59"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Şayet bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve peygambere götürün, eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız... Bu, hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir". Bil ki Allahü Teâlâ, idarecilere ve valilere, idare ettikleri kimseler hakkında adil olmalarını emredince, idare edilenlere de idare eden kimselere itaat etmelerini emrederek, "Ey iman edenler, Allah'a İtaat edin" buyurmuştur. İşte bundan dolayı Hazret-i Ali (radıyallahü anh), "İmamın, Allah'ın indirdiği ile hükmetmesi ve emanetleri yerine getirmesi vacibtir. O, bunu yaptı mı, halkın da onu dinleyip, itaat etmesi vacip olur" demiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Emin ve İradesinin Farkı Olması Mu'tezile, "Taat, Allah'ın iradesine uymaktır" derken; bizim âlimlerimiz, "Taat, Allah'ın iradesine değil, emrine uymaktır" demişlerdir. Bizim delilimiz şudur; Allah'ın emrine uymanın taat olduğu hususunda bir münakaşa yoktur. Münakaşa sadece, emredilen şeyin Cenâb-ı Hakk'ın muradı olup olmamasının vacib olduğu hususundadır. Binâenaleyh biz, emredilen şeyin, bazan Cenâb-ı Hakk'ın muradı olmayacağı hususunda delil getirdiğimizde, işte o zaman taatın, O'nun iradesine uymaktan ibaret olmadığı sabit olmuş olur. Biz, "Allah, bazan irade etmediği şeyi de emreder" diyoruz. Zira, Allah'ın ilmi ve haberi, Ebu Leheb'in kesinlikle iman etmeyeceğine ta'alluk etmişlerdi. Bu ilim ve haberin, sona erip cehalete dönüşmesi imkânsızdır. Halbuki (Ebu Leheb gibilerden) imanın sâdır olması, bu ilim ve habere ters düşer. İki zıddın bir arada bulunması ise imkânsızdır. Böylece, Ebu Leheb'ten imanın sudur etmesi imkânsız olmuş olur. Allahü teâlâ, bütün halleri bilendir. Binâenaleyh, bunun imkânsız olduğunu da bilir. Bir şeyin imkânsız olduğunu bilen, o şeyi irade etmiş olamaz. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, Ebu Leheb'iniman etmesini murad etmemiş olduğu sabit olur. Halbuki ona, iman etmesini de emretmiştir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın irade etmeksizin, bir şeyi emretmesi sabit olmuş olur. Bu sabit olunca, Allahü teâlâ'ya itaat etmenin, Allah'ın iradesine muvafakat etmekten değil, O'nun emrine muvafakat etmekten ibaret olduğu hususunda katî hüküm vermek gerekir. Mu'tezile ise, Cenâb-ı Hakk'ın iradesine uymaya taat ismi verildiği hususuna şairin şu beytini delil getirmişlerdir: "Göğsü kin ve gayzla dolup taşmış olan birçok kimse vardır ki benim için ölümü temenni etmiş, ama bunu yerine getirememiştir." Şair bu beytinde taat) temenniye bağlamıştır ki, temenni de irade cinsindendir. Buna şu şekilde cevap verilebilir: Azıcık aklı olan bir kimse, bizim zikrettiğimiz bu katî delile böyle bir bozuk hüccet ile karşı çıkılmasının uygun ve yerinde olmayacağını bilir. Bu Ayetin Başlıca Şer'i delilleri Bildirmesi Bil ki bu âyet, usûl-ü fıkıh ilminin ekseri kaidesini ihtiva eden çok yüce bir âyettir. Bu böyledir, zira fukaha, şeriatın aslının dört olduğunu; bunların da Kitap, sünnet, icmâ ve kıyas olduğunu söylemişlerdir. Bu âyet de, aynı sıraya göre bu dört aslın varlığının izahını ihtiva etmektedir. Kitap ve sünnete, Cenâb-ı Hak "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygambere... itaat edin" sözüyle işaret etmiştir. Buna göre, "Resule itaat, Allah'a itaat değil midir? O halde bu atfın manası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Kâdî şöyle demiştir: "Bu iki delili beyan etmenin faydası şudur: Buna göre Kitap, Allah'ın emrine delalet etmektedir; sonra biz bundan, Allah'ın Resulünün emrini de anlarız... Sünnet ise, Allah'ın Resulünün emrine delalet eder. Sonra biz bundan, Allah'ın emrini de anlarız... Binâenaleyh, şu zikrettiklerimizle, Hak teâlâ'nın "Allah'a itaat edin. Peygambere... itaat edin" buyruğunun kitap ve sünnete tâbi olmanın vücubuna delalet ettiği sabit olmuş olur." Ulu'l-emre İtaat Emirinin İcmanın Delili Olması Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "ve sizden olan emir sahiplerine de..." ifadesi, bize göre, icmâ-i ümmetin hüccet olduğuna delalet etmektedir. Bunun delili ise şudur: Allahü teâlâ, bu âyette "emir sahiplerine" itaat etmeyi kesin kes emretmiştir. Allah'ın, kendisine itaat etmeyi kesin ve katî olarak emrettiği kimsenin, hatadan mâsun (korunmuş) olması gerekir. Çünkü, o kimsenin hatadan masun olmaması ve hata edebileceğinin takdir ve farz edilmesi durumunda, Allah ona tabi olmayı emretmiş olur. Bu durumda ise bu, o hatayı işlemeyi emretmek olur. Halbuki hata, hata olduğu için yasaklanmıştır. Bu ise, aynı işte emir ve nehyin aynı değerlendirme ile birleşmesi neticesine götürür ki bu, imkânsızdır. Böylece Allahü teâlâ'nın, "emir sahipleri"ne kesin olarak itaat etmeyi emrettiği ve Allah'ın kendisine katî olarak itaat etmeyi emrettiği kimsenin de hatadan uzak olması gerektiği sabit olmuş olur. Binâenaleyh, bu âyette zikredilen "emir sahipleri"nin