58

"Şüphesiz ki Allah, emanetleri ehline vermenizi insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah bununla size, gerçekten ne güzel öğüt veriyor! Şüphe yok kî Allah, hakkıyla işitici, hakkıyla görücüdür".

Bil ki Cenâb-ı Hak, kâfirlerin bazı hallerini şerhedip, onun vaîdini ve cezasını açıklayınca, tekrar teklifleri zikretmeye yöneldi; ve yine Cenâb-ı Hak, ehl-i kitabın (yahudilerin), kâfir olan Kureyş'e "Sizler, iman edenlerden daha doğru yoldasınız" diyerek, hakkı gizlediklerini nakledince, bu âyette mü'minlere, bütün işlerde yani ister mezhep ve din işlerinde, isterse dünya ve muamelat hususlarında olsun, emanetlerine riayet edip bihakkın eda etmelerini emretmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, bir önceki âyette, iman edip sâlih amel işleyenler için büyük bir mükâfaattn bulunduğunu zikredip emânete riayet de salih amellerin en başta gelenlerinden biri olunca, işte muhakkak ki Cenâb-ı Hak bu âyette onu emretmiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır

Ka'be'nin Anahtarları Kimde Olduğu?

Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'nin fethi günü Mekke'ye girince, Osman İbn Talha İbn Abdüddâr, Mekke'nin kapısını kilitledi. Ka'be'nin hizmetçisi ise, Ka'be'nin kapısında bulunuyordu. Derken, Osman İbn Talha, Ka'be'nin damına çıktı ve anahtarı hizmetçiye vermekten kaçınarak: "O'nun Allah'ın Resulü olduğunu bilsem, O'nu Ka'be'ye girmekten men etmem" dedi. Bunun üzerine Ali İbn Ebî Talib (radıyallahü anh), onun bileğini bükerek, ondan anahtarı aldı ve kapıyı açtı. Böylece de Allah'ın Resulü içeri girerek iki rekât namaz kıldı. Ka'be'nin içinden çıkınca, Hazret-i Abbas, Hazret-i Peygamber'den Ka'be'nin anahtarını kendisine vermesini ve böylece de, hem hacılara su dağıtma, hem de Ka'be'nin hizmetçiliğini bir arada yapmayı istedi. İşte bunun üzerine de, buâyet-i kerime nâzit oldu. Böylece Allah'ın Resulü, Hazret-i Ali'ye, anahtarı Osman'a vermesini ve özür beyan etmesini emretti. Bunun üzerine Osman, Hazret-i Ali'ye: "Zorladın, eziyyet ettin; şimdi de yumuşak davranarak yanfma geldin!..." deyince, Hazret-i Ali, "Andolsun ki Allah senin hakkında âyet indirdi" dedi ve ona, bu âyeti okudu. Bunun üzerine de Osman, "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hazret-i Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ederim" diyerek kelime-i şehâdet getirdi. Derken, tam o esnada Cibril gelerek, Allah'ın Resulüne, "Ka'be hizmetçiliğinin, devamlı olarak Osman'ın neslinde kalacağını" bildirdi. Bu, Saîd İbn Müseyyeb ile Muhammed İbn İshâk'ın görüşüdür.

Ebu Revk de şöyle demektedir: "Allah'ın Resulü, Osman İbn Talha İbn Abdüddâr'a "Ka'be'nin anahtarını bana ver!" deyince Osman, "Allah'ın emânetini al, tut!" dedi. Hazret-i Peygamber onu almak isteyince, Osman elini yumdu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ikinci kez: "Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsan, Ka'be'nin anahtarım bana ver!" dedi. Bunun üzerine Osman, "Allah'ın emanetini tut, al" dedi. Hazret-i Peygamber onu almak isteyince, bu sefer elini yine kapadı. Hazret-i Peygamber, isteğini üçüncü kez söyleyince, Osman üçüncüsünde "Allah'ın emanetini tut, al" dedi ve anahtarı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verdi. Bunun üzerine Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yanında Kâ'be'nin anahtarı olarak tavaf etmeye başladı ve anahtarı Hazret-i Abbas'a vermek istedi. Sonra da, "Ey Osman, Abbas'ın da, seninle birlikte bunda bir pay olmak üzere, anahtarı tut al!" deyince, Allahü Teâlâ bu âyeti nazil etti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, Osman'a "Bu anahtar, ebedî ve devamlı olarak sende kalsın, al! Onu, zâlim olanların dışında, hiç kimse senden zorla çekip alamaz" dedi. Daha sonra Osman hicret etti, anahtarı da kardeşi Şeybe'ye verdi. Ve bu anahtar bugün, Şeybe'nin neslinden gelenlerin elindedir.

