68

"Hakîkaten biz onlara, "kendinizi öldürün, yahud yurtlarınızdan çıkın" diye hükmetseydik içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı. Onlar öğüt verildikleri şeyleri hakkıyla yapsalardı, bu, kendileri için elbet hem daha hayırlı, hem de (imanlarını) daha kökleştirid olurdu. O zaman biz de onlara tarafımızdan pek büyük bir mükâfaat verirdik. Ve onları elbet doğru yola iletirdik".

Bil ki bu âyet, daha önce geçen, münafıklarla ilgili ve onları samimiyete, münafıklığı bırakmaya teşvik eden âyetlerle irtibatlıdır. Buna göre mana, "şayet onlara, biribirlerini öldürmeleri ve yurtlarından çıkmaları gibi çok ağır mükellefiyetler teklif etseydik, bu onlara zor gelir ve pek azı müstesna, onlar bunu yapmazlardı. O zaman da, onların küfür ve inadlan ortaya çıkardı. Binaenaleyh, tarafımızdan kullarımıza bir rahmet olarak bunu yapmayıp, aksine onlara kolay işleri yüklemekle yetindiğimize göre, onlar o kolay işleri samimiyetle kabul edip, her iki dünyanın da hayrını elde edebilmeleri için, inad ve isyanı terketmeleri gerekir" şeklinde olur Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Kesir, Nâfi, İbn Amir ve Kisaî, (......) deki nûnun ve (......) deki vâvın zammesiyle, (......) şeklinde okumuşlardır ki, bunun sebebi, kelimelerindeki zammeyi vâv ile nûna vermektir. Âsim ile Hamza, ictimâ-i sâkineynden dolayı, gerek nûn harfini, gerekse vâv harfini kesre ile okurlarken; Ebu Amr, nûn harfini kesre ile, vâv harfini zamme ile okumuştur. Zeccâc, "Ebu Amr'ın, bir rivayet varsa müstesna, böyle okumak suretiyle, özellikle bu iki harfi birbirinden niçin ayırdığını bilemiyorum.." demiştir. Zeccâc'ın dışındakiler ise "Nûnu kesre okumasına gelince, ictimâ-i sâkineynden dolayı kesre okumak asıl olduğu için, bunu böyle okumuştur; vâvı zamme ile okuması ise, vâv harfi, zamir olan vâva benzediği için, yerinde ve güzel olmuştur" demişlerdir. Kıraat âlimlerinin ekserisi "Delâleti satın aldılar" (Bakara, 16) ve "..üstünlüğü unutmayın.." (Bakara. 237) âyetlerindeki zamir olan vâvın, zamme ile okunacağı hususunda ittifak etmişlerdir.

Menfi (Olumsuz) Cümlede İstisna Hakkında

"Bunu yapmazlardı" ifâdesindeki mef'ûl zamiri, hem öldürmeye, hem de çıkmaya râcidir. Bu böyledir, ) çünkü çeşitleri her ne kadar farklı farklı olsa da, fiiller aynı cinstir. Kıraat âlimleri Cenâb-ı Hakk'ın"pek azı müstesna" ifadesini farklı şekillerde okumuşlardır. Meselâ, İbn Amir nasb ile (......) şeklinde okumuştur ki, bu şekilde okuma hem Şamlıların hem de Enes İbn Malik'in mushafında bulunmaktadır. Diğer kıraat imamları ise bu kelimeyi (......) şeklinde okumuşlardır. Mansûb okuyanlar, nefyi (kelâm-ı gayr-i mûcebi) isbâta, kelâm-ı mûcebe kıyaslayarak okumuşlardır. Mesela senin, "Bana hiçbir kimse gelmedi" ifâden, tıpkı "kavim bana geldi" ifadende olduğu gibi, tam bir ifadedir. Binaenaleyh, "müstesna, kelâm-ı mûcebte mansub olduğuna göre, nefiy de de böyledir. Bu iki hususun müşterek noktası ise, müstesnanın, söz tamamlandıktan sonra gelmiş olan bir fazlalık, bir ifade olmasıdır.

