64Biz hiç bir Peygamberi Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik. Onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah'dan mağfiret dileselerdi ve onlar için Peygamber de mağfiret isteseydi, elbette Allah'ı tevvâb ve rahîm bulacaklardı". Bil ki Allahü teâlâ, Peygamberine itaat etmeyi "Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin" (Nisa, 59) diyerek emredip, sonra da bazı münafıkların Peygamberin değil de tağutun hükmüne başvurduklarını nakledince ve bu yol ile bu metodun çirkinliğini ve bozukluğunu beyan edince, bu âyet ile yeniden insanları peygambere itaata teşvik ederek, "Biz hiçbir Peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Zeccâc, buradaki harf-i cerrinin zâid olduğunu ve bunun takdirinin "Biz hiçbir peygamber göndermedik şeklinde olduğunu söylemiştir. Bunun takdirinin: "Bu cins peygamberlerden ancak şunu şunu gönderdim..." şeklinde olması da mümkündür. Bu takdire göre, mübalağa manası daha tam olur. Peygamberleren İtaat Konusunda el-Cübbai'ye Red Ebu Ali el-Cübba'î âyetin, "Ben gönderdiğim her peygamberin itaat olunmasını ve tasdik edilmesini murad ettim. Yoksa onu, kendisine isyan edilsin diye göndermedim" manasında olduğunu söyleyerek, sonra şunu ilave eder: "Bu, Cebriyye'nin görüşünün bâtıl olduğunu gösterir. Çünkü onlar "Allahü teâlâ, peygamberleri, kendilerine isyan edilsin, karşı çıkılsın diye göndermiştir" derler. Peygambere isyan eden kimselerin, küfür üzere devam edeceği malumdur. Allahü teâlâ, Cebriyye'nin yalan söylediğini bu âyette açıkça göstermiştir. Binâenaleyh onların görüşlerinin batıl olduğuna, Kur'ân'da başka birşey bulunmasaydı bile, sadece bu âyet yeterdi. Onların görüşüne göre, peygamberlerin hem itaat hem de isyan olunmaları için gönderilmiş olmaları gerekir. Böylece bu ifade, insanların peygamberlere isyan etmelerinin Allah'ın muradı olmadığına, O'nun, peygamberler hakkında sadece itaat olunmalarını murad ettiğine delalet etmektedir." Bil ki bu istidlal son derece zayıftır. Bu, şu şekillerde açıklanır: a) Hak teâlâ'nın, "kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle (değil)" buyruğunun manasının gerçekleşmesi hususunda, onlara tek bir vakit, tek bir kişinin itaat etmiş olması yeter. Bütün insanların, her zaman o peygamberlere itaat etmeleri, bu ifadenin manasının doğru olmasının şartı değildir. Binâenaleyh biz bunun neticesine göre şöyle deriz: Allahü teâlâ'nın peygamber olarak gönderdiği herkese, bazı insanlar bazı zamanlarda itaat etmişlerdir; meğer ki şöyle denilsin: "Bir şey hakkındaki hükmün bildirilmiş olması, başka şeylerin o hükme dahil olmadığı manasına gelir." Fakat Cübbaî bunu kabul etmez. Binâenaleyh bu problem, her türlü takdire göre sakıt olur. b) Bu ifadeden muradın, "Her kâfir mutlaka ölürken, o peygamberi tasdik eder" şeklinde olması niçin caiz olmasın? Bu, tıpkı "Ehl-i kitaptan hiç biri müstesna olmaksızın, ölümlerinden evvel mutlaka, o (İsa'ya) iman edecekler" (Nisa, 159) âyetinde anlatıldığı gibidir. Yahut da bu, kıyamet günü herkesin peygamberlere iman edecekleri manasına hamledilir. Müsbet tarafta zikredilen bir vasfın gerçekleşmesi için, onun bazı durumlarda ve bazı şekillerde gerçekleşmesinin kifayet edeceği herkesin malumudur. c) Taat mevcut iken, taatın mevcut olmadığı bilgisine sahip olmak, biribirine zıt şeylerdir. İki zıt bir arada bulunamaz. Bu bilginin yokluğu imkânsızdır. Binâenaleyh taatın varlığı da imkânsız olur. Allah bütün malumatı bilir. Bundan dolayı O, taatın olup olmayacağını da bilir. Bir şeyin meydana gelmesinin imkânsız olduğunu bilen, onu murad etmiş olamaz. Binâenaleyh bu kesin aklî delil ile, Allah Telâla'nın, kâfirin İtaatini dilemiş olması imkânsız olur. Bu sebeple, bu âyeti şu şekilde te'vil etmek gerekir: "Bu