24

"(Harb esiri olarak) sağ etlerinizin mâlik olduğu kadınlar müstesna olmak üzre, diğer kocalı kadınlarda evlenmeniz de size haram edildi). (Bu haram kılmalar), üzerinize Allah'ın farzı olarak (yazılmıştır). Onlardan başkası tsef namuslu ve zinaya sapmayarak, mallarınızla ara(yıp nikâhla)manız üzere size helâl edildi. O halde onlardan hangisiyle faydalandıysanız, ücretlerini takdir edildiği şekil üzere verin. O mehrin mikdannı tayin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey hakkında size bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla bilendir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir"

âyetidir. Bu hususta birkaç mesele vardır:

"Muhsan" Kelimesinin Mânası

(......) kelimesi Arapça'da, muhafaza etmek, korumak, engel olmak anlamlarına gelir. (......) kelimesi de böyledir. Nitekim "muhafazalı, muhkem; içindekileri koruyan şehir" ve "Sağlam, iyi koruyan zırh" yani, "sahibini yaralanmaktan, yara-bereden koruyan, engel olan zırh" tabirleri kullanılmaktadır. Cenâb-ı Hak da, "Biz ona, sizin için, sizi savaşınızın şiddetinden korumak için giyecek (zırh) sanatını öğrettik" (Enbiya, 80) buyurmuştur ki, mânası "sizi koruması ve muhafaza etmesi için..." demektir. (......) kelimesi ise, kendisine, içindekilere kötülük yapmayı isteyenleri men edip engellediği için, muhkem, sağlam ve koruyan yer, mekân (kale) anlamına getir. Hâ harfinin kesresiyle olmak üzere (......) kelimesi, sahibi yok olmaktan koruduğu için, erkek at anlamına gelir. Hâ harfinin fethasıyla olmak üzere (......) kelimesi, tercini haramdan koruyup men ettiği için, iffetli ve namuslu kadınlar hakkında kullanılmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Namusunu muhkem bir kale gibi muhafaza eden İmrân kızı Meryem'i de..." (Tahrim, 12) buyurmuştur.

Bil ki, (......) kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de birkaç anlamda kullanılmıştır:

a)Hürriyet.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Namuslu ve hür kadınlara iftira atan..."(Nûr, 4) buyurmuştur. Baksana bir kimse, hür olmayan birisine iftira atsa, ona (had cezası olan) seksen değnek vurulmaz. Hak teâlâ'nın, 'O vakit (cariyelerin) üzerlerine, hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı vardır" ve "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiremezse.." (Nisa. 25) âyetleri de böyledir.

b) İffet ve namusluluk.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere.." (Nisa, 25); "Namuslu olup, zinaya sapmamış ve gizli dostlar da edinmemiş (insanlar) halinde.." (Maide, 5) ve "İrzını (bir kale gibi) koruyan o iffetli kızı da..(Enbiya. 91) buyurmuştur.

c) İslâm, müslüman olmak.. Hak teâlâ'nın, "Onlar evlendiklerinde..." (Nisa, 25) buyruğu da bu manadadır. Çünkü bu ifâdenin manalarından birisinin de, Onlar müslüman olduklarında..." şeklinde olduğu söylenmiştir.

d) Kadının evlenmesi.. Nitekim bir kadının kocası olduğu zaman, denilir. Hak teâlâ'nın, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar müstesna olmak üzere, diğer kocalı kadınlarca evlenmeniz de size haram edildi)" buyruğundaki muhsanat kelimesi, "evli ve kocalı kadınlar" demektir. Bu tabirden, evli kadınların murad edildiğinin delili ise şudur: Allahü teâlâ bu sözü bir önceki âyette haram kılınanlarla ilgili söze atfetmiştir. Binâenaleyh, bu ifâdede geçen muhsanat lâfzının, bir haram oluşa sebep olması gerekir. Bu kelimenin mânalarından olan "hürriyet", "iffet" ve "müslüman olma"nın, haramlık konusunda bir tesir ve payının olmadığı herkesçe malûmdur. Binaenaleyh, bundan muradın, "evli kadınlar" olması gerekir. Çünkü, kadının kocasının bulunması, o kadının başkasına haram olmasında müessirdir.

Bil ki, şu dört vecih, kelimenin dildeki aslî manasında müşterektirler ki, bu mâna da, "men etmek, korumak, engellemek"dir. Bu böyledir, zira biz ihsan kelimesinin manasının, men etmekten ibaret olduğunu zikretmiştik. Buna göre meselâ hürriyet. İnsanı, başkasının hükmünün kendisine nüfuz etmesine karşı koruyan bir sebeptir İffet, insanın, uygun olmayan şeyleri yapmasına mani olan bir sebeptir. İslâm da. nefsin ve şehvetin davet etmiş olduğu pekçok şeye karşı koruyan bir hususiyyettir. Koca da, karısını pek çok şeye karşı korur. Karı da, kocasını zinaya düşmekten korur, muhafaza eder. İşte bu sebepten dolayı Hazret-i Peygamber "Her kim evlenirse o, dininin üçte ikisini muhafaza altına almış olur" buyurmuştur. İşte böylece bütün bu vecihlerin hepsi, lügat manasına varıp dayanmıştır. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Vahidî şöyle demektedir: "Kıraat âlimleri, lâfzının okunuşu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Buna göre onlar bu âyetteki hariç, Kur'ân'ın tamamında bu kelimeyi sâd harfinin hem kesresi, hem de fethasıyla okumuşlardır. Çünkü onlar bu âyette; bu harfin fethâ ile "muhsenat" şeklinde okunacağı hususunda ittifak etmişlerdir Binâenaleyh, kim bu kelimeyi kesre ile okumuş ise, fiili kadınlara hamletmişlerdir. Yani, "İşte şu işler sebebiyle onlar müslüman oldular; iffetli olmayı tercih ettiler; evlenip kendilerini korudular" demektir. Bunu fetha ile okuyanlar fiili başkasına hamletmişlerdir. Yani, "Onları kocaları korudu.." demektir. Allah en iyi bilendir,

Zinakâr Zımmînin Cezası

Şafiî (r.h), dul veya evli olan zimmînin, zina etmesi halinde recm edileceğini söylerken, Ebu Hanife (r.h) ise recmolunmayacağını beyân etmiştir. Şafiî'nin delili şudur: Zina hadisesi, ihsan (evlilik) ile beraber bulunmuştur. Bu ise, zina edenin canının mubah olmasının illetidir. Binâenaleyh, onun kanını akıtmanın mubah olması gerekir. Bu sabit olunca, "kanının mubah olması" işinin, recm yoluyla gerçekleştirilmesi gerekir. Bizim "Zina hadisesi evlilik ile beraber gerçekleşmiştir" şeklindeki sözümüze gelince, bu şu iki hususun isbât edilmesine dayanmaktadır:

a) Zina hadisesinin meydana gelmiş olması ve bu hususta hiç bir şüphenin bulunmaması..

b) Evliliğin meydana gelmiş olması ve bulunması. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu, muhsanat kelimesinden kastedilenin evli kadınlar olduğuna delâlet eder. Bu kadın da evlidir, o halde o da "muhsana"dır. Böylece bu zinanın "ihsân-(evlilik)" ile birlikte meydana gelmiş olduğu sabit olmuş olur. Biz, ihsan ile birlikte yapılan zinanın, bu fiili yapan kimsenin kanının mubah oluşunun illeti olduğunu söyledik. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Müslüman bir kimsenin kanı, ancak şu üç şeyden birisi sebebiyle helâl olur. Bunlardan birisi, ihsân'dan sonra zina tapmaktır" buyurmuş, ihsan (evlilik)dan sonra yapılan zinayı, müslüman kimse lakkında, onun kanını akıtmanın mubah olmasının illeti kılmıştır. Buna göre, bu lükmün mahalli (tatbik alanı) müslümandır. İllet ise, evlilikten sonra sırf zina yapmış olmaktır. Bunun delili ise, sadece illet manasını ifâde etmek için getirilmiş olan lâm harfidir. Bu konuda söylenecek en son söz şudur: Bu, müslüman hakkındaki hükümdür. Zira, ihsân'dan sonra zina yapmak, kanın akıtılmasının mubah oluşunun illetidir. Ancak ne var ki, onun müstüfrtan olması hükmün mahallidir. Hükmün mahallinin hususî oluşu, bu hükmün, mahallinin dışına taşmasına mani değildir. Aksi halde kıyas, tamamen bâtıl ve geçersiz olur. İllet ise, illet ifâde eden lamın başına gelmiş olduğu husustur. Bu da, ihsân'dan sonra zinanın mahiyetidir. Bu mahiyet, evli zımmî hakkında tahakkuk edince, onun hakkında kanının mubah oluşunun da tahakkuk etmesi gerekir. Böylece evli zımmînin kanının mubah olduğu sabit olmuş olur.

Sonra bu noktaya getirilen meselede şu iki yol söz konusudur: İstersek du kadar açıklamayla yetiniriz. Çünkü biz, zımmînin kanının mubah olduğunu iddia ediyoruz. Karşı taraf ise, bunu kabul etmiyor; binaenaleyh, (yaptığımız izahlarla) bu kimsenin kanının mubah olduğu delillendirilmiş oldu. Veyahut da şöyle deriz: Zımmînin kanının mübah olduğu sabit olunca, bunun recm yoluyla olması gerekir. Çünkü, bu ikisi arasında bir fark olduğunu söyleyen yoktur.

İmdi şayet, "Sizin söyledikleriniz, eğer zımmînin "muhsan" olduğuna delâlet ediyorsa, burada onun "muhsan" olmadığına delâlet eden bir husus vardır ki o da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Allah'a şirk koşan kimse "muhsan" değildir "sözüdür" denilirse, biz de deriz ki:

Bizim zikretmiş olduğumuz delillerle zımmî'nin muhsan; sizin zikretmiş olduğunuz şu haberle de, onun "muhsan" olmadığı sabit olmuştur. Biz deriz ki o, "evli kadın" manasında "muhsan", kendisine iftirada bulunan kimseye iftira cezası tatbik edilmez manasında "muhsan" değildir. Buna göre Hazret-i Peygamber'in "Allah'a şirk koşan kimse, "muhsan" değildir" hadisini, "yaptığı zinadan dolayı kendisine had cefası tatbik edilmez" manasına değil, "ona iftira atan kimseye iftira cezası, haddi uygulanmaz" anlamına hamletmek gerekir. Çünkü Hazret-i Peygamber bu kimseyi şirk ile vasfetmiştir ki, şirk bir cinayettir. Cinayetin peşinden zikredilenin ise, mutlaka bir ceza denilebilecek bir şey olması gerekir. Bizim, "Ona iftira atan kimseye, iftira cezâsı uygulanmaz" şeklindeki hükmümüz, bir ceza olmaya elverişli ve müsaittir. Ama, "Ona zina cezası uygulanmaz" şeklindeki hükmümüz, o kimse için bir ceza olmaya elverişli bir hüküm değildir. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber'in, "Allah'a şirk koşan kimse, 'muhsan" değildir" buyurmasından maksat, bizim zikretmiş olduğumuz husustur. Allah en iyi bilendir.

Dördüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "Diğer kocalı kadınlar.." buyruğu hakkında şu iki görüş vardır:

Birinci görüş: Bundan murad, "evli kadınlaradır. Böyle olması halinde'Cenâb-ı Hakk'ın, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin mâlik olduğu kadınlar müstesna..." sözü hakkında şu iki izah yapılır:

a) Kadın evli olduğunda, kocasından başkasına haram olur. Ancak, o kadın bir kimsenin mülkü (cariyesi) olursa, bu durumda o kadın, kendisine mâlik olan kimseye helâl olur.

b) Bu âyette zikredilen "milk-i yemin"den murad, nikâh mülkiyetidir. Buna göre mana, "kocası olan kadınlar size haramdır. Ancak, kocaları ile kendileri arasında, boşanmak suretiyle "beynûnet-i kübrâ" meydana geldiğinde, siz onlara yeni bir nikahla mâlik olabilirsiniz" şeklinde olmuş olur. Bu âyetin maksadı, insanları zinadan men etmek ve yeni bir nikah bulunmaksızın veya eğer kadın memlûke ise, milk-i yemin olmaksızın, onlarla cinsî temasta bulunmaktan men etmektir. Cenâb-ı Hak bunu "milk-i yemin" ile ifâde etmiştir, çünkü milk-i yeminlik, hem nikâh ile evlenilen kadınlar, hem de mülk olarak sahip olunan kadınlar hakkında söz konusudur.

İkinci görüş: Âyetteki (......) kelimesiyle kastedilenler, hür kadınlardır. Bunun delili ise, bu âyetten sonra gelen, Cenâb-ı Hakk'ın "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikâhla alacak bir bolluğa güç yetiştiremezse, o halde sağ ellerinizin malik olduğu mü'min cariyelerinizden (alsın)" (Nisa, 25) buyruğudur. Cenâb-ı Hak burada, "muhsanât"dan bahsetmiş, daha sonra da "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikâhla alacak bir bolluğa güç yetiştiremezse" (Nisa, 25) buyurmuştur. Böylece buradaki "muhsanat" ile kastedilen şey, orada kastedilenin aynısı olmuş olur. Orada "muhsanat" ile kastedilen hür kadınlar olduğuna göre, burada da bunlar kastedilmiştir.

Bu manaya alınması halinde, Hak teâlâ'nin, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar müstesna..." istisnası hakkında şu iki izah yapılabilir:

a) Bu ifâdeden maksat, "Allah'ın sizin için mülk kılmış olduğu sayı müstesna ki, bu sayı da dörttür" şeklinde olur. Buna göre de mana, "Allah'ın size mülk kılmış olduğu şu hür dört kadın hariç, bütün hür kadınlar size haram kılınmış olur" şeklindedir.

b) Hür kadınlar size haram kılınmıştır. Ancak Allah'ın, sizin kendilerine malik olduğunuzu belirttikleri hariç. Bu mâlik olma işi de, velî, şahitler ve dinde muteber olan diğer şartlar bulunduğunda tahakkuk eder. Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar müstesna..." ifâdesinin tefsiri hususunda söylenen birinci görüş, tercih edilen görüştür. Bunun böyle olduğuna O'nun, "Ki onlar ırzlarını koruyanlardır. Şu var ki zevcelerine, yahut sağ ellerinin mâlik olduklarına karşı müstesna" (Mü'minun, 5-6) âyeti de delâlet etmektedir. Allah milk-i yemini, zevceler ve cariyeler hakkında bulunan, sabit olan mülkten ibaret kılmıştır. Binâenaleyh, burada da bu manaya alınması gerekir. Zira Allah'ın kelâmını, yine O'nun kelâmıyla tefsir etmek doğruluk ve isabet derecesi en fazla olan tefsir şeklidir. Allah en iyi bilendir.

Esir Edilen Gayr-i Müslimlerin Nikahlarının Durumu

Âlimler, eşlerden birinin diğerinden önce esir alınıp, Dâr-ı İslâm'a getirildiğinde bu eşler arasında bir ayrılığın meydana geleceği husuf ada ittifak etmişlerdir. Ama ikisinin aynı anda beraberce esir alınmaları durumuna gelince, Şafiî (r.h), "Orada evlilikleri sona erer; eğer kocasından hamile ise çocuğunu doğurmak veya hayız olmak suretiyle "istibrâ"da bulunarak, kendisine mâlik olan kimseye helâl olur" demektedir. Ebu Hanife (r.h) ise, karı-kocalığın orada ortadan kalkmayacağını söyler.

Şafiî (r.h)'nin delili şudur: Hak teâlâ'nın, "Diğer kocalı kadınlar., ." tabiri, kocası olan kadınların haram olmasını gerektirmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk'ın, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar müstesna.." ifâdesi ise, mülkiyyetin meydana gelmesi sebebiyle haramlığın kalkıp, bunun yerini helâlliğin almasını gerektirir. Ebu Bekr er-Razî şöyle demektedir: "Eğer bu ayrılık, sırf mülkiyetin meydana gelmesiyle olmuş olsaydı, o zaman bu ayrılığın, cariyenin satın alınması, hibe olarak kabul edilmesi ve miras olunmasıyla da meydana gelmiş olması gerekirdi. Halbuki bunun böyle olmadığı malumdur." er-Razî el-Cessâs'a şöyle denebilir: "Sanki sen, tahsis edildikten sonra âmm olan ifâdenin, geriye kalanlar hakkında bir hüccet olduğunu duymadın öyle mı!" Hem yine, esir alınırken meydana gelen husus, onlar hakkında mülkiyet hakkının ihdas edilmesidir. Halbuki alışverişte ise, mülkiyyetin bir şahıstan başka bir şahısa intikâli söz konusudur. Binâenaleyh, birincisi daha kuvvetlidir. Böylece fark ortaya çıkmış olur.

Nikahlanmış Cariye Satılabilir mi?

Hazret-i Ali, Hazret-i ömer ve Abdurrahman İbn Avf'ın görüşüne göre, nikahlanmış bir cariye satıldığı zaman, o boşanmış olmaz. Bugün, fukahanın icmâı da bu şekildedir. Ubey İbn İbn Ka'b, İbn Mesûd, İbn Abbas, Cabir ve Enes (radıyallahü anh) ise, nikahlı cariye satıldığında onun boş olacağı görüşündedirler. Cumhurun delili şudur: Âişe (radıyallahü anhnha), Berîre'yi satın alıp onu azad ettiğinde, evli olan bu Berire'yi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) muhayyer bırakmıştır. Eğer alışveriş ile talâk vaki olmuş olsaydı, bu muhayyer bırakmanın bir anlamı olmazdı. Âlimlerden Berire hadisesi hakkında, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Cariyenin satılması, onun talâkıdır" buyurduğunu da söyleyenler vardır. Ubeyy İbn Ka'b ile İbn Mesûd'un delili ise Hak teâlâ'nın, "(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin mâlik olduğu kadınlar müstesna olmak üzere.." buyruğundaki istisnanın umûm olmasıdır. Bunun cevabının neticesi de, Kur'ân'ın umûm ifâdesinin haber-i vahidle tahsis edilmesi meselesine dayanır. Allah en iyisini bilendir.

Sonra Allahü teâlâ, bu haram kılınan kadınlar bahsini "Üzerinize Allah'ın farzı olarak (yazılmıştır)" diyerek bitirmiştir. Bu hususta şu iki izah vardır:

a) Bu, fiilinin lâfzından olmayan te'kîdî bir mef'ul-ü mutlaktır. Zira Allahü teâlâ'nın "Size haram kılındı." (Nisa, 23) ifâdesi, yazma manasına da delâlet eder. Buna göre, bu kelamın takdiri "Daha önce zikredilmiş olan nikahı haram kadınların haramlığı, Allah'ın bir farzı (yazısı) olarak farz kılındı (yazıldı)" şeklindedir. Mef'ul-ü mutlakın, fiilinin lâfzından başka bir lâfız üzere gelişinin misalleri çoktur. Bunun bir misali, "Sen dağlan görür, yerlerinde durur sanırsın. Halbuki onlar, bulutların geçip gidişi gibi geçer giderler. (Bu), Allah'ın sanatıdır" (Neml, 88) âyetindeki gibidir.

b) Zeccâc şöyle demiştir: "Bu (kitab) kelimesinin, (mahzuf) emrin mef'ûlü olarak mansub olması caizdir. Bu durumda ifâdedeki (üzerinize) kısmı, o emrin açıklayıcısı olur ve mana "Allah'ın kitabına yapışın" şeklinde olur.

Sonra Hak teâlâ, "Onlardan başkası ise size helâl edildi " buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza, Kisâî ve Âsım'ın râvisi Hafs, bu fiili daha önceki "Size haram kılındı" (Nisa, 23) âyetine atfetmek için, meçhul olarak şeklinde; diğer kıraat imamları ise, sözüne atfetmek için, malum sîga ile (Allah helâl kıldı) şeklinde okumuşlardır. Bu ikinci okuyuşun takdiri şu şekilde olur: "Allah, size bu şeylerin haramlığını yazdı ve bunların dışındakileri size helâl kıldı."

İkinci Mesele

Hak teâlâ'nın, "Onlardan başkası ise size helâl edildi" buyruğunun zahiri, burada zikredilen kadınların dışında kalan kadınların nikâhının helâl olduğunu gösterir. Fakat deliller, bunların dışında kalan bazı kadınların da nikahının haram olduğuna delâlet etmektedir. Şimdi biz onları zikredeceğiz:

Kuranın Genel Hükmünün Haber-i Vahidle Tahsis Edilmesine İtiraz

Birinci kısım: Bir kadın, halası ve teyzesi ile aynı anda bir adamın nikâhında bulundurulamaz. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kadın teyzesi ve halasının üzerine nikah edilemez (alınamaz)" Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37, 39. (H/1029, H/1030). buyurmuştur. Bu "meşhur" ve "müstefiz" bir hadistir. Bu hadisin, tevatür derecesine ulaştığı da çok kez söylenmiştir.

