üçte iki, annelerine ise sekizde bir mal ver, geriye katan ise senindir" buyurdu. İşte İslâm'da taksim edilen ilk miras budur. Bu âyetin kendinden önceki âyetlerle münasebeti konusunda şu iki açıklama yapılmıştır: 1- Allahü teâlâ yetimlerin malları hakkındaki hükmünü ve bu hususta velilere terettüp eden mükellefiyetleri beyân edince, bu yetimin veraset yoluyla mala nasıl mâlik ve sahip olacağını da beyân buyurmuştur. Bu ise ancak, miras hükümlerinin tamamının izah edilmesiyle mümkün olmuştur. 2- Allahü teâlâ miras hükümlerini, "Ana ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından erkeklere farz kılınmış bir nasîb, hisse vardır" (Nisa. 7) ifâdesinde kısaca beyân edince, bu mücmel ifâdenin peşinden de şu tafsilata yer vererek, "Allah size, evlatlarınız hakkında tavsiye eder ki:..." (Nisa, 11) buyurmuştur' Kaffâl şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu şu demektir: "Allahü Teâlâ size, ölümünüzden sonra, sizi evlâtlarınızın haklarını tastamam yerine getirmeye vesile olan bir söz söylüyor..." Buradaki (tavsiye etmek) kelimesinin astı, ulaştırmak anlamındadır. Bir kimse bir şeye ulaştığı zaman, yine bir kimse bir kimseyi bir şeye ulaştırdığında, denilir. Meselâ, denildiğinde bunun manası "O, beni kendisini bilmem gereken şeyi bilmeye ve anlamaya iletti, götürdü" şeklinde olur. (......) kelimesi de böyledir; ancak ne var ki, mübalağa ifade etmek için kullanılır." Zeccâc, buradaki "size tavsiye eder.." cümlesinin manasının, "Allah size farz kılıyor" şeklinde olduğunu; zira Cenâb-ı Hakk'ın yapmış olduğu tavsiyenin farz anlamına geleceğini; bunun delilinin ise, "(Kısas ve zina gibi şeylerden dolayı meşru) bir hak olmadıkça, Allah'ın haram ettiği cana kıymayın. İşte Allah size. aklınızı başınıza alasınız diye bunları emretti" (Enam. 151) buyruğu olduğunu; bunun ise bize farz olduğunda herhangi bir şüphe bulunmadığını söylemiştir. Buna göre şayet, ""Arapça'da, "Seni şu şeye tavsiye ediyorum" şeklinde bir kullanış yoktur. O halde nasıl olup da Cenâb-ı Hak burada, buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Vasiyyet, bir söz olunca, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, "Allah size tavsiye eder.." ifâdesinden sonra müste'nef bir haber zikretmiş ve "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyurmuştur. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "İman edip de iyi amelde bulunan o kimselere Allah hem mağfiret, hem büyük mükafaat va'adetmiştir" (Fetih, 29)âyetidir. Yani, "Allah şöyle demiştir: "Onlar için bir mağfiret vardır..." demektir. Çünkü va'ad, söylemek anlamına gelir. Bil ki, Allahü teâlâ önce çocukların mirastaki payını zikretmiştir. Allah, insanın çocuğuna olan ilgi ve alâkası, beşerî ilgi ve alâkaların en kuvvetlisi olduğu için, böyle yapmıştır. İşte bu sebepten dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Fatıma benden bir parçadır" buyurmuştur. İşte bu sebeple Allahü teâlâ çocukların mirastaki paylarını önce zikretmiştir. Bil ki, çocukların bir yalnız başlarına bulunma durumları; bir de ebeveynleriyle birlikte bulunma durumları söz konusudur. Yalnız başlarına bulunma durumları üçtür. Bu böyledir, zira ölen kimse, geride ya hem erkek hem dişi; ya sadece dişi, veyahut da sadece erkek evlat bırakır. Erkek ve Kız Evladın Beraber Bulunma Hali Birinci kısım: Ölen kimsenin geride, hem erkek hem de dişi evlat bırakması halidir. Allahü teâlâ bu husustaki hükmünü, hiç şüphesiz "Erkeğe, İki dişinin payı miktarı vardır" cümtesiyle beyan buyurmuştur. Bil ki bu ifâde, pekçok hükmü ortaya koymaktadır: a) Ölen kimse, geride bir erkek ve bir kız çocuğu bıraktığı zaman, erkeğin mirastaki payı 2 (iki), dişininki ise 1 (bir)'dir. b) Varis olacak kimseler, üç (3) ve daha fazla sayıdaki erkek ile üç (3) ve daha fazla sayıdaki dişi ise, her erkeğin hissesi iki, her dişinin hissesi ise birdir. c) Çocuklarla beraber, ana-baba ve zevceler gibi başka varisler de bulunursa, bunlar kendi hisselerini alırlar, paylar alındıktan sonra geriye kalan mal, erkeğin payı 2 (iki) olmak üzere, evlatlar arasında taksim edilir. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin bu pekçok hükmü ifâde ettiği sabit olmuş olur Yalnız Kız Evlatların Bulunması Durumu İkinci kısım: Ölen kimsenin geride sadece dişi evlat bırakması hali.. Allahü teâlâ dişi evlâdın, ikiden fazla olması halinde, hisselerinin üçte iki olduğunu; tek olmas halinde ise, bu hissenin yarım olduğunu beyân buyurmuştur. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, iki kızın hükmünü, sarih bir ifâde ile beyân buyurmamıştır. Âlimler, İki kızın paylarının ne olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Üç kız ve daha fazlasının hissesi, üçte ikidir. İki kızın hissesi ise, yarıdır.' İbn Abbas, bu hükmüne Cenâb-ı Hakk'ın şu buyruğunu delil getirmiştir: "Fakat onlar, ikiden fazla dişiler ise, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır" (Nisa, 11) Arapça'da (......) kelimesi, şart koşmayı ifâde etmektedir. Bu da, üçte iki hissenin alınabilmesinin. dişilerin sayısının üç ve daha fazla olması sayısına bağlandığını gösterir ki, bu da iki kıza üçte iki pay verilmesine manidir." Buna birkaç bakımdan cevap verilebilir: Birinci şekil: Bu söz, İbn Abbas'ın aleyhinedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "(Dişi evlat) tek ise, o zaman bunun yarısı onundur" (Nisa. 11) buyurmuş, yarım hissenin tahakkukunu, dişi evladın bir olması şartına bağlamıştır. Bu ise, iki dişi için, pay olarak yarım hissenin tahakkuk etmesini engeller. Binaenaleyh, bu sözün doğru olması halinde bu, İbn Abbas'ın görüşünü iptal eder. İkinci şekil: Biz, (......) kelimesinin vasıf, nitelik yok olduğunda hükmün yokluğuna delâlet ettiğini kabul etmiyoruz. Bunun böyle olduğuna şu da delâlet eder: Eğer durum böyle olsaydı, bu iki âyet arasında bir tenakuzun bulunması gerekirdi. Zira "icmâ", iki kızın hissesinin ya yarım, veyahut da üçte iki olduğuna delâlet etmektedir. (......) kelimesinin şart koşmayı ifâde ettiğini kabul etmemiz halinde, bu iki hükmün de yanlış olduğunu söylemek gerekir. Böylece, bu kelimenin şart mânasını ifâde ettiği şeklinde hüküm vermenin yanlış ve bâtıl bir neticeye götürdüğü sabit olmuş olur. Binaenaleyh, böyle bir hüküm asılsız olmuş olur. Bir de Cenâb-ı Hak, "... ve eğer bir yazıcı da bulamadınızsa, o vakit (borçludan) alınmış rehinler (yeter)..." (Bakara. 283) ve 'Eğer kâfirlerin size fenalık yapacağından endişe ederseniz, namazdan kısaltmanızda size bir vebal yoktur" (Nisa, 101) buyurmuştur. Halbuki bu kelimenin, bu âyetlerde şart koşma manasını ifâde etmesi imkânsızdır. Üçüncü şekil: Âyette, bir takdimve tehir söz konusudur. Kelâmın takdiri ise şöyledir: "Eğer dişiler iki ve daha fazla olurlarsa, onlar için (mirastan) üçte iki pay vardır." İşte, İbn Abbas'ın deliline karşı vereceğimiz cevap budur. Ümmetin diğer âlimleri ise, iki dişinin hissesinin üçte iki olduğunda ittifak ederek şöyle demişlerdir: "Biz bu hükmün böyle olduğunu, birçok şeyden ötürü anlıyoruz: 1- Ebu Müslim el-İsfehanî şöyle demektedir: "Biz bunu Hak teâlâ'nın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğundan anlamaktayız. Bu böyledir zira, bir kimse ölse ve geride bir oğul ve bir kız bıraksa, bu durumda, Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" hükmünden dolayı, oğulun mirastaki hissesinin üçte iki olması gerekir. Erkeğin payı iki dişinin payı olduğuna ve burada erkeğin payının üçte iki olduğuna göre hiç şüphe yok ki, iki dişinin mirastaki payının da üçte iki olması gerekir." 