92

"Bir mü'minin diğer bir mü'mini, yanlışlık eseri olmayarak, öldürmesi yakışmaz. Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse, mü'min bir köleyi azad etmesi ve (ölenin) ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi lazımdır. Sadaka olarak bağışlamaları müstesna. Eğer (öldürülen), mü'min olmakla beraber, size düşman bir kavimden İse, o zaman (öldürenin) mü'min bir köle azad etmesi lazımdır. Şayet kendileriyle aranızda andlaşma olan bir kavimden ise, o vakit mirasçılarına bir diyet vermek ve bir de mü'min bir köle azad etmek gerekir. oruç tutması icab eder. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir".

Bil ki Cenâb-ı Hak, mü'minlerde kâfirlerle savaşma arzusunu uyandırıp, onları buna teşvik edince, daha sonra bu savaşı alakadar eden bazı hususlar zikretmiştir. Mesela bunlardan birisi şudur: Allahü teâlâ, kâfirlerle savaşma konusunda izin verince, bazen şu kabilden hâdiseler de meydana gelebiliyordu: Bir adam birisini kâfir ve harbî zannediyor ve onu öldürüyor; daha sonra da onun müslüman olduğu ortaya çıkıyordu.

İşte Cenâb-ı Hak, bu âyette böyle bir hâdisenin hükmünün ne olacağını zikretmiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Buna Dair Ayetin Nüzul Sebebi

Alimler, âyetin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç rivayet nak- letmişlerdir:

Birinci Rivayet: Urve İbnü'z-Zübeyr, şunu nakletmiştin

Huzeyfe İbnu'l-Yeman (radıyallahü anh), Uhud Savaşında Hazret-i Peygamber ile beraberdi. Derken müslümanlar bir hata yaparak, Huzeyfe'nin babası Yeman'ı, bir kâfir zannederek yakalamış ve kılıçla boynunu uçurmuşlardı. Oysa ki Huzeyfe tam o esnada, "O, benim babamdır!" demişti, ama onlar Huzeyfe'nin sözünü, ancak babasını öldürdükten sonra anlayabilmişlerdi. Bunun üzerine Huzeyfe, "Allah sizi bağışlasın, çünkü Erhamurrahimin'dir" demişti. Hazret-i Peygamber bu sözü duyunca, Huzeyfe'nin kıymeti O'nun nezdinde daha da artmıştı. İşte bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil olmuştu.

İkinci Rivayet: Bu âyet, Ebu'd-Derda hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Ebu'd-Derda (radıyallahü anh) bir seriyyede bulunuyordu. Derken, ihtiyacını gidermek için bir yere sapmıştı. Tam o zaman koyunları bulunan bir adama rastladı. Kılıcıyla adama saldırdığında, adam "La ilahe illallah!" dedi, ama o adamı öldürdü, koyunlarını da sürüp götürdü. Derken içinde (bu hadiseden dolayı) bir rahatsızlık duymaya başladı. Bunun üzerine hadiseyi Hazret-i Peygamber'e anlatınca, Hazret-i Peygamber "Onun kalbini yarsaydın ya Müslim, İman, 158(1/96). (onun kalbini mi yardın!)" dedi. Bu söz üzerine Ebu'd-Derda, son derece pişman oldu; derken bu âyet nazil oldu.

Üçüncü Rivayet: Ayyaş İbn Ebî Rebîa, Ebu Cehil'in anne bir kardeşi idi, müslüman olup, kavminden korktuğu için Medine'ye hicret etmişti. Bu hadise, Hazret-i Peygamber'in hicretinden önce vuku bulmuştu. Derken Ayyaş'ın annesi, dininden dönünceye kadar yeyip içmeye ve herhangi bir çatı altında oturmayıp (güneş altında kalmaya) yemin etti. Bunun üzerine Ebu Cehil, beraberinde Hars İbn Zeyd İbn Ebî Uneyse olduğu halde Mekke'den çıktı. Ayyaş'ın yanına geldiler ve uzun uzun konuştular. Bunun üzerine Ebu Cehil, Hazret-i Muhammed, sana annene iyi davranmanı emretmiyor mu? O halde, üzerinde bulunduğun dini taşıyarak dön ve annene iyilik yap!" -dedi. Ayyaş bu teklifi kabul ederek, Mekke'ye geri döndü. Mekke'ye yaklaştıklarında, bunlar Ayyaş'ın ellerini ve ayaklarını bağladılar. Ebu Cehil, Ayyaş'a yüz sopa vurdu; yüz sopa da Hars vurdu. Bunun üzerine Ayyaş, Hars'a "Şu, Ebu Cehil benim kardeşim.. Ya sen kimsin ey Hars! Allah'a yemin ederim ki, seni ıssız bir yerde yakalarsam öldüreceğim!" dedi. Rivayet olunduğuna göre Hars, Ayyaş'a, Mekke'ye döndüğünde, "Eğer senin tâbi olduğun ilk din hidayet ise, sen onu bırakmış durumdasın. Yok eğer sapıklık idiyse, sen şu anda ona girdin.." dedi. Bu söz, Ayyaş'a çok tesir etti ve Hars'ı öldüreceğine yemin etti. Ayyaş, annesinin yanına vardığında, annesi Ayyaş ilk dinine dönmediği sürece, elinin ayağının çözülmeyeceği hususunda yemin etti. O da bunu yaptı (yani döndü). Bundan sonra Medine'ye hicret etti... Hars da müslüman olup hicret etmişti... Derken, Ayyaş, Hars ile ıssız bir yerde karşılaştı; Mars'ın müslüman olduğunu da bilmiyordu. Derken onu öldürdü. Hars'ın müslüman olduğu haberini alınca, yaptığına bin pişman olarak Allah'ın Resulüne geldi ve "Müslüman olduğunu bilemeden onu öldürdüm!" dedi. İşte bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil oldu.

Tabirinin İzahı

Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesiyle ilgili şu iki açıklama yapılmıştır:

a) "O mü'min için, kendisine Rabb'inden gelen ve kendi- sinden ahid alan hususlar arasında., yoktur" demektir.

b) "Onun için, hiçbir zaman böyle birşey olamaz, yoktur" demektir. Bundan maksad (haksız yere) adam öldürmenin haramlığımn, mükellefiyetin başladığı ilk zamandan beri bulunduğunu, sabit olduğunu beyân etmektir.

Bu Ayetteki İstisnanın İzahı

Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi hakkında da şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Bu istisna, istisnây-ı muttasıl (bitişik istisna)dır. Bu görüşü benimseyenler, şu izahları yapmışlardır:

1) Bu istisna, manaya göre yapılmış olan bir istisnadır. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manası, "O, Öldürmelerinden dolayı insanları muaheze eder.Bu öldürmenin hatâ eseri olması müstesna..Çünkü Cenâb-ı Hak, bundan dolayı kimseyi sorgulamaz" şeklindedir.

2) Bu istisna, lafzın zahirine göre de doğrudur. Zira mâna, "Hiçbir mü'min hiçbir mü'mini, hatâ eseri öldürmesi hariç, kesinlikle öldürmez" şeklindedir.

