103"Sen de içlerinde bulunup da kendilerine namaz kıldırdığın vakit, onlardan bir kısmı seninle birlikte (namaza) dursun ve silahlarını (yanlarına) alsınlar. Bu suretle secde ettikleri zaman da arka tarafınızda bulunup (düşmana karşı dursunlar). (Bundan sonra) henüz namazını kılmamış olan diğer kısmı gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar, onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O kâfirler arzu ederler ki siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gâül olsanız da üzerinize ani bir baskın yapsalar. Eğer size yağmurdan dolayı bir eziyet (zorluk) olursa veya hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda, size bir vebal yoktur. (Fakat) bütün ihtiyat tedbirlerini alın. Şüphe yok ki Allah, kâfirlere hor ve hakir edici bir azab hazırlamıştır. Artık namazı bitirdiğiniz vakit, ayakta, otururken veya yanlarınız üzerinde iken Allah'ı anın. Sükun ve emniyet haline geldiğiniz vakit ise, namazı dosdoğru kılın. Çünkü namaz mü'minler üzerine, vakitleri belli bir farz olmuştur". Bil ki Cenâb-ı Hak, önceki âyette namazın adet ve kemmiyet bakımından kısaltılması durumunu beyan edince, bu âyette de bu namazın keyfiyyet bakımından durumunu beyan buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır: Bu Namazın Mansuh Veya Peygamberimize Mahsus Olduğu Görüşü Ebu Yusuf ile Hasan İbn Ziyad, korku namazının Hazret-i Peygamber'e has bir fiil olduğunu, başkası için caiz olma- yacağını söylerken; Müzenî bunun, daha evvel bir hüküm olarak sabit olduğunu, sonradan neshedildiğini söylemiştir. Ebu Yusuf, görüşüne delil olarak şu iki hususu ileri sürmüştür; a) Hak teâlâ'nın, "Sen de içlerinde bulunup da kendilerine namaz kıldırdığın vakit..." buyruğunun zahiri, bu namazı kılmanın, içlerinde Hazret-i Peygamber'in bulunması şartına bağlanmış olmasını gerektirir. Çünkü (......) kelimesi şart manasını ifâde eder. b) Namazın şeklini değiştirmek, delilin hilâfına bir hareket tarzıdır. Ancak ne var ki biz bunu, insanların Hazret-i Peygamber'in arkasında kılınan namazın faziletini elde etmeleri için Hazret-i Peygamber hakkında caiz gördük. Ama Hazret-i Peygamber'in dışında kalanlar hakkında ise böyle bir mana söz konusu değildir. Çünkü, ikincisinin peşinde kılınan namazın fazileti, tıpkı birincisinin peşinde kılınan namazın fazileti gibidir. Binâenaleyh, böyle bir durumda namazın şeklini değiştirmeye gerek kalmaz. Ama, diğer fakihler ise şöyle demişlerdir: Bu hüküm, bu âyetin hükmüne göre Hazret-i Peygamber hakkında sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın "O halde ona uyun..." (En'am, 153) emrinden dolayı onun Peygamberin dışında kalanlar hakkında da sabit olması gerekir. Baksana, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini temizlemiş olasın..." (Tevbe. 103) buyruğu, ifade ettiği hükmün, kendisinden sonra ümmetinden hiç kimseye değil de, sadece Peygambere tahsis edilmiş olmasını gerektirmez. Ebu Yusuf'un (......) lafzına tutunmasına da şu şekilde cevap verebiliriz: Bu (......) ifade ettiği mana, şart bulunduğu zaman, meşrutun da bulunmasıdır. Ama şart bulunmadığı zaman, meşrutun bulunmayacağı hususu kabul edilemez. . Ebu Yusuf'un, Peygamberin arkasında kılınan namazın faziletini elde etme gerekçesine tutunmasına gelince, bunun, namazın değiştirilmesinin mubah olması için bir illet olması caiz değildir. Çünkü fazileti talep etmenin, farzın terkini gerektirmesi caiz değildir. Böylece Ebu Yusuf'un bu sözü de cevaplandırılmış olur. Allah en iyi bilendir. Korku Halinde Namazın Eda Edilişi Şekli Korku namazın kılınış şekilleri şöylece izah edilmiştir. İmam, cemaat ikiye ayırır ikiye ayırmış olduğu