14"İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, (Allah) onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar ki onlar orada ebedi kalıcıdırlar. Bu, en büyük bir kurtuluş (ve saadettir). Kim de Allah'a ve peygamberine isyan ederse ve Allah'ın sınırlarını çiğneyip geçerse (Allah) onu da içinde dâimi kalıcı olmak üzere cehenneme sokar. Onun için hor ve hakir edici bir azab vardır". Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Allahü teâlâ, miras paylarını açıkladıktan sonra, insanları kendisine itaata teşvik ve kendisine isyandan korkutmak için, va'ad ve va'îdini zikrederek "İşte bunlar Allah'ın sınırlandır..." buyurmuştur. Bu ifâde hakkında iki bahis vardır: Birinci bahis: Âyetteki dili (İşte bunlar) lâfzı neye işaret etmektedir? Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür: 1- "Mirastaki "hallere" işarettir." 2- "Yetimlerin malları, nikâhın hükümleri ve mirasın halleri gibi sûrenin başından buraya kadar zikredilen bütün hükümlere işarettir." Bu görüş, Esamm'ındır. Birinci görüşün delili, zamirlerin, zikredilen şeyler arasında kendisine en yakın olana râcî olması kâidesidir. İkinci görüşün delili şudur: Zamîrin en yakına râcî olması kaidesi, daha uzaktakine râcî olmasına bir manî bulunmadığı zaman geçerlidir. Mani yoksa, zamir hepsine râcî olabilir. Allah'ın Hudutları Ne Demektir? İkinci bahis: "Allah'ın sınırlan"ndan murad, Allah'ın zikredip açıkladığı ölçü ve miktarlardır. Birşeyin hududu (sınırı), kendisi ile başka şeylerden ayrıldığı taraftır. "Hudûdu'd-dâr" (evin sınırları) ifâdesi de bu manadadır. Birşeyin hakikatine delâlet eden söz de, "o şeyin haddi (sınırı)" diye adlandırılır. Çünkü o söz, ifâde ettiği hükmün içine başkasının girmesine mâni olur. "Başkası" ise, o sözün dışında kalan herşeydir. Bazı âlimler, Hak teâlâ'nın 'Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse.." sözü ile, "Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan ederse..." ifâdesinin, bu sûrede bahsedilen mükellefiyetlerde Allah'a itaat veya isyan eden kimseler hakkında olduğunu söylemişlerdir. Muhakkik âlimler ise, bu tabirlerin, hem bu mükellefiyetler, hem de diğer mükellefiyetlerde Allah'a itaat veya isyan eden kimselere şamil olan, umûmî ifâdeler olduğunu söylemişlerdir. Bu böyledir, çünkü âyetteki "kim" lâfzı umûmîdir. Binaenaleyh bunların, herkesi içine alması gerekir. Bu mevzuda söylenecek son söz şudur: Bu umûmî ifâdeler, her nekadar belli birtakım mükellefiyetlerden sonra getirilmişler ise de, bu kadarcık şey bu umûmî ifâdelerin tahsîs edilip (sınırlandırılmasını) gerektirmez. Baksana, baba, bazan çocuğuna yönetip, onu belli bir iş hususunda azarlar, sonra da "Bana karşı gelip âsî olmaktan sakın!", der. Babanın bu sözünden maksadı, çocuğunu bütün işlerde kendisine karşı gelmekten men etmektir. İşte burada da böyledir. Allah en iyi bilendir. Nafî ve İbn Âmir, âyette aynı olan iki yerde de, kelimeyi nûn ile, "Biz onu, cennetlere sokarız" ye "Biz onu, cehenneme sokarız" şeklinde; diğer kıraat imamları ise, yâ harfi ile (......) şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraat, "iltifat" üslûbuna göredir. Bu, tıpkı Hak teâlâ'nın önce, "Hayır, sizin yârınız, yardımcınız Allah'tır" (Al-i İmran, 150) buyurup, sonra da "Biz, korku