21

"Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, öbürüne yüklerle vermiş olsanız bile, içinden bir şey almayın. Bir iftira ve açık bir günah olarak alır mısınız onu? Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize karılıp katıldınız? Onlar sizden kuvvetli bir teminat da aldılar...".

Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Âyetin Nüzul Sebebi

Allahü Teâlâ, önceki âyette, kadınların arayı açacak bir fuhuş işlemeleri halinde onlara zarar verme hususunda müsaade edince, bu âyette de fuhuş işleme halinin dışında onlara zarar vermenin haram olduğunu beyân buyurarak, "Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz" buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre, câhiliyyede bir kimse başka bir kadınla evlenmeyi arzu ettiğinde, bizzat kendi hanımına fuhuş iftirası atardı. Böylece kocası o kadını, yeni evlenmek istediği kadınla evlenme masrafını karşılamak için, ona daha önce mihir olarak verdiği şeyi fidye olarak geri vermeye (kadını "hull" yapmaya) zorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz... "buyurmuştur. Bu âyette geçen "kıntar" kelimesinden maksat, çok miktarda mal olup, bu kelimenin tefsiri, Cenâb-ı Hakk'ın "yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş..." (Al-i imrân 14) âyetinin izahında geçmiştir.

İkinci Mesele

Âlimler, bu âyetin "mihr"deki fiatların (mihr'in miktarının) artabileceğine delâlet ettiğini söylemişlerdir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) minberde iken, "Dikkat ediniz. Kadınların mihirlerini yüksek tutmayın" demiş, bunun üzerine bir kadın ayağa kalkarak, "Ey İbnu'l-Hattâb, Allah bize veriyor, sen ise mani oluyorsun.." diyerek bu âyeti okumuş. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, "Herkes Ömer'den daha fakîh!" demiş ve mihrin fiatlarının artırılmasının uygun olmayacağı görüşünden vazgeçmiştir. Bana göre âyette, "mihr"in fiatlarının artabileceğine dair bir delâlet bulunmamaktadır. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın "Öbürüne yüklerle vermiş olsanız bile" tabiri, O'nun, "Eğer oralarda (gökte ve yerde) Allah 'tan başka tanrılar olsaydı, onların ikisi de muhakkak ki harap olup gitmişti" (Enbiya, 22) buyruğunun, Allah'dan başka ilâhların bulunduğuna delâlet etmediği gibi, kadınlara mihr olarak çok mal verilebileceğine delâlet etmez. Netice olarak diyebiliriz ki, bir şeyi başka bir şeyin şartı yapmaktan, o şartın haddi zatında tahakkuk etmiş olması gerekmez. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Kimin bir yakını öldürülürsef öldürülenin ailesi, iki şeyi (diyet veya kısas) tercih etme arasında muhayyerdirler" Ebu Davud, Diyât, 4 (4/172); Müsned. 6/365. buyurmuştur. Hazret-i Peygamber'in bu hadis-i şerifinden öldürmenin caiz olduğu neticesi çıkmaz. Bazan bir kimse, "şayet ilâh cisim olsaydı, muhdes olurdu" der. Bu, doğru bir sözdür. Ama bundan "İlâh gerçek bir cisimdir" şeklinde bir hüküm çıkarmamız gerekmez.

Üçüncü Mesele

Bu âyete, erkeğin kadına mihir vermesi durumu da, vermemesi durumu da dahildir. Bu böyledir, çünkü erkek nikâh akdini, Allah'ın belirttiği şekilde, bu "mihr"e karşılık yapmıştır. Binâenaleyh, o erkeğin bu "mihr"i bizzat vermesiyle vermemesi durumu arasında bir fark yoktur.