Hatâya sebebiyet veren şeyler şunlar olabilir: Öldürdüğü adam üzerinde, kâfirlere ait bir alâmet görmesi; veya, onu kâfirlerin ordusu içinde görüp müşrik zannetmesi... İşte bu durumda onu hatâen öldürmesi mümkündür. Bunun bir hatâ olduğu hususunda bir şüphe yoktur. Çünkü o, kâfir olmadığı halde onu kâfir zannetmiştir.

3) Kelamda bir takdim-tehir bulunmaktadır. Buna göre âyetin takdiri, "Hiçbir mü'min, hatâ olması hâli müstesna, bir mü'mini öldürmez" şeklinde olur. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın evlat edinmesi (hiçbir zaman) olmuş değildir" (Meryem, 36) âyetidir. Ki bu, "Allah herhangi bir çocuk edinir olmadı, edinmedi" demektir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'a hiçbir şey haram olmaz. Ancak o, kendisinden, kendisine yakışmayan şeyleri nefyetmektedir. Yine Cenâb-ı Hak, "Ağaçlama bitirici olmadınız, bitiremediğiniz.." (Neml, 60) buyurmuştur ki, bunun manası, "Siz, onları bitirici olmadınız, yetiştirici değildiniz" demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanlara ağaç bitirmeyi haram kılmamış; onlardan ancak onu bitirme imkân ve kudretini nefyetmiştir. Çünkü, o ağacı bitirmeye kadir olan, ancak Allahü teâlâ'dır.

4) Bu istisnayı, istisnay-ı muttasıl mânasına hamletme durumunda ortaya çıkan müşkil, şu şekildedir: Nefyden (olumsuz bir şeyden) yapılan istisna, olumlu olur. Bu da, bazı durumlarda mü'min kimselerin öldürülmesinin, (mukayyet değil) mutlak anlamda olmasını gerektirir; bu ise imkânsızdır. Ancak ne var ki bu müşkillik, nefiyden, olumsuz bir şeyden yapılan istisnanın müsbet (olumlu) olduğunu kabul etmemiz durumunda söz konusu olur. Halbuki bu husus, usûl âlimleri arasında ihtilâf edilen bir meseledir. Doğru olan, bunu gerektirmemesidir. Zira istisna, müstesnadan, mahkûmun bih (kendisiyle hüküm verilen)'in değil de, hükmün sarledilmesini, yani istisna edilmesini, ayrı tutulmasını gerektirir. İstisnanın tesiri, sadece hükmü sarfedip ayrı tutmada olunca, müstesna, ne menfi ne de müsbet mânada, hakkında herhangi bir hüküm verilmemiş vaziyette kalır. Böylece de bu müşkil bertaraf edilmiş olur. Nefiyden yapılan istisnanın, müsbet bir mana ifâde etmeyeceğine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Temizlik olmadan namaz; veli olmadan da nikâh yoktur, olmaz" iki ayrı hadisten) Müslim, Taharet, 2(1/204); Ebu Davud, Nikah, 19 (2/229); İbn Mace, Nikah, 15 (1/605). sözü de delâlet etmektedir. Yine, "Erkekler olmadan mülk olmaz; mal olmadan da erkekler, adamlar olmaz" denilir. Bütün bu misallerdeki istisna, olumsuz ifadeden yapılan istisnanın hükmünün müsbet olmadığını ifade etmez. Allah en iyisini bilendir.

5) Mu'tezile'nin ileri gelenlerinden birisi olan Ebu Haşim şöyle demektedir: "Âyetin takdiri şöyledir: "Hiçbir mü'min, bir mü'mini öldürüp de, mü'min olarak kalamaz. Ancak, onu hatâ ile öldürmesi durumu müstesna; işte o zaman o, mü'min olma vasfını sürdürür." Bundan maksat şudur: Mü'minin mü'mini öldürmesi, öldüren kimseyi mü'min olmaktan çıkarır. Bu öldürmenin hata ile olması müstesna. Çünkü bu, öldüren kimseyi mü'min olmaktan çıkarmaz. Bil ki, Ebu Haşim'in bu sözü (izahı), "fâsıkın mü'min olmadığı" esasına dayanır ki, bu bâtıl ve yanlış olan bir esastır. Allah en iyi bilendir.

6) Bu istisna, (fakat, lâkin) manasında olmak üzere, istisnay-ı münkatı'dır. Bunun Kur'ân-ı Kerim'de pekçok benzeri vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Birbirinizin mallarını, haram yollarla yemeyin. Bîr ticaret malı olması müstesna " (Nisa, 29) "Ufak ufak suçlar hariç, günahın büyüklerinden ve fuhuşlardan kaçının" (Necm, 32) ve

"Onlar orada ne boş bir lâf, ne de günaha sokacak bir şey işitmezler. Yalnız bir söz: "Selâm, selâm!.." (Vakıa, 25-26) buyurmuştur. Allah en iyi bilendir.

Dördüncü Mesele

(......) kelimesinin niçin mansûb olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

1) Bu, mef'ûlûn leh'tir. Buna göre ifâdenin takdiri, "Bir mü'minin bir mü'mini, bir hata olduğu için olması durumu müstesna, hiçbir sebeple öldürmesi uygun düşmez" şeklindedir.

2) Bu, haldir; ifadenin takdiri, "Onun bir hata olması hali müstesna, o onu kesinlikle öldürmez" şeklindedir.

3) Bu, mahzûf bir masdarın (mef'ûlün mutlak) sıfatıdır. Buna göre kelamın takdiri, "Hatâen öldürme olması müstesna" şeklindedir.

Cenâb-ı Hakk, "Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse, mümin bir köleyi azâd etmesi ve (ölenin) ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi lazımdır. Sadaka olarak bağışlamaları müstesna.." buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Öldürme Çeşitleri: Amd, Hata, Şibh-i Amd

Şafiî (r.h) şöyle demiştir: "Öldürme üç türlü olur: Kasden, hatâen ve kasde benzer bir şekilde (şibh-i amd)... "Kasten öldürme" bir insanın, öldüreceği kimseye ister yaralayıcı cinsten olsun isterse olmasın, onu öldüreceğini bildiği bir şey ile öldürmeye kasdetmesidir." Bu, Şafiî'nin görüşüdür.

Hatâen öldürme de iki kısımdır:

a) Öldüren kimsenin, bir kuşa veya bir kâfire niyetlenerek ve nişan alarak attığı şeyin, bir müslümana isabet ederek onu öldürmesidir.

b) Üzerinde bir kâfir alameti görüp, onu müşrik zannederek bir müslümanı öldürmektir. Birincisi fiilde hata, ikincisi ise niyette hatadır.

"Şibh-i amd"e gelince bu, insanın, Öldürdüğü şahsa genelde öldürebileceği düşünülmeyen hafif bir sopa ile vurup, bundan dolayı onun ölmesidir. Şafiî (r.h), "Bu, her nekadar vurma da kasıtlı ve bilerek olsa bile, öldürme hususunda hatadır" demiştir.