salacağız...” (Al-i İmran 150) buyurması gibidir. İkinci okuyuşun sebebi ise açıktır. Burada hatıra şöyle bir soru gelmektedir: Hak teâlâ'nın, "(Allah) onu ... cennetlere, sokar" buyruğundaki zamir müfred olup bir şahsa uygundur. Cenâb-ı Hakk'ın bundan sonra gelen, "Onlar orada ebedî kalıcıdırlar" sözü ise, birden fazla sayıda kimse için uygun olan bir ifâdedir. Binaenaleyh bu iki ifâdenin arası nasıl bulunur? Cevap: Âyetteki, "kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse.." kısmındaki "kim" (men) lâfzı, lâfız olarak müfred, mana olarak cemidir. İşte bu sebepten ötürü, bu iki şekil doğru ve yerinde olmuştur. Âyette geçen (......) ve (......) kelimeleri, fiillerindeki hüve zamirinden "hal" olarak mansûbtur. Bunun manası "içinde daimî kalıcı olacakları bir şekilde Allah onu cehenneme sokar" şeklindedir. Mutezile şöyle demektedir:" Bu âyet, ehl-i salâttan (namaz kılanlardan) fasık (günahkâr) olanların cehennemde ebedî bırakılacaklarına delâlet etmektedir. Zira âyetteki "Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan ederse ve Allah'ın sınırlarını çiğneyip geçerse ..." sözü ya daha önce zikredilen mîrâsla ilgili hükümleri çiğneyen kimseler hakkındadır veyahut da bu ifâdeye hem miras, hem de başka hükümler dâhildir. Her iki takdire göre de, bu tehdide miras hükümlerini çiğneyen kimselerin girmesi gerekir. Bu ise, ister ehl-i salat (namazlı), ister namazsız olsun, haddi aşan (Allah'ın hükümlerini çiğneyen) herkes hakkında umûmî bir ifâdedir. Binâenaleyh bu âyet, ilâhî tehdidin kesin olduğuna ve bunun da cehennemde ebedî kalma olduğuna delâlet etmektedir. Bu va'îdin, Allah'ın sınırlarını (hükümlerini) aşan kimselere mahsus olduğu ve bunun ise ancak kâfir hakkında söz konusu olabileceği, zira kâfirin, Allah'ın bütün sınırlarını çiğneyip aşan kimse olduğu söylenemez. Çünkü biz diyoruz ki : Bu, şu iki yönden kabul edilemez: a) Biz, bu âyeti şayet Allah'ın bütün hududlarını (ahkamını) çiğneyip geçme manasında alırsak, âyet bir mana ifâde etmemiş olur. Zira Allahü teâlâ, Yahudilik, Hristiyanfık ve Mecusilikten insanları nehyetmiştir. Binâenaleyh Allah'ın bütün sınırlarını çiğneyip geçmek, bu nehyedilen şeylerin hepsini bırakmaktır. Bunların hepsini bırakmak ise, ancak Yahudilik, Hristiyanlık ve Mecusiliği aynı anda yapmış olmakla olur. Bu ise imkansızdır. Binâenaleyh Allah'ın bütün hudutlarını çiğnemenin imkânsız olduğu sabit olur. Bu sebeple, eğer âyetten kastedilen mana bu olmuş olsaydı, âyet bir mana ifâde etmemiş olurdu. Böylece buradaki Allah'ın sınırlarını çiğnemeden murad edilenin, O'ntın hududlarından (hükümlerinden) herhangibirini çiğneyip aşma olduğunu anlıyoruz. b) Bu âyet mirasın taksimatı ile ilgili âyetlerin peşisıra gelmiştir. Bundan dolayı âyetteki "ve Allah'ın sınırlarını çiğneyip geçerse ..." sözünden kastedilen, bu âyetlerdeki hudûdullahı çiğneyip geçmedir. İşte bu takdire göre de böyle bir söz söylenemez." Mu'tezile'nin sözünün sonu budur. Biz bu meseleyi, Bakara sûresinde iyice ele aldık. Burada o meselenin bir kısmını tekrar etmekte zarar olmaz. Biz diyoruz ki: Âyetteki va'îdin, tevbe edilmeme hali ile ilgili olduğu hususunda ittifak ettik. Zira (şer'î) deliller, tevbe edilmesi halinde, geriye bu tehdidden birşey kalmayacağına