Halvet-i Sahiha Mihir Vermeyi Gerektirir

Ebu Bekr er-Razî el-Cessâs, bu âyetle "halvet-i sahîha"nın mihri gerektirdiğine istidlal ederek şöyle demektedir: "Çünkü Allahü teâlâ, kocayı kadının mihrinden her hangi bir şeyi almaktan men etmiştir. Bu men' mutlaktır. "Halvet-i sahîha" olmadan önce, âyetle amel edilmemiştir Binâenaleyh, halvet-i sahîhadan sonra bu âyetle amel edilmesi gerekir." O, sözüne devamla şöyle demektedir: "Bunun, Hak teâlâ'nın "Eğer siz onları kendilerine temas etmeden önce bosar, (fakat daha evvelden) onlara bir mihir tayin etmiş bulunursanız, o halde tayin ettiğiniz mihrin yarısı onlarındır" (Bakara, 237) âyetiyle tahsis edilmiş olduğunun söylenmesi de caiz değildir. Zira, Sahabe dokunmanın tefsiri hususunda ihtilâf etmişlerdir. Meselâ Hazret-i Ali ve Hazret-i Ömer, bundan muradın "halvet-i sahîha" olduğunu söylerlerken, Abdullah İbn Mesûd, bunun cima olduğunu söylemiştir. Bu, hakkında ihtilâf edilnn bir husus olunca; bunun, bu âyetin umumîliğinden ötürü tahsis edilmiş olduğunu kabul etmek de imkânsız olur."

Cevap: Burada zikredilen âyet, Cenâb-ı Hakk'ın "Birbirinize karılıp katılmış iken, onu nasıl alırsınız ki?" buyruğunun delaletiyle, cimâ'dan sonraki durumla tahsis edilmiştir. Çükü "onların birbirlerine karılıp katılmaları", müfessirlerin ekserisine göre, "cimâ"dır. Bunun doğru olduğuna dair, ileride deliller getireceğiz.

Kötü Muamele Eden Koca, Ayrılırken Karısının Mihrini Eksiltemez

Kötü muamele, ya koca yahut da kan tarafından yapılır. Buna göre, eğer bu kötü muamele kocadan ise; o kocanın, karısının mihrinden herhangibir şey alması mekruh olur. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, öbürüne yüklerle (mihir) vermiş olsanız bile, içinden birşey almayın" hitabı, geçimsizliğin kocadan olması durumunda, o kocanın karısının mihrinden herhangi bir şey almaktan nehyedilmiş olduğu hususunda sarih bir âyettir. Sonra, eğer karıyla koca arasında "hûll" (fidye karşılığında kocanın kadını boşaması) akdi meydana gelmişse, tıpkı cuma namazı çin ezan vaktinde alış-veriş yapmanın yasaklanmış olması; yapılması halinde bu alışverişin geçerli olup bir mülkiyyet ifâde etmesi gibi, koca "hulf'un bedelini alabilir. Ama geçimsizlik kadından olursa, bu durumda kocanın, "hull" bedelini alması helâl olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, ".. ve onları kendilerine verdiğiniz (mihir)den birazını giderip (elegeçirmek) için, zorlamanız helâl olmaz..." (Nisa. 19) buyurmuştur.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Nasıl olur da bir iftira ve açık bir günah olarak onu alırsınız!" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Arapça'da "bühtan" kelimesi, bir kimsenin büyüklenerek, arkadaşının yüzüne söylemiş olduğu yalandır. Kelimenin asıl manası, bir kimse şaşakaldığında Arapların söylemiş olduğu tabirine dayanmaktadır. Buna göre "bühtan", cesametinden dolayı insanın şaşakaldığı bir yalandır. Sonra, butlanından dolayı şaşakalınan her bâtıl, bühtan diye isimlendirilmiştir. "Onda olmayan bir şeyi kardeşinin yüzüne karşı söylediğinde ona bühtanda bulunmuş olursun." hadisi de bu köktendir.

İkinci Mesele

Âyetteki "bühtan" kelimesi niçin mansub kılınmıştır? Bu hususta şu ihtimaller vardır:

a) Zeccâc, bu kelimenin "hal" makamında kullanılmış bir mefûl-ü mutlak olduğunu söylemiştir. Buna göre mana, "siz o malı, bühtan edici ve günaha girici olarak mı alırsınız?" şeklinde olur.

b) Keşşaf sahibi ise şöyle demektedir: "Bu kelimenin her nekadar hakîkatta bir sebep olmasa da, mefûl-ü leh olduğu için mansub olmuş olması da muhtemeldir. Bu, tıpkı senin "korktuğu için savaştan geri durdu" sözünde olduğu gibidir.

c) Bu kelime, başındaki harf-i cerr hazfedilmiş olduğu için mansub kılınmıştır ve bu, (bühtan ile) takdirindedir.

d) Burada bir hazif vardır ve takdiri, "O malı bir bühtan ve bir günah olarak alıyorsunuz" şeklindedir.