mutlaka masum olmaları gerektiği, katî olarak sabit olmuş olur. Sonra biz şöyle deriz: Bu masum kimse, ya ümmetin hepsidir veya bir kısmıdır. Bir kısmı olması caiz değildir. Çünkü biz, Allahü teâlâ'nın bu âyette "emir sahipleri"ne itaat etmeyi vacib kıldığını beyan etmiştik. Halbuki, onlara itaat etmeyi kesin olarak vacib kılmak, bizim onları tanımamız, yanlarına girip çıkabilmemiz ve onlardan istifade edebilmemiz şartına bağlanmıştır. Halbuki biz, zorunlu olarak, zamanımızda masum imamı tanımaktan, onun yanına girip çıkmaktan ve onlardan din ve ilim hususunda istifade etmekten aciz olduğumuzu biliyoruz. Durum böyle olunca biz, Allah'ın, mü'min kimselere, itaat etmeyi emrettiği o masum kimsenin bu ümmetin bir kısmı ve bu ümmetin kısımlarından bir kısım olmadığını anlamış olduk. Bu ihtimal geçersiz olunca, Cenâb-ı Hakk'ın "Ve emir sahiplerine" ifadesiyle kastetmiş olduğu o masum (korunmuş) kimsenin bu ümmetten "ehlü'l hal ve'l-akd" (ehl-i icmâ) olan kimseler olması gerekir ki, bu da icmâ-i ümmetin bir hüccet olduğuna kesin olarak hükmetmeyi gerektirir. Ulü'l-emrin Alimler Değil de İdareciler Olduğu İtirazı Buna göre şayet denilirse ki: "Müfessirler, "emir sahipleri" ifadesi hakkında, sizin söylediğiniz açıklamaların dışında şu açıklamaları da yapmışlardır: a) "Emir sahiplerinden maksad, hulefâ-i râşidîndir. b) Seriyye komutanlarıdır... Saîd İbn Cübeyr, b'u âyetin Abdullah İbn Huzafe es-Sehmî hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber onu, komutan olarak bir seriyyenin başında yollamıştı. İbn Abbas'tan bu âyetin, Halid İbn Velîd hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu, içinde Ammar İbn Yâsir'in de bulunduğu bir seriyyenin komutanı olarak sefere yollamıştı.Derken bu sefer sırasında, Ammar ile Halid İbn Velîd arasında, bir hususta bir ihtilâf meydana gelmişti. İşte bunun üzerine bu âyet nazil olarak, "emir sahiplerine" itaat etmeyi emretmiştir. c) Bundan murad, şer'î hükümler konusunda fetva veren ve insanlara dinlerini Dğreten âlimlerdir. Bu, Sa'lebî'nin İbn Abbas'tan yapmış olduğu bir rivayet olup aynı samanda Hasan el-Basrî, Mücahid ve Dahhâk'ın da görüşüdür. d) Rafızîlerden, bundan muradın "masum imamlar" olduğu da nakledilmiştir. Bu âyetin tefsiri hususunda ümmetin âlimlerinin görüşleri, bu izahlara hasredilmiş Mup, sizin desteklediğiniz görüş de bunların dışında kalınca, bu görüşünüz ümmetin cmâiyle bâtıl olur. İkinci Soru: Diyoruz ki, bu âyette bahsedilen "emir sahipleri" ifadesini, idareciler sultanlar manasına hamletmek, sizin zikrettiğinizden daha evladır. Bunun evla oluşunun delilleri ise şunlardır: a) Emir ve sultanlar veya onların emirleri halk üzerinde etkilidir. Binâenaleyh, işte hakikatte "emir sahipleri" olanlar bunlardır. Ama icmâ ehline gelince, onların, halk üzerinde etkili olan emir ve yetkileri bulunmamaktadır. Binâenaleyh, "emir sahipleri" lafzını, idareciler ve sultanlar manasına hamletmek evla olur. b) Âyetin başı ve sonu, bizim söylediğimiz hususa daha uygun düşmektedir. Âyetin başında Allahü teâlâ, hakimlere emaneti yerine getirmelerini ve adaleti gözetmelerini emretmiştir. Âyetin sonunda da müşkil ve problem arzeden meseleleri, Kitab ve Sünnet'e vurmayı emretmiştir. Böyle yapmak ise, icmâ ehline değil, yöneticilere yakışır. c) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yöneticilere itaat etmeye alabildiğine teşvik ederek, "Bana itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur. Emirime (kumandanıma) itaat eden de, bana itaat etmiş olur. Bana isyan eden, Allah'a isyan etmiş olur. Emîrime isyan eden de, bana isyan etmiş olur" Buhari, Ahkam, 1; Cihad, 109 buyurmuştur. Zikrettiğimiz istidlale karşı, zikredilmesi mümkün olan sorular işte bunlardır. Râzî'nin Bu İtiraza Karşı Cevabı Bu sorulara şu şekilde cevap verilir: Sahabe ve Tabiînden bir cemaatin, Hak teâlâ'nın, 'Ve sizden olan emir sahiplerine de... "sözünü, "alimler" anlamına hamletmiş olduklarında hiçbir şüphe yoktur. Binâenaleyh biz, bundan murad, "Ehl-i hail ve'l-akd" kimselerden olan alimlerdir." dediğimizde, bu görüş, ümmetin görüşlerinin dışında olan bir görüş olmaz. Aksine bu, onların görüşlerinden birisini tercih ve o görüşü kesin bir delille tashih olmuş olur. İşte böylece, birinci sual bertaraf edilmiş olur. Onların ikinci soruları da bertaraf edilmiştir, zira onların ileri sürdüğü izahlar, zayıf ve tutarsız izahlardır. Halbuki, bizim zikrettiğimiz ise, kesin bir aklî delildir. Binâenaleyh, bizim görüşümüz daha evlâdır. Hem biz, o görüşlere, onlardan daha kuvvetli olan diğer şu görüşlerle de karşı çıkabiliriz: 1) Ümmet, idare edilenlerin, delîl ile hak ve doğru olduğu bilinen hususlarda, idareci ve sultanlarına itaat etmelerinin vâcib olduğu hususunda icmâ etmiştir. Bu delil ise, kitap ve sünnetten başka bir şey değildir. Binâenaleyh bu, kitap ve sünnete, Allah ve Resûlullah'a itaat etmenin dışında, onlardan ayrı bir kısım değildir. Bilakis, onun içinde olan bir şeydir. Nitekim, karının kocasına; çocuğun, ebeveynine; talebenin hocasına itaat etmelerinin vâcib oluşu da, Allah'a ve Resûlullah'a itaat etmenin içinde bulunmaktadır. Ama biz bunu, icmâ manasına hamlettiğimizde, bu kısım onun içine girmiş olmaz. Çünkü, icmâ bazan, kitap ve sünnette kendisine delalet bulunmayan bir hükme delalet eder. Binâenaleyh, bu durumda bu kısmın ilk iki kısımdan ayrı bir kısım olarak kabul edilmesi mümkündür ki, evlâ olan da budur. 