43"Ey iman edenler, siz sarhoşken, ne söylediğinizi biilnceye ve cünüb iken de yolcu olmanız müstesna, gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya bir sefer üzerinde bulunursanız, yahud sizden birisi ayak yolundan (tuvaletten) gelirse, yahud da kadınlara dokunup da bir su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin; yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır". Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Nisa, 43, Ayetteki Nüzul Sebebi Alimler, âyetin nüzul sebebi hakkında şu iki açıklamayı yapmışlardır: 1) İçki henüz mubah iken, Abdurrahman İbn Avf, sahabenin ileri gelenlerinden bir cemaata bir ziyafet verdi. Bu vesileyle onlar yeyip içtiler. Onlar bu işi bıraktıklarında, akşam namazının vakti gelmişti. Bunun üzerine onlar, içlerinden birisini, kendilerine namaz kıldırması için öne sürüp imam yaptılar. İmam da, zammı sûre olarak Kâfirûn sûresini okurken, "...Sizin taptıklarınıza ben taparım, sizlerde benim taptıklarıma tapıcılarsınız" şeklinde okudu. Bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil oldu. Artık onlar, bu âyet nazil olduktan sonra namaz vakitlerinde içki içmiyorlardı. Yatsı namazını kıldıkları zaman içki içiyorlardı. Böylece de, sabah vaktine girmeden, sarhoşluk halleri zail oluyor, neticede de ne söylediklerini bilir hale geliyorlardı. Daha sonra da, her halükârda içkinin kesin olarak haramlığını ifâde eden Mâide süresindeki âyet-i kerime (Âyet, 90) nazil oldu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet olunduğuna göre, (Nisa 43) âyetinin nazil olduğu kendisine ulaştığı zaman O, "Ey Allah'ım, içki akıllara ve mallara zarar veriyor. Bu sebeple, bu husustaki kesin emrini indir" demişti. İşte sabahleyin ashaba, içkinin kesin olarak haramlığını ifâde eden (Mâide, 90) âyetinin nazil olduğu haberi ulaşır. 2) İbn Abbas, bu âyet-i kerimenin, içki haram kılınmazdan önce içki içip, sonra da peygamberle birlikte namaz kılmak için mescide gelen sahabenin önde gelenlerinden bir cemaat hakkında nazil olduğunu ve böylece, bu âyet ile Allahü teâlâ'nın onları içki içmekten nehyettiğini söylemiştir. Bu Ayette Namaz (Salat) Hakkında Mevcut Olan Ahkam Âyet-i kerimede geçen (namaz) kelimesinden ne murad edildiği hususunda da şu iki görüş beyan edilmiştir: a) Buna göre, bu kelimeyle "mescid" kastedilmiştir. Bu, İbn Abbas, İbn Mes'ûd ve Hasan el-Basrî'nin görüşüdür ki, Şafiî de bu görüşü benimsemiştir. Bil ki (namaz) lafzının mescid hakkında kullanılması, ihtimâl dahilindedir. Bunun böyle olduğuna, şu iki husus da delâlet eder: 1) Bu, muzâfın hazfedilmesi kabilindendir. Buna göre ifadenin takdiri, "namaz yerine yaklaşmayın" şeklinde olur. Muzâfın hazfedilmesi ise, yaygın ve bilinen bir mecazdır. 