Mihirden Bir Şey Almanın "Bühtan" Diye Tavsif Edilmesinin Sebebi

Bu malın alınışına, "bühtan" denilmesi hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

1-Allahü teâlâ, bu mihrin verilmesini farz kılmıştır. Binaenaleyh kim onun geri verilmesini isterse, sanki "Bu farz değildir" demiş olur ve bundan dolayı bu bir bühtan olmuş olur.

2- Koca, nikah akdi yapılırken, o mihri o kadına teslim edip, ondan geriye birşey almayacağına garanti vermiştir. Binâenaleyh koca o malı geri alınca, ilk verdiği söz bir bühtan olmuş olur.

3- Biz, "câhiliyye Araplarının, hanımlarını boşamak istediklerinde, onlara iftira etmeleri adetlerindendi. Bundan dolayı kadın, kocasının böyle birşey yapmasından Korkup, kocasının verdiği mihri geri verme karşılığında, kendisini (nikahını) kocasından almak (hull' yapmak) istiyordu" dedik. İş genel olarak bu şekilde cereyan ettiği için, sanki karı kocadan herbiri, diğeri gibi sayılmıştır.

4- Allahü teâlâ, önceki âyette "Onları, kendilerine verdiğiniz (mehir)den birazını giderip (ele geçirmek) için zorlamayınız. Ancak arayı açacak bir fuhşu irtikâb etmiş maları müstesna" (Nisa, 19) buyurmuştur. Müslümanın zahirî hali, onun Allah'ın emrine muhalefet etmeyeceğini gösterir, Binâenaleyh böyle bir koca, hanımının - Tinden bir kısmını geri aldığında, onun bu alışı, hanımının apaçık bir fuhuş işlemiş buğunu ihsas ettirir. Gerçekte böyle bir şey olmadığı ve kocanın bu hareketinin de aslında böyle birşey olmadığı halde kadının fuhuş yaptığı manasına gelmesi bakımından, kocanın bu mal alışını bir bühtan (iftira) olarak isimlendirmek doğru olur.

Bu hususta bir başka izah da şöyledir: Kocanın bu malı alışı, kadının zatını bir tenkid ve onun malını haksız bir alıştır. Bundan dolayı bu hareket, bir yönden bir bühtan, bir yönden de bir zulümdür. Binaenaleyh büyük günahlardan biri olmuş olur.

5- Bühtan ve açık bir günahın ilahî cezası onlarca bilinmektedir. Buna göre Hak teâlâ'nın, "Nasıl olur da bir iftira olarak onu alırsınız!" buyruğunun manası, "Bühtanın (iftiranın) cezasını alır mısınız?" şeklindedir. Bu tıpkı, "Gerçekten, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar" (Nisa, 10) âyetinde olduğu gibidir.

Dördüncü Mesele

Hak teâlâ'nın, "Nasıl olur da onu alırsınız!" buyruğunun başındaki istifham, "Böyle şey olmaz" manasında istifham-ı inkârî olup, "Şer'an ve aklen kabîh (kötü ve çirkin) olduğu ortada iken, siz böyle bir şeyi nasıl olur da yaparsınız!" demektir.

Koca, Verdiği Mehri Kısmen de Olsa Geri Alamaz

Cenâb-ı Hak daha sonra, Onu nasıl alarsınız ki, birbirinize :arılıp katıldınız? Onlar sizden kuvvetli bir teminat da aldılar" buyurmuştur.

Bil ki Allahü teâlâ bu men edişin sebebi olarak şunları zikretmiştir:

1- Bu malı (mihri) geri alma, zımnen kadının açık bir fuhşa nisbet edilmesi manasını taşır. Binaenaleyh bu bir bühtan olmuş olur. Bühtan ise, büyük günahların belli başlılarındandır.

