47

"Ey kendilerine kitap verilenler, yanınızdaki (kitapları) tasdik edici (doğrulayıcı) olmak üzere indirdiğimiz (Kur'ân'a), biz bir takım yüzleri silip belirsiz ederek enselerine çevirmezden, yahut ashab-ı sebte (cumartesi yaranma) ettiğimiz lanet gibi kendilerini lânetlemezden önce imân edin. Allah'ın emri yerine gelecektir".

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Allahü teâlâ, yahudilerin çeşitli hile ve eziyetlerini naklettikten sonra, onlara iman etmelerini emretmiş ve bu emrinin peşisıra, imân etmemeleri halinde vaki olacak olan şiddetli bir azabı bildirmiştir. Birisi şöyle diyebilir: "Onların imanlarının, istidlal? (delillere dayanan) bir iman olabilmesi için, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin doğruluğuna delâlet eden deliller üzerinde düşünüp tefekkür etmelerini emretmesi gerekirdi. Allahü teâlâ onlara, direkt iman etmeyi emredince, sanki taklidî olarak imân etmelerini emretmiş gibi oldu?"

Buna şöyle cevap veririz: Âyetteki hitab, ehl-i kitaba hastır. Bu ise, bütün Tevrat'ı bilen kimselerin sıfatıdır. Baksana Allahü teâlâ, daha önce geçen 44. âyette, "Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlara baksana!.." buyurmuş, "kendilerine kitap verilenlere bakmadın mı?" dememiştir. Çünkü onlar, Tevrat'taki herşeyi bilmiyorlardı. Fakat bu âyette, "Ey kendilerine kitap verilenler..." dediğine göre, bu hitabın Tevrat'ı bilen kimselere âıt olduğunu anlarız. Böyle olan herkes, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin delillerini bilir. Zira Tevrat, o delilleri ihtiva etmektedir. İşte bu sebeple Allahü teâlâ, "Yanınızdaki (kitapları) tasdik edici (doğrulayıcı) olmak üzere.." yani "Tevrat'ta, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine delâlet eden âyetleri tasdik edici olarak.." demiştir. Bu bilgi onlarda bulunduğuna göre, onlarınki sırf inadına bir inkâr olmuş olur. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hakk'ın, onlara Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e imân etmelerini kesin kes emretmiş olması ve bunun peşisıra bununla ilgili o şiddetli azabı zikretmesi şüphesiz yerinde ve güzel olmuştur.

“Tams” Tabirinin Manası

(......) kelimesinin manası silmek, götürmek, izini imha etmek demektir. Araplar sahrayı nitelerken, "O, izleri, alâmetleri yok edip silendir" derler. Yine yoldan bir iz, emare kalmadığı zaman, denilir. Allah yok edip, silip götürdüğünde de, "Muhakkak ki Allah, onun gözünü silip götürdü, kör etti" denilir. Yine rüzgâr, izi silip götürdüğünde de, ; yine, kitabın (yazılarını) sildiğim zaman denilir. Âlimler, âyette zikredilen silmenin keyfiyyeti hakkında şu iki görüşü zikretmişlerdir:

a) Lafzı, hakîkî manasına hamletmek ki, bu, gerçek anlamda, yüzleri silip dümdüz etmektir.

b) Lâfzı, mecazî manasına hamletmektir.

Birinci görüş: Yüzleri silmeden maksat, onun hatlarını silip, dümdüz etmektir. Çünkü yüz, kendisinde yer alan duyu organları sebebiyle, diğer uzuvlardan ayrılır. Binaenaleyh, bu duyu organları silinip dümdüz edildiğinde, işte bu "tams" olur. Hak teâlâ'nın, "enselerine çevirmezden" tabirinin manası, yüzleri ense tarafına çevirmedir. İşte Cenâb-ı Hak bunu, onda yaratılışı çirkinleştirme, acı ve işkence verme ve rezil-rüsvay etmek gibi hususiyetler bulunduğu için, bir ceza kılmıştır. Çünkü böyle olunca, insanın keder ve hasreti çoğalır. Muhakkak ki bu tehdit, ileride delillerini de zikredeceğimiz gibi Kıyamet gününe mahsustur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ama kitabı arkasından verilen kimse..." (inşikâk, 10) tabiri de bunu ortaya koymaktadır. Çünkü yüzler ense tarafına döndürüldüğünde, onlara kitapları arka tarafından verilir. Çünkü kitabı anlayacak ve onu diliyle okuyacak uzuvlar yani gözler ve ağızlar o taraftadır.