2) Hak teâlâ'nın, "...manastırlar, kiliseler, havralar" (Hacc, 40) âyetinde geçen lafzıyla, namaz kılınan yerler, mescidler kastedilmiştir. Böylece, kendisiyle mescid manası murad edilerek. (......) kelimesinin kullanılmasının caiz olduğu ortaya çıkmış olur. b) Ekseri ulemânın görüşü de şudur: Buna göre, bu Âyette geçen (......) kelimesiyle, bizzat namazın kendisi kastedilmiştir. Buna göre kelamın takdiri, "Sarhoş olduğunuz halde namaz kılmayınız..." şeklinde olur. Bu ihtilâfın yararı, şer'î bir hükümde ortaya çıkar ki, o da şudur: "a" şıkkının kabul edilmesi halinde mâna, "Mescidden geçme mecburiyetinde olanlar müstesna, sarhoşken, cünübken mescidden geçmeyin" şeklinde olur. Bu manaya göre, yapılan bu istisna, cünüb kimsenin mescidden geçmesinin caiz olabileceğine delâlet etmiş olur ki, bu Şafiî'nin görüşüdür, "b" şıkkının kabul edilmesine göre manâ, "Sarhoşken namaza yaklaşmayın ve yolcu olmanız müstesna, cünüb iken de namaza yaklaşmayın" şeklinde olur. Buna göre, tabirinden yolcu murad edilmiştir. Böylece bu istisna da, cünüb kimsenin su bulamadığı zaman, o haliyle namaz kılabileceğine delâlet etmiş olur. Şaftî âlimleri, birinci ihtimalin tercihe daha şayan olduğunu söylemişlerdir. Bunun böyle olduğuna şu hususlar da delâlet etmektedir: a) Cenâb-ı Hak, "... namaza yaklaşmayın " buyurmuştur. "Yaklaşmak" ve "uzaklaşmak" manaları, hakikat yoluyla, bizzat namaz hakkında doğru olmazlar. Bu manalar ancak "mescid" hakkında doğru olabilirler. b) Biz, eğer bu kelimeyi söylediğimiz manaya hamledersek, bu takdirde istisna sahih olur. Ama biz onu sizin söylediğiniz manaya hamledersek, bu takdirde istisna sahih olmaz. Çünkü, müsafir olmadığı halde, şiddetli bir hastalık sebebiyle su bulamayan bir kimsenin, teyemmüm ile namaz kılması caizdir. Durum böyle olunca, âyeti bizim dediğimiz manaya hamletmek daha evlâ olur. c) Biz, (......) kelimesini, "cünüb olan yolcu" manasına hamledersek, eğer bu kimse su bulursa, onun namaza yaklaşması kesin olarak caiz olmaz. O takdirde de, âyet-i kerimedeki istisnayı hazfetmek gerekecektir. Su bulamaması durumundaysa, namaza, ancak teyemmüm ile yaklaşması caiz olur. Bu durumda da, âyetteki bu şartı izmâr etmek gerekecektir. Ama bizim söylediğimizi benimsememiz durumunda, biz âyetteki herhangi bir şeyi hazfetmek zorunda kalmayız. Binâenaleyh, bizim görüşümüz daha uygundur. d) Allahü teâlâ, yolculuğun ve suyun bulunmaması halinin hükmünü, bundan sonra da teyemmümü zikretmiştir. Binâenaleyh, bunu, bu âyetten sonraki bir âyette zikredilen bir hükme hamletmek caiz olmaz. Bunu teyid eden bir başka husus da şudur; Kıraat âlimleri ifâdesinde vakfedip, sonra da, ifadesiyle başlamayı müstehab saymışlardır. Çünkü, bu ikincisi başka bir hükümdür. Ama, âyeti bizim zikretmiş olduğumuz manaya hamledersek, bu takdirde bu ek açıklamalara gerek duymayız. Binâenaleyh, bizim görüşümüz daha evlâdır. İkinci görüşü dektekleyenler şöyle diyebilirler: Hak teâlâ'nın, "... söylediğinizi bilinceye kadar" buyruğu, O'nun "namaza yaklaşmayın" ifâdesinden bizzat namazın kendisinin kastedildiğine delâlet etmektedir. Çünkü mescid hakkında, sarhoşluğu sndan men edecek meşru bir söz bulunmamaktadır. Ama namazda, sarhoşluğu Dndan men edecek hususi sözler bulunmaktadır. Binâenaleyh, âyeti bu manaya lamletmek daha evlâdır. Birinci görüşte olanlar, şu şekilde cevap verebilirler: Zahirî duruma göre insan, nescide ancak namaz için gider. Binâenaleyh namaza halel getiren şeyler, mescide gitmeye manî olan şeyler gibidir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ bunu zikretmiştir. “Sekr” ve “Sükara” Kelimesinin Manası Vahidi (r.h) şöyle der:" kelimesi, (sarhoş) kelimesinin çoğuludur. Fa'lâne vezninde