78

"Nerede olursanız olun, tahkim edilmiş yüksek kalelerde bile bulunsanız, ölüm size gelip yetişir. "Eğer onlara bir iyilik dokunursa, "Bu, Allah karındandır" derler. Şayet onlara bir fenalık dokunursa, "Bu, senin yüzündendir" derler. De ki; "Hepsi Allah taraûndandır." Böyle iken o kavme ne oluyor da hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?".

Cenâb-ı Hakk'ın bu âyetinden maksadı, savaşmak farz kılındığında, kendilerinden "İnsanlardan Allah'dan korkar gibi, hatta daha şiddetli bir korku ile korkuyorlar. Onlar, "Ey Rabbimiz, üzerimize muharebeyi neye yazdın?" dediler" (Nisâ, 77) diye bahsettiği kimseleri susturmaktır. Buna göre Cenâb-ı Hak, "Nerede olursanız olun, ölüm size gelip yetişir" buyurmuş, böylece insanların ölümden asla kurtulamıyacaklarını beyan buyurmuştur. Cihad, peşinden ahiret mutluluğu gelen bir ölümdür. Binâenaleyh, herkes mutlaka öteceğine göre, peşinden ebedî mutluluk gelen bir tarzda ölmesi, böyle olmayan ölümden daha evlâ olur.

Bu âyetin bir benzeri de, "De ki: "Eğer ölmekten, yahut öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçışınız size asla fayda vermez. O takdirde bile, ancak çok az faidelendirilirsiniz" (Ahzab, 16) âyetidir. Arapça'da, (......) kelimesi, köşkler ve kaleler anlamına gelmekte olup, asıl anlamında, "zuhur etme, görünme" anlamı mevcuttur. Nitekim kadın, güzelliklerini ortaya döküp sergilediğinde denilir. Müşeyyede kelimesi ise, "yüksek, yükseltilmiş" anlamındadır. Bu kelime, meşîde şeklinde de okunmuştur. Keşşaf sahibi bu ifadenin, bir kimse binasını, köşkünü yükselttiğinde veya onu kireç ile sıvadığında, deyiminden geldiğini söylemiştir. Nu'aym İbn Meysere, bu tabiri kendisini mecazi manada yapabileceği bir fiil ile yasfederek, yâ harfinin kesresiyle müşeyyide şeklinde okumuştur. Bu, Arapların tıpkı "Şair bir kaside" demeleri gibidir. Halbuki şair olan kaside değil, ama onu söyleyendir.

Hayır da Şer de Allah'tandır

Cenâb-ı Hakk'ın: "Eğer onlara bir iyilik dokunursa, "Bu, Allah katındandır" derler. Şayet onlara bir fenalık dokunursa, "bu, senin yüzündendir" derler. De ki: "Hepsi Allah taranndandır." Böyle iken o kavme ne oluyor da, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?" ifadesine gelince...

Bil ki Cenâb-ı Hak, münafıkların cihad hususunda ağır davrandıklarını, ölümden korkarak, âhiret mutluluğu hususunda istekli olmadıklarını nakledince, bu âyette onların birincisinden daha beter olan bir başka çirkin hasletlerinden bahsetmiştir.

Âyetin, öncesi ile irtibatı hususunda şu şekilde bir başka izah daha vardır: Bu ölümden korkan ve cihada gitmekte ağır davranan kimselerin bir adetleri de, cihad edip savaştıkları ve kendilerine bir ganimet ve rahatlık isabet ettiği zaman, "Bu, Allah katındandır" demeleri; hoşlanmadıkları birşey isabet, ettiği zaman ise, "Bu, Muhammed ile arkadaşlık etmenin uğursuzluğundandir" demeleridir. Bu, onların son derece ahmak, cahit ve inat olduklarına delalet eder.

Bu âyetle ilgili birkaç mesefe bulunmaktadır:

Hasene ve Seyyienin Tevsiri

Alimler, bu âyette geçen "hasene" ve "seyyie" hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Müfessirler şöyle demişlerdir: "Medine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) oraya geldiğinde nimetlerle dopdolu idi. Yahudilerin inadı ve münafıkların nifakı ortaya çıkınca, Allahü teâlâ, bütün önceki ümmetler hakkındaki sünnetullahını yürüterek, rızıklarını biraz kıstı. Nitekim O, bunu "Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdi isek onun halkını, yalvarıp yakarsınlar diye, mutlaka fakirlikle, şiddetle, hastalıkla (sıkıp) yakaladık" (A'râf. 94) buyurarak ifade etmiştir. İşte bunun üzerine yahudi ve münafıklar, "Bu adamdan daha uğursuz birisini görmedik. O geldiğinden beri ürünlerimiz noksanlaştt, fiyatlar yükseldi" dediler. Buna göre, âyetteki "Eğer onlara bir hasene (iyilik) dokunursa... "tabiri, "Bolluk olur, fiyatlar uygun olur ve çok yağmur yağarsa, "...Bu, Allah katındandır" derler" manasına; "Eğer onlara bir seyyie (fenalık) dokunursa..." tabiri de, "Kıtlık olur ve fiatlar yükselirse, bu da Muhammed'in uğursuzluğundandır" derler" manasınadır. Bu tıpkı, "Fakat onlara hasene gelince, "Bu, bizim hakkımızdır" dediler. Eğer kendilerine bir fenalık gelirse, Musa ile beraberindekilere uğursuzluk yüklerlerdi" ve Hazret-i kimseler yüzünden uğursuzluğa uğradık" dediler" (Neml, 47) âyetlerinde ifade edildiği gibidir,