İkinci görüş: Buradaki, (silmek) kelimesinden mecazî mananın murad edilmesidir. Alimler bu hususta şu görüşleri zikretmişlerdir:

a) Hasan el-Basrî ye göre bu tabirden murad, "Biz o yüzleri hidayetten çevirip, böylece onları gerisin geriye, yani dalâletlerine döndürürüz" demektir ki, bundan maksat, o yüzlerin çok çeşitli mahrumiyyet, terkedilmişlik ve dalâlet karanlıklarına atılacağını beyan etmektir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler, sizi size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'a ve Resulüne icabet edin. Bilin ki, şüphesiz Allah kişi ile kalbi arasına girer.." (Enfal, 24) âyetidir. Bu husustaki sözün hakikati şudur: İnsan, yaratılışının başlangıcında bu duyular (mahsûsat) âlemine alışır. Sonra, tefekkür ve kulluk esnasında, o, adetâ mahsûsat âleminden düşünme (ma'kûlât) âlemine yolculuk eder. Derken o, mâkûlât alemini, arkasından da mahsûsat âlemini unutur. Buna göre terkedilmiş olan kimse, önünden arkasına döndürülmüş kimsedir. Nitekim Cenâb-ı Hak onları vasfederken, "başları eğik olarak" (Secde, 32) buyurmuştur.

b) "Silmek" ifadesiyle, çevirmek ve değiştirmek; "yüzler" ifadesiyle de, onların reislerinin ve önderlerinin kastedilmesi de muhtemeldir. Buna göre mana, "Biz onların şan ve şerefli durumlarını değiştirmezden, onlardan şanı şerefi, ikbâli çekip almazdan ve onlara zilleti, aşağılanmayı ve gerisin geriye döndürülmeyi bir elbise gibi giydirmezden önce.." şeklindedir.

c) Abdurrahman İbn Zeyd: "Bu ilahî tehdit yahudilerin başına gelmiş ve bu olay olmuş bitmiştir" der ve bunu da, Kurayza ve Nadîr kabilelerinin Şam'a sürülmeleriyle te'vil eder. Buna göre, İlk başlangıçta oradan geldikleri gibi, Şam topraklarındaki Ezriât ve Erîha'ya döndüklerinde, Allah onların yüzlerini arkalarına çevirmiştir. Bu te'vile göre yüzlerin "tams"ı, silinmesi şu iki manaya gelir:

1) Onların suretlerini çirkinleştirmek. Nitekim, "Allah onun yüzünü çirkinleştirdi, çirkinleştirsin!" tabiri gibi "Allah onun suratını çirkinleştirsin" denilir.

2) Arapların beldelerinden onların izlerini silip süpürmek ve hallerinden bir iz bırakmamak, mahvetmek..

Eğer, "Allahü teâlâ onları, ikinci görüşe göre, yüzleri silmekle tehdit etmiştir. Binaenaleyh, bu durumda bir müşkil söz konusu değildir. Ama biz bunu, birinci görüşe göre tefsir edersek, -ki bu, bu tabiri zahirine hamletmektir- bunun cevabı olarak da şunlar söylenebilir:

1) Allahü teâlâ, bu tehdidi bizzat "tams"den ibaret kılmamıştır. Bilakis O bu tehdidi tams veya lanet etmeden birisi olarak belirtmiştir. Çünkü O, "yahut ashab-ı sebt'e ettiğimiz lanet gibi kendilerini lanetlemezden önce..." buyurmuştur. Şüphesiz ki Allah, bu iki tehditten birisini tahakkuk ettirmiştir ki, bu da lanetlemektir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, "yahut kendilerini lanetlemezden önce.." ifâdesinin zahiri, "mesh" (çevimek, şeklini değiştirmek) değildir.