olan her sıfatın "Sekt" ve "Sükârâ" Kaimesinin Manası cem'i, "küsâtâ" ve "kesâlâ" (tembeller) gibi, fu'âlâ ve fa'âlâ vezninde getir. Arapça'da "sekr" kelimesinin asıl manası, yolu tıkamaktır. "Su bendini tıkadı" tabiri de, bu manadadır. Göz şaşırıp kaldığında, ' "Onun gözü iyi şaştı ' denilir. Cenâb-ı Hakk in, "Gözlerimiz (bir sarhoş gözü gibi) döndürülmüş..." (Hicr, 15) yani "örtüldü de, onun görme nuru nüfuz etmez oldu ve eşyayı olduğu gibi göremez oldu" âyetindeki kelime de aynı manadadır. "Sekrü'l-mâi" ifadesi de böyledir. Bu, suyu tekrar akış yönüne döndürmektir. İçkiden dolayı sarhoş olmak ise, insanın sarhoşluktan önceki ayık hâlinden kesilmesidir. Dolayısıyla onun görüşü, ayık hâlindeki görüşünün geçerli oluşu gibi olmaz. Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: Âyette geçen "sükârâ" lafzı hakkında şu iki açıklama yapılmıştır: a) Şundan murad, içkiden dolayı olan sarhoşluktur ki bu, ayık olmanın zıddıdır. Bu, Sahabe ve Tabiîn'in cumhurunun görüşüdür. b) Bu, Dahhâk'ın görüşü olup; buna göre bu ifadeden maksad, içki sarhoşluğu değil uyku sarhoşluğu (sersemliği)dir. "Sarhoşluk" kelimesi, uyku hakkında da kullanılır. Binâenaleyh âyetteki kelime, bu manaya da muhtemeldir. Deliller de bunu gösterir. Dolayısıyla bu manayı tercih etmek gerekir. Lafzın, bu manaya da muhtemel olduğunu şu iki bakımdan da izah edebiliriz: 1) Daha önce de söylediğimiz gibi, Arapça'da "sekr" lafzı, yolu tıkamak manasındadır. Hiç şüphe yok ki insan, uyku esnasında, insanın nefes alıp verdiği yollar, yoğun buharlarla dolar. Böylece de o yollar, bunlarla tıkanmış olur da, onun gören ve işiten kuvveti bedeninin dışına çıkamaz. 2) Ferezdak şöyle demiştir: " Gece boyunca yürümesinden anlaşılıyor ki konakladığın her menzilde uyku, ona (adeta) bir içki takdim etmiştir." Lafzın bu manaya da gelebileceği sabit olunca, biz deriz ki: Deliller de bunu göstermektedir. Bunun izahı şu yönlerdendir: a) Hak teâlâ'nın, "Siz sekr halinde iken, ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın" âyetinin zahiri, Allah'ın, bu kimselerin ne dediklerini bilmedikleri zaman namaza yaklaşmalarını men etmiş olduğunu gösterir. Böyle bir insanı, mükellef tutmak akten ve naklen imkansızdır. Bunun aklen imkansızlığı şu bakımdandır: Bu insanı mükellef tutmak, teklif-i mâla yutak (güç yetirilemeyecek şeyle mükellef tutmak) manasına oelir. Bunun naklen imkansızlığı ise şu bakımdandır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kalem üç kişiden kaldırılmıştır (yani bunların lehine ve aleyhine birşey yazılmaz): Bulûğa erinceye kadar çocuktan; İyileşinceye kadar deliden ve uyanmcaya kadar uyuyandan " İbn Mace, Talak, 15(1/658); Tirmizi, Hudad, 1(4/32) buyurmuştur. Şüphe yok ki sarhoş, deli gibidir. Binâenaleyh o anda mükellefiyetin ondan da kalkmış olması gerekir. b)Hazret-i Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem): "Sizden birisini namazda İken uyku bastırdığında, uykusu geçinceye kadar uyusun. Çünkü o, uyuklaya uyuklaya namaz kılarsa, belki istiğfar ediyorum diye, kendi kendine söver" Müslim, Müsafiri, 222(1/543) buyurmuştur. İşte Dahhâk'ın görüşünün izahı böyledir. Bil ki doğru olan birinci görüştür. Bunun böyle olduğuna şu iki şey de