12"Zevcelerinizin çocuğu yoksa, terikesinin yarısı sizindir. Eğer onların çocuğu varsa, size terikesinden (düşecek hisse) dörtte birdir. (Fakat bu da) onların edecekleri vasiyyet ve borçtan sonradır. Eğer çocuğunuz yoksa bıraktığınızdan dörtte biri onlarındır. Şayet çocuğunuz varsa, terikenizden sekizde biriedeceğiniz vasiyyet ve borçtan sonra- yine onlarındır". Bil ki, Allahü Teâlâ bu âyetlerde, veresenin taksimatını en güzel biçimde zikretmiştir. Bu böyledir, zira varis olan, ölen kimse ile ya doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili olur. Eğer, varis olan kimsenin ölen kimse ile ilgisi doğrudan olursa, bu ilginin sebebi ya neseb olur, veya zevciyyet (evlilik) hali olmuş olur. Böylece bu durumda şu üç kısım meydana gelmiş olur: a) Bu ilgilerin en üstünü, neseb cihetinden doğrudan meydana gelmiş olan ilgidir ki, bu da birbirinden meydana gelme, doğma yakınlığıdır. Bu yakınlığa, çocuklar ve ebeveyn dahildir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu kısma ait hükmü en önce zikretmiştir. b) Evlilik cihetinden doğrudan meydana gelen münasebet ve ilgi. Bu kısım, üstünlük bakımından, birincisinden sonra gelmektedir. Birinci kısım ilgi, zatî; ikincisi ise arızîdir. Zatî olan, arızî olandan daha üstündür. İşte bu ikinci kısım, şu anda tefsirini yapmakta olduğumuz âyette kastedilen kısımdır. c) Dolaylı olarak meydana gelen ilgi ve münasebet ki, bu ilgi ve münasebete "kelâle" denilmiştir. İşte bu üçüncü kısım, şu sebeplerden dolayı, ilk iki kısımdan sonra gelmiştir: 1- Çocuklar, ebeveyn, karı ve koca için, mirastan tamamiyle düşmek söz konusu değildir. Ama "kelâle"ye gelince onlar için bazan, tamamiyle mirastan düşmek söz konusu olabilir. 2- İlk iki kısımdan her birinin ölen kimseyle olan nisbet ve ilgisi, doğrudan (zati)dir. Kelâlenin nisbeti ise dolaylıdır. Doğrudan sabit olan (zatî) şey, dolaylı sabit olandan (arızî) daha üstündür. 3- İnsanın ebeveyn, çocuklar, karı veya koca ile olan ilişkileri, "kelâle" ife olan ilişkilerinden daha tam ve mükemmeldir. İçli-dışlılığın çok olduğu yerde, ülfet ve şefkatin mevcudiyyeti hissedilmektedir. Bu ise, onlarla ilgili hallere gerekli alâka ve ihtimamı göstermeyi icap ettirir. İşte bu üç sebep ve benzeri sebeplerden dolayı Cenâb-ı Hak, "kelâle"nin mirasını, ilk iki kısmın miras hükümlerinden sonra zikretmiştir. Bu ne güzel bir tertib ve aklın kanunlarıyla ne güzel bir uyumdur! Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Allahü teâlâ, neseb yönünden olan ilgide erkeğin mirastaki payını, iki dişinin payı kadar kılınca; tıpkı bunun gibi, sebebî yönden olan ilgide de, erkeğin payının iki dişinin payı kadar olduğuna hükmetmiştir. Bil ki bir ve birden fazla kişi, dörtte bir ve sekizde birde eşit olup, bu eşten veya başkasından olan çocuk da, bunları yarımdan dertte bire veya dörtte birden sekizde bire indirmede eşittir. Bil ki çocuğun erkek ve kız olmasında fark olmadığı gibi, oğulun, oğulun oğlunun, kızın ve oğulun kızının arasında da herhangi bir fark yoktur. Ölümden Sonra Karı-Kocalık Münasebeti Hakkında Şafiî (r.h), kocanın (öldükten sonra) karısını yıkamasının caiz olduğunu; Ebu Hanife (r.h) ise, caiz olmadığını söylemistir. Şafiî'nin delili şudur: "Bu kadın, ölümünden sonra da onun karışıdır. Dolayısı ile onun, o kadının cenazesini yıkaması helaldir. Bu kadının, hâlâ onun hanımı olduğunun delili, Hak teâlâ'nın, "Zevcelerinizin çocuğu yoksa, terikesinin yarısı sizindir" buyruğudur. Cenâb-ı Hak o kadını, ölürken malının yarısının kocasına ait olduğunu söylerken "zevce" diye ifâde etmiştir. Kadın öldüğünde malının yarısı kocasmadır. Binaenaleyh öldükten sonra da o kadının, onun