79

'Sana isabet eden her iyilik, Allah dandır. Sana isabet eden her fenalık da kendindendir. Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. (Buna) hakkıyla şahid olarak Allah yeter".

Cübbaî'nin Bu Mesele Hakkında İddiası

Ebu Ali El-Cübbaî şöyle der: "Seyyie" lafzının, bazan belâ ve sıkıntı manasına, bazan da günah ve masiyet manasına geldiği sabittir. Sonra Cenâb-ı Hak, bir önceki âyette, "Deki: "Hepsi Allah'dandır" buyruğu ile, seyyie'yi (fenalığı) kendisine nisbet etmiş; bu âyette ise, "Sana isabet eden her fenalık da kendindendir" beyanı ile, onu kutun kendisine nisbet etmiştir. Binâenaleyh bu iki âyetin arasını tevfik edip (bulup), var gibi görülen tenakuzu gidermek lazımdır. Belâ ve sıkıntı manasına olan seyyie, Allah'a nisbet edilince, peşpeşe gelen bu iki âyet arasındaki zahirî tenakuzun ortadan kalkması için, masiyet manasına olan seyyienin de kula nisbet edilmesi gerekir. Muhaliflerimizin bizzat kendileri, Kur'ân'ı değiştirmeye girişmiş ve "kendindendir" ifâdesini (fe min ta'sike) "senin uğursuzluğun sebebiyledir" şeklinde okumuşlar. Böylece Kur'ân'ı değiştirmişler ve Râfizîlerin Kur'ân'da tağyir olduğunu iddia etmeleri gibi bir yola girmişlerdir.

İmdi eğer, "Allahü teâlâ, bu âyette hasene ile seyyieyi ayırınca, seyyieyi değil de taat manasında olan haseneyi kendisine nisbet etmiştir. Halbuki bunların her ikisi de size göre kulun fiilidir?" denilir ise, biz deriz ki: "Çünkü hasene, her ne kadar kulun fiillerinden ise de, kul o fiile, ancak Allah'ın kolaylaştırması ve lütfetmesi ile ulaşabilir. Binâenaleyh bu fiilin, Allah'a nisbet edilmesi doğru olur. Kulun fiillerinden olan seyyieye gelince, o, Allah'a izafe edilemez. Çünkü Allahü teâlâ onu ne yapmış, ne irade etmiş, ne de emretmiş ve ne de teşvik etmiştir. Bundan dolayı şüphe yok ki bu seyyienin, her bakından Allah'a nisbeti kesilmiştir." İşte bu şahsın (Cübbaî'nin) bu konuda bütün söylediği bundan ibarettir.

Râzî'nin Cübbaî'ye Cevabı

Biz de diyoruz ki: Bu âyet, imanın Allah'ın yaratması ile meydana geldiğine delalet etmektedir. Mu'tezile bunu söylemiyor ve binâenaleyh bu âyet onların aleyhinde bir hüccet olur. Biz, bu âyetin buna delalet ettiğini söyledik. Çünkü, iman da bir hasenedir ve bütün haseneler Allah'dandır.

Biz, imanın da bir hasene olduğunu söyledik. Çünkü hasene, bütün kabihlik (çirkinlik, kötülüklerden uzak bir iyi hal (imrenilecek durum) demektir. Hiç şüphesiz ki iman böyledir. Binâenaleyh imanın da hasene sayılması gerekir. Çünkü alimler "Allah'a davet edenden, daha güzel sözlü kimdir?" (Fussilet. 33) âyetindeki davetten muradın, kelime-i şehadet olduğu hususunda İttifak etmişlerdir ve "Hiç şüphesiz Allah adaleti ve ihsanı emreder" (Nahl, 90) âyetindeki ihsandan muradın "La ilahe illallah" sözü olduğu söylenmiştir. Böylece imanın bir hasene olduğu sabit olur. Biz, bütün hasenelerin Allah'tan olduğunu söyledik. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Sana isabet eden her iyilik (hesene), Allah'dandır" buyurmuştur. "Sana isabet eden her hasene" sözü, bütün haseneleri içine alan umumi bir ifadedir. Sonra Allahü teâlâ, bunların her birinin Allah'tan olduğu hükmünü vermiştir. Bu iki mukaddime, yani "iman da bir hasenedır" ve "bütün haseneler Allah'dandır" mukaddimeleri (öncülleri), kat'î olarak imanın Allah'tan olduğunu gösterir.