delâlet eder: a) "Sekr" (sarhoşluk) lafzı, içkiden dolayı olan sarhoşluğu mecaz değil, hakikat olarak ifâde eder. Kelimelerde aslolan "hakikat" manasıdır. Fakat bu lafzı aşk, gazab, korku veya uykudan dolayı meydana gelen sarhoşluğa hamletmek mecaz olup bu da ancak kayıtlı olarak (yani neden dolayı olduğu belirtilerek) kullanılır. Mesela Cenâb-ı Hak, "Ölüm sarhoşluğu, gerçek olarak geldi" (Kaf, 19) ve "İnsanları sarhoş görürsün. Halbuki onlar sarhoş değildirler" (Hacc. 2) buyurmuştur. b) Bütün müfessirler bu âyetin içki içme hakkında olduğunda ittifak etmişlerdir. Usûl-ü fıkıhta, "Bir âyet, muayyen bir hâdise hakkında ve belli bir sebepten ötürü nazil olmuş ise, o sebeb-i nüzulün o âyet ile murad edilmemiş olması imkânsızdır" kaidesi yer almıştır. Dahhâk'ın, "Bu âyetteki nehiy, içkiden olan sarhoşluğa nasıl şamil olabilir?" şeklindeki görüşüne gelince, biz deriz ki: "Çünkü o adam uyurken ve hiçbir şey anlamazken, bu nehiy onu nasıl içine alır?" denilir. Sonra buna şu şekilde cevap verilir: Bu âyetten maksad, namaz kendilerine vacip iken, anlayışı ihlal eden, sarhoşluğa götüren içki içmekten insanları men etmektir. Böylece bu lafız, sarhoşluk halinde namaz kılmayı men etmeden uzaklaşmıştır. Halbuki ondan maksad, namaz vaktinde sarhoşluğa yol açacak şekilde içmekten nehyetmektir. Dahhâk'ın tutunduğu hadise gelince, bu da, âyette zikredilen sarhoşluğun uyku olduğuna delâlet etmez." Bu Ayetin Mensuh Olduğunu Söyleyenler Bazı âlimler, bu âyetin Mâide süresindeki 90. âyetle neshedildiğini söylemişlerdir. Ben derim ki: Ancak şöyle denilmesi halinde, burada neshin cereyan ettiği söylenebilir: "Sarhoşluk halinde namaza yaklaşmama ile ilgili nehiy, kişinin ne dediğini bilir hâle gelmesine kadar uzatılmıştır. Bir noktaya kadar uzatılan hükmün ise, o noktaya varıldığı zaman sona ermesi gerekir. Binâenaleyh bu, kişi ne dediğini bilir hale geldiğinde, sarhoş olmakla beraber, namaza yaklaşmasının caiz olmasını iktizâ eder. Halbuki Allahü Teâlâ, Mâide süresindeki âyetiyle içkiyi haram kılınca, bu olabilirlik hükmünü kaldırmıştır. Böylece Madie süresindeki âyetin, bu âyetin delâlet ettiği şeylerin bir kısmını neshetmiş olduğu sabit olur. İşte, burada söz konusu edilen neshin izahı komusunda hatırıma gelen budur." Buna da şu şekilde cevap verilebilir: Biz, bu nehyin neticesinin, namaza yaklaşıldığında sarhoşluğu gerektiren içki içmeye varıp dayandığını beyân etmiştik. Bir şeyin husûsen zikredilmesi, zayıf bir zan yoluyla olması durumu hariç, onun dışında kalanlardan hükmün nefyedilmiş olduğuna delâlet etmez. İşte böyle olan bir durum da nesh sayılmaz. Beşinci Mesele Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Bu kelime, sîn harfinin fethasıyla (helak olanlar) ve (aç kimseler) kelimelerinde olduğu gibi, cemi bir kelime olmak üzere, şeklinde de okunmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, ve cünüb iken de yolcu olmanız müstesna" buyurmuştur. Hak teâlâ'nın ifâdesi, O'nun "sizler sarhoşken.." ifâdesine atıfır. (......) ifâdesinin başındaki vâv ise, hâl vâvıdır. Buna göre bu ifâdelerin takdiri, "Sarhoş ve cünüb olduğunuz hâlde, namaza yaklaşmayın" şeklinde olur. (......) kelimesi, müfredi ve cem'i, müzekkeri ve rnüennesi müsavi olan bir kelimedir. Çünkü bu kelime, masdar olan "uzaklaşmak, cünüb olmak" masdarının yerine geçen bir isimdir. Halbuki biz, "cenabet" kelimesinin asit mânasının "uzaklaşmak, uzaklık" olduğunu; yine temizleninceye kadar namazdan, mescidlerden ve Kur'an okumaktan uzaklaştığı için, kendisinin gusletmesi gereken, vâcib olan kimseye de cünüb denildiğini söylemiştik. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, biz bu ifâdeyle ilgili olarak şu iki görüşün bulunduğunu beyan etmiştik: a) Buradaki kelimeleriyle mescidlerden geçmek, mescidlerden geçen manası kastedilmiştir. b) Bu tabirle müsafirler, yolcular kastedilmiştir. Ve biz yine, bu ikisinden birisinin diğerine nasıl tercih edildiğini de açıklamıştık. Abdest İmkânı Olmayınca Teyemmüm Cenâb-ı Hak, "Eğer hasta olur veya bir sefer üzerinde bulunursanız, yahud sizden birisi ayak yolundan (tuvaletten) gelirse, yahud kadınlara dokunup da bir su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin; yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır" (Nisa, 43) buyurmuştur. Bil ki, Cenâb-ı Hak bu buyruğunda şu dört çeşit insandan bahsetmiştir: a) Hastalar, b) Yolcular, c) Tuvaletten gelenler, d) Kadınlara dokunanlar... İlk iki kısım olan hastalık ve yolculuk, insanı teyemmüm etmeye zorlar. Son iki kısım ise, su bulunduğu zaman su ile temizlenmeyi, su olmadığı zaman ise teyemmüm etmeyi iktizâ eder. Biz bu kısımlardan herbirine ait hükmü ele alacağız. Birinci Sebep, ki bu hastalık halidir. Bil ki, hastalık üç şekilde olur: 1) Çiçek hastalığı ve çok büyük çıbanlarda olduğu gibi, su kullanması halinde, kişinin kesinlikle ölmesi durumunda olması. 2) Su kullanmakla ölmezse de çok fazla elem ve ızdırap duyması hali. 3) Kişinin ölümden ve şiddetli acı duymaktan bir endişesi olmaksızın suyu kullanması halinde bedeninde bir kusur ve ayba sebebiyet verecek bir şeyin, bir izin kalmasından endişelenmesi hali. İşte bu sebeple fukahâ, ilk iki kısım söz konusu olduğunda teyemmüm etmeyi caiz görmüşler, üçüncüsünde ise, bunu caiz görmemişlerdir. Hasan el-Basrî, suyun bulunmaması durumu müstesna, bunların hiçbirinde teyemmümün caiz olmadığını iddia etmiş ve şunları buna delil getirmiştir: Âyetin sonunda, "... bir su bulamazsanız" buyurulmuş olmasının da gösterdiği gibi, hastanın teyemmüm etmesinin cevazını, suyun bulunmaması haline bağlamıştır. Teyemmümün muteber olmasının şartı bu olunca, bu şart bulunmadığı zaman teyemmümün de caiz olması gerekir. Bu, aynı zamanda İbn Abbas'ın görüşüdür. O, şöyle derdi: "Allahü teâlâ eğer dileseydi, hastayı bundan daha şiddetli ve zor bir şeyle imtihan ederdi." Fukâhanın delili ise şudur: Allahü teâlâ, su bulamadığı zaman hastanın teyemmüm etmesine müsaade etmiştir. Bunda, su bulunduğu zaman, teyemmüm etmenin yasaklanmış olduğuna dair bir delil yoktur. Hem sünnet, bunun caiz olduğuna delâlet etmektedir. Sahabenin birisi hakkında rivayet edilen şu haber de, bunu teyid etmektedir: O sahabe cünüb olmuştu; bedenindeyse büyük bir yarası vardı. Birilerine bu durumu sorunca onlar gusletmesi gerektiğini söylediler. O da gusledince oluverdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu duyunca "Allah onların canım alsın, onu öldürdüler" dedi. İşte