96"Mü'minlerden özür sahibi olmaksızın, (evlerinde) oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler bir olamaz. Allah, mallarıyla, canlarıyla savaşanlan, derece bakımından oturanlardan çok üstün kılmıştır. (Gerçi) Allah hepsine de cenneti va'adetmiştir. (Fakat) Allah, mücahidlere oturanların üstünde daha büyük bir mükâfaat va'adetmiştir. Kendinden dereceler, mağfiret ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir". Bu Âyetin (Nisa, 95) Mâkabliyle Münasebeti Bil ki, bu âyetin kendinden önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir: a) Daha önce de beyân ettiğimiz gibi, Cenâb-ı Hak, insanları cihada teşvik edince, bunun peşinden cihada dair hükümleri beyân buyurmuştur. Buna göre cihadın hükümlerinin ilk çeşidi, müslümanların müslümanları öldürmekten sakındırmak, yanlışlıkla, kasıtlı olarak veya "şibh-i amd" suretiyle öldürme hallerinde, durumun nasıl olacağını da beyan etmektir. İşte Allahü teâlâ bu hükümlerini bildirince, bunun peşinden başka bir hükmünü getirmiştir ki, bu da cihad eden kimsenin cihad etmeyene olan üstünlüğünü açıklamaya dair olup, o da bu âyettir. b) Allahü teâlâ, kelime-i şehâdeti söyleyen kimseleri (inanarak söylemedikleri iddiasıyla) öldürmek gibi bir fiilin onlardan sadır olmasından dolayı onları azarlayınca, muhtemelen onların kalplerine şöyle bir fikir gelecekti: "Böylesi bir harama düşmemek için, iyisi mi cihada gitmemeli." İşte bu fikri gidermek için Allah, bu âyette mücahidin üstünlüğünü bildirerek bu şüpheyi izale etmiştir. c) Allahü teâlâ, kelime-i şehâdet getiren bir kimseyi öldürmek gibi bir fiilin onlardan sadır olmasından dolayı onları azarlayıp kınayınca, bunun peşinden cihadın faziletini zikretmiştir. Sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Cihad yapan herkes, Allah'ın katında büyük bir derece elde etmiş olur. Binaenaleyh, dinde büyük bir mevki olan cihad makamına, böylesi yanılmalarla zarar vermemek için, bu dereceye nail olan kimseler bu gibi hatalardan sakınsınlar. Allah, en iyi bilendir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın, "özür sahibi olmaksızın" tabirindeki (......) kelimesi, her üç harekeyle de okunmuştur. Mesela, (......) kelimesinin sıfatı olduğu için, merfû okunur. Buna göre mana, "Özür sahibi olmayıp oturan kimselerle, cihad edenler bir olmaz.." şeklindedir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, ".. ihtiyacı olmayan hizmetçiler.." (nur, 31) ifadesidir. Biz, "gazaba uğrayanlarınkine değil." (Fatiha, 7) tabirinin tefsirindekelimesinin marife bir kelimeye sıfat olabileceğini anlatmıştık. Zeccâc şöyle demektedir: "Bu tabirdeki (......) kelimesinin, istisna cihetiyle de merfû olması caizdir. Buna göre mana, "Oturanlarla cihâd edenler bir olmaz. Ancak, özrü bulunanlara gelince bunlar, cihâd edenlerle bir olabilirler" şeklinde olur. Yani, "Özürleri, kendilerinin cihada çıkmalarına mâni olan kimseler müstesna..." demektir." Nefyden sonra müstesnanın merfû olması hakkındaki sözümüz, O'nun ayü "İçlerinden birazı müstesna olmak üzere..." (Nisa, 66)âyetinin tefsirinde geçmişti. Nasb ile okunması hususunda da iki izah bulunmaktadır: a) Bunun, "oturanlar" kelimesinden müstesna olmasıdır. Buna göre mana, "özrü bulunmayanlar hariç, oturanlar., denk olmaz..." şeklindedir. Bu, Ahfeş'in tercihidir. b) Bu kelimenin, hal olduğu için, mansûb olmasıdır. Buna göre mana, "sıhhatli iken oturanlarla cihad edenler bir olmaz.." şeklinde olur. Nitekim sen, (......) dersin. Bu, "Zeyd bana, sıhhatli olduğu halde geldi" demektir. Bu ise, Zeccâc ve Ferrâ'nın görüşüdür. Bu, Hak teâlâ'nın "Siz ihramlı olduğunuz halde avlanmayı helâl saymamak, size okunacak olanlar hariç olmak şartıyla, davarlar size helâl edildi" (Maide. 