İmanın Allah'dan Olduğunun İzahı

İmdi eğer, "İmanın Allah'tan olmasından murad, niçin "Allahü teâlâ'nın, kulu imana muktedir kılması, imanın bir hasene; zıddı olan küfrün ise kötü olduğunu bilmeye muvaffak etmesi..." manası olamasın?" denilir ise, biz deriz ki: Size göre, iman ve küfre nisbetle bütün şeriatlar müşterektir. Sonra kul, kendi ihtiyarı ile imanı icad eder (var eder) ve bizatihi bu imanda, Allah'ın kudretinin ve yardımının bir katkısı yoktur. Buna göre iman, bütün yönlerden Allah'tan kesilmiştir (Allah ile bir alakası yoktur). Bu ise, Cenâb-ı Allah'ın "Sana isabet eden her iyilik, Allah'dandır" buyruğuna zıddır. Binâenaleyh bu âyetin delaleti ile, imanın da Allah'tan olduğu sabit olur. Halbuki hasımlarımız (olan Mu'tezile), bunu söylemiyorlar. Böylece bu meselede, âyet onlar aleyhine delil olur.

İnkârı Yaratanın da Allah Olduğunun İzahı

Sonra biz, küfrün de Allah'tan olduğunu açıklamak istediğimizde deriz ki: Bunun birkaç izahı var:

1) "İman Allah'dandır" diyen herkes, "küfür Allah'tandır" der. Binâenaleyh diğerinin değil de sadece birinin Allah'dan olduğunu söylemek, ümmetin icmaına terstir.

2) Kul, eğer küfrü elde etmeye kadir ise, küfrü elde etmeye uygun olan bu kudret imanı meydana getirmeye de ya uygundur veya değildir. Eğer bu kudretin, imanı meydana getirmeye uygun olduğu söylenirse, o zaman söz, "kulun imanı, kendisindendir" neticesine varır. Eğer kudret, imanı meydana getirmeye elverişli değil ise, o zaman bir şeye kadir olan, onun zıddına kadir olamamış olur. Bu ise onlara (Mu'tezile'ye) göre imkânsızdır. Bir de, bu takdirde kudret, makdûrun (güç yetirilen şeyin, yani neticenin) mutlaka meydana gelmesini gerektirir. Bu da, kulun o şeye kadir olmuş olmasına manidir. Böylece iman kulun kendisinden olmayınca, küfrün de ondan olmaması gerekir.

3) Kul, imanının var edicisi olmayınca, küfrünü meydana getirmiş olmaması öncelikle evlâdır. Çünkü birşeyi meydana getirme hususunda bağımsız olan kimse, murad ettiği şeyi elde edebilecek kimsedir. Biz, dünyada gördüğümüz her akıllı kimsenin, kalbinde meydana gelen şeyin ancak iman, marifet ve hak olmasını arzu ettiğini görmekteyiz. Hiçbir akıl sahibi, kalbinde cehalet, sapıklık ve yanlış itikadın meydana gelmesini istemez. Kul, ancak gerçek ve gerçeğe uygun bilgiyi elde etmek istediği halde, kendi fiillerinin mucidi olunca, kalbinde de ancak hakkın (gerçeğin) meydana gelmesi gerekir. Kulun maksadı, matlubu ve gayesi olan imanı, o kesin olarak var edip meydana getiremeyince, istemediği, elde etmeyi asla kastetmediği, son derece nefret ettiği ve ondan nefret edişi, kendi icad ve tekvini ile olmayan cehalet ise, haydi haydi böyledir.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: İmanın, kulun kudreti ile meydana gelmesindeki şüphe, küfrün yine kulun kudreti ile meydana gelmesindeki şüpheden daha fazladır. İşte Cenâb-ı Allah, imanın Allah'tan olduğunu beyan edince, zikrettiğimiz izahlardan ötürü, küfrü zikretmemiştir. Bu âyetin, bizim imamımızın görüşüne delalet ettiğini açıklama hususunda söylenebilecek sözün tamamı budur.