Haricîler "Bu, bir haber-i vahiddir. Kur'ân'ın umumî manadaki âyetini, haber-i vahid ile tahsis etmek caiz değildir" diye iddia etmişler ve görüşlerine şöyle deliller getirmişlerdir:

a) Âyetin umumî manası, metni kesin ve delâleti (manası) zahir (açık) olandır. Haber-i vahidin ise metni zannî ve delâleti zahirdir. Binaenaleyh haber-i vâhid, Kur'ân'ın (ayetin) umûmî manasından daha zayıf olmuş olur. Bu sebeple haber-i vahidi, Kur'ân'ın umumîliğine tercih etmek, daha zayıf olanı daha güçlü olana takdim etmek olur ki bu caiz değildir.

b) Meşhur hadislerden biri de Muâz (radıyallahü anh)'ın hadisidir. O, haber-i vahidin şu iki bakımdan Kur'ân'ın umûmî manasına takdim edilmesini engellemiştir:

Birincisi: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, "Ne ile hüküm verirsin?" dediğinde O, "Allah'ın kitabı ile..." cevabını vermiştir. Resûlullah, "Ya onda bulamazsan..?" dediğinde, Muaz (radıyallahü anh) "Allah'ın Resulünün sünneti ile..." cevabını vermiş ve Allah'ın kitabına sarılmayı, Resulullah'ın sünnetine sarılmadan önce zikretmiştir. İşte bu da, sünnetin Kurân'a takdim edilmesine manîdir.

İkincisi: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ona "Ya onda bulamazsan?." dediğinde. O, "Allah'ın Resulünün sünneti ile..." cevabını vermiş ve sünnete sarılmayı, şart manasına olan (Eğer bulamazsan) kelimesi ile, o şeyin Kur'ân'da bulunmaması şartına bağlamıştır. Şarta bağlı olan şey, şart bulunmadığı zaman söz konusu olmaz.

c)Bir meşhur hadis de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Size benden bir hadis rivayet edildiğinde, onu Allah'ın kitabına arzedip (ölçün). Eğer ona uygun düşerse, o hadisi kabul edin. Aksi halde reddedin" Tenzîhu's-Şeria, 1/264. hadis-i şerifidir. Bu hadis de, haber-i vahidin ancak Allah'ın kitabına uygun düştüğü zaman kabul edilebileceğini gösterir. Binâenaleyh halalar ve teyzelerle ilgili hadis, Kur'ân âyetinin zahirine muhalif olduğuna göre, kabul edilmemelidir.

d) Hak teâlâ'nın, "Onlardan başkası ise, size helâl kıtındı" buyruğu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kadın, teyzesi ve halasının üzerine nikah edilemez, (alınamaz)" hadisi ile mukayese edildiğinde, şu üç şeyden biri söz konusu olur:

Birincisi, âyetin bu hadisten sonra nazil olduğunun söylenmesidir. Bu durumda âyet, hadisi neshetmiş olur. Çünkü hâs bir ifâdeden sonra gelen umûmî bir ifâdenin, hâs (hususî manadaki) ifâdeyi neshedeceği sabittir.

İkincisi, bu hadisin âyetten sonra söylenmiş olmasıdır. Bu da, Kur'ân'ın haber-i vâhid ile neshedilmiş olmasını gerektirir ki caiz değildir.

Üçüncüsü, her ikisinin de aynı anda söylenmiş olmasıdır ki bu durumda âyet, tek başına müteşabih olmuş olur. Böylece de hüccet getirilecek yer, hem âyet hem de hadis olur. Masum olan bir peygamberin, hücceti iyice ortaya koymaya gayret etmeyip de, şüpheyi ortaya koymaya gayret etmesi uygun düşmez. Binâenaleyh Allah'ın Resulüne, bu âyeti, ancak bu hadisle birlikte duyurması ve ümmetine bu âyeti ancak bu hadisle birlikte tebliğ etmelerini vacip kılması gerekirdi. Durum şayet böyle olsaydı, o zaman bu hadisin âyet kadar meşhur olması gerekirdi. Durum böyle olmadığına göre, bu kısmın da bozuk olduğunu anlarız.

e) Bu hadisin sahîh olduğu kesin olarak tesbit edilse bile, âyeti delil getirmek, hadisi delil getirmekten daha tercihe şayandır. Bunu da şu iki şekilde izah edebiliriz:

Birincisi: Hak teâlâ'nın, "Size haram kılındı" (Nisa, 23) buyruğu haram oluşu gösteren açık bir nass (âyet) olduğu gibi, "Onlardan başkası ise, size helâl kılındı" (Nisa. 24) âyeti de, helâl oluşu göstermede sarîh bir nastır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kadın, teyzesi ve halasının üzerine nikahlanmaz (alınmaz)" sözü ise, açık bir nass (delil) değildir. Çünkü bu sözün zahiri, bir haber cümlesidir. Haber cümlesini, emir ve nehiy manasında almak mecazidir. Hem sonra bu durumda, nehiy lâfzının haramlığa delâlet etmesi, "Helâl kılındı" ifadesinin, mübahlığa delâlet etmesinden daha zayıftır.

İkincisi, Hak teâlâ'nın, "Onlardan başkası ise, size helâl kılındı" sözü, bu âyetlerde sayılan kadınların dışında kalanların nikahının helâlliğini ifâde etmede sarîh bir sözdür. Hazret-i Peygamber'in "Kadın, teyzesi ve halasının üzerine nikahlanmaz (alınmaz)" buyurması herkes hakkında sarih değildir. Aksine bunun daha önce geçmiş olan "mahud" (bilinen) şeylerle ilgili olması daha açıktır.

f) Allahü teâlâ bu âyetlerde, haram olan kadınların nevilerini açıklamış ve onları onbeş nevi olarak zikretmiş, sonra da bu eksiksiz izah ve tam açıklamadan sonra, "Onlardan başkası ise, size helâl edildi" buyurmuştur. Eğer bu helâllik daha önce zikredilenlerin dışında kalanlar hakkında olmasaydı, bu mükemmel izah bir abesle iştigal ve boş söz olurdu ki, bu da hakimler hakimi olan Allah kelâmına yakışmazdı. Bu konudaki çeşitli sorular işte bundan ibarettir.

Mezkûr İtirazın Çürütülmesi

Bunlara şu şekillerde cevap verilir:

Birincisi: Hasan et-Basrî ve Ebu Berter el-Esamm'ın söylemiş olduğu şu husustur; "Allahü teâlâ'nın, "Onlardan başkası ise, size helâl edildi" buyruğu, devamlı bir helâlliğin bulunduğunu ifâde etmez." Bu görüş, bu konuda bana göre en doğru olan görüştür. Bunun delili ise şudur; Hak teâlâ'nın, "Onlardan başkası İse, size helâl edildi" sözü, yukarda zikredilenlerden hariç olanların helâl olduklarını haber veren bir ifâdedir. Bu ifâdede, yukarda zikredilenlerin dışında kalanların helâllıklarının devamlı olup olmadığı hususu açıklanmamıştır. Bunun devamlılık ifâde etmediğinin delili ise şudur: Bu mefhumun, hem ebediliğe (devamlı oluşa) hem de ebedî olmamaya taksim edilebilmesidir. Bu sebeple bazan "Onlardan başkası ise, size ebedî olarak helâl kılındı" denilirken; bazan da, "Onlardan başkası ise, size falanca vakte kadar helâl kılındı" denilir. Şayet Hak teâlâ'nın, "Onlardan başkası ise, size helâl kılındı" buyruğu, açıkça bunun ebedî olarak helâl olduğuna delâlet etseydi, böyle bir taksim mümkün olmazdı. Bir de, Cenâb-ı Hakk'ın bu sözü ancak daha önce zikredilen kadınların dışındakilerin helâl kılındığını ifade etmektedir. Akıl açıkça, "helâl kılmanın", "ebedî olarak helâl kılma" ve "belli bir zaman için helâl kılma"dan daha umûmi olduğuna şehâdet etmektedir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğu ancak, daha önce zikredilenlerin dışındaki kadınların bu vakitte helâl olduklarını gösterir. Onların diğer vakitlerde helâllıklarının sabit oluşuna gelince, âyetin lâfzı ne müsbet ne de menfi manada bundan bahsetmemektedir. Daha önce zikredilenlerin dışındaki kadınların şu anda helâl oldukları sabit ve bilinen bir husustur. Bundan sonra, onlardan bir kısmı hakkında haramlık hükmünün söz konusu olması ise, bu nassı ne tahsis ne de nesheder. İşte bu son derece ma'kul ye yerinde olan güzel bir izahtır.

İşte bu yolla biz yine diyoruz ki, Hak teâlâ'nın "Size analarınız... haram kılındı" (Nisa, 23)âyeti, devamlı olarak haramlığı gösteren bir nass değildir. Çünkü biz bu devamlılığı, âyetin bu lâfzından değil, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dininden tevatür yoluyla öğrendik. Bu konuda itimâda şayan cevap işte budur.

İkincisi: Biz, bir kadın ile, halası ve teyzesinin aynı nikah altında bulundurulmasının haram oluşunun âyette zikredilmemiş olduğu görüşünü kabul etmiyoruz. Bunu şu iki şekilde izah ederiz:

a) Allahü teâlâ. iki kız kardeşin birlikte alınmasını haram kılmıştır. Bunların iki kız kardeş oluşları, bu haramlığı gerektiren bir husustur. Çünkü kız kardeşlik, yakın olan bir akrabalıktır. Yakın akrabalığa fazla ilgi, şefkat ve ikram uygun düşer. Kız kardeşlerden birinin, diğerinin kuması olması çok büyük bir nefret ve soğukluğu gerektirir. Bu iki durum arasında, büyük bir nefret vardır. Böylece, kumalardan birinin diğerinin kız kardeşi olmasının, aynı anda bir nikah altında bulundurulmalarının haram oluşu hükmüne münasib ve uygun olduğu sabit olur. Usûl-ü Fıkıh'ta şu husus yer almıştır: Bir hükmün, kendisine uygun bir vasıfla zikredilmesi, lâfız bakımından o hükmün, o vasfa bağlanmış olduğuna delâlet eder. Bu sebeple Allahü teâlâ'nıh, "Ve iki kız kardeşi birlikte almanız (da haram kilindi)" (Nisa, 23) buyruğu, yakın akrabalığın, (yakın akraba olan kadınları) bir nikah altında bulundurmaya manî olduğuna delâlet eder. Bu yakın akrabalık, kadın ile halaları ve teyzeleri arasında da vardır. Binâenaleyh iki kız kardeş hakkındaki bu hüküm, delâlet yoluyla, hala ve teyzeler hakkında da söz konusudur. Hatta bu hükmün, halalar ve teyzeler hakkında olması daha evlâdır. Zira hala ve teyze, erkek ve kız kardeşlerin kızlarının (yeğenlerinin) anneleri mesâbesindedirler. Bu kızlar ise, hala ve teyzelerin çocukları mesâbesindedirler. Bu akrabalığın zarar vermemeyi gerektirmesi, kız kardeşlikten dolayı olan akrabalığın, zarar vermemeyi gerektirmesinden daha kuvvetlidir. Bundan dolayı, Hak teâlâ'nın "Ve İki kız kardeşi birlikte almanız (da haram kılındı)" (Nisa. 23) âyeti, hala ve teyzelerin, yeğenleri ile aynı nikah altında bulundurulmalarına öncelikle mâni olur.

b) Cenâb-ı Hak, hanımların anneleri ile evlenmenin haram olduğunu açıkça belirterek, "Ve karılarınızın anaları da (size haram kılındı)" (Nisa, 23) buyurmuştur. "Anne" (Ümm) lâfzı, bazan hala ve teyze için de kullanılır. Halaya, "anne" denilebildiğinin delili şudur: Allahü teâlâ, Hazret-i Ya'kub (aleyhisselâm)'un çocuklarını anlatırken "(Onlar), "Senin Tanrına ve babaların İbrahim'in, İsmail'in ve İshâk'ın bir tek Tanrısı olan Allah'a ibadet edeceğiz. (dediler)" (Bakara. 133) buyurmuş ve amca olduğu halde Hazret-i İsmail hakkında "baba" kelimesini kullanmıştır. Amcaya "baba" denilince, halaya da "anne" denilebilmesi gerekir. Teyzeye "anne" denilmesine gelince, buna da Hak teâlâ'nın, "O, ebeveynini tahtının üstüne çıkarıp oturttu" (Yusuf. 100) âyetidir. Buradaki ebeveynden murad, Hazret-i Yusuf'un babası ile teyzesidir. Çünkü o esnada onun annesi ölmüş idi. Binaenaleyh söylediğimiz bu şeylerle, halaya ve teyzeye de bazan "anne" denilebildiği sabit olur. Bundan dolayı âyetteki, "Ve kanlarınızın anaları.." tabiri, bazı bakımlardan kadının halasına ve teyzesine şamil olur.