İkinci Mesele

Ebu Hanife, "Ağır birşey vurarak insanı öldürmek, sırf bir kasıt değil, hem hata hem de şibh-i amddir. Bu şekilde öldürme âyetin manasına dahil olup, bunda hem diyet hem de keffaret vâcibtir, fakat kısas vâcib değildir" demiştir. Şafiî (r.h) bunun, kendisinden, dolayı kısas gereken sırf kastî bir öldürme olduğunu söylemiştir. Bunun bir kasden öldürme olduğuna hem Kur'ân, hem de hadis delâlet eder. Bunun Kur'ân'dan delili, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kıptî'yi bir yumrukta öldürdüğünü nakletmesidir Sonra bu yumruk vurma, ikinci gün diğer bir kıptinin, "Dün bir canı öldürdüğün gibi, (şimdi de) beni mi öldürmek istiyorsun?" (Kasas, 19) demiş olmasının da delâlet ettiği gibi, "öldürme" olarak ifade edilmiştir. Halbuki bir önceki gün, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) sadece bir yumruk vurmuştu. Binaenaleyh kıptinin yumruk vurmayı, öldürme olarak ifade ettiği sabit olur. Yine Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Ya Rabbi, ben onlardan bir canı öldürdüm" (Kasas. 33) diyerek, yumruk vuruşunu, bir öldürme olarak adlandırmıştır. Müfessirler onun bu sözünden maksadının, o yumruğu vurup kıptiyi öldürmesi olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Hem Cenâb-ı Hak da bunu, "Sen bir de adam öldürmüştün de, biz seni o gamdan kurtarmıştık ve seni türlü türlü belalarla imtihan etmiştik" (Tâha, 40)diye beyan etmiştir. Böylece yumruk vurmanın, hem diğer kıptinin, hem Hazret-i Musa'nın, hem de Cenâb-ı Hakk'ın ifâdeleri ile, bir öldürme olduğu sabit olur.

Şibh-i Amd Öldürmenin Cezası

Bunun hadisten delili ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Dikkat edin! Kaste benzer bir hata ile öldürülen, kamçı ve sopa ile öldürülendir. Bu çeşit öldürmede, yüz deve (diyet) vardır" Ebu Davud, Diyat, 18 (4/185). hadis-i şerifidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu şekilde öldürmeyi de, bir kati (öldürme) olarak ifade etmiştir. Binaenaleyh bu iki delil ile, bunun da bir öldürme (kati) olduğu sabit olur.

Bunun, kastî bir öldürme olduğunda şüphe eden, mantıksızlık etmiş olur. Çünkü bir insanın başına değirmen taşı ile vurarak veya onu çarmıha gererek veya onun boğazına ip geçirerek boğup öldürse, sonra da, "Onu öldürmek istememiştim" dese, ya yalan söylemiş olur veyahut da deli olduğu için böyle demiş olur. Bunun kasden düşmanca bir öldürme olduğunda, hiçbir müslüman münakaşa etmez. Böylece bunun kasden ve düşmanca bir öldürme olduğu sabit olur. Bu sebeble de, hem nakit hem de aklî delil ile böyle bir öldürmeye kısas gerektiği anlaşılır. Bunun naklî delili, kısasın farz olduğunu gösteren bütün âyetlerdir. Mesela şu âyetler gibi: "Öldürülenler hakkında size kısas farz kilindi..." (Bakara, 178); "Biz o (Tevrat'ta), onlar üzerine (şunu) yazdık: Cana can..." (Maide, 45); "Kim mazlum olarak öldürülür ise, biz onun velisine bir selûhiyet vermişizdir" (isra.33); "Kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür" (şura, 40) ve "Kim size saldırır, haddi aşarsa, siz de, aynen onların saldırmaları gibi onlara saldırın." (Bakara, 194).

Bunun aklî delili ise şudur: Kısası farz kılmanın gayesi, insanları öldürülmekten korumaktır. Allahü teâlâ, "Sizin için kısasta hayat vardır" (Bakara. 179) buyurmuştur. Kısası farz kılmaktan maksad insanları öldürülmekten korumak olunca, ağır birşey vurularak öldürme de keskin birşey ile öldürme gibi olunca, bu iki şekilden biri için caydırıcı bir şeyin meşru kılınmasına duyulan ihtiyaç, aynen diğeri için duyulan ihtiyaç gibidir. İnsanın öldürülmesi hususunda, bu iki şekil arasında bir fark yoktur. Fark ancak öldürmede kullanılan alettedir. Bu aletin nazar-ı dikkate alınmayacağı zaruri ve açık olarak bilinir. Fıkhiyyat'ta şu söz söylenir: Bir kimse şöyle bir dereceye ulaştığında, "Taklidi terkeden kimselere göre, tahkikte en ileri noktaya ulaşmış" denilir.

Hanefiler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Dikkat edin! Kaste benzer bir hata ile öldürülen, kamçı ve sopa ile öldürülendir. Bu çeşit öldürmede yüz deve (diyet) vardır" Ebu Davud, Diyat, 18 (4/185). hadisini delil getirmişler ve "Bu ister kamçı ile, ister sopa ile, ister büyük birşey ile, ister küçük bir şeyle olsun, her türlü öldürmeyi içine alan umumi bir ifadedir" demişlerdir.

Buna şöyle cevap verilir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "birhata ile öldürülen" ifadesi, bu öldürmede bir hatanın olduğunu göstermektedir. Halbuki biz, bir İnsanı boğarak veya başına değirmen taşı vurarak öldürüp, sonra da "Ben onu öldürmek istememiştim" diyen kimsenin, bu sözünde yalancı olduğunu her akıllının açıkça anlayacağını beyan etmiştik. Binâenaleyh buradaki vurmayı, kendisinde hata vasfının olabilmesi için, küçük bir sopa ile vurma manasına almak gerekir. Allah en iyi bilendir.

Kasden Öldürmede Keffare Cezası

Ebu Hanife, "Kasten öldürme keffareti gerektirmez" demiştir. İmam Şafiî ise, "Bunu gerektirir" demiştir. Ebu Hanife, bu âyet ile istidlal ederek, "Âyetteki Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse..." ifadesi, keffaretin vacib olmasının şartıdır. Şart bulunmadığı zaman, meşrut (ceza) da bulunmaz" demiştir. Ebu Hanife'ye şöyle denir: Allahü teâlâ, "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiremezse, o halde sağ ellerinizin malik olduğu mü'min cariyelerden (alsın)" (Nisa, 25) buyurmuştur. Size göre ise, buradaki "kim güç yetiremezse" ifadesi, cariye ile evlenebilmenin bir şartı değildir. İşte buradaki âyette de böyledir.

Sonra biz şöyle deriz: "Kasden öldürmede kefaretin vacib olduğuna hem hadis hem de kıyas delâlet eder. Bunun hadisden delili, Vâsıla İbn El-Eska nın rivayet ettiği şu husustur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bir mü'mini kasden öldürmesi sebebi ile cehennemi haketmiş bir arkadaşımız için vardığımızda o şöyle dedi:

"Onun için bir köle azâd edin. Allah da o kölenin her uzvuna karşılık, onun bir uzvunu cehennemden azâd etsin."

