32"Allah'ın, kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri temenni etmeyin. Erkeklerin, kendi kazandıklarından bir payı vardır. Kadınların da, kendi kazandıklarından bir payı vardır. Allah'tan, lütfunu isteyiniz. Şüphesiz ki Allah herşeyi hakkıyla bilendir". Bil ki, bu âyetin kendinden önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu iki izah yapılmaktadır: a) Kaffal (r.h) şöyle demektedir: "Allahü teâlâ önceki âyette insanları, bâtıl yollarla hem kendi hem de başkasının malını yemekten ve adam öldürmekten nehyedince, bu âyette de onlara, bu menhiyyatt terketmeyi onlara kolaylaştıracak şeyi emretmiştir ki, bu da herkesin, Allah'ın kendisine ayırdığı nasibe rıza gösterip, razı olmasıdır. Çünkü insan buna rıza göstermezse, hasede düşer; hasede düştü mü, muhakkak ki başkasının malını haram yolla alma ve adam öldürme gibi gayr-i meşru yollara sapar. Ama Allah'ın takdir ettiğine razı olursa, onun, canlar ve mallar hususunda zulme sapması mümkün olabilir " b) Bâtıl yollarla mal edinmek ve adam öldürmek, uzuvların yapmış olduğu fiillerdir. İnsanın dışı kötü fiillerden temizlensin diye, önce bunları bırakmakla emrolunmuştur ki, bu şeriattır. Bundan sonra, bâtını yaşantısı da kötü huylardan temiz olsun diye, hasedden dolayı, kalbiyle başkalarının canlarına ve mallarına saldırmayı bırakması emredilmiştir ki, işte bu da tarikattır Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Bize göre "temenni", olmayacağı bilinen veya zannedilen bir şeyi istemekten ibarettir. İşte bundan dolayı biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hak şayet, iman etmeyeceğini bile bile. Kâfirin iman etmesini istemiş olsaydı, temennide bulunmuş olurdu. Mutezile de, "Temenni, bir kimsenin, "keşke şu şey şu şekilde bulunsa, tahakkuk etse; keşke şu şey, şu şekilde meydana gelmese..." demektir. Âyet insanı "keşke şöyle olsaydı, keşke böyle olmayaydı!" demekten uzak tutmak ister" der. Fakat bu uzak bir ihtimaldir. Zira, mücerret lafzın bir manası olmadığı zaman, artık temenni olmaz. Aksine, mutlaka bu lafzın manasının araştırılması gerekir. Halbuki, temenninin manası bizim de belirttiğimiz gibi olmayacağı bilinen veya zannedilen şeyi talep etmekten ibarettir. Bil ki mutluluk dereceleri, ya ruhî, ya bedeni veyahut da haricî olurlar. Ruhî mutluluklara gelince, bunlar iki çeşittir: Ruhanî Mutluluklar Herşeyin Örnek Şekli Olan Sıfat İledir Birincisi: Nazarî kuvvetle ilgili olandır ki, bu tam bir zeka mükemmel bir anlayış, kemmiyyet ve keyfıyyet bakımından, başkasının bilgilerinden fazla olan bilgidir. İkincisi, amelî kuvvetle ilgili olandır ki, bu da hareketsiz olma ile yolunu şaşırıp taşkınlık arasında olan iffet ile, hiddet ile korkaklık arasında olan şecaat ve aptallık ile bozgunculuk arasında orta bir yer olan amelî hikmeti kullanmaktır, İşte bütün bu hallerin hepsinin toplamı, adaleti meydana getirir. Bedenî mutluluklara gelince, bunlar sıhhat, güzellik, zevk ve güzellik içinde uzun bir ömür yaşamaktır Haricî mutluluklar ise, bir kimsenin sâlih evladlarının, akrabalarının, dostlarının ve yardımcılarının çok olması: eksiksiz bir yetki sahibi olması; sözünün nafiz, insanlar tarafından sevilen, onlar arasında güzel bir şekilde yâd edilen ve sözü tutulan bir kişi olmasıdır. İşte bu, bütün mutluluklara bir işarettir ki, bunların bir kısmı fıtrî olup, kesbin bunlarda bir tesiri söz konusu değildir; bir kısmı ise kesbîdir, sonradan kazanılır. Bu kesbî olan yok mu, insan bunu iyice düşündüğünde, bunu da sırf Allah'ın bir bağışı ve atiyyesi olarak görür. Çünkü sebeplerde, engelleri ortadan kaldırmada ve