1) âyeti gibidir. Bu kelimenin mecrûr okunmasına gelince bu, âyette geçen "mü'minler.." kelimesinin sıfatı olması münasebetiyledir. İşte bu kıraatların vecihlerinin beyânı budur. Sonra buradaki başka bir konu da şudur: Ahfeş istisna yaparak, bu kelimeyi mansub okumanın daha uygun olduğunu; zira bundan maksadın, savaşa gidemeyen bir topluluğun istisna edilmesi olduğunu söylemiştir. Bu âyet-i kerimenin tefsirinde şu rivayet edilmiştir: "Allahü teâlâ cihad edenlerin özürsüz olarak cihada katılmayanlardan üstün olduğunu beyân buyurunca, özürlü olan bir kısım, Hazret-i Peygamber'e gelerek, "Bizim halimizi görüyorsun.. Biz de cihada katılmayı çok arzuluyoruz. Acaba bizim için bir çare var mı?" dedi. Bunun üzerine, "...özür sahibi olmaksızın..." âyeti nazil oldu. Böylece Cenâb-ı Hak onları, savaşa özürsüz olarak katılmayanlardan istisna etti. Diğer âlimler de, merfû okunmanın daha uygun olduğunu, zira gayr kelimesinde aslolanın, onun sıfat olduğu; sıfat olması halinde de istisnadan elde edifmek istenen şeyin, bu durumda da elde edileceğini, çünkü her iki halde de, özür sahiplerinin, üstün kılındıkları kimselerden mücahidlerin istisna edildiklerini söylemişler, her İki takdirde de maksat hasıl olup, gayr kelimesinde aslolan da sıfat olmak olunca, merfû okumanın evlâ olacağını belirtmişlerdir. Özürlü Olarak Cihada Katılamayanlar Cihad Sevabı Alırlar Darar kelimesi ister körlük, ister kötürümlük, isterse hastalık veyahut da hazırlıksız olmak sebebiyle olsun, noksanlık anlamına gelir. Üçüncü Mesele Âyetin ifade ettiği nihai mana şudur: "Sağlam olduğu halde oturarak savaşa katılmayanlarla, Allah yolunda cihad edenler bir olmaz..." Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın "Özür sahibi olmaksızın.." ifadesinin, özürlü olarak oturup geride kalan mü'minlerin, cihad edenlerle müsavî olduklarına delâlet edip etmediği hususunda İhtilâf etmişlerdir. Bazıları şöyle demişlerdir: Bu, buna delâlet etmez. Zira biz, gayr kelimesini sıfat manasına hamleder ve sıfatla yapılan tahsisin de, hükmü kendisinin dışında kalanlardan nefyettiğine delâlet etmediğini söylersek, böyle bir şey gerekmez. Yine biz, gayr kelimesini istisna mânasına alır, nefiyden yapılan istisnanın "isbât" ifade etmediğini söylersek, bu yine gerekmez. Ama, biz gayr lafzını istisna manasına alır, nefiyden yapılan istisnanın da isbât ifade ettiğini söylersek, o zaman eşitliğin bulunduğuna hükmetmek gerekir. Bil ki, özürlü kimseler hakkındaki bu eşitlik, bunun başka bir şarta bağlı olduğunu söyleyenlere göredir. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu Tevbe suresinde zikretmiştir ki, bu da O'nun "Allah ve Resulü için nasihat etmek şartıyla ne zayıflara, ne hastalara, ne de harcayacak bir şey bulamayanlara bir günah yoktur" (Tevbe, 91) buyruğudur. Bil ki böyle bir eşitliğin bulunduğunu söylemek, uzak bir ihtimal değildir. Hem nakli, hem de aklî delil bunun böyle olduğuna delâlet eder. Buna delâlet eden naklî deliller şunlardır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) savaşlarının birinden dönerken: "Andolsun ki siz Medine'de, arkanızda bir topluluk bıraktınız. Yürüdüğünüz her yerde, kat ettiğiniz her vadide, onlar mutlaka sizinle beraberdi. İşte onlar, özürleri kendilerini engellemiş olan bir topluluktur" buyurmuştur. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kul hastalandığı zaman, Allah azze ve celle (meleklerine) şöyle der: "iyileşinceye kadar o kuluma sıhhatli iken yapmakta olduğu şeyleri (aynen) yazınız" buyurmuştur. Bazı müfessırler, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip güzel güzel amellerde bulunanlar müstesna.. Çünkü onlar için (bitmez) kesilmez mükâfaat vardır" (Tin, 5-6), âyetinin tefsirinde şunu zikretmişlerdir: "İhtiyarlayan bir kimse hakkında, Allahü teâlâ onun için, İhtiyarlığından önce yapmış olduğu iyilikleri, eksiksiz olarak aynen yazar." Yine bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Mü'minin niyeti, amelinden hayırlıdır" hadisini açıklarlarken, "Ebedî yaşaması hâlinde mü'minin, iman ve salih amele devam etmeye niyetli olması, onun için, hayatında yaptığı amellerinden daha hayırlı olur" demişlerdir. Bu husustaki aklî delil şudur: Bütün taat ve ibadetlerden maksad. marifetullah nuru ile kalbleri nurlandırmaktır. Binaenaleyh bu hususta cihad edenler ile oturup kalanlar arasında bir eşitlik söz konusu olursa, elde edilecek mükâfaatta da eşitlik söz konusu olur. Eğer cihada katılmayan kimse, bu nurdan daha fazla istifade edecek olursa, daha büyük mükâfaat elde etmiş olur. Bazen Malın Candan Önce Anılmasının Bazen da Aksinin Sebebi Birisi şöyle diyebilir: "Allahü teâlâ, "Şüphesiz ki Allah, müminlerin canlarını ve mallarını, kendilerine cenneti vererek satın almıştırbuyurmuş ve canları mallar- dan önce zikretmiştir. Tefsir etmekte olduğumuz âyette ise, "Mallarıyla, canlarıyla savaşanlar.." ifadesi ile, malları canlardan önce zikretmiştir. Bunun sebebi nedir?" Cevap: Nefis (can), maldan daha kıymetlidir. Binaenaleyh satın alan, canı satın almaya daha istekli olduğuna dikkat çekmek için, onu önce zikreder. Satan kimse ise, canı satma hususunda daha fazla sıkıntıya duçar olduğunu göstermek için, onu sonra zikreder ve onun satılıp harcanmasına ancak en son noktada razı olur. Bil ki Allahü teâlâ mücahidler ile savaştan geri duranların eşit olamayacaklarını beyan buyurup, sonra da, bu eşitsizlik fazla veyr noksan olma ihtimali taşıdığı için, bunu açıkça belirterek, "Allah mallarıyla, canlarıyla savaşanları, derece bakımından oturanlardan çok üstün kılmıştır" buyurmuştur. Âyetteki "derece" kelimesinin mansûb oluşu ile ilgili şu izahlar yapılmıştır: a) O, başındaki harf-i cer hazfedildiği için mansubtur ve (bir derece ile) takdirindedir. Harf-i cer hazfedilince, fiil kendisine taalluk etmiş ve (mef'ûlü olarak) onu nasbetmiştir. b) Buradaki "derece" kelimesi, "fazilet" manasına olup, bunun takdiri "Allah mücahidleri iyice üstün kılmıştır" şeklindedir. Bu Zeyd, Amr'a çok çok ikram etti" denilmesi gibidir. Bu kelimenin nekire olarak getirilmesinin faydası ise, o derecenin büyüklüğünü ve önemini belirtmek içindir. c) Bu kelime, temyiz olduğu için mansubtur. Sonra Allahü teâlâ, "(Gerçi) Allah hepsine de cenneti vaadetmiştir.." buyurmuştur. Bu, "savaşa katılmayanlar ile mücahidlerden herbirine Allah hüsnâ'yı (cenneti) va'adetmiştir". demektir. Fakihler şöyle demişlerdir: "Bu ifadede, cihadın farz-ı ayn değil, farz-ı kifâye olduğunu gösteren bir delil vardır. Zira Cenâb-ı Hak, cenneti mücahidlere va'adettiği gibi, savaştan geri duran müslümanlara da va'adetmiştir. Şayet cihad farz-ı ayn olsaydı, cihaddan geri duranlar, Allahü teâlâ'nın cenneti va'adettiği kimselerden olamazlardı. Daha sonra Cenâb-ı Allah, "(Fakat) Allah, savaşanlara oturanların üstünde daha büyük bir mükafaat va'adetmiştir. Kendinden dereceler, mağfiret ve rahmet (vermiştir). Allah gafur ve rahimdir" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Âyetteki (......) kelimesinin mansub oluşu hususunda şu iki izah yapılmıştır: a) Bu kelime, âyetteki fiili ile mansubtur. Çünkü bu, Arapların "Onlara tam tamına ücret verdi" tabirinde olduğu gibi mef'ûl-ü mutlaktır. Âyetteki "derecat", "mağfiret" ve "rahmet" kelimeleri, (......) kelimesinden bedeldir. b) Bu kelime, temyiz olduğu için mansubtur. "Derecât" ifadesi, atf-ı beyân; "mağfiret" ve "rahmet" kelimeleri ise, "derecât" kelimesi üzerine ma'tuftur. Derece Kelimesinin Önce Müfred, Sonra Cemi Olmasının Sebebi Birisi şöyle diyebilir; "Allahü teâlâ, "derece" kelimesini önceki ifadede müfred, burada ise cemî olarak zikretmiştir? Buna şu şekillerde cevap verilir: a) Önceki ifadede geçen "derece" kelimesi ile, sayı bakımından "tek bir derece" manası kastedilmeyip, derece cinsi kastedilmiştir. Cins isim olan müfred kelimelerin içine, o cinsin pek çok nev'i girer. İşte bu "ecr-i azîm \ cennetteki yüksek makamlar, " mağfiret ve rahmettir. b) "Mücahid, mazeretinden dolayı savaştan geri kalandan bir derece; sağlam olduğu halde savaşa gitmeyenden ise derecelerle üstündür." Bu cevap, "Hak teâlâ'nın, "Özür sahibi olmaksızın.." tabirinin, mücahidlerle, özürlü oldukları için savaşa katılmayanlar arasında bir eşitliğin olmasını gerektirmez" dediğimiz zaman, ancak o zaman geçerli olabilir. c) Allah, mücâhidleri bu dünyada bir derece üstün kılmıştır. Bu da onların ganimet elde etmiş olmalarıdır. Ahirette ise onlar cennetin pek çok dereceleri ile, fazl-ı ilahî, rahmet-i tlahiyye ve mağfiret-i ilahiyye ile üstün kılınacaklardır. d) Cenâb-ı Hak bu ifâdenin başında, "Allah, savaşanlara, oturanların üstünde daha büyük bir mükâfaat va'adetmiştir" buyurmuştur. Buradaki "mücahidler" kelimesi ile kastedilenlerin, sadece malı ve canı ile cihad edenler olması mümkün değildir. Aksi halde bu, önceki ifadenin aynen tekrarı olmuş olur. Binaenaleyh bununla kastedilenlerin, kayıtsız şartsız her hususta cihad eden kimseler olması gerekir ki bu her husus ile, nefisle, mal ile, kalb ile yapılan cihadlar gibi zahirî amelleri kastediyorum. Bu cihad, en şerefli cihad çeşididir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Küçük cihaddan büyük cihada (nefs ile mücahedeye) döndük" Kuşfu'l-Hafa, 1/424. buyurmuştur. Bu cihadın neticesi, kalbi Allah'dan başka birşeye iltifat etmekten, Allah'a itaata iyice dalmaya çevirmedir. İşte bu makam, önceki makamdan daha büyük olduğu için, Cenâb-ı Hak birincinin faziletini bir derece, ikincinin faziletini ise pek çok derece kılmıştır. Hazret-i Ebu Bekir Aleyhinde Bir Şia İddası Şi'a şöyle demiştir: "Bu âyet, Hazret-i Ali İbn Ebu Talib'in, Ebu Bekir'den daha faziletli olduğuna delâlet eder Çünkü Hazret-i Ali daha fazla cihad yapmıştır. Binaenaleyh fazilet bakımından farklılığı meydana getiren şey, Hazret-i Ebu Bekir'in, savaşa katılmayanlardan; Hazret-i Ali'nin katılanlardan olmasıdır. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Fakat) Allah, savaşanlara, oturanların üstünde daha büyük bir mükâfaatva'adetmiştir" ifâdesinden ötürü, Hazret-i Ali'nin daha faziletli olması gerekir." Onlara şöyle cevap verilir: Hazret-i Ali'nin kâfirlere karşı bizzat savaşması, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat savaşmasından daha fazladır. Binaenaleyh bu âyetin hükmüne göre sizin, Hazret-i Ali'nin Hazret-i Peygamber'den üstün olduğunu söylemeniz gerekir. Bunu ise hiçbir akıllı söylemez. Eğer siz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kâfirlere karşı cihadının, Hazret-i Ali'ninkinden daha büyük (fazla) olduğunu, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kâfirlere