zevcesi sayılması gerekir. Bu sabit olunca, kocanın o kadınını yıkamasının helâl olması gerekir. Zira evlilik olmazdan önce erkeğin o kadını yıkaması helâl değildir. Fakat evlilik tahakkuk edince, erkeğin kadını yıkaması helâl olur. Deveran, apaçık illiyyetin (sebep oluşun) delilidir." Ebu Hanife'nin delili ise şudur: "O kadın, (ölünce) artık onun hanımı sayılmaz. Dolayısf ile onun onu yıkaması helâl olmaz." Ebu Hanife, "O kadın, onun hanımı sayılmaz" hükmünü şu şekilde açıklamıştır: "Eğer o, o adamın hanımı sayılsaydı, onun ölümünden sonra o kocanın, "ancak zevceleri müstesna., " (Mü'minûn, 6) âyetinden dolayı, o kadınla cinsî münasebette bulunması helâl olurdu. Helal olmadığı sabit olduğuna göre, onu yıkayamaması da gerekir. Zira bu yıkama helâl olsaydı, ya o kadına bakmasının helâl olmasıyla sabit olurdu ki bu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Zevcenden başka diğer kadınlardan gözünü yum" hadisinden dolayı bâtıldır. Yahut da bakma helâl olmaksızın (bakmaksızın) yıkamasının helâl olması sabit olur ki bu da icma ile bâtıldır." Ebu Hanife'nin görüşüne şöyle cevap verilir: Arada zevciyyetin bulunup bulunmadığı hususunda iki delil çatışınca, bir tercih yapmak gerekir. Buna göre biz deriz ki: "Eğer o, onun hanımı sayılmasaydı, Cenâb-ı Hakk'ın "Zevcelerinizin, çocuğu yoksa, terikesinin yarısı sizindir" buyruğu mecaz olurdu. Eğer o kocanın, o (ölmüş olan) hanımı ile cinsi münasebette bulunması helâl olmadığı halde, karısı sayılır ise, o zaman bir tahsîs (sınırlama) gerekir. Usûl-ü fıkıhta, tahsis yapmanın daha evlâ olduğunu zikretmiştik. Binaenaleyh, tercih bizden yanadır. Hem nasıl olmasın ki biz birçok şekil ve misalde, cinsî münasebette bulunmak helâl olmadığı halde, arada karı-kocalık halinin bulunduğunu biliyoruz. Meselâ kadının hayız ve nifaslı olduğu zamanlar, ramazan ayı gündüzleri, farz olan hac ve namazı eda ederken, şüphe ile cinsî münasebette bulunmadan ötürü iddet zamanlarında olduğu gibi. Hem biz, hilâfiyyât kitaplarında, birçok menfaat ihtiva etmesinden dolayı, cinsi münasebette bulunmanın helal oluşunun, delillerin aksine sabit olduğunu beyân etmiştik. Ölüm olduktan sonra, bu menfaatlerden geriye kalan yoktur. Binaenaleyh iş, aslolan haramlığa dönüşmüş olur. Yıkamanın helalliğine gelince, kadının ölümünden sonra, kocasının onu yıkayabileceğini söylemek, birçok menfaatin kaynağıdır. Bundan dolayı bu helalliğin devam ettiğine hükmetmek gerekir. Allah en iyisini bilir. Âyette, erkeklerin kadınlardan üstün olduğuna delil olan hususlar vardır. Çünkü Allahü teâlâ, bu âyette erkeklerden bahsederken, onlara hitap ederek; kadınlardan bahsederken ise onları gaib sîgalar ile zikrederek bahsetmiştir. Yine Hak teâlâ bu âyette yedi kez erkeklere hitap etmiş, kadınları isa gâib sîgalar ile bundan daha az zikretmiştir. Bu durum, erkeklerin kadınlardan üstün sayılmasına delâlet eder. Bu inceliğe riayet eden Allah ne güzeldir. Çünkü o, mirastaki paylar bakımından erkekleri kadınlara üstün kılmış ve bu incelikle de onların kadınlardan üstün olduğuna dikkat çekmiştir. Cenâb-ı Hak: "Eğer (öten) erkek veya kadının mirasçısı evladı ve ana-babası olmayıp başka yakınları ise o zaman bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, her birine altıda bir düşer. Eğer onlar bundan çok iseler, o zaman onlar (ölünün) etmiş olduğu vasiyet ve borçtan sonra kalan üçte birde ortaktırlar. Zarar verici olmamalıdır. (Bunlar), Allah 'tan birer vasiyyettir. Allah alîm ve halimdir" (Nisa. 12) buyurmuştur. Bil ki bu âyet, varislerden üçüncü kısmın varis oluş şeklini açıklamaktadır. Bunlar "kelâle" olup, ölen kimseye dolaylı olarak nisbet edilen kimselerdir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Mirasta Kelâlenin Manası Hakkında Görüşler Ashab, "kelâle"nin ne olduğunu ortaya koyma hususunda pek çok söz söylemiştir. Hazret-i Ebu Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh), "kelâle"nin, ötenin ebeveyni ile çocukları dışındaki akrabalarından ibaret olduğu görüşünü tercih etmiştir ki muhtar ve doğru görüş budur. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) ise "kelâle"nin, ölenin çocukları dışındaki akrabaları olduğunu söylemiştir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebu Bekir'in görüşünü tenkit ederek şöyle dermiş: "Ben, "kelâle"nin çocuğu olmayan kimse olduğu görüşündeyim. Kelâle"nin, Ölenin babası ile çocukları dışında kalanlar olduğunu söyleyen Ebu Bekr'e muhalefet etmiş olmaktan utanıyorum." Bu hususta Hazret-i Ömer'den gelen bir başka rivayete göre, o bu meselede tevakkuf etmiş (fikir bildirmemiş) ve şöyle demiştir: "Üç şey var ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onları açıklaması, bizim için dünya ve dünyadaki herşeyden daha sevimli idi. Bunlar kelâle, hilâfet ve ribâ (faiz) konularıdır. (Fakat açıklamadı.)" Hazret-i Ebu Bekir'in Görüşünün Delilleri Hazret-i Ebu Bekr Sıddîk (radıyallahü anh)'in görüşünün doğruluğuna şunlar delâlet eder: Birinci delil: "Kelâlâ" lâfzının iştikakına tutunmak. Bu hususta şu izahlar vardır: a) Aralarındaki akrabalık uzak olduğu zaman, "Falanca ile falanca arasındaki akrabalık uzaktır"; yine bir kimse, diğer bir kimseden uzaklaştığında "Falanca falancaya nisbet edildi, sonra o ondan uzaklaştı" denilir. Binâenaleyh uzak akrabalık, işte bu yönden "kelâle" kelimesiyle ifâde edilmiştir. b) Yine bir kimse aciz kalıp güç ve kuvveti gittiğinde denilir. Daha sonra bu kelimeyi Araplar, neseb bakımından olmayan akrabalığı ifâde etmek için, istiare (mecaz) olarak kullanmışlardır. Bu böyledir, çünkü bu nevi akrabalığın dolaylı olarak meydana gelmiş olduğunu beyân etmiştik. Bu sebeple bu çeşit akrabalıkta bir nevi zayıflık bulunmaktadır. Binâenaleyh bu izahla, ebeveynin "kelâle" mefhumuna girmesinin uzak bir ihtimal olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü ebeveynin ölene akrabalığı doğrudan doğruyadır. c) "Kelâle" lâfzı, asıl lügatta "ihata etmek (kuşatmak) manasına gelir. Başın etrafını sardığı için taca da "iklîl" denilmiştir. İçine dahil olan herşeyi kuşattığı için "küll" kelimesi de böyledir. Bulutlar her tarafı sardığında denilir. Bunu iyice anladığında biz deriz ki: Ölenin babası ve çocukları dışındaki akrabaları "kelâle" diye adlandırılmışlardır. Çünkü onlar insanın etrafını kuşatan bir dârie ve başını kuşatan bir tâç gibidirler. Halbuki doğumdan dolayı olan (neseb) yakınlığı böyle değildir. Çünkü bunda, insanlar birbirinden dallanır budaklanır ve birbirinden türemiş olur. Bu, tek bir kökten çoğalan bir tek şey gibidir. İşte bundan dolayı şâir: 'Ebâ an ceddin birbirini takip ederek fasılasız gelen bir sülâle, İç içe borulardan (kamışlardan) meydana gelmiş olan bir mızrak gibidir, (çok sağlamdır)" demiştir. Fakat doğumdan dolayı olan akrabalığın dışındaki kız kardeşlik, erkek kardeşlik, amcalık ve halalık gibi diğer akrabalıklara gelince, bunların neseblerinin, kendisine nisbet edildikleri kimse ile bir ilgisi ve ihatası vardır. Binaenaleyh bütün bu iştikakla (türemeyle) ilgili izahlar sayesinde, "kelâle"nin, ölenin ebeveyni ile çocukları dışındaki akrabalarından ibaret olduğu sabit olur. İkinci delil: Allahü teâlâ "kelâle" lafzını, Kur'ân'ın hiçbir yerinde zikretmeyip ancak bu sûrede iki defa zikretmiştir: Birincisi bu âyette, ikincisi ise bu sûrenin sonundaki: "Deki "Allah "kelâle" hakkındaki hükmü (şöyle) açıklar: Eğer evladı olmayan bir erkek ölür ve bir tek kız kardeşi kalırsa, terikesinin yarısı onundur" (Nisa 176) âyetinde.. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bu âyeti "kelâle"nin, sadece çocuğu bulunmayan kimse olduğuna delil getirerek şöyle demiştir: "Burada "kelâle"nin tefsiri olarak zikredilen, onun çocuğunun bulunmayışıdır." Biz de diyoruz ki: Bu âyet "kelâle"nin, geride babası ve çocuğu olmayan kimse olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ ölenin kelâle olması halinde, erkek ve kız kardeşlerinin ona varis olmasına hükmetmiştir. Erkek ve kız kardeşlerin, ölenin ebeveyninin sağ olması hafinde vâris olamayacaklarında şüphe yoktur. Binaenaleyh öten kimsenin ebeveyninin sağ olması halinde, kelâle sayılmaması gerekir. Üçüncü delil: Allahü teâlâ, geçen âyetlerde ölenin çocuğunun ve ebeveyninin mirastaki hükmünü zikretti. Daha sonra bunun peşisıra "kelâle"nin hükmünü getirmiştir ki, işte bu sıralama, "kelâle"nin ölenin ebeveyni ve çocukları dışındaki akrabaları olmasını gerektirir. Dördüncü delil: Ferezdak'ın şu beytidir: "Sizler, mülkün ambar ve depolarına "kelâle" olarak değil. Menâfin iki oğlundan: Abd-i şems ve Haşim'den varis oldunuz." Bu beyit, Arapların mülke, kelâle olarak vâris olmadıklarına, aksine bu mülkü babalarından aldıklarına delâlet etmektedir. Bu ise babanın "kelâle" ifâdesine dahil olmamasını gerektirir. Allah en iyi bilendir. "Kelâle", bazan vâris olanların, bazan da vâris olunanların vasfı kılınır. Binâenaleyh biz bu kelimeyi vâris olanların vasfı kabul edersek, bununla ölenin çocukları ve ebeveyni dışında kalan akrabalar murad edilmiş olur. Biz bu kelimeyi, kendisine vâris olunan kimsenin vasfı kabul edersek, yine ölenin ebeveyni ve çocukları dışında kalan vârisler kastedilmiş olur. Bu kelimenin vârisler hakkında kullanılmasının delili, Hazret-i Cabir (radıyallahü anh)'in rivayet ettiği şu hadistir: O şöyle demiştir: "Ölümden döndüğüm bir hastalığa tutuldum. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana geldi. Ben de "Ya Resûlallah, ben ancak kendisine "kelâle"nin varis olacağı bir adamım" dedim..." Câbir (radıyallahü anh) bu sözü ile babasının ve çocuğunun mevcut olmadığını ifâde etmek istemiştir. Fakat bu kelimenin kendisine vâris olunanlar hakkında kullanılışının delili, Ferezdak'tan naklettiğimiz beyittir. Bu beytin manası, "Siz bu mülkü, amcalarınızdan değil aksine babalarınızdan aldınız" şeklindedir. Böylece Ferezdak burada, "amcalar") "kelâle" diye ifâde etmiştir. Amcalar ise bu beyitte vâris olan değil, vâris olunan durumundadır. Buna göre biz deriz ki: Bu âyetteki "kelâle"den murad, geride ebeveyni ve çocuğu kalmayan ölüdür. Çünkü bu vasıf, kendisinin çocuğu veya babası bulunup bulunmaması sebebi ile hali değişmeyen vâris hakkında olmayıp, ancak vâris olunan ölü hakkında söz konusudur. Arapça'da, , (kelâle adam), kadın) ve (kelâle topluluk) denilir. Bu kelime ve (delâlet, vekâlet) lâfızları gibi bir masdar olduğu için, tesniye ve cemisi yoktur (ve aynı zamanda müzekker ve müennesi müsavidir). Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki, biz bu kelimeyi ister varis olanın, isterse kendisine varis olunanın sıfatı kabul edelim, bu kelime (kelâle sahibi, kelâleli) anlamına gelir. Nitekim bir kimse (yakınlık sahibi) manasını kastederek, (falanca bana yakınlığı olanlardandır) der. Keşşaf sahibi, bu "kelâle" lâfzının, ahmak hakkında kullanılan (ne yaptığını bilmeyen) ve (ne konuştuğunu bilmeyen) kelimeleri gibi, bir sıfat olmasının da caiz olduğunu söylemiştir. Bu Âyetteki İ'rab Farklarına Göre Muhtemel