gerektiricı sebepleri meydana getirmede bir tercih bulunmamaktadır. Aksi halde, say ve gayretin sebebi müşterek olmuş olur. Mutlulukları elde etmek ve matluba ulaşmak ise ortak olmamış olurdu. İşte Cenâb-ı Hakkın, kendileriyle insanların bir kısmını diğer bir kısmını üstün kıldığı mutlulukların çeşitleri bunlardır. İnsan, çeşitti faziletlerin diğer bir insanda bulunduğunu müşahede edip, kendisini bu faziletlerin hepsinden ya da büyük bir kısmından mahrum görünce, bu durumda kalben kederlenir, zihni karışır, sonra da kendisinde şu iki hal meydana gelir: a) Bu kimse, o mutlulukların o insandan zail olmasını temenni eder. b) Ya da, bunu temennî etmez de, onunki kadar bir mutluluğun kendisi için de bulunmasını temennî eder. Bunlardan birinci hal, mezmûm ve kötü olan bir haseddir. Zira, âlemin müdebbiri ve yaratıcısı olan Allah'ın ilk gayesi, kullarına ihsanda bulunup onlara cömert davranarak, adeta sağanak halindeki yağmurlar gibi, onlaraikram ve ihsanlarını dökmesidir. Binaenaleyh, kim bunun zail olmasıni isterse, o kimse sanki Cenâb-ı Hakk'ın âlemi yaratıp mükellef varlıkları halketmesindeki ilk maksadı hususunda Allah'a itiraz etmiş olur. Yine çoğu kez o kimse, kendisinin bu nimetlere o insandan daha lâyık olduğuna inanır. Ki bu da, Allah'a bir itiraz ve O'nun hikmetini bir ta'n olur. Bütün bunlar ise insanı küfre ve bid'at karanlıklarına düşüren, kalbinden iman nurunu silip süpüren şeylerdendir. Hased, dinî bakımdan bir fesada sebep olduğu gibi, dünyevi bakımdan da fesadın sebebidir. Çünkü bu durum sevgiyi, muhabbeti, dostluğu sona erdirir ve bütün bu halleri, onların zıddına dönüştürür. İşte bu sebeplerden dolayı, Cenâb-ı Hak kullarını bundan nehyederek, "Allah'ın, kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile yaphğı şeyleri temenni etmeyin" buyurmuştur. Bil ki bu hasedi nehyetmenin sebebi, dinlerin temel kaidelerinin farklılığına göre farklılık arzetmektedir. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaât mezhebine göre Cenâb-ı Hak, "Ne dilerse, hakkıyla yapandır" (Burûc, 16); "O, yapacağından mesul tutulmaz, takat insanlar mesul olurlar" (Enbiya. 23) Binaenaleyh, O'nun yaptıklarına itiraz edilemez, O'nunla münakaşa etmeye hiçkimsenin takati yetmez, her şey O'nun yaratmasıdır; yapmasının nedeni-niçini yoktur. Neden, niçin diye sorulam Bu böyle olunca, bütün kîlukâl kapıları tıkanmış ve itiraz yollan merdûddur Mutezile mezhebine göre, itiraz yollan da kapanmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allâmu'l-guyûb" (gaybleri hakkıyla bilen)dir. Binaenaleyh O, mahlukatınin yararına olan bütün faydalı şeyleri ve hükümlerdeki incelikleri eksiksiz bilendir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, ' Eğer Allah (bütün) kullarına (aynı seviyede) bol rızık verseydi, yeryüzünde muhakkak ki taşkınlık ederler, azarlardı" (Şûrâ, 27) buyurmuştu. Bu her iki izaha göre de. mutlaka her insanın Allah'ın kaza ve kaderine razı olması gerekir İşte bundan ötürü, bir hadis-ı kudsîde şöyle buyurulmuştur: "Kim benim kaza ve kaderime teslim olur, belâlarıma sabreder ve nimetlerime de şükrederse, onu sıddik olarak kaydederim. Kıyamet gününde onu, sıddîklerle beraber hasrederim. Kim de benim kaza ve kaderime rıza göstermez, belâlarıma sabretmez ve nimetlerime de şükretmezse, o kimse benden başka bir Rab arasın.." İşte, o nimetlerin o kimseden zail olmasını temenni eden kimse hakkında söylenebilecek söz bundan ibarettir. İbn Sîrin'in Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'den rivayet etmiş olduğu şu hadis de bunu teyid etmektedir. Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Hazret-i Peygamber; "Birkimse, (din) kardeşinin talip olduğu kıza talip olmaz (olmasın); kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık yapmaz (yapmasın); bir kadın da, yerine geçmek için, kız kardeşinin boşanmasını istemez. Çünkü ona rızık veren Allah'tır" buyurmuştur. Bütün bunlardan maksat, hasedden iyice sakındırmaktır. Ama bu nimetlerin kardeşinden zail olmasını istemez, aksine bir o kadar da kendisinin olmasını isteyen bir kimse olursa, bunu caiz gören âlimler bulunmaktadır. Ancak, muhakkik âlimler bunun da caiz olmadığını söylemişlerdir. Çünkü o nimet, çoğu kez dinî bakımdan o kimse hakkında bir mefsedet, dünyevî bakımdan da bir zarar olur. işte bu sebepten dolayı muhakkik âlimler, "Bir kimsenin: "Allah'ım, bana falancanın evi gibi bir ev; falancanın karısı gibi bir karı nasib et" demesi caiz olmaz, aksine "Allah'ım, bana dinim, dünyâm, âhiretim ve maişetim konusunda hakkımda uygun olan şeyleri ver" demesi gerekir" demişlerdir. İnsan çoğu kez düşündüğünde, kullarına bir öğretme olsun diye, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân-ı Kerim'de zikretmiş olduğu, "Ey Rabbimız, bize dünyada da iyi hal ver, âhirette de iyi hal ver ve bizi o ateş azabından koru" (Bakara, 201) şeklindeki duadan daha güzelini bulamaz. Katâde, Hasan el-Basrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hiç kimse, mal temennisinde bulunmasın.. Sa'lebe hakkında olduğu gibi, belki de onun helaki o maldandır..." İşte Cenâb-ı Hakk'ın bu âyette "Allah'tan fazlını isteyin" ifadesinden kastedilen de budur. Ayetinin Nüzul Sebebi Âlimler, bu âyetin sebeb-i nüzulü hakkında şunları zikretmislerdir: a) Mücahîd'in rivayetine göre Ümmü Seleme "Ya Resûlallah, erkekler savaşa katılıp savaşıyor, biz ise savaşmıyoruz. Onların mirastaki paylarıysa bizimkinin iki katı. Keşke biz de erkek olsaydık!" deyince, bu âyet-i kerime nazil olmuştur. b) Süddî sovle demektedir: Mirasla ilgili âyetler nazil olunca, erkekler: "Cenâb-ı Hakk'ın, miras hususunda bizi üstün kıldığı gibi âhirette de bizi kadınlardan üstün kılmasını umuyoruz"; kadınlar ise, "Biz de, miras hususunda olduğu gibi, bizim günahımızın da erkeklerin günahının yarısı kadarı olmasını arzularız" deyince, bu âyet nazil oldu. c) Allahü teâlâ, erkeklerin mirastaki payını iki dişinin payı kadar yapınca, kadınlar: "Biz daha muhtacız, çünkü biz zayıf bünyeli varlıklarız. Erkeklerse, geçimlerini elde etme hususunda daha güçlüler" dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazîl oldu. d) Bir kadın Hazret-i Peygamber'e gelerek, "Erkeklerin ve kadınların Allah'ı birdir. Sen. hem bize hem de onlara gönderilmiş bir peygambersin. Babamız Adem, annemiz ise Havva'dır. O halde Allahü teâlâ'nın erkeklerden bahsedip, bizden bahsetmemesinin sebebi nedir?" deyince, o zaman işte bu âyet-i kerime nazil oldu. Yine bu kadın, "Erkekler, cihad etmekle bizi geçtiler. Binâenaleyh bizim ne yapmamız gerekir?" deyince, Hazret-i Peygamber "Sizden, hamile olan bir kadına, oruç tutan ve namaz kılan kimsenin mükâfaatı kadar bir mükâfaat vardır. Doğum sancıları ona acı verdiği zaman, Cenâb-ı Hakk'ın o kadına vereceği ecri ve mükâfaatı hiç kimse bilemez.. Bu kadın çocuğunu emzirdiği zaman, çocuğunun memesinden her emmesine mukabil, o kadına bir canı diriltmenin mükâfaatı kadar mükâfaat vardır buyurmuştur. Erkek ve Kadının Birbirine Karşı Durumu Daha sonra Hak teâlâ, Erkeklerin, kendi kazandıklarından bir payı vardır. Kadınların da, kendi kazandıklarından bir payı vardır" buyurmuştur. Bil ki bu âyetle hem dünya, hem âhiret, hem de her ikisiyle ilgili olan hususların