ifadeden maksad, Cenâb-ı Hakk'ın iradesi değil, emridir. Buna göre âyetin takdiri, "Biz hiç bir peygamber göndermedik ki, insanlara ona itaat etmeleri emri verilmiş olmasın" şeklinde olur ki, buna göre de problem kalmaz. Kulları İtaat ve İsyanı Allah'ın İradesi İledir Alimlerimiz, "Âyet, hayır ile şerrin, küfür ile imanın ve taat ile isyanın ancak Allah'ın iradesi ile olabileceğine delalet etmektedir" demişlerdir. Bunun delili, âyetteki "Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi" ifadesidir. Buradaki "izin" ile, emir ve teklif manalarının murad edilmiş olması mümkün değildir. Çünkü bir kimsenin'peygamber olması demek, Allah'ın kendisine itaat olunmasını emrettiği kimse olması demektir. Eğer âyetteki "izin"den murad, emir ve teklif olmuş olsaydı, o zaman âyetin takdiri, "Kendisini peygamber olarak gönderdiğimiz kimselere itaata, bizim iznimiz olmadan izin vermedik" şeklinde olurdu ki, bu, çirkin bir tekrardır. Binâenaleyh âyetteki "izin" kelimesini, muvaffak kılmak ve yardım etmek manalarına' hamletmek gerekir. Bu izaha göre ise âyetin takdiri: "Biz her peygamberi, ancak bizim yardım ve muvaffak kılmamızla kendisine itaat olunsun diye gönderdik" şeklinde olur ki, bu da Hak teâlâ'nın, herkesin peygambere itaatini istemediği, aksine bunu, muvaffak kılıp yardım ettiği kimselerden istediği hususunda açık bir ifadedir. O kimseler de mü'minlerdir. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın tevfik ve yardımından mahrum kalanlara gelince, Allah onlardan bunu istememiştir. Binâenaleyh bu âyetin, bizim görüşümüzün doğruluğunu gösteren en güçlü delillerden biri olduğu sabit olur. Bu âyet, her resulün mutlaka, uyulacak ve tâbi olunacak bir şeriatının bulunduğuna delalet etmektedir. Zira o. kendinden öncekilerin şeriatına davet eden birisi olsaydı, gerçekte itaat olunan kendisi değil, aksine o şeriatı getirmiş olan peygamber olurdu. Halbuki Allahü teâlâ, her "resûl"ün itaat olunacağını belirtmiştir. Peygamberlerin Günahtan Masum Olmaları Âyet, bütün peygamberlerin günah ve isyandan masum olduklarına delalet etmektedir. Çünkü âyet, onlara mutlak olarak itaat edilmesi gerektiğine delalet etmektedir. Binâenaleyh eğer peygamberler bir günah işleyecek olsalardı, o hususta da onlara uymamız gerekirdi. Böylece de, o günahı işlemek bize de vacib olurdu. Halbuki o işin bir günah oluşu, yapmamızın haram olmasını gerektirir. Bu durumda aynı şeyin hem vacib hem de haram olduğunu söyleme gerekir ki bu, imkânsızdır. İmdi eğer, "Siz Cübbai'nin sözüne itiraz ederken, Hak teâlâ'nın "Kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle (değil)" ifadesinin, umumi manada olmadığını söylediniz. Öyle ise daha nasıl, bu meselede bunun umumi manada oluşuna tutunuyorsunuz? Zira sizin istidlaliniz, ancak bu ifadenin umumi manada olduğunu söylemekle mümkün olur" denilirse, biz deriz ki: Lafzın zahiri, umumi manada olduğu zannını uyandırır. Ancak biz o meselede, bu umumiliği, Cenâb-ı Hakk'ın kâfirin imanını irade etmesinin imkânsız olduğu hususunda zikrettiğimiz kesin aklî delilden ötürü terkettik. İşte âyetin umumi manasına ters olan bu kesin aklî delilden ötürü, âyetin zahirini, umumi manasından çıkardık. Bu meselede ise, peygamberlerin ismetini zedelemeye götürecek kesin aklî bir delil yoktur. İşte bu ikisi arasındaki fark böylece ortaya çıkmış olur. Peygamberin Mü'minler İçin İstiğfarı Hak, "Onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah'dan mağfiret dileselerdi ve onlar için peygamber de mağfiret isteseydi, elbette Allah'ı tevvâb ve rahim bulacaklardı" buyurmuştur. Bu âyette ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Âyetin sebeb-i nüzûtü hakkında şu iki izah zikredilmiştir: 1) Bundan murad, daha önce bahsedilmiş olan münâfıklardır. Buna göre âyet, "şayet o münafıklar, tâğutun hükmüne başvurup, peygamberin hükmünden kaçmak suretiyle kendilerine zulmettiklerinde, peygambere gelerek yaptıklarından pişman olduklarını izhâr ve tevbe edip, peygamberin kendileri için mağfiret talep etmesini isteselerdi ve onlar tevbe ettiklerinde peygamber de Allah'tan onlar için af dileseydi, onlar hiç şüphesiz Allahü teâlâ'yı, tevbeleri çok bağışlayan ve pek merhametli bulurlardı" manasındadır. 