46

"Yahudi olanlardan kimileri, kelimeleri, konuldukları yerlerinden değiştirirler, dillerini eğip bükerek, dine de saldırarak derler ki: "(Sözünü zahiren) dinledik, (fakat kalbimizle) isyan ettik. İşit, işitmez olası, Râînâ!" Eğer onlar: "Dinledik, itaat ettik, İşit ve bizi gözet" deselerdi, kendileri için elbet daha hayırlı ve daha oğru olurdu. Fakat Allah, kendi küfürleri yüzünden onları rahmetinden kovmuştur. Artık onlar, birazı müstesna olmak üzere, iman etmezler" Nisa, 46).

Bil ki, Allahü Teâlâ onların dalâleti satın aldıklarını nakledince, daha sonra bu dalâletin, sapıklığın nasıl olduğunu açıklamıştır. Buna göre dalâlet, şu hususlardır:

1) Onlar kelimeleri, "konuldukları yerlerinden değiştirirler..." Bu tabir hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) kelimesinin müteallakı hakkında birkaç izah şekli bulunmaktadır:

a) "Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlar"ın beyânı, açıklaması olmasıdır. Buna göre takdir: "Yahudi olanlardan kendilerine kitaptan bir nasib verilenlere bakmadın mı?" şeklindedir.

b)Bu ifâdenin, Hak teâlâ'nın "yardımcı olarak.." sözüne taalluk etmesidir. Buna göre takdir, "Allah, yahudilere karşı yardımcı olarak yeteri" şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Âyetlerimizi yalanlayan kavmine karşı biz ona yardım ettik" (Enbiya, 77) âyeti gibidir.

c) Bunun, mahzûf bir mübtedanın haberi; (değiştirirler) kelimesinin ise, o mübtedânın sıfatı olmasıdır. Buna göre takdir, "Yahudilerden kelimeleri tahrif eden bir topluluk bulunmaktadır" şeklindedir. Böylece, mevsûf hazfedilmiş, sıfatı da onun yerine kaim olmuştur.

d) Cenâb-ı Hak, "Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlara bakmadın mı? Onlar sapıklığı satın alıyorlar.." (Nisa. 43) buyurunca, bu ifâde şu iki yönden mücmel kalmıştır. Buna göre sanki, "Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlar kimlerdendir?" denilmiş; buna cevap verilerek, "yahudilerden..." denilmiştir; sonra da, "Onlar sapıklığı nasıl satın alıyorlar?" diye sorulmuş; bu soruya da cevap verilerek, "kelimeleri tahrif ederek..." denilmiştir."

İkinci Mesele

Birisi şöyle diyebilir: "Çoğul sîgalar, (cemaat teviliyle) müennestir. Binaenaleyh denilmesi gerekirdi."

Cevap: Vahidî şöyle demektedir: "Bu lâfız, harf sayısı, müfredinin harflerinden daha az olan bir cemidir. Böyle olan her ceminin müzekker kabul edilmesi de caizdir." Şöyle de denilebilir: "Cemilerin, (cemâat teviliyle) müennes olmaları hakikî değil, lafzî bir durumdur. Binaenaleyh, bu gibi cemilerde müzekkerlik ve müenneslik müsavi olup, ikisi de caizdir. Yine bu ifade şeklinde de okunmuştur.

Tevrat'ın Tahrifinin Ne Şekilde Olduğu?

Âyette bahsedilen tahrifatın nasıl yapıldığı hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Onlar, meselâ Tevrat'taki (orta boylu) kelimesini kaldırıp, bunun yerine (uzun boylu Adem) ifâdesini; (recmetmek) kelimesini kaldırıp, bunun yerine de, (ceza, hadd) kelimesini koymaları gibi, bir lafzı diğer bir lafızla değiştiriyorlardı. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık, elleriyle kitabı (Tevrat'ı yalan yanlış) yazıp da, sonra.. "Bu, Allah katındandır" diyenlerin vay haline!.." (Bakara, 79) buyruğudur.

