122"Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği kimse için bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, muhakkak ki uzak bir sapıklıkla sapmıştır. Onlar O (Allah'ı) bırakırlar da yalnız dişilere taparlar, (böylece) o çok inadcı bir şeytandan başkasına tapmış olmazlar. Allah onu rahmetinden kovdu. O da (şöyle) dedi: "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir nasib edineceğim, onları behemehal saptıracağım, onları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım, onlara kat'iyyen emredeceğim de davarların kulaklarını yaracaklar, onlara muhakkak emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler." Kim Allah'ı bırakarak şeytanı dost edinirse, şüphesiz açıktan açığa büyük bir ziyana düşmüştür. (Şeytan) onlara va'ad eder, onları olmayacak kuruntulara düşürür. Şeytanın kendilerine va'ad ettiği şeyler ise aldatmadan başka birşey değildir. İşte onlar (böyle). Onların varacakları yer cehennemdir. Oradan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır. İman edip de sâlih ameller yapanlara (gelince), biz onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere, içlerinde Mebedi kalıcı olarak sokacağız. İşte Allah'ın dosdoğru bir va'adi... Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir". Âyetinin Tekrarındaki Faydalar Bil ki bunlardan ilk âyet, bu surede bir kere daha geçmişti. Bu tekrarda şu iki fayda vardır: Birinci fayda: Kur'ân-ı Kerim'de gerek va'ad, gerekse va'îd âyetleri, umûmî durum itibariyle birbirinden farklıdır. Allahü teâlâ, hiçbir va'id âyetini aynı lafız ile iki kere tekrar etmemiştir. Fakat bu âyeti, affına ve mağfiretine delâlet etsin diye aynı surede aynı lafız ile iki kere zikretmiştir. Âlimler tekrarın, manayı te'kidden başka hiçbir faydası olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. İşte bu da Allahü teâlâ'nın va'ad ve rahmet tarafını iyice te'kîd ettiğini gösterir ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın va'adini, va'îdinden üstün tutmuş olduğunun ifadesidir. İkinci fayda: Daha önce geçen âyetler, o zırh çalan kimse hakkında nazil olmuştur. "Kim, peygambere muhalefet ederse.." (Nisa, 115) âyeti de, bu hırsızın mürted olduğu hususunda nazil olmuştur. Binaenaleyh bu âyetin, geçen âyetlerle ilgisi ancak şu manada olması halinde güzel olur: "Şayet o hırsız mürted olmasaydı, rahmetimden mahrum olmazdı"Ancak ne var ki, o irtidâd edip Allah'a şirk koşunca, Allah'ın rahmetinden uzak kalan mahrum bir kişi olmuş olur. Allahü teâlâ işte bu hususu, şirkin kendi katında çok büyük bir günah olduğunu açıklayarak te'kîd etmiş ve, "Kim Allah'a şirk koşarsa, muhakkak ki uzak bir sapıklıkla sapmıştır" buyurmuştur. Bu, "Kim Allah'a şirk koşmaz ise, onun sapıklığı uzak bir sapıklık olmaz. Binaenaleyh böylece de, rahmetimden mahrum olmaz" demektir. İşte bu münasebetler, ister tevbe yapılsın, ister yapılmasın, âyetin gösterdiğine göre, şirk dışındaki günahların kesinlikle atfedilebileceğine kat'î olacak delalet etmektedir. Sonra Hak teâlâ, şirkin pek büyük boyutlu bir sapıklık olduğunu bildirdikten sonra, "Onlar, yalnız dişilere taparlar, (böylece) o çok inada bir şeytandan başkasına tapmış olmazlar. Allah o şeytanı rahmetinden kovdu (lanetledi)" buyurmuştur. Bu âyette yer alan (......) lafızları, olumsuz mana ifade ederler. Bunun bir benzeri de, "Andolsun ki ehl-i kitaptan herbiri, ölümünden evvel, ona mutlaka iman edecektir" (Nisa. 159) âyetidir. Âyette yer atan, (çağırırlar, dua ederler) kelimesi, "ibadet ederler" manasınadır. Çünkü bir şeye tapan kimse, ona muhtaç olduğu zaman, ona dua eder. Bu âyetteki "Yalnız dişilere" tabiri hakkında şu izahlar yapılmıştır. â) Bundan murad, onların putlarıdır. O müşrikler putlarını, dişi isimleri ile adlandırırlardı. Bu, tıpkı onların Lât, Uzza ve bir üçüncüsü olan Menat putları gibidir. Lât, "Allah" kelimesinin müennesi, Uzzâ, "Aziz" kelimesinin müennesidir. Hasan el-Basrî, "Araplardan her kabilenin, kendisine taptığı bir putu vardı. Onlar o putlarına, "Falancaoğullarının dişisi" derlerdi" demiştir. Bu izahın doğruluğuna, Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnhâ)'nin, bu ifadeyi "yalnız putlara taparlar" şeklindeki kıraati ile, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, "Yalnız putlara" şeklindeki kıraati de delâlet etmektedir. İbn Abbas'ın bu kıraatindeki (......) kelimesi, tıpkı (aslan) kelimesinin (aslanlar) şeklinde cemî oluşu gibi (......) kelimesinin çoğuludur. Aslı olan bu çoğul kelimedeki zammeli vâv harfi, elife çevrilmiştir. Bu tıpkı, aslı (......) olan fiilin, âyet-i kerimede (......) şeklinde gelmesi gibidir. Zeccâc, (......) kelimesinin aslının, (......) olması, birinci zammenin peşisıra bir zamme getirilmiş olmasının caiz olduğunu söylemiştir. b) Bu tabir, "Yalnız ölülere taparlar" manasındadır. Ölülerin, "dişiler" diye ifade edilmesinin şu iki şekilde izahı yapılabilir: 1) Ölü, (cansız) şeylerden haber vermek, dişilerden haber verme gibi olur. Bu, senin "Şu kadın benim hoşuma gidiyor" dediğin gibi, aynı sîga ile "Şu taşlar benim hoşuma gidiyor" demen gibidir. 2) Dişi, erkekten; ölü, diriden daha az değerdedir. İşte bundan dolayı cansız varlıklara "dişi" isimler vermişlerdir. c) Müşriklerin bir kısmı meleklere tapıyor ve onların Allah'ın kızları olduklarını söylüyorlardı. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Ahirete iman etmeyen o insanlar, meleklere dişi ismi takarlar" (Necm. 27) buyurmuştur ki bu, "yerin, göğün ve bu ikisi arasında bulunan herşeyin yaratıcısına, dişi isimler verdikleri cansızları ortak koşandan, daha cahil kim olabilir?" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Halbuki o çok inada şeytandan başkasına tapmış olmazlar" buyurmuştur. Müfessirler, bu putların herbirinin içinde, kendilerine hizmet (ibadet) eden insanları görüp, onlara konuşan bir şeytan bulunduğunu söylerlerken; Zeccâc bu âyetten sonraki, "O da (şöyle) dedi: "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir nasib edineceğim" âyetinin delâleti ile, burada geçen şeytanın iblis olduğunu, hiç şüphesiz bu sözü iblisin söylediğini ve o putları tapanları görüp konuşanın da yine iblis olması ihtimalinin uzak olmadığını söylemiştir. Âyette geçen "merîd" kelimesi, "taattan iyice uzak olma" manasında, "isyanda (azgınlıkta) ileri giden" demektir. Nitekim böylesi kimselere, "marid" ve "merîd" denilir. Yine Zeccâc, üzerinde birşey olmayan dümdüz duvar manasında yaprakları tamamen dökülmüş olan ağaç manasında sakal mahalli dümdüz ve parlak olduğu için, sakalı çıkmayan