17

"Allah katında (makbul olan) tevbe, kötülüğü ancak cahillik sebebiyle yapacakların, sonra da çarçabuk (vazgeçip) tevbe edecek olanların (tevbesi)dir. İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır. Allah hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir".

Tevbe Hakkındaki Bu Âyetin Daha Öncesi İle Münasebeti

Bil ki, Allahü teâlâ önceki âyette, fuhuş irtikâb edenler, tevbe edip hallerini iyileştirdiklerinde, onlardan eziyyetin kalkacağını zikredip, mutlak manada da kendisinin Tevvâb ve Rahîm olduğunu haber verince, bundan sonra tevbenin ne zaman yapılacağını, şartını zikretmiş, insanları, günahda ısrar ettikleri bir sırada kendilerine ölüm gelmeden önce, onları hemencecik tevbe etmeye teşvik etmiştir; zira ölüm esnasında yapacaktan tevbe onlara fayda vermeyecektir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Tevbenin mana ve mahiyyetini Bakara sûresinde, Cenâb-ı Hakk'ın "(Allah da) tevbelerinizi kabul etmişti. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edenin, çok merhamet edenin ta kendisidir" (Bakara, 54) âyetinin tefsirinde zikretmiştik.

Kâdî, bu âyetle Cenâb-ı Hakk'ın tevbeleri kabul etmesinin vacip olduğuna şu iki bakımdan aklen istidlal etmiştir;

a) Âyet-i kerimede geçen, (......) kelimesi, vücûb ifâde eder. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, 'Allah katında (makbul olan) tevbe... "tabiri, Cenâb-ı Hakk'ın tevbeleri kabul etmesinin aklen vacip olduğuna delâlet etmektedir.

b) Şayet biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah katında (makbul olan) tevbe..." buyruğunu sırf O'nun tevbeleri kabul etmesi manasına hamledersek, o zaman bu sözle 'İşte Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" kısmı arasında herhangi bir fark kalmaz. Zira bu da, Cenâb-ı Hakk'ın tevheleri bilfiil kabul ettiğini haber vermektedir. Ama biz önceki ifâdeyi, tevbeleri kabul etmesinin vacip olmasına; bu ifâdeyi de, tevbeleri bilfiil kabul ettiği manasına alırsak, böylece bu iki âyet arasındaki fark ortaya çıkar ve herhangi bir tekrar da meydana gelmemiş olur.

Allahü teâlâ Hakkında Vacip Olan Şey Yoktur

Bil ki, "Vücûb alâ'llah" (Bir şeyin Allah'a vacip olduğuna) hükmetmek bâtıldır. Bunun böyle olduğunun birçok delili vardır:

Birinci delil: Vacip olarak üstlenilmiş olan şey yapılmadığı, yerine getirilmediğinde, zemmedilmeyi ve kınanmayı gerektirir. Bu lâzım olma keyfiyetinin Cenâb-ı Allah hakkındaki sübûtu ya imkânsız olur veyahut da olmaz.. Birincisi bâtıldır. Zira, vacip olanı terketmek, bu zemmi gerektirip, bu zemmin ve kınanmanın da Allah hakkında sübûtu, varlığı imkânsız olunca, vacibi yerine getirmeyisin Allah hakkında sübûtunun, varlığının imkânsız olması gerekir. Bu yerine getirmeyisin Allah hakkında sübûtu aklen imkânsız olunca, fiilin (vücûbiyyetin) sübûtu vacip olmuş olur. Bu durumda da Allahü teâlâ, fâil-i muhtar değil de, zâtı gereği mûcib (mûcib-i bizzat) olmuş olur. Bu ise bâtıldır. Ama, zemme müstehak olmanın Allah hakkında imkânsız olmayışına gelince, mümkün olan her şeyin meydana geleceğini farzetmekten, onun imkânsız olması gerekmez. Bu durumda da, ilâhın, ilâh olmasıyla birlikte, zemme müstehak olmakla vasfedilebileceği sonucu çıkar ki bu, hiçbir akıllının söylemeyeceği 'bir muhaldir. Bu iki kısım bâtıl olunca, "vücûb alâ'llah" (bir şeyin Allah'a vacip olduğu)na hükmetmenin bâtıl olduğu sabit olur.