2) Cenâb-ı Hakk'ın, "iman edin" buyruğu bütün ömürleri müddetince onlara yöneltilmiş bir mükellefiyettir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "biz bir takım yüzleri silip belirsiz ederek.., " âyetinin ifâde ettiği hususun, âhirette tahakkuk etmesi gerekir. Buna göre kelamın takdiri, "Yüzlerinizi, kendisinde dümdüz edeceğimiz zaman gelmeden önce iman ediniz, ki bu zaman ölümden sonraki zamandır.." şeklindedir.

3) Biz Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey kendilerine kitap verilenler.." buyruğunun, onların bütün âlimlerine bir hitab olduğunu beyan etmiştik. Binaenaleyh, bu "tams" tehdidi, âlimlerden hiçbirinin iman etmemesi şartına bağlanmıştır. Halbuki, bu şart bulunmamıştır; çünkü Abdullah İbn Selâm ve onun ashabından büyük bir kalabalık iman etmişlerdir. Binaenaleyh, şart bulunmadığı için, meşrut da bulunmamıştır. Rivayete göre bu âyet nazil olunca, Abdullah İbn Selam, kendi adamları ve akrabaları gelmezden önce, Hazret-i Peygamber'e gelerek müslüman olmuş ve şöyle demiştir: "Ey Allah'ın Resulü, yüzüm enseme çevrilmeden önce sana yetişebileceğimi sanmıyordum."

4) Allahü teâlâ, "yüzlerinizi çevirmezden önce" dememiş, bilakis "birtakım yüzleri silip belirsiz ederek..." buyurmuştur. Halbuki bize göre Kıyamet kopmazdan önce, yahudilerle ilgili bir "tams" veya "mesh"in olması gerekir. Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirinden muradın, bizzat o günkü yahudilerin yüzlerinin silinip belirsiz hale getirilmesi değil, aksine onların soyundan gelen nesillerden olan kimselerin yüzlerinin silinip belirsiz hale getirileceğine, Cenâb-ı Hakk'ın "yahut kendilerini lanetiemezden önce.." buyruğu da delâlet etmektedir. Böylece, Cenâb-ı Hak onları gâib zamiriyle zikretmiştir. Eğer, bizzat o günkü muhataplar kastedilmiş olsaydı, onları muhatap zamiriyle ("ya da sizi lanetlemezden önce şeklinde") zikrederdi. Âyeti, "iltifat" üslûbuna hamletmek caiz ise de, ancak bizim zikrettiğimiz husus daha açıktır.

İnatçı Yahudilerin Lanetlenmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yahut ashâb-ı sebt'e ettiğimiz lanet gibi kendilerini de lanetlemezden önce.." buyurmuştur. Mukâtil ve bazıları, bu âyete, "Atalarına da yaptığımız gibi, onları maymun haline getirmeden önce..." manasını vermişlerdir. Muhakkik alimlerin ekserisi ise, âyeti, bilinen lanet anlamına hamletmenin daha kuvvetli olacağını belirtip şöyle demişlerdir: Görmüyor musun? Cenâb-ı Hak, "De ki: "Allah katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah'ın lanet edip gazabına uğrattığı, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle..." (Maide, 60) buyurmuş; işte bu âyetinde lanet ile, onları domuz ve maymun haline getirmeyi birbirinden ayırmıştır. Burada birkaç soru vardır:

Birinci soru: Cenâb-ı Hakk'ın, "Yahut onlan ianetlemezden önce" ifâdesindeki zamir, kime râcidir?