Bunu anladığın zaman biz deriz ki, Hak teâlâ'nın "Onlardan başkası ise, size helâl edildi" buyruğu ile ister açıkça, isterse celî veya kapalı bir delâletle zikredilmiş olsunlar, bu ifâdeyle, nikâhlarının haram olduğu zikredilmiş olan kadınlar kastedilmiştir. Durum böyle olunca halalar ve teyzeler, zikredilmiş kadınların dışında kalmazlar.

Üçüncüsü: Haricîlerin üçüncü şüphelerine cevap olarak deriz ki: Hak teâlâ'nın, 'Onlardan başkası İse, size helâl edildi" buyruğu 'âmm (genel) bir ifâdedir. Hazret-i Peygamber'in "Kadın, teyzesi ve halasının üzerine nikahlanmaz" hadisi ise, hâs (özel) bir ifâdedir. Hâs olan ise, 'âmm olandan önce gelir. Sonra, burada iki yol bulunmaktadır: Bazen biz, "Bu hadis, şöhret bakımından tevatür derecesine ulaşmıştır. Kur'ân'ın umumî hükümlerini mütevâtir hadisle tahsis etmek caizdir" diyoruz. Bana göre bu izah, hak olan bir hususta inatlaşma ve diretme gibidir. Çünkü bu hadis, zamanımızda meşhur derecesine varmışsa da, ancak ne var ki aslında ahâd rivayetlere dayanınca, ahâd hadisler babında ve kısmında olmaktan çıkmamıştır. Biz bazen de şöyle deriz: Kur'ân'ın umumî hükmünün, haber-i vahidle tahsis edilmesi caizdir. Bunun izahı, usûl kitaplarında zikredilmiştir. Bu konuda söylenebilecek sözün tamamı işte budur. Bize göre cevap konusunda kendisine İtimad edilecek olan birinci görüştür.

İkinci kısım: Bu genel hükme dahil olan tahsisli hususlardan biri şudur: Üç talakla boşanmış olan kadın helâl değildir. Ancak ne var ki bu tahsis, Cenab-ı Hakk'ın, "Yine erkek, zevcesini (üçüncü defa olarak) boşarsa, ondan sonra kadın kendinden başka bir erkeğe nikahlanıp varıncaya kadar ona (o birinci kocasına) helâl olmaz" (Bakara, 230) âyetiyle sabit olmuştur.

Üçüncü kısım: İddet bekleyenleri nikahlamak da haramdır. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın "Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç hayız (ve temizlenme) müddeti beklerler" (Bakara, 228) âyetidir.

Dördüncü kısım: Hür bir kadınla evli olan kimsenin, câriye ile evlenmesi caiz değildir. Bu, ittifakla böyledir. Şafiî'ye göreyse, hür kadın ile evlenmeye maddi gücü olan kimsenin, cariyeyi nikahlaması caiz değildir. Bu tahsisin delili de Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiştiremezse, o halde sağ ellerinizin mâlik olduğu mü'min cariyelerden (alsın)" (Nisa, 25) âyetidir. Bu âyetin bu neticeye delâlet ettiğinin izahı ilerde gelecektir.

Beşinci kısım: Dört kadınla evli olan bir kimsenin, beşincisini alması haramdır.

Bunun delili ise Cenâb-ı Hakk'ın, "... İkişer, üçer, dörder olmak üzere..." (Nisa. 3) âyetidir.

Altıncı kısım: Kendisiyle liân (karşılıklı lânetleşme) yapılan kadındır. Bunun delili de Hazret-i Peyamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Birbirleriyle lanetleşmiş olan kan ve kocalar, ebedî olarak bir araya gelemezler" Darimî, Ferâiz, 24 (d/364). hadisidir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Namuslu ve zinaya sapmayarak, mallarınızla ara(yıp nikâhla)manız..." buyruğu hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hak teâlâ'nın, (......) kelimesinin i'rabtaki yeri hakkında şu iki görüş vardır:

a) Bu kelime ifâdesindeki lâfzını mahallinden bedel olmak üzere, merfudur. Buna göre ibarenin takdiri, "Onlardan başkası size helâl kılındı ve... aramanız size helâl kılındı" şeklindedir. Bu, bu fiili elifin dammesiyle meçhul sîgasıyla (......) şeklinde okuyanlara göredir. Bu fiili elifin fethasıyla malûm sîgasıyla okuyanlara göreyse, (......) kelimesinin mahalli mansubtur.

b) Bu ifâdenin mahalli, her iki kıraate göre de, kendisinden harfi cerrin hazfedilmiş olması sebebiyle, mansubtur. Buna göre sanki, "aramanız için, aramanız konusunda" denilmiştir. Buna göre kelamın takdiri, "(Mallarınız ile evlenmeyi talep etmek istediğiniz için, bunların dışında kalanlar, işte size, helâl kılındı)" şeklindedir. Hak teâlâ'nın, lâfızları birer hal olup, "zinaya sapmaksızın namuskâr davranarak" şeklindedir. Buna göre O'nun, (......) ifâdesi, "zinadan sakınarak" ifâdesi de, "zina etmeyerek." anlamlarını ifâde eder. Binaenaleyh bu, te'kîd için yapılmış bir tekrardır. Leys şöyle demektedir: kelimeleri, fücur ve günaha dalmak manalarını ifâde eder. Kelimenin Arapca'daki aslı, "dökmek" anlamını ihtiva eden, (......) kelimesidir. Meselâ, "Akan, dökülen gözyaşları" denilmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "veya dökülen kan" (Enam. 145) buyurmaktadır. Yine, "Falanca, çokça kan dökendir (zalimdir)" denilir, yani, (Çok kan akıtıcı, zalim) demektir. Zina da, "sifâh" diye adlandırılmıştır, çünkü zina yapan kimsenin maksadı, sadece menisini akıtmaktır.

Buna göre şayet, " fiilinin mefûlü nerededir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun takdiri şeklinde olup, "size, bunların dışındakileri aramanız helâl kılındı" anlamındadır. Kendinden önceki ifadeler buna delâlet ettiği için mef'ûl hazfedilmiştir. Allah en iyi bilendir.

Mehrin En Az Miktarı

Ebu Hanife (r.h), "Mehir on dirhemden daha az olamaz" derken, Şafiî (r.h) bunun herhangi bir ölçüsünün bulunmadığını, az veya çok olabileceğini söyler. Ebu Hanife bu âyetle istidlal ederek şöyle der: "Bu böyledir, çünkü Allahü teâlâ bu helâlliği bir kayda bağlamıştır ki bu kayıt da, erkeklerin o kadınları, kendi malları vasıtasıyla talep etmeleri, elde etmeye çalışmalarıdır. Halbuki bir-iki dirhem, "mallar" olarak adlandırılamaz. Binaenaleyh, bu bir-iki dirhemin mehir olmaması gerekir, Buna göre şayet, "Yanında on dirhem bulunan bir kimse hakkında, "Onun yanında mallar vardır" denilemez. Halbuki, bu on dirhemin mehir olabileceğini tecviz ediyorsunuz.." denilirse biz deriz ki:

"Bu âyetin zahiri, on dirhemin mehir olmaya yetmemesini gerektirir. Ancak ne var ki biz, bu işin olabileceğine icmâ delâlet ettiği için, verdiğimiz bu hükümde âyetin zahiriyle amel etmeyi bıraktık." Böylece Ebu Hanife, on dirhemden daha az olan miktar hakkında, âyetin zahirine tutunmuştur.

Bil ki bu istidlal tutarsızdır. Çünkü âyet, (o kadınları) mallarla talep etmenin, arayıp bulmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Halbuki âyette, (o kadınları) mal olmayan şeylerle talep etmenin caiz olmayacağına dair ancak "mefhumu muhalefet" yoluyla bir delâlet vardır. Halbuki siz, "mefhumu muhalefet"'i kabul etmiyorsunuz. Sonra biz deriz ki: Mihrin az veya çok herhangi bir ölçüsü bulunmadığına şu deliller de delâlet etmektedir:

Birinci hüccet, bu âyetle istidlal etmektir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hakk'ın "mallarınızla..." tabiri cem'e cem' ile mukabele etmektir. Cem'in cemi ile mukabelesi ise, ferdin ferde taksim edilmesini, dağıtılmasını gerektirir. Bu da, kadınlarla evlenmeyi arzulayan, talep eden herkesin, mal denebilecek bir şeyler bulabileceğini gerektirmektedir. Azlık ve çokluk, hem bu hakikatte hem de bu isimde eşittir. Binaenaleyh bu âyetten, bir ölçüye bağlı olmaksızın mal denebilecek herhangi bir şey vasıtasıyla kadınlarla evlenmeyi talep edebilme hükmünün çıkması gerekir..

İkinci hüccet: Hak teâlâ'nın, "Eğer siz onları kendilerine temas etmeden önce boşar, (fakat daha evvelden) onlara bir mehir tayin etmiş bulunursanız, o halde tayin ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır" (Bakara, 237) âyetine tutunmaktır. Bu âyet, mehrin yarısının, konuşulandan yani mehr-i müsammâ'dan düşmesini gerektirir. Bu da şunu ifâde eder: Bu nikâh akdi, tâ baştan bir dirhem mehre göre yapılmış olsaydı, (kadının boşanması halinde) o erkeğin ancak bir dirhemin yarısını vermesi gerekirdi. Halbuki siz, böyle demiyorsunuz..