Merfû okuyanlara gelince, bunun sebebi de müstesnanın, "Bunu yapmazlardı" ifâdesindeki vâv'dan bedel olmasıdır. Olumsuzdan (gayri mûcebten) yapılan her müstesnada böyledir. Meselâ senin, Zeyd'i (bir kimse) lafzından bedel yaparak, "Bana, Zeyd'den başka hiç kimse gelmedi" ifâdesinde (......) kelimesini merfû okuman gibi. Böylece.. dan sonra gelen kelimenin i'rabı, dan önce bulunan kelimenin i'rabı gibi olur. Nasb ve cer halleri de böyledir. Bu, senin mesela, "Zeyd'den başka hiç kimseyi görmedim" ve "Zeyd hariç hiç kimseye uğramadım" demen gibidir. Ebu Ali el-Farisî, merfû okuyuşun, kaideye daha çok uyduğunu söylemiştir. Zira "Zeyd hariç, hiç kimse gelmedi" ve "Bana Zeyd hariç hiç kimse gelmedi" ifâdelerinin manası aynıdır. Nahivciter, şeklindeki sözlerinin merfû okunacağı hususunda ittifak ettiklerine göre, onların, " sözlerinin de, bir önceki ifâdeleri gibi olması gerekir.

Mü'minlerin Fedakarlık Gerektiğine Tutumları

Cenâb-ı Hakk'ın, (......) buyruğundaki (onlar) zamirinin kimleri ifade ettiği hususunda iki görüş bulunmalıdır.

1) Bu, İbn Abbas ve Mücâhid'in görüşüdür. Buna göre zamir, münafıklara işaret eder. Çünkü Allahü Teâlâ, İsrailoğullarına kendi nefislerini öldürmelerini; muhacirlere de yurtlarından çıkmalarını farz kılmıştı. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, . "Eğer biz bu münafıklara, kendilerini öldürmeyi ve yurtlarından çıkmayı farz kılmış olsaydık, bunu ancak onlardan pek azı, oda riya ve süm'a (desinler) için yapardı. Ve o zaman, bu iş onlara ağır gelir, böylece de küfürleri meydana çıkardı. Biz bunları yapmayıp, aksine onları kolay şeylerden sorumlu tutunca, artık onlar nifakı terkedip, ihlâslı bir biçimde imam kabul etsinler..." demiştir. Bu aynı zamanda Ebu Bekr el-Esamm ve Ebu Bekr el-Kaffâl'ın da tercih ettiği görüştür.

2) Bundan murad şudur: "Allahü teâlâ, eğer o insanlara, yukarda bahsolunan şeyleri farz kılmış olsaydı, onlardan pek azı bunu yaparlardı." Bu takdire göre, bu sözün muhtevasına mü'min de münafık da dahil olmaktadır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar öğüt verildikleri şeyleri hakkıyla yapsalardı" ifadesindeki, fiilinin zamiri (fail vâvi) ise, münafıklara râcidir. Âyetin başının umûmî, sonunun ise hususî olması uzak bir ihtimal değildir. Bu izaha göre, âyette geçen "pek azı..." kelimesiyle, mü'minlerin kastedilmiş olması gerekir. Rivayet olunduğuna göre Sabit İbn Kays İbn Şemmas, bir yahudi ile münazara ederken, yahudi şöyle der: "Musa, bize kendimizi öldürmemizi emretti, biz de bunu kabul ettik... Muhammed size savaşmayı emretse, siz bundan hoşlanmazsınız..." Bunun üzerine Sabit İbn Kays, "Hadi canım sende! Şayet Hazret-i Muhammed bana, kendimi öldürmemi emretse, ben bunu yaparım..." deyince, bunun üzerine bu âyet nazil olur. Rivayet olunduğuna göre İbn Mesud da aynı sözü söyleyince bu âyet nazil oldu; bunun üzerine Hazret-i Peygamber "Canım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, ümmetimden öyle yiğitler vardır ki, iman onların kalblerinde, kazıklar gibi çakılmış olan dağlardan daha sağlamdır" buyurur. Ömer İbnu'l-Hattab (radıyallahü anh)'ın da, "Allah'a yemin olsun ki, şayet Rabb'imiz, kendimizi öldürmemizi bize emratseydi, muhakkak ki biz bunu yapardık. Bize bunu emretmeyen Allah'a hamd-ü senalar olsun" dediği rivayet edilmiştir.