2- Ebu Bekr er-Razî şöyle demektedir: "Bir kimse ölür, geride de bir oğul ve bir kız bırakırsa, bu durumda kızın mirastaki hissesi, Hak teâlâ'nın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğunun delaletiyle üçte birdir. Bir kızın hissesi, bir erkekle beraber bulunduğunda üçte bir olduğuna göre, bu kızın mirastaki payının başka bir dişiyle beraber üçte bir olması daha evlâ olur. Çünkü erkek, dişiden daha güçlüdür. 3- Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, İki dişinin payı miktarı vardır" âyeti, iki dişinin mirastaki payının, bir dişinin mirastaki payından daha fazla olduğunu ifâde etmektedir. Aksi halde, erkeğin payının bir dişinin payı kadar olması gerekir ki, bu da âyetin hilâfına bir durumdur. İki dişinin payının, bir dişinin payından daha fazla olduğu sabit olunca, biz deriz ki, bunun da üçte iki olması gerekir. Çünkü arada herhangi bir fark bulunduğunu söyleyen yoktur. 4- Biz, bu âyetin nüzul sebebinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Sa'd İbn Rebî'in iki kızına, üçte iki verdiğini zikretmiştik. Bu da, bizim söylediğimiz görüşe delâlet etmektedir. 5- Allahü teâlâ bu âyette, bir kız ile üç ve üçün üzerinde olan kızların mirastaki paylarını beyân buyurmuş, iki kıza dair hükmü ise beyân etmemiştir. Yine Allahü teâlâ kız kardeşlerin mirastaki paylarının ne olduğunu belirtmek için de, "Eğer evladı (ve babası) olmayan bir erkek ölür, onun (ana baba bir veya sadece baba bir) bir tek kız kardeşi kalırsa, terikesinin yarısı onundur.(...) Eğer kız kardeş iki ise, oğlar kardeşinin bıraktığının üçte ikisini alırlar" (Nisa. 176) buyurmuştur. Burada Cenâb-ı Hak, bir ve iki kız kardeşin mirastaki hükmünü belirtmiş, ikiden fazla kız kardeşin mirastaki hükmünü zikretmemiştir. Böylece bu iki âyetten her biri, bir yönden mücmel bir yönden de mübeyyen olmuş olur. Buna göre biz deriz ki, iki kız kardeşin hisses: üçte iki olunca, iki kız evladın hissesinin bu olması daha uygundur. Çünkü bu iki kız evlat, ölen kimseye iki kız kardeşten daha yakındır. Üç ve üçten fazla kızlarır hissesi üçte ikiden fazla olmadığına göre, üç ve üçten fazla kız kardeşlerin mirastaki paylarının da bundan fazla olmaması gerekir. Zira kız evladı, ölen kimseye daha yakın olunca, daha zayıfı daha güçlü olana üstün kabul etmek imkânsız olur. Bu konuda zikredilmiş görüşlerin tamamı işte budur. Bunlardan ilk üçü, âyetten istinbât edilmiş, dördüncüsü sünnetten, beşincisi ise "kıyas-ı celîden alınmıştır. Varislerin Yalnız Erkek Evlatlar Olması Durumu Üçüncü kısım: Ölen kimsenin, geride sadece erkek evlat bırakması hali. Buna göre biz deriz ki, tek bir oğul mirasta yalnız başına bulunduğunda, malın tamamım alır. Bunun izahı pekçok bakımdandır: 1-Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğunun delâleti itibariyle. Zira bu ifâde, erkeğin mirastaki payının, iki dişinin mirastaki payı miktarı olduğuna delâlet etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak kızlar hakkında da, "(Dişi evlât) tek İse, o zaman bunun yarısı onundur" buyurmuştur. Böylece bu iki âyetin toplamından, mirasta yalnız başına kalan bir oğulun hissesinin malın tamamı olması neticesi ortaya çıkar. 2- Biz bunun böyle olduğunu sünnetten de anlıyoruz. Bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Paylar dağıtıldıktan sonra geriye kalan miktar, en yakın erkek asabeye verilir." Buhâri, Ferâiz. 5; Müslim, Ferâiz, 1. Oğulun, erkek asabe olduğunda bir münakaşa yoktur. Oğul, hisselerden sonra geriye kalan malın tamamını alınca, hisse bulunmaması halinde de malın tamamını alması gerekir. 3- Ölüye en yakın asabe, oğuldur. Oğulun mirastaki payının muayyen ve mahdut olmadığı icmâ ile sabittir. Bu yalnız oğulla beraber, mirastaki hissesi âyette belirlenmiş bir kimse (sahib-i farz) bulunmayınca, onun muayyen bir miktar alması, geriye kalanı almasından daha evlâ değildir. Binaenaleyh, bu oğulun malın tamamını alması gerekir. İmdi şayet, "İki dişinin hissesi üçte ikidir; binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, tki dişinin payı miktarı vardır" buyruğu, erkeğin mirastaki payının mutlak olarak üçte bir olmasını gerektirir. Bu ise onun, malın tamamını almasına mani olur.." denilirse, biz deriz ki: Bundan maksat, erkek evladın diğer mirasçılarla beraber bulunması halidir; yoksa yalnız başına kalması hali değildir. Buna, şu iki husus da delâlet etmektedir: a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah size, evlatlarınız hakkında şöyle tavsiye (emr) eder..." buyruğu çocukların mevcut olmasını gerektirir. O'nun, "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğu da, miras taksimi durumunda erkek ve dişi evlatların bulunmasını gerektirir. b) Allahü teâlâ bunun peşinden, çocuğun yalnız olma halini de zikretmiştir. Bütün bu anlatılanlar bir kimse ölüp, geride tek bir oğul bırakması durumunda söz konusudur. Ama, bir kimse ölüp geride, mala hak kazanma cihetinden müşterek olan pek çok oğullar bıraktığında, aralarında herhangi rüçhaniyyet durumu söz konusu değildir. Binaenaleyh miras malının onlar arasında eşit olarak taksim edilmesi gerekir. Allah en iyi bilendir. Âyetle ilgili olarak geriye iki soru kalmıştır: Mirasta Kadının Hissesinin Daha Az Olmasının Hikmeti Birinci soru: "Hiç şüphesiz, şu sebeplerden dolayı kadın erkekten daha âcizdir: a) Kadın dışarı çıkmaktan ve ortada gözükmekten âcizdir. Zira onun kocası ve atabaları, bunu ona yasaklar. b) Aklı kıt, aldanması ve yanılması çoktur. c) Erkeklerle karıştığında, töhmet altına girer. Kadının acziyyetinin daha fazla olduğu sabit olduğuna göre, mirastaki hissesinin de daha çok olması gerekir. Daha çok olmasa bile, en azından erkeğinkine eşit olması gerekir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, kadına mirastan erkeğin payının yarısını vermesindeki hikmet nedir?" Bu soruya şu şekillerde cevap verilir: 1- Kadının harcaması daha azdır. Çünkü kocası, onun için harcar. Erkeğin harcaması ise daha çoktur. Çünkü erkek, hanımı için de harcar. Harcaması ve masrafı daha çok olan, mala daha muhtaçtır. 2- Erkek, yaratılış, akıl ve meselâ kadılık (hakimlik), imamet (devlet başkanlığı) yetkisinin kendisine verilmesi gibi dinî mertebeler bakımından kadından daha üstün durumdadır. Keza kadının şahitliği, erkeğin şahitliğinin yarısı kadardır. Bu durumda olan Kimseye, daha tazla verilmesi gerekir. 3- Kadının aklı az, (arzuları) çoktur. Kadınaçok mal verildiğinde, fesat büyür. Nitekim Şâir: "Boş zaman, gençlik ve bolluk içinde olmak, kişiye çok zararlıdır" demiştir. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Çünkü insan muhakkak kendini ihtiyaçtan vareste gördü diye azar" (Alâk, 6-7) buyurmuştur. Erkeğin durumu ise böyle değildir. 4- Erkek, aklının tam oluşu sebebi ile, malını hanlar yaptırma, çaresizlerin güzel övgüyü, âhirette de bol sevabı kazandıracak şeylere harcar. Bunu ancak erkek yapabilir. Çünkü erkek, insanlara daha fazta karışıp içli-dışlı olur. Kadının, insanlara ihtilatı ise azdır. Binaenaleyh kadın buna muktedir olamaz. 