2) Ebu Bekir el-Esamm şöyle demiştir: "Bir grup münafık, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tuzak kurmak için anlaşmışlar, sonra da bu maksadlarını gerçekleştirmek için yanına varmışlardı. O anda Cebrail (aleyhisselâm) gelerek, durumu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber vermişti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hiç şüphesiz bir topluluk, yapamayacakları bir işe niyetlenerek buraya gelmişlerdir. Onlar kalkıp, Allah'tan bağışlanmalarını talep etsinler ve ben de onların bağışlanmasını taleb edeyim" dedi. O da, "kalkmıyor musunuz?" dedi, ama hiç kimse kalkmadı. Bunun üzerine o, "Ey falan kalk" diyerek, oniki kişinin adını saydı. Onlarda kalkarak, "Biz, söylediğin şeye niyetlenmiştik. Böylece kendimize zulmettiğimiz için Allah'a tevbe ediyoruz. Sen de bizim için mağfiret talep et" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Derhal çıkınız. İşin başında ben mağfiret dilemeye daha yakın idim. Allahü teâlâ da tevbenizi kabul etmeye daha yakın idi. Yanımdan çıkınız" dedi. Resulullah'ın, O Günahkara İçin İstiğfarının Önemi Birisi şöyle diyebilir: "Eğer onlar Allah'tan mağfiret isteyip, dürüst bir şekilde tevbe etselerdi onların tevbeleri makbul olmaz mıydı? Binaenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mağfiret talep etmesini, onların istiğfar etmeleri şartına bağlamanın faydası nedir?" Biz, buna şu şekillerde cevap veririz: a) Tağûtun huzurunda muhakeme olmayı istemek, hem Allah'ın hükmüne karşı çıkmak, hem de Resûlullah'a edebsizlik ve O'nun kalbine bir keder sokmaktır. Günahı bu şekilde olan herkesin, ondan dolayı başkasına özür beyan etmesi gerekir. İşte bu sebepten ötürü, Cenâb-ı Hak, o münafıklara, Hazret-i Peygamber'den kendileri için mağfiret istemesini talep etmelerini vâcib kılmıştır. b) Münafıklar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hükmüne razı olmayınca, onların inadları ortaya çıkmıştır. Binaenaleyh onlar tevbe ettikterinde, bu inadlarını giderecek şeyi yapmaları gerekir. Bu da, onların ancak Allah'ın Resulüne giderek, O'ndan, bağışlanmaları için Allah'tan mağfiret taleb etmesini istemeleri ile mümkün olur. c) Belki de onlar, tevbe ettikleri zaman, eksik tevbe ederler. Ama onların tevbelerine, Allah'ın Resulünün istiğfarı da eklenince, o zaman o, kabule müstehak olur. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Allah, peygamberini yüceltmek için, "Onlar için peygamber de mağfiret isteseydi" demiş, ama "sen, onlar için mağfiret isteseydin" dememiştir. Çünkü onlar, o peygambere geldiklerinde, Allah'ın, kendisine peygamberliğini verdiği, vahyi ile ikramda bulunduğu ve O'nu, kendisi ile mahlûkatı arasında bir elçi kıldığı kimseye gelmişlerdir. Bu vasıfta olan kimsenin şefaatini Allah geri çevirmez. Binaenaleyh muhatab lâfızdan, gâib lâfza geçmenin faydası (hikmeti) budur. Tevbe Edenin Tevbesi Kabul Edilir Âyet, Allahü teâlâ'nın tevbe edenin tevbesini kabul edeceğine kesin olarak delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, önce istiğfardan bahsedip, sonrada, "Elbette Allah'ı tevvâb ve rahim bulacaklardı" buyurmuştur. Bu cevap, söze uygun düşmüştür. "Tevvâb" ve "Rahîm"den murad, "onların tevbelerini kabul eden ve yakarışlarına merhamet eden" ise, onların istiğfarları reddolunmaz. |
﴾ 64 ﴿