2) Âyette geçen "hasene"den murad, düşmana galip gelip, ganimet elde etmek; "seyyie "den murad ise savaşta öldürülme ve bozguna uğratılmadın Kâdî, "Birinci görüş, tercihe daha şayandır. Zira bolluk ve pahalılık ile nimetlerin çok ve az oluşunun Allah'a nisbet edilmesi caizdir. Fakat galibiyet ve bozguna uğrama gibi şeylerin, Allah'a nisbet edilmesi caiz değildir. Çünkü "seyyie" (fenalık), öldürülme ve bozguna uğratılma manasına alındığında, Allah'a nisbet edilemez" demiştir. Ben de derim ki: "Bu söz onun mezhebine göre doğrudur. Ama bizim mezhebimize göre, bütün bunların hepsi Allah'ın kaza ve kaderine dahildirler."

İkinci Mesele

Bil ki, bela ve günaha, "seyyie"; nimet ve taata da "hasene" denebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onları hem hasenelerle, hem de seyyielerle imtihana çektik ki dönsünler" (A'râf, 168) ve "çünkü güzellikler (hasenat), kötülükleri (seyyiatı) giderir" (Hud, 114) buyurmuştur.

Bunu anladığın zaman biz deriz ki: Âyetteki "Eğer onlara bir hasene dokunursa... "tabiri her türlü haseneye şamil olan umumi bir ifade olduğu gibi, "Eğer onlara bir seyyie dokunursa..." tabiri de her türlü seyyieyi (kötü ve fena şeyi) içine alan umumi bir ifadedir. Cenâb-ı Hak, bunun hemen peşisıra, "De ki: "Hepsi Allah taraûndandır" buyurmuştur ki işte bu da, bütün iyilik ve kötülüklerin Allah'tan olduğu hususunda açık bir sözdür. Bütün taat ve isyanların, bu hasene ve seyyie kelimelerinin manasına girdikleri yaptığımız bu izahla sabit olunca, âyet, bütün taat ve isyanların Allah'tan (Allah'ın yaratması ile) olduğuna delalet eder; zaten elde etmek istediğimiz netice de işte budur.

Eğer denilirse ki: "Buradaki "hasene" ve "seyyie"den murad, taat ve isyan (günah) değildir; nitekim şunlar da bunu gösterir:

1) Herkes, bu âyetin bolluk ve kıtlık hususunda nazil olduğunda ittifak etmiştir. Binâenaleyh âyet, bu iki şeye mahsustur.

2) Hayır ve taat manası murad edilen "hasene" hakkında (O, bana isabet etti) denilmeyip "Ben, onu elde ettim" denir. Arapça'da, "Hayır işledi" manasında "günah işledi" manasında da ifadeleri kullanılmaz. Bundan dolayı, eğer maksad sizin dediğiniz gibi olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın, demesi gerekirdi.

3) "Hasene" lafzı, hem "taat", hem de 'menfaat" manasında kullanılabilen müşterek bir lafızdır. Halbuki müfessirler, bu âyette bu kelime ile "menfaat" manasının kastedilmiş olduğunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh müşterek bir lafzın, aynı anda her iki manasına da gelmesi zaruri olarak caiz olmayacağına göre, bununla "taat" manasının murad edilmiş olması imkansızdır."

Evet, eğer böyle denirse, şöyle cevap verebiliriz: Birinci iddiaya, "Sizler de sebebin hususi olmasının, lafzın umumiliğine zarar vermeyeceğini kabul edersiniz" diye cevap veririz. İkinci iddiaya "Arapça'da "Bana, Allah'tan bir tevfik ve bir yardım isabet etti" ve "Ona, Allah'tan bir mahrumiyet isabet etti" denilebilir. Buradaki tevfik ve yardımdan maksad, yapılan taat; mahrumiyetten maksad ise işlenen masiyettir " diyerek cevap veririz.