5- Rivayet olunduğuna göre Cafer-i Sadık'a bu mesele sorulunca o şöyle demiştir: "Hazret-i Havva bir avuç buğday alıp onu yedi. Sonra bir avuç daha atıp onu gizledi. Daha sonra bir başka avuç aldı ve onu Hazret-i Adem'e verdi. Hazret-i Havva, kendi payını erkeğin payının iki katı kılınca, Allahü teâlâ durumu aleyhine çevirdi de, kadının (mirastan) hissesini, erkeğin hissesinin yarısı kıldı." Buyurulup Başka Şekilde Bildirilmeyişinin Hikmeti İkinci soru: Cenâb-ı Allah niçin "iki dişi için bir erkeğin payı miktarı vardır" veya "Bir dişi için, erkeğin payının yarısı miktarı vardır" demedi? Buna birkaç yönden cevap verilir: a) Erkek, kadından daha üstün olduğu için, Cenâb-ı Hak erkeği kadından önce zikretmiştir. Nitekim erkeğin payını da, kadının payının iki katı kılmıştır. b) Hak teâlâ'nın, 'Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğu, erkeğin üstünlüğüne mutabakat dişinin noksanlığına ise iltizâm suretiyle delâlet etmektedir. Eğer Allah, sizin dediğiniz gibi demiş olsaydı, o zaman o ifâde dişinin noksanlığına mutabıkı olarak, erkeğin üstünlüğüne ise iltizâmi olarak delâlet etmiş olurdu. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, faziletleri teşhir etmedeki sa'y-ü gayretin, rezillikleri teşhir etmedeki sa'y-ü gayrete tercih edildiğine dikkat çekmek için birinci yolu tercih etmiştir. Nitekim O, "Eğer iyilik ederseniz, kendinize tyilfk etmiş olursunuz. Eğer kötülük ederseniz, (yine) kendinize etmiş olursunuz" (isra, 1)buyurmuş ve iyilik etmeyi iki kere, kötülük etmeyi ise bir kere zikretmiştir. c) Cahiliyye Arapları kadınları değil de sadece erkekleri mirasçı kılıyorlardı. İşte bu âyetin sebeb-i nüzulü budur. Bundan dolayı şöyle denilmiştir: "Erkeğin mirastaki payının, kadının payının iki katı olması ona yeter. Binaenaleyh erkeğin kadını mirastan tamamen mahrum etmeyi arzulaması uygun değildir." Allah en iyi bilendir. Veled (Çocuk) Kelimesinin Manası Veled (çocuk) kelimesinin, hakikî manada adamın sulbünden olan çocuğa isim olarak verildiğinde şüphe yoktur. Yine bu kelimenin oğulun çocuğu (torun) hakkında da kullanıldığında şüphe yoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yâ Beni Âdeme" buyurmuştur. Yine Hak teâlâ Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki yahudilere de "Ey Benî İsrail (İsrailoğulları)" demiştir. Fakat konumuz, "veled" lafzının, oğulun çocuğuna (toruna) mecazi olarak mı hakîkî olarak mı verildiği hususundadır. Buna göre, eğer biz bunun mecazî olduğunu söylersek, şöyle deriz: Usûl-u fıkıhta "tek bir lâfzın aynı anda hem hakîkî, hem de mecazî manada kullanılmasının caiz olmadığı" kaidesi vardır. Bu durumda Allahü teâlâ'nın, "Allah size, evlatlarınız hakkında şöyle tavsiye (emr) eder..." buyruğu ile, hem sulbten olan çocuğu, hem de oğulun çocuğunu (torunu) murad etmiş olması imkansızdır. Bil ki bu müşkili gidermenin yolu şöyle demektir: "Biz, oğulun çocuğunun hükmünü bu âyetten değil, aksine sünnet (hadis) ve kıyastan elde ediyoruz. Fakat bu hükmü bu âyetten almak istersek şöyle deriz: Hem sulbten olan çocuk, hem de oğulun çocuğu bu âyetle aynı anda murad edilmemiştir. Bu böyledir, Zira oğulun çocukları (torunlar), mirasa ancak şu iki durumun birinde müstehak olurlar: a) Sulbten olan çocuk hiç mevcut olmaz ise... b) Sulbten olan çocuk mirasın tamamını alamıyorsa... Bu durumda onlar (torunlar), kalan mirası paylaşırlar. Fakat oğulun çocuğunun, sulbten olan çocukların birlikte hak sahibi olmaları gibi, sulbten olan çocuklarla birlikte ortak olarak hak sahibi olmalarına gelince, iş böyle olmaz. Buna göre de bu âyetin, sulbten olan çocuk ile oğlun çocuklarına (torunlara) delâlet etmesinden, tek bir lâfız ile, o lâfzın aynı anda hem hakikî hem de mecazi manasının murad edilmiş olması gerekmez. Zira bu tek lâfız ile sulbten olan çocuk murad edildiğinde oğulun çocuğu; oğulun çocuğu murad edildiğinde ise sulbten olan çocuk murad edilmiş olmaz. Velhasıl diyebiliriz ki, bu âyet, bazan sülbten olan çocuğa, bazan da oğulun çocuğuna hitap olmuş olur. Bu iki durumun her birinde de tek bir şey murad edilmiş olur. Fakat biz "veled" isminin, hem sülbten olan çocuğa, hem de oğulun çocuğuna verilmesinin, hakiki manada olduğunu söylersek, bu durumda kelimeyi bu iki mana arasında müşterek kabul edersek, yine aynı müşkilat ortaya çıkmış olur. Zira müşterek bir lâfzın, aynı anda iki manasını ifâde etmek için kullanılamayıp, aksine onu bu iki manaya uygun (mütevatı) kılmanın gerektiği sabit olmuştur. Mesela insan ve ata nisbetle "hayvan" (canlı) kelimesinin kullanılışı gibi... Bunun doğruluğuna "Kendi sulbünüzden (gelmiş) oğullarınızın hanımları..." (Nisa, 23)âyeti de delâlet etmektedir. Âlimler, bu ifâdeye sülbten olan oğul ile oğulun oğlunun (torunların) girdiği hususunda ittifak etmişlerdir. Böylece biz "ibn (oğul)" kelimesinin hem sülbten olan çocuğa hem de toruna nisbetle uygun bir manaya geldiğini anlamış olduk. İşte bu izaha göre müşkilat giderilmiş olur. Bil ki "ibn" (oğul) kelimesinin oğulun oğlunu (torunu) içine alıp almadığı hususundaki bu bahis, "eb" (baba) ve "ümm" (anne) kelimelerinin dedeleri ve nineleri içine alıp almadığı hususunda da aynen söz konusudur. Şüphesiz ki bu kelimeler de Hak teâlâ'nın, "Senin tanrına ve babaların İbrahim'in, İsmail'in, İshâk'ın bir tek tanrısı olan Allah'a İbadet edeceğiz" (Bakara, 133)âyetinin delâlet ettiği gibi, onları kapsamaktadır. Bu içine alma işinin hakiki manada olmadığı daha zahirdir. Zira sahabe, dede ile ilgili Kur'ân'da zikredilen bir hükmün bulunmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Eğer "eb" (baba) kelimesi, hakîkî manada olarak dedeyi ifâde etmiş olsaydı, sahabenin bu şekilde ittifakı doğru olmazdı. Allah en iyi bilendir. Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah size, evlatlarınız hakkında şöyle tavsiye (emr) eder: "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır-' buyruğunun umûmî manasının, şu dört durum ile tahsis edilmiş olduğu söylenmiştir: a) Hür ve köle birbirine varis olamaz. b) Kasten katil olan kimse vâris olamaz. c) İki ayrı dine mensup olanlar birbirine vâris olamazlar. Bu, ümmetin kabul ettiği ve meşhur derecesine ulaşan bir haberdir. Bu haberden şu iki fer'î hüküm de çıkar: Birinci hüküm: Âlimlerimiz, kâfirin müslümana vâris olamayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Müslümanın kâfire vâris olması meselesine gelince, çoğu âlimlerimiz bunun da kâfire vâris olamayacağı kanaatindedirler. Bazı âlimler ise vâris olabileceğini söylemişlerdir. Meselâ Şâ'bî şöyle der: "Mu'aviye bu şekilde hüküm verdi ve bunu (valisi) Ziyad'a yazdı. Bunun üzerine Ziyad, bunu Kâdî Şüreyh'e gönderdi ve bu şekilde hükmetmesini emretti. Daha önce Kadî Şüreyh müslüman kâfire vâris olamaz diye hüküm veriyordu. Ziyad, Şüreyh'e bunu emredince, Şüreyh buna uygun hüküm verip, "mü'minlerin emiri (devlet başkanı) da bu şekilde hükmediyor" dedi. Birinci görüşte olanların delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "İki ayrı dinden olanlar, birbirine vâris olamazlar" Ebu Davûd, Ferâiz, 10 (8/126); Tirmizî, Feraiz, 16 (4/424). hadiâ-i şerifinin umumî manada oluşudur. İkinci görüşte olanların delili ise, rivayet edilen şu husustur: Mu'âz (radıyallahü anh) Yemen'de iken kendisine bir yahudinin ölüp, geride müslüman bir kardeşinin kaldığını söylediler. Bunun üzerine Mu'âz (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, "İslâm arttırır, eksiltmez" Ebu Davud. Feraiz, 10 (3/126). dediğini duydum" dedi. Sonra bu görüşte olanlar bunu şöyle diyerek kuvvetlendirmişlerdir: "Hak teâlâ'nın, "Allah size, evlatlarınız hakkında tavsiye eder ki: "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin zahirî manası, kâfirin müslümana, müslümanın da kâfire vâris olmasını gerektirir. Fakat biz bu âyetin zahirini, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "İki ayrı dinden olanlar, birbirine vâris olamazlar" hadis-i şerifi ile tahsîs eder (sınırlarız). Çünkü bu hadis, âyetten daha hususidir. Husûsî (hâs) olan delil, umumî olan delilden önce nazar-ı itibara alınır. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'irı "İslâm arttırır, eksiltmez" ifâdesi, "İki ayrı dinden olanlar, birbirine vâris olamazlar" hadisinden daha husûsidir. Binâenaleyh bu hadisin, ona takdim edilmesi gerekir. Hatta bu tahsîs daha evladır. Zira bu hadisin zahiri, âyetin umûmî manası ile kuvvet kazanmaktadır. Birinci hadis ise böyle değildir. Buna cevap olarak söylenecek son söz şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "İslâm arttırır, eksiltmez" hadisi, mirasta bir nass sayılmaz. Binaenaleyh bunu başka durumlara hamletmek gerekir." İkinci hüküm: Müslüman, irtidâd edip sonra ölür ya da öldürülürse, irtidad süresince kazandığı mala vâris olunamayacağı, bilâkis bu malın Beytü'l-male (devlet hazinesine) verileceği hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Onun müslüman iken kazandığı mala gelince, bu hususta iki görüş vardır: Şafiî, "O mala vâris olunamaz, aksine Beytü'l-male kalır" demiştir. Ebu Hanife ise, "Ona, müslüman olan varisleri varis olabilir" demiştir. Şafiî'nin delili şudur: "Biz Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "İki ayrı dinden olanlar birbirine vâris olamazlar" sözünü, Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin umûmî manasına tercih etme hususunda ittifak ettik. Mürted ve onun müslüman vârisi, iki ayrı dinden olmuş olur. Binâenaleyh bunların birbirine varis olmamaları gerekir. Buna göre şayet, "mürtedin mala mâlik oluşu, müslümanlığının sona erişi ile zail olmuş ve bu mülkiyet kendisine vâris olan kimselere intikal etmiştir. Bu durumda da, müslüman kâfire değil müslümana vâris olmuş olur" denilir ise biz deriz ki Müslüman şayet mürtede varis olmuş olsaydı, ona ya mürted hayatta iken, yahut da öldükten sonra varis olmuş olurdu. Birincisi bâtıldır ve müslümanın bu durumda o mallarda tasarrufta bulunması helâl olmazdı. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Ancak zevceleri veya sağ ellerinin mâlik olduğu (cariyeleri) müstesna... "(Müminun, 6) buyurmuştur. Bu. icmâ ile de bâtıldır. İkincisi de bâtıldır. Çünkü mürted, ölürken kâfir olarak ölmüştür. Binaenaleyh bu durum, iki ayrı dinden olan kimselerin birbirine vâris olması neticesine götürür ki bu da hadisin aksine bir şey olur. Burada geriye ancak şöyle demek kalır: "O müslüman, o mürtede, mürtedin müslüman olduğu son âna dayanarak, ölümünden sonra ona varis olmuştur. Fakat buna dayanmaya hükmetmek de bâtıldır. Zira mürted hayatta iken, mülkiyet bulunmadığına göre, eğer bu mülkiyet o kimsenin ölümünden sonra, hayatta iken bulunduğu şekilde mevcut olmuş olsaydı, o zaman geçmiş zamanda tasarruf yapılmış olurdu ki bu da aklın bedaheti ile bâtıldır. Eğer bu istinad, tebyin ile tefsir edilecek olsa, söz yine vârisin, mürted hayatta iken mürtede vâris olması neticesine varır ki biz bunun bâtıl olduğunu bildirmiştik. Allah en iyi bilendir. Peygamber Miras Bırakmış mıdır? d) Âyetin tahsis edilmiş olduğu şekillerden birisi de, müçtehidlerin ekserisinin görüşü olan, peygamberlere vâris olunamayacağıdır. Şiî'ler bunu kabul etmemişlerdir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Fatıma (radıyallahü anhnha) miras isteyip, ashab ona o mirası vermeyince, ashab Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Biz peygamberler topluluğuna vâris olunmaz (ölümümüzden sonra) geriye ne bırakırsak, o, (ümmet için) sadakadır" Buhârî. Humus, 1, Ferâiz, 3; Müslim, Cihad, 49-56 (3/1377-1383). hadisine tutunmuşlardır. Bunun üzerine Hazret-i Fatıma (radıyallahü anhnha) da Hak teâlâ'nın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin umûmî manasına tutunmuş ve sanki Kur'ân'ın umûmî manasının, haber-i vâhid ile tahsis edilemiyeceğine işaret etmiştir. Sonra Şi'îler şöyle demişlerdir: "Kur'ân'ın umumiliğinin haber-i vâhid ile tahsis edilmesi caiz olsa bile burada böyle bir tahsis caiz değildir. Bunu şu üç şekilde izah ederiz: 1- Bu hüküm, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Zekeriyyâ'dan naklen: "Ki o bana mirasçı olsun. Ya'kub hanedanına da mirasçı olsun" (Meryem, 7)âyeti ile, "Süleyman Davud'a mirasçı oldu" (Neml, 16) âyetinin hilâfınadır. Bunu, onların ilim ve dinine vâris olma manasına hamletmek mümkün değildir. Zira bu hakikî manada bir veraset olmayıp, yeni bir kesb (kazanç elde ediş) olur. Hakiki manada vâris olmak, ancak malda olur. 2- Bu meseleleri bilmeye muhtaç olan, ancak Hazret-i Fatıma, Hazret-i Ali ve Hazret-i Abbas (radıyallahü anhnhüm)'dır. Bunlar ise zâhid, âlim ve dindar kimselerin en önde gelenlerindendir Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in bu meseleyi bilmeye hiç ihtiyacı yoktu. Zira o, Hazret-i Peygamber'e vâris olacağını düşünen kimselerden değildi. O halde bu meseleyi bilmeye ihtiyacı olmayan kimseye bunu tebliğ edip, bu meseleyi bilmesi daha fazla gerekenlere tebliğ etmemesi Hazret-i Peygambere nasıl yakışır? 3- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "(Ölümümüzden sonra) geriye ne bırakırsak" ifâdesi "Vâris olunmayız" ifâdesinin sılası da olabilir. Buna göre ifâdenin takdiri, "Geride sadaka olarak bıraktığımız şeye, işte buna vâris olunmaz" şeklindedir. Buna göre eğer, "Böyle bir takdir yapılması halinde, bu hükümde peygamber için bir hususiyet kalmaz" (Zira diğer insanların da sadaka olarak bıraktıktan şeyler paylaşılmaz) denilirse, biz deriz ki: "Aksine peygamberlerin bir şeyi tasadduk etmeye niyetlenmeleri halinde, sırf niyetleri sebebiyle, o şeyin onların mülkiyetlerinden çıkması ve o şeye, onlardan hiç kimsenin vâris olamayacağı ihtimalinden ötürü, bu hususiyet mevcuttur. İşte böyle bir mana, peygamberlerden başkası için söz konusu değildir." Şiilerin bu görüşüne şöyle cevap verilir: Hazret-i Fatıma (radıyallahü anhnha), bu münazaradan sonra Hazret-i Ebu Bekr'in hükmüne razı olmuş ve Hazret-i Ebu Bekr'in kail olduğu hükmün doğruluğu hususunda icmâ meydana gelmiştir. Binaenaleyh böyle bir soru ortadan kalkar. Allah en iyi bilendir. Bu âyetle ilgili meselelerden birisi de, âyetteki "Erkece, iki dişinin payı miktarı vardır" ifâdesi, "Onlardan erkeğe..." manasındadır. Âyet-i kerimeden (Onlardan) ifâdesi, anlaşıldığı için hazf edilmiştir. Bu tıpkı senin Yağın iki ölçeği, bir dirhemedir" sözün gibidir. Allah en iyisini bilendir. Varisler Arasında Kadınların İkiden Fazla Olmaları Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat onlar ikiden fozla kadınlar ise, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır" buyruğunun manası, "Eğer, kızlar veya kız çocuklar, hepsi kadın olur, içlerinde oğlan bulunmaz ise..." şeklindedir. Hak teâlâ'nın "İkiden fazla" lâfzının, fiilinin ikinci haberi veya (kadınlar) lâfzının sıfatı olması caizdir. Bu, "Kadınlar ikiden fazla olurlarsa.." demektir. Burada birkaç soru vardır: Birinci Soru: Âyetteki, "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğu çocuklardan iki kızın hissesini beyân etmek için değil de, erkeğin hissesini beyân etmek için söylenmiş bir sözdür. O halde, Hak teâlâ'nın 'Fakat onlar ikiden fazla kadınlar ise..." ifâdesi, kadınların hissesini beyân etmek için getirilmiş olduğu halde, bununla erkeğin hissesini murad etmiş olması, nasıl güzel ve yerinde olur? Buna şu iki şekilde cevap verilir: 1- Biz, "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" beyanının iki dişinin hissesinin üçte iki nisbetinde olduğuna delâlet ettiğini açıklamıştık. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, iki dişinin mirastaki payının ne kadar olduğunu gösteren şeyi beyân edince, daha sonra, "Onlar, sayıları üçten fazla olan bir kadınlar topluluğu olurlarsa, bunların mirastaki payları, İki dişinin payı olan üçte iki nisbetindedir" manasında olmak üzere, "Fakat onlar ikiden fazla kadınlar iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır" buyurmuş ve böylece üç veya üçten daha fazla kadının (kızın) mirastaki hükmünün, herhangibir fark olmaksızın iki dişinin (kızın) hükmü gibi olduğunu bildirmiştir. Binaenaleyh bu atfın yerinde olduğu sabit olur. 2- İki dişinin hükmü daha önce geçmişti. Bundan dolayı, atfın yerinde yapılmış olduğu hususunda bu kadar söz yeter. İkinci toru: Âyette geçen fiilinin, tam bir fiil sayılarak ve ifâdelerindeki zamirlerin birer müphem zamir; vekelimelerinin ise, o zamirleri açıklayan birer ifâde olmaları doğru olur mu? Cevap: Keşşaf sahibi bunun uzak bir ihtimal olmadığını söylemiştir. Üçüncü soru: Âyette geçen (......) kelimesi cemidir. Cemî'nin (çoğulun) en azı ise üçtür. Binaenaleyh "nisa" kelimesinin, ikiden fazla kadının bulunması manasına olması gerekir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın bu kelimeyi "ikiden fazla" diye kayıtlamasının manası nedir? Cevap: Cemî'nin en aztnın iki olduğunu söyleyenlerin delilleri, bu âyettir. Cemî'nin üç ve daha fazlasını ifâde ettiğini söyleyenler ise, "ikiden fazla" ifâdesinin te'kîd için olduğunu söylemişlerdir. Bu tıpkı, "karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar" (Nisa. 10) ve "İki Tanrı edinmeyin. O, ancak bir Tanrıdır" (Nahl, 51) âyetlerinde olduğu gibi. Hak teâlâ'nın, "(Dişi evlat) tek iser o zaman bunun yarısı onundur" buyruğuna gelince biz deriz ki: Nâfî, (......) kelimesini merfû (ötreli) olarak; diğer kıraat imamları ise mansûb (fethalı) olarak okumuşlardır. Merfû okuyanlar buradaki fiilini tam fiil saymışlardır. Tercih edilen okuyuş mansûb olarak okumaktır. Çünkü bu ifâdeden önce geçen ibaresindeki fiilinin mansûb bir haberi vardır. Âyetin takdiri, "Eğer vâris olanlar, sadece kadınlar olurlarsa..." şeklindedir. İşte bu ibarede de aynıdır ve bunun takdiri, "Eğer geride bırakılan tek bir kadın olursa" şeklindedir. Zeyd İbn Ali, "nısf" kelimesini, nûn harfinin zammesi ile, (......) şeklinde okumuştur. Mirasta Ana-Babanın Herbirinin Hissesi Altıda Birdir Hak teâlâ, Ölenin varsa, ana ve babadan herbirine terikenin altıda biri (verilir)" buyurmuştur. Bil ki Allahü Teâlâ çocukların miras paylarının nasıl olduğunu zikredince, bunun peşisıra ana-babanın mirastaki hissesini zikretmiştir. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Hasan el-Basri ile Nu'âym İbn Ebû Meyser, kelimeyi sükûn ile (......) şeklinde okumuşlardır. Bunlar (......) ve (......) kelimelerini de böyle okumuşlardır. Bil ki ana-babanın üç hali vardır: Birinci hal: Ana-baba ile birlikte, ölenin bir çocuğunun da bulunması ki bu âyette anlatılan bu haldir; oğlan ve kız için, "çocuk" (veled) kelimesinin kullanıldığı hususunda bir münakaşa yoktur. Binaenaleyh bu birinci halin, şu üç şekilde olması mümkündür: a) Ana-baba ile birlikte, ölenin bir veya daha fazla erkek çocuğunun geriye kalmış olması... İşte bu durumda ana-babadan herbirinin payı altıda birdir. b) Ana-baba ile birlikte, ölenin iki veya daha fazla kız çocuğunun geriye kalmış olması... Bu durumda hüküm yine aynıdır. c) Ana-baba ile birlikte, ölenin geriye tek kızının kalmış olması hali... Bu durumda, kızın mirastaki payı, malın yarısı, bu âyete göre de, ananın payı altıda bir, babanın payı altıda birdir. Geriye kalan altıda bir ise, asabe olması sebebi ile yine babaya aittir. Burada birkaç soru vardır: Birinci soru: Ebeveynin insan üzerindeki hakkının, çocuğunun hakkından daha büyük olduğu hususunda şüphe yoktur. Ana-babanın hakkı o dereceye ulaşmıştır ki. Cenâb-ı Hak, onlara itaati kendine boyun eğme ile birlikte zikrederek, "Rabb'in, Kendinden başkasına kulluk etmeyin, ana ve babaya iyi muamele edin" diye hükmetti ' (İsra, 23) buyurmuştur. Durum böyle olunca, Allahü teâlâ'nın, çocuklara mirasta ana-babadan daha fazla pay vermesindeki sebep nedir? Buna şöyle cevap verilir: Bu son derece güzel ve hikmetlidir. Zira ana-babanın geriye pek az ömrü çalmıştır. Binaenaleyh bunların mala ihtiyaçları azdır. Fakat çocuklar, daha küçük loştadırlar ve mala ihtiyaçları daha fazladır. Binâenaleyh aradaki fark açıktır. İkinci soru: Hak teâlâ'nın, "Onun ana-babasına.." sözündeki "O" zamiri, kime râcidir? Cevap: Bu, merci'i zikredilmeyen bir zamirdir. Bu, "ölenin ana-babası" manasınadır. Üçüncü soru: Âyette geçen "ebeveyn" ile kim murad edilmiştir? Cevap: Bunlar ana ile babadır. Anne için, aslında (......) kelimesinin kullanılması gerekir. Binaenaleyh "ebeveyn" kelimesi, (baba) ve (anne) kelimelerinin tesniyesidir. Dördüncü soru: Bu âyetin tahlili (iğrabı) nasıldır? Cevap: Âyetteki "onlardan herbiri" ifâdesi, âmil olan lâm harf-i cerrinin tekrarı ile, "ana-babadan" ifâdesinden bedeldir. Böyle bir bede yapmanın faydası şudur: Eğer, "Ana-babası için altıda bir pay var" denilmiş olsayd.. bunun zahirinden her ikisinin müşterek olarak altıda bir alacakları anlaşılırdı. Buna göre şayet, "denilmeli değil miydi?" denilir ise, biz deriz ki: "Çünkü mücmel bir ifâdeden sonra, bedel yapıp o ifâdeyi iyice açmada bir te'kîd ve kuvvetle ifâde etme vardır." Âyetteki (......) kelimesi mübtedâ, ifâdesi ise, onun haberidir. Bedel de, izah için mübtedâ ile haber arasına girmiştir. Yalnız Ana-Babanın Varis Olması Hâli Allahü teâlâ, "Çocuğu bulunmayıp da kendisine ana ve babası mirasa olduysa, (malın) üçte biri anasınındır" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır: Bil ki bu, ana-babanın ikinci halidir ki bu da, ana-baba ile birlikte, ölenin hiç çocuğunun bulunmaması ve ebeveynden başka hiçbir varisin olmamasıdır. Âyetteki, "Kendisine ana ve babası varis olduysa" ifâdesinden kastedilen bu haldir. Bu durumda ananın mirastaki payı üçte bir olup, nass (ayet) ile açıkça belirlenmiş hissesidir. Geriye kalan mal ise babaya aittir. Bu böyledir. Çünkü Hak teâlâ'nın, "Kendisine ana ve babası varis olduysa..." ifâdesinin zahiri, ölenin ana ve babasından başka varisinin olmadığını ihsas ettirmektedir. Durum böyle olunca, malın tamamı ana-babaya kalır. Binâenaleyh ananın mirastaki hissesi üçte bir olunca, geriye kalan üçte ikinin de babaya kalmış olması gerekir. İşte bu durumda, ana-baba arasında taksim edilen mal, evlatlar arasında taksim edildiği şekilde, erkeğe, dişinin hissesinin iki misli düşmüş olur. Bu söylediğimiz husustan, şu iki fer'î mesele kaynaklanır: a) Daha önceki âyet, babanın ayetle belirlenen payının altıda