2) Âyeti, "yöneticilere itaat..." manasına hamletmek, âyete bir şart ilave etmeyi iktizâ eder. Çünkü yöneticilere itaat, ancak, onlar haklı ve hakkın yanında bulundukları zaman vâcib olur. Ama biz bu ifadeyi, "icmâ" manasına hamlettiğimizde, âyete herhangi bir şart girdirilmemiş olur. Binâenaleyh, bu evlâ olur. 3) Cenâb-ı Hakk'ın daha sonra, "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a götürün" buyurmuş olması, hükmü bu çekişmenin hükmüne muhalif olan, daha önce yapılmış olan bir icmânın bulunmasını ihsas eder. 4) Allah'a ve Resûlullah'a itaat etmek, kesinlikle vâcibtir. Bize göre, icmâ ehline itaat etmek de, kesin olarak vâcibtir. Ama, yönetici ve sultanlara itaat etmek, kesin olarak vâcib değildir. Hatta, onların çoğu hükümleri haramdır. Çünkü onlar, zulüm ile emrederler. Sadece az olan durumlarda onların hükümlerine boyun eğmek, zayıf bir zanna göre vâcib olur. Binâenaleyh, âyetteki "emir sahipleri" ifadesini "icmâ (ehli)" manasına hamletmek daha uygun ve yerinde olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, Resulü ve "emir sahipleri"ni tek bir ifade bütünlüğü içinde zikretmiştir ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a İtaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" buyruğudur. Binâenaleyh, burada Resulün hemen peşinden zikredilen, "emir sahipleri" ifadesini, "hatadan masum kimse" manasına hamletmek, onu facir ve fasık kimseler anlamına hamletmekten daha evlâdır. 5) Yöneticilerin ve sultanların işleri, alimlerin fetvalarına dayanmaktadır. Bu sebeple alimler, gerçekte yöneticilerin amirleri olmuş olur. Binâenaleyh, "emir sahipleri" lafzını (ictihad ehli) ulemâya hamletmek daha uygun ve evlâ olmuş olur. Ulü'l-emr, "Masum İmamlar" Değildir Bu âyeti, Rafızîlerin ileri sürdüğü gibi, "masum imamlar" manasına hamletmek, şu sebeplerden dolayı son derece geçersiz bir iddiadır: a) Biz daha önce, "onlara itaat etmenin, onları tanıma ve onların yanına girip çıkabilme şartına bağlı olduğunu" zikretmiştik. Binâenaleyh, şayet Allah onları tanımadan önce onlara itaat etmemizi bize vâcib kılmış olsaydı, bu "teklîf-i mâla yutak" oturdu. Yine Cenâb-ı Hak, onları ve onların görüşlerini tanıdığımız zaman onlara itaat etmeyi bize vâcib kılmış olsaydı, bu vâcib kılma, bir şarta bağlanmış olurdu. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahipleri'ne de itaat edin ... buyruğunun zahiri, bir şarta bağlılığı değil, mutlaklığı gerektirmektedir. Hem bu âyette, bu ihtimali bertaraf eden bir husus da bulunmaktadır. Çünkü Cenâb-ı Hak, tek bir ifade bütünlüğü içinde, Resule ve emir sahiplerine itaat etmeyi emretmiştir ki bu da, "Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" sözüdür. Halbuki tek bir sözün aynı anda hem mutlak, hem de meşrut olması caiz değildir. Binâenaleyh bu ifade, Resul hakkında mutlak olunca, bunun "emir sahipleri" hakkında da mutlak olması gerekir. b) Allahü teâlâ. ulü'l-emre yani "emir sahipleri" ne itaat etmeyi emretmiştir. "Emir sahipleri" tabiri çoğul bir ifadedir. Halbuki Rafızîlere göre, bir zamanda sadece bir imam bulunur. Cemi bir kelimeyi müfred manasına hamletmek ise, zahirin aksine bir harekettir. c) Allahü teâlâ, "Eğer birşey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve Peygambere götürün" buyurmuştur. Eğer "emir sahipleri"nden murad, imam-ı masum olmuş olsaydı, "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu "imama götürün" denilmesi gerekirdi. Binâenaleyh doğru olanın, âyeti bizim söylediğimiz şekilde tefsir etmek olduğu sabit olur. Bu Ayetin Kıyasın Delili Olması Bil ki âyetteki "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve peygambere götürün... "emri, bizegöre kıyasın bir hüccet olduğuna delalet eder. Bunun delili şudur: Hak teâlâ'nın, " Eğer bir şey hakkında çekişirseniz" ifadesinden murad, ya "Eğer hükmü kitap veya sünnet veya icmâda belirtilmiş birşey hakkında ihtilâf ederseniz..." şeklindedir; ya da, "Eğer hükmü bu üç şeyde belirtilmemiş birşey hakkında ihtilâf ederseniz..." şeklindedir. Birinci ihtimal bâtıldır. Çünkü bu takdirde insanın, o hükme uyması vâcibtir. Binâenaleyh o, Hak teâlâ'nın "Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" buyruğunun şumûlüne dahil olmuş olur ki, bu durumda da, "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve peygambere götürün" emri, kendinden önceki ifadenin aynen tekrarı olur. Bu ise caiz değildir. Bu ihtimal bâtıl olunca, geriye sadece ikinci ihtimal kalır