kimseye de (......) denildiğini; binaenaleyh taatten iyice uzak olan kimseye de, taattan iyice soyunmuş ve taatten kendisine birşey bulaşmamış olduğu için "merîd" ve "marîd" denildiğini söylemiştir. Şeytanın Kullardan Nasib Edinmesinin Manası Daha sonra Cenâb-ı Hak Allah onu rahmetinden kovdu. O da (şöyle) dedi: "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir nasib edineceğim" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili iki mesele vardır: Keşşaf sahibi, bu âyetteki ifadelerinin, Allah'ın laneti ile bu kötü söz arasını birleştiren, "inadcı (merîd) şeytan" manasında olmak üzere, birer sıfat olduğunu söylemiştir. Bil ki burada şeytan, birtakım şeyleri iddia etmiştir. Bunlardan birincisi, şeytanın "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen (mefrûd) bir nasib edineceğim" sözüdür. Arapça'da fard, kesmek manasınadır. Nehrin bir kenarında olan koya da, denilir. Yine yay üzerinde, kirişin bağlandığı çentiğe (......), Allah'ın mazeret yollarını kesmek için, kullarına farz ve mecbur kıldığı şeylere de (......) denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlara bir fariza (mehir) belirlemiş olursanız.." (Bakara. 237) âyeti de böyledir. Bu, "malınızdan onlar için bir parça kesip ayırırsanız.." demektir. Bunu iyice anladığına göre biz deriz ki, bu âyetin manası şöyledir: "Allah'ın laneti üzerine olasıca şeytan, bu durumda, "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir miktar, bir pay edineceğim" dedi. İşte şeytanın kendisine pay edindiği o muayyen miktar, onun izinde gidip, vesveselerine uyan kimselerdir. Bu âyetin tefsiri hususunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Her bin kişiden biri Allah'ın, diğerleri de insanların ve İblisin (hissesidir)." Buna göre eğer, "Gerek naklî gerekse aklî delil, şeytanın ordusunun, sayıca Allah'ın taraftarlarından daha çok olduğunu göstermektedir. Bu hususta naklî delil, Allahü teâlâ'nın, "birazınız müstesna, muhakkak şeytana uyup gittiniz" (Nisa, 83); yine Allahü teâlâ'nın, şeytandan hikâye ederek buyurmuş olduğu, "...Onun zürriyetini birazı müstesna olmak üzere, behemehal kendime bendederim" (isra, 62) ve "Dedi: "Senin izzetine andederim ki ben de artık onların hepsini muhakkak azdıracağım. İçlerinden ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna..." (Sâd, 82-83)âyetleridir. Hiç şüphe yok ki, ihlâslı olanlar azdırlar. Aklî delil ise şudur: Fâsıklar ve kâfirler, ihlâslı mü'minlerden sayıca daha fazladırlar. Fâsık ve kâfirlerin, iblisin ordusu olduğunda şüphe yoktur. Bu böyle olunca biz deriz ki, "Nasîb kelimesi, ekseriyeti teşkil eden kısmı içine almayıp, aksine daha azını içine aldığı halde, daha niçin şeytan, "O da (şöyle) dedi: "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir nasîb edineceğim" demiştir?" Cevap: Bu farklılık ancak, beşer türüne göredir. Son derece çok oldukları halde melekler zümresi mü'minlere eklendiğinde, çoğunluk, ihlâslı mü'minler için söz konusu olur. Hem yine mü'minler, sayıca her ne kadar az iseler de, onların Allah katındaki makam ve mevkileri son derece büyüktür. Halbuki kâfirler ve fâsıklar, her ne kadar sayıca çok iseler de, onlar yok gibidirler, bir hiçtirler. İşte bu sebepten dolayı, iblisin taraftarlarına "nasîb" ismi ıtlak