bir olduğuna delâlet etmektedir. Bu halde ise baba üçte iki almıştır. Fakat baba, o önceki durumda altıda biri ashab-ı ferâizden olması sebebi ile, malın yarısını da asabe olması sebebiyle almaktadır. b) Babanın bu halde, asabe olması sebebi ile malın yarısını alacağı sabit olunca, tek başına olduğu zaman (annenin hayatta olmaması durumunda) da malın tamamını alması gerekir. Zira asabenin özelliği, tek başına kalmış olduğu zaman, bütün mala varis olmasıdır. Bütün bunlar, ölenin ebeveynin dışında bir varisi bulunmadığı zaman söz konusudur. Fakat ölen kimseye, ebeveyni, eşlerden birisi ile birlikte mirasçı olduğunda, bu durumda, sahabenin ekserisi, (meselâ) kocanın kendi hissesini alıp, sonra kalan malın üçte birini kadının annesine, geri katan malı da kadının babasına vereceği görüşünü benimsemişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh) da şöyle demektedir: "Eşe, mirastaki (belirlenen) payı, ölenin annesine malın üçte biri, kalanı da ölenin babasına verilir." İbn Abbas (radıyallahü anh) sözüne devamla, "Geriye kalan malın üçte birinin kime verileceği hususunu Kur'ân'da bulamadım" demiştir. İbn Sîrîn'in, ölenin karısı ve ana-babası arasındaki miras taksimatı hususunda İbn Abbas (radıyallahü anh)'a muvafakat ettiği, ve fakat karı ölüp geriye kocası kalmışsa onunla ana-babası arasındaki miras taksimatı hususunda ona muhalefet ettiği rivayet edilmiştir. Zira bu durum, iki erkeğin hissesinin, bir dişi (kadın) için olması neticesine götürür. Fakat ölenin karısı ile ilgili taksimat, bu neticeye götürmez. (Sahabenin) cumhurunun delilleri şunlardır: 1- Mirastaki kaide şudur: "Her ne zaman ana-baba bir erkek ve kız evlatlar birlikte mevcut olursa, erkek için iki dişinin (kızın) hissesi kadar pay vardır. Baksana kız ile birlikte bulunan erkek evladın durumu da böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah size, evlatlarınız hakkında şunu tavsiye (emr) eder ki: "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyurmuştur. Yine kızkardeşle birlikte bulunan erkek kardeşin durumu da böyledir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer (yine aynı şartlarla varis olanlar) erkek ve dişi kardeşler ise, o zaman erkek için, dişinin iki hissesi vardır" (Nisa, 176) buyurmuştur. Baba ile birlikte (sağ olarak) bulunan ananın durumu da böyledir. Çünkü biz, ana-babanın dışında mirasçı olmadığı zaman annenin payının üçte bir, babanın ise üçte iki olduğunu beyân etmiştik. Bu sabit olunca biz deriz ki, eş (kan veya koca) mirastaki hissesini alınca, geriye kalan malın ebeveyn arasında erkeğe, kadının iki misli olarak, (ikili birli) kalması vacip olur. 2- Ebeveyn, aralarında mal bulunan iki ortağa benzerler, Binaenaleyh, o maldan bir şey alındı mı, geriye kalan mal ebeveyn arasında ilk hak edilişe göre devam eder. 3- Eş, hissesini, yakınlık itibariyle değil, nikâh akdine göre alır. Bu yönüyle de bu mesele, geriye kalanın taksimatı hususunda vasiyyete benzemiş olur. 4- Kadın (ölüp), geriye kocasını ve ana-babasını bıraktığında, bu durumda kocanın mirastaki payı, malın yarısıdır. Binaenaleyh, şayet biz üçte biri anaya, altıda biri de babaya verirsek, bu durumda kadının payı, iki erkeğin payı kadar olmuş olur. Ki bu da, "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin aksinedir. Bil ki ilk üç delilin neticesi, âyetin umumiliğini kıyas ile tahsis etmeye müncer olur. Dördüncü delile gelince, bu da iki umûmdan birisini diğeriyle tahsis etmektir. Hamza ve Kisaî, hemzenin ve mîm harfinin kesresiyle (......) şeklinde okumuşlar ve bunun kesre okunabilmesi için kendisinden önce meksûr bir harfin veya yâ harfinin bulun masını şart koşmuşlardır. Birinci duruma gelince bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Annelerinizin karınlarında" (Zümer.6): ikinci duruma gelince, bu da "Ana merkezle lerine... bir peygamber" (Kasas, 59) âyetlerinde olduğu gibidir. Bu şartlar bulunmadığı zaman, (......) kelimesi sadece damme okunur. Meselâ, Cenâb-ı Hakk'ın, "Meryem'in oğlunu da, anasını da bir âyet kıldık" (Mü'minun. 50) âyetinde olduğu gibi. Diğer kıraat imamları ise, hemzeyi her durumda damme ile okumuşlardır. Meksûr okuyanların yapmış oldukları izah şudur: Zeccâc şöyle demektedir. "Araplar, Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifâdesinde, kesreden sonra damme ile okumayı ağır ve zor bulmuşlardır. Bu böyledir, zira lâm harfi (......) lâfzına iyice bitiştiği için, bunların hepsi sanki tek bir kelime gibi olmuştur. Arapçada, fâel-fülinin kesre, ayne'l-fiilinin dammesiyle şeklinde bir kelime yoktur. İşte bundan dolayı muhakkak ki, ayne'l-fiilinin dammesı kesreye dönüştürülmüştür." Hemzeyi damme ile okuyanların izahı ise, şöyledir: Bu, hemzeyi asit üzere kullanmaktır. Bundan, şeklinde bir kullanış ortaya çıkmaz. Zira, (......) kelimesindeki lâm harfi, ayrı bir harf hükmündedir. Allah en iyisini bilendir. Varislerin Anne İle Kardeşler Olması Cenâb-ı Hakk'ın, "(Ölenin erkek dişi) kardeşleri varsa, o vakit altıda biri ananındır" buyruğuna gelince, bil ki bu ebeveynin hallerinden üçüncü haldir ki, ebeveyn ile beraber erkek ve kız kardeşlerin bulunması durumudur. Âyetle ilgili birkaç.mesele vardır: Âlimler, tek bir kız kardeşin, anneyi üçte birden altıda bire "hacb" edemiyeceği, (indiremiyeceği) hususunda ittifak etmişlerdir. Yine âlimler, üç kız kardeşin (anneyi) üçte birden hacbedeceği hususunda ittifak etmişler, ama iki kız kardeşin hacbedip edemiyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Sahabenin ekserisi, üç kız kardeş bulunması halinde olduğu gibi, iki kız kardeşin de hacbedeceği kanaatindedirler. İbn Abbas ise, bir kız kardeşte olduğu gibi, bu iki kız kardeşin de hacbedemiyeceği görüşündedir. İbn Abbas'ın delili şudur: Bu âyet bu hacbin, kardeşlerin bulunması şartına bağlanmış olduğuna delâlet etmektedir. (......) lâfzı cemî bir lâfızdır. Usûlü fıkıhta sabit olduğuna göre, cem'in en azı üçtür. Binaenaleyh üç kardeş bulunmadığı zaman, hacbin şartı da bulunmamış olur. Binaenaleyh bu durumda hacbin bulunmaması gerekir. Rivayet olunduğuna göre İbn Abbas Hazret-i Osman'a şöyle demiştir: "İki kardeş neye göre anneyi üçte birden altıda bire indirger, hacbeder? Halbuki Cenâb-ı Hak, "(Ölenin erkek, dişi) kardeşlen varsa..." buyurmuştur. Halbuki, Arapça'da iki kardeş, (cemi olarak) kardeşler değillerdir." Bunun üzerine Hazret-i Osman, "Ben, benden önce verilmiş ve ülkenin bütün beldelerine yayılmış bir hükmü geri çeviremem" demiştir. Bil ki bu anlatılan durumda, cem'in en az sayısının üç olduğuna delâlet bulunmaktadır. Zira İbn Abbas, meseleyi Hazret-i Osman'la beraber müzakere etmiş; Hazret-i Osman ise, İbn Abbas'ın vardığı hükmü yadırgamamıştır. Oysa ki her ikisi de halis Arap, ve din alimlerindendir. Binaenaleyh onların ittifakları bu hususta bir delil olmuştur. Cem'in En Az Miktarı "İki" Adedi midir? Bil ki, cem'in en az sayısı hakkında âlimler şu iki görüşü beyân etmişlerdir: a) Cem'in en az sayısı ikidir. Bu, Kadî Ebu Bekr el-Bakıllanî (r.h)'nin görüşüdür. Bu görüşte olanların delilleri şunlardır; 1- Cenâb-ı Hak, "Hakikaten sizin kalpleriniz kaymıştır" 4) buyurmuştur. Halbuki, bir insanın birden fazla kalbi olmaz. 