delâlet etmektedir. Yine bunun, Allah tarafından affedilmeme şartına bağlı olması da mümkündür. Çünkü affın olduğuna dâir bir delilin bulunması durumunda, geriye böyle bir azabın kalması imkansız olur. Halbuki biz, Allah'ın affedeceğine dâir nice deliller zikrettik. Hem sonra biz, bu umûmî hükmün kâfirlere mahsus olduğunu söylüyoruz. Şu iki şey de bunun böyle olduğuna delâlet etmektedir: a) Biz, size " (kim) kelimesinin, "şart cümlesi içinde, umûmî mana ifâde ettiğine dâir deliliniz nedir?" desek, siz " Bunun delili, bu kelimeden istisna yapılabilmesidir. İstisna, istisna yapılmaması halinde kendisine dâhil olabilecek hükümleri o sözden (kelimeden) çıkarmadır" dersiniz. Binâenaleyh biz deriz ki: "Eğer deliliniz doğru ise bu Hak teâlâ'nın, " Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan ederse..." sözünün, sadece kâfirler hakkında olduğunu gösterir. Çünkü bütün isyan (ve günahların) bu ifâdeden istisna edilmesi ve (mesela) "Küfür ve fasıklık (günah) müstesna, kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse..." denilmesi doğru olur. İstisnanın hükmü, istisna yapılmaması halinde, içine dahil olabilecek şeyleri o sözün dışında bırakmaktır. Binâenaleyh işte bu durum, Hak teâlâ'nın "Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan ederse ..." ifâdesinin, bütün isyan ve kötülük çeşitleri hakkında olmasını gerektirir. Bu ise, ancak kâfir için söz konusudur. Hasmımızın, "İsyanların hepsini birden yapmak imkansızdır. Zira (mesela) hem Yahudiliği, hem de Hristiyanlığı aynı anda yapmak imkansızdır" şeklindeki görüşüne karşı biz deriz ki: Aklî veya şer'î bir tahsis edici (sınırlayıcı) delilin bulunması durumu hariç, lafızların zahiri umûmî mana ifâde eder. Yapılan bu izaha göre, onların ileri sürdükleri şeyler sakıt olur, bizim söylediklerimiz kuvvet bulur. b) Bu âyetin kâfirlere has olduğunun izahının ikinci şekli şudur: Hak teâlâ'nın "Kim de, Allah'a ve Resulüne isyan ederse ..." buyruğu, bu kimsenin günahın faili olduğunu gösterir. O'nun, "ve Allah'ın sınırlarını çiğneyip geçerse..." buyruğundan da şayet, önceki ifâdenin anlattığı şey kastedilmiş olursa, o zaman (lüzumsuz) bir tekrar olur ki bu aslolanın hilafına birşeydir. Binâenaleyh bu ikinci sözü, "küfür" manasına almak gerekir. Hasmımızın, "Biz bu âyeti, miras hususundaki ahkâmı (hudûdullahı) çiğneme manasına hamlediyoruz " şeklindeki iddiasına gelince, biz deriz ki: Farzet ki bu böyledir. Fakat ne var ki, bizim zikrettiğimiz soru bu sözle sakıt olur. Çünkü miras hududunu (ahkâmını) çiğneyip geçmek, bazan bu mükellefiyet ve hükümlerin hak ve kabulü vacip olduğuna inanmak, fakat onları yerine getirmemek, bazan da bunların hikmetli ve doğru olmadığına inanmak suretiyle olur ki işte bu ikinci şekil, Allah'ın hududunu (ahkâmını) çiğnemede zirvedir. Birinci şekle gelince, o kimseler için de, "Allah'ın hududunu çiğneyip geçti" denilebilir. Fakat bu durumda, bahsettiğimiz gibi, âyette bir tekrar söz konusu olmuş olur. Bundan dolayı bu tehdidin (va'îdin), Allahü teâlâ'nın buradaki âyetlerde zikrettiği miras hükümlerine razı olmayan kâfire mahsus olduğunu anlamış oluruz. Bu âyete has bahisler, işte bunlardan ibarettir. Geriye kalan suallerin izahı Bakara sûresinde geçmişti. Allah en iyi bilendir. |
﴾ 14 ﴿