2- Bu, apaçık bir günahtır. Zira bu mal, o kadının hakkıdır. Binâenaleyh kim, bu zorlama ve şiddet gösterme yoluyla -ki bu bir zulümdür- kadının malını almaya uğraşırsa -ki bu da ikinci bir zulümdür - ve kadını güç durumda bırakırsa, hiç şüphesiz böylece bir zulümle diğer bir zulme yot arayan bu kimsenin bu hareketi apaçık bir günah olmuş olur.

3- Hak teâlâ'nın, "Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize karılıp katıldınız" âyetiyle beyân ettiği husus...

İfdâ Tabirinin İzahı

Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Burada geçen "genişlik" manasına gelen masdarındandır. Nitekim Araplar, bir yer geniş olduğu zaman, fiilini söylerler. Leys de, "Birisi birisine ulaştığında, denilir ki, bu "O, onun bosluğunda ve sahasında oldu" manasınadır" demiştir. Müfessirler, bu âyetteki "ifdâ"nın ne manaya geldiği hususunda şu iki görüşü zikrederler:

a) Buradaki "ifdâ", cima (cinsî münasebet)ten kinayedir. Bu, İbni Abbas, Mücâhid ve Süddî'nin görüşü olup, Zeccâc ve İbn Kuteybe'nin de tercihidir. Bu, aynı zamanda İmam Şafiî'nin görüşüdür, Çünkü Şafiî'ye göre, koca, hanımıyla hiç cinsi münasebette bulunmazdan önce onu boşarsa, aralarında bir halvet-i sahîha (tam bir başbaşa kalma) olsa dahi, koca mihrin yarısını alabilir.

b) "İfdâ", hanımıyla cinsî münasebette bulunmasa bile, kocanın onunla halvet-i sahihada kalması manasınadır. Kelbî, "ifdâ, ister cinsi münasebette bulunsun, ister bulunmasın, kocanın hanımıyla birlikte bir örtü (yorgan-yatak) içinde bulunmalarıdır" der. Bu, Ferrâ'nın tercihi olup, Ebu Hanîfe(r.h)'nin de görüşüdür. Çünkü halvet-i sahîha, mehrin verilmesini gerektirir.

Bil ki birinci görüş daha evlâdır. Buna şunlar da delâlet eder:

1- Leys, tabirinin, falanca adam, "falanca kadının boşluğunda ve sahasında oldu" manasına geldiğini söylemiştir. Bunun, hakikî manada ancak cima esnasında bulunacağı herkesin malumudur. Fakat cinsî münasebet (cima) bulunmadığı zaman, bu mana bulunmaz.

2-Allahü teâlâ, bunu taaccüb sadedinde zikredip, "Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize karılıp katıldınız!" buyurmuştur. Taaccüb ise, ancak bu ifdâ (karılıp katılma) ülfet ve muhabbetin meydana gelmesinde kuvvetli bir sebep olduğu zaman, tam ve yerinde olur. Bu kuvvetli sebep, sırf başbaşa kalmak değil, aksine cimâdır. Binaenaleyh "ifdâ" kelimesini, cima manasına almak gerekir.

3- Okadına "ifdâ" yapmanın, mutlaka kendisinde son bulacağı bir iş ile tefsir edilmesi gerekir. Çünkü harf-i cerri, intihâ-i gaye manasınadır. Fakat karı-koca arasındaki halvet-i sahîha böyle değildir. Zira sırf halvette, koca ile karıdan birinin fiili diğerine ulaşmış olmaz. Binâenaleyh âyetteki "Birbirinize karılıp katıldınız" ifâdesini, sırf halvet manasına almak imkânsızdır. Buna göre şayet, "Onlar bir örtü altında birbirleriyle sarmaş dolaş olduklarında, hiç şüphe yok ki aralarında bir ifdâ (karılıp katılma) meydana gelmiş olur. Binâenaleyh bunun yetmesi gerekir. Halbuki siz böyle demiyorsunuz" denilir ise, biz deriz ki: Burada hüküm veren olan iki kişidir. Birisi, mihrin ancak cima ile; diğeri ise sırf halvet ile olacağını söylüyor. Halbuki ümmet arasında, sarmaş dolaş olma sebebi ile mihrin gerekeceğini söyleyen hiç kimse yoktur.