ki, bu da, "Eğer hükmü kitap, sünnet ve icmâda bulunmayan bir şey hakkında çekişirseniz..." manasının kastedilmiş olmasıdır. Durum böyle olunca Hak teâlâ'nın, "Onu, Allah'a ve peygambere götürün" emrinden murad, o şeyin hükmünü, kitap ve sünnetin nasslarından taleb edip araştırma olmaz. Binâenaleyh bundan muradın, onun hükmünü, kendisine benzeyen hadiseler hakkında belirlenmiş hükümlere vurmak olur ki, bu da kıyastır. Binâenaleyh âyetin, kıyas yapmayı da emre delalet ettiği sabit olur. Âyeti Yanlış Anlayanlara Cevap Eğer, "Âyetteki, "Onu Allah'a ve peygambere götürün" emri ile, "onun bilgisini (ilmini) Allah'a bırakın ve o hususta susup, ona değinmeyin" manasının kastedilmiş olması niçin caiz olmasın?" ve yine, bundan muradın, "Hakkında ancak nass ile hüküm verilebilecek şeylerden hakkında nass bulunmayanları, hakkında nass bulunanlara vurarak hüküm çıkarın" manası olması niçin caiz olmasın?" Yine bundan muradın, "O hükümleri, berâet-i asliyyeye vurun " manası olması niçin caiz olmasın?" denilir ise, biz deriz ki: Birinci mana kabul edilmez. Çünkü bu âyet, Allahü teâlâ'nın vakıa ve hadiseleri iki kısma ayırdığını göstermektedir: a) Hükmü hakkında nass olanlar... b) Hükmü hakkında nass olmayanlar... Sonra Cenâb-ı Hak, birinci kısım hakkında, o nasslara itaati ve boyun eğmeyi, ikinci kısım hakkında da, onları Allah ve Resulüne götürmeyi emretmiştir. Halbuki bu "götürme" ile, "susma ve onun bilgisini Allah'a bırakma" manasının kastedilmiş olması caiz değildir. Çünkü hadise, çoğu kez buna tahammül etmez, aksine mutlaka o hususta, olumlu veya olumsuz, kavga ve çekişmeyi sona erdirmek gerekir. Bu böyle olunca, "Allah'a götürme" ifadesini, o hadise hakkında hiç birşey söylememe manasında anlamak imkansız olur. İşte bu cevap ile, üçüncü sorunun (mananın) yanlışlığı da ortaya çıkar. İkinci soruya (manaya) gelince, buna da şöyle cevap verilir: Berâet-i asliyye, aklın hükmüne göre, malumdur. Binâenaleyh hadiseyi, berâet-i asliyyeye götürmek, hiçbir yönden, "Allah'a götürme" olmaz. Fakat hadisenin hükmünü, hakkında nass bulunan hükümlere vurup kıyas ettiğimizde, bu, hadiseyi Allah'ın hükümlerine vurma olur. Binâenaleyh âyeti, bu manada anlamak daha evlâdır. Beşinci Mesele Âyet, Kitap ve Sünnetin, mutlaka kıyastan önce olacaklarına delalet etmektedir. Bundan dolayı kıyastan ötürü, kitap ve sünnetle amel etmeyi bırakmak caiz olmadığı gibi, kıyas ister celî (açık), ister haft (kapalı) olsun, nass ister bu kıyastan önce tahsis edilmiş ister edilmemiş olsun, kitap ve sünnetin kıyas ile tahsis edilmesi de kesinlikle caiz değildir. Bunun delili şudur: Biz, Hak teâlâ'nın, "Allah'a itaat edin, peygambere de..." ifadesinin, kitap ve sünnete itaati emir manasında olduğunu beyan etmiştik. Bu, mutlak bir emirdir. Bundan dolayı ister bu ikisine muaraza eden veya onları tahsis eden bir kıyas bulunsun, ister bulunmasın, Kitap ve sünnete uymanın vâcib olduğu sabit olmuştur. Bunu, şu hususlar da te'kid eder: 1) (Eğer) kelimesi, pek çok kimseye göre, şart manasındadır. Bunu şart manasında kabul edenlere göre, Hak teâlâ'nın "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve Peygambere götürün" âyeti, kıyasa ancak asıllar (yani kitap, sünnet ve icmâ) bulunmadığı zaman vurulacağı hususunda, açık bir ifadedir. 2) Allahü teâlâ, kıyası, üç şer'î asıldan sonra zikretmiştir ki bu, kıyas ile amel etmenin, bu üç asıldan sonra geleceğini ihsas ettirmektedir. 3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Muaz hadisesinde, bu sıralamaya riayet ederek, içtihad etmeyi kitaptan sonraya bırakmış ve içtihadı, "Ya bulamazsan ?" ifadesi ile, kitap ve sünnette hadisenin hükmünü bulamama şartına bağlamıştır. 4) Allahü teâlâ, meleklere, Hazret-i Adem'e secde etmeyi emretmiştir. Çünkü O, "Hâni meleklere, "Adem'e secde edin" demiştik de, iblisten başkası hemen secde etmişlerdi" (Bakara. 34) buyurmuştur. Sonra iblis, bu nassı (emri) tamamen reddetmemiş, aksine kıyas yaparak kendisini bu umûmî emir dışında kabul etmiştir. Onun kıyası da, "(Çünkü) beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın" (Araf, 12) şeklindeki sözüdür. Sonra alimler, iblisin böylece, kıyasını nassa takdim ettiği ve bundan dolayı lanetlenmiş olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da, nassı kıyas ile tahsis etmenin, kıyası nassa takdim etme manasına gelir ki caiz değildir. 5) Kur'ân'ın metni kesindir. Çünkü o tevatürle rivayet edilmiştir. Halbuki kıyas böyle olmayıp, her yönden zannîdir. Kesin olan, zannî olana tercih edilir. 6) Cenâb-ı Hak, "Kim Allah'ın indirdiği (ahkâm) ile hükmetmezse, onlar zalimlerin tâ kendileridir" (Maide, 45) buyurmuştur. Binâenaleyh biz, Kur'ân'ın âyetinin umumî manasının, o hadiseyi içine aldığını görüp, sonra da ona göre hükmetmeyip, kıyasla hükmedersek, o zaman bu âyetin ifade ettiği umûmî hükmün (zalim olma hükmünün) içine dahil olunmuş olur. 7) Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, Allah'ın ve Resulünün huzurunda öne geçmeyin" (Hucurat. 