65

"Öyle değil, Rabb'ine yemin osun ki, onlar aralarında çıkan meselelerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, imân etmiş olmazlar"

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Bu Ayetin (Nisa 65) Nüzül Sebebi

Âyetin sebeb-i nüzulü hakkında şu iki görüş vardır:

a) Bu, Atâ, Mücâhid ve Şa'bî'nin görüşü olup, buna göre âyet, daha önce bahsedilmiş olan, yahudi ile münafık arasında geçen hâdise hakkında nazil olmuştur. Binaenaleyh bu, makabli ile ilgisi bulunan bir âyettir. Bence de tercihe şayan görüş budur.

b) Bu âyet, yeni bir söz başlangıcı olup, başka bir hâdise hakkında nazil olmuştur ki o da şudur: Urve b. Zübeyr (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre, Ensâr'dan bir adam kendisi ile, hurmalığını suladığı bir su hususunda nizalaşmıştı. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Zübeyr'e, "Kendi toprağını sula. Sonra suyu, komşunun toprağına sal" demiştir. Bunun üzerine ensârdan olan adam, "O, halanın oğlu olduğu için böyle hükmettin" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yüzünün rengi değişti ve sonra Zübeyr'e, "(Bahçeni) sula. Sonra da ağaçların köklerine (veya bahçenin duvarlarına) varıncaya kadar da suyu salma" dedi Buhari Sulh, 12 Ebu Davud, Akdiye, 31 (3/316);Müslim, Fezail, 129 (4/1830).

Bil ki bu hususta hüküm şudur: Kimin arazisi, vadiye (suya) daha yakın olursa, suyu çevirmede onun önceliği olup, tarlasını tamamen sulamak hakkıdır. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Zübeyr (radıyallahü anh)'e müsamahalı bir şekilde sulamasını söylemişti. Zübeyr'in hasmı su-i edebde bulunup, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in müsamahalı emrini lâyıkt ile değerlendiremedi. İşte bu sebeple de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Zübeyr'e, suiama hakkını tastamam kullanmasını emretti. Hasmı ise bunu bir kayırma zannetti.

(......) Buyruğundaki (......)'nın İzahı

Hak teâlâ'nın, "Öyle değil Rabb'ine yemin olsun ki.." ifâdesindeki, (......) hakkında iki görüş vardır:

a) Bu, "Rabb'ine yemin olsun ki.." manasındadır. Bu, tıpkı "İşte Rabb'ine andolsun ki, onların topuna soracağız..."(Hicr, 92) âyetinde olduğu gibidir. Buna göre, (......) zaide olup, yemin manasım te'kid için gelmiştir. Bu tıpkı, (......) (Hadid.29) âyetindeki, (......)nın, bilmeleri gerektiğini te'kid için getirilmiş olması gibidir. Âyetteki "iman etmiş olmazlar" ifâdesi ise, kasemin cevabıdır.

b) Buradaki, (......) zaide olmayıp, bir manası vardır. Buna göre Vahidî şunları söylemiştir:

1) Bu kelime, daha önce bahsedilmiş olan bir şeyin nefyini ve reddini ifâde eder.

Bunun takdiri, "onlar senin hükmüne muhalefet edip dururlarken, iş, iman ettiklerini iddia ettikleri gibi değildir" şeklindedir. Cenâb-ı Hak, bunun peşine, kasem ile yeni bir söze başlayarak, "Rabb'ine yemin olsun ki, onlar seni hakem yapmadıkça, iman etmiş olmazlar" demiştir.

2) Bu daha sonra gelecek nefyi te'kid etmek için getirilmiştir. Zira bu nefiy, hem sözün başında, hem de sonunda getirildiğinde, son derece güzel ve te'kidü olur.

Şicar ve Teslim Kelimelerinin İzahı

Bir şey dallanıp budaklanıp, birbirine karıştığında, denilir. Bir kimse, birisi ile münakaşa ettiğinde, o esnadaki sözler birbirine karıştığı için, (onunla münakaşa atti) denilir. Yine birbirine girdiği için "hevdeç"in tahtalarına ve çıtalarına da denilir. Ebu Müslim el-İsfehânî şöyle demiştir: "Bana göre bu kelime, ağacın dallarının birbirine girmesi (iltifâfi'ş-şecer') manasından alınmıştır. Çünkü ağacın dalları birbirine girer."

Âyette geçen "harec" kelimesi, darlık (sıkıntı) manasındadır. Vahidî şöyle demiştir: "Nerede ise yanına varılamayacak kadar dalları birbirine karışmış ağaca, "harec" denir. Bunun cem'i, dır."