Üçüncü hüccet, ilgili hadislerdir.

a) Rivayet edildiğine göre, mehir olarak iki pabuç karşılığında evlenen bir kadın Hazret-i Peygamber'in yanına getirildiğinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in (ona), "Sen, mehirolarak buiki pabuca razı oldun (mu?)" deyince kadın "evet" dedi, Hazret-i Peygamber de bu evliliği onayladı. Tirmizî, Nikâh. 22 (IH/420). Bu olayın zahiri, bu iki pabucun kıymetinin on dirhemden daha az olabileceğini ifâde etmektedir. Zira, ancak iki pabuç karşılığı evienebilen bu erkek ve kadının fakir olmaları gerekir. Böylesi insanların pabuçlarının kıymeti de, son derece azdır..

b) Cabir (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Her kim evlenmek için, bir kadına bir avuç un veya kavut veyahut da yiyecek verirse, muhakkak ki o erkek helâl olarak onu almış olur." Ebu Dâvûd, Nikâh, 30 (il/235).

c) Vâhibe ile ilgili olarak rivayet edilen şu hadistir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onunla evlenmek isteyen kimseye, "Bir demir yüzük dahi olsa, ara bul, (kadını bırakma)" Buhâri, Nikâh, 14; Müslim, Nikâh, 76 (2/1041). buyurmuştur. Halbuki demir yüzük ise on dirhem değerinde değildir.

Mehir Mal Yerine Menfaat Sağlama Şeklinde Olabilir mi?

Ebu Hanife (r.h) şöyle demiştir: "Bir kimse bir kadınla, (ona) Kur'ân'dan bir sûreyi öğretme mukabilinde evlense, bu öğretme mehir sayılmayıp, evlendiği kadın için "mehr-i misil" gerekir." Ebu Hanife daha sonra şöyle der: "Bir kimse, kendisine bir sene hizmet etme mukabilinde bir kadınla evlenirse, bu durumda bakılır: Evlenecek erkek hür ise, o kadın için "mehr-i misil" vermesi gerekir. Eğer köle ise, o zaman o kadına bir yıl hizmet eder." Şafiî (r.h) ise, bunun mehir olmasını caiz görür. Ebu Hanife bu görüşüne delil olarak şunları ileri sürmüştür:

a) Mevzubahs âyet.. Çünkü Cenâb-ı Hak, helâlliğin olabilmesi hususunda, (onları) mal vasıtasıyla talep etme, arama şartını koşmuştur. Mal ise, menfaatlere değil, âyâna (ayni şeylere) verilen bir isimdir.

b) Cenâb-ı Hak, 'Bununla beraber eğer ondan birazını gönül hoşluğu ile size bağışlamış olurlarsa, onu da içinize sine sine yeyin" (Nisa. 1) buyurmuştur. Bu durum ise, âyân'a ait bir sıfattır.

Şafiî, Ebu Hanife'nin birinci istidlaline şu şekilde cevap vermiştir: Âyet, kadınlarla evlenmeyi mal vasıtasıyla talep etmenin caiz olduğuna delâlet eder. Burada, kadınlarla evlenmeyi maldan başka bir şeyle aramanın caiz olup olmadığı hususunda bir beyan yoktur. İkinciye de şöyle cevap vermiştir: "Vermek" lâfzı, âyânı (eşya) içine aldığı gibi, üstlenilen menfeâtleri de içine alır." Üçüncüye de şöyle cevap vermiştir: "Bu hitap, genel duruma göre yapılmıştır." Daha sonra Şafiî (r.h), menfaatin de mehir olabileceğine şu bakımlardan istidlalde bulunmuştur:

Birinci hüccet: Cenâb-ı Hak, Hazret-i Şuayb kıssasında, "(O zat Musa'ya) dedi ki: "Ben iki kızımdan birini -sen bana sekiz yıl işçilik etmek üzere- sana nîkâhlamayı arzu ediyorum..." (Kasas, 27) buyurmuş ve böylece menfaatlerin de mehir olabileceğini beyan buyurmuştur. Bizden önceki ümmetlerin şeriatlarında aslolan. o hükmü nesh eden bir nasih bulununcaya kadar o hükmün devam etmesidir.

İkinci hüccet: Bir kadın kendisini hibe ettiğinde, onunla evlenmek isteyen erkek (mehir olarak vermeye) bir şey bulamazsa, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Kuran dan bir şeyler biliyor musun?" Adam, "Falanca sûreyi biliyorum." deyince, Hazret-i Peygamber "o kadını, Kur'ân'dan bildiğin o sûreye mukabil seninle evlendirdim." Müslim, Nikâh, 76 (2/1041). Allah en iyi bilendir.

Dördüncü Mesele

Ebu Bekr er-Razî şöyle demiştir: "Ayet, cariyenin azâd edilmesinin onun mehri sayılamıyacağına delâlet etmektedir. Çünkü âyet, mehrin mal olmasını gerektirir. Hazret-i Peygamber'in Safiyye'yi azâd edip, bu azâd etmeyi onun mehri sayması hadisesine gelince, bu Allah'ın Resulüne has olan fiiller cümlesindendir.

Beşinci Mesele

Hak teâlâ'nın, tabiri hakkında da şu iki izah yapılmıştır:

a) Bundan murad, onların nikah akdi yapmış olmaları sebebiyle, böyle namuslu olmalarıdır.

b) Buradaki bu namusluluğun, Hak teâlâ'nın, "Onlardan başkası ise, size helâl edildi..." buyruğunda zikredilen helâllik hususunda bir şart olmasıdır. Birinci mana daha uygundur. Çünkü birinci manaya göre, âyetin hem umumîliği devam etmiş olur, hem de mânası malûm olmuş olur. İkinci manaya göreyse âyet mücmel olur. Çünkü burada zikredilen lâfzı, mübeyyen değildir. Mücmele talîk edilen şey ise mücmel olur. Binaenaleyh âyeti malum ve mübeyyen olan bir manaya hamletmek, mücmel olan bir manaya hamletmekten daha evladır.

Hak teâlâ'nın, "O halde onlardan hangisiyle faydalandıysanız, ücretlerini takdir edildiği şekilde verin" buyruğuna gelince, bunda birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Arapça'da, "istimta", faydalanmak manasındadır. Kendisinden faydalanılan herşeye de meta' denir. Mesela, "Adam, çocuğundan faydalandı" denilir. Yine gençken ölenler hakkında, "Gençliğinden faydalanamadı" denilir.

Cenâb-ı Hak da, "Ey Rabb'imiz, kimimiz kimimizden fayda gördük" (Enam. 128), "Siz bütün zevklernizi dünya hayatınızda bitirdiniz ve bunlardan istifâde ettiniz" (Ahkâf, 20) yani, onlardan peşin olarak faydalandınız ve "Siz de kısmetinizce faydalanmak istediniz.." (Tevbe, 69) buyurmuştur. Buna göre âyetteki, "O halde onlardan hangisiyle faydalandıysanız..." tabiri hakkında şu iki açıktama yapılmıştır:

a) "Nikahlı hanımlarınızdan, cinsî münasebet veya yaptığınız akit gibi hususlarda kendilerinden istifade ettiklerinize, bundan ötürü ücretlerini veriniz." Sonra Cenâb-ı Hak bir karışıklık olmadığı için, (......) lâfzına râcî olacak zamiri ( (......) lafzını) getirmemiştir. Bu, tıpkı "İşte bu, şüphesiz ki azmolunacak işlerdendir" âyetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hak bu âyette de lâfzını düşürmüştür.

b) (Onların dışındakiler) (Nisa, 24) âyetindeki lâfzı, "kadınlar" manasınadır. Bu âyetteki (onlardan) ifâdesindeki (......) harf-i cerri de teb'îz (bir kısmı) manasınadır. Binâenaleyh yine bu âyetteki lâfzındaki zamir ism-i mevsûlüne râcidir. Çünkü o, lâfız olarak müfred sayılır. Âyetteki, "ücretlerini verin" buyruğundaki zamirler de, bu (......) ism-i mevsûlünün manasına râcîdirler. Çünkü o, mana bakımından da cemî'dir. Âyetteki "ücretlerini" tabiri, "mehirlerini" manasınadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiremezse, o halde mü'min cariyelerinizden alsın., ücretlerini de güzellikle onlara versin" (Nisa, 25) buyurmuştur. Bu âyetteki "ücretler" de, mehirler manasınadır. Tefsir ettiğimiz âyetteki "ücretler" de aynı manadadır. Cenâb-ı Allah bir diğer âyette de, "sizin onları nikahla almanızda, ücretlerini verdiğiniz takdirde, üzerinize bir günah yoktur" (Mumtehine, 10) buyurmuştur. Hak teâlâ mehri, "ücret" diye ifâde etmiştir. Çünkü bu, nikahtan elde edilen menfaatlerin bedelidir. Bu, maddî şeylerin bedeli değildir. Nitekim evin ve hayvanın sağladığı menfaatlerin bedeli de, "ücret" diye adlandırılır.

İkinci Mesele

Şafiî, "Halvet-i sahîha, mehri gerektirmez" derken, Ebu Hanife bunun mehri gerektireceğini söylemiştir. Şafiî görüşüne bu âyeti delil getirmiştir. Zira "O halde onlardan hangisiyle faydaiandıysanız, ücretlerini takdir edildiği şekil üzere verin" âyeti, o kadınlara mehirlerini vermenin vacip oluşunun, onlardan faydalanma sebebiyle olduğunu ihsas ettirmektedir. Eğer halvet-i sahîha, mehrin verilmesini gerektirseydi, o zaman zahiri durum, halvet-i sahîhanın o kadınlardan faydalanmadan önce bulunmasını gerektirirdi. Bu durumda da mehir, onlardan istifâde etmeden önce gerekmiş olurdu. Mehrin, onlardan istifâde etmeden önce gerekmesi ise, o mehrin onlardan faydalanması şartına bağlı olmasına engeldir. Halbuki âyet, mehrin vacip olmasının onlardan faydalanma şartına bağlı olduğunu göstermektedir. Binâenaleyh halvet-i sahîhanın mehri gerektirmeyeceği sabit olmuştur.

Bu Ayetten Mut'a Nikahına Cevaz Arayanlar

Bu âyetin tefsiri hakkında iki görüş vardır: Birinci görüş: Ümmet-i Muhammed'in âlimlerinin ekserisinin görüşüdür. Buna göre âyetteki, "mallarınızla arayıp (nikahlamanız) için..." ifâdesinden maksad, "o kadınları nikah yoluyla ve mal (mehir) vererek talebetmeniz için..." manasıdır. Hak teâlâ'nın, "O halde onlardan hangisiyle faydalandıysanız, ücretlerini takdir edildiği şekilde verin" buyruğu ise şu manayadır: Bir kimse, o kadınlarla cinsî münasebette bulunarak, onlardan istifade ederse, onlara mehirlerini eksiksiz verir. Onlardan sırf nikah akdi yaparak istifade etmiş olur (onlarla cinsî münasebette bulunmazsa), mehrin yarısını verir.