kastedilmiş olması mümkündür. Birinci ihtimal hakkında şu izahlar yapılabilir: a) Bundan murad, "Her fırkaya, kazanmış olduğu dünya nimetlerinden bir pay vardır. Binaenaleyh, Allah'ın kendisine ayırıp verdiği şeye razı olması gerekir" şeklindedir. b) "Mirastan tayin edilen her pay, Allah'ın hükmüne göredir. Binaenaleyh, kişinin buna razı olması ve itiraz etmemesi gerekir." Bu görüşe göre burada geçen tabiri, elde etme ve sahip olmak manasındadır. c) Cahiliyye çağındaki insanlar, kadınlara ve çocuklara mirastan pay vermiyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hak bu âyet ile, bunun geçersiz olduğunu belirterek, erkek olsun dışı olsun, küçük olsun büyük olsun herkesin muayyen bir payı olduğunu beyân etmiştir. İkinci ihtimalle ilgili olarak da şu izahlar yapılmıştır: a) Bundan murad şudur: Herkesin elde edeceği muayyen bir sevap miktarı vardır ki, buna Allah'ın keremi ve lütfuyta müstehak olur. Binâenaleyh, bunun aksini temenni etmeyiniz..." b) Herkesin, yapmış olduğu tâatlara mukabil bir mükafaatı vardır. Binaenaleyh onu, kötü olan hased sebebiyle zayi etmemesi gerekir. Ki bu, "Sana ait olanı muhafaza et, zayi etme; başkasına ait olanı da temenni etme!" demektir. c) Erkeklerin kazandıklarından bir hisseleri bulunmaktadır ki bu, onların kadınların nafakalarını temin etmelerine vesiledir. Cenâb-ı Hak, kadınların namus ve ferçlerini muhafaza etmeyi, kocalarına itaat etmeyi ve aş-ekmek pişirme, giyecekleri muhafaza etme ve geçimi kolaylaştırma gibi evle ilgili işleri yapmalarını murad ederek, "Kadınlar için de, kazandıkları şeyden bir hisse vardır" buyurmuştur. Bu manaya göre "nasîb", sevap ve mükâfaat anlamındadır. Üçüncü ihtimale gelince, âyetten bu manaların tamamı kastedilmiştir. Çünkü âyetin lafızları bu manaları kapsamakta olup, bu manalar arasında herhangi bir tezat bulunmamaktadır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'tan, fazlını isteyiniz" buyurmuştur. Bu hususla ilgili olarak da birkaç mesele vardır: İbn Kesir ve Kisaî, bu kelimenin istemek fiilinden bir emir ve kendisinden önce vâv veya fâ harfinin bulunması şartıyla, hemzesiz olarak şeklinde; diğer kıraat imamları ise, Kur'ân'ın her yerinde olmak üzere (......) şeklinde okumuşlardır. Birinci okuyuşa göre, hemzenin harekesi sin harfine verilmiş, vasi elifine lüzum görülmeyerek hazfedilmiştir. İkinci okuyuşa göre bu kelime, aslı üzere okunmuştur. Kıraat imamları, (......) kelimesi emr-i gâib olduğu için, bunun hemzeli okunacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Ebu Ali el-Farisî, "Ebu'l-Hasen'e göre, Cenâb-ı Hakk'ın (......) kelimesi ikinci mef'ûl yerinde; Sîbeveyh'in görüşüne göreyse, hazfedilmiş olan ikinci mef'ûlün sıfatı yerine gelmiş bir ifâdedir. Buna göre sanki. "Allah'tan, O'nun fazlından olan nimetini isteyiniz" denilmiştir" demiştir. Allah'tan Belli Bir Şey Yerine Lutfunu İstemeli Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'tan, fazlını isteyiniz" buyruğu, insanın talep ve dualarında muayyen bir biçimde bir şey istemesinin caiz olmayacağına; ancak, Allah'ın lütfundan, mutlak bir biçimde dini ve dünyası hakkında, kendi salahına vesile olacak şeyleri isteyebileceğine bir tenbihte bulunma ve dikkat çekmedir. Sonra Cenâb-ı Hak. "Şüphesiz ki Allah, herşeyi hakkıyla bilendir" buyurmuştur ki, bu şu demektir: Allahü Teâlâ, isteyenlerin menfaatine olan şeyleri bilmektedir. Binaenaleyh, bir talepte bulunan, isteğini kısaca belirtsin, dua ederken, istediğini tayin ederek istemekten sakınsın.. Çünkü bu çoğu kez, sırt bir mefsedet ve sırf bir zarar olur. Allah en iyi bilendir. |
﴾ 32 ﴿