edilmiştir. Saptırma Konusunda Mu'tezile İddiasına Cevap İkincisi, şeytanın "onları behemehal haktan saptıracağım" sözüdür. Mu'tezile şöyle demiştir: "Bu âyet, bizim usûl ve kaidelerimizden iki büyük esasa delâlet etmektedir: Birinci esas: "Saptıran, şeytan olup, Allah değildir..." Sözlerine devamla şöyle derler: "Biz, âyetin, "saptıranın şeytân olduğuna" delâlet ettiğini söyledik." Çünkü şeytan bunu iddia etmiş, Allahü teâlâ da, onu bu hususta tekzîb etmemiştir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların hepsini muhakkak azdıracağım..."(Sad, 82), "...onun zürriyetini, birazı müstesna olmak üzere behemehal kendime bendederim" (İsra, 62) ve "...andolsun ki, onlar(ı saptırmak) İçin senin doğru yolunda oturacağım" (Araf, 16) âyetleridir. Hem Cenâb-ı Hak, o şeytanı, onu zemmetme sadedinde, "insanları saptıran" diye tavsif etmiştir. İşte bu da, Allah'ın bu saptırma işiyle tavsif edilmiş olmasına mânidir. İkinci esas: "Ehl-i sünnet, "saptırmak, küfrü ve sapıklığı yaratmaktan ibarettir" dedikleri halde, biz saptırmanın, küfür ve sapıklığı yaratmaktan ibaret olmadığını söylüyoruz. Bunun delili ise, İblisin, sapıklığı yaratmaya kadir olamıyacağı hususunda icma'nın bulunmasının yanında, kendisini "saptırıcı" olarak vasfetmiş olmasıdır." Mu'tezile'nin bu görüşüne şu şekilde cevap verilir: Bu, İblisin sözüdür. Binaenaleyh bir delili olamaz. Hem bu meselede iblisin sözü, cidden kararsızdır. Bazen sırf kaderciliğe meyleder. Bu onun, "ben de artık onların hepsini muhakkak azdıracağım" (Sâd. 82) ifadesinden anlaşılmaktadır. Bazan mutlak cebre temayül etmektedir. Bu da onun, "Ey Rabbim, beni azdırmış olduğun için..." (Hicr. 39) sözünden anlaşılmaktadır. Bazan da bu hususta mütereddit olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü o, "Ey Rabbimiz, İşte bunlar bizim azdırdığıma kimselerdir. Kendimiz nasıl azmışsak, onları da öylece azdırdık" (Kasas, 63) demiştir Yani, "o kâfirler, bizim (biz şeytanların) onları azdırdığımızı söylemektedirler... O halde, bizi dinden kim uzaklaştırdı?" Binaenaleyh, bütün bunların âhirette, Allah'da son bulması gerekir. Şeytanın Kuruntularla Oyalaması Üçüncüsü: Onun, "Onları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım.." sözüdür. Bil ki, o, insanları saptıracağını iddia edince, "Onları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım" demiştir. Bu da, saptırması hususunda, insanların kalblerine kuruntular atmaktan daha kuvvetli bir çaresinin bulunmadığını ihsas etmektedir. Kuruntuları arzulamak ise, şu iki şeyi meydana getirir: a) Hırs, b) Tûl-i emel... Hırs ve emel ise, birçok kötü ahlakı gerektirirler. Bunlar, insanın özünden ayrılmayan iki şeydirler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İnsanoğlu ihtiyarladıkça, onda şu iki şey gençleşir: Hırs ve emeller. Müslim, Zekat, 115 (II/724); Tirmizi Zühd, 28 (IV/570). buyurmuştur. Hırs, dünya ve dinin korkularına binmeyi, onları sırtlanmayı gerektirir. Binaenaleyh, insanın bir şeye karşı olan hırsı şiddetlendiğinde, o şeyi bazan, ancak Allah'a isyan, insanlara da eziyyet etmek suretiyle elde edebilir. Yine, kişi tûl-i emel peşinde koştuğunda, âhireti unutup, neredeyse tevbe edemeyip, kendisine de va'zü nasihatin hiçbir tesir edemeyeceği bir biçimde dünyaya