bu kısımlardan birisinebir rekat namaz kıldırır. Sonra bir rekat namaz kılan kimselerin ne yapacakları hususunda şu görüşler bulunmaktadır: a) bu kısım, bir rekatın sonunda selam verir ve düşmanın karşısına geçerler. Diğer kısım gelir, imam onlara ikinci rekat kıldırır ve selam verir. Bu, korku namazın imam için iki rekat, cemaat için ise bir rekat olduğunu ileri sürenler göredir. Bu görüş İbn Abbas, Cabir İbn Abdullah ve Mücahid'den rivayet edilmiştir. b)imam, o kısma iki rekat namaz kıldırır ve selam verir. Daha sonra, bu kısım düşmanın karşısına geçen; diğer gurup gelir, imam onlara da son iki rekatı kıldırır... bu da Hasan el-Basri nin görüşüdür. c) imam, ilk kısımla birlikte bir rekat namaz kılar; sonra imam bu kısım diğer rekatı kılarak teşehhüde oturup selam verinceye kadar ikinci rekata ayakta bekler. Sonra selam veren bu kısım düşmanın karşısına geçer. Daha sonra ikinci kısım gelir, ikinci rekatta ayakta bekleyen imamla beraber, bir rekat namaz kılar. Sonra imam ikinci kısım ikinci rekatı kılıncaya kadar teşehhüde bekler. Daha sonraysa imam onlara selam verdirir. Bu, Sehi İbn Ebi Husme'nin görüşü olur İmam Şafii'nin de mezhebidir. d) imam, birinci kısma bir rekat namaz kıldırır böylece bu kısımdaki düşmanın karşısına geçerler ikinci kısım gelir, imam onlara geriye kalan namazı kıldırır, böylece bunlarda düşmanların karşısına geçip giderler. Daha sonra ilk kısım geri gelerek, namazlarından geriye kalanı kıraat ile ifa ederek, düşmanın karşısına geçerler. Sonra da ikinci kısım geri gelerek geriye kalan namazların kıraatle ifa ederek aradaki fark şudur: ilk kısım namazın başına yetişmiştir dolayısıyla bunlar imamın arkasında namaz kılanlar hükmündedir. İkinci kısım ise namazın başına yetişmemiştir. Mesbuk kaza etti rekatlar hususunda yalnız başına namaz kılan gibidir. Bu Abdullah İbn Mesud'un görüşü olur, Ebu Hanife nin de mezhebidir. Bil ki, korku namazıyla ilgili pek çokrivayet bulunmaktadır. Bekli de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu namazı maslahata göre farklı zamanlarda onlara bu şekilde kıldırmıştır. Fukaha arasındaki ihtilaf ise, bu namaz şekillerinde hangisinin daha eftal ve ayetin zehirine daha fazla muafık olduğu hususundadır. Bu konuda Vahidi'nin Hanefilerle Münakaşası Vahidî (r.h), "Âyet, Ebu Hanife'nin aldığı rivayetlere aykırıdır" demiş ve bu hususu şu iki yönden izah etmiştir: 1) Allahü teâlâ, ' (Bundan sonra) henüz namazım kılmamış olan diğer kısmı gelip, seninle beraber namazlarını kılsınlar..." buyurmuştur. Bu ifade, ilk kısmın, ikincisi geldiği zaman, namazını kılmış olduğuna delalet eder. Halbuki, Ebu Hanife'ye göre durum böyle değildir. O'na göre ikinci kısım, birinci kısım henüz namazda ve namazlarını bitirmemiş iken geliyor... 2) Hak teâlâ'nın, "seninle beraber namazlarını kılsınlar" buyruğunun zahiri, ikinci kısmın namazının tamamının, imam ile beraber kılındığına delalet etmektedir. Çünkü senin mutlak olarak, "imamla birlikte namaz kıldım" şeklindeki sözün, senin imama, namazın tamamında yetişip, namazı onunla kıldığına delalet eder. Halbuki, Ebu Hanife'nin görüşüne göre durum böyle değildir. Ebu Hanife'nin ashabı ise şöyle demişlerdir: "Çünkü Allahü teâlâ, "Bu suretle secde ettikleri zamanda arka tarafinızda bulunsunlar..." buyurmuştur. İşte bu ifade, ilk grubun namazı bitirmediklerine delalet etmektedir. Ne var ki onlar, bir rekat namaz kılıyor, sonra gözetlemede olanikinci grubun arkasına geçiyorlar..." Vahidî buna şu şekilde cevap vermiştir: "Bu söz, biz hem "secde etme", hem de "arkalarınızda olma" ifadelerini aynı kısım için kabul ettiğimizde söz konusudur. Halbuki, durum böyle