Âyette geçen "teslim" kelimesi, tef'îl babından masdardır. Birisi bağışlanıp, başına bir musibet gelmediğinde, (filanca salim oldu); yine birşey münakaşasız olarak bir kimsenin hakkı olduğunda "Bu şey, falancaya aittir" denilir. Bu kelimeyi şeddeleyip, dediğinde, bu "O, onu ona teslim etti, ona has kıldı" manasında olur. İşte kelimenin Arapça'daki asıl manası bunlardır. "Teslim"in bütün değişik manaları, bu asıl mana ile irtibatlıdır. Buna göre Arapların sözleri, "Ona sulh-u selâmette olması için duâ etti. (Selâm verdi)" "O, ona emâneti teslim etti" sözleri, "Ona emâneti hiç itiraz etmeden verdi"; "Ona teslim oldu sözleri, "Onun hükmüne razı oldu", "O, Falancaya, şu hususta teslim oldu" sözleri, "O, ona o hususta itiraz etmedi"; "İşini Allah'a havale etti" sözleri; "O hususta kendisinin bir katkısı ve tesiri olmadığını, tesir eden ve yaratıcı olanın, eşi ve benzeri olmayan tek Allah olduğunu bildi" manasında "işini Allah'a havale etti" manasındadır.

Peygamberin Hükmüne Razı Olmayan Mü'min Olamaz

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, o münafıkların ancak şu şartlar bulunursa iman sıfatını kaza- nabilecekleri hususunda, Allah tarafından bir yemindir:

Birinci şart: "Onlaratalarında çıkan meselelerde seni hakem yapmadıkça" âyetinin ifade ettiği şarttır. Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hükmüne razı olmayan kimsenin mü'min olamayacağına delâlet etmektedir.

Bil ki, "Allah'ı, ancak ma'sûm bir peygamberin irşadı ile bilmek mümkün olur" görüşünü izah etmek için, bu âyete sarılanlar şöyle derler: "Çünkü "Onlar aralarında çıkan meselelerde seni hakem yapmadıkça., iman etmiş olmazlar" ifâdesi ancak, ihtilaf ettikleri her hususta Hazret-i Peygamberin hükmünden medet ummaları halinde imanın onlar için tahakkuk edeceği hususunda açık bir sözdür. Halbuki biz, ehl-i ilmin, Allah'ın sıfatları konusunda ihtilaf ettiklerini görüyoruz. Mesela kimi Mu'attıla, kimi Müşebbihe, kimi Kaderiyye, kimi Cebriyye. Binaenaleyh bu âyetin hükmüne göre, iman, ancak peygamberin hükmü, irşadı ve hidayeti ile meydana gelir. Alimler bunu şöyle açıklamışlardır: İnsanların çoğu nakıs olup, gerçekleri tam olarak anlayamazlar. Halbuki ma'sum (ismet sahibi) peygamberlerin aklı, tam ve aydınlatıcıdır. Bundan dolayı peygamberin nurunun aydınlığı, ümmetinin akıllan ile birleşince, ümmetinin aklı güçlenir, noksan iken tam, zayıf iken kuvvetli olmuş olur. Böylece de onlar, ilâhi sırlara vâkıf olabilirler. Bunu şu husus da te'kid eder: Resulullah zamanında yaşayanlar, kesin olarak inanıyorlardı ve imanları ile marifetleri tamdı. Zaman bakımından ondan uzak düşenler ise, ihtilafa düşmüşlerdir. Bütün bu bâtıl mezhebler, sahabe ve tabiîn devirlerinden sonra ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı, durumun bizim söylediğimiz gibi olduğu sabit olur. Bu âyetin nasıl delil getirildiğini, Muhammed İbn Abdulkerim eş-Şehristânî'nin kitaplarında şu şekilde gördüm: Ona, "Senin, zikrettiğin bu istidlali sen aklından çıkardın. İnsanların çoğunun aktı noksan olduğuna göre, belki de senin bu istidlalin, aklının noksanlığındandır. Bu ihtimal her zaman mevcut olunca, hem görüşünün, hem de bu istidlalinin doğruluğu hususunda şüphe etmek gerekir. Birde, nübüvvet bilgisi, marifetullahadayanır. Binaenaleyh marifetullah da nübüvvet bilgisine dayanmış olsaydı devr-i fasit olmuş olurdu ki bu.imkânsızdır.

İkinci şart: "Sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadıkça..." âyetinin ifâde ettiği husustur. Zeccâc, "Bu "Onların kalbleri, senin hükümlerinden darlık (sıkıntı) duymadıkça..." manasındadır" demiştir.

Bil ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hükmüne razı olan kimse, bazan kalben samimî olarak değil de, zahiren razı olmuş olur. Cenâb-ı Hak, bu âyette, Peygamberin hükmüne kalben ve samimî olarak razı olunması gerektiğini beyan buyurmuştur. Bil ki kalbin bir şeye temayülü veya ondan nefret etmesi, insanın elinde olmayan bir şeydir. Binaenaleyh âyetten bu mana kastedilmemiştir. Aksine bundan maksed, insanın kalbinde, Peygamberin verdiği hükmün hak ve doğru olduğu hususunda kesin ve yakînî bir inancın bulunmasıdır.