Buna göre şayet, "Harfleri ve kelimeleri, doğuda ve batıda, meşhur ve tevatür derecesine ulaşmış bir kitapta bu tahrif yapılabilir mi?" denilirse, biz deriz ki:

Belki de şöyle denilmek istenmiştir: "O zaman yahudiler az idiler. Kitabı bilip tanıyan ulemâ da son derece az idi. İşte bu sebepten dolayı onlar, böyle bir tahrifi yapabilmişlerdir."

b) Bu tahriften maksat, tıpkı zamanımızda ehl-i bid'atin, kendi mezheplerine uymayan âyetler hakkında yaptıkları gibi, ortaya birtakım şüpheler atmak, yanlış ve sapık yorumlar yapmak ve lafzı, kelime oyunlarıyla, hak ve gerçek olan manasından bâtıl manaya çevirmektir. İşte bu en doğru olan görüştür.

c) Onlar, Hazret-i Peygamberin yanına varıyor, O'na bir şey soruyorlar, O da, kendisiyle amel edip alsınlar diye sorularına cevap veriyor; ama, O'nun yanından çıkar çıkmaz O'nun sözünü değiştiriyorlardı.

Dördüncü Mesele

Allahü teâlâ burada "yerlerinden"; Maide sûresindeyse, "Yerlerine konulduktan sonra" (Maide.41) buyurmuştur. Bu iki ifâde arasındaki fark şudur: Biz âyette geçen "tahrif etmek, değiştirmek" tabirini, bâtıl olan yorum ve tefsirler diye açıklarsak, bu durumda Cenâb-ı Hakk'ın, "kelimeleri, konuldukları yerlerinden değiştirirler" buyruğunun manası, "onlar, o nasslar hakkında fasit ve bozuk teviller zikrediyorlar" şeklinde olur ki, âyetin bu ifâdesinde, onların bu lafızları, kitaptan çıkardıkları beyân edilmemiş olur, Ama, Mâide sûresinde zikredilen âyete gelince bu, onların bu iki işi birlikte yaptıklarına, böylece de onların, hem o fasit tevilleri yaptıklarına, hem de lâfızları kitaptan çıkardıklarına delâlet eder. Buna göre, Hak teâlâ'nın "Kelimeleri tahrif ederler" beyanı, bu batıl tevile; "konuldukları yerlerinden" buyruğu da, o lafızları kitaptan çıkardıklarına bir işaret olmuş olur.

2) Onların sapıklıklarının ikinci çeşidini de Cenâb-ı Hak, "dinledik, isyan ettik" diyerek beyân etmiştir ki, bu hususta da şu iki izah yapılmıştır:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara birşey emredince, onlar zahiren "dinledik" diyorlar, kendi kendilerine kaldıklarında ise, "..isyan ettik" diyorlardı.

b) Onlar, Hazret-i Peygambere muhalefetlerini açıktan yapmak ve onun emirlerini küçümsemek için, "işittik ve isyan ettik" şeklindeki sözlerini açıktan söylüyorlardı.

3) Onların sapıklıklarının üçüncü çeşidini de Cenâb-ı Hak, onların "işit İşitmez olası" sözünü nakletmekte bildirmiştir.

Bil ki bu, iki manaya gelen bir ifade olup, hem medih manasına, hem de horlama ve kınama manasına muhtemeldir. Bunun medih manasında oluşu, bundan "Dinle, ey nahoş bir söz dinletilmeyecek İnsan.." manasının kastedilmesinden dolayıdır. Bunun kınama ve zemm manasında oluşu da şu yönlerden olur:

a) Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "dinle" diyorlar, içlerinden ise "dinlemez olasıca!" diyorlar. Buna göre, âyetteki tabirinin manası, "işitmeyen" şeklinde olur. Çünkü dinleyen, dinletilen; dinletilen de dinleyen demektir.

b) Bu ifâdenin manası, "Ey sözü dinlenmez olan ve çağırdığı şeye icabet edilmeyen" şeklindedir ki, bu "Ey kendisine muvafık bir cevap dinletilmeyen ve sanki hiçbirşey duyurmamış olan" demektir.

c) "Dinle, ey razı olduğu bir söz dinletilmeyecek adam!" Her ne zaman böyle olursa, insan karşısındakini dinlemekten nefret ettiği için, onu dinlemez. Bu söylediklerimiz ile, bu ifâdenin hem zemm, hem de medih manasına gelebileceği sabit olur. Fakat o yahudiler, bunu sırf kınama ve zemmetme maksadıyla söylüyorlardı.