Binaenaleyh bu görüş icmâ ile bâtıf olmuş olur. Bu durumda, âyetteki ifdâ (karılıp katılma) kelimesinin tefsiri hususunda geriye şu ikisinden birini söylemek kalır: Bu, ya cimâ veya halvet-i sahîha manasınadır. Açıkladığımız sebeplerden dolayı, bunun, "halvet" manasına olduğunu söylemek bâtıldır. Geriye, bundan muradın "cimâ" (cinsî münasebet) olması kalır.

4- Halvet olmadan, mehir kesinleşmez. Halbuki şeriat, mehrin kesinleşmesini karı ile kocanın birbirine "ifdâ"sına bağlamıştır. Âyetteki "ifdâ" ile, halvet mi cimâ mı murad edildiği meselesi karışıktır (net ve açık değildir). Bir meselede bir şüphe meydana geldiğinde, onu evvelki hali üzere bırakmak gerekir ki bu da, mehrin kesinleşmemesidir. İşte bütün bu izahlar ile Şafiî'nin mezhebinin daha tercihe şayan olduğu ortaya çıkmış olur. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Hak teâlâ'nın, "Onu nasıl alırsınız ki birbirinize karılıp katıldınız" buyruğu bir taaccüb (hayret) ifadesidir. Yani,

"Hangi sebep ve şeyden dolayı böyle yapıyorsunuz!" Çünkü o kadın, kendisini sana adamış, kendisini senin için ve istifâden için sunmuş ve aranızda tam bir ülfet (yakınlık) ve sevgi meydana gelmiştir. Aklı olan kimseye, o hanımına gönül hoşluğu ile verdiği mihirden, kendisine birşeyleri geri vermesini istemesi nasıl uygun düşer? Bu, hiç şüphe yok ki fıtratı bozulmamış ve dürüst kimselere kesinlikle uygun değildir" demektir.

Allahü teâlâ'nın, bu mehri geri istemeyi men edişinin sebebi olarak zikrettiği şeylerden dördüncüsü, "Onlar sizden kuvvetli bir teminat da aldılar" âyetiyle beyân ettiği husustur. Bu âyetteki "kuvvetli bir teminat" hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Süddî, İkrime ve Ferrâ şöyle demişlerdir: "Bu, insanların "Bu kadını seninle, Allah'ın erkeklerden kadınlar için aldığı, ya o kadını maruf (iyi) bir şekilde tutma veya güzel bir şekilde salıverme şeklindeki ahdi üzere evlendiriyorum" demelerindeki (teminattır). Halbuki erkek, hanımını mehri geri vermeye mecbur ettiğinde, hanımını güzel bir şekilde değil, ona kötülük ederek salıvermiş olacağı herkesçe malumdur.

b) İbn Abbas (radıyallahü anh) ve Mücahid, kuvvetli teminatın, mihre dayandırılmış nikah akdi olduğunu ve bunun kendisi ile, kadınların ferçlerinin helâlliğinin teminine çalışıldığı bir kelime (söz) olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kadınlar hakkında Allah'tan korkun. Çünkü siz onları Allah'ın birer emâneti olarak aldınız ve Allah'ın kelimesi (sözü) ile onların ferçlerini kendinize helâl kıldınız" Müslim, Hacc, 147 (2/889) (Veda Haccı hutbesinden...) demiştir.

c) Hak teâlâ'nın "Onlar sizden kuvvetli bir teminat da aldılar" buyruğu, "Onlar sizden, birbirinize karılıp katılmanız sebebi ile, kuvvetli bir teminat aldılar" demektir. Cenâb-ı Hak bu ahdi (teminatı), çok kıymetli ve önemli olduğu için, "kuvvetli" diye tavsif etmiştir. Âlimler şöyle derler: "Yirmi günlük beraberlik, akrabalık sayılır. Artık karı koca arasında meydana gelen birlik ve imtizaçtaki yakınlık derecesini varın düşünün."

Kadınlarla İlgili Beşinci Hüküm

21 ﴿