değildir. Âyetin ifade ettiği manalar, her iki kısım hakkındadır. Secde, birinci grup için; gözetlemeyi ifade eden, "arkalarında olma" ifadesi de ikinci kısma aittir."Allah en iyi bilendir. Şimdi biz, âyetin tefsirine dönüyor ve şöyle diyoruz: Cenâb-ı Hak "Sen de içlerinde bulunup da, kendilerine namaz kıldırdığın vakit, onlardan bir kısmı seninle birlikte (namaza) dursun" buyurmuştur. Yani, "Ey Peygamber, hem savaşlarda hem de korktuklarında mü'minlerle beraber olur, onlara namaz da kıldınrsan onları iki kısma ayır. Onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursun ve silahlarını da alsınlar... Böylece sen onlara namazlarını kıldır..." demektir. "alsınlar" ifadesindeki vav zamiri, ya namaz kılan, veyahut da bekleyen gruba racidir. Eğer bu zamirin, namaz kılanlara raci olduğu kabul edilirse, bu hususta ulemâ, "Onlar, kılıç ve hançer gibi, kendilerini namazdan alıkoymayacak silahlarını alırlar..." demiştir. Bu böyledir, zira böyle davranmak hem İhtiyatlı olmaya daha elverişli hem de düşmanın kendilerine saldırmasını daha fazla önleyici ve caydırıcıdır. Bu zamirin, namaz kılmayanlara raci olması halindeyse, söyleyecek herhangi bir şey yoktur. Bunun, her iki kısma verilen silah taşıma emri Ha mümkündür. Çünkü bu, ihtiyatlı olmayı daha çok sağlar. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu suretle secde ettikleri zaman da, arka tarafınızda bulunsunlar..." buyurmuştur. Yani, "Namaz kılmayanlar, sizi gözetlemek için, arkanızda bulunsunlar" demektir. Biz, korku namazında imamla beraber kıtınan ilk rekatın emniyyet halinde kılınan namaz gibi olduğunu, farklılığın ise, sadece ikinci rekatta olabileceğini ve alimlerin bu husustaki görüş ve mezheplerini zikretmiştik. Daha sonra Allahü teâlâ, "(Bundan sonra) henüz namazım kılmamış olan diğer kısım gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar..." buyurmuştur. Biz, bu âyetin de Şafiî'nin sözünün doğruluğuna delalet ettiğini beyan etmiştik. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar da İhtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar..." buyurmuştur. Allahü teâlâ uyanık olmayı, tedbirli olmayt savaşçının kullanabileceği bir alet gibi addetmiş, böylece de, o tedbir ile silahtarını, "almak" fiilinde birleştirmiş, böylece her ikisini de alınabilen bir şey kabul etmiştir. Vahidî (r.h), "Bu tabirde namaz kılarken korkan kimsenin, fikrinin bir kısmını, namazın dışındaki şeylerle meşgul edebileceği hususunda bir ruhsat bulunmaktadır" demiştir. Namazda Tedbir ve Silah Alma Emri İmdi eğer, "Cenâb-ı Hak, niçin ilk âyette, sadece "silahlarını" ; burada da, "ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını" kelimelerini zikretmiştir?" denilirse, biz deriz ki; Namazın başında, düşman müslümanların namazda olduklarını pek nadir olarak sezebilir; aksine, müslümanların savaşmak için kıyama durduklarını zanneder. Ama ikinci rekatta ise, kâfirler, müslümanların namazda olduklarını, daha fazla sezer ve hissederler. İşte bu durumda, onlara saldırmak için fırsat kollarlar. Bu sebeple de Cenâb-ı Hak, bu durumda daha fazla tedbir alınması gerektiğini belirterek, "onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar..." buyurmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak, "O kâfirler arzu ederler ki, siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olasınız da, saldırarak üzerinize ani bir baskın yapsalar..." buyurmuştur. İbn Abbas ve Cabir'den şu rivayet edilmiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabına öğlen namazını kıldırmıştı. Müşrikler bunu gördüklerinde, hemen "Biz bunlara saldırmadığımız için, ne kadar yanlış bir iş yaptık!" demişler ve müslümanlar başka bir namazı eda ederlerken, artık saldırmaya karar vermişlerdi. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ, nebisini, bu âyet ile onların sırtarına muttali kılmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer size yağmurdan dolayı bir eziyyet (zorluk) olursa veya hasta olursanız, silahlarınızı koymanızda, size bir vebal yoktur" buyurmuştur. Bu, "Kendisine ya yağmur isabet edip paslanıp körleneceği için; yahut kimi silahlar bez veya benzeri şeylerle kaplı olup, su ile ıslandığında onu taşıyana ağır geleceğinden; veyahut da, kişi hasta olup, silahını taşımak ona zor geleceğinden dolayı, silahı taşıması mümkün olmazsa, işte bu gibi hallerde o kimse silahını yere koyabilir" demektir. - Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Fakat) bütün ihtiyat tedbirlerini alın" buyurmuştur. Bu, "Cenâb-ı Hak, mü'minlere, yağmur yağması veya hasta olmaları halinde, silahlarını yere bırakmalarına müsaade edince, düşmanlar, müslümanların silahlarını yere bırakmalarını ganimet bilip, onlara saldırma hususunda bir imkân ele geçirdikleri için, saldırmaya cür'et edemesinler diye, o müslümanlara ikinci kez uyanık olmalarını, korunmalarını ve iyice tedbirli olup sakınmalarını emretmiştir" demektir. Bu ifadeyle İlgili birkaç mesele vardır: Silah Almanın Vecip Olup Olmadığı Cenâb-ı Hakk'ın, âyetin başındaki "silahlarını (yanlarına) alsınlar" sözü bir emirdir. Emrin zahiri vücub ifade eder. Binâenaleyh bu, silahlarını yanlarına almalarının vacib olmasını gerektirir. Sonra bu husus, bir başka delil ile de güç kazanmıştır ki, bu delil Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer size yağmurdan dolayı bir eziyyet (zorluk) olursa veya hasta olursanız, silahlarınızı koymanızda, size bir vebal yoktur" buyruğudur. Cenâb-ı Hak bu buyruğunda, silahları taşımamanın günah olmaması halini, bu aynı ayette belirtilen iki duruma tahsis etmiştir ki, işte bu, bu iki durumun dışında kalan hallerde silahı taşımama sebebiyle bir mes'uliyyet ve günahın bulunmasını gerektirir. Bazı alimler, bunların silahlarını almalarının bir sünnet-i müekkede olduğunu söylemiştir, ama daha doğru olan, bizim beyan ettiğimiz gibi, bunun vacib olduğudur. Sonra bu hususta şart olan, kişinin, mümkün mertebe pis ve necis olan bir silahı taşımaması ve mızrağını da safın bir tarafına bırakmasıdır; netice olarak silahını, hiçkimsenin bir zarar görmeyeceği biçimde taşıması gerekir. "Nazm" sahibi olan Ebu Ali el-Cürcanî şöyle demiştir: "Hak teâlâ'nın "(Fakat) bütün ihtiyat tedbirlerini alın" buyruğu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in korku namazını, tedbirli ve düşmanın tuzağından gafil olmaksızın kılmasının caiz olduğuna delalet etmektedir. Kur'an'ın, esasen burada te'kid etmek istediği husus, "İhtiyatlı ve tedbirli olmak" keyfiyetidir. Çünkü o günde düşman, Zatu'r-rika denilen yerde bulunup, kıbleye yönelik idi. Müslümanlar ise, kıbleyi arkalarına altmışlardı. Onlar, kıbleye her döndüklerinde, düşmanlarını arkalarında bırakmış oluyorlardı. İşte bu sebeple müslümanların iki kısma ayrılmaları emredilmişti. Bir kısım düşmanla yüz yüze iken, diğer kısım peygamberle beraber kıbleye yönelmişlerdi. Ama Hazret-i Peygamber, Asefan ve Batn-ı Nahl'de bulunduğu zaman, ashabını İki kısma ayırmamıştı. Çünkü burada, düşmanın sırtı kıbleye doğru, müslümanların yüzü ise kıbleye dönük idi. Bu sebeple müslümanlar, namaz kıldıklarında da, düşmanı görüyorlardı. Bu sebeple de, sadece secde ederken, gözetlenmeye ve korunmaya ihtiyaç hissediyorlardı. Binâenaleyh, hiç şüphesiz birinci saf secde ederken, ikinci saf onları bekliyordu. Birinci saf secdeyi yapıp