Emanete Riayetin Şümülü

Bil ki bu âyetin, böyle bir hadise sırasında nazil olması, âyetin bu hadiseye tahsis edilmesini gerektirmez. Aksine âyetin ifade ettiği hükme, her türlü emanet çeşidi dahildir. Bil ki, insanın muamelesi, ya Rabbiyle, ya diğer kullar ile, veyahut da kendisiyledir. Bu üç kısmın tamamında da, emanete riayet etmek gerekir.

İnsanın, Rabbine karşı olan emanete riayet etmesine getince bu, emredilenleri yapmada ve nehyedilenleri de bırakmada söz konusu olur ki, işte bu, sahili olmayan bir deryadır. İbn Mes'ûd, "Her şeyde emanete riayet etmek lazımdır. Abdestte, cünüblükte, namazda, zekâtta, oruçta vb. şeylerde..." demiştir. İbn Ömer (radıyallahü anh) de şöyle demektedir: "Allahü Teâlâ, insanın avret mahallini yarattı ve, "Bu, yanında gizlediğin bir emanettir. Binâenaleyh, meşru olan hakkı müstesna, onu koru!" dedi. Bi ki bu, çok geniş bir mevzudur. Binâenaleyh dilin emaneti, onu yalan, gıybet, dedikodu, küfür, bid'at, çirkin söz vb. şeylerde kullanmamaktır. Gözün emaneti, onu harama bakmakta kullanmamaktır. Kulağın emaneti, onu boş ve yasak, çirkin, yalan, vb. şeyleri dinlemekte kullanmamaktır. Diğer uzuvlar hakkındaki hüküm de böyledir.

İkinci kısma gelince bu, diğer insanlara karşı olan emanete riayet etmedir ki, bu kısma, emanet bırakılan şeyleri geri verme; ölçü ve tartıda eksiltmeyi terketme; insanların ayıplarını yüzlerine vurmama; yöneticilerin, halkına karşı; âlimlerin de, onları bâtıl taassublara seyketmeme, aksine onları, hem dünya hem de ahiretleri hususunda, kendilerine faydası dokunacak birtakım amel ve itikatlara irşad edip sevketmeleri suretiyle, avama karşı adil olmaları; yahudileri, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini gizlemekten nehyetme ve onları, kâfir olan Kureyş'e, " Sizin, üzerinde bulunduğunuz inanç, Muhammed'in dininden daha efdaldir" demelerini yasaklama; Hazret-i Peygamber'in Osman İbn Talha'ya anahtarı kendisine vermesini emretmesi; kadının, fercini ve namusunu muhafaza etmek suretiyle, kocasının emanetine riayet etmesi; başkasından olan bir çocuğu, kocasına nisbet etmemesi ve iddetinin sonra erdiğini haber vermesi gibi hususlar da dahildir.

Üçüncü kısma gelince; bu insanın, kendisine karşı olan emanete riayet etmesi olup, insanın kendisi için, ancak gerek dini gerekse dünyevî hususlarda daha faydalı ve daha uygun olanı tercih etmesi; şehveti ve öfkesi sebebiyle, âhiretine zarar verecek şeylere yeftenmemesidir. İşte bundan dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hepiniz çobansınız; Ve hepfniz, güttüklerinizden sorumlusunuz" Buhari, Cum'a, 1; buyurmuştur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz Allah, emanetleri ehline vermenizi... emreder" buyruğuna bütün bunlar dahildir.