Manalar Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesinde şu iki ihtimal bulunmaktadır: a) Bu kelimenin, (Adam ona varis oldu, ona varis oluyor) tabirinden alınmış olması.. Bu takdirde âyette geçen, (erkek) kelimesi, kendisine varis olunan olmuş olur. "Kelâle" lâfzının mansub olması hakkında da şu izahlar yapılmıştır: 1- Hal olduğu için, kelime mansubtur. Buna göre kelamın takdiri, "O adam, "kelâle" olarak kendisine varis olunursa..." şeklinde olur. Bu durumda "kelâle" kelimesi, hâl mevkiinde bulunan masdar (mef'ûlü mutlak) olmuş olur ki, takdiri "kendisine nesebi uzak olanların varis olduğu bir adam olursa., , " şeklinde olur. 2- ifâdesinin lâfzının sıfatı olup; lâfzının ise, fiilinin haberi olması durumu.. Buna göre kelamın takdiri, "Eğer kendisine varis olunan adam kelâle olursa..." şeklinde olur. 3- lâfzının mef'ûlün leh olması. Buna göre kelâmın takdiri, "kelâle olduğu için kendisine varis olunan bir adam olursa.." şeklinde olur. b) ifâdesinin, (miras bıraktı, miras bırakıyor) tabirinden alınmış olmasıdır. Bu durumda adam mirası bırakanın bizzat kendisi olmuş olur. Buna göre de lâfzının mansub oluşu, yukardaki izahlara göre olmuş olur. Hasan el-Basrî ile Ebû Recâ el-Utâridî, bu fiili ma'ûm sîgasıyla olmak üzere (......) ve (......) bablarından (miras bırakıyor, bırakır) ve (miras bırakıyor, bırakır) şeklinde okumuşlardır. Cenâb-ı Hakk'ın, "... ve onun erkek veya kız kardeşi bulunursa, bu kardeşlerden her birinin (hakkı) altıda birdir" buyruğuna gelince, bu hususta iki mesele vardır: Burada hatıra bir soru gelmektedir ki, o da şudur: "Allahü teâlâ, "Eğer mirası alman erkek veya kadın kelâle olur.." buyurmuş, daha sonra da, "ve onun erkek kardeşi bulunursa" buyurarak, erkeğe racî olan bir zamir (......) getirmiş, fakat kadına raci bir zamir zikretmemiştir. Bunun sebebi ne olabilir?" Cevap: Ferrâ şöyle demiştir: "Bu caizdir. Zira, aynı manada birbirine denk iki şey (......) edâtıyla getirildiği zaman bu tefsirin (zamirin), bunlardan istenilen herhangi birisine isnâd edilmesi ile, her ikisine birden isnâd edilmesi caizdir. Meselâ sen, "Kimin bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, onu ziyaret etsin" dediğin zaman, buradaki zamir (......) erkek kardeşe, aynı zamanda kız kardeşe veya (......) dediğin zaman kız kardeşe; aynı zamanda erkek kardeşe; dediğin zaman da her ikisine birden raci olur (yani zamir müzekker tesniye olduğu halde, kız kardeşe de şamil olur). Müfessirler burada geçen (erkek kardeş) ve (kız kardeş) kelimelerinden kastedilenin, ana bir erkek ve kız kardeş olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sa'd İbn Ebî Vakkas da, bu âyeti, "Ve onun, ana bir erkek veya kız kardeşi bulunursa" şeklinde okurdu. Âlimler bu mananın kastedildiğine hükmetmişlerdir, Zira Cenâb-ı Hak bu sûrenin sonunda, "De ki, Allah, babası ve çocuğu olmayanın mirası hakkındaki hükmü (şöylece) açıklar..." (Nisa. 176) buyurmuş, iki kız kardeşin mirastaki payının üçte iki; kardeşlerin payının ise malın tamamı olduğunu; burada ise, erkek ve kız kardeşlerin mirastaki paylarının üçte bir olduğunu açıklamıştır. Binâenaleyh, burada kastedilen erkek ve kız kardeşlerin, (Nisa. 176) âyetinde kastedilen erkek ve kız kardeşlerden başka olması gerekir. Bu sebeple buradakiler sadece ana bir erkek ve kız kardeşler; (Nisa, 176) âyetindekiler ise, ana-baba bir veya baba bir erkek ve kız kardeşlerdir. Sonra Cenâb-ı Hak, Eser onlar bundan çok iseler, o zaman onlar.... üçte birde ortaktırlar" buyurmuş, böylece, her ne şekilde olurlarsa olsunlar, onların mirastaki paylarının üçte birden fazla olamıyacağtnı beyân buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Ölünün) etmiş olduğu vasiyyet ve borçtan sonra..." buyurmuştur. Bu âyetle ilgili olarak da birkaç mesele vardır: Bu âyetin zahiri, malın tamamıyla, arzu edilen bir kısmının vasiyyet edilmesinin cevazını gerektirir. Nafi'in İbn Ömer den rivayet ettiği şu hadis de, bu âyete uygun düşen hadislerden birisidir. İbn Ömer'e göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Vasiyyet edecek malı bulunan müslüman kişiye, vasiyyeti yanında yazılı bulunmadıkça, iki gece yatması muhakkak surette caiz değildir. Buharî, Vesâyâ. 