İkinci delil: Tevbe'yi yapıp yapmamaya nisbetle kulun kadir olması, ya eşit olur, veya eşit olmaz. Eğer bu kudret eşit olursa, tevbe'yi yapmak yapmamaya, ancak bir müreccih sebebiyle üstün gelebilir. Sonra bu müreccih, bir ihdas ve icad eden tarafından meydana gelmezse, o zaman Yaratıcı'nın yokluğu gerekir. Eğer bu müreccih kul tarafından meydana gelirse, taksîm tekrar döner (başa dönülmüş olur). Eğer bu müreccih Allah tarafından meydana gelmişse, bu durumda kul tevbe etmeye, ancak Allah'ın yardımı ve güç-kuvvet vermesiyle yönelebilmiştir. Bu sebeple kulun tevbesi, Allah tarafından kuluna bir in'âm olmuş olur. Allah'ın kuluna in'âmda bulunması, ona yeniden in'âm ve ihsanda bulunmasını gerektirmez. İşte bu sebeple, kuldan tevbenin sudur etmesi, Allah'a o tevbeyi kabul etmesinin vacip olmasını gerektirmez. Ama, kulun kadir olması, bir şeyi (tevbeyi) yapıp yapmamaya elverişli olmazsa, işte bu durumda da "cebr" kaçınılmaz olur. Böyle olunca da, "vücûb alâ'llah"a hükmetmek, apaçık bâtıl ve fasit olmuş olur.

Üçüncü delil: Tevbe, geçmişe (yapılan işe) pişman olup, gelecekte onu bir daha yapmamaya kesinkes karar vermekten ibarettir. Pişman olmak ve karar vermek ise, istemek ve istememek kabilindendir. İsteyip istememek ise, kulun ihtiyarı ile meydana gelmez. Aksi halde kul, bunları meydana getirme hususunda başka bir "irade"ye muhtaç olur; böylece de "teselsül" gerekmiş olur. Durum böyle olunca da, bu pişmanlığın ve karar vermenin meydana gelip vücûd bulması, sırf Allah'ın yaratmasıyla olur. Allah'ın bir şeyi yapması, kendisine başka bir şeyi meydana getirmesini vacip kılmaz. İşte böylece de "vücûb alâ'llah"a hükmetmenin bâtıl ve yanlış olduğu sabit olmuş olur.

Dördüncü delil: Mu'tezile'nin görüşüne göre tevbe, kulun ihtiyarıyla meydana gelen bir fiildir. Binaenaleyh, eğer bu, "vücûb alâ'llah"ın illeti sayılırsa, o zaman kulun fiili Allah'ın zat ve sıfatlarında müessir olmuş olur ki, bu hiçbir akıllı kimsenin söyleyeceği bir şey değildir.

Mu'tezile'nin istidlal ettikleri hususa vereceğimiz cevap da şudur: Allahü teâlâ mü'minlerin tevbesini kabul edeceğini vaadetmiştir. Allah bir şeyi va'adedip, vaadinden cayması da muhal olunca, işte bu bir nevi "vücûb"a benzemiş olur. İşte bu açıklamaya göre, lafza-i Celâle'nin başına (......) kelimesinin getirilmesi doğru ve yerinde olmuş olur. Bu sebepte de, Hak teâlâ'nın "Allah katında (makbul olan) tevbe..." buyruğu ile O'nun, "İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" buyruğu arasındaki fark ortaya çıkmış olur.

