56"Yoksa, onlar Allah'ın fazl-u kereminden insanlara verdiği şeylere karşı hasedmi ediyorlar? Biz, gerçekten İbrahim hanedanına da kitap ve hikmet vermişizdir. Onlara büyük bir mülk de bahşettik. İşte onlardan kimi O'na iman etti, kimi de ondan yüz çevirdi. (Onlara) çılgın bir ateş olarak cehennem yeter". Bu âyetlerle ilgili olarak birkaç mesele vardır: Kelâmın başında bulunan edatı, munkatı'a olup, bu ifâdenin takdiri, "daha doğrusu insanlara hased ediyorlar" şeklindedir. Burada geçen (......) kelimesiyle kimlerin murad edildiği hususunda da şu iki görüş vardır: Birinci görüş: Bu, İbn Abbas ile ekseri ulemânın görüşü olup, bu görüşe göre bu kelimeyle Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) kastedilmiştir. Çünkü Hazret-i Muhammed'de, büyük bir kalabalıkta ancak ayrı ayrı bulunabilen pekçok hayır hasletleri bulunduğu halde, kendisi tek ferd olduğu için, cemi olan nâs (insanlar) kelimesi, onun hakkında kullanılmıştır. "Falanca, tek başına bir ümmettir" denilmesi de bu anlamdadır ki, yani "O, bir ümmetin yerini tutar" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Muhakkak ki ibrahim, bir ümmetti; Allah'a İtaatkârdı..." (Nahl, 120) buyurmuştur. İkinci görüş: Burada bu kelimeden maksat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve O'nun yanında bulunan mü'minlerdir. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Nâs lafzı çoğuldur. Binaenaleyh, bu kelimeyi cemi manaya hamletmek, müfred manaya hamletmekten daha evlâdır. Bil ki, burada belli bir kısım insanı kastederek, nâs lafzını zikretmek muhakkak ki güzel olmuştur. Çünkü yaratılmaktan maksat, kulluğu yerine getirmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ben, cinleri de İnsanları da, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zariyât, 56) buyurmuştur. Binaenaleyh, bu gayeyi yerine getirenler ancak Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve O'nun dinindeki kimseler olunca, sanki O ve O'nun ashabı, bütün insanların tamamı gibi olmuş olur. İşte bundan dolayı nâs lafzını mutlak olarak kullanıp, alettayîn, yani bu kelimeyle onları kastetmek yerinde ve uygun olmuştur. Alimler, kendisi sebebiyle insanlara hased edilen "fazl-u keremin tefsiri hususunda, iki görüş üzere ihtilâf etmişlerdir: Birinci görüş: Bu, gerek dinî, gerekse dünyevî hususlarda, kendisi sebebi ile nübüvvetin ve ikramın meydana geldiği fazl-ı ilâhidir. İkinci görüş: Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dokuz tane hanımı oluşuna hased etmişlerdir. Bil ki hased, ancak bir fazilet (üstünlük ve fazlalık) bulunduğu zaman söz konusu olur. Binaenaleyh her nezaman insan daha tam ve daha mükemmel bir fazilete ve üstünlüğe sahip olursa, ona hased edenlerin hasedi de o nisbette fazla olur. Dinî bakımdan en büyük makamın, nübüvvet makamı olduğu malumdur. Yine Cenâb-ı Hakk'ın, bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verip, bu nübüvvete hergün gittikçe artan daha güçlü bir devlet, daha büyük bir şevket ve daha çok yardımcı nasîb etmiş olduğu da malumdur. Bütün bunlar da, büyük bir hasedi icab ettiren şeylerdendir. Fakat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hanımlarının çokluğu sebebi ile hased edilmesine gelince, bu önce zikrettiğimiz şeylere nisbetle, önemsiz bir şey gibidir. Binaenaleyh âyette geçen fazl-ı ilahî'yi bu manaya almak mümkün değildir. Aksine burada geçen "fazl", "Allah'ın kuluna in'âm ettiği her şey" manasında alınır ise, bunun içine bu ikinci mana da girer. Fakat bu kelimeyi, sırf bu ikinci manaya almak, gerçekten uzak bir ihtimal olur. Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e çok nimetler vermiş olmasının, yahudilerin hasedine sebep olduğunu beyan edince, bu hasedi giderecek olan hususu da beyan ederek: "Nitekim biz, İbrahim hanedanına da kitap ve hikmet vermişizdir. Onlara büyük bir mülk de bahşettik" buyurmuştur ki bunun manası şudur: "İbrahim'in soyunda da hem peygamberliği, hem de mülkü (hükümranlığa devleti) kendinde birleştiren pekçok kimseler vardı. Halbuki siz ey yahudiler, buna ne şaşmış, ne de haset etmiştiniz. Öyle ise niçin Hazret-i Muhammed'in durumuna şaşıyor ve haset ediyorsunuz?" Bil ki bu ifâdedeki "kitap", şeriatın zahirî hükümlerine; "hikmet" ise, hakikatin sırlarına bir işarettir ki işte ilmin kemâli, bu ikisiyledir. Âyette bahsedilen "mülk-ü azîm" de, kudretteki mükemmelliği ifade eder. Böylece hakîkî kemâlatın, ancak ilim ve kudretle olacağı sabit olmuş olur. Binaenaleyh bu âyet, Cenâb-ı Allah'ın, o peygamberlere, insanlara uygun olan en mükemmel kemâli nasib etmiş olduğuna dikkat çekmektedir. Bu, o peygamberler hakkında uzak görülen bir ihtimal olmadığına göre, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında da tuhaf görülecek birşey olamaz. Şu izah da yapılmıştır: O yahudiler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) sayısını fazla görünce, onlara, "Hazret-i Davûd (aleyhisselâm)'un, yüz; Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın ise üçyüzü mehirli (nikahlı), yediyüzü de cariye olmak üzere, bin hanımı varken, niçin Hazret-i Muhammed'e dokuz hanımı çok görüyorsunuz?" denilmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, "İşte onlardan kimtona imân etti, kimi de ondan yüz çevirdi" buyurmuştur. Alimler buradaki (Ona) zamirinin kimi ifâde ettiği hususunda ihtilaf edip, bazıları bunun, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e râcî olduğunu söylemiştir ki o zaman bunun manası, "Kendilerine kitaptan bir nasîb verilen o yahudilerden bir kısmı Hazret-i Muhammed'e iman etti, bir kısmı da küfrüne ve inkârına devam etti" şeklinde olur. Bazı âlimler de bu zamirin, daha önceki peygamberlere râcî olduğunu söylemişlerdir ki buna göre de mana: "O peygamberlere nübüvvet ve hükümranlık nasib edilmesinin yanısıra, ümmetlerin onlara karşı adeti, bir kısmının o peygamberlere iman etmesi, bir kısmının da küfründe ısrar etmesi şeklinde cereyan etmiştir. Binaenaleyh Ya Muhammed, bu topluluğun, üzerinde bulunduğu şu hale şaşma. Çünkü bütün peygamberlere karşı, ümmetlerinin durumu da böyle idi" şeklinde olur. Bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, o kavimden gelen kötülüklere karşı daha sabırlı olsun diye, Allah'tan olan bir teselli olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Onlara) çılgın bir ateş olarak cehennem yeter" demiştir. Bu, "Gelmiş geçmiş o kâfirlere, azâb olarak cehennem yeter" demektir. "Sair", "iyice alevlendirilmiş ateş" demektir ki bu manada, ve (Ateşi tutuşturdum) denilir. Kâfirlerin Derilerinin, Yandıkça Değiştirilmesi "Âyetlerimizi inkâr edenleri muhakkak bir ateşe atacağız. Derileri piştikçe, azabı tadıp durmaları için, o derileri başka derilerle değiştireceğiz. Şüphesiz ki Allah aziz ve hakimdir" (Nisa. 56) bil ki Allahü teâlâ, ehl-i kitapdan bu belli grup (yahudiler) hakkındaki va'îdini zikrettikten sonra, bütün kâfirleri içine alan va'îdini beyan ederek, "Âyetlerimizi inkâr edenleri muhakkak bir ateşe atacağız" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Birinci Mesele Buradaki "âyetlerimiz" ifâdesine, Allah'ın varlığına, fiillerine, sıfatlarına, isimlerine, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine delâlet eden (delil olan) herşey girer. Onların âyetler hususunda kâfir oluşları, sadece âyetleri inkâr etme şeklinde