batmış ve gömülmüş olur. Böylece onun kalbi bir taş gibi, hatta taştan daha katı bir hale gelir. Davarların Kulaklarını Yarma Âdeti Dördüncüsü: Şeytanın, "Onlara katiyyen emredeceğim de, davarların kulaklarını yaracaklar" sözüdür. "Betk" kelimesi "kesmek" anlamına gelir. Nitekim, "kesen kılıç" manasında denilir. (......) kelimesi ise, "parçalamak" demektir. Vahidî (r.h): "Burada bahsedilen "tebtîk"in manası, müfessirlerin ittifakıyla "Behîra" adını verdikleri develerin kulaklarını kesmektir. Bu böyledir, zira onlar, deve beş batın doğurup, beşincisinde erkek yavru doğurduğunda, o devenin kulağını diliyor ve ondan istifade etmeyi kendilerine haram kılıyorlardı" demiştir. Diğer âlimlere göre ise, bundan maksat şudur: "Onlar, putlara ibâdette dinî bir uygulama olsun diye, "en'am" (deve, sığır, ve davar)'ın kulaklarını diliyor; aslında bir küfür ve fısk olmasına rağmen, bunu bir ibadet sayıyorlardı. Allah'ın Yarattığını Değiştirme Beşincisi: Şeytanın, "Onlara muhakkak emredeceğim de, Allah'ın yarattığını değiştirecekler" sözüdür. Müfessirler, bu hususta şu iki görüşü öne sürmüşlerdir: 1) "Allah'ın yarattığını değiştirmekken murad, O'nun dinini değiştirmektir. Bu, Saîd İbn Cübeyr, Saîd İbnu'l-Müseyyeb, Hasan el-Basrî, Dehhâk, Mücâhid, Süddî, Nehaî ve Katâde'nin görüşüdür. Bu görüşün izahı için şu iki şey söylenebilir: a) Allahü teâlâ insanları, Adem'in sulbünden (sırtından) zerreler halinde çıkarıp, onlan, "kendisinin onların Rabbi olup; onların da kendisine iman ettikleri hususunda, kendilerine" şahit tuttuğu gün, onları İslâm dini üzerine yaratmıştır. Binaenaleyh, kim (bundan sonra) küfre saparsa, böylece Allah'ın, insanları üzerine yarattığı fıtratı değiştirmiş olur. İşte bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Her doğan çocuk (İslâm) fıtratı üzerine doğar, ama onu ebeveyni, ya yahudi yapar, ya hristiyan yapar veyahut da mecusi yapar..." Buhari, Cenaiz, 80, 93; Ahmed İbn Hanbel, II/233; 393: şeklindeki hadisinin ifade ettiği manadır. b) Allah'ın dinini değiştirmekten murad, helali harama, veyahut da haramı helâla çevirmektir. 2) Buradaki "değiştirme", zahire taalluk eden bütün halleri değiştirme anlamına alınır. Bu görüşte olanlar, birkaç izah şekli zikretmişlerdir: a) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Bundan murad, Abdullah İbn Mesûd (radıyallahü anh)'un, Hazret-i Peygamber'den rivayet ettiği şu hadistir: "Peruk takan ve taktıran; döğme yapan ve yaptıran kadınlara Allah lanet etmiştir." Buhari, Büyü' 25; Müslim, Libas, 119 (III/677). Bu böyledir; çünkü kadın, bu gibi şeyleri yapmak suretiyle, zinaya yol arar" demiştir. b) Enes, Şehr İbn Havşeb, İkrime ve Ebu Salih'ten rivayet edildiğine göre, burada, Allah'ın yarattığını değiştirmenin manası hayvanı burmak, kulaklarını kesmek ve gözlerini çıkarmak demektir, işte bundan ötürü Enes, koçları burmayı hoş karşılamıyordu. Araplar, içlerinden bir kimsenin deve sayısı bine ulaştığında, , tohumluk olan devenin gözünü şaşı yapıyorlardı. c) İbn Zeyd, bu değiştirmenin, erkeklerin kadın gibi davranmaları olduğunu söylemiştir. Ben derim ki, bu görüşe göre âyetin manasına sürtük kadınları da sokmak gerekir. Çünkü "tahannüs" (hünsâlık), kadına benzemeye çalışan erkek; ise, erkeğe benzemeye çalışan kadın