45"Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlara bakmadın mı? Onlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar. Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilendir. Gerçek bir.dost olarak Allah kâfidir, hakikî bir yardımcı olarak da Allah kâfidir". Bil ki Cenâb-ı Hak, bu sûrenin başından buraya kadar pek çok çeşitli mükellefiyetler ve şer'î hükümlerden bahsedince, burada, bu hükümlerin izahını keserek, din düşmanlarının hallerini ve daha önceki ümmetlerin kıssalarını anlatmaya geçmiştir. Çünkü ilmin bir çeşidini sürdürmek, insanın ruhuna yorgunluk ve usanç veren, zihni bulandıran hususlardandır. Ama, ilmin bir dalından diğer bir dalına geçmek ise, zihni gayrete getirir ve zekayı-düşünceyi güçlendirir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Hak teâlâ'nın tabirinin manası, "Senin ilmin, onları tanımaya ulaşmadı mı?" şeklindedir. Biz, bu hususta söylenmesi gereken şeyleri, Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara, 256) âyetini tefsir ederken söylemiştik. Netice olarak diyebiliriz ki ilm-i yakîn, rü'yete (görmeye) benzemektedir. Binaenaleyh "görme"yi, bu çeşit İlimden (ilm-i yakînden) bir istiare kılmak caiz ve yerindedir. Kitaptan Nasip Verilenleri Yahudilerdir "Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlara. " tabirinden kastedilen, Yahudiler .Bunun böyle olduğuna şunlar da delâlet etmektedir: a) Hak teâlâ'nın bu âyetten sonra zikrettiği "Yahudi olanlardan kimileri de..." (Nisa, 46) ifâdesi, işte bu âyetle ilgilidir. b) İbn Abbas bu âyetin, münafıkların reisi Abdullah İbn Ubey ile onun kavminin yanına gelerek, onların İslâm'a girmelerine engel olan iki yahudi âlimi hakkında nazil olduğunu rivayet etmiştir. c) Yahudilerin düşmanlığı, Kur'ân'ın âyetinin de gösterdiği gibi, hristiyanların düşmanlığından daha şiddetli ve fazladır. Binaenaleyh bu manayı, yahudilere hamletmek daha uygundur. Cenâb-ı Hak onlara, "kendilerine, kitabın ilmi verilenler..." dememiş; aksine, "kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlar" buyurmuştur. Zira onlar Tevrat'tan Hazret-i Musa'nın nübüvvetini öğrenmişler, ama Hazret-i Muhammed'in nübüvvetini bilip, tanıyıp kabul etmemişlerdir. Ama, Abdullah İbn Selâm gibi müslüman olup her ikisinin nübüvvetini de bilip itiraf eden, tanıyan kimseleri Cenâb-ı Hak, yanlarında kitabın ilmi bulunmakla vasfederek, "De ki: "Benimle sizin aranızda şahid olarak Allah yeter ve (bunu) yanlarında kitap ilmi bulunanlar dahi (bilirler)" (Rad, 43) buyurmuştur. Allah en iyi bilendir. Bil ki, Cenâb-ı Hak o yahudileri hem sapmak, hem de saptırmak ile vasfetmiştir. "Sapmak" ile vasfetmesine gelince bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Sapıklığı satın alıyorlar" buyruğunun beyan ettiği husustur. Bu hususta, şu izahlar yapılmıştır: a) Zeccâc şöyle demektedir: "Yahudiler, buna karşılık rüşvet almak ve reisliği ele geçirmek için, Hazret-i Peygamberi tekzîb etmeyi tercih etmişlerdir ki işte bu tercih, âyette "satın alıyorlar" tabiriyle beyân edilmiştir. Zira, bir şeyi satın alan kimse, onu tercih ediyor demektir." b) Âyette bir takdir söz konusudur ki, buna göre kelamın takdiri, "Onlar, hidayet mukabilinde dalâleti satın alıyorlar" şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı "Onlar o kimselerdir ki, hidayeti bırakıp sapıklığı satın almışlardır" (Bakara, 16) âyeti gibidir. Yani "Onlar, hidayet mukabilinde dalâleti satın alıyorlar" demektir. Halbuki Zeccâc'ın görüşüne göre âyette bir takdir bulunmamaktadır. c) Bu âyet ile, yahudilerin avam tabakası kastedilmiştir. Çünkü onlar, âlimlerine mal