1) buyurmuştur. Kur'an'ın bu umûmî ifadesine rağmen, biz âyetin hükmünü tahsis eden bir kıyası öne alırsak, o zaman Allah'ın ve Resulünün önüne geçmiş oluruz. 8) Allahü teâlâ, "Müşrikler diyecekler ki: "Eğer Allah dileseydi ne biz, ne atalarımız (Allah'a) eş koşmazdık.19 De ki: "...Siz (kuru) bir zandan başka (birşeye) uymuyorsunuz "(Enam, 148) buyurmuş ve zanna uymayı, kâfirlerin sıfatlarından ve onları kınamayı gerektiren kuvvetli sebeplerden biri saymıştır. Binâenaleyh bu âyet, kıyas ile amel etmenin kesinlikle caiz olmamasını gerektirir. Bu âyet ile amel edilmemiştir. Zira biz, (tefsir etmekte olduğumuz) âyetin, kıyas ile amel edilebileceğini gösterdiğini açıklamıştık. Fakat bu âyet, bunun üç şer'i asıl'da o hususta bir hüküm bulunmadığı zaman olacağına delalet etmektedir. Binâenaleyh o hususta bir nass bulunduğunda, aslı üzere kalması (nassta olduğu şekilde) kalması gerekir. 9) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir "Benden bir hadis rivayet edildiği zaman, onu Allah'ın kitabına vurun (kıyas edin). Eğer ona uygun olursa, kabul edin. Aksi takdirde onu atın." Şüphe yok ki hadis, kıyastan daha kuvvetlidir. Binâenaleyh Kur'ân'a uymayan hadis kabul edilmediğine göre, Kur'ân'a uymayan kıyas haydi laydi kabul edilmez. 10) Kur'ân, ne önünden ne ardından, bâtıl gelip yaklaşamayan Allah kelamı ve Hakîm, Hamîd Allah'ın bir tenzilidir. Kıyas ise, zayıf olan insanın aklını karıştırır. Halbuki akl-ı selim olan herkes, birincisinin uymaya ve tâbi olmaya daha lâyık ve daha kuvvetli olduğunu anlar. Bu âyet, şu dört şer'î aslın, yani Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas'ın dışında kalan şeylerin bâtıi ve merdûd olduğuna delalet etmektedir. Bu böyledir. Zira Cenâb-ı Hak, hadiseleri ikiye ayırmıştır: a) Hükümleri hakkında nass bulunanlar olup O, bu naslara uymayı emretmiştir. Bu da O'nun, "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" emridir. b) Haklarında nass bulunmayıp, onlar için içtihad edilmesini emrettiği hadiseler.. Bu içtihad emri de, "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve peygambere görürün" emridir. Binâenaleyh bu iki kısım dışında bir şey olmadığına ve Allahü teâlâ da, bunların her biri ile ilgili belli emirler verdiğine göre, bu, mükellefin dört şer'î aslın dışında hiçbir şeye sarılmaması gerektiğine delalet etmektedir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Ebu Hanife (r.h)'nin ileri sürdüğü "istihsan" İstihsân: Kitap, sünnet ve icmâdaki kuvvetli bir delil sebebi ile kıyası celîyi (açık kıyası) bırakıp, kıyas-ı hafiye geçmektir. ve keza Mâlik (r.h)'in ileri sürdüğü "istislah" İstislah: İslamın maksadlarına uygun olup, hakkında muteber veya ilga edilmiş özel bir delil bulunmayan maslahatları göz önünde bulundurmaya denilip Malikî mezhebine ait bir tabirdir (ç). tabirleri ile, eğer bu dört şeyden biri kastediliyorsa, bu, sözü ters yüz etmektir ki bunun bir faydası yoktur. Yok eğer bunlarla, dört şer'î esasdan başka birşey kasteditiyorsa, söylediğimiz gibi, âyetin bunların bâtıl olduğuna delalet etmesi sebebiyle, böyle şeyleri söylemek kesinlikle bâtıl olur. Emir sigasının Vücup İfade Edip Etmemesi Fakîhlerden ekserisi, âyetteki "Allah'a itaatedin. Peygambere de..." ifadesinin, emrin zahirî manasının delâlet ettiğini gösterdiğini iddia etmişlerdir. Kelâmcılar buna karşı çıkarak şöyle demişlerdir: "Hak teâlâ'nın, "Allah'a itaat edin" buyruğu vâcib kılmaya, ancak emir vücûb için olursa delalet eder." Bu, delilin medlule muhtaç olmasını gerektirir ki bu da bâtıldır. Fakîhler buna şu iki şekilde cevap verebilirler: 1) Belli hadiseler hakkında gelen emirler, mendûb oluşu gösterir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "itaat edin" buyruğunun manası, şayet, "emredilenleri yerine getirmek mendubtur" şeklinde olsaydı, bu durumda bu âyetin herhangi bir mana ve faydası olmazdı. Çünkü sırf mendub oluş, o emirlerden de anlaşılmıştır. Binâenaleyh, bu âyeti "vücub" u, farziyyeti ifade etme manasına hamletmek gerekir. Hatta şöyle de denebilir: O emirler, o emredilen şeylerin yapılmasının, yapamamasından daha evlâ olduğuna delalet etmektedirler. Bu âyet ise, o emredilen şeyleri bırakmamaya delalet etmektedir. Binâenaleyh, böylece geriye bu âyetin de bir mana ve faydası kalmış olur. 2) Allahü teâlâ bu âyeti, "Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız" buyurarak bitirmiştir ki, bu kısım bir tehdit ifade etmektedir. Bu sebeple, bu sözün Cenâb-ı Hakk'ın ""onu Allah'a götürün" emrine tahsis edilme ihtimali mevcut olduğu gibi, bunun Cenâb-ı Hakk'ın her iki buyruğu, yani hem "Allah'a itaat edin" hem de "onu Allah'a götürün" emirleriyle ilgili olma ihtimali mevcuttur. Şüphe yok ki, ihtiyat da bundadır. Biz tehdit ifade eden bu buyruğun her iki cümle ile de alâkalı olduğuna hükmedersek, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a itaat edin" emri, vücûbu