manasındadır. d) Zeccâc, bazı kimselerin şöyle dediğini nakletmiştir; "Allahü teâlâ, en'âmı (deve, sığır ve davarları), bir kısmına binsinler, bir kısmının da etini-sütünü yesin içsinler diye, insanlar için yaratmıştır. İnsanlar ise onları, "bahîre", "şaibe" ve "vasile" diye, kendilerine haram kılmışlardır. Yine Cenâb-ı Hak, güneşi, ayı ve yıldızları, insanların yararına olarak ve onlardan istifade etsinler diye yaratmış, ama müşrikler bu varlıklara taparak, Allah'ın yarattığı şeyleri değiştirmiş (gayelerinden saptırmışlardır.) İşte bu konuda müfessirlerin söylediği sözler bunlardan ibarettir. Bu noktada, âyetten bir mana çıkarma hususunda, aklıma şu şekilde bir başka izah daha gelmektedir. Şöyle ki: Bir şeye zarar ve hastalık şu üç şekilde gelir; karışma, noksanlaşma ve bâtıl olma (bozulma)... İşte bu nedenle şeytan (Allah ona lanet etsin), insanların çoğunu, dinî hastalık ve zararlara düşüreceğini iddia etmiştir ki bu, onun "Onları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım" sözünden anlaşılmaktadır. Sonra bu hastalığın mutlaka, zikrettiğimiz karışma, noksanlaşma ve bozulma gibi bir şekilde olması gerekir. Karışma şekline gelince, şeytan buna, "Onları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım" sözü ile işaret etmiştir. Bu böyledir, çünkü kuruntulu kimselerin akl-ı fikri, birtakım şehevî ve gazabı istekleri elde etmek için, birçok ince manalar, hileler ve çok hassas yollar aramakla meşguldür. İşte bu, birşeyin karışması ile meydana gelen ruhî bir hastalıktır. Noksanlaşma ife meydana gelen hastalığa, şeytan, "Onları katiyyen emredeceğim de davarların kulaklarını yaracaklar" sözü ile işaret etmiştir. Bu böyledir, zira havanların kulaklarını dilmek, bir çeşit noksanlaştırmadır. Çünkü insanın aklı-fikri dünyayı elde etme peşinde olunca, âhireti istemedeki azmi zayıf ve isteği gevşek olur. Bozulma ile meydana gelen hastalığa ise, şeytan, "onlara muhakkak emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler" sözü ile işaret etmiştir. Çünkü değiştirme, uzun müddet mevcut olan bir sıfatı bozup yok etme demektir. Halbuki dünyevî lezzetler peşinde devamlı koşan ve ruhî mutluluklardan yüz çeviren kimsenin kalbinde, dünyaya karşı bir istek, âhirete karşı ise bir nefret gittikçe artar ve çoğalır. Bu durum, o insanın kalbi tamamen değişinceye kadar devam eder. Böylece insan öyle bir noktaya gelir ki artık kalbinde âhiret duygusu kesinlikle yer atmaz ve aklından dünya sevgisi hiç çıkmaz. Böylece de bütün hareketleri, duruşları, sözleri ve fiilleri hep dünya için olur. İşte bu da Allah'ın yarattığı şeyin değiştirilmesini gerektiren bir şeydir. Çünkü insanlar, bu maddî aleme bir yolculuk için gelmişlerdir. Aslında onlar ahiret alemine yöneliktirler. Fakat ahiret alemini unutup, mutlaka yok olup son bulacak olan, şu hissedilen (maddî) alem ile iyice ünsiyet (sevgi) kesbedince, işte bu da, gerçek manada bir yaratılışı değiştirme olmuş olur. Bu tıpkı, "Hem kendisi Allah'ı unutmuş, hem (Allah) kendilerini kendilerine unutturmuş olanlar gibi olmayın" (Haşr, 19) ve "Şüphesiz gözler kör olmaz, fakat (asıl) sinelerin içindeki kalbler kör olur" (Hacc, 46) âyetlerinde, ifade edilen husus gibidir. Şeytan Tarafında Yer Almanın Tehlikeleri Bil ki Cenâb-ı Hak, insanları