ayağa kalktığında geriye çekiliyor, ikinci saf ise öne geçerek secde ediyordu. Böylece de, birinci saf ayakta olarak, ikinci saffı gözetliyordu. İşte bu sebeple, bizim de bahsettiğimiz gibi, Cenâb-ı Hakk'ın "(Fakat) bütün ihtiyat tedbirlerini alın" emri bütün bu vecihlerin caiz olacağına delalet etmektedir. Âyetten muradın, bizim bahsetmiş olduğumuz şey olduğunun delili ise şudur: Şayet biz âyeti bu manaya almazsak, hem faydasız bir tekrar olacak, hem de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Asefan ve Batn-ı Nahl'deki tatbikatı, Kur'an nassının hilafına olacak ki, bu caiz değildir. Allah en iyi bilendir." Mu'tezile şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, tedbir almayı emretmiştir. İşte bu, kulun bir şeyi yapmaya, yapmamaya ve her çeşit tedbir almaya kadir olduğuna delalet eder. Ki bu da, kulun fiillerinin Allah tarafından yaratılmadığını gösterir. Mu'tezile'nin bu görüşüne. de, "sizin bu görüşünüz, ilim ve sebep (dâî) meselesiyle çelişki teşkil eder" diyerek cevap veririz. Allah en iyi bilendir. Gelmesi Kuvvetle Muhtemel Olan Tehlikelerden kaçınmanın Farziyeti Âyet, düşmandan sakınmanın vacib olduğuna delalet eder. Binâenaleyh bu da, olması zann-ı galib ile beklenen her türlü zarardan sakınmanın vacib olduğuna delâlet eder. İşte bu metodla, hastalıklara ilaç ve el ile müdahale etmenin; vebadan ve yıkılmaya yüz tutmuş duvarın altında oturmaktan kaçınmanın vacib olduğu ortaya çıkar. Allah, en iyi bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki Allah, kâfirlere hor ve hakir edici bir azab hazırlamıştır" buyurmuştur. Bu ifade hakkında şöyle bir soru yöneltilebilir: Allahü teâlâ'nın tedbir almakla ilgili emri, O'nun "şüphe yok ki Allah, kâfirlere hor ve hakir edici bir azab hazırlamıştır" buyruğuna nasıl uygun düşer? Cevap: Allahü teâlâ, düşmana karşı tedbir almayı emredince, bu, düşmanın çok güçlü kuvvetli olduğu vehmini vermiştir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, müslümanların kalbleri güç kazansın; tedbir almakla ilgili emrin düşmanın güçlü ve heybetli olmasından ötürü değil, mü'minlerin kalblerine düşen korkudan dolayı olduğunu bilsinler de, böylece kendilerine yardım etmesi ve muvaffak kılması hususunda Allah'a yalvarıp yakarsınlar diye, kâfirleri hor hakir kılacağını, onları yardımsız bırakacağını ve kesinlikle onlara yardım etmeyeceğini haber vererek, bu vehmi izale etmiştir. Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın, "Ey iman edenler, bir düşman topluluğuna rastladığınız vakit sebat edin ve Allah'ı çok anın. Ta ki, umduğunuza kavuşasınız" âyetidir. Ayakta, Oturarak ve Yanüstü Zikretmenin Manası Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Artık namazı bitirdiğiniz vakit ayakta, otururken veya yanlarınız üzerinde iken, Allah'ı anın..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak da şu iki açıklama yapılmıştır: a) "Korku namazını ifa ettiğinizde, bütün hallerde Allah'ı zikretmeye devam ediniz... Çünkü, korku ve düşmana karşı tedbir almak gibi içinde bulunduğunuz böyle haller, Allah'ı zikre devam etmeye ve O'na yalvarıp yakarmaya uygun hallerdir." b) Burada bahsedilen "zikir"den murad, namazdır. Yani, "At koşturup kılıç sallamakla meşgul iken ayakta olarak; ok atmakla meşgul iken oturarak; çokça yaralanıp, böylece de yere düştüğünüzde, yan üstü yatarak namazlarınızı kılınız. Siz, harb sona erdiğinde, sükun ve emniyet içinde bulunduğunuzda ise, "namazlarınızı dosdoğru kılın ve koşar vaziyette kılmış olduğunuz namazları kaza ediniz..." demektir. Bu mana, namaz vakti girdiğinde, koşar vaziyette iken savaşan kimseye, namazın farz kılınmış olması; savaşan kimseler emniyet ve sükun haline ulaştıklarında da daha önce kılmış oldukları namazı kaza etmelerinin gerekli olduğu şeklindeki Şafiî'nin görüşüne delaleti açıktır. Ancak ne var ki, bu görüşün benimsenmesi halinde bir müşkil ortaya çıkar ki, bu da âyetin takdininin, "Namazı bitirdiğinizde, namaz kılın..." şeklinde olmasıdır. Halbuki böyle bir şey uzak bir ihtimaldir. Zira, "zikir" lafzını namaz manasına almak mecazi bir ifade olup, zaruret olmadıkça da mecaza başvurulmaz. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Sükun ve emniyet haline geldiğiniz vakit ise, namazı dosdoğru kılın" buyurmuştur. Bil ki, bu âyetten önce iki hüküm geçmiştir: a) Namazın nasıl kısaltılacağı hükmü ki, bu yolcunun namazıdır. b) Korku namazı... Sonra Cenâb-ı Hakk'ın "Sükun ve emniyet haline geldiğiniz vakit" ifadesi, bu iki halin zıddı olan manaya muhtemeldir. Binâenaleyh, bu itminandan muradın, insanın yolculuğunun sona ererek mukim olması ve bu manaya göre de takdirin, "Mukim olduğunuzda, namazı kısaltmaksızın tam olarak kılın!" şeklinde olması muhtemel olduğu gibi; bu itminandan maksadın, insanın kalbinin sürekti endişe içinde kalmayıp, aksine korkunun zail olması sebebiyle gönlün sükuna ermesi gibi, kalbin de sükuna ereceği şeklinde olması da muhtemeldir. Bu takdire göre mana, "korkunuz gittiği zaman, namazınızı bildiğiniz hale göre dosdoğru kılın ve onun hal ve şeklinden hiçbir şeyi değiştirmeyin..." şeklinde olur. Sonra Cenâb-ı Hak, namazın kısımlarını iyice açıklayıp, önce yolcunun namazını, peşine korku namazını zikredince, bu âyeti "Çünkü namaz, müminler üzerine, vakitleri belli bir farz olmuştur" buyruğuyla bitirmiştir. Bu ifadedeki "kitap" kelimesi ile "yazılmış şey" manası kasdedilmiştir. Buna göre sanki (......) denilmiştir. Sonra (......) kelimesinden, vakf yapılınca "ha" harfine dönüşen ta harfi hazfedilmiştir. Bu tıpkı, masdar olan bir kelimenin, ism-i mef'ul manasına kullanılması gibidir. Burada masdar olan "kitap" kelimesi müzekkerdir. Ayette geçen "mevkut", "O namaz onlara belli vakitlerde yapılmak üzere" demektir. Nitekim (......) ve (......) (Onun için bir vakit tayin etti) denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, (Mürselat, 11) âyeti, (......) şeklinde şeddesiz olarak da okunmuştur. Namaz Vakitlerinin Bildirildiği Âyetler Bil ki Allahü teâlâ, bu âyette namazların belli vakitler için farz kılındığını beyan etmiş, ancak bu vakitleri burada mücmel zikredip başka âyetlerde açıklamıştır. Bu âyetlerin sayısı beştir: Birincisi: Allahü teâlâ, "Namazlara ve orta namaza devam edin" (Bakara. 238) buyurmuştur. Bu ifadedeki "namazlar" kelimesi, (en azından) üç namazın farz olduğuna delalet eder; "Ve orta namaza..." ifadesi ise, orta namazın o üç namazdan biri olmasına manidir. Aksi takdirde bu, (lüzumsuz) bir tekrar olmuş olurdu. Binâenaleyh namazların sayısının üçten fazla olması gerekir. Farz namazların dört tane olması caiz değildir. Aksi halde, namazlar içinde "orta" sayılacak bir namaz bulunmaz. Binâenaleyh "orta namaz "in bulunabilmesi için, bunların sayısının beş tane olması gerekir. Âyet farz namazların beş tane olduğuna delalet ettiği gibi vitir namazının farz olmadığına da delalet eder. Aksi halde farz namazların sayısı, altıya çıkmış olur ki, bu durumda da "orta namaz" bulunamaz. Binâenaleyh âyet, farz namazların beş tane olduğuna delalet edip, bunların vakitlerine delalet etmemektedir. İkincisi: Hak teâlâ, "Güneşin (zeval vaktinde) kayması anından, gecenin kararmasına kadar güzelce namaz kıl. Sabah namazını da (Öylece eda et)" buyurmuştur. Binâenaleyh güneşin zeval vaktinde kaymasından, gecenin karanlığının basmasına kadar