veriyor, onlardan yahudiliği desteklemelerini ve körü körüne ona bağlanıp kalmalarını istiyorlardı. Böylece de onlar, mallarıyla şüphe ve dalâleti satın almış kimseler durumuna geçiyorlardı. Bu durumda da bir takdir yapılmaz. Ancak, evlâ olanı, bu âyetin onların âlimleri hakkında nazil olmuş olmasıdır. Cenâb-ı Hak onları "sapmak" ile vasfedince, bundan sonra da onları "saptırmak" ile tavsif ederek, sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar" buyurmuştur. Yani, "Onlar, müslümanlıktan çıksın, ayrılsınlar diye, mü'minleri saptırmaya ve onları şüpheler içinde bırakmaya yol arıyorlardı" demektir. Bu iki şeyi, yani sapmak ve saptırmayı beraberce yapan kimseden daha kötü ve âdi bir kimseyi de bulamazsın.. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah sizin düşmanlarınızı çok iyi bilendir" buyurmuştur. Yani, "Hak teâlâ (subhânehu), onların kalblerinde ve sinelerinde olan düşmanlığın ve öfkenin iç yüzünü ve künhünü en iyi bilendir" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Gerçek bir dost olarak Allah kâfidir, hakîkî bir yardımcı olarak da Allah kâfidir" buyurmuştur. Bu, şu demektir: "Allahü teâlâ yahudilerin müslümanlara olan düşmanlığının şiddetini beyân edince, kendisinin, müslümanların velîsi ve yardımcısı olduğunu da bildirmiştir. Velîsi ve yardımcısı Allah olan kimseye ise, insanların düşmanlığı asla zarar veremez. Bu ifâdeyle ilgili birkaç sual bulunmaktadır: Birinci sual: "Allah'ın kuluna olan velayeti, kuluna yardım etmesinden ibarettir. Binaenaleyh, velayetinin zikredilmesinden sonra, yardımcı olduğunu da, ayrıca zikretmek bir tekrar olur." Cevap: Velî, bir şeyde tasarruf eden demektir. Bir şeyde tasarruf edenin ise, o şeyin yardımcısı olması gerekmez. Böylece, bir tekrar durumu ortadan kalkmış olur. İkinci sual: "Cenâb-ı Hak niçin, dememiştir? Hak teâlâ'-nın... buyruğunu yeniden zikretmesinin manası nedir?" Cevap: Bu gibi yerlerde tekrar, kalbe son derece tesir eder ve çok etkili olur. Üçüncü sual: Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesindeki bâ harfinin getirilmesinin faydası nedir? Cevap: Alimler bu husuta şu izahları yapmışlardır: a) denilmiş olsaydı, fiil failine bitişmiş oturdu. Sonra buraya bâ harf-i cerri, Allah'ın kâfi gelmesi ve yetmesinin, derece ve makam itibariyle başkalarının kâfi gelmesi ve yetmesi gibi olmadığını bildirmek için getirilmiştir. b) İbnu's-Sirâc kelamın takdirinin, "Senin, Allah'ın veliliği de yetinmen kâfidir, yeter" şeklinde olduğunu; (......) kelimesi zikredildiği için bunun, (yetinmek) delâlet ettiğini, zira bu ikinci kelimenin de (......)'nın lafzından olduğunu ve bunun, "Kim yalan söylerse, (bu yalanı) onun için bir şer olur" ifâden gibi olduğunu, yani "Bu yalanı onun için bir şer olur.." demek olduğunu; fiil kendisine delâlet ettiği için senin bu kelimeyi takdir edebileceğini" söylemiştir. c) Benim hatırıma gelen şu husustur: "Bâ harf-i cerri aslında "ilsâk" içindir. Bu manadaki bâ harfi de ancak, kendisiyle tesiri arasında herhangi bir bağ, münasebet bulunmayan müessir hakkında güzel ve yerinde olur. Eğer, denilmiş olsaydı bu, Cenâb-ı Hakk'ın bu yetmenin faili olduğuna delâlet ederdi. Ancak ne var ki bu, Allahü teâlâ'nın bunu vasıtalı ya da vasıtasız olarak yaptığına delâlet etmezdi. Binaenaleyh, bâ harf-i cerri zikredilince bu, Allahü Teâlâ'nın bunu, vasıtasız olarak yaptığına delâlet eder. Öyle ki O, böylesi bir gaye ve neticeyi meydana getirmeyi, taçfcimsenin aracılığı olmaksızın, doğrudan doğruya ve re'sen tekeffül eder. Bu, Hakk'ın tıpkı "Biz ona, şah damarından daha yakınız" (Kâf. 16) buyruğu. |
﴾ 45 ﴿