İkinci görüş: Bu âyet ile Mut'a hükmü kastedilmiştir. Mut'a, bir kimsenin bir kadını belli bir mal (ve para) ile belirti bir zamana kadar kiralayıp onunla cinsî münasebette bulunabilmesinden ibarettir. Âlimlerimiz mut'a nikahının İslâm'ın ilk yıllarında mubah olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), umre yaparken Mekke'ye geldiğinde, Mekke'nin kadınları süslenip püslendiler. Bunun üzerine Ashab, bakire kızların mehillerinin (yüksekliğinden) şikayet edince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu kadınlardan istifade ediniz (muta yapınız)" İbn Mâce, Nikâh, 44 (1İ631); Darimî. Nikâh, 16, (2/140). dedi.

Âlimler, bu hükmün neshedilmiş olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ümmetin büyük bir çoğunluğu, bu hükmün mensuh olduğu görüşündedirler. Ümmet-i Muhammed'den bir topluluk ise, mut'a'nın eskiden olduğu gibi mübahlığınm devam ettiğini, mensuh olmadığını söylemişlerdir. Bu ikinci görüş, İbn Abbas (radıyallahü anh) ve İmran İbn el-Husayn (radıyallahü anh)'dan rivayet edilmiştir.

Bu hususta İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan üç rivayet bulunmaktadır:

Birincisi, bunun mutlak olarak mübahlığını ifâde etmektedir. Amâre şöyle demiştir: "İbn Abbas'a, "o zina mıdır, nikah mıdır?" diye mut'a'yı sorduğumda o, "mut'a ne zinadır, ne de nikahtır" deyince, ben: "Ya nedir?" dedim. Bunun üzerine bana "Bu, Hak teâlâ'nın da buyurduğu gibi mut'a'dır (Bir faydalanmadır)" dedi. Ben, "mut'a'nın iddeti var mıdır?" diye sordum o, "Evet onun iddeti bir hayızdır" dedi. Ben, "mut'a nikahı ile evlenenler, birbirlerine mirasçı olabilirler mi?" dedim, "hayır" cevabını verdi:

İkincisi: İnsanlar İbn Abbas'ın mut'a hakkındaki fetvası hakkında şiirler söylemeye başlayınca, İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle dedi: "Hay Allah kahredesiceler! Ben, mut'a'nın mutlak olarak (kayıtsız-şartsız) mubah olduğuna fetva vermedim. Fakat ben dedim ki: "Nasıl muzdar (çaresiz) olana domuz eti ve akan kan helâl oluyor ise. aynı şekilde çaresiz kalana mut'a da helâldir."

Üçüncüsü: İbn Abbas, mut'a ile ilgili bu âyetin mensuh olduğunu söylemiştir. Atâ el-Horasâni, İbn Abbas'tan bu ifâde hakkında şu sözü rivayet etmiştir. Bu âyet, "Ey Peygamber, kadınları boşayacağınız vakit, iddetlerine doğru boşayınız.." (Talak. 1) âyeti ile neshedilmiştir. Yine İbn Abbas'ın ölürken, "Allah'ım, mut'a ve sarf hakkındaki görüşümden ötürü sana tevbe ediyorum" dediği rivayet edilmiştir.

İmrân İbn Husayn ise şöyle demiştir: "Allah'ın kitabında mut'a hakkındaki âyet nazil oldu. Fakat ondan sonra onu nesheden herhangibir âyet nazil olmadı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de mut'a'yı bize emretti ve biz ondan istifade ettik, ölünceye kadar da bizi bundan menetmedi. Daha sonra adamın birisi, kafasına göre dilediğini söyledi (yani bunun haram olduğunu ileri sürdü)."

Mü'minlerin emiri Hazret-i Ali'ye gelince, şiîler, ondan mut'a'yı mubah gördüğü görüşünü rivayet etmektedirler. Muhammed İbn Cerîr et-Taberî de tefsirinde Hazret-i Ali'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Eğer Ömer insanları mut'a'dan nehyetmeseydi, şakîler (azgın insanlar) müstesna, kimse zina etmezdi." Muhammed İbn el-Hanefiyye ismi ile meşhur olan Muhammed İbn Ali'nin rivayet ettiğine göre Hazret-i Ali (radıyallahü anh), mut'a'nın caiz olduğuna fetva vermekte olan İbn Abbas'a rastlar ve "muhakkak ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mut'a nikahından ve ehlî eşşek eti yemekten nehyetti" der. İşte rivayetlere taalluk eden şeyler bunlardan ibarettir. Âlimlerin çoğu mut'a'nın haram olduğuna bir çok delil ile istidlal etmişlerdir:

Mut'a'nın Haram Olduğunu Söyleyen Cumhurun Delilleri

Birinci delil: Hak teâlâ'nın, "(Öyle mü'minler) ki onlar ırzlarım koruyanlardır. Şu var ki zevcelerine, yahut sağ ellerinin malik olduğu (cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesna..." (Mümmûn, 5-6) âyetinden dolayı, cinsî münasebetin ancak zevce veya cariye ile yapılması helâldir. Mut'a ile nikahlanan bu kadının ne bir cariye ne de zevce olmadığı hususunda hiçbir şüphe yoktur. Bunun böyle olduğuna şunlar da delâlet eder:

a) Şayet bu kadın zevce sayılmış olsaydı, Hak teâlâ'nın, "Zevcelerinizin terikesinin yarısı sizindir" (Nisa, 12) âyetinden dolayı, adam ile onun birbirine vâris olmaları söz konusu olurdu. Bu ikisi arasında bir tevarüsün bulunmadığına ise ittifak edilmiştir.

b) Yine o kadın bir zevce sayılsaydı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Çocuk, (doğduğu) yatağa aittir" hadisinden ötürü, ondan doğacak çocuğun nesebinin sabit olması gerekirdi. Üzerinde ittifak edilen görüş ise, bu çocuğun nesebinin sübût bulmadığıdır.

c) Yine Cenâb-ı Hakk'ın, "İçinizden ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler" (Bakara, 234) âyetinden ötürü, mut'a ile alınan o kadının da iddet beklemesi gerekirdi. Bil ki bu delil güzel ve yerindedir.

İkinci delil: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), rivayet edildiğine göre hutbesinde şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında iki türlü mut'a vardı. Ben bunları yasaklıyorum. Bunlara karşılık ceza vereceğim." O, bu sözü sahabenin toplu olduğu bir yerde söylemiş ve hiç kimse onu yadırgamamış, karşı çıkmamıştır. Bu hâdisede durum şöyledir. Ya "onlar mut'a'nın haram olduğunu bildikleri halde seslerini çıkarmadılar. Ya da onlar, mut'a'nın mubah olduğunu bildikleri halde, Hazret-i Ömer'e yaranmak için seslerini çıkartmadılar" den ilebilir.'Veyahut da "o sahabeler, onlar mut'a'nın ne haram olduğunu, ne de mubah olduğunu biliyorlardı. Bundan dolayı, bu hususta herhangi bir görüşe sahip olmadıkları için seslerini çıkarmadılar" denilebilir. Tercihe şayan olan, birinci ihtimaldir. İkinci ihtimal ise hem Hazret-i Ömer'in hem de sahabenin tekfirini gerektirir. Çünkü her kim, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mut'a'yı mubah kıldığını bile bile, onu nesheden bir hüküm bulunmadığı halde, "Bu haramdır ve yasaktır" derse, o Allah'ı inkâr etmiş olur. Yine her kim, hatalı ve kâfir olduğunu bildiği halde, bir kimsenin o sözünü tasdik ederse kâfir olur. Bu ise, ümmetin tekfirini gerektirir ve bu da Hak teâlâ'nın, "Siz en hayırlı bir ümmetsiniz.." (Al-i imran, 110) âyetinin zıddınadır.

Üçüncü ihtimale gelince ki, sahabenin, mut'a'nın ne mubah ne de haram olduğunu bilmedikleri için seslerini çıkarmamış olmaları ihtimalidir, bu da asılsızdır. Çünkü mut'a, mubah sayılması halinde nikah gibi olur. İnsanların, nikah ve mut'a'dan herbirinin durumunu bilmeye olan ihtiyacı, herkesi içine alan bir ihtiyaçtır. Bu durumda olan bir meselenin ise gizli kalması imkânsızdır. Aksine bu konudaki bilginin meşhur olması gerekir. Nasıl herkes nikahın mubah olduğunu ve bu mübahlığın neshedilmemiş olduğunu biliyor idiyse, mut'a meselesi hakkında da durumun aynı olması gerekir. Bu iki kısım bâtıl olunca, sahabenin ancak, mut'anın İslâm'da mensuh olduğunu bildikleri için, Hazret-i Ömer'e karşı çıkmamış oldukları sabit olur.

Buna göre eğer, "sizin söylediğiniz bu şey, rivayet edilen şu haber ile bâtıl olur: Hazret-i Ömer, "Bir kadın ile belli bir zaman için evlenen (mut'a yapan) bir adam getirilirse, onu mutlaka recmederim" demiştir. Şüphe yok ki, her nekadar sahabe, o bunu söylediği zaman karşı çıkmamışlarsa da, mut'a yapanı recmetmek (taşlayarak öldürmek) caiz değildir. Binâenaleyh bu, sahabenin bâtıl bir sözü duydukları zaman ses çıkarmadıklarına delâlet eder" denirse, biz deriz ki: Belki de Hazret-i Ömer bunu, bir tehdid, zecr ve bir siyaset olsun diye söylemiştir. Faydalı olacağı zaman, bu gibi siyasetler halife için caizdir. Baksana, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kim bizden zekâtını esirgerse, biz ondan hem zekâtını hem de malının yarısını alırız" Müsned, 1/377. buyurmuştur. Fakat zekâtını vermeyen kimseden, malının yarısını atmak caiz değildir. Hazret-i Peygamber, bu işi iyice yasaklamak için böyle söylemiştir. Hazret-i Ömer'in sözü de böyledir. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü delil: İmam Malik, Zührî'den; Zühıi'de Muhammed İbn Ali'nin iki oğlu olan Abdullah ve Hasan'dan; bunlar da babalarından; babaları da Hazret-i Ali'den rivayet ettiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kadınları mut'a nikahı ile almaktan ve ehli eşeklerin etini yemekten nehyetmiştir. Rebî' İbn Sebüre el-Cühenf, babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Erken vakitte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e rastladım. O, makam-ı İbrahim ile rükn arasında, ayakta ve sırtını Ka'be'ye dayamış olarak şöyle diyordu:

"Ey insanlar, size bu kadınlardan istifade etmenizi (mut'a yapmanızı) söylemiştim. Dikkat edin, Allahü teâlâ mut'ayı, kıyamete kadar size haram kılmıştır. Binâenaleyh kimin yanında onlardan (mut'a ile aldığı) birisi varsa, onu salıversin. Onlara verdiğiniz şeyden hiçbirseyi de geri almayınız. " Müslim, Nikâh, 21 (2/1025). Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, "Kadınları mut'a nikahıyla almak haramdır" Müslim, Nikâh. 24-32 (2/1026-1028). dediği rivayet edilmiştir. Bu üç hadisi Vahidî, el-Bâsit adlı eserinde zikretmiştir. Nikah'ın "istimta"' (faydalanma) diye ifâde edilemeyeceği açıktır. Zira biz, "istimta"'nın, lezzet alma manasına geldiğini beyân etmiştik. Halbuki sırf nikahta bu mana yoktur.