olan zamanda kılınması gereken farz namaz, öğle ve ikindi namazlarıdır. Karanlığın basmasından fecr-i sadığa kadar olan zamanda kılınması gereken farz namaz, akşam ile yatsı ve fecir vaktinde kılınacak farz namaz ise sabah namazıdır. Bu âyet, öğle ile ikindi namazlarının, tek bir vakti; akşam ile yatsı namazlarının da tek bir vakti olduğu zannını vermektedir. . Üçüncüsü: Hak teâlâ, "Haydi akşama girerken, sabaha ererken Allah 'ı tenzih edin (namaz kılın)" (Rum, 17) buyurmuştur. Bundan murad, gündüzün iki ucunda olan sabah ve akşam namazıdır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Göklerde ve yerde hamd o (Allah'a) aiddir. Gündüzün nihayetinde de, öğle vaktine vardığınız zaman da (Allah'ı tenzih et namaz kıl)" (Rûm, 18) buyurmuştur. Bu âyetteki ifadesi ile, tamamen geceleyin kılınan yatsı namazı kastedilmiştir; "Öğle vaktine vardığınız zaman" ifadesi ile de, tamamen gündüzün kılınan öğle namazı kastedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "akşama girerken, sabaha ererken..." diyerek, gece kılınan namazı gündüz kılınan namazdan önce zikrettiği gibi, "Gündüzün nihayetinde de. Öğle vaktine vardığınız zaman da (namaz kılın)" diyerek gece kılınan namazı gündüz kılınan namazdan önce zikretmiştir. Binâenaleyh böylece bu âyette zikredilen namazların sayısı dört olmuştur. İkindi namazına gelince, Cenâb-ı Hak onu, şeref ve kıymetini göstermek için, "Asr'a yemin olsun ki..." (Asr, 1) diye tek olarak zikretmiştir. Dördüncüsü: Allahü teâlâ, "Gündüzün iki tarafında, gecenin de yakın saatlerinde dosdoğru namaz kıl" (hûd, 114) buyurmuştur. Âyetteki, "Gündüzün iki tarafı" tabiri, sabah namazı ile ikindi namazının farziyyettni gösterir. Çünkü her ne kadar sabah namazı gündüzün birinci (başlangıç) tarafı henüz meydana gelmeden ve ikindi namazı da gündüzün ikinci (son) tarafı henüz meydana gelmeden önce bulunuyor ise de, bu iki namaz, gündüzün iki ucunda yer almış gibidir. Âyetteki "gecenin de yakın saatlerinde..." tabiri, akşam ve yatsı namazlarının farziyetini gösterir. Bazı alimler bu âyeti, Vitir namazının vacib olduğuna delil getirerek şöyle demişlerdir: "Âyette geçen "zülefen" (yakın saatler)kelimesi, azından üç sayısını ifade eder. Binâenaleyh âyetteki "gecenin yakın saatlerinde..." ifadesi ile tam amel etmiş olmak için, gece kılınan namazların sayısının üç olması gerekir. Beşincisi: Allahü teâlâ, "Güneşin doğmasından evvel ve batmasından evvel Rabbini hâmd ile tesbih et. Gecenin bir kısım saatlerinde de tesbih et" buyurmuştur. Âyetteki "Güneşin doğmasından evvel ve batmasından evvel" tabiri sabah ve ikindi namazlarına işarettir. Bu tıpkı, "Gündüzün İki tarafında, gecenin de yakın saatlerinde dosdoğru namaz kıl" (Hûd. 114) âyeti gibidir. Bir önceki âyetteki "Gecenin bîr kısım saatlerinde..." ifadesi de, akşam ve yatsı namazlarına işarettir ki bu, "Gecenin de yakın saatlerinde" tabiri gibidir. Vitir namazının vacib olduğunu söyleyenler, âyetteki "gecenin de yakın saatlerinde" tabirini delil getirdikleri gibi, aynı hususta, "gecenin bir kısım saatlerinde" ifadesini de delil getirmişlerdir. Çünkü "gecenin bir kısım saatleri" tabiri, çoğul bir lafızdır ve bunun ifade ettiği en az sayı da üçtür. İşte, beş vakit namazın vakitlerini gösteren âyetler bunlardan ibarettir. Namaz Vakitlerinde Bulunan Hikmetler Bil ki farz namazların bu beş vakit ile belirlenmesi aklî bakımdan da son derece güzeldir. Bunun izahı şöyledir: Âlemde bulunan herşeyin beş mertebesi vardır: a) Meydana gelme ve varlık âlemine girme mertebesi... Bu tıpkı, insanın doğup, belli bir zamana kadar büyümesidir. İşte bu müddet, neşv-ü nema (büyüyüp gelişme) çağı diye ifade