şeytana uymaktan sakındırmak için, şeytanın azdırıp saptırma yollarını, bizzat onun ağzından nakledince, , Allah'ı bırakarak şeytanı bir yâr edinirse, şüphesiz açıktan açığa büyük bir ziyana düşmüştür" buyurmuştur. Bil ki hiç kimse, Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinmek istemez. Fakat insan, şeytanın emirlerini yerine getirip, rahman olan Allah'ın emirlerini yapmayınca, sanki şeytanı kendisine dost edinip, Allah'ın himayesini ve dostluğunu bırakmış gibi olur. Allah Telâlâ, "Şüphesiz açıktan açığa büyük bir ziyana düşmüştür" buyurmuştur; zira Allah'a itaat etmek, zarar ihtimallerinden uzak, devamlı ve çok büyük menfaatlar ihtiva eder. Şeytana itaat ise, kederlerle, üzüntülerle ve ezici elemlerle karışık ve sonlu olan üç menfaati ihtiva eder. Bu iki itaatin aynı olduğunu söylemek, aklen imkansızdır. Binâenaleyh kim şeytanın dostluğuna gönül verirse, şeytanın vereceği makam ve mevkilerin çok adi ve değersiz oluşları sebebi ile, en şerefli yüce makam ve mevkileri elden kaçırmış olur. Hiç şüphe yok ki bu, kesin ve apaçık bir ziyandır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Şeytan) onlara vaad eder, onları olmayacak kuruntulara düşürür. Şeytanın kendilerine vaadettiği şeyler ise aldatmadan başka birşey değildir" buyurmuştur. Bil ki önceki âyette, şeytanın emrinin esasının, insanın kalbine olmayacak kuruntular atmak olduğunu açıklamıştık. Hayvanların kulaklarını dilmek ve Allah'ın yarattığı şeyi değiştirmek ise, kalbe atılan bu kuruntuların netice ve eserlerindendir. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, o kuruntuların bertaraf edilmesindeki esasa dikkat çekmiştir. Bu esas, o kuruntuların bir aldatmadan başka bir şey olmadıklarıdır. Aldanma, insanın bir şeyi faydalı ve lezzetli sanıp, sonra o şeyin en büyük elem ve zararları taşıdığının anlaşılmastdır. Dünyanın her hali böyledir. Binâenaleyh her akıllının, dünyanın hiçbir şeyine iltifat etmemesi gerekir. Bunun misali şudur: Şeytan, insanın kalbine ömrünün uzun olacağını, dünyadan elde etmek istediği herşeyi elde edeceğini ve düşmanlarına hükümran olacağı düşüncelerini atar. Böylece o insanın kalbine, dünyanın bir devr-i daim olduğu ve binâenaleyh bugün başkasına müyesser olan şeyin ileride kendisine de müyesser olacağı fikri düşer. Fakat bütün bunlar bir aldanmadır. Zira insanın ömrü çoğu kez buna yetmez. Yetse bile, gayesine ulaşamaz. Ömrü yetip, en güzel bir şekilde gayesine ulaşsa bile, mutlaka o kimse ölürken en büyük keder ve pişmanlık içine düşer, Çünkü elde edilmek istenen şey ne kadar leziz ve hoş olur ve onunla ülfet ne kadar çok ve uzun süre olursa, onların insanı bırakıp ayrılması da o nisbette elemli ve gam ile pişmanlığın meydana gelmesinde de o nisbette tesirli olur. İşte böylece âyetin, bu konuda temel ve esas olan hususa dikkat çekmiş olduğu ortaya çıkmış olur. Âyetle ilgili bir başka izah da şudur: Şeytan, insanlara kıyametin ve mesuliyetin olmadığını, binâenaleyh dünyevi lezzetleri tastamam tadmak için ellerinden geldiğince çalışmaları gerektiğini telkin etmektedir. Sonra Allahü teâlâ, "İşte onlar (böyle). Onların varacakları yer cehennemdir" buyurmuştur. Bil ki aldanmanın, insanın zahiren güzel bulduğu bir şeyin insan için gerçekleşip, fakat onun iç