Bunun kıyastan delili ise şudur: Köle azad etmekten maksad, Allah'ın o kimseyi cehennemden azad etmesidir. Kasten öldürmede, buna daha çok ihtiyaç duyulur. Binâenaleyh kasten öldürmede, ketfareti vacib kılmaya daha çok ihtiyaç var demektir. Allah en iyi bilendir.

Şâfii (r.h), buna benzer bir kıyas yaparak şöyle ikinci bir delil getirmiştir: "Cenâb-ı Hak, ihramlı iken av hayvanı öldürene keffareti vacib ktlınca, biz o hayvanı kasten veya hataen öldüren kimseleri, günah işlemiş olma bakımından eşit saydık. Mü'min bir insanı öldürmede de durum aynıdır." Bu söz, şöyle denilerek de te'kid edilir: Allahü teâlâ orada, kasten öldürenin durumunu açıkça belirtmişti. Biz aynı şeyin hataen öldürene de vacib olduğunu söyledik. Allahü teâlâ burada da bir mü'mini hataen öldüreni açıkça zikretmiştir. Binâenaleyh bizim bu keffareti, cehennemden kurtulabilmesi için, köle azad etmeye daha fazla ihtiyacı olduğu için, kasden adam öldürene vacib olduğunu söylememiz daha evladır.

Keffaret Olarak Azap Edilecek Kölenin Evsabı

İbn Abbas, Hasan el-Basrî, Şa'bî ve Nehaî, "Ancak namaz kılıp oruç tutabilecek yaşta (mükellefiyet çağında) olan bir mü'min köle, keffaret olarak kifayet eder" demişlerdir. Şafiî, İmam Malik, Evzâî ve Ebu Hanife (r.hümullah) de, "Ebeveyninden birisi müslüman olan çocuk köle de kifayet eder" demişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın delili bu âyettir. Çünkü Cenâb-ı Hak, mü'min bir köle azad etmeyi vacib kılmıştır. Mü'min ise, ancak iman vasfı ile nitelenebilecek kimsedir. İman ya tasdik, ya amel veya her ikisidir. Her üç durum da çocukta bulunmaz. Dolayısı ile çocuk "mü'min" olmaz. Bu sebeble de, çocuk olan kölenin keffaret olarak kifayet etmemesi gerekir. Müçtehid imamların delili ise şudur: Hak teâlâ'nın, "Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse" ifadesine küçük çocuklar da girer. Binâenaleyh âyetteki "mü'min bir köleyi azad etmesi lazımdır" buyruğu da aynıdır. Bu sebeble, çocuk kölenin de bu ifadeye dahil olması gerekir.

Diyet Olarak Ödenecek Develerin Evsafı

Şafii (r.h).gerek kasten, gerekse kasde benzer (şibh-i amd) ölümlerde diyet, daha büyük ve daha ağır olup, üçe bölünmüştür: Otuz tanesi dört yaşına girmiş dişi deve, otuz tanesi beş yaşına girmiş dişi deve, kırkı da hamile olan deve... Sırf hataen öldürmelerde ise diyet hafif tutulmuştur. Bunun diyeti, yirmi tane iki yaşında, yirmi tane üç yaşında dişi deve, yirmi tane üç yaşında erkek deve, yirmi tane dört yaşında dişi deve, yirmi tane de beş yaşında dişi devedir. Ebu Hanife de, hepsinde diyetin, bu sonraki gibi olduğunu, ancak üç yaşındaki dişi develerin yerine, iki yaşında erkek deve verilmesi gerektiğini söylemiştir.

İmam Şafiî'nin delili şudur: Allahü teâlâ Kur'an'da diyeti vacib kılmış, fakat nasıl olacağını açıklamamıştır. Binâenaleyh diyetin nasıl olacağını bilme hususunda sünnete ve kıyasa başvurduk. Ama sünnette bu hususta bir açıklama bulamadık. Kıyasa gelince, bunun sebepleri ve sayılan belirlemede, aklın kurduğu münasebetlerin ve yaptığı taklitlerin bir gücü yoktur. Binâenaleyh burada, konuyu benzerine kıyas etmeden başka bir çare kalmaz. Biz, diyetin zekatı gerektiren sebeblerden daha güçlü bir sebeb ile vacib olduğunu görmekteyiz. Yine biz, şeriatın iki yaşındaki erkek develeri zekatın nisabına dahil etmediğini görüyoruz. Binâenaleyh bunların diyete de dahil olmamaları gerekir.

Ebu Hanife'nin delili şudur: "Beraat" sabittir. Sabit olan birşeyde aslolan ise, onun devam etmesidir. Binâenaleyh beraat-i asliyye devam etmektedir. Beraat-i asliyye delilinden, ancak kendisinden daha güçlü bir delil bulunduğu zaman dönülür. Bu sebeble biz diyoruz ki, "Birincisi, herkesin ittifak ettiği bir şeydir. Fakat buna ilave olan şeye gelince, onun da aslî olumsuzluğu üzere devam etmesi gerekir." Ebu Hanife'nin bu görüşüne şu şekilde cevap veririz: Zimmette, diyeti ödeme mükellefiyeti vardır. Var olan birşeyde aslolan, onun devam etmesidir. Biz, bu hususta söylenilenlerin çoğunun eda edilmeyeceği hususunda bir ittifakın meydana geldiğini gördük. Binâenaleyh bu hususta en az miktarın ödenmesi durumunda, bundan daha fazla düşürülmemesi gerekir. Allah en iyi bilendir.

Diyetin Para Olarak Miktarı

Şafiî (r.h) şöyle demiştir: "Diyet olarak verilmek üzere deve bulunmadığı zaman, ya bin dinar, ya da onikibin dirhem ödenmesi vacib (farz)dır." Ebu Hanife ise, onbin dirhem verilmesinin farz olduğunu söylemiştir. Şafiî'nin delili şudur: Amr İbn Şu'ayb, babasından, o da dedesinden naklen şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında diyetin kıymeti, sekizyüz dinar veya sekizbin dirhem idi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) halife olunca, bir hutbe okuyarak "Develerin fiatları arttı" dedi ve bu diyetin, altını olanlar için bin dinar, gümüşü olanlar için de onikibin dirhem olarak ödenmesini gerekli gördü. Bizim bu istidlalden çıkaracağımız netice şudur: Hazret-i Ömer bunu bütün ashabın önünde söylemiş ve hiçbir sahabî bunu yadırgamamıştır. Binâenaleyh bu bir icma olmuştur. Ebu Hanife'nin delili ise, "Cezanın en azını almak daha evladır" şeklindedir. Bunun cevabı daha önce geçti.