2-Hak teâlâ, "Fakat onlar, ikiden fazla kadınlar ise..." (Nisa, 11) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, burada "ikiden fazla.." lafzıyla kayıtlaması, ancak, (......) kelimesinin iki sayısına elverişli, onu içine alması halinde güzel olur. 3- Arapların, "iki ve ikinin üzerinde sayı, cemâattir (cemâat hükmündedir)" sözüdür. Bu görüşü benimseyenler, âyetin zahirinin, iki kardeş ile de ananın hacbedilmesini gerektirdiğini iddia etmişlerdir. Ancak, usûlü fıkıhta benimsediğimiz husus, cem'in en az sayısının üç olduğudur. Bu takdire göre âyetin zahiri, ananın iki kardeş bulunduğunda hacbedilmesini gerektirmez. Bunu gerektiren ise, ancak ve ancak kıyastır. Bunu izah ederken şunu deriz: İki kız kardeş, hacbetmeyi gerektirirler. Durum böyle olduğuna göre, iki erkek kardeşin de hacbetmeleri vacip olur. Biz iki kız kardeşin hacbettiklerini söyledik, zira Cenâb-ı Hakk'ın, miras mevzuunda iki kadını üç kadın yerine koyduğunu görmekteyiz.. Baksana, iki kız ile üç kızın mirastaki paylan, üçte ikidir. Yine, ana bir iki kız kardeş ile, üç kız kardeşin hissesi üçte birdir. İşte bu inceleme, hacbin üç kız kardeşin varlığı ile tahakkuk ettiğ gibi, iki kız kardeş ile de tahakkuk etmesini gerektirir. Böylece, iki kız kardeşin de hacbettikleri sabit olmuş olur. Bu durum, iki kız kardeş hakkında söz konusu olunca, aynı durumun iki erkek kardeş hakkında da bulunması gerekir. Hiç kimse, bunlar arasında bir fark bulunduğunu söylememektedir. Binaenaleyh işte bu, bu mevzuda söylenmesi mümkün olan görüşlerin en güzelidir. Yalnız burada bir müşkil ortaya çıkmaktadır: Payların oranını tayin etmede kıyası tatbik etmek güç bir şeydir. Çünkü bu pay oranlarının manası ve niçin böyle olduğu akılla anlaşılamaz. Binaenaleyh bu, cihet-i camia (müşterek bir nokta) olmaksızın, sırf bir teşbih olmuş olur. Şöyle de denilebilir: Bu hususta kıyasa değil de, aksine "istikra" (inceleme ve araştırma) metoduna temessük edilir. Zira çokluk, umumî oluşun alâmeti ve belirtisidir. Ancak ne var ki. bu metod da son derece zayıftır. Allah en iyisini bilendir. Bil ki bu husus, tabiînin, İbn Abbas'ın görüşünün sakıt olduğu hususunda ittifak etmiş olmaları ile de güç kazanmıştır. Usulü fıkıhta en sahih görüş, ihtilâfın hemen peşinden meydana gelen icmâ'nın bir hüccet ve delil olduğudur. Allah en iyi bilendir. Kardeşler, anneyi üçte birden altıda bire hacbettiklerinde, onlar mirasta kesinlikle herhangi bir varis olamazlar; aksine geriye kalan malın tamamını baba alır ki, bu da beş tane altıda birdir. Baba altıda birini ashâb-ı farz olarak; geriye kalanını ise, asabe olması sebebiyle alır. İbn Abbas ise, kardeşlerin, anneyi hacbettikleri altıda bir miktarı alacaklarını, geriye kalanın ise babaya ait olacağını söylemiştir. İbn Abbas'ın delili şudur: "İstikra (araştırma, tetkik) varis olamayan kimselerin hacbedemiyeceklerine delâlet etmektedir. Bu kardeşler hacbettiklerine göre, vâris olmaları gerekir." Cumhurun delili ise şudur: "Kardeşler bulunmadığı zaman, mal ebeveynin mülkü olur; bulundukları zaman ise, Allahü teâlâ onların vasfının, anneyi üçte birden altıda bire hacbetmek olduğunu zikretmiştir. Kardeşlerin hacbedici olmalarından, onların varis olmaları neticesi çıkmaz. Binaenaleyh, bu hacb işi tahakkuk ettikten sonra malın, hacb'den önce de olduğu gibi, ebeveynin mülkü olarak kalması gerekir." Allah en iyisini bilendir. Mirasın Taksimi Vasiyyet İle Borçlar Verildikten Sonradır Cenâb-ı Hak, "(Fakat bütün bunlar, Ölenin) yapacağı vasiyyetten veya borçtan sonradır" buyurmuştur. Vasiyyet meseleleri, bu âyetin son kısmında ele alınmıştır. Burada birkaç mesele vardır: Allahü teâlâ çocukların ve ebeveynin mirastaki paylarını ele alınca, "(Fakat bütün bunlar, ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır" buyurmuştur. Yani "Bu hisseler, hak sahiplerine, geriye bırakılan mal, ölenin yaptığı vasiyyet ve borçlardan fazla olduğu zaman ancak hak sahiplerine verilir. Bu böyledir, zira ölünün geriye bıraktığı maldan ilk ödenecek şey onun borcudur. Öyle ki borç, ölen kimsenin bütün malını kuşatırsa, o malda varislerin hiçbir hakkı olmaz. Ama ölen kimsenin borcu olmaz, veya olur da bu borç ödenir, bundan sonra geriye de bir miktar mal kalırsa, bu durumda bakılır: Eğer ölen kimse bir vasiyyette bulunmuşsa, vasiyyeti de geriye kalan malın üçte birinden yerine getirilir, en sonunda kalan mal, Allah'ın belirttiği şekilde taksim edilir. Ali İbn Ebî Talib (radıyallahü anh)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Sizler (Kur'ân-ı Kerim'de) vasiyyeti borç ifâdesinden önceokuyorsunuz. Halbuki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) borcu vasiyyetten önce yerine getirirdi." Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin bu sözünden maksadı, takdimin sadece lâfızda ve okumada olduğudur. O'nun maksadı, âyet-i kerimenin, hüküm bakımından vasiyyetin borca takdim edilmesini gerektirdiği şeklinde değildir. Çünkü (......) edatı, kesinlikle "tertîp" ifâde etmez. Âyette Vasiyyetin Borçtan Önce Zikredilmesinin Hikmeti Vasiyyetin lâfız bakımından, borçtan önce zikredilmesinin hikmetini şu iki şekilde açıklayabiliriz: a) Vasiyyet, karşılıksız olarak alınan bir maldır. Binaenaleyh, bunun verine getirilmesi, varis olan kimselere çok güç gelir. Bu sebeple de onun edası ihmâl edilebilir. Borç ise böyle değildir; çünkü varislerin gönülleri onu yerine getirmekle tatmin olur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, vasiyyeti yerine getirme hususuna teşvik ve onu edâ etmeye sevketmek için, vasiyyeti borçtan önce zikretmiştir. Daha sonra bu teşvikini, ödenmesinin vacip olması konusunda vasiyyetle borcun ödenmesinin aynı, yani birbirine eşit olduğu hususuna dikkat çekmek için, "vasiyyet" kelimesinin başına edatını getirerek, bu teşviki te'kîd etmiştir. b) Varis olan kimselerin payları borçtan sonraya bırakıldığı gibi, vasiyyet sonraya da bırakılabilir. Baksana, ölen kimse malının üçte birini vasiyyet ettiği zaman, vereselerin hisseleri, bu üçte birin kendisine vasiyyet edilen şahsa tesliminden sonra muteber olur. Böylece Cenâb-ı Hak, bize, vereselerin hisselerinin borçtan sonra muteber olacağı gibi, vasiyyetten sonra da muteber olacağını bildirmek için, borç ile vasiyyeti birlikte zikretmiştir. Cenâb-ı Hak, borç ile vasiyyet arasında, başka bir cihetten daha ayrım yapmıştır ki, o da şudur: Malın bir kısmı telef olduğunda, gerek kendisine vasiyyet edilenlerin, gerekse ölüye varis olan kimselerin hisselerinde bir eksilme meydana gelir. Halbuki borç böyle değildir. Zira malın bir kısmı helâk olsa dahi, geriye kalan maldan borç tastamam ödenir. Eğer borç, geriye kalan bütün malı kaplarsa, hem kendisine vasiyyet edilenin, hem de varislerin bütün hakları yok olur. Binaenaleyh vasiyyet, bir yönden verasete, diğer bir yönden de borca benzemiş olur. Vasiyyetin verasete benzemesi yönüne gelince, bu biraz önce bizim, "Miras malından herhangibir şey helak olduğunda, gerek kendisine vasiyyet edilenlerin, gerekse varislerin hisselerinde bir eksilme meydana gelir" şeklinde zikretmiş olduğumuz husustur. Vasiyyetin borca benzemesi ise, "Varis olan kimselerin hisselerinin, ölen kimsenin borcunun ödenmesinden sonra muteber olması gibi, vasiyyetten sonra da muteber olduğu" hususudur. Allah en iyisini bilendir. Bu Âyette "Ve" Değil de "Veya" Edâtının Kullanılışının Sebebi Bir kimse şöyle diyebilir: "Buradaki (veya..) edatının manası nedir" "veya" yerine "ve" kullanılarak (fakat bütün