Eğer, "Allahü teâlâ ievbenin kabulünden haber verip, Allahü Teâlâ'nın vukuundan haber verdiği her şeyin meydana gelmesi de vacip olunca, o zaman sizin, Allah'ın fâil-i muhtar olmadığını kabul etmeniz gerekir" denilirse, biz deriz ki:

Bir şeyin meydana geldiğini haber vermek, o şeyin hasıl olmasına bağlıdır. Meydana gelme de, onu meydana getirene tâbidir. Tâbi olan (ikinci derecede bulunan), "asi" olanı değiştiremez. Bu sebeple O, bu meydana getirme hususunda Fail-i Muhtar olmuş olur. Ama siz ise, tevbenin tevbe olması bakımından meydana gelişinin, o tevbeyi kabul etmenin Allah'a vacip olması hususunda müessir olduğuna hükmediyorsunuz. Bunu ise, hiç kimse söylemez. Böylece fark, ortaya çıkmış olur.

Bilmeyerek Günah İşleyenlerin Tevbesi Makbuldur

Allahü Teâlâ bu tevbenin kabulünü iki şarta bağlamıştır: Bunlardan biri, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kötülüğü ancak cahillik sebebiyle yapacakların. buyruğudur. Bu ifâde hakkında da şu iki soru vardır:

a) Günah olduğunu bilmeden bir kimse bir günah işlerse, o kimse herhangi bir cezaya müstehak olmaz. Çünkü bilmeden işlenen şeylerin günahı ve cezası, bu ümmetten kaldırılmıştır. İşte bundan dolayı, bilmeden günah işleyen kimselerin, tevbe etmelerine ihtiyaç yoktur.

b) Âyette geçen (......) kelimesi, hasr içindir. Binâenaleyh, âyetin zahiri günah olduğunu bilerek bir kötülüğü yapmaya yeltenen kimselerin, tevbelerinin kabul edilmemesini gerektirir. Halbuki bu ise, icmâ ile bâtıl ve geçersizdir.

Bilmeyerek Yapılan Günah, Sorumluluğa Yol Açar mı?

Birinci soruya cevap: Yahudi, yahudiliği, onun bir günah olduğunu bilmediği halde seçmiş, tercih etmiştir. Ama ne var ki o, bundan dolayı bir cezaya müstehaktır.

Bilerek Günah İşleyenlerin Tevbesi Makbul Olmaz mı?

İkinci soruya cevap: Günah olduğunu bilmemekle beraber, bir günah işleyen kimsenin durumu, günah olduğunu bilerek onu işleyen kimsenin durumundan daha hafiftir. Hal böyle olunca vücûb olma hali, bir va'ad ve kerem vücûbu olmak üzere, hiç şüphesiz birinci kısımdaki kimselerin tevbelerinin kabulüne tahsis edilmiştir. İkinci kısımdakilerin günahları daha ağır olunca, hiç şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, tevbelerinin kabul edilmesi hususunda böyle bir te'kîde yer vermemiştir. Böylece bu âyet, işte bu yönden de tevbeleri kabul etmenin Allah'a vacip olmadığına delâlet etmiş olur.

Tevbenin Kabulünün İlk Şartı Cehalet

Bu iki soruya verdiğimiz cevapları iyice anladıysan, şimdi biz, bu ifâdede yer alan "cahillik" kelimesinin tefsiri hususunda müfessirlerin zikretmiş olduğu görüşlere geçebiliriz.

Birinci görüş: Müfessirler şöyle demektedirler: Allah'a isyan eden herkes, câhil; yaptığı o fiil ise, cehalet diye adlandırılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hazret-i Yusuf'tan bahsederken, "... Onlara meyleder, câhillerden olurum" (Yusuf, 33) buyurmuştur. Yine O, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'tan naklederek, Yusuf'un, kardeşlerine "Siz (henüz) cahil kimseler iken Yusuf'a ve kardeşine neler yapağınızı biliyor musunuz?" dedi" (Yusuf, 89) dediğini buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, "(Allah da şöyle) buyurdu: "Ey Nuh, o katiyyen senin âilenden değildir. Çünkü o(nun işlediği) salih olmayan bir iştir. O halde bilgin olmadığı birşeyi benden isteme. Seni câhillerden olmaktan bihakkın men ederim" (Hûd, 46) ve "Allah size muhakkak bir inek boğazlamanızı emrediyor" demişti de, onlar, "Bizi eğlence mi ediniyorsun?" demişti. Musa da, "Ben cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım" demişti" (Bakara, 67) buyurmuştur. Bazan, efendi kölesine, kölesinin yaptığı bir işten dolayı onu kınarken, "Ey câhil, niye şöyle şöyle yaptın?" der. Rabb'ine isyan eden kimseye câhil denilmesinin sebebi şudur: Şayet bu kimse, kendisinde mükâfaat ve cezanın ne olduğu hususundaki bilgisini kullanmış olsaydı, bu günahı işlemez, ona yeltenemezdi. Binâenaleyh, o bu ilmini kullanmayınca, sanki hiç ilmi yokmuş gibi olur. İşte bu sebepten dolayı da, Rabb'ine isyan eden kimseye câhil denilir. Bu izaha göre, insanın yaptığı şeyin, günah olduğunu bilerek veya bilmeyerek işlediği her masiyyet ve günah cehalet mefhumuna dahildir.