1. buyurmuştur. İşte bu hadis de, vasiyyetin istenildiği bir biçimde, mutlak manada yapılabileceğine delâlet etmektedir. Ancak biz deriz ki, bu umumî ifâdeler şu iki yönden tahsis edilmiştir: 1-Vasiyyetin miktarının belirli olmasından dolayı... Zira, malın tamamını vasiyyet etmek, Kur'ân ve sünnetin delaletiyle caiz değildir. Kur'ân'dan olan delâlete gelince, bunlar, mücmel ve mufassal olarak mirasa delâlet eden âyetler. Mücmel olan âyete gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Ana ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından, erkeklere hisseler vardır" (Nisa, 7) âyetidir. Malın tamamını vasiyyet etmenin, bu nassın neshedilmesini iktizâ edeceği malumdur. Mufassal olanına gelince, bunlar miras âyetleridir. Meselâ bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah size, evlatlarınız hakkında erkeğe, iki dişinin payı miktarı olduğunu... tavsiye eder" (Nisa, 11) âyeti bunlardandır. Yine buna Hak teâlâ'nın, "Arkalarında âciz ve küçük evlatlar bıraktıkları takdirde onlar hakkında endişe edenler, saygı ile korksunlar.." (Nisa, 9) âyeti de delâlet etmektedir. Sünnetten olan delâlete gelince bu, bu konuda meşhur olan Hazret-i Peygamber'in su hadisidir "(Haim) Üçte birini (vasiyet edebilirsin). Hatta üçtebir bile çok. Çünkü zengin olarak bırakman, hiç şüphesiz onları insanlara el avuç açar vaziyette muhtaç bırakmandan daha hayırlıdır, " Buhârî, Nafakât, 1. Bil ki bu hadis pekçok hükme delâlet etmektedir: a) Malın üçtebirinden çoğunda vasiyyet etmek caiz değildir. b) Evlâ olan, vasiyyetin, Hazret-i Peygamberin "üçte bir de çoktur" buyurmasından ötürü, üçte birden noksan olmasıdır. c) Ölen kimse geride az miktarda mal bırakır, kendisine varis olan kimseler de fakir olurlarsa, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Vârislerini zengin olarak bırakman, hiç şüphesiz onları insanlara el avuç açar vaziyyette muhtaç bırakmandan daha hayırlıdır" Buhârî, Nafakât, 1. ifâdesinden dolayı, herhangi bir şey vasiyyet etmemesi daha efdâl ve uygundur. d) Bu ifâdede, ölen kimsenin varisleri olmadığı zaman, malın tamamının vasiyyet edilebileceğine bir delâlet bulunmaktadır. Çünkü, malın tamamının vasiyyet edilmesinin men edilmesi, varislerden ötürüdür. Binaenaleyh varisler olmadığı zaman, malın tamamının vasiyyet edilebilmesi gerekir. 2- Bu, âyetin umumîliğinin, kendisine vasiyyet edilen kimse hakkında tahsis edilmiş olmasıdır. Bu böyledir, zira ölen kimsenin kendisine varis olan kimselere vasiyyet etmesi caiz değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)"İyi biliniz ki, varis olana vasiyyet edilmez!" buyurmuştur. Hacc ve Zekât Borcu Olarak Ölenin Terikesinden Bunlar Ayrılır Şafiî (r.h) şöyle demektedir: Bir kimse, zekâtını ve haccını tehir edip, böylece de ölse, zekât ve hacc bedelinin bıraktığı maldan yerine getirilmesi vacip olur. Ebu Hanife (r.h) ise, "vacip değildir" demiştir. Şafiî'nin delili şudur: "Farz olan zekât ile farz olan hacc, bir borçtur. Binâenaleyh işte bu âyetten dolayı o borcun terikeden ödenmesi vacip olur. Biz, zekât ve haccın bir borç olduğunu söyledik, çünkü (borç) kelimesinin