yüzü ortaya çıkınca büyük elem duyacağı bir halden ibaret olduğunu açıklamıştık. Halbuki dünyevi lezzetlere iyice gark olup, Allahü teâlâ'ya isyana iyice batmak, her ne kadar o an için hoş ve güzel gelse bile, neticesi cehennem azabıdır, gazab-ı ilahîdir ve rahmet-i ilahiyyeden uzaklaşmadır. Binâenaleyh işte bu durum da, şeytanın va'adlerinin bir aldatma olduğuna dair, daha önce geçen delillere bir takviyedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'Oradan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır" buyurmuştur. Âyette geçen "mahîs", "kaçış ve kurtuluş yeri" demektir. Vahidî (r.h), bu tabirin şu iki manaya gelebileceğini söylemiştir: 1) "Onlar, mutlaka cehenneme gireceklerdir. 2) Kâfirlerin payı olan, cehennemde ebedi kalmayı ifade eder. Bu, uzak bir mana değildir. Çünkü âyetteki, "bulamayacaklar" fiili, daha önce bahsi geçen insanlarla ilgilidir ve bunlar haklarında, şeytanın, "Celalin hakkı için, kullarından muayyen bir nasib edineceğim" demiş olduğu kimselerdir. Zahir olan şudur ki, şeytanın hissesine (nasibine) düşenler, kâfirlerdir: Hak teâlâ, vaîdini zikredince, bunun peşisıra va'dini getirerek "İman edip de salih ameller yapanlara (gelince), biz onları altlarından ırmaklar akan cennetlere, içlerinde ebedi kalıcı olarak sokacağız. İşte Allah'ın dosdoğru bir vaadi... Allah'dan daha doğru sözlü kim olabilir?" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ va'adini ifade eden âyetlerin çoğunda, "İçlerinde ebedi kalıcı olarak" tabirine yer vermiştir. Eğer "hulûd", ebedi ve devamlı kalma manasında olsaydı, bu ifade de gereksiz bir tekrar olmuş olurdu. Halbuki tekrar aslın hilafıdır, yani asıl olan, tekrar yapılmamasıdır. Böylece biz, "hulûd"un devamlı kalma manasına değil, uzun bir süre kalma manasına geldiğini anlarız. Fakat Allahü teâlâ, va'îd ile ilgili âyetlerinde "hulûd"u zikretmiş, ebedî kalışı ise, sadece kâfirler hakkında kullanmıştır. İşte bu da, günahkâr mü'minlerin cezasının sona ereceğine bir delildir. Sonra Cenâb-ı Allah, "İşte Allah'ın dosdoğru bir va'adi" buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Âyetteki iki kelime de meful-i mutlaktır. Birincisi, "müekkid li-nefsihi" olan mef'uli mutlaktır. Sanki "mutlaka va'ad-etti" denilmiştir. "Hak" kelimesi ise, "müekkid li-gayrihi" olan mef'ul-i mutlaktır ve " Bu, kesin olarak bir hak oldu" demektir. Sonra Allahü teâlâ, "Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?" demiştir. Bu üçüncüsü, beliğ bir te'kiddir. Bu te'kidlerin gayesi, şeytanın kendisine uyanlara, yalan va'adler ve asılsız kuruntulara dair söylemiş olduğu şeylere bir karşı koymadır. Bir de, kendisinden daha yalancı birisi bulunmayan şeytanın sözünden, Allah'ın va'adinin, kabul edilmeye daha lâyık ve tasdik edilmeye daha müstehak olduğuna dikkat çekmektir. Hamza ve Kisaî, ifadesindeki sâd harfini zâ, harfine işmâm ederek okumuşlardır. Kur'an-ı Kerim'de, kendisinden sonra bir dal bulunan bütün sakin şadların durumu da böyledir. Mesela, "doğru yol.." (Nahl, 9) ve "Şimdi sen ne ile emrolunuyorsan apaçık bildir" (Hicr. 94) âyetlerinde olduğu gibi... Âyette geçen (......) kelimesi, (dedi) fiilinin masdarıdır. Nitekim, denilir. İbnu's-Sikkît kelimelerinin masdar değil, isim olduğunu söylemiştir. |
﴾ 122 ﴿