Diyet Hakkında Havariç'in İddası

Ebu Bekr el-Esamm ile Haricîlerin çoğu, demişler ve şu delilleri ileri sürmüşlerdir:

Farz kılınan bir şeyde de mutlaka bu fiilin farz kılındığı bir şahsın mevcud olması gerekir. Bu ifadeden önce zikri geçen şahıs ise, katil olan kimsedir. Bu şahsı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse buyruğu ortaya koymaktadır. Binâenaleyh bu sıra, köle azad etmeyi Cenâb-ı Hakk'ın, başkasına değil, ancak katile vacib kıldığını söylemeyi gerektirir.

2) Bu cinayeti katil işlemiştir. Binâenaleyh makul olan, tazminatın mutlaka telef eden kimseye vacib olmasıdır. Netice olarak bu fiil katilden hataen sadır olmuştur. Fakat yanlışlıkla işlenen bir fiil, telef edilen şeylerin kıymetleri ve uzuvların diyetleri mesabesindedir. Ancak ne var ki bu tazminatlar sadece telef eden kimseye vacibtir. İşte bu konuda da böyledir.

3) Allahü teâlâ bu âyette iki şeyi vacib kılmıştır: Birisi, mü'min bir köle azad etmek; diğeri, tam bir diyet vermektir. Köle azad etmenin, cinayeti işleyen kimseye vacib olduğu hususunda icma hasıl olmuştur. Âyetin iki yerinde de aynı lafzın kullanılmış olmasından dolayı, diyetin de katile vacib olması gerekir.

4)Âkileden ne bir cinayet, ne de cinayete benzer bir fiil sadır olmuştur. Binâenaleyh gerek Kur'an, gerekse hadisler açısından, âkileye herhangi bir şey ödemenin vacib olmaması gerekir.

Bunun Kur'an'dan delilleri şunlardır: Allahü teâlâ, "Hiçbir günahkâr, başkasının günahını çekmez" (isra, 15); "Herkes ancak kendi aleyhine olarak (günah) kazanır" (Enam, 164); "(Herkesin) kazandığı (hayır) kendi faidesine, yaptığı (şer de) kendi zararınadır" (Bakara, 286) buyurmuştur. Bunun hadisten delili şudur: Rivayet olunduğuna göre Ebu Ramse, oğluyla birlikte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına gelir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu kim?" diye sorunca o, "oğlum" der. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Ne o senin aleyhine olarak cinayet işleyebilir, ne de sen onun aleyhine olarak cinayet işleyebilirsin" buyurmuştur. Bu sözden maksat, cinayetin bizzat kendisini anlatmak olmayıp, aksine onun işleyeceği cinayetin çocuğuna, çocuğunun işlediği cinayetin de ona tesir etmeyeceğini beyan etmektir. Bütün bunlar, diyeti cinayeti işleyen kimseye vacib kılmanın, başkasına vacib kılmaktan daha evlâ olduğuna delâlet etmektedir.

5) Nasslar, insanın malının masum (yani mukaddes, korunmuş) olduğuna ve hiçkimsenin onu alma hakkının olmadığına delalet etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Birbirinizin mallarını bâtıl (haram) yollarla yemeyin. Ancak bir ticaret olması müstesna" (Nisa, 29) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Her insan, kendi kazanana (başkalarından) daha müstehaktır Müsned, 2/334.

"Müslümanın malının haramlığı kanının haramlığı gibidir" Müsned, 1/446. Müslümanın malı (başkasına) ancak gönül hoşluğu ile (verilirse) helâl olur" Keşfu'l-Hafa, 2/371. buyurmuştur. Biz, zekatlar ve tazminatları almada da söylediğimiz gibi, Kur'an'ın âyetleri ile alınmasının caiz olduğunu öğrendiğimiz o şeyter hakkında, bu umumi manadaki nasslarla amel etmedik. Ama âkıleye diyeti vacib kılmanın dayanağı haber-i vahiddir. Halbuki Kur'an'ın umumi manadaki hükümlerini haber-i vahid ile tahsis etmek caiz değildir. Çünkü Kur'an ma'lum ve kesindir. Haber-i vahid ise zannîdir. Zannî olanı, kesin ve malum olan delile takdim etmek caiz değildir. Bir de bu, "umumi belva" olan şeyler hakkında varid olmuş bir haber-i vahiddir. Binâenaleyh kabul edilmez. Yine bu, şeriatın bütün usul ve kaideleri hilafına varid olan bir haber-i vahiddir. Binâenaleyh kabul edilmemesi gerekir."

Fukaha bu hususta haber, eser ve âyet ile istidlal etmişlerdir. Haberden delil şudur: Muğire'nin rivayetine göre bir kadın, başka bir kadının karnına vurmuş ve o kadın çocuğunu ölü olarak düşürmüştü. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de vuran kadının âkilesinin, o ölü olarak düşen çocuğun diyetini ödemesi hükmünü vermişti. Bunun üzerine Hami İbn Malik ayağa kalkarak, "Biz, yiyip içmeyen, bağırmayan ve doğarken ses çıkarmayan bir kimse için nasıl diyet veririz. Bu gibi şeyler bâtıldır" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu sözler, cahiliye sözlerine benziyor" demiştir. Bunun "eser"den delili ise şudur Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Safiye İbn Abdulmuttalib'in yeğeni olan Hazret-i Ali'ye, Safiyye'nin kölesi cinayet işlediği zaman o kölenin namına diyetini vermesi, Zübeyr (radıyallahü anh)'e de Safiye'nin mirasına varis olması hükmünü verdi. İşte bu, diyetin sadece âkıleye vacib olduğuna delalet etmektedir. Allah en iyisini bilendir.

Kadının Diyeti Hakkında Farklı İçtihadlar

Fukahanın ekserisi, kadının diyetinin, erkeğin diyetinin yarısı kadar olduğunu söylemiştir. Esamm ile İbn Atıyye, kadının diyetinin de erkeğin diyeti kadar olduğunu söylemişlerdir. Fukahanın delili şudur: Hazret-i Ali, Hazret-i Ömer ve İbn Mes'ud (radıyallahü anh) böyle hüküm vermişlerdir. Bir de kadınlar miras ve şahidlik hususunda, erkeğin yarısı kadar kabul edilmişlerdir. Binâenaleyh diyette de böyledir. Esamm'ın delili, Hak teâlâ'nın "Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse, mü'min bir köleyi azad etmesi ve (ölenin) ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi lazımdır" âyetidir. Alimler, bu âyetin hükmüne hem kadın, hem de erkeğin girdiği hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh bunların diyetleri hususunda hükmün de aynı olması gerekir. Allah en iyi bilendir.

Diyet Ödenmesi Üç Seneye Yayılan Taksitlerle Olur

Alimler, hataen öldürmenin diyetinin hafiflet ildiği ve üç seneye taksim edildiği hususunda ittifak etmişlerdir: Üçte biri bir sene; üçte ikisi iki sene; hepsi ise üç sene içinde ödenir. Hazret-i Ömer'in böyle yaptığı meşhur olmuş ve bu hususta, seleften hiçkimse ona muhalefet etmemiş, böylece de icma hasıl olmuştur.