değil, aksine şu gibi pek çok yönden olmuştur: a) Onlar, o âyetlerin, âyet olduğunu inkâr etmişlerdir. b) Onlar, o âyetlere kulak asmamış ve onlar üzerinde düşünmemişlerdir. c) Onlar, âyetler hakkında birtakım şek ve şüpheler ortaya atmışlardır. d) Onları iyice bilmelerine rağmen, onları inat ve hasedteri yüzünden inkâr etmişlerdir. Fakat küfrün tarifi ve hakikatine gelince, biz bu konuyu, Bakara sûresinin (6. âyetinin) tefsirinde zikretmiştik. Sibeveyh şöyle demektedir: tehdid ve va'îd için kulla- nılan bir kelimedir. Meselâ, "Yapacağım", denilir. Sîn harfi de bunun yerine kullanılır. Mesela, "Onu, cehenneme sokacağım" (Müddessir, 26) âyetinde olduğu gibi." Bu kelime, bazan va'ad için de kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbin sana (bol lûtuflar) yerecek, sen de razı (ve hoşnud) olacaksın" (Duha, 5) ve "Sizin için Rabb'İmden mağfiret talebinde bulunacağım" (Yusuf, 98) buyurmuştur. Hazret-i Yakub (aleyhisselâm)'un, bu son âyette bahsedilen mağfiret talebinde, duanın kabulünü sağlamak için, bunu seher vaktine ertelediği söylenmiştir. Netice olarak diyebiliriz ki: "Sîn ve sevfe kelimeleri, gelecek zamanı ifâde için (fiili muzarînin başında) kullanılan edatlardır. Âyetteki, ifâdesi, "onları cehenneme sokarız" manasındadır. Fakat bu kelimede, girdirmenin ötesinde fazladan bir mana vardır. Çünkü bu ifade, "Onları ateşte kebâb ederim" deme gibidir. Nitekim "kızarmış koyun eti" manasında denilir. Allahü teâlâ daha sonra, "Derileri piştikçe, azabı tadıp durmaları için, o derileri başka derilerle değiştireceğiz" buyurmuştur. Bu hususta şu iki soru söz konusudur: Birinci soru: Allahü teâlâ, onları ebedî olarak cehennemde canlı tutmaya kadir olmasına rağmen, niçin onları, kendilerine cehennemde çok şiddetli elem ve acılar ulaştığı halde, pişmeyen ve yanmayan bedenler kılmamıştır. O zaman onların derilerini, başka derilerle değiştirmeye gerek kalmazdı? Cevap: Allahü teâlâ, yaptıklarından dolayı hesaba çekilmez. Hatta biz şunu da diyebiliiz: Allahü teâlâ, onları cehenneme sokmadan da, onların bedenlerine bu büyük elem ve acıları ulaştırmaya da kadirdir. Ne var ki onları, cehenneme sokacaktır. Günah İşlemeyen Derileri Azaplandırma Meselesi İkinci soru: İsyan eden (insanların) derileri, yanıp kül olduğunda, eğer Cenâb-ı Allah, onların yerine başka deriler yaratıp, onlara azab ediyorsa, bu, isyan etmemiş varlığa azab etme olur ki, bu da caiz değildir? Cevap: Buna da pek çok yönden cevap verilir: 1) Pişmenin, pişen şeyden başka kabul edilmesidir. Bu durumda zât aynı kalır, değişen ise sıfatı olmuş olur. Zât aynı olunca, azab da, ancak isyan eden kimseye ulaşmış olur. Bu takdire göre, âyette bahsedilen başkalık (başka deriler)den maksat, sıfattaki başkalık olmuş olur. 2) Azab gören, insanın kendisidir. Derisi ise, kendisinin mahiyyetinden bir cüz olmayıp, aksine o insana yapışmış bulunan ve onun zâtına ilâve olan bir şey gibidir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, derileri yenileyip, bu yeni deriler de azabın insana ulaşmasına bir sebep ve vesile olunca, işte bu da ancak, isyan edeni azaplandırma olur. 3) Âyet-i kerimede bahsedilen derilerden maksat, onların elbiseleridir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Elbiseleri katrandandır" (ibrahim, 50) buyurmuştur. Binaenaleyh, derileri yenilemek, onların (bu katrandan olan) elbiselerini yenileme demektir. Kâdî, bu son görüşü tenkid ederek şöyle demiştir: "Bu, âyet-i kerimenin zahirini terketmektir. Hem katrandan olan elbiseler, pişme ile tavsif edilemezler. Bunlar ancak, yanma ile vasf edilebilirler." 