edilir. b) Bekleme (durma) safhası... Bu da, o şeyin artıp eksilmeden kemal üzere devam ettiği zamandır. İşte buna da gençtik çağı denir. c) Olgunluk mertebesi.... Bu ise, insanda birtakım gizli noksanlıkların belirmeye başlamasıdır. İşte bu merhaleye de "olgunluk (kühûlet) çağı" denir. d) İhtiyarlık mertebesi... Bu da, ölüp yok oluncaya kadar, insanda çok belirgin bir şekilde bazı noksanlıkların meydana çıkmasıdır. Bu merhale de "ihtiyarlık çağı" diye ifade edilir. e) İnsanın, ölümünden sonra, bir müddet eser ve izlerinin devam edip, Kıyamet ile onların da tamamen yok olup kaybolması ve dünyada hiçbir eser ve haberinin kalmaması mertebesi... İşte bu beş mertebe, ister insan, ister insan dışındaki canlı ve bitki olsun, bu alemde meydana gelen her varlık için söz konusudur. Mesela güneş için de, doğup batması sebebi ile, bu beş merhale meydana gelir. Çünkü güneş doğarken, hali, yeni doğan bir çocuğun hali gibidir. Sonra o, gitgide yükselir, ışıkları güçlenir ve gökyüzünün ortasına varıncaya kadar sıcaklığı iyece hissedilir. Böylece o, işte bu noktada bir saat kadar yürür ve ufka doğru inmeye başlar. İkindiye kadar, hemen hissedileni iyen noksanlıklar belirir. İkindiden itibaren ise, bu noksanlıkları iyice belirmeye başlar, hatta hem ışığı hem de ısısı iyice zayıflar. Sonra tamamen batana kadar, bu noksanlıklar artar. Battıktan sonra da bir müddet, batı ufkunda izleri sürer ki buna "şafak" (gurub) denir. Daha sonra bu izler tamamen kaybolur ve güneş, bu alemde hiç bulunmamış gibi olur. Güneş için bu beş merhale söz konusu olup, bunlar da sadece Allah'ın yapabileceği harikulade şeyler olunca, Cenâb-ı Hak, bu beş halin her birinde ve herbiri için bir namaz farz kılmıştır. Binâenaleyh güneşin doğmaya başlarken, gecenin o karanlığının zail olup, ışığın meydana gelmesi; adeta bir ölüm demek olan uykunun gidip, bir yeniden doğuş demek olan uyanıklığın meydana gelmesi sebebi ile, gerçekleşen büyük nimete bir şükür olsun diye, sabah namazını; güneş gökte iyice yükselip, artık inmeye yüz tutunca, Yaratana ve ulvî ve süflî kütlelerin hallerini, birbirine zıt hallerin birinden diğerine çevirmeye kadir olana ta'zim için de öğle namazını farz kılmıştır. Böylece güneş iyice yükselip en yüksek noktasına vardıktan sonra, aşağı doğru inmeye başlayıp, olgunluk çağına, yani kendisinde birtakım gizli noksanlıkların belirmeye başlaması merhalesine gelip, sonra da bu olgunluk çağı sona erip, ihtiyarlık çağı başlayınca, Allah ikindi namazını farz kılmıştır. İmam Şafiî'nin, "İkindi namazının ilk vakti, herşeyin gölgesinin iki misli olduğu zamandır" demesi, ne kadar güzel ve isabetlidir. Çünkü artık bu vakitten itibaren, güneşte apaçık zayıflamalar belirmeye başlar. Baksana, öğle namazının ilk vaktinden, ikindi vaktine kadar olan zaman içinde, Şafiî'nin görüşüne göre, herşeyin gölgesi ancak, kendisinin boyu kadar olur. Daha sonra az bir zamanda, gölgeler iki misli olur. Bu da, birşeyin gölgesinin kendisinin boyu kadar olduğu zamandan itibaren, güneşin, kendisinde apaçık birtakım noksanlıkların belireceği merhaleye girdiğini gösterir. Sonra güneş batınca, onun bu hali, insanın ölümüne benzer. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu durumda da akşam namazını farz kılmıştır. Daha sonra güneşin battığı yerdeki gurub kaybolup, güneşin izleri iyice silinip, dünyada hiçbir izi ve eseri kalmadığı zaman ise, Allahü Teâlâ yatsı namazının kılınmasını farz kılmıştır. Binâenaleyh bu beş vakit içerisinde beş vakit namazın farz kılınmasının, aklî kanunlara ve hikmet düsturlarına da uygun olduğu sabit olur. Allah, kendi fiillerinin sırlarını en iyi bilendir. |
﴾ 103 ﴿