Onuncu Mesele

Bu diyetten borç ödenmesi, vasiyyetin yerine getirilmesi; geriye kalanın da, Allah'ın belirtmiş olduğu paylara göre, varisler arasında taksim edilmesi hususunda (diyet ile mal arasında) fark yoktur. Rivayet edildiğine göre, bir kadın, kocasının diyetinden payını istemek üzere gelmişti. Hazret-i Ömer ona, "Bundan sana bir şey düştüğünü sanmıyorum. Çünkü diyet ancak, onun " olan asabesine verilir. Bunun üzerine sahabeden birisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kocasının diyetinden miras olarak hanımına pay vermesini kendisine emrettiği hususunda şehadette bulundu. Bunun üzerine de Hazret-i Ömer, aynı şekilde hükmetti. Biz, bu kadar meseleyi zikrettikten sonra, şimdi âyetin tefsirine dönüyor ve şöyle diyoruz:

Kölelik ve Hürriyet Hakkında

Cenâb-ı Hakk'ın, "mü'min bir köleyi azâd etmesi" ifadesi Ona bir köle azâd etmesi gerekir" takdirindedir. köleyi "hür" kılmaktır. Hür ise, kurtulmuş ve azad olmuş demektir. İnsan, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı..." (Bakara, 29) buyurduğu gibi, yaratılış itibariyle birşeylere malik ve sahip olsun diye yaratılmış olunca, bir insan olan (köle)nin, köle olarak kalması insan olma vasfını bulandıran ve bu vasfı karıştıran bir sıfat olmuş olur. Binâenaleyh, işte bu köleliğin izale edilip kaldırılması, bundan dolayı "tahrîr" (hürriyete kavuşturma) diye adlandırılmıştır. Yani o insanı, insaniyetini bulandıran o olumsuz vasıftan kurtarmak demektir. Arapların, "Falanca işte, bir baş köleye maliktir" şeklindeki sözlerinde "baş" kelimesi, kölenin ruh ve bedeninden ibaret kılınmış olduğu gibi, bu ifadedeki (......) kelimesi de, onun rûh ve bedeninden ibarettir. Âyette bahsedilen mü'min bir köleden maksat, fakîhler nezdinde, İslâm'ın hükmü üzere olan her köledir. İbn Abbas'a göreyse, keffâret olarak, ancak namaz kılıp oruç tutan bir köle kifayet edebilir. Biz bu meseleyi daha evvel açıklamıştık. Hak teâlâ "ve (ölenin) ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi..." buyurmuştur.

Vahidî şöyle demiştir: (......) kelimesi, (söz götürmek) kelimesinin "söz götürdü, jurnalledi" fiilinden olması gibi, bu da (diyet ödedi) fiilindendir. Kelimenin aslı ise, olup, buradaki vâv harfi hazfolmuştur. Arapça'da (......) denilir. Yani, "velisine ölünün diyetini ödedi" demektir." Sonra şeriat bu lafzı, telef edilen şeyler ile, organ ve uzuvların bedelini ödeme manasına değil de, bizzat canın bedelini ödeme manasına tahsis etmiştir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Sadaka olarak bağışlamaları müstesna..." buyurmuştur. Bunun aslı, (......) şeklindedir. Böylece tâ harfi, sâd harfine idğam edilmiştir. (......) kelimesinin manası ise vermektir, bağışlamaktır. Nitekim Allahü teâlâ, "Hakkımızda ayrıca lütufkârlık da et Zira Allah, lütufkâdan mükâfaatlandırır" (Yusuf, 88) buyurmuştur ki mana, "Onların diyeti bağışlamaları ve affedip vazgeçmeleri müstesna.." şeklindedir.

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Âyetin takdiri, "Onlar, o diyeti tasadduk edinceye kadar, ölünün "âkıle"sine diyeti ödemek ve teslim etmek vacibtir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, zarf olmak üzere mahallen mansubtur. Bunun, anlamında olmak üzere, (......) kelimesinden hâl olması da caizdir.

Cenâb-ı Hak daha sonra,

"Eğer (öldürülen) mü'min olmakla beraber, size düşman bir kavimden ise, o zaman (öldürenin) mü'min bir köle azad etmesi lazımdır" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, birinci âyette mü'min bir kimseyi yanlışlıkla öldürenin, bir köle azad edip, diyetini de teslim etmesi gerektiğini belirtmiş; bu âyette ise, bize (müslümanlara) düşman olan bir kavimden olan mü'min bir kimseyi yanlışlıkla öldürenin bir köle azad etmesi gerektiğini bildirip diyetten bahsetmemiştir. Daha sonra da, bu öldürülen kimsenin, müslümanlarla kendileri arasında bir anlaşma bulunan bir kavimden olması halinde de, yine diyetin vacib olduğunu beyan buyurmuştur. Gerek önceki ifadede, gerekse sonraki ifadede diyetten bahsedip, bu ifadede diyetten bahsetmemiş olması, böyle olması durumunda, diyetin vacib olmadığını gösterir.

Bu sabit olunca, biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın (......) kelimesinden, öldürülen kimsenin, ya daru'l-harbte oturanlardan olduğu, veyahut da, neseb bakımından o düşman kavimden olduğu manası kastedilmiştir. İkinci mananın murad edilmesi, bâtıldır; çünkü, bütün akrabalan kâfir olduğu halde, "Daru'l-İslam"da oturan bir müslüman yanlışlıkla öldürüldüğünde, onun katlinden dolayı diyetin vacib olduğu hususunda bir icma bulunmaktadır. Bu ikinci kısım bâtıl olunca, bu âyetten kastedilenin, birinci izah olduğu ortaya çıkmış olur.

Buna göre âyetin takdiri şöyle olur: Eğer, yanlışlıkla öldürülen kimse mü'min olup daru'l-harbde oturanlardan birisi ise, bu durumda yanlışlıkla öldürülmesi sebebiyle vacib olan, sadece köle azad etmektir. Bu durumda diyet vacib olmaz.

Şafiî (r.h) şöyle demiştir: "Bu âyet, bu manaya delalet ettiği gibi, kıyas da bunu takviye eder. Diyetin vacib olmayacağı hususunu şu şekilde İzah edebiliriz: "Şayet biz, daru'l-harbte oturan bir müslümanın öldürülmesinden ötürü diyetin vacib olduğu hükmünü verirsek, o zaman daru'l-harbtekilerle savaşmak isteyen herkes, oradakilerin müslüman olup olmadıklarını araştırmak zorunda kalır... Bu ise, zor ve güç olan şeylerden olup, insanları savaştan kaçınmaya sevkeder. Binâenaleyh evlâ olan, katilinden diyetin düştüğüne hükmetmektir. Çünkü o kimse, daru'l-harbte oturmayı tercih etmek suretiyle kendi kanını heder etmiştir, zay' etmiştir.