Cevap: Eğer efendileri, reisleri kastedilirse, o efendilere; (eğer bu kastedilmezse) bu yuzienn sahiplerine" râcidir. Çünkü takdir, "Bir kavmin vücuhunu silip belirsiz hale getirmezden önce.." şeklindedir. Veya bu zamir iltifat yoluyla "kendilerine kitap verilenlere râcidir.

İkinci soru: Bu lanet ve "tams" işi, bir fiilden dolayı tahakkuk edecek ilahi tehdidden (va'idden) önce olmuştur. Binaenaleyh, her ikisinin aynı şey olması gerekir.

Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın bu va'îdden sonra onlara lanet etmesi, onları hor ve hakir kılmada daha tesirlidir. Binaenaleyh bu, bu hususta doğru olabilir.

Üçüncü soru: Hak teâlâ'nın, "Ey kendilerine kitap verilenler.." ifâdesi, şifahî bir hitabtır. Halbuki, "Yahut kendilerini lanetlemezden önce.." ifâdesi ise, gıyabî bir hitabtır. Binaenaleyh bu iki ifâde birbiri ile nasıl birleştirilebilir?

Cevap: Bazı alimler bunun "iltifat" sanatı olduğunu söylemişlerdir Bu tıpkı, "Siz de gemilerde bulunduğunuz ve o (gemi)ler onlan (yani sizi) güzel bir hava ile, akar gibi götürdükleri zaman.." (Yunus, 22) âyetinde olduğu gibidir. Bazı alimler de şöyle demişlerdir: "Bu, onların soyundan gelen tekzîb edenler (peygamberi yalanlayanlar) hakkında da bir va'îd olduğuna dikkat çekmedir." Bana göre, burada diğer bir ihtimal de şudur: Lanet, kovmak ve uzaklaştırmaktır. Uzak olan da ancak gâib sîgasıyla anlatılır. Cenâb-ı Hak onlara lanet edince, onları gâib ifâdelerle zikretmiştir.

Daha sonra Allahü teâlâ, "Allah'ın emri yerine gelecektir" buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın yapmak istediği şeyi yapması imkânsız değildir" manasında olmak üzere, "O'nun hükmünü geriye çevirebilecek ve O'nun emrini bozan hiç bir varlık yoktur" manasını murad etmiştir. Bu senin olmasında hiç şüphe etmediğinşey hakkında, her nekadar o şey henüz yapılmamış ise de, "Bu iş tamam, oldu bitti" demen gibidir. Allahü teâlâ geçmiş peygamberler için olan "Her nezaman onlara, kavimlerine bir azabın indirileceğini haber vermiş ise, hiç şüphesiz o azab olmuştur" şeklindeki sünnetullahı haber vermek için de, (oldu) tabirini kullanmıştır. Öuna göre onlara sanki şöyle denilmektedir: "Sizler, Allah'ın geçmiş ümmetler hakkındaki va'îdlerinin kesin olarak tahakkuk ettiğini biliyorsunuz. Öyle ise şimdi siz de sakının ve bu va'îd hususunda uyanık olun." Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Cübbâî bu âyete dayanarak, Allah'ın kelâmının muhdes (mahlûk) olduğunu iddia edip şöyle demiştir: "Ayetteki, 'Allah'ın emri yerine gelecektir, (gelmiştir)" ifâdesi, emrinin yerine gelmiş olduğunu gösterir. "Yaratılmış", "yapılmış" ve "yerine gelmiş (işlenmiş)" aynı şeydir. Binaenaleyh bu ifade, Allah'ın emrinin yaratılmış olduğunu gösterir." Bu, son derece düşük bir iddiadır. Çünkü Arapça'da "emir", durum, yol ve fiil manalarına gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Firavun'un emri (İşi), hiç de düzgün değildi" (Hûd. 97) buyurmuştur. Bu âyette de aynı manayadır.

47 ﴿