Mut'anın Mubah Olduğunu İleri Sürenler

Mut'a nikahının mubah olduğunu söyleyenler ise, şu delilleri getirmişlerdir:

Birinci delil: Onların, Cenâb-ı Hakk'ın "Namuslu ve zinaya sapmayarak, mallarınızla arayıp (nikahlamanız) size helâl edildi. O halde onlardan hangisiyle faydalandıysanız, ücretlerini takdir edildiği şekil üzere verin" ayetine tutunmalarıdır. Bu âyetle istidlal etmenin iki yolu vardır:

Birincisi, şöyle dememizdir: Mut'a nikahı bu âyetin hükmüne dâhildir. Zira âyetteki mallarınızla arayıp (nikahlamanız)" buyruğu, mal ile hem devamlı olarak bir kadından istifâde etmek isteyen kimseyi, hem de geçici olarak belirli bir müddet için istifade etmek isteyen kimseyi içine alır. Bu iki kısımdan herbiri bu ifâdeye dahil olduğuna göre, Hak teâlâ'nın "Onlardan başkası ise, mallarınızla arayıp (nikahlamanız) size helâl edildi" buyruğu, her iki kısmın da helâl olmasını gerektirir. Bu da, mut'a nikahının helâlliğini gösterir.

İkincisi ise şöyle dememizdir: Bu âyet, mut'a nikahının açıklamasına hastır. Bunu birkaç yönden izah ederiz:

a) Rivayet olunduğuna göre, Ubeyy İbn Ka'b bu âyeti, "O halde onlardan hangisiyle belit bir vakte kadar faydalandıysanız ücretlerini verin" şeklinde okumuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın kıraati de böyledir. Ümmet-i Muhammed, bu iki şahabının kıraatlerini yadırgamamıştır. Binâenaleyh bu, bu kıraatin doğruluğu hususunda ümmetin bir icmâsıdır. Bunun izahı, tıpkı sizin Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) hakkında yaptığınız izah gibidir. Hazret-i Ömer, mut'ayı yasaklayınca, sahabe sesini çıkarmamıştır. Binaenaleyh bu, bizim söylediğimiz görüş hususunda bir icmâ olmuştur. İşte burada da böyledir. Bu kıraatin sıhhati icmâ ile sabit olduğuna göre, elde edilmek istenen netice sabit olur.

b) Âyette zikredilen, sırf mal ile talep etmek, araştırmaktır. Daha sonra Cenâb-ı Hak o kadınlara, kendilerinden istifâde edildikten sonra, ücretlerinin verilmesini emretmiştir. Bu da, sırf mal ile talep etmenin, onlarla cinsî münasebette bulunmayı tecviz ettiğine delâlet eder. Sırf mal ile talep etmek ise, ancak mut'a nikâhında olur. Mutlak nikâha gelince, buradaki helallik ancak akid, velî ve şahidlerle meydana gelir. Sırf mal ile talepte bulunmak, helalliği ifâde etmez. Böylece bu durum da, bu âyetin sırf mut'a nikahına tahsis edildiğine delâlet eder.

c) Cenâb-ı Hak bu âyette, sırf faydalanmadan dolayı ücret vermeyi vacip kılmıştır. Faydalanma ise, lezzet almaktan ve istifade etmekten ibarettir. Nikâhta ise, ücretleri vermek, kesinlikle faydalanmadan ötürü vacip olmamıştır. Aksine, yapılan nikâhtan ötürü vacip olur. Baksana, sırf nikâh akdi yapmaktan dolayı mehrin yarısı gerekmektedir. Böylece nikâhın, bir faydalanma diye adlandınlamayacağı açıktır. Çünkü biz, faydalanmanın lezzet alma olduğunu beyân etmiştik. Halbuki sırf nikâh böyle değildir.

d) Şayet biz bu âyeti nikâh hükmüne hamledersek. aynı sûrede nikâh hükmünün izahı tekrarlanmış olur. Çünkü Cenâb-ı Hak bu sûrenin başlarında, "Sizin için helâl olan (diğer) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikah edin..." (Nisa, 3) buyurmuş, daha sonra da, "kadınların mehirlerini yürekten isteyerek verin" (Nisa. 4) demiştir. Ama biz bu âyeti, mut'a nikâhının izahına hamledersek, bu yeni bir hüküm olmuş olur. Binaenaleyh, âyeti buna hamletmek daha evlâdır. Allah en İyisini bilendir.

Mut'a nikahının caiz olduğuna dair İkinci delil: Ümmet-i Muhammed, mut'a nikâhının İslâm'ın ilk yıllarında caiz olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu hususta ümmet arasında herhangi bir ihtilaf yoktur. İhtilâf sadece, bunu nesheden bir şeyin vâki olup olmadığı hususundadır. Bu sebeple biz diyoruz ki, eğer bu hükmü nesheden bir şey mevcut olsaydı, bu nesheden şey ya tevatür yoluyla veyahut da ahâd haberlerle bilinmiş oturdu. Eğer tevatür yoluyla bilinmiş olsaydı o zaman Ali İbn Ebî Talib, Abdullah İbn Abbas ve İmrân İbn Husayn, Hazret-i Muhammed'in dininde tevatürle sabit olan bir şeyi kabul etmemiş olurlardı ki, bu da onların (haşa) kâfir sayılmalarını gerektirir. Bu ise kesinlikle bâtıldır. Neshin ahâd haberlerle sabit olması hali de bâtıldır. Çünkü mut'a nikahının mubah olduğu icmâ ve tevatür yoluyla bilinince, bu nikâhın sübutu kesinlikle malûm olmuş olur; binâenaleyh biz bu hükmü haber-i vahidle neshedersek, o zaman zannî olan bir şeyi, kesinleşmiş olan bir şeyin hükmünü neshedici kılmış oluruz ki, bu da bâtıldır.

Mut'a nikahının caiz olduğunu söyleyenler, sözlerine devamla şöyle derler: "Pekçok rivayet, böyle bir nâsihin bulunduğuna hükmetmenin yanlış olduğuna delâlet eder. Meselâ bu rivayetlerden birisi şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hayber gününde ehlî eşeklerin etini yemekten ve mut'a nikahından insanları nehyetmiştir. Yine rivayetlerden pekçoğu O'nun, Veda haccında ve Mekke'nin fethi gününde, mut'a nikahını mubah kıldığım göstermektedir. Halbuki bu iki gün de, Hayber gününden sonradır. Bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hayber gününde mut'a nikahını neshettiğine delâlet eden rivayetlerin bozukluğunu gösterir. Çünkü nâsih olan nassın, mensûhtan önce bulunması imkânsızdır. Birkaç defa helâl kılma ve neshetme olmuştur diyenlerin görüşü de zayıftır. Çünkü, rivayetler arasındaki çelişkiyi kaldırmak isteyenler hariç, meseleyi ele alıp değerlendiren âlimlerden hiç kimse bunu söylememiştir."

Üçüncü delil: Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), minberdeyken şöyle demiştir: "İki mut'a, Allah'ın Resulü zamanında meşru idi. Ama ben onları yasaklıyorum. Bunlar, hacc mut'ası ile nikâh mut'asıdır." İşte bu rivayet, Hazret-i Ömer tarafından, Allah'ın Resulü zamanında mut'a nikâhının bulunduğuna dair kesin bir delildir. Hazret-i Ömer'in "Ben onları yasaklıyorum" ifâdesi, Hazret-i Peygamber'in onu neshetmeyip, bunu neshedenin sadece Hazret-i Ömer olduğuna delâlet eder. Bu sabit olunca biz deriz ki, işte bu söz, Hazret-i Resul zamanında mut'anın helâl olduğuna; Resûlullah'ın onu neshetmediğine; bunu neshedenin ise sadece Hazret-i Ömer olduğuna delâlet eder. Bu da sabit olunca, mut'a nikâhının mensûh olmaması gerekir. Çünkü. Allah'ın Resulü zamanında bulunup da O'nun neshetmediği bir şeyin, Hazret-i Ömer'in neshetmesiyle mensûh olması imkânsız olur. İşte bu, İmrân İbn el-Husaynın şöyle diyerek istidlal ettiği hüccettir: "Allahü Teâlâ, mut'a hakkında bir âyet indirmiş ve o âyeti başka bir âyetle de neshetmemiştir. Allah'ın Resulü de bize mut'a nikâhı yapmamızı meşru kılmış ve onu bize yasaklamamıştır. -Hazret-i Ömer'in yasaklamasını kastederek- sonra bir adam kalkmış, istediği biçimde hüküm vermiş!" İşte, mut'a nikahının caiz olduğunu söyleyenlerin delillerinin tamamı budur.

Mut'anın Mubah Olduğunu Söyleyenlere Cevap

Onların birinci deliline şöyle diyerek cevap verebiliriz: Bu âyetin, mut'a nikâhına da şamil olduğunu şü üç yönden açıklayabiliriz:

a) Cenâb-ı Hak, "Analarınız., size haram edüdi..." (Nisa, 23) buyruğunda, ilkönce nikahı haram olanlardan bahsetmiş, müteakip âyette de "Onlardan başkası ise, size helâl edildi" (Nisa. 24) buyurmuştur. Böylece, buradaki bu helâl kılma ile oradaki o haram kılmadan murad edilenin aynısı kastedilmiş olur. Ancak ne var ki, oradaki haram kılma ile murad edilen, (haram kılınanların) nikâhıdır. Binaenaleyh, buradaki helâl kılma ile murad edilenin de nikâh olması gerekir.

b) Allahü teâlâ, "namuskâr bir biçimde" buyurmuştur. "Namuskâr davranmak" ise, ancak sahih bir nikâhta söz konusu olur.

c) O "Zinaya sapmamış olarak..." buyurmuş, zinayı sifâh (dökmek) diye adlandırmıştır. Zira, zina edenin bu zinadaki maksadı, sırf menisini akıtmaktır. O, bu zina hadisesinde, çocuk ve nikâhın temin ettiği diğer fayda ve maslahatları istememektedir. Mut'a'dan ise, sadece meniyi akıtmak kastedilir. Böylece bu da bir sifâh (dökmek, zina yapmak) olmuş olur.