bu da bizim söylediğimiz şeyin caiz olduğuna delâlet etmektedir. İkinci Sebep, yolculuktur. Âyet, yoicu olan kimsenin, yolculuğu ister uzun ister kısa olsun, su .bulamadığı zaman teyemmüm edeceğini gösterir. Üçüncü Sebep, insanın tuvaletten (def-i hacetten) gelmesidir. Âyette geçen, insanın def-i hacet (tuvalet ihtiyacı) için rahatça oturabileceği çukur bir yerdir ki, bu kelimenin cem'i, şeklindedir. İnsan tuvalet ihtiyacı olduğunda, kendisini başkasının göremeyeceği bir yer arar. Sonra def-i hacet, bir şeyin, bulunduğu yerine nisbetle isimlendirilmesi gibi, bu isimle adlandırılmıştır. Cinsel Temastan Sonra Teyemmüm Dördüncü Sebep, kadınlara dokunmaktır. Bu hususta birkaç mesele vardır: Hamza ve Kisâî, kelimeyi "lems" masdarından olmak üzere, elifsiz olarak , (dokundunuz) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, müfâ'ale babından olarak, (......) şeklinde okumuşlardır. Müfessirler, bu âyette geçen "dokunma"dan ne kastedildiği hususunda ihtilâf edip, şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir: a) Bundan murad, cima (cinsî münâsebettir. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh), Hasan el-Basrî, Mücâhid, Katâde ve Ebu Hanîfe (r.h)'nin görüşüdür. Çünkü kadına el ile dokunmak abdesti bozmaz. b) Bundan maksad, ister cinsî münasebet esnasında, ister başka bir şekilde olsun, kadın ile erkeğin derilerinin biribirine dokunmasıdır. Bu İbn Mes'ûd, İbn Ömer, Şa'bî, Nehâ'î ve Şâfii (r.h)'nin görüşüdür. Bil ki bu, birinci görüşten daha tercihe şayandır. Çünkü bu âyetin iki kıraatinden biri "yahud da kadınlara dokunduğunuz zaman" şeklindedir. "Lems" (dokunma) kelimesinin, hakiki manası el ile dokunmaktır. Bu kelimeyi, cima manasına almak mecazdır. Halbuki sözlerde aslolan, sözü hakîkî manasına almaktır. İkinci kıraat ise, "lems" kelimesinin mufâ'ale babından gelen, (karşılıklı birbirinize dokunduğunuz zaman) şeklindedir. Bu siga da, hakîkat olarak cima manasına gelmez. İki mütevâtir kıraatten anlaşılan manalar arasında bir çelişki (tezad) meydana gelmesin diye, bunu da hakîki manasına hamletmek gerekir. Bu kelime ile, cima (cinsî münâsebet) manasının kastedildiğini söyleyenler, şu şekilde delil getirmişlerdir: Gerek "tems", gerekse "mess" kelimeleri, Kur'an-ı Kerim'de cima manasında kullanılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak "Eğer siz onları kendilerine dokunmadan önce boşarsanız..." (Bakara, 237) ve zıhar âyetinde, "(Onların) birbiriyle temas etmezden önce, bir köle azâd etmeleri (lâzımdır)" (Mücâdele. 3) buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), Allah hayy, kerîm, nezîh olduğu için kinayeli olarak (nezîh bir şekilde) cinsî münasebeti, "lems" (dokunma) diye ifâde etmiştir. Yine hades (abdestsizlik hali) de iki çeşittir: Küçük olan, ki bu âyetteki "Sizden birisi ayak yolundan (tuvaletten) gelirse" ifadesi ile anlatılan husustur. Binaenaleyh şayet, Hak teâlâ'nın "Yahut da kadınlara dokunursanız" tabirini de, küçük hades manasına alırsak, âyette büyük hades (cünüblük hali) zikredilmemiş olur. Bundan dolayı bu ikinci ifadeyi, büyük hadese (cünüblük haline, cinsî münasebete) hamletmek gerekir. Bil ki bu görüştekilerin yaptıkları bütün bu izahlar, bir delil