Keffarete gelince bu, Allah'ın hakkıdır. Çünkü, bu insan öldürülünce, Allah'a ibadete devam eden bir insan öldürülmüş demektir. Halbuki kölenin, (köle olduğu halde) Allah'a ibadete devam etmesi adeta mümkün değildir. Binâenaleyh, bu kimse bir köle azad ettiğinde, bu köleyi, Allah'a ibadete devam etmek hususunda öldürülmüş olan o kimsenin yerine getirmiş, yerine dikmiş olur. Böylece kıyasın da, diyetin düşmesini, ama keffaretin verilmesini gerektirdiği ortaya çıkmış olur. Allah en iyi bilendir."

Maktulün Anlaşmalı Bir Ülkeden Olması Durumu

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şayet, kendileriyle aranızda andlaşma olan bir kavimden ise, o vaktt mirasçılarına bir dfyet vermek ve bir de mü'min bir köle azad etmek gerekir" buyurmuştur. Bu âyette ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hak teâlâ'nın, "Şayet, kendileriyle aranızda andlaşma olan bir kavimden ise..." buyruğu ile ilgili iki görüş bulunmaktadır:

Birinci görüş: Bundan (yani fiilinin tahtında bulunan zamirinden) murad, müslümanlardır. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak önce yanlışlıkla öldüren bir müslümanın durumunu; sonra da, harbîler arasında mukim olup da yanlışlıkla öldürülen bir müslümanın durumunu; daha sonra da, müslümanlarla aralarında bir andlaşma bulunan kimseler ile, zımmîler arasında yaşayıp da yanlışlıkla öldürülen bir müslümanın durumunu zikretmiştir. Bu tertibin güzel olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Binâenaleyh, bu zamirin merciinin müslüman bir kimse kabul edilmesi caiz olmuş olur. Şu söz de bunu tekid etmektedir: Hak teâlâ'nın, ifadesinin, mutlaka daha önce bahsedilmiş olan bir şeye isnâd edilmesi gerekir. Daha önce bahsedilen ise, yanlışlıkla öldürülen mü'min kimsedir. Binâenaleyh zamiri, mü'min kimseye hamletmek gerekir.

İkinci görüş: Bundan murad, zımmî'dir. Buna göre ifadenin takdiri, "Eğer o öldürülen kimse, sizinle kendileri arasında bir andlaşma bulunan kimselerden olursa..." şeklindedir. "Öldürülenin onlardan olması" ise, o kimsenin onların dininde ve inançlarında bulunması demektir. Bu görüşte olanlar, birinci görüşü aşağıdaki yönlerden tenkid etmişlerdir:

a) İster daru'l-harbdekilerden, İsterse zımmîlerden olsun, yanlışlıkla öldürülen bir müslüman, Hak teâlâ'nın, "Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse, mü'min bir köle azad etmesi ve (ölenin) ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi lazımdır" buyruğunun hükmüne dahildir... Binâenaleyh, şayet bu sözden mü'min bir kimse kastedilmiş olsaydı bu, bir şeyi yine kendisine atfetmek olurdu ki, böyle bir şey caiz değildir. Yanlışlıkla öldürülen mü'minin, daru'l-harbte oturanlardan olması böyle değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, böylesi bir kimsenin öldürülmesi halinde, diyetin vacib olmadığını beyan etmek için, bunu tekrar etmiştir. Ama bu âyette ise hem diyeti, hem de keffareti vacib kılmıştır. Binâenaleyh, bundan murad mü'min bir kimse olmuş olsaydı, şüphesiz bu, faydasız bir tekrar olmuş olurdu ki, bu da caiz değildir.

b) Şayet bundan maksat, sizin söylemiş olduğunuz şey olsaydı, o zaman diyet, ehline ödenmemiş olurdu. Çünkü onun ailesi kâfir olduğu için, onlar ona varis olamazlar.

c) Hak teâlâ'nın, "Şayet kendileriyle aranızda andlaşma olan bir kavimden ise..." buyruğu onların, hakkında açıklama ve nass bulunmuş olan vasıf hususunda o kavimden olmalarını gerektirir. Bu vasıf ise, aralarında bir andlaşma bulunmasıdır. "onun onlardan olması" tabiri mücmel bir ifade olup, hangi hususlarda onlardan olduğu bilinmez... Ama biz bu ifadeyi, "Onun bu vasıf hususunda onlardan olması..." manasına hamledersek, buradaki mücmellik kalkar... Binâenaleyh bu, daha evla olmuş olur. Âyet, onun andlaşma yapmış birisi olması bakımından onlardan olduğuna delalet edince, bu kimsenin bir zımmî veyahut da onlar gibi andlaşma yapmış olan birisi olması gerekir. Bu görüşlere şu şekilde cevap vermek mümkündür:

Maktulün Muahid Veya Zımmî Olmasına Göre Hüküm

Birinciye Cevap: Allahü teâlâ, önce yanlışlıkla öldürülen mü'min kimsenin hükmünü beyan etmiş, daha sonra da, iki kısımdan birisini, yani "daru'l-harbte" oturan kimseyi zikretmiştir. Böylece de bunun öldürülmesinde, diyetin vacib olmadığını beyan etmiştir. Sonra da ikinci kısmı, yani zımmîlerin oturduğu yerde mukim olan, yanlışlıkla öldürülen mü'mini zikretmiş; bunun öldürülmesi halinde ise, hem diyetin, hem de keffaretin vacib olduğunu beyan etmiştir ki, Cenâb-ı Hakk'ın bundan maksadı da, bu kısım ile kendisinden önceki kısım arasındaki farkı ortaya koymaktır.

İkinciye Cevap: Bunun cevabı şudur: Onun ailesi, kendilerine diyeti verilen müslümanlardır.

Üçüncüye cevap: (......) kelimesi, önceki âyette (......) kelimesiyle tefsir edilmiştir.

Yani, (Size düşman olan bir kavimde) demektir. İşte burada da böyle olup, mananın, başkası değil de bu olması vacibtir.

Zımmî'nin Diyeti Hakkında Farklı İçtıhadlar

Bil ki bu incelemenin faydası, şu şer'î meselede ortaya çıkar: Ebu Hanife'nin mezhebine göre zımminin diyeti, müslümanın diyeti gibidir. Şâfif (r.h) ise, yahudi ve hristiyanların diyetinin, mecusinin diyetinin üçte biri kadar; mecusinin diyetinin ise, müslümanın diyetinin onda birinin üçte ikisi kadar olduğunu söylemiştir.

Ebu Hanife, görüşüne bu âyeti delil getirerek şöyle demiştir: "Hak teâlâ'nın, "Şayet (o öldürülen), kendileri ile aranızda andlaşma olan bir kavimden ise..." buyruğundan, zımmî murad edilmiştir.