lügavî manası buna delâlet etmektedir. Şeriat da bunu gösterir, (......) kelimesinin lügavî manası, inkıyâd edilmeyi gerektiren durumdan ibarettir. Meşhur duâfarda da, "Ey (insanların) boyunlarının kendisine inkıyad edip boyun eğdiği zât.." denilmektedir. Şeriatın da buna delâlet etmesine gelince, Has'amiyye, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e babasının üzerinde bulunan (hayattayken yapamadığı) haccın durumunu sorunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Söyle bakalım ne dersin? Babanın bir borcu olsa da, sen onu ödeşen, bu kifayet eder mi?" Bunun üzerine o, "evet" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'ın borcu, ödenmeye daha lâyıktır" buyurdu. Bunların bir borç olduğu sabit olunca Cenâb-ı Hakk'ın, "(ölünün) etmiş olduğu vasiyyet ve borçtan sonra..." buyurmasından dolayı, miras taksimatından önce ele alınmaları gerekir. Ebu Bekr er-Razî: "Âyette zikredilen borç herhangi (mutlak) bir borçtur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise haccı, "Allah için bir borç" diye tavsif etmiştir; mutlak olan şey ise mukayyede şamil olmaz" demiştir. Biz deriz ki, bu son derece zayıf bir sözdür. Bunun bir borç olduğu sabit olup, âyetin hükmüne göre de borçların, miras taksiminden önce ele alınacağı sabit olunca, hiç şüphesiz maksadın hasıl olması gerekir. Mutlak ve mukayyet sözü manasız bir kelâm olup, bu neticeye bir zarar vermez. Allah en iyisini bilendir. Vasiyyette Zarara Yol Açma Şekilleri Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın "Zarar verici olmaksızın' kaydı hal olmak üzere mansubtur. Yani, "(Vasiyyet eden) vereselerine zarar vermeksizin, vasiyyet olunan bir vasiyyetten sonra..." demektir. Bil ki, vasiyyette zarar verme işi şu şekilde olabilir: a) Vasiyyet eden kimsenin, malının üçte birinden fazlasını vasiyyet etmesidir. b) Malının hepsini veya bir kısmını bir yabancıya vermesi. c) Miras malını vereselere vermemek için, kendisinin, gerçekte olmayan bir borcunun olduğunu ikrar etmesi.. d) Başkasında olan alacağını tastamam aldığını ve o alacağın kendisine ulaştığını söylemesi. e) Malını ucuz bir değere satması, veyahut da pahalı olarak bir şey alması. İşte bütün bunlar, malın vereselerin eline geçmemesi için ileri sürülmüş, yapılmıştır. f) Malının üçte birini Allah rızası için değil, vereselerin mirastaki haklarını noksanlaştırma maksadıyla noksanlaştırmasıdır. Vasiyyette zarar verme şeklinin izahı işte budur. Şunu bil ki âlimler, evlâ olanın, kişinin malının üçte birinden daha azını vasiyyet etmesi olduğunu söylemişlerdir. Ali şöyle demiştir: "Ölenin, malının beşte birini vasiyyet etmesi, dörtte birinden; dörtte birini vasiyyet etmesi de, üçte birini vasiyyet etmesinden bence daha makbuldür." Nehâî de şöyle demektedir: "Allah'ın Resulü, vasiyyet etmeden irtihâl etmiştir. Hazret-i Ebu Bekir ise vasiyyet ederek vefat etmişti Buna göre, bir kimse vasiyyet ederse, bu güzel ve yerinde olur. Eğer vasiyye: etmezse, bu da güzel ve yerinde olur. Bil ki insana yakışan, geride bıraktığı malın miktarı ile, kendisine varis olan kimseleri nazar-ı dikkate alıp, sonra da vasiyyetini buna göre yapmasıdır. Buna göre eğer malı az, kendisine varis olan kimseler de çok ise, vasiyyet etmez. Eğer malı çok ise, malına ve ölümünden sonra, kendisine varis olan kimselerin sayısının az veya çok olmasına göre vasiyyet etmesidir. Allah en iyi bilendir. Vasiyyette Varislere Zarar Vermek Günahtır İkrime, İbn Abbas'ın vasiyyette zarar vermenin büyük günahlardan olduğunu söylediğini nakletmiştir. Bil ki bunun böyle olduğuna Kur'ân-ı Kerim, sünnet ve aklî deliller de delâlet etmektedir. Kur'ân'dan delile gelince