4) Şöyle denilmesi de mümkündür: Bu, o azabın sürekli olacağından ve hiç kesilmeyeceğinden bir kinayedir. Nitekim, kendisi devamlılıkla vasf edilmek istenen kimseye, "Her ne zaman bir işin sonuna vardığında, o yeniden başlamış; ve her ne zaman o işin sonuna ulaşmışsa, mutlaka yeni baştan başlamış demektir" denilmektedir. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "derileri piştikçe, o derileri başka derilerle değiştireceğiz" ifâdesi de böyledir. Yani, "Onlar her ne zaman piştiklerini, yandıklarını ve yok olma noktasına vardıklarını zannettiklerinde, o vakit şu anda meydana geldiklerini ve var olduklarını zannedecekleri bir biçimde, onlara yeni bir hayat kuvveti veririz" demektir. Böylece de, âyet-i kerimenin maksadı, onların göreceği azabın devamlı olduğunu ve sona ermeyeceğini beyan etmek olmuş olur. 5) Süddî de şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, kâfirin derisini onun etiyle değiştirir, böylece de onun etinden başka bir deri meydana getirir." Süddî'nin bu görüşü uzak bir ihtimaldir. Çünkü, kâfirin eti sınırlı ve sonludur, binaenaleyh mutlaka bitip tükenmesi gerekir. Onun eti bitip tükendiğinde, deriyi değiştirmek konusunda başka bir yola ihtiyaç hasıl olur. Halbuki bu yol, her şeyden önce, âyette zikredilmemiştir. Allah en iyi bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Azabı tadıp durmaları için" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak da şu iki soru bulunmaktadır: Birinci soru: Hak teâlâ'nın, 'Azabı tadtp durmaları için" sözü, "Bu azabı tatmanın, onlar için devamlı olması ve sona ermesi için..." anlamındadır. Bu, senin tıpkı kuvvetli ve şerefli olan bir kimseye demen gibidir. Yani, "Allah senin izzetini devam ettirsin ve onu artırsın" demektir. Ve yine bu sözden murad, "Onlar bu yeni durum ile de (yeni deriyle de) azabı tatmaları için.." şeklindedir; çünkü zaten onlar o azabı tadıyor ve o azâb onlar için devam ediyor. İkinci soru: İnsan bir azâbtan cüz'î bir şey taddığında. "Falanca azabı taddı" denilir. Halbuki Cenâb-ı Hak onları, azabın en şiddetlisi içinde bulunmakla vasfetmiştir. Binaenaleyh, bu ifâdelerden sonra, daha nasıl "Onlar bu azabı tadıyorlar" denilebilmiştir? Cevap: Âyet-i kerimede, "tadma" tabirinin zikredilmesinden maksat, kendisine herhangi bir noksanlığın arız olmaması ve bu yanma sebebinin yok olmaması bakımından, tadan kimsenin taddığı şeyi hissetmesi gibi, onların da her halükârda, o azabı hissedeceklerini haber vermedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah, aziz ve hakimdir" buyurmuştur ki, buradaki "azız" vasfından maksat, "kadir ve gâlib olan"; "hakîm" vasfından maksad da, "ancak doğruyu yapan..." zât kastedilmiştir. Bu iki kelimenin burada zikredilmiş olması, son derece güzeldir. Zira insanın kalbine, "İnsanın bu ateş içinde ebedî olarak kalabilmesi nasıl mümkün olabilir?" şeklinde hayreti mûcib bir sual gelebilir.. İşte bu durumda o kimseye sanki, "Allahü teâlâ'nın böyle bir şey yapması şaşılacak bir şey değildir. Çünkü O, bütün mümkinâta kadir ve gâlib olandır. Binaenaleyh, ateşin tabiatını izâle etmeye kadirdir.." denilmiştir. Yine insanın hatırına "O, kerîm ve rahîm'dir; binaenaleyh, O'nun rahmetine, bu zayıf kula bu denli azâb etmek nasıl uygun düşer?" sorusu gelebilir. İşte bu durumda da o kimseye, "O, rahîm olduğu gibi, hakîm'dir de. Hikmeti, bunu gerektirir" denilir. Zira âlemin nizamı, ancak âsî ve günhkârları tehdit etmekle devam edebilir. Binaenaleyh, O'nun sözünün yalan olmadığının ortaya çıkması için, O'ndan sâdır olan bu tehdidin mutlaka tahakkuk etmesi gerekir. Böylece, bu iki kelimenin burada zikredilmiş olmasının, son derece güzel ve yerinde bulunduğu sabit olmuş olur. |
﴾ 56 ﴿