olmaksızın lafzın zahirî manasını bırakmaktan ileri geçemezler. Bundan ötürü bunun caiz olmaması gerekir. Hem, cünüblükle ilgili hüküm "ve cünüb iken de..." ifadesinde geçmişti. Bundan dolayı eğer biz bu sonraki ifadeyi de cünüblük manasına alırsak, bir tekrar olmuş olur. Ehl-i Zahir (Zahirîler) âyetteki "Yahut da kadınlara dokunur- sanız" ifâdesinin zahirine dayanarak, sadece dokunan (erkeğin) abdestinin bozulacağını, dokunulan kadının abdestinin ise bozulmayacağını söylemişlerdir. Şafiî (r.h) de hem dokunanın, hem dokunulanın abdestinin bozulacağını söylemiştir. Bil ki Allahü teâlâ, bu dört sebebi zikretmesini müteakip birsu bulamazsanız" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: Teyemmüm, Ancak Su Arayıp Bulamadıktan Sonra Yapılır Şafiî (r.h), "Bir kimse, namaz vakti girdiğinde su arasa ve fakat bulamayıp teyemmüm ederek namaz kılsa, daha sonra bir sonraki namazın vakti girse, suyu yeniden araması gerekir" derken; Ebu Hanife (r.h), bunun gerekmediğini söylemiştir. Şafiî'nin delili, Hak teâlâ'nın, "bir su bulamazsanız" ifadesidir. "Su bulamama" tabiri suyun daha önce aranmış olduğunu ihsas ettirmektedir. Binaenaleyh her teyemmümden (namazdan) Önce su aramak gerekir. İmdi şayet "bulma" tabirimiz, önceden bir araştırmanın olduğunu ihsas ettirmez. Nitekim Cenâb-ı Hak, "(O), seni (çocukluğunda) kaybolmuş bulup da, yolunu doğrultmadı mı? Seni bir fakir olarak bulup da, zengin kılmadı mı?" (Duhâ, 7-8); "Biz onların çoğunda ahde (vefa) bulamadık" (Araf, 102) ve "Biz, onda bir azim bulamadık" (Tahâ. 115) buyurmuştur. Zira araştırma, talep etme, Allah hakkında düşünülemez denirse, biz de deriz ki: Her nekadar Allah'ın talep edip araştırması düşünülemez ise de, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, kavmine uygun olmayacak bir şekilde, onların arasından çekip çıkarınca, sanki onu aramış gibi olur. Yine O, mükelleflere itaat etmelerini emredip sonra o mükellefler bu hususta kusur edince, sanki Allah onlardan birşey istemiş ve istediğini bulamamış gibi olmuş olur. Binaenaleyh "bulma" lafzı işte bu âyetlerde, söylediğimiz manada kullanılmıştır. Su Az Olduğundan Abdest İle Teyemmüm Birlikte Yapılır mı? Alimler, bir kimsenin su bulduğu halde, kendisi veya öldürülmemesi gereken bir hayvanın susuzluğundan ötürü, o suya ihtiyacı olursa, bu kimsenin teyemmüm edebileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Fakat o, abdeste yetmeyecek bir su bulduğunda, o suyu kullanmayı ve teyemmümü birleştirip birleştiremiyeceği hususunda İmam Şafiî, âyetin zahirine tutunarak, ikisini birlikte yapmasının vacip olduğunu söylemiştir. Daha sonra Allahü teâlâ, "O zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin" demiştir. Bu hususta da birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Arapça'da teyemmüm, "kastetmek, niyetlenmek" manasındadır. Nitekim, "Ona niyetlendim" manasında, denilir. "Sa'îd" lâfzı ise, ism-i fail manasına gelen, "fa'îl" vezninde bir kelimedir. Zeccâc, "İster toprak, ister başka birşey olsun, sa'îd, yeryüzü demektir" der. İkinci Mesele Ebu Hanife (r.h) şöyle demektedir: "Biz, üzerinde toprak bulunmayan bir kaya düşünelim. Teyemmüm eden kimse, elini o kayaya vurup teyemmüm etse, bu