Bu, Ebu Bekr er-Razî'nin yapmış olduğu izahlardır. Ebu Bekr er-Razî'nin ("a" şıkkında) zikrettiği şey şudur: Buna göre Allahü teâlâ sanki, insanlara cinsî münasebette bulunmaları haram olan kadın gruplarını zikretmiş, daha sonra da, "onlardan başkası ise, size helâl edildi" (Nisa, 24) buyurmuştur ki bu, "nikâhın haram olduğu belirtilenlerin dışında kalanlarla cinsî münasebette bulunmak size helâl kılınmıştır" demektir. Binâenaleyh bu sözün neresi yanlıştır? O'nun ("b" maddesinde) söylediği söz ise "Namuskâr davranmak", ancak sahîh bir nikâhta olur..." şeklindedir. Ama o, bunun delilini zikretmemiştir. Onun ("c" maddesinde) zikrettiği, "Zina, "sifâh" diye adlandırılmıştır. Çünkü bundan, sadece menîyi akıtmak kastedilmiştir. Halbuki mut'a böyle değildir. Çünkü mut'a'dan maksat, Allah tarafından müsaade edilmek ve izin verilmek suretiyle menîyi akıtmaktır..." şeklindedir. Eğer siz, "mut'a nikahı haram kılınmıştır" derseniz, biz deriz ki, bu, konunun başına dönmedir. O halde daha niçin siz "durum bu şekildedir" dediniz? Böylece Ebu Bekr er-Razî'nin sözünün gevşek bir söz olduğu ortaya çıkmış olur.

Bu konuda itimâda şayan olan cevap, şöyle dememizdir: "Biz, mut'a nikâhının (başlangıçta) mubah olduğunu inkâr etmiyoruz. Bizim söylediğimiz sadece, o nikâhın mensûh olduğudur." Bu takdire göre, şayet âyet mut'a nikâhının meşru olduğuna delâlet ederse, bu bizim maksadımıza zarar vermez. Bu, aynı zamanda onların (mut'a nikahtnın caiz olduğunu söyleyenlerin) Ubeyy İbn Ka'b ve İbn Abbas'ın kıraatine sarılmalarına bir cevaptır. Zira, sahîh olmaları halinde bu kıraatler, sadece mut'a nikahının meşru olduğuna delâlet ederler. Halbuki biz, bu konuda münakaşa etmiyoruz. Bizim söylediğimiz şey, bu hükmün mensûh olduğudur. Sizin getirmiş olduğunuz deliller, bizim verdiğimiz hükmü savuşturamaz. .

Onların, "Nasih, ya mütevâtir ya da ahâd yolla olurdu..." şeklindeki görüşlerine de şöyle cevap veririz: Belki de ashabın bir kısmı onu duymuş da daha sonra unutmuştur... Daha sonra Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) büyük bir kalabalığın içinde bunu hatırlatınca, ashâb onu hatırlamış, Hazret-i Ömer'in bu konudaki sıdkını anlamış ve O'nun bu husustaki sözüne karşı çıkmamışlardır.

Mut'a nikâhının caiz olduğunu söyleyenlerin, "Ömer, mut'a nikâhının nehyini kendisine nisbet etmiştir" şeklindeki sözlerine de şu şekilde cevap veririz: "Biz daha önce şu açıklamada bulunmuştuk: Şayet, Ömer'in bu sözünden maksadı, "Mut'a Hazret-i Muhammed'in şeriatında mubahtır, ama buna rağmen ben onu yasaklıyorum" şeklinde olsaydı, o zaman hem Hazret-i Ömer'in, hem de O'nunla muharebe etmeyen ve bu hususta O'nunla tartışmayan herkesin kâfir sayılması gerekirdi. Bu da, Hazret-i Ömer'le muharebe etmediği ve onun sözünü reddetmediği için Emîru'l-mü'mininin (Hazret-i Ali'nin) kâfir sayılması neticesine götürür ki bütün bunlar bâtıl ve geçersizdir.

Binaenaleyh geriye sadece şöyle denilmesi kalmaktadır: Hazret-i Ömer'in bu sözünden maksadı, "Mut'a nikahı Hazret-i Peygamber zamanında mubah idi. Ancak ne var ki Resûlullah'ın onu neshettiğini bildiğim için ben onu yasaklıyorum" şeklindedir. Bu takdire göre bu söz, elde etmek istediğimiz netice hususunda bizim delilimiz olur. Allah en iyi bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ücretlerini takdir edildiği şekil üzre verin" buyurmuştur ki bu, "onlara ücret ve mehirlerini vermek bir farz, yerine getirilmesi gereken bir iş ve vecibedir" demektir.

Keşşaf sahibi, Cenâb-ı Hakk'ın "takdir edildiği şekil üzre" ifâdesi hakkında şu üç izahı yapmıştır:

a) (farz kılınmış) manasında olmak üzere, "ücretlerini, mehirlerini..." kelimesinden haldir.

b) Bu kelime, "vermek" yerinde kullanılmış bir kelimedir. Çünkü (onlara ücretlerini) vermek farz kılınmıştır.

c) Bu kelime, te'kîd için gelmiş olan bir mef'ûl-i mutlaktır. Yani, "Bu size, öylesine farz kılındı ki.." demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O mehrin miktarını tayin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey hakkında size bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla bilicidir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir" buyurmuştur.

Bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bir önceki âyeti, nikâh hükmü ile İlgili düşünenler şöyle demektedirler: Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğundan maksadı şudur: Mehir, belirli bir miktar olarak tayin edilince, kadının o mehirden bir kısmını indirmesi veya mehrin tamamından vazgeçmesi hususunda bir güçlük yoktur... Buna göre, âyette bahsedilen "aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey..." ifâdesinden maksat, mehrin miktarında bir indirim yapmak veya o mehrin tamamından vazgeçmek olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Bununla beraber eğer ondan birazım gönül hoşluğu ile size bağışlamış olurlarsa, onu da içinize sine sine yeyin" (Nisa, 4) ve "Kendileri vazgeçmiş olurlarsa, yahud nikâh düğümü elinde bulunan kimse bağışlarsa müstesna..." (Bakara, 237) âyetlerinin ifâde ettiği hüküm gibidir. Zeccac bu tabirin manasının, "kadının, kocasına mehrini bağışlamasında veya kocasının, cinsî münasebette bulunmadan karısını boşaması halinde, mehrin tamamını kadına bağışlamasında size bir günah yoktur.." şeklinde olduğunu söylemiştir.

Bir önceki âyeti mut'a'nın beyânına hamledenlere gelince, onlar da şöyle demektedirler: Cenâb-ı Hakk'ın bu âyetten maksadı şudur: Mut'a'nın müddeti sona erince, erkeğin kesinlikle kadınla hiçbir münasebeti kalmaz. Bu durumda erkek kadına, "Günleri arttır, ücretini artırayım" derse, kadın bu hususta muhayyerdir. Bunu isterse yapar, isterse yapmaz. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "O mehrin miktarını tayin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey hakkında size bir günah yoktur" buyruğundan maksat budur. Yani, "Daha önce belirlenmiş olan ücret ve müddet sona erdikten sonra.." demektir.

İkinci Mesele

Ebu Hanife (r.h) şöyle demektedir: "Mehre ilâvede bulunmak caizdir. Bu ilâve, erkek evlendiği kadınla cinsî münasebette bulunur veya erkek ölürse söz konusudur.. Ama erkek kadını, cinsî münasebette bulunmadan boşarsa, bu ilâve bâtıl olur ve o kadına, akid anında belirlenmiş olan mehrin yarısını vermek gerekir." Şafiî (r.h) ise şöyle demektedir: "Mehre ziyade yapmak, hibede bulunmak gibidir. Eğer erkek içinden gelerek, o hibeyi kadına verirse, kadın kabz yoluyla o hibeye mâlik olur; eğer hibeyi vermezse hibe bâtıl olur, geçersiz olur." Ebu Bekr er-Razî, Ebu Hanife'nin bu görüşünü isbat için bu âyetle istidlal ederek şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "O mehrin miktarını tayin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey hakkında size bir günah yoktur" buyruğu ilâve ve noksanlık taraflarında kendisiyle karşılıklı rızâ ve gönül hoşluğunun meydana geldiği şeyi içine alır. Böylece bu, umumî olması sebebiyle, mehre ilâvede bulunmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Hatta bu âyet, noksanlaştırmadan daha ziyâde, ilâvede bulunma hükmüne hastır. Zira Cenâb-ı Hak bunu, her ikisinin karşılıklı rızalarına bağlamıştır. Halbuki, mihrin tamamından vazgeçmek ya da biraz indirimde bulunmak, (bunlar kadının hakkı olduğu için) kocanın rızasının olmasına ihtiyaç kalmaz. Halbuki mehre ilâvede bulunmak ise, kocanın onu kabul etmesi halinde ancak doğru olur. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak bu hükmü, karşılıklı olarak her ikisinin birden rızalarına talîk edip bağlayınca, bu, bundan muradın ilâvede bulunmak olduğuna delâlet eder."

Ebu Bekr er-Razî el-Cessas'ın bu izahına şu şekilde cevap verilebilir: Bu ilâvenin, Zeccâc'ın zikretmiş olduğu şu hükümden ibaret olması niçin caiz olmasın? Zeccâc'ın hükmü şudur: Koca, hanımını cinsî münasebette bulunmadan boşarsa, bu durumda kadın, isterse hakkı olan "mehr-i müsemmâ"nın yarısından vazgeçer; isterse koca da mehrin tamamını ona verebilir. Bu duruma göre koca, kadına, vermesi gerekli olan miktardan fazlasını vermiş olur. Hem bize göre, onun bir hibe olma durumu müstesna, bu ilâvede bir günah bulunmamaktadır. Bu ilâvenin bâtıl olduğuna dair katî delil şudur: Bu ilave, eğer asl'a iltihak, katılmış olursa, o zaman bu ilâve, ya ilk akdin devam etmesiyle birlikte bir ilâve olmuş olur, veyahut da ilk akid sona erdikten sonra bu ilâve yapılmış olur. Birincisi bâtıldır, çünkü nikah akdi ilk miktara göre tahakkuk edince, bu durumda şayet o nikah akdi, ikinci miktara göre yeniden tahakkuk ederse bu, akid sübût bulduktan sonra onu yeniden meydana getirme olur ki bu "hâsılı tahsil" etmeyi gerektirir ki, bu da imkânsızdır. İkincisi de bâtıldır, zira ilâvede bulunulduğu sırada birinci akdin hükmünün kalkmadığı hususunda İcmâ edilmiştir. Böylece onların söyledikleri görüşün bozuk olduğu sabit olmuş olur. Sonra Allahü Teâlâ, bu âyetlerde pekçok mükellefiyetlerden, haram ve helâl kılmalardan bahsedince, kendisinin, bütün malûmatı bilen.hiçbir şey asla ve katiyyetle kendisine gizli kalmayan bir alîm olduğunu; hükümlerini, hikmete uygun bir biçimde vaz eden bir hakîm olduğunu beyân buyurmuştur ki, bu da O'nun emirlerine teslim olmayı, hükümlerine inkîyâd edip boyun eğmeyi gerektirir. Allah en iyisini bilendir.

Meşru Kılınan Yedinci Husus: Câriye İle Evlenme

24 ﴿