Cenâb-ı Hak daha sonra da, "O vakit (onun) mirasçılarına bir diyet vermek (gerekir)" buyurup, onlar hakkında tam bir diyet verilmesi gerektiğini beyan etmiştir." Biz ise şöyle diyoruz: "Bu âyetin zımmiler hakkında değil, mü'minler hakkında olduğunu beyan etmiştik. Böylece Ebu Hanife'nin istidlali düşer. Hem, bunun zımmiler hakkında olduğunu kabul etsek bite, âyet onların kastettikleri manaya delalet etmez. Çünkü Hak teâlâ bu âyette, müslüman için diyet vermeyi vacib kılmıştır ki bu da, diyet denen şeylerden birinin vacib kılma manasınadır. O halde artık Cenâb-ı Hakk'ın zımmiler hakkında vacib kıldığı diyetin, müslümanlar hakkında vacib kıldığı diyetin aynısı olduğunu niçin söylediniz? Müslümanın diyetinin belli bir miktar, zımminin diyetinin ise başka bir miktar olması niçin caiz olmasın? Çünkü diyet, bir can karşılığında ödenen mal manasınadır. Binâenaleyh sizin müslüman ve zımmi hakkındaki diyet miktarının aynı olduğunu iddia etmeniz, kabul edilemez. Halbuki münakaşa da işte bu husustadır. Binâenaleyh böyle bir ihticac düşer. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Birisi şöyle diyebilir: Niçin Cenâb-ı Hak, önceki âyette köle azad etmeyi diyetten önce zikretmiş, burada ise bu sırayı bozmuştur. Çünkü eğer onu aynı sıra ile beyan etseydi, iki âyetten birisi hakkında bir tenkid söz konusu olurdu. Binâenaleyh bu, Hak teâlâ'nın, "Kapısından secde ederek girin ve hıtta deyin..." (Bakara, 58) âyeti ile bir başka suredeki "Hıtta" deyin, kapısından hepiniz secde ederek girin..." (Araf, 161) âyeti gibidir. Allah en iyi bilendir.

Müslümanlarla Anlaşma Yapmış Kimselerin Kim Olduğu?

Bizim ile kendileri arasında anlaşma bulunan kimselerin kim olduğu hakkında şu iki görüş vardır:

a) İbn Abbas (radıyallahü anh), bunların ehl-i kitaptan olan zımmiler olduğunu;

b) Hasan el-Basrî ise, kâfirlerden müslümanlarla anlaşma yapmış olan kimseler olduğunu söylemişlerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kim bulamazsa, Allah'dan tevbesinin (kabulü) için, bir biri ardınca İki ay oruç tutması icab eder" buyurmuştur. Yani, "Fakir olduğu zaman, köle azad etmek yerine, o kimsenin bunu yapması gerekir..." demektir. Mesruk, bunun hem keffaret, hem de diyetin karşılığı olduğunu söylemiştir. Bu orucu peşipeşine tutmak vacibtir. Hatta bir kimse, orucu bozduran şeylerin hayız veya nifas gibi şeyler olması durumu hariç, tek bir dahi orucunu bozmuş olsa, yeni baştan tutması vacib olur. Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesi, "Geçen şeyden (vebalden) dolayı oruç tutmak üzere..." manasına geldiği için, mansub kılınmıştır. Buna göre sanki, "Allah'ın tevbelerinizi kabul etmesi için, O'nun size vacib kılmış olduğu şeyleri yerine getirin..." denilmek istenmiştir. Yani, "Allah'ın, tevbelerinizi kabul etmesi için.." demektir. Bu tıpkı "Ben, serden kaçınmak amacıyla böyle yaptım" denilmesi gibidir.

Yanlışlıkla Adam Öldürmedeki Kusur Ve Mes'uliyet

Buna göre şayet, "Yanlışlıkla adam öldürmek bir günah değildir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'tan tevbesinin (kabulü) için..." demesinin sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki, bu hususta şu izahlar yapılabilir.

1) Burada iki çeşit kusur bulunmaktadır: Çünkü zahirî duruma göre şayet o kimse, daha fazla ihtiyatlı davranıp tedbirli olsaydı, bu fiil ondan sadır olmayacaktı. Baksana, harbî olan bir kâfir zannıyla bir müslümanı öldüren kimse, şayet iyice tedbirli olup, durumun gerçek yüzünü anlamak için yeterince gayret sarfetmiş olsaydı, zahirî duruma göre o kimse bu hataya düşmeyecekti. Yine, bir av hayvanını hedef alıp da, hata ederek, böylece de bir insana (ok vb. şeyi) isabet ettiren kimse, şayet ihtiyatlı olmuş olsaydı, o zaman o hedefini ancak hiç kimsenin bulunmadığı tarafa doğru çevirecek, böylece de o hataya düşmeyecekti... Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'tan tevbesinin (kabulü) için" ifadesi, o kimsenin ihtiyatlı davranma konusunda kusurlu olduğu hususuna bir dikkat çekmek olur.

2) Hak teâlâ'nın "Allah'tan tevbesinin (kabulü) için..." ifâdesi, O'nun, katil olan kimseye' köle azad edemediği zaman, oruç tutmasının köle azad etmesi yerine geçeceği hususunda izin verip, ona müsaade etmesiyle ilgilidir. Bu böyledir, çünkü Allahü Teâlâ, günahkârı tevbe etmeye muvaffak kıldığı zaman, muhakkak ki onun manevi ağırlığını, yani günahını hafifletmiş olur. Binâenaleyh hafifletmek, tevbenin ayrılmaz bir vasfı olunca, "melzum"un "lâzım" yerinde kullanılması kabilinden, hafifletmeyi murad etmek için, tevbe lafzını zikretmiştir.

3) Mü'min, tesadüfen böyle bir hataya düştüğünde, o pişman olur ve bunun, hiç olmamış olmasını temenni eder... İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu nedamet ve temenniyi "tevbe" olarak adlandırmıştır.

Allah Hakkında "Alîmen Hakîmâ" Tavsifinin Açıklanması

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah herşeyi hakkıyla bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir" buyurmuştur ki bu, "Allahü teâlâ bu kimsenin, bu işi kasten yapmadığını bilir ve yanlışlıkla yapmış olduğu bu fiil sebebiyle onu muaheze etmeme hususunda da "hakîm"dir. Çünkü hikmet, insanın ancak seçip, âmmden yapmış olduğu şeyler sebebiyle sorgulanmasını gerektirir."

Bil ki ehl-i sünnet, Allahü teâlâ'nın, işlerinde kulların faydalarını gözetmesi gerektiğine inanmadıkları için Allahü teâlâ'nın hakîm olmasını, O'nun, işlerin neticesini bilen bir Zat-ı Kibriya olması manasına almışlardır. Mu'tezile, bu âyetin ehl-i sünnetin bu görüşünü geçersiz kıldığını söyler. Onlara göre, çünkü Cenâb-ı Hak burada, "Hakîm" lafzını "Alîm" lâfzına atfetmiştir. Binaenaleyh, "Hakîm", "Alîm" demek olsaydı, o zaman bu bir şeyi kendi üzerine atfetme olurdu ki, bu imkânsızdır.

Buna şöyle cevap verilebilir: Kur'an'ın "Hakîm" lafzının "Alîm" lafzına atfedilmiş olarak geldiği bütün yerlerde, Hakîm lafzından murad, Cenâb-ı Hakk'ın fiillerini muhkem yapmış olduğu anlamıdır. Binâenaleyh hükümler ve bilgiler, fiilin keyfiyyetine ait hususlardır. Allah en iyi bilendir.

92 ﴿