Emanetin Ehemmiyeti

Allahü teâlâ, hiç şüphe yok ki, emanete riayet etme işini, Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde yücelterek, "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler, insan bunu sırtına yüklendi" (Ahzâb, 72) "Ki onlar, emanetlerine ve ahidlerine riayetkardırlar" (Müminun, 8) ve "...Siz, bile bile, kendi emânetlerinize hainlik etmeyiniz" (Enfal. 27) buyurmuştur.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Emanete riayet etmeyenin imanı yoktur" Keşfu'l-Hafa, 2/349 buyurmuştur.

Meymûn İbn Mehran da şöyle demiştir: "Üç şey vardır ki, iyi kimseye karşı da kötü kimseye karşı da eda edilir, yerine getirilir: Emanet, verilen söz (ahd) ve sıla-i rahim..."

Kâdî ise şöyle demiştir: "Emanet" kelimesi, her ne kadar bütün emanetleri içine atırsa da, ancak ne var ki Allahü Telâlâ bu âyette, "Şüphesiz ki Allah, emanetleri ehline vermenizi... emreder" buyurmuştur. Binâenaleyh, bu "emanet"ten muradın, mal cinsinden olan şeyler olması gerekir; çünkü, başkasına verilmesi mümkün olan şey budur.

Üçüncü Mesele

(......) kelimesi, ism-i mef'ûl (emanet edilen şey) manasında bir masdardır. İşte bundan dolayı çoğul yapılmıştır. Çünkü bodurumda halis bir isim kılınmıştır. Keşşaf sahibi, "Bu kelime, müfred olarak sökünde de okunmuştur" demiştir.

Dördüncü Mesele

Ebu Bekr er-Razî şöyle demiştir: "Emanet bırakılan şeyler de, âyetin ifade ettiği emanetlere dahildir ve bunlar, sahibi istediği zaman geri iade edilmeleri gerekir."

Ekserî âlimler, emanetlerin (bir zarar ve ziyana uğradıklarında), tazmîn edilmeyeceği görüşündedirler. Seleften bazılarından ise, bunların tazmin edilmesi gerektiği görüşünde oldukları rivayeti gelmiştir. Şa'bî, Hazret-i Enes (radıyallahü anh)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir adam benden, bir ticaret eşyasını götürmemi rica etti. Derken o eşya, elbiselerimin arasında kaybolup gitti. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), bunu bana tazmîn ettirdi (ödetti)." Hazret-i Enes (radıyallahü anh)'in şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Yanımda bir adamın altıbin dirhem emaneti vardı. Derken bunlar kaybolup gitti. Bunun üzerine, Hazret-i Ömer "O para ile birlikte, senin de birşeyin kaybolup gitti mi?" deyince, ben "Hayır" dedim. Hazret-i Ömer de, o parayı bana tazmîn ettirdi (ödetti)."

Meşhur olan, (ekseri alimlerin) görüşünün delili şudur: Amr İbn Şu'ayb, babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ne çobana (zayi ettiği hayvanlardan dolayı), ne de emanet edilen kimseye (zayi ettiği emanetten dolayı), tazmin etme (ödetme) yoktur" İbn Mace, Sadaka 6 (2/802) (Aynı manada) buyurmuştur.

Hazret-i Ömer'in tatbikatına gelince bu, kendisine emanet bırakılan kimsenin, tazmini gerektirecek bir işi, itiraf edip kabullenmesine hamledilmiştir.

Beşinci Mesele

Şafiî (r.h), "Ariyetler (iğreti ve geçici olarak emanet alınan şeyler), eğer helak olursa, tazmin edilir" derken; Ebu Hanife (r.h), "Bunlar tazmin edilmez" demiştir.