karşı, deliller ve açıklamaları ortaya koymak ve onların şüpheleri ile dalâletlerini gidermek için cihâd ettiğini, bu cihadın ise, Hazret-i Ali'nin cihadından daha mükemmel olduğunu söylerseniz, o zaman biz deriz ki, o zaman aynı şeyin, tarafımızdan Hazret-i Ebu Bekir hakkında da söyleneceğini kabul ediniz. Bu böyledir, çünkü Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh), daha işin başında hemen müslüman olunca, diğer insanların da müslüman olmaları hususunda sa'y ü gayret göstermiştir. Hatta Osman İbn Affan, Talha, Zübeyr, Sa'd İbn Ebi Vakkas ve Osman İbn Maz'un gibi zevat, onun vasıtasıyla müslüman olmuşlardır. O, canı ve malıyla, insanları iman etmeye ve Hazret-i Muhammed'i müdafaa etmeye bütün gücünü sarfederek çalışıyordu. Halbuki Hazret-i Ali o zaman henüz çocuktu; hiç kimse onun sözüyle müslüman olmamış ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i müdafaa edememişti. Hazret-i Ebu Bekrin Cihadının Hazret-i Ali'ninkinden Üstünlüğü Binâenaleyh Hazret-i Ebu Bekir'in cihadı, Hazret-i Ali'ninkinden şu iki yönden daha üstün olmuş olur: a) Hazret-i Ebu Bekir'in cihadı, işin başında İslâmiyet son derece zayıf iken tahakkuk etmiştir. Hazret-i Ali'nin cihadı ise, Medine'de, savaşlarda zuhur etmiştir ki, İslam ise o zaman güçlü ve kuvvetli idi... b) Hazret-i Ebu Bekir'in cihadı, dine davet hususunda olmuştur. Aşere-i Mübeşşere'nin önde gelenlerinin ekserisi ise, onun vasıtasıyla müslüman olmuşlardır. Cihadın bu türü ise, Hazret-i Muhammed'in yoludur, metodudur. Ama, Hazret-i Ali'nin cihadı ise, savaşmak ile tahakkuk etmiştir. Birinci çeşit cihadın ise daha fazla olacağında şüphe yoktur. Cennete Amel İle Girilmesi Hakkında Mu'tezile İddası Mu'tezile şöyle demiştir: "Âyet, cennet nimetlerinin ancak amel ile elde edileceklerini göstermektedir. Çünkü amel bakımından farklılık, sevab ve fazilet bakımından farklılığı gerektirince işte bu sevabın amel olduğuna delâlet etmiş olur. Hem amel, bir sevabı gerektirmeseydi, o zaman bu sevab (hak edilmiş) bir ecir değil, bir hibe, bağış olmuş oturdu. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak bu mükafaatt, "ecir" olarak adlandırmıştır. Binâenaleyh, bu şekilde hükmetmek bâtıl olur. Mu'tezile'ye şöyle denebilir: "Amel, lizatihi değil de, Şâri-i Hakîm'in o ameli, o mükâfaatı gerekli kılmış olması sebebiyle mükâfaatın sebebidir. Evet, böyle demek niçin caiz olmasın?" Nafile İbadetle Meşgul Olma, Evlenmekten Efdaldir Şâfiîler şöyle demiştir: "Bu âyet, nafile (ibadetlerle) meşgul olmanın, evlenmekten, evlilikle meşgul olmaktan daha olduğuna delalet etmektedir. Çünkü biz, Hak teâlâ', "(Gerçi) Allah hepsine de cenneti va'adetmiştir" buyruğuna dayanarak cihadın farz-ı kifaye olduğnu açıklamıştık. Şayet cihad farz-ı ayn olsaydı, o zaman, Allah tarafından cihada katılmayanlara da cennet va'adedilmezdi. Bu sabit olunca, biz deriz ki, bir grup insan cihadı ifa ettiğinde, cihadın farziyyeti diğerlerinden düşer. Binâenaleyh buna rağmen, o diğerleri de bu cihada iştirak ederlerse, bu hiç şüphesiz nafile ibadetlerden olmuş olur. Sonra Cenâb-ı Hakk'ın, "(fakat) Allah, savaşanlara, oturanların üstünde daha büyük bir mükâfaat va'adetmiştir" buyruğu, yaptığı cihad ister farz, isterse mendub olsun, bütün mücahidlere şamildir. Halbuki nikâhla meşgul olan kimse, cihaddan geri kalmaktadır. Böylece, mendub olan cihadla iştigal etmenin, nikahla iştigal etmeden, evlenmeden daha efdal olduğu sabit olmuş olur. Allah en iyi bilendir. Mü'min Cemaata katılmayıp, Küfür Diyarında kalanların Cezası |
﴾ 96 ﴿