Cübbaî'nin, bu âyetteki "Sana isabet eden her fenalık da kendindendir" buyruğunu, görüşüne delil getirmesine karşı, iki yönden cevap verilir:

1) Allahü teâlâ, İbrahim (aleyhisselâm)'den naklederek, "Hastalandığım zaman bana şifa veren Odur" (Şuarâ.80) buyurmuştur. Burada İbrahim (aleyhisselâm), hastalanmayı kendisine, şifa vermeyi Hak teâlâ'ya nisbet etmiştir. Bu, Hak teâlâ'nın hem hastalığın, hem de şifanın yaratıcısı olmasını zedelemez. Aksine Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), edebe riayet için bu ikisini birbirinden ayırmıştır. İşte burada da böyledir. Binâenaleyh Allahü teâlâ hakkında, "Ey göklerin ve yerin müdebbiri" denilirde, "Ey kenelerin, bitlerin ve bok böceklerinin müdebbiri..." denilmez. İşte burada da böyledir.

2) Müfessirlerin ekserisi, Hazret-i İbrahim'in, "Bubenim Rabbim"(Enam, 77) sözünü, istifham-ı inkârî olarak söylediğini, yani âdeta "Bu muymuş benim Rabb'im!" demek istediğini söylemişlerdir. İşte burada da böyledir. Sanki burada şöyle denilmektedir: Kulun maksadına uygun olarak meydana gelen imanın, ondan değil, Allah'dan olduğunu beyan ettik. Kulun, kendisini istemediği, murad etmediği ve asla razı olmadığı küfre gelince, onun kuldan olduğunu söylemek akla sığar mı? Çünkü biz, bu âyette geçen "hasene"ye, imanın; "seyyie"ye de küfrün dahil olduğunu açıklamıştık.

Âyetteki "kendindendir" ifadesini, (senin uğursuzluğun sebebiyledir) şeklinde okuyan kimsenin kıraati hakkında da deriz ki: Eğer bu âyeti, sahabe ve tabiinden bir kimsenin bu şekilde okuduğu doğru ise, bu tenkid edilemez.

Yok eğer böyle değilse bu takdirde bundan murad şudur: Âyetin istifham-ı inkârı olarak geldiğini söyleyen kimse, bu istifhamın inkârı olduğunu açıklamak için böyle bir açıklama yapmıştır. Çünkü kötülüğü onlara, bir istifham-ı inkârı üslubuyla nisbet edince, bundan maksad kötülüğün onlara nisbet edilemiyeceği olur. Binâenaleyh "Bu senin uğursuzluğun sebebiyledir" şeklinde karaateden kimse, bunun Kur'ân'ın bir kıraati olduğuna inanarak değil, tam aksine, "Bu bir istifham-ı inkârîdir" sözümüzü te'yid eden bir tefsir kabilinden olarak böyle ifade etmiştir. Bu âyetlerin bütün işlerin Allah'a dayandığına açıkça delâlet ettiğinin delillerinden birisi de, Hak teâlâ'nın bu ifadeden sonra getirdiği, "Seni, insanlara bir peygamber olarak gönderdik" buyruğudur. Bu, "Senin görevin, sadece peygamberlik vazifesini yapıp tebliğ etmendir ki, sen bunu hakkıyla eksiksiz olarak yerine getirdin" demektir. Senin, peygamberliği hakkıyla yerine getirip, vahyi insanlara tebtiğ hususunda kusur etmeyip, canla başta çalıştığına, "sahid olarak Allah yeter." Hidayetin gerçekleşmesine gelince, bu sana değil Allah'a ait bir husustur. Bunun bir benzeri de, Hak teâlâ'nın "(Kulların) işinden hiç bir şey sana aid değildir" (Âl-i İmran, 128) "Hakikaten sen, her sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin. Fakat Allah, dilediği kimseye hidayet eder" (Kasas, 56) âyetleridir. Bu âyetle ilgili olarak aklıma gelen şeylerin hepsi bundan ibarettir. Kur'an'ın esrarını en iyi bilen Allah'dır.

Peygambere İtaat, Allah'a İtaat Demektir

Sonra Allahü teâlâ, bu söylediğimiz şeyi te'kid ederek şöyle buyurmuştur:

79 ﴿