Şafiî'nin delili, "Şüphesiz ki Allah, emanetleri ehline vermenizi ... emreder" âyetidir. Emrin, zahiri vücûb (farz oluşu) ifade eder. Ariyetler, kaybolup zayi olursa, onları aynısı ile geri vermek imkânsızdır. Onların tazminatını vermek ise, mana itibariyle vermek demektir. Böylece âyet, tazminin gerektiğine delalet etmektedir.

Bu âyetin hüküm bakımından bir benzeri de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisidir: "Aldığı şeyi, yerine geri verinceye kadar (muhafaza etmesi) el üzerinde bir haktır." Keşfu'l-Hafa, 2/69; Ebu Davud, İcare 54 (3/296)

Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bu âyet, emanet bırakılan şeyler hakkındadır. Fakat umûmî ifadeler, tahsis edildikten sonra da delildirler. Hem sonra biz, "Müstâm"ın yani satılması için emanet bırakılan malın, (zayi olması halinde) onun tazmini (ödenmesi) gerektiği; emanet bırakılan malın ise, tazmini gerekmediği hususunda ittifak ettik. Ariyet (iğreti ve emanet alınan şeyler) ise, bu ikisi arası bir yerdedir. Binâenaleyh biz deriz ki: Ariyet olan ile müstâm arasında daha çok benzerlik vardır. Çünkü ariyetin hilâfına olarak, bunlardan herbirini, yabancı olan biri, kendi menfaati için almıştır. Emanet edilen şahıs ise emanet sahibinin menfaati için almıştır. Binâenaleyh, ariyet olarak alınan mal ile, müstâm (satılmak üzere alınan) mal arasındaki benzerlik, daha tamdır. Böylece ariyet olarak alınan mal ile emanet bırakılan mal arasındaki fark ortaya çıkmış olur.

Ebu Hanife'nin delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Emanet edilen kimseye (zayi ettiği emanetten dolayı) tazmin etme yoktur" Ebu Davud, İcane, 54 (3/296) (Aynı manada bir hadis) hadîs-i şerifidir.

Biz diyoruz ki: "Bu hadis, müstâm ve ariyet hakkındadır. Bizim delilimiz, Kur'an'ın zahiri (açık âyeti)dir ve o daha güçlü bir delildir."

Adaletle Hükmetmenin Farziyyeti

Cenâb-ı Hak, "İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi (emreder). Allah bununla size, ne güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah, hakkıyla işitici, hakkıyla görücüdür" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki emanet, başkasının sende bir hakkt bulunup, senin de o hakkı sahibine vermenden ibarettir. İşte emanet budur. Adaletle hükmetmek ise, bir insanın başkası üzerinde bir hakkı olup, senin de, üzerinde hak bulunan kimseye, o hakkı sahibine vermesine hükmetmenden ibarettir. Menfaatları celb, zararları defetme hususunda doğru olan sıralama, önce insanın kendisinden başlaması, sonra başkası ile meşgul olması şeklinde olunca, bundan dolayı Cenâb-ı Hak önce emanetle ilgili işi zikretmiş, daha sonra da adaletle hükmetmeyi getirmiştir. Bu ne güzel bir tertib! Çünkü Kur'an'ın inceliklerinin çoğu, bağ ve sıralamalar içine yerleştirilmiştir.

İkinci Mesele

Alimler, hakim olan kimsenin, adaletle hükmetmesi gerektiği hususunda icma etmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi... " buyurmuştur. Yani "Allah size, insanlar arasında hükmettiğinizde, adaletle hükmetmenizi emreder" demektir. Niketim Cenâb-ı Allah, "Şüphesiz ki Allah, adaleti ve iyiliği emreder" (Nahl, 90); "Söz söylediğiniz zaman, (leh veya aleyhine söyleyeceğiniz kimse) akrabanız dahi olsa, adaleti gözetin" (Enam, 152)ve "Ey Dâvud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adaletle hükmet" (Sâd, 26) buyurmuştur.

Enes (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Bu ümmet, söylediğinde doğru söylediği, hükmettiğinde adaletle hükmettiği ve merhamet istendiğinde merhamet ettiği müddetçe, hayırlı olmaya devam eder."