gerektirmiş olur. Böylece bu âyetin, emrin zahirinin vücub ifade ettiğine delâlet ettiği sabit olmuş olur. Bunun, şeriatta nazar-ı dikkate alınan bir temel kaide olduğu hususunda bir şüphe yoktur Hazret-i Peygambere Tabi Olması Hakkında Bil ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den nakledilen, ya O'nun sözü veya O'nun fiilidir. Nakledilenin, O'nun sözü olması halinde, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a itaat edin. Peygambere de İtaat edin" buyruğundan dolayı, O'nun sözüne itaat etmek vacib olur. Bunun fiil olmasına gelince, delilin tahsis etmiş olduğu durumlar müstesna, O'nun fiiline uymak, ümmete vacibtir. Zira biz, Hak teâlâ'nın "itaat edin" sözü vesilesiyle Allah'ın emirlerinin vücub ifade ettiğini açıklamıştık. Sonra Cenâb-ı Hak, bir başka âyette Hazret-i Muhammed'i tavsif edip "o halde ona uyun" (Enam, 153) buyurmuştur ki, bu bir emirdir. Binâenaleyh, bunun da vücub ifade etmesi gerekir. Bu sebeple, Hazret-i Peygamber'e ittiba etmenin de vacib olduğu sabit olmuş olur. Uymak ise, başkası o fiili işlediği için, o başkasının yaptığı fiilin benzerini yapmaktan ibarettir. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a itaat etin" sözünün, bütün fiilleri hususunda Hazret-i Peygamber'e uymayı gerektirdiği ve "Peygambere de itaat edin" sözünün de, bütün sözlerinde Hazret-i Peygamber'e uymayı gerektirdiği sabit olmuş olur. Bu iki hususun da, şeriatta nazar-ı dikkate alınan iki asıl, iki temel olduğunda hiç bir şüphe yoktur. Dokuzuncu Mesele Bil ki, emrin zahiri, her ne kadar vaad olunuşunda bir tekrarı ve fevriliği, (hemen yapmayı) ifade etmese bile, şeri'at örfünde, bu manalara delalet etmektedir. Bunun delilleri şunlardır: a) Hak Teâla'nın "Allah'a itaat edin" emrinden, hangi vakit olursa olsun, bir istisna yapmak doğru olur. İstisnanın hükmü ise, yapılmaması halinde, hükmüne dahit olacak olan şeyleri dışta bırakmak, istisna etmektir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a itaat edin" buyruğunun bütün vakitleri içine alması gerekir ki, bu bir tekrarı, tekrar da hemen yapmayı gerektirir. b) Eğer, âyet bunu ifade etmeseydi, mücmel olurdu. Çünkü, hususî vakit ve hususî durumlar âyette zikredilmemiştir. Ama biz bu ifadeyi "umûm" manaya hamlettiğimizde, o vakit âyet mübeyyen olur. Allah'ın kelamını mübeyyen olacağı bir manaya hamletmek, onu mücmel ve meçhul olacağı bir manaya hamletmekten evlâ ve daha uygundur. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bu ifade, tahsis edilmiştir; tahsis ise, ifadeyi mücmel bırakmaktan daha hayırlıdır. c) Hak teâlâ, "Allah'a itaat edin" buyurmuş, taat lafzını da kendisine nisbet etmiştir ki, bu bizim O'na, bizim O'nun kulu, O'nun da bizim ilahımız olması halinde ancak itaat etmemizin vacib olmasını gerektirir. İşte bu izahla da, itaat etmenin vacib olmasının kaynağının, "ubudiyyet" ve "rubûbiyyet" olduğu sabit olmuş olur ki, bu da kıyamete kadar, bütün mükelleflerin itaat etmelerinin vücubunun devamlı olmasını gerektirir. İşte bu da, şeriatta muteber olan bir asıl ve temel bir kaidedir. Onuncu Mesele Cenâb-ı Hak, "Allah'a itaat edin" buyurmuş, bu emri müstakil olarak zikretmiştir. Daha sonra da, "Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" buyurmuştur. İşte bu, Allah tarafından, şu terbiye ve edebi bir öğretmedir. İnsanlar, Cenâb-ı Hakk'ın ismiyle, başkasının ismini bir arada zikretmemelidirler. Ama, durum insanlarla ilgili olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, "Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" buyruğunun da delalet ettiği gibi, bu caizdir. İşte bu da, böyle bir terbiyeyi talim etmek, öğretmektir. İşte bundan ötürü, rivayet olunduğuna göre bir kimse, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında konuşup, "Kim, Allah'a ve Resule itaat ederse, doğruya ulaşmış olur; kim de ikisine isyan ederse, azmış ve sapıtmış olur" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Sen ne kötü hatipsin. "Kim Allah'a isyan eder ve Resulüne asî olursa.." demeli değil miydim?" Buhari, Cihad, 109 (Benzeri hadis); Müslim, Cum'a 48(2/594) veya, bu manaya gelen bir söz söyledi. Bu konuda sözün özü şudur: Cenâb-ı Hakk'ı, aynı lâfız içinde başkasıyla birlikte zikretmek, aralarında bir tür ilgi ve benzerliğin bulunduğu zannını uyandırır ki, Cenâb-ı Hak böylesi şeylerden münezzehtir. Ulü'l-emr Kaydının İcma'a ve Ondan Dallanan Meselelere Delaleti Biz, Hak teâlâ'nın "Sizden olan emir sahiplerine de" ifadesinin, icmâ'ın bir deli) olduğuna delalet ettiğini söylemistik. Binâenaleyh, yine biz diyoruz ki, bu ifade bu asla delalet ettiği gibi, icmâ'dan doğan birçok fer'î meselelere de delalet etmektedir. Bunların bir kısmını zikredelim: İcma Ehli Sadece Fakihler Olup, Diğer Alimler Değildir Birinci Fer': Bize göre icmâ ancak, kitap ve sünnetin nasslarından Allah'ın hükümlerini istinbat edebilecek (çıkarabilecek) ulemânın görüşüyle tahakkuk eder ki, işte