İkinci görüş: İnsanın, yaptığı şeyin günah olduğunu bildiği halde, onun cezasının miktarının ne kadar olacağını bilmeyerek işlemiş olduğu günahlardır. Nitekim biz insanın, neticesinde meydana gelecek olan belâ ve musîbetterin miktarını bilmediği halde, yaptığı şeyin, yapılmaması gereken bir şey olduğunu bilerek o günahı yapmaya yellenip, onu yaptığında bu kimseye, mecazî olarak, "O, ne yaptığını bilmiyor" denildiğini biliyoruz.

Üçüncü görüş: Bundan murad, insanın, günah olduğunu bilmeyerek ve fakat onun bir günah olduğunu bilmesinin mümkün olması şartıyla bir günah işlemesidir. Buna göre o kimse de, cezaya müstehak olur. İşte bu sebepten dolayı biz, yahudinin, yahudiliğin bir günah olduğunu bilmemekle beraber, onun bir günah ve masiyyet olduğunu bilebilmesinin mümkün olması sebebiyle, bir cezaya müstehak olacağı hususunda ittifak ettik. İşte bu, bir cezaya müstehak olmanın sübûtu hususunda yeterli derecede bir izahtır. Uyuyan ve yanılan kimse, bizim bu söylediğimizin dışında kalır. Çünkü bunlardan her biri de, (yapmaları halinde) çirkin bir fiil yapmışlardır, ancak bunların onun çirkin (kabîh) olduğunu bilmeleri mümkün değildir. Bu görüş, cehalet lâfzının ilk iki görüşte mecazî; bu görüşte ise hakikî manaya hamledilmiş olması bakımından, diğerlerine râcih ve üstün bir görüştür. Ama ne var ki bu görüşe göre, âyetin ifâde ettiği hükme ancak, yaptığının kötü ve günah olduğunu bilmeyerek onu irtikâb eden kimseler dahil olur. Bu kabîh fiili kasten işleyenler İse, âyetin ifâde ettiği hükme dahil olmayıp, bu kimselerin durumu, ancak kıyas yoluyla bilinir ki, bu kıyas da şudur: Yaptığının ne olduğunu bilmeden yapan bu câhile tevbe etmek vacip olunca, kasten bir kabahatte bulunan bir kimsenin tevbe etmesi, haydi haydi vacip olur. Tevbenin şartlarından birinci şart hakkında söyleyeceklerimiz bundan ibarettir.

Tevbenin Kabulünün İkinci Şartı: Çabucak Dönüş Yapma

Tevbenin ikinci şartına gelince ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra da çarçabuk (vazgeçip) tevbe edecek" buyruğudur. Alimler bu yakınlıktan maksadın, ölüm zamanının gelip çatması ile, ölüm korkularının bizzat müşahede ve aynelyakîn görülmesi olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Allahü teâlâ bu müddeti. şu sebeplerden dolayı yakın olarak adlandırmıştır:

a) Ecel, gelmekte olandır. Her gelmekte olan ise, yakındır.

b) İnsanın ömür müddetinin, her ne kadar insana uzun gelse dahi, kısa ve yakın olduğuna dikkat çekmek.. Çünkü, İnsanın ömür müddeti, ezel ve ebed tarafından kuşatılmıştır. Buna göre senin ömrün, bu iki tarafa nisbetle taksim edilip bölündüğünde, adeta yok gibi olur.

c) İnsan her an ölüm olayının başına gelmesini bekler. Durumu bu olan bir şey de, muhakkak ki yakın olarak vasfedilir.