Riyavet edildiğine göre, Hasan el-Basrî: "Allah, hakimleri üç yönden, yani hevâ-vü heveslerine uymama, kendisini hesaba katıp insanları hesaba katmama ve âyetlerini para ile satmama yönlerinden hesaba çeker" demiş, sonra da "Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak (ve adaletle) hükmet hevâ-vü hevesine tabi olma... "(Sad, 26) ve "Şüphesiz Tevrat'ı biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nur vardır. Peygamberler onunla hükmederler. Benim âyetlerimi az bir pahaya satmayın"(Mâide. 44) âyetlerini okumuştur.

Zulmün kötü olduğunu ifade eden âyetler de, adaletin vacip olduğunu gösteren delillerdendir. Allahü teâlâ, ' O zulmedenleri ve eşlerini bir araya toplayın ve cehennem yoluna götürün" (Sâffat, 22) buyurmuştur.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Kıyamet günü bir münâdi, "zalimler nerede, zalimlerin yardımcıları nerede?" diye nida eder. Bunun üzerine onların hepsi bir araya toplanır. Hatta o zalimler için bir kalem açan veya onlar için bir hokka hazırlayanlar bile toplanır. Böylece onlar bir araya getirilir ve ateşe atılırlar" demiştir. Yine Cenâb-ı Hak, "O zalimlerin yapacaklarından Allah'ı gafil zannetme sakın" (ibrahim, 42) ve "İşte zulümleri yüzünden çökmüş, ıpıssız kalmış evleri!" (Neml. 52) buyurmuştur.

Eğer, "Zulümden maksad, dünyevî bir menfaat elde etmektir" denilir ise, buna Cenâb-ı Hak, "Biz, (bol) geçimi ile şımarmış nice memleketi helak ettik! İşte kendilerinden sonra ancak pek az kimselerin konabildiği (harab) meskenleri (bütün onlara) biz varis olmuşuzdur" (Kasas. 58) diyerek cevap vermiştir.

Üçüncü Mesele

Hakimin Tarafsızlığının Alametleri

Şafiî (r.h) şöyle demiştir: "Hâkimin, beş hususta taraflar arasında eşit davranması gerekir:

a) Yanlarına gitmede,

b) Beraber oturmada.

c) Onlara yönelme ve dönme hususunda.

d) Onları dinlemede.

e) Onlar hakkında hüküm vermede..."

Şafiî daha sonra şöyle devam eder: "Hakim, kalbî temayülü bakımından değil de, fiil ve davranışları hususunda taraflar arasında eşit davranmaktan sorumludur. Binâenaleyh şayet hakim kalben, iki taraftan birine meyleder ve onun delilinin, diğerininkine üstün gelmesini arzu ederse, bundan dolayı hesaba çekilmez. Çünkü bundan sakınması mümkün değildir. Hakimin, taraftardan birine delil telkin edip anlatması ve şahide nasıl şehadet edeceğini telkin etmesi uygun düşmez. Zira bu, diğer tarafa zarar verebilir. Yine hakimin, iddia edene, nasıl iddia ve yemin edeceğini; aleyhine dava açılmış olana ise, neleri inkâr ve neleri ikrar etmesi gerektiğini; şahidlere şehadet etmelerini veya etmemelerini telkin etmesi de uygun düşmez. Yine hakimin, taraflardan birini misafir edip, diğerini etmemesi de yakışık almaz. Çünkü bu, diğerinin kalbini kırar. Yine hakimin, biribiri ile davacı oldukları sürece taraflardan birisinin veya her ikisinin davetine icabet etmesi de uygun düşmez. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), diğeri olmadan, taraflardan birine ikramda bulunmazdı."

Bu husustaki sözün tamamı fıkıh kitaplarında ele alınmıştır. Bu hususta sözün özü şudur: Hakimin, verdiği hükümden maksadı hakkı hak sahibine ulaştırıp, buna başka bir maksadı karıştırmamasıdır ki, işte Hak teâlâ'nın "O, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi (emreder)" âyetinden murad budur.

Dördüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın "İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmehnenizt emreder" buyruğu, bütün insanların hüküm koyma yetkisi bulunmadığı, aksine bunun bazı insanlara ait bir hususiyet olduğu konusunda âdeta sarih bir ifade gibidir. Sonra âyet, insanın hangi yolla hükmetme mevkiinde olacağı hususunda mücmel bırakılmıştır. Diğer deliller, ümmet için büyük bir imamın (halife, devlet reisi) olması gerektiğine ve bunun beldelere, şehirlere kadî tayin edecek yetkili kimse olduğuna delalet edince, bu deliller, bu âyette mücmel bırakılan hususun adeta bir izahı olmuşlardır.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah bununla size, ne güzel öğüt veriyor!" buyurmuştur. Yani, "Cenâb-ı Hakk'ın size, kendisiyle va'z u nasihatia bulunduğu şey ne güzeldir!" veya, "Cenâb-ı Hakk'ın, kendisiyle size va'z u nasihatta bulunduğu o şey ne güzeldir!" demektir. Medhe tahsis edilip övülen şey (mahsûs bi'l-medh) hazfedilmiştir. Yani, "Kendisiyle size va'z u nasihat ettiği şey ne güzeldir.. ki o da şudur:" demektir. Bu da, emanetleri eda etme ve adaletle hükmetme emridir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki Allah, hakkıyla işitici, hakkıyla görücüdür" buyurmuştur. Yani, "Allah'ın emri ve va'z u nasihatıyla amel ediniz. Çünkü Allah, duyulan ve görülen şeyleri en iyi bilip, sizden sudur eden şeye göre sizin karşılığınızı verecek olandır" demektir. Bu ifadedeki bir başka incelik de şudur: Allahü teâlâ bu âyette, adaletle hükmetmeyi ve emanetleri yerine getirmeyi emredince, "Şüphe yok ki Allah, hakkıyla işitid, hakkıyla görücüdür" buyurmuştur. Yani, bu "Adaletle hükmettiğin zaman O, duyulabilen her şeyi duyandır. Senin bu hükmünü de duyar; emaneti yerine getirdiğinde de O, görülebilen her şeyi görendir; bunu da görür!" demektir. Hiç şüphesiz bu da, itaat eden kimse için vaad sebeplerinin; isyan eden kimse için vaîd ve tehdit sebeplerinin en büyüğüdür ki, işte bu hususa Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'a, onu sanki görüyormuşçasına ibadet et. Eğer sen O'nu göremiyorsan da, şüphe yok ki O seni mutlaka görmektedir Buhari, İman 37; Müslim, İman, 1(1/37-38) ifadesiyle işaret etmiştir.

Buradaki bir başka incelik de şudur: Kulun, her ne zaman ihtiyacı fazla ve şiddetli olursa, Allah'ın inayet ve yardımı da o nisbette tam ve mükemmel olur. Allah, kullarının faydasına olan şeyleri, kâdî ve valilerin hükümlerine havale etmiştir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, onların hükmetmelerine ve yargılamalarına, son derece ihtimam göstermiştir. Çünkü O, gafil olmaktan, yanılmadan ve görülen ve işitilen şeyleri farklı görüp farklı işitmekten münezzehtir. Ancak ne var ki biz, bu farklılığın bulunduğunu bir an için farzetsek, o zaman gaflet ve unutmadan sakınılması gereken en ilk yer ve zaman, vali ve kâdîlerin hüküm verdikleri zaman olur. Binâenaleyh bu hükmetme zamanına son derece fazla İlgi ve İhtimam gösterilince, şüphe yok ki Cenâb-ı Hak bu âyetin sonunda "Şüphe yok ki Allah, hakkıyla işitici, hakkıyla görücüdür" buyurmuştur.

Bunlar baş kısmına uygun düşen ne güzel ifadelerdir.

Allah'a, Resulüne ve Ulü'l-emr'e İtaat

58 ﴿