bunlar, ölenin) yapacağı vasiyyetten ve borçtan sonra- dır denilmeli değil miydi?" Buna şu iki yönden cevap verebiliriz: a) edatı mübahhk (ibaha) ifâde eder. Bu birisinin "İster Hasan'la isterse İbn Şîrîn ile görüş" demesi gibidir ki bunun manası, bunlardan her birinin sohbetlerinde bulunmaya layık kimseler olmasıdır. Bu sebeple, sen Hasan'la da oturmuş olursan isabet etmiş olursun, İbn Sîrin ile de oturmuş olursan isabet etmiş olursun, her ikisiyle beraber oturursan da isabet etmiş olursun... Ama bir kimse, "Şu iki adamla beraber otur" dese, sen onlardan biriyle beraber oturup diğeriyle oturmasan, emre uymuş olmazsın. İşte burada da böyledir. Şayet Cenâb-ı Hak, "Vasiyyetten ve borçtan sonra" demiş olsaydı, o zaman her ölen kimsenin malında, bu iki durumun mutlaka bulunması gerekirdi. Halbuki, bunun böyle olmadığı herkesçe malûmdur. Ama Cenâb-ı Hak bunu, (veya) edâtıyla zikredince, mâna "Eğer bunlardan birisi (vasiyyet veya borç) bulunursa, miras taksimatı bundan sonra yapılır. İkisinin bulunması hali de böyledir" şeklinde olur. b) edatı, olumsuzluk ifâde eden bir kelimenin başına geldiğinde, (ve) edatının mânasını ifâde eder. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Onlardan hiçbir günahkâra ve hiçbir nanköre boyun eğme..." (insan, 24) ve"Onlara, sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık. Bunların sırtlarına ve bağırsaklarına yapışan ve kemiğe karışanlar müstesna.." (En'âm, 146) âyetlerinde olduğu gibidir. Böylece edatı, bu âyetlerde (ve) manasına gelmiş olur. Hak teâlâ'nın, "Yapacağı vasiyyetten veya borçtan sonradır" buyruğu istisna manasında olunca, O sanki, "O zaman bir vasiyyet ve bir borcun buluması durumu müstesna..." demek istemiştir. Böylece de maksat, "Bu ikisinin tastamam ifasından sonra..." şeklinde olmuş olur. Âsım'ın ravisi Ebu Bekr ile İbn Kesîr ve İbn Âmir, bu fiili, meçhul sîgasıyla olmak üzere, sâd harfinin fethasıyla, (......); Nâfi, Ebû Amr, Hamza ve Kisâî de vasiyyet eden kimseye nisbetle (malûm sîgasıyla olmak üzere) sâd harfinin kesresiyle (......) şeklinde okumuşlardır ki, bu ikinci okunuş Cenâb-ı Hakk'ın, "Çocuğu varsa, terikeden..." buyruğunun delaletiyle, tercih edilen okuyuştur. Hak teâlâ, "Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin, size faidece daha yakın olduğunu bilmezsiniz. (Bunlar), Allah tan birer farizadır. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" buyurmuştur. Babalarınızla Oğullarınızdan Hangisinin Size Yakın Olduğunu Bilemezsiniz Bil ki, "Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin, size faidece daha yakın olduğunu bilmezsiniz" buyruğu varisler ve onların hisselerinin anlatıldığı ifâde ile, "(Bunlar), Allah'tan birer farizadır" buyruğu arasına girmiş bir muteriza, (ara) cümlesidir. İtirâziyye cümlesinin vazifesi, arasına girmiş olduğu iki cümleyi te'kîd etmektir. İmdi biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, çocukların ve ebeveynin mirastaki paylarını belirtip; bu hisseler farklı olup, akıl bu takdir edilen hisselerin ne kadar olacağını bilemeyip, insanın hatırına, "bu taksimat başka bir şekilde olsaydı, daha faydalı ve daha uygun olurdu..." şeklinde düşünceler gelip; özellikle Arapların mirastaki taksimleri bu şekilde olup, onlar güçlü kuvvetli erkeklere mirastan pay verdikleri halde çocukları, kadınları ve zayıf kimseleri mirastan mahrum bırakınca, Cenâb-ı Hak şöyle diyerek bu şüpheleri ortadan kaldırmıştır: "Sizler, akıllarınizin, (hangi şeylerin) sizin menfaatinize olduğunu ihata edemez, tam anlayamaz; binaenaleyh, çoğu kez sır zarar olduğu halde, bir şeyin sizin menfaatinize olduğunu; sırf menfaatinize olan şeyi de mahzâ zarar zannedersiniz. Ama, Hakîm ve Rahîm olan Allah, bütün gaiblen ve neticelerini bilen Zât'tır." Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Ey insanlar, miras paylarını, akıllarınızın güzel gördüğü miktarlarla takdir etmeyi bırakın da Allah'ın sizin için takdir etmiş olduğu şu paylar hususunda O'nun emrine itaat ediniz." İmdi Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin, size faidece daha yakın olduğunu bilmezsiniz" buyruğu, insan tabiatının, mirasın varislere taksimatı hususunda temayül ettiği şeyleri terketmeye; O'nun, "(Bunlar) Allah'tan birer farizadır" buyruğu ise, şeriatın takdir edip hükmettiği bu taksimatı kabul etmenin farz olduğuna bir işarettir. Âlimler, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlardan hangisinin, size faidece daha yakın olduğu..." ifâdesinden ne murad edildiğini izah hususunda şu görüşleri belirtmişlerdir: 1-Bundan maksat, "Onlardan hangisinin, âhirette size faidece daha yakın olduğu..." şeklindedir. İbn Abbas şöyle demektedir: "Allah sizi birbirinize şefaatçi kılar. Binaenaleyh, ey oğullar ve babalar! Sizin hanginiz Allah'a daha çok itaat ediyorsa, cennette en yüksek derece onun olur. Eğer cennette, babanın derecesi çocuğunun derecesinden daha yüksek olursa, gözü aydın olsun diye, babasının isteği üzerine Allah, onun çocuğunu babasının yanına yükseltir. Ama, çocuğun derecesi babasınınkinden daha yüksek olursa, Allah o çocuğun anne-babasını onun yanına yükseltir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin size faidece daha yakın olduğunu bilmezsiniz" buyurmuştur. Çünkü, baba ve evlâddan biri, kendisinin cennetteki istifâdesinin, babasıyla mı veyahut da evladıyla mı daha fazla olacağını bilemez. 2- Bu ifâdeden maksat, "Birbirlerine harcamada bulunmak, birbirlerini eğitmek ve birbirlerini kötülüklerden korumak ve müdafaa etmek gibi yapılması gerekli olan hususlarda, onların dünyada iken, birbirlerinden nasıl istifâde edeceklerini" bilememeleridir. 3- Bu ifâdeden maksat, oğulun babadan, babanın oğuldan önce ölerek böylece de hangisinin diğerine varis olacağının bilinmemesidir. Hak teâlâ'nın "(Bunlar), Allah'tan birer farizadır" buyruğu, te'kîd için gelmiş olan bir mef'ûlü mutlaktır. Yani, "Allah bunu bir farz olarak takdir etmiştir. Muhakkak ki Allah hakkıyla bilen, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" demektir. Buna göre mana, "Allah'ın mirası bu şekilde taksim etmesi, sizin gönüllerinizin meylettiği taksimattan daha evlâ ve hayırlıdır. Çünkü O, bütün malûmatı bilendir. Böylece de O, miras taksimatındaki sizin lehinize ve aleyhinize olan hususları en iyi bilendir. Yine O Hakimdir; bu sebeple de ancak, en güzel ve en yararlı şeyleri emreder. İşte durum böyle olunca, O'nun mirası bu şekilde taksimatı, sizin murad edip gönlünüzden geçirdiğiniz taksimat şeklinden daha hayırlı ve evlâdır..." şeklinde olur. Bu ifâde, O'nun meleklere "Ben, sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim..." (Bakara, 30) demesi gibidir. Buna göre şayet, "Allah şu anda da böyle olduğu halde, niçin "Muhakkak ki Allah hakkıyla bilen yegâne hüküm ve hikmet sahibi idi" demiştir?" denilirse, biz deriz ki: Halil şöyle demiştir: "Bu lâfızlarla, Allah hakkında bir haber vermek, O'nun hakkında hâl ve istikbal ifâde eden lâfızlarla haber vermek gibidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, zaman mefhumunun içinde bulunmaktan münezzehtir." Sîbeveyh ise, "Bir topluluk bir ilim, bir hikmet, bir fazilet ve bir ihsan görüp müşahede edince, taaccüb ederler de, bunun üzerine onlara, "Şüphesiz Allah daha önce böyle olduğu gibi O, daima da bu sıfatlarla muttasıftır..." denilir" demiştir. |
﴾ 11 ﴿