yeterli olur" derken; İmam Şafiî (r.h), "Mutlaka teyemmüm edenin eline toprağın (tozun) bulaşması gerekir" demiştir. Ebu Hanife, bu âyetin zahirî manasını delil getirerek şöyle der: "Teyemmüm kastetmek, niyetlenmek demektir. "Sa'îd" ise, yeryüzünde olan şey demektir. Buna göre Hak teâlâ'nın bu buyruğunun manası, "Bir yeryüzü parçasına niyetlenin, yönelin" şeklindedir. Binaenaleyh o kayaya eli vurmanın yeterli olması gerekir." Şafiî ise, görüşüne şu iki şekilde delil getirmiştir: a) Buradaki âyet, mutlaktır. Maide süresindeki âyet ise mukayyed olup, o da Cenâb-ı Hakk'ın, "Binaenaleyh, ondan yüzlerinize ve etlerinize sürün" (Maide, 6) âyetidir. Buradaki edatı, ba'zıyyet ifâde eder ki, (bu mana), üzennde toprak olmayan kaya parçasında söz konusu olmaz. Buna göre şayet (......) edatı, ıbtidâ-i gaye içindir" denilirse, buna karşılık Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bir kimsenin, "Falancanın başına yağdan, sudan ve topraktan sürdüm" şeklindeki sözünden, Araplardan hiç kimse başka bir mana anlamayıp, sadece ba'ziyyet manası anlar. Hakkı kabul etmek, münakaşa edip diretmekten daha yeğdir." b) Vahidî (r.h)'nin zikretmiş olduğu şu husustur: "Allahü teâlâ, bu âyette toprağın temiz olmasını gerekli kılmıştır. Temiz olan toprak ise Cenâb-ı Hakk'ın, "Güzel memleketin nebatı ise, Rabb'inin izniyle (bol ve güzel) çıkar"(Araf, 58) âyetinin delaletiyle münbit (bitiren), nebatın çıkmasına elverişli olan topraktır. Binaenaleyh, bitirmeyen toprağın (temiz, güzel) olmaması gerekir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, O zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin" buyruğu sadece toprak ile teyemmüm etmeyi emretmek olur. Emrin zahiri ise, vücub ifâde eder. c) Cenâb-ı Hakk'ın "Temiz bir toprağa "ifâdesi, teyemmümün temiz bir toprakla yapılmasını ifade eden bir emirdir. Temiz toprak ise, kendisinde tuz bulunmayan, (çorak olmayan) yer, toprak demektir. Halbuki böyle bir toprak ile de teyemmüm etmek, icmâ ile caizdir. Binaenaleyh, (ihtiyatlı olana sarılmak) kaidesinden dolayı, "temiz toprak" tabirini buna hamletmek gerekir. Bahusus, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), temizlik sıfatını toprağa tahsis ederek, '"Yeryüzü bana mescid; toprağı da temiz kılınmıştır" Buhari, Teyemmüm, 1; ve "toprak, su bulamadığı zaman, müşlümanm temizleyicisidir" Ebu Davud, Taharet, 137 (1/92) (Benzer hadis) buyurmuştur. "yüzlerinize ve ellerinize sürün" emri, pek çok müfessire göre, yüz ve bileklere kadar iki ele hamledilmiştir. Halbuki fakîhlerin ekserisine göre, elleri dirseklere kadar meshetmiştir. Fukahanın delili şudur: (......) kelimesi, bu uzvun, koltuk altlarına kadar olan kısmını içine alır. Ancak ne var ki biz, icmânın delaletiyle, bundan, kolun dirseklere kadar olan kısmını anladık ve aldık. Binaenaleyh, lafız, bu uzvun geri kalan kısmını da içine almaya devam etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, âyet-i kerimeyi Ot "Şüphesiz ki Allah, çok affedici, çok bağışlayıcıdır" buyurarak sonuçlandırmıştır ki bu, O'nun, ruhsat verip kolaylaştırmasından kinaye olan bir ifâdedir. Zira âdeti, günahkârları affetmek olan bir kimsenin, âciz kimselere ruhsatlar tanıması daha evlâdır. |
﴾ 43 ﴿