bunlar usul-ü fıkıh kitaplarında "ehlü'l-hal ve'l-akd" diye adlandırılan kimselerdir. Biz deriz ki, âyet de buna delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "emir sahipleri"ne itaat etmeyi vacib kılmıştır. Şeriatta, emretme ve nehyetme yetkisi, ancak bu sınıf ulemâ için söz konusudur. Zira, nasslardan nasıl hüküm istinbat edileceğini bilmeyen kelamcının emrine veya nehyine itibar edilmez. Kur'an ve hadisten hüküm istinbat edebilecek güçte bulunan müfessir ve muhaddis de böyledir. Böylece bu da, bizim söylediğimiz bu hususa delâlet etmiştir. Binâenaleyh, âyet-i kerime, "emir sahipleri"nin icmâ'sının bir hüccet olduğuna delalet edince, âyetin, icma'ın sırf bu sınıf ulemânın sözüyle tahakkuk edip mün'akid olacağına delalet ettiğini anladık. Âyetin, avamdan olan kimsenin bu hükme dahil olmadığına delalet etmesi ise zahirdir. Zira, avamın "emir sahipleri" olmadıkları, belli bir husustur. İhtilaftan Hemen Sonra Hastl Olan İcma İkinci Fer': Alimler, ihtilâfın hemen peşinden meydana gelen icmâ'nın bir hüccet olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. En doğru görüş, bunun bir hüccet olduğudur. Bunun delili ise, işte bu âyettir. Çünkü biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" emrinin, bu ümmetin "ehlü'l-hal ve'l-akd" olanlarına itaat etmenin vacip olmasını gerektirdiğini beyan etmiştik. Buna, hem ihtilâftan sonra tahakkuk eden icmâ, hem de böyle olmayan icmâ dahildir. Binâenaleyh, hepsinin bir hüccet ve delil olması gerekir. İcmada Asrın Sona Ermesi Şart Değildir Üçüncü Fer': Alimler, icmâ yapılabilmesi için, bir asırdaki alimlerin son bulmalarının şart olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. En doğru olan görüş, bunun şart olmadığıdır. Bunun delili ise, işte bu âyettir. Zira bu âyet, icmâ eden kimselere itaat etmenin vacib olduğuna delalet etmektedir. İşte buna, asrın sona ermesi ve ermemesi de dahildir. Muteber İcma, Mü'minlerin İcma'ıdır Dördüncü Fer': Âyet, nazar-ı dikkate alınan icmâ'nın, mü'min kimselerin icmâ'ı olacağına delalet etmektedir. Zira, Cenâb-ı Hak âyetin başında, "Ey iman edenler" buyurmuş, sonra da, "ve sizden olan emir sahiplerine de" demiştir. Böylece bu, nazar-ı dikkate alınan icmâ'ın, mü'min kimselerin yaptığı icmâ olduğuna delalet etmiş olur. İmanlarında şüphe edilen diğer fırkaların yapmış olduğu icmâ'ya ise itibar edilmez Bu Ayetin Kıyastan Dallanan Meselelere Delalet Etmesi Biz, Cenâb-ı Hakk'ın 'Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve peygamberine götürün" ifadesinin, kıyas ile amel etmenin sahih olduğuna delalet ettiğini söylemiştik. Binâenaleyh, şimdi de diyoruz ki; Bu âyet, bu temel delile delalet ettiği gibi, kıyasdan elde edilen birçok fürû meselelerine de delâlet etmektedir. Şimdi biz bunlardan bazılarını zikredelim: Birinci fer': Biz, Cenâb-ı Hakk'ın "onu Allah'a götürün" emrinin manasının, "onu Allah'ın, hükmünü beyan ettiği bir hadiseye kıyaslayın, vurun" şeklinde olduğunu söylemiştik. Bundan muradın da mutlaka, "onu, kendisine benzeyen bir hadiseye kıyaslayın, vurun" şeklinde olması gerekir. Çünkü, "onu götürmek"ten murad, "onu, kendisine, hem şekil hem de sıfat bakımından muhalif olan bir hadîse kıyaslayın, vurun" şeklinde olsaydı, bu durumda onu, bazı hadiselere kıyas etmek, geriye .kalan diğer bazı hadiselere kıyas etmekten daha evlâ olmazdı. İşte bu durumda da kıyas imkansız olurdu. Böylece bundan muradın, mutlaka onu, hem şekil hem de sıfat bakımından kendisine benzeyen bir hadiseye kıyas etmek olduğunu anlamış olduk. Bizim söylediğimiz bu manayı haber ve rivayetler de teyid etmektedir. Bu konudaki habere gelince bu şudur: Ashab, Hazret-i Peygambere, oruçlu kimsenin öpmesinin durumu hakkında soru sorunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Söyle bakalım mazmaza" yapsaydın ne olurdu?" dedi. Yani, Hazret-i Peygamber, "mazmaza, yeme içmenin başlangıcıdır" demek istemiştir. Bunun gibi öpme de, cimâ'nın bir mukaddimesidir. Mazmaza orucu bozmadığı gibi, öpme de orucu bozmaz. Yine, el-Husa'miye, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hacc hakkında sorunca, O "söyle bakalım, babanın bir borcu olsaydı, sen de onu ödeseydin, bu kifayet eder miydi?" dedi. Bunun üzerine kadın, "Evet" deyince, Hazret-i Peygamber "Allah'ın dini yerine getirilmeye daha lâyıktır" buyurdular. Bu konudaki rivayete gelince: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in, "Birbirine benzer şeyleri tanı ve kendi re'yinle durumları birbirine kıyasla" dediği rivayet edilmiştir. Böylece bu âyet, haber ve bu rivayetin delaletlerine dair zikrettiğimiz şeylerin tamamı, Cenâb-ı Hakk'ın, (......) emrinin, bir şeyi benzerine kıyas etmeyi emretmek olduğuna delalet etmiş olur. Bu sabit olunca, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, hem şekil hem de- sıfat bakımından birbirine benzemeyi, nass bulunmayan yerdeki hükmün, nass bulunan yerdeki hükme benzer olduğuna bir delil kdbul