Buna göre "Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesindeki (......) kelimesi hangi manayı ifâde ediyor?" denilirse, buna şöyle cevap verilir:

Bu, "ibtidâ-i gaye" manasını ifâde etmektedir. Yani, "Onun tevbeye başlaması günahta ısrar edenler zümresine dahil olmaması için, hemen günahın peşinde başlar" demektir. Günah işledikten hemen sonra ve de ölüm gelmeden önce değil de, günah işlemesinden çok zaman sonra tevbe eden kimselere gelince bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah katında (makbul olan) tevbe.. ve "İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" buyruklarıyla, tevbelerini kabul etmeyi zatına bir lütuf vücûbu kabul etmekle mükerrem kıldığı kulların dışında kalmış olur. Tevbeleri yukardaki şekilde meydana gelmeyen kimselerin ise Cenâb-ı Hakk'ın, Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" Tevbe, 102) buyruğundaki (olur ki. umulur ki, belki..) kelimesiyle tevbelerinin kabulü va'adedilen kimselerden olması. kendisine kâfidir. Şüphe yok ki, bu iki derece arasındaki fark apaçık olup herkesçe bilinir.

ifâdesindeki edatının "teb'îz" için olduğu da söylenmiştir. Yani, "Onlar yakın bir zaman içinde tevbe ederler" demektir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, isyanın meydana geldiği zaman ile, ölümün gelip çattığı zaman arasındaki müddeti, "yakın zaman" olarak adlandırmıştır. Bu sebeple insan, bu arada kalan zaman dilimlerinin herhangi bir diliminde tevbe ederse, bu yakın bir zamanda tevbe etmiş olur. Aksi halde o, uzak bir zamanda tevbe eden olmuş olur.

Bil ki Allahü teâlâ, bu iki şartı zikredince, "İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" buyurmuştur.

İmdi eğer "Cenâb-ı Hakk'ın "Allah katında (makbul olan) tevbe..." buyurduktan sonra, "İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" sözünün faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki bu hususta iki açıklama yapılmaktadır:

a) Hak teâlâ'nın, "Allah katında (makbul olan) tevbe...." sözü, tevbeleri kabul etmenin Allah'a, "mecbursun, yapacaksın" anlamında bir vücûb değil de, O'nun keremi, ihsanı ve fazlı gereği bir vücûb olduğunu bildirmektir. O'nun "İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" buyruğu ise, O'nun tevbeyi kabul edeceğini haber vermektir.

b) Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, "Bilmeyerek bir günah işleyip de, sonra da hemencecik ondan tevbe edip, o günahta ısrar etmeyi terkederek, istiğfarda bulunan kimseler hakkında, tevbe etmeye iletmek, ona irşâd etmek ve bu tevbe hususunda tevbe edenlere yardım etmek, ancak Allah'adır..." anlamındadır. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Durumu böyle olan bu kul, tevbe ettiğinde, Allah onun tevbesini kabul eder" demektir. Buna göre birinci ifadeyle, tevbeye muvaffak kılması; ikinci ifâdeyle de, yapılan tevbeyi kabul etmesi kastedilmiştir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir" buyurmuştur. Yani, "Allah kulun şehveti, gazabı ve cehaleti kendisini istîla edip bürüdüğü için bu masiyeti irtikâb etmiş olduğunu bilir; kulun vasfı bu olup, sonra da en yakın zamanda bu günahından tevbe ettiğinde, keremi ve lütfü gereği, o kimsenin tevbesini kabul etmesi hususunda hakîm'dir" demektir.

17 ﴿