4) Onların sapıklıklarının dördüncü çeşidini Allahü Teâlâ, "(Onlar), dillerini eğerek, bükerek ve dine de saldırarak, "Râinâ" (derler)" ifâdesi ile anlatmıştır. "Râinâ" kelimesinin tefsirini, Bakara 104 âyetini tefsir ederken zikretmiştik. Bununla ilgili şu vecihler vardır:

a) Bu, yahudilerin kendi aralarında, alay ve istihza için çokça kullandıkları bir kelimedir. İşte bundan ötürü müslümanlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e o kelime ile hitab etmekten nehyolundular.

b) Bu kelime, "Sözümüze kulak ver, bizi dinle ve anla" manasınadır. Bu ise, kendileri ile peygamberlere hitab ederken kullanılmaması gereken cümlelerdendir. Aksine peygamberlere, ta'zim ve saygı ifade eden cümlelerle hitab olunur.

c) Onlar bu kelimeyi kullanıyor ve zahiren Hazret-i Peygamberin, sözlerine kulak vermesini istiyorlarmış zannını uyandırıyor ama bununla kendi dillerindeki bir sövme ifâdesini kastediyorlardı.

d) Onlar, dillerini eğip büküyorlar ve böylece "Râinâ" (Bize bak) ifâdesi, "râinâ" (bizim çobanımız) şekline dönüşüyordu. Onlar, bununla "Sen bizim koyunlarımızı güden bir çobansın" demek istiyorlardı. Cenâb-ı Hakk'ın, "dillerini, eğip bükerek" tabiri hakkında Vahidî şöyle demiştir: "Buradaki "Leyyen" kelimesinin asit dîr. Çünkü bu kelime (Eğdim) fiilindendir. Fakat kendisinden önce sakin bir harf bulunduğu için, buradaki vâv harfi yâ'ya idğam edilmiştir.

"Tayy" kelimesi de böyledir. Bu kelimenin şu şekilde birkaç izahı vardır;

Birincisi: Ferrâ, "O yahudiler "râinâ" kelimesini kullanıyor ve bununla kınama manasını kastediyorlardı ki, dili eğip bükmek işte budur. Yine onlar "gayra musma" deyip, bununla da, "Ey işitmez olası!" manasını kastediyorlardı ki bu da "leyy" (dili eğip bükmek)dir" demiştir.

İkincisi: Onlar, içlerinde sakladıkları o kınamayı, dilleri ile, münafıkça gösterdikleri ta'zim ve saygı ile karıştırıyorlardı.

Üçüncüsü: Belki de onlar, böyle davranmakla bir başkası ile alay eden kimselerin âdeti gibi, bu sözü istihza ederek söylerken avurtlarını ve dillerini eğip büküyorlardı.

Daha sonra Cenâb-ı Hak onların, dine saldırıp onu tenkid etmek için bu gibi şeyleri yaptıklarını beyân buyurmuştur. Çünkü onlar, arkadaşlarına, "Biz ona sövüyoruz, ama anlamıyor. Eğer o bir peygamber olsaydı bunu mutlaka anlardı" diyorlardı. Bundan dolayı Allahü teâlâ, onların bu durumunu ortaya çıkarmış ve peygamberine, onların kalblerinde yatan o pisliği haber vermiştir. İşte bu sebeple de onların Hazret-i Peygamber'in nübüvvetine karşı tenkid ve saldırıları, O'nun peygamberliğine kesin delâlet eden bir delil haline geldi. Çünkü gaybtan haber vermek bir mucizedir.