Allah'ın Emri İradesinden Farklıdır

Ebu Ali el-Cübâî şöyle demekledir Âyet, Allahü teâlâ'nın, insanlara, kendilerine güç ve ağır gelecek şeyleri teklif etmeyeceğine delâlet etmektedir. Binaenaleyh, onları tâkatları yetmeyecek şeylerle mükellef tutmaması daha evlâ olur." Ebu Ali el-Cübbaıye. "Bu söz, senin aleyhine olmak üzere de söylenebilecek bir sözdür. Zira âyetin zahiri, Allahü teâlâ'hın, insanları zor şeylerle mükellef tutmayacağına delâlet etmektedir. Çünkü Allah, onları böylesi şeylerle mükellef tutmuş olsaydı, o insanlar bunları yapamazlardı. Yapamayınca da azaba duçar olurlardı. Ama Allahü teâlâ, Ebu Cehil ve Ebu Leheb'in iman etmeyeceklerini ve onların böyle bir tekliften, devamlı bir azabtan başka hiçbir şey elde edemiyeceklerini de biliyordu. Ama buna rağmen O, "onları mükellef tutmuştur. Binaenaleyh, senin buna mukabil cevap olarak kabul ettiğin her şey, senin zikrettiğin şeylere karşı bizim cevabımızı teşkil etmektedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar öğüt verildikleri şeyleri hakkıyla yapsalardı, bu, kendileri için elbet hem daha hayırlı, hem de (imanlarını) daha kökleştirici olurdu. O zaman biz de onlara tarafımızdan pek büyük bir mükâfaat verirdik ve onları elbet doğru yola iletirdik" buyurmuştur.

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar öğüt verildikleri şeyleri hakkıyla yapsalardı..." ifadesi, "şayet onlar mükellef tutulup emrolundukları şeyi yapsalardı..." demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, mükellef tutup emretmesi, âyette bir va'z olarak isimlendirilmiştir. Çünkü Allah'ın tekliflerinde hem vaad hem va'îd, hem teşvik hem korkutma, hem de hem mükâfaat hem ukübat bulunmaktadır. Böyle olan her şey ise, bir va'z olarak isimlendirmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, o insanların bu mükellefiyetleri üstlenmeleri halinde, kendileri için çok çeşitli faydaların tahakkuk edeceğini beyan buyurmuştur:

Allah'ın Emrini Tutmalarındaki Faydalar

Birinci çeşit fayda: Hak teâlâ'nın, "kendileri için elbet daha hayırlı olurdu" âyetinin ifade ettiği husustur. Bu sözün manasının, "Onlar için, hem âhiret hem de dünya hayrı tahakkuk ederdi..." şeklinde olması muhtemel olduğu gibi, bu ifadede yer alan (......) kelimesinden, bir mübalağa ve tercih etme manasının kastedilmesi de muhtemeldir. Bu da, "bu onlar için, başkasından daha çok menfaatli ve daha çok üstün olurdu.." demektir. Çünkü "hayr" lafzı, her iki manaya da gelebilir.

Amelin îmanı Kökleştirmesi

İkinci çeşit fayda: Hak teâlâ'nın, "hem de (imanlarını) daha kökleştirici olurdu" âyetinin ifade ettiği manadır. Bunun izahı hususunda da şunlar söylenebilir:

a) Bundan murad, "Bu, onların imanlarında sebat ve devam etmelerini daha fazla temin eder" şeklindedir. Çünkü tâat, bu gibi şeylere götürür. Bir vakitte yapılan taatin temin ettiği manevî fayda, kişiyi, o iman üzere devam etmeye sevkeder.

b) "Bu, daha sağlam ve daha kalıcıdır... Çünkü bu haktır, gerçektir, hak, sabit ve bakî olan; bâtıl ise, yok olup, zail olandır" demektir.

c) İnsan, önce hayrı elde etmek ister. Bunu elde ettiği zaman, insan, bu elde edilen şeyin devamlı ve kalıcı olmasını arzular. İşte bu izaha göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu, kendileri için elbet hem daha hayırlı.." ifâdesi, birinci duruma; O'nun, "hem de (imanlarını) daha kökleştirki olurdu" ifadesi ise, ikinci duruma bir işaret olmuş olur.