bu Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte bunlar Allah'ın sınırlandır. Kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse..." (Nisa. 19) âyetidir. İbn Abbas, "Kim, vasiyyet konusunda Allah'a ve peygamberine itaat ederse; kim de vasiyyet hususunda Allah'a ve peygamberine isyan ederse..." (Nisa, 14) demiştir. Sünnetten delile gelince, bu İkrime'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiği şu hadistir: Buna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Vasiyyette zarar vermek büyük günahlardandır" demiştir. Şehr İbn Havşeb'den rivayet edildiğine göre Ebu Hüreyre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Muhakkak ki bir kimse, yetmiş sene cennetliklerin ameliyle amel eder de, vasiyyetinde zulmeder (haddi aşar)sa, yapmış olduğu amellerin en şerlisiyle işine son verilir. Böylece cehenneme girer. Yine bir (başka) kimse de, yetmiş sene cehennemliklerin ameliyle amel eder de, vasiyyetinde âdil olur (haddi aşmaz)sa, yapmış olduğu amellerin en hayırlısıyla işine nihayet verilir de böylece cennete girmiş olur. " Ebu Davud, Vasâya, 2 (3/113) (kısmen). Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kim, Allah'ın farz kılmış olduğu bir mirası kesmek, engellemek isterse, Allahü Teâlâ da, o kimsenin cennetten olan (cennetten elde edeceği) mirası keser, men eder' buyurmuştur. Vasiyyette (belirlenen miktardan) fazla yapılmasının, mirastan kesme ve engelleme olduğu malumdur. Bu meselenin aklî delili de, ölüme yaklaşıldığı bir sırada, Allah'ın emrine muhalefet etmenin, Allah'a karşı çok fazla cüretkâr olduğuna ve O'nun tekliflerine inkıyâd edip boyun eğmekten kaçınma ve buna karşı koyma olduğuna delâlet eder ki, bu da büyük günahların en büyüklerindendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Bunlar), Allah'tan birer vasiyyetnr" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili olarak şu iki soru söz konusudur: Birinci soru: Cenâb-ı Hakk'ın, sözü niçin mansûbtur? Cevap: Buna birkaç yönden cevap verilir: a) Bu kelime, te'kîd için gelmiş olan bir mefûlün mutlak olup, takdiri "Allah bunu size iyice vasiyyet ediyor" şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "Allah'tan kesin birer farizadır" ifâdesi gibidir. b) Bu ifâdenin, O'nun "Zarar vermeksizin" ifadesiyle nasbedilmiş olmasıdır. Yani "Allah'ın vasiyyeti, vasiyyetin üçte birden fazla olmaması hususunda zarar vermeksizin.." demektir. c) Takdirin şöyle olmasıdır: "Bu, çocuklara ve ölen kimsenin, vasiyyetinde Heri gitmek suretiyle çocuklarını başkalarına el-avuç açacak bir şekilde muhtaç ve yoksul bırakmaması hususunda Allah tarafından bir vasiyyet olmak üzere.." Bu izahı Hasan el-Basrî'nin izafetle (......) şeklinde okuması da destekler. İkinci soru: Cenâb-ı Hak niçin önceki âyetin sonunu "Allah'tan bir fariza olarak" (Nisa, 11) buyurarak; bu âyetin sonuna ise, "Allah'tan bir vasiyyet olmak üzere" diye bitirmiştir? Cevap: "Farz" lâfzı, "vasiyyet" lâfzından daha güçlü ve daha kuvvetlidir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, evlatların miraslarının izahını, (......) kelimesiyle; "kelâle"nin mirasını ise, "vasiyyet" sözüyle bitirmiştir. Bu, bütün bunlar her ne kadar riâyet edilmesi gereken bir husus ise de, ancak ne var ki, çocukların hallerine riâyet etmeyi ifâde eden birinci kısmı gözetmenin daha münasip olduğuna delâlet etmek için, ifâde bu şekilde geçmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani "Allah, vasiyyetinde zâlim veya âdil olanları bihakkın bilir, zâlim olanların cezasını derhal verme konusunda aceleci olmayıp, halîmdir" demektir ki, bu bir tehdit anlamındadır. Allah en iyi bilendir. |
﴾ 12 ﴿