Buna göre şayet, "yahudilerin o tahriflerinden ve "Dinledik ve isyan ettik" demelerinden sonra, iki manaya da gelen o sözü nasıl söylemişlerdir?" denilirse, buna şu iki şekilde cevap verilir:

1) Biz, müfessirlerin bazılarının şöyle dediğini naklettik: "O yahudiler, "isyan ettik" şeklindeki sözlerini açıktan söylemiyor, fakat kendi kendilerine söylüyorlardı."

2) Farzet ki onlar bu sözü de açıktan söylüyorlardı. Fakat bütün kâfirler, Hazret-i Peygambere olan inkâr ve isyanlarını açıktan söylüyor, fakat sövüp saymalarını yüzüne karşı yapamıyorlardı.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer onlar, "Dinledik, itaat ettik. İşit ve bizi gözet" deselerdi kendileri için elbette daha hayırlı ve daha doğru olurdu" demiştir. Bu, şu manayadır: "Eğer onlar, "Dinledik ve isyan ettik" yerine, senin doğru söylediğini bildikleri ve deliller ile beyyineleri tekrar tekrar ortaya koyduğunu gördükleri için "Dinledik, itaat ettik" deselerdi; "İşit ey işitmez olası.." yerine, "işit" deselerdi; ve "râinâ" yerine, "bizi gözet" yani, "Dediğimizi dinle ve senden istifade edip anlamamız için bizi gözet" deselerdi, işte bu, Allah katında onlar için daha hayırlı, daha doğru ve daha âdil olurdu (......) kelimesi, "daha âdil ve daha doğru" demektir. "Dosdoğru mızrak" manasına "O şeyin eğriliğini giderdim, o da dosdoğru oldu" manasına denilir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Fakat Allah, kendi küfürleri yüzünden onları rahmetinden kovmuştur" buyurmuştur ki bundan maksad, Allah'ın onlara, inkârları sebebi ile lanet etmiş olmasıdır.

Yahudilerden İslâm'a Gireceklerin Pek Az Olduğu

Daha sonra Allahü teâlâ, "Artık onlar, birazı müstesna olmak üzere, imân etmezler" buyurmuştur ki bu ifâde ile ilgili şu iki açıklama yapılmıştır:

Birinci görüş: Bu ifâdedeki, (birazı) lâfzı, kavmin sıfatı olup, takdiri, "Onlardan ancak az sayıda kimseler iman eder" şeklindedir. Sonra bu takdiri yapanlardan bazıları, bu pek az kimse ile, Abdullah İbn Selâm ve arkadaşları (gibi müslüman olanların) kastedilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu sayısı az topluluğun, Cenâb-ı Allah'ın ileride imân edeceklerini bildiği kimseler olduğu da söylenmiştir.

İkinci görüş: Âyetteki "kalîl" (biraz, az) kelimesi imânın sıfatı olup, ifâdenin takdiri "Onlar, ancak pek az imân ederler" şeklindedir. Zira

"Onlar, ancak pek az imân ederler" şeklindedir. Zira onlar Allah'a, Tevrat'a ve Hazret-i Musa'ya iman etmişler, ama diğer peygamberleri inkâr etmişlerdir. Ebu Ali el-Fârisi, şöyle diyerek bu görüşü birinciye tercih etmiştir: "Kafîl" lafzı, müfrettir. Eğer bununla bir çok insan (kavim) kastedilmiş olsaydı, tıpkı Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz ki bunlar azar azar bir cemaattir" (Şuara, 54) âyetinde olduğu gibi, cemî gelirdi.

Ebu Ali'ye şu şekilde cevap vermek mümkündür: "Fa'îl siğası bazan kendisi ile cemî manası kastedildiği halde müfret gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar ne iyi arkadaştır" (Nisa, 69) ve "(O gün) hiçbir dost, hiçbir dostu sormayacak. Onlar birbirine gösterilir" (Mearic, 10-11) buyurmuştur. Bu âyette, bu ikisinin "Onlar..." diye cemî olarak tekrar zikredilmiş olmaları, her biri ile çok kimsenin murad edilmiş olduğuna delâlet etmektedir.

46 ﴿