etmiştir ki, buna Şafiî (r.h), "kıyasu'l-eşbah" (birbirine benzeyenleri kıyaslamak); fukahanın ekserisi ise, "kıyasu't-tard" (teşmil etmek suretiyle kıyas) adını vermişlerdir. İşte bu âyet, bunun doğruluğuna delalet etmektedir. Çünkü, Hak teâlâ'nın, "Onu irca edin, götürün" emrinden maksadın, "onu benzerine kıyas edin" şeklinde olduğu delil ile sabit olunca, kıyas mevzuunda kendisine itimat edilen temel kaidenin, "sırf benzeme" olduğunu anlamış oluruz. Bu, uzun bir mevzudur. Bizim amacımız ise, âyetlerden meselelerin nasıl istinbat edileceğini beyan etmektir. Ama, bu husustaki uzun açıklamalar, diğer kitaplarda zikredilmiştir. Kıyas Yapmak İçin Kuran ve Sünnette Hüküm Bulunmamalıdır İkinci Fer': Bu âyet, bir mesele hakkında kıyas ile istidlalde bulunabilmenin şartının, o mesele hakkında kitap ve sünnette herhangi bir nassın bulunmaması olduğuna delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu ... götürün" ifadesi, böyle bir şartı ihsas ettirmektedir. Kitap, Sünnet ve İcmada Hüküm Bulunmazsa Kıyas Yapılır Üçüncü Fer': Âyet, bir mesele hakkında kitap, sünnet ve icmâ'da bir nass bulunmadığı zaman, orada, her ne şekilde olursa olsun, kıyasın kullanılabileceğine delâlet etmektedir. İşte bununla, keffaretler, hadler ve bunların dışında kalan diğer hususlar hakkında kıyasın isti'mal edilmeyeceğini söyleyenlerin görüşü bâtıl olmuş olur. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz..." buyruğu, hakkında herhangi bir nass bulunmayan her hadiseyi içine almaktadır. Kıyas Nassa Bina Edilir, Kıyasla Sabit Olan Hükme Dayanmaz Dördüncü Fer': Âyet, bir mesele hakkında kıyas ile hüküm vermek isteyen kimsenin, mutlaka o hükmü, hakkında nass ile hüküm sabit olmuş olan bir meseleye kıyas etmesi gerektiğine delâlet eder. Yoksa meseleyi, hakkındaki hükmün kıyas ile sabit olduğu bir meseleye kıyaslaması caiz değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "onu Allah'a ve peygambere götürün" emrinin zahiri, o meseleyi, Allah'ın ve Resûlullah 'in nassıyla sabit olan bir hükme kıyaslamanın vacib olduğunu ihsas etmektedir. Kıyas Yapmakta Önce Âyet, Sonra Hadîse Bakılır Beşinci Fer': Âyet, hükmü, Kur'ân âyetiyle sabit olan bir asla kıyas etme ile, hükmü, sünnet ile sabit olan bir asla kıyas etmek birbiriyle çeliştiğinde Kur'an'a kıyas etmenin, habere kıyas etmekten önce geleceğine delâlet etmektedir. Zira, Cenab-ı Hak, "Allah'a itaat edin. Ve .Peygambere itaat edin" buyruğu ile "onu, Allah'a ve peygamberine götürün" emrinde de, kitabı sünnetten, Allah'ı da peygamberinden önce zikretmiştir. Muaz hadisinde de böyledir. Altıncı Fer': Âyet, biri, Allah'ın kitabındaki bir işaret ve îma ile, diğeri ise Allah'ın Resulünün haberlerinden bir haberin îma ve işaretiyle desteklenen iki kıyas birbiriyle taaruz ettiğinde, birincinin ikincisine takdim edileceğine delâlet etmektedir. Yani bu da, beşinci fer'de zikrettiğimiz gibidir. İşte usûle dair bütün bu meseleleri, iki saatten az bir zaman içinde bu âyetten istinbat ettim, çıkardım. Belki de insan, fikrini iyice kullandığında, usul-i fıkıh meselelerinin ekserisini bu âyetten istinbat etmesi mümkün olacaktır. Onüçüncü Mesele Hak teâlâ'nın, kaydı demektir. (......) kelimesi, çoğul bir kelimedir. Bu kelimenin müfredi ise, kaide dışı olarak (......) kelimesidir. Bu, tıpkı (kadınlar), (develer) ve (atlar) kelimeleri gibidir. Bütün bunlar, kendi lafzından müfredi olmayan cemi isimlerdir. Ondördüncü Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer çekişirseniz..." ifadesinin manası hakkında. Zeccac, "İhtilâf edip, her grup, "Söz, benim sözümdür" derseniz" demiştir. Âyette geçen ifâdesi, cezbetmek, çekip almak manasında olan (......) kelimesinden türemiştir. Buna göre "çekişmek", taraflardan herbirinin, kendi görüşünü doğrulayan bir hüccete doğru cezbolunmalarından veyahut da, kendi görüşünü, onu ifsat eden şeylerden çekip alma çaba ve gayretinden ibarettir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "eğer Allah'a veahiretgününe inanıyorsanız" buyurmuştur. Bu hususta da iki mesele vardır. Birinci Mesele Bu tehdidin, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a İtaat edin. Peygambere itaat edin "emriyle, keza O'nun "onu Allah'a ve peygambere götürün" emriyle alakalı olması muhtemeldir. Allah en iyi bilendir. İkinci Mesele Hak teâlâ'nın, "Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız..." ifadesinin zahiri, Allah ve Resulüne itaat etmeyen kimselerin mü'min olmamasını gerektirir. Bu da, günahkâr kimsenin imandan çıkmış olmasını gerektirir; ancak ne var ki bu ifade tehdide hamledilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu, hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir" buyurmuştur. Yani, "Bu âyette size emretmiş olduğum o şey, sizin için daha hayırlı ve netice bakımından da daha güzeldir" demektir. Çünkü "te'vîl", "bir şeyin kendisine döndüğü yer, onun mercii" ve "neticesi" manasından ibarettir. |
﴾ 59 ﴿