Üçüncü çeşit fayda: Cenâb-ı Hakk'ın, "O zaman biz de onlara tarafımızdan pek büyük bir mükâfaat verirdik.." âyetinin ifade ettiği husustur. Bil ki Allahü teâlâ, imandaki İhlasın, münafıkların arzuladıkları nifaktan daha hayırlı ve daha çok sebat ve bekası bulunduğunu beyan edince, bunun bizatihi bir hayır olduğu gibi, peşinden pek büyük hayırların da meydana geleceğini beyan buyurmuştur ki, bu hayırlar da, pek büyük ücretler ve pek büyük mükâfaatlardır.

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Âyette geçen lafzı, bir mukadder suâlin cevabıdır. Buna göre sanki "O hayır ve sağlamlaştırmadan neler meydana gelmektedir?" diye sorulmuş da, cevab olarak da, "onlara, katımızdan büyük mükâfaatlar veririz" denilmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendi katından pek büyük bir mükâfaat verir" (Nisa. 40) âyeti gibidir."

Buradaki Mükâfaatın Büyüklüğüne Dair Unsurlar

Diyorum ki: Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerimede, her biri bu mükâfaatın büyüklüğüne delâlet eden pekçok karineyi bir arada zikretmiştir:

1) Cenâb-ı Hak, kendisini azamet ve yücelik ifade eden sığalarla zikretmiştir ki, bunlar (ona verirdik) ve (tarafımızdan) ifadeleridir. Bu mükâfaatlan veren hikmet sahibi yüce Allah, kendisini, bir bağış ve lütuf va'adettiğinde azamete delâlet eden bir lâfızla zikredildiğinde, bu durum, bu atıyye ve mükâfaatın da büyüklüğüne delâlet etmektedir.

2) Cenâb-ı Hakk'ın, "tarafımızdan" ifadesi.. Tahsis ifade eden bu terkîb, mübalağaya delâlet etmektedir. Hak teâlâ'nın, "ve kendisine nezdimizden bir ilim öğretmiştik" (Kehf, 65) ifadesinde de olduğu gibi...

3) Cenâb-ı Hak, bu mükâfaatı "büyük" olarak vasfetmiştir. Büyüklerin en büyüğü olan (Cenab-ı Hakk'ın) büyüklükle tavsif etmiş olduğu bir şeyin, mutlaka büyüklüğün zirvesinde bulunması gerekir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Orada (cennette), hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin hatırına dahi gelmeyen şeyler (nimetler) bulunmaktadır" Buhari, Bed'u'l-halk, 8; Müslim, İman, 312 (1/176). buyurmuşken, bu mükafaat daha nasıl büyük olmasın?"

4) Cenâb-ı Hakk'ın, "ve onlan elbet doğru yola iletirdik" buyruğudur. Bu ifadenin tefsiri hakkında iki görüş bulunmaktadır:

a) Burada geçen "sırât-ı müstakîm"den murad, "hak din"dir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz, muhakkak ki sen, doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun..." (Şûra. 52) âyetidir.

b) Buradaki "sırât-ı müstakîm", kıyamet meydanından (cennete giden) yoldur. Bu böyledir, çünkü Allahü Teâlâ bu ifadeyi, sevab ve mükâfaattan sonra zikretmiştir. Gerçek din ise, sevab ve mükâfaattan önce gelir. Kıyamet meydanından cennete giden yol olan sırât'a ise, ancak mükafaat hak edildikten sonra ihtiyaç duyulur. Binaenaleyh, buradaki "sırât-ı müstakîm" ifadesini bu manaya hamletmek daha uygun ve evlâdır.

Allah'ın, Nimetine Erdirdiği Kimseler

68 ﴿