Üçüncü iddiaya ise şöyle cevap veririz: Kendisinden istifade edilen herşey, hasenedir. Eğer o şeyden, ahirette istifade ediliyorsa, o taattir. Eğer ondan dünyada istifade ediliyorsa, o da şu anda bulunan bir saadettir. Binâenaleyh her iki kısma nisbetle, müşterek olarak "hasene" kelimesi uygundur. Böylece bu iddia da düşer. Binâenaleyh âyetin zahirinin, bizim verdiğimiz manaya delalet ettiği sabit olmuş olur.

Mümkin İle Vacib Arasındaki Fark

Âyetin bu manaya geldiğine, aklın açıkça gösterdiği şu husus da delalet etmektedir: Her mevcut, ya vacib li-zatihi, ya da mümkin li-zatihidir. Li-zatihi vacib olan bir tek olup, o da Cenâb-ı Allah'tır. Li-zatihi mümkin ise, Allah'dan başka erseydin Binâenaleyh mümkin li-zatihi eğer (kendisini meydana getirecek) bir müessire muhtaç olmaz ise, bu durumda bir yaratıcının varlığına, âlem ve âlemin nâdis (sonradan) oluşu ile istidlal edilemez. Böyle bir istidlal mümkün olmayınca da, bir yaratıcının bulunmadığı neticesi çıkar. Eğer mümkin li-zatihi varlık, bir müessire muhtaç ise, bu durumda, Allah'dan başka herşey mümkin li-zatihi olduğu için, herşeyin varlığı Allah'a dayandırılır. Bu hüküm, mümkin li-zatihinin mülk veya cansız varlık veya bir canlının fiili veyahut da bir bitkinin sıfatı olması ile değişmez. Çünkü mümkin li-zatihi varlığın, vacib li-zatihi'ye dayandığı hükmü, mümkin oluşlarını beyan ettiğimize göre, bu hususta hepsi eşit olur. İşte bu, gerçeğin, Cenâb-ı Hakk'ın söylediği şey olduğu hususunda, güneş yuvarlağından daha açık ve daha net bir delildir. Cenâb-ı Hakk'ın söylediği gerçek şudur: "De ki: "Hepsi Allah tarafındandır."

Sonra Allahü teâlâ, "Böyle tken, o kavme ne oluyorda, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili olarak da birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Son derece net ve açık olarak özetlediğimiz gibi, aklî delil, , Allah'tan başka her şeyin, Allah'a dayandığına delalet ettiği için, Cenâb-ı Hak, "Böyle iken o kavme ne oluyor da, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?" buyurmuştur. Bu, adeta onların bu kadar net ve açık olmasına rağmen, bu sözün doğruluğunu anlayamamalarına taaccüb etme yerine geçer. Mu'tezile, "Hayır, aksine bu âyet bizim görüşümüzün doğruluğunu gösterir. Çünkü şayet, anlama ve marifet Allah'ın yaratması ile olsaydı, böyle bir taaccübün bir manası kalmazdı. Çünkü o zaman, onların bunu anlamamalarının sebebi, Allah'ın o anlayışı yaratmaması ve icad etmemesi olurdu ki bu da böyle bir taaccübün bâtıl olması neticesine götürür. Böyle bir taaccübün mevcut olması, bunun Allah'ın yaratması ile değil, kulun icadı ile olduğuna delalet eder" demiştir.

Bil ki bu söz, "medh ve zemm" metoduna tutunmaktan başka birşey değildir. Biz bunun "ilim meselesi" ile tenakuz (çelişki) teşkil ettiğini daha önce söylemiştik.

İkinci Mesele

Mu'tezile, "Müfessirler, Hak teâlâ'nın, "Hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar" buyruğundan muradın "Onlar burada zikredilen bu âyeti anlamıyorlar" şeklinde olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da Kur'an'ın muhdes (sonradan olma) diye tavsif edilmesini gerektirir. Çünkü âyetteki "hadis" (söz) kelimesi, fa'ît vezninde olup, ism-i mef'ul manasındadır. Binâenaleyh bu, Kur'an'ın muhdes olduğunu gösterir" demiştir. Mu'tezile'nin bu görüşüne şu şekilde cevap veririz: "Sizin, "Kur'an" kelimesi ile kastettiğiniz, ancak şu elimizde bulunan kitaptır. Şu elimizdeki kitabın muhdes olduğunda münakaşa etmiyoruz."

Üçüncü Mesele

Fıkıh" anlamak demektir. Nitekim, "falancaya fıkıh (anlayış) verilmiş" denilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in İbn Abbas (radıyallahü anh) için "(Ey Rabbim), onu Kur'ân'ı tefsir etmede fakih (anlayışlı) Buhari, Vucu' 10; Müslim, Fedailu's-Sahabe, 138 (IV/1927). Yanî "Ona, bunu anlama kabiliyetini ver" diye dua etmesi de bu manadadır.

İyiliğin Allah'dan, Kötülüğün Nefisten Olması Meselesi

78 ﴿