Üçüncü şart: "Tam bir teslimiyetle testim olmadıkça.." âyetinin ifade ettiği husustur. Bil ki kalbi ile, peygamberin hükmünün hak ve doğru olduğunu bilen kimse, bazan onu kabul etmemede inâd eder veyahut da onu kabul etmek için bir müddet bekleyebilir. Bundan dolayı Allahü teâlâ, böyle yakînî bir imanın kalbte bulunması gerektiği gibi, zahiri tam bir teslimiyetin de bulunması gerektiğini bildirmiştir. Buna göre, Hak teâlâ'nın "Sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan..." sözü ile bâtınî ve kalbî bir inkiyad, "tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça..." sözü ile de zahirî bir inkiyâd kastedilmiştir. Allah en iyi bilendir.

Peygamberler Hüküm ve Fetfalarında Hata Yapmazlar

Âyet, peygamberlerin, gerek fetva, gerek hükümlerinde hatâdan ma'sûm olduklarına delâlet etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ, onların hükümlerine boyun eğmeyi vacib kılmış ve bunu pekiştirerek, onlara hem zahiren, hem de bâtınen inkiyad edilmesi gerektiğini bildirmiştir. İşte bu durum, onlardan herhangidir hatanın sudur etmeyeceğini gösterir. Bu, Hak teâlâ'nın, "Hay Allah afiyetini versin, neden izin verdin onlara.." (Tevbe, 43) âyetinin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Bedir esirleri ile ilgili fetvasının; "Ey Peygamber, Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin haram ediyorsun?" (Tahrim. 1) âyetinin ve "(Peygamber) yüzünü ekşitip, çevirdi" (Abese, 1) âyetinin, bu kitabda özetlediğimiz manalara geldiğine delâlet eder.

Altıncı Mesele

Fakihlerden bazıları, âyetteki, "Sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan..." buyruğuna tutunarak, emrin zahirinin vücûbu (farziyyeti) gösterdiğine istidlal etmişlerdir ki bu şekildeki bir istidlal zayıftır. Çünkü hüküm, ilzam etmek (gerekli ve mecbur kılmak) demektir. Bunun zaten vücûb ifâde ettiğinde bir münakaşa yoktur.

Nass, Kıyas İle Tehsis Edilemez

Âyetin zahiri, nassın kıyas ile tahsis edilem iveceği ne delâlet etmektedir. Çünkü bu, insanın, mutlak olarak Allah'ın ve Resulünün hükmüne tabî olması ve'onların hükmünden başkasına başvurmaması gerektiğine delâlet eder. Bu âyette zikredilen böyle bir te'kid, mükellefiyetlerin pek azında zikredilir. Bu da, Kur'ân ve Hadis'in umumiliğinin, kıyasın hükmüne takdim edilmesini gerektirir. Hak teâlâ'nın, "Sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan..." ifadesi de bunu ihsas ettirmektedir. Çünkü hatıra nassın manasının aksine bir kıyas geldiğinde, insanın yüreğinde bir darlık (harec) hissedilir. Böylece Cenâb-ı Hak, insanın imanının, o harece itibar etmemesi ve nassa tam olarak teslim olmasından sonra, kâmil olacağını beyân buyurmuştur. İşte bu söz insaflı kimselere göre, çok kuvvetli ve güzel bir sözdür.

Sekizinci Mesele

Mutezile şöyle demiştir: "Eğer taat ve isyan (iman ve küfür), Allah'ın kaza ve kaderi ile olmuş olsaydı, bir tenakuz söz konusu olurdu. Çünkü Hazret-i Peygamber, birisine "falanca, falan işi yapamaz" diye hükmettiğinde, bütün mükelleflerin o hükme razı olmaları gerekir. Çünkü O, peygamberin hükmüdür. Peygamberin hükmüne razı olmak da, bu âyetin delâleti ile vâcibtir. Sonra o adam kalkıp o işi Hazret-i Peygamber'in hükmünün aksine olarak yapsa, bütün isyanların Allah'ın kaza ve kaderi ile olması takdirinde, o fiil de Allah'ın kaza ve kaderi ile olmuş olurdu. Allah'ın kaza ve kaderine razı olmak vâcibtir. Binaenaleyh mükellefin, o fiile razı olması gecekir. Çünkü o, Allah'ın takdir ettiği bir fiildir. Bundan dolayı bu, insanların birşeyi aynı anda hem yapmaya, hem de yapmamaya razı olmalarını gerektirir ki böyle birşey imkansızdır."

Buna şöyle cevap verilir: Peygamberin hükmünden maksad, şer'î fetvalarıdır. Allah'ın kaza ve kaderinden maksad ise, onun yaratması ve var etmesidir ki bu ikisi birbirinden farklı şeylerdir. Binaenaleyh ikisini bir arada bulundurmak, tenakuza götürmez.

65 ﴿