123

"Ne sizin kuruntularınızla, ne de ehl-i kitabın kuruntulanyla (iş olup bitmiş) değildir. Kim bir kötülük yaparsa, ondan ötürü cezalandırılır ve o, kendisine Allah'tan başka ne bir yâr, ne de bir yardımcı bulamaz".

Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) kelimesi, (arzu, istek, talep) kelimesinden olmak üzere vezninde bir kelimedir. Bu lâfızla alâkalı açıklamaların tamamı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şeytan onun dileği hakkında file (bir fitne) meydana) atmış olmasın... " (Hacc. 52) âyetinin tefsirinde zikredilecektir.

İkinci Mesele

(......) bir fiildir ve mutlaka ona isnad edilecek olan bir ismin bulunmasını gerektirir. Bu isimle ilgili birkaç vecih vardır:

1) "Yukarıda zikredilmiş olan sevab, ve "Biz onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız" (Nisa, 122) âyetindeki va'ad, ne sizin kuruntularınızla ne de ehl-i kitabın kuruntulanyla değildir." Yani, "Onlar, kuruntularla gerçekleşmez, ancak iman ve amel-i salih ile gerçekleşir, kazanılır" demektir.

2) Dinin vaz'ı, sizin kuruntularınıza göre değildir.

3) Sevab ve ikab, sizin kuruntularınıza göre değildir.

Birinci mana daha uygundur. Çünkü, (......) fiilinin, daha önce zikredilmiş olan bir şeye isnadı (dayandırılması), zikredilmemiş olan birşeye dayandırılmasından daha münasiptir.

Ayetin Muhatabı

(......) ifadesindeki hitab, kimleredir? Bu hususta iki görüş vardır:

1) Bu, putperestlere hitabtır. Onların kuruntuları da, ahırette bir haşr ve neşrin (yeniden dirilmenin) ve bir sevab ve ikabın olmayacağıdır. Onlar bunların olacağını kabul etseler bile, putlarının, Allah yanında kendilerine şefaatçi olacağını söylüyorlardı. Ehl-i kitabın kuruntuları ise, "Yahudi veya Hıristiyan olanlardan başkası asla cennete girmeyecek" (Bakara, 111); "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" (Maide, 18) bize azab etmez ve "Sayılı günlerden (fazla), bize kat'iyyen cehennem dokunmayacak" (Bakara, 80) demeleridir.

2) Bu hitab, müslümanlaradır. Onların kuruntuları ise, büyük günah isteseler bile, affolunacaklarını zannetmeleridir. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü Allahü teâlâ, "(Allah) ondan (şirkten) başka günahları, dileyeceği kimseler için bağışlar" Nisa, âyetinde de buyurduğu gibi, dilediğine af ve mağfiret eder.

Rivayet edildiğine göre müslümanlar ile ehl-i kitap birbirlerine karşı övündüler. Ehl-i kitap dedi ki: "Bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden; bizim kitabımız sizin kitabınızdan öncedir ve biz Allah'a sizden daha yakınız"; müslümanlar da, "Bizim peygamberimiz, hatemü'l-enbiya (peygamberlerin sonuncusu), kitabımız da bütün kitapların nasihi" dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, bu âyeti indirdi.

Hak teâlâ sonra, "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalanır" buyurmuştur. Bu ifade hakkında birkaç mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Mutezile şöyle demiştir: "Bu âyet, Allahü teâlâ'nın hiçbir günahı affetmediğine delalet etmektedir. Hiç kimse "Bu, küçük günahlar konusunda bir problem çıkarır. Zira onların affedildiği malumdur" diyemez. Böyle bir suale Mutezile şu iki şekilde cevap verir:

a) "Umumi lafız, tahsisten sonra hüccettir.

b) Küçük günah işleyen kimsenin, taatlarının sevabından, o günahın cezası miktarınca düşer. Böylece bu günahın cezası ona ulaşmış olur."

Bizim alimlerimiz ise "bu konudaki cevaplar, bellibaşlı yönleriyle daha önce Hak teâlâ'nın, (......) (Bakara, 81) âyetinin tefsirinde geçmiştir" diyerek cevap vermişlerdir. Ancak ne var ki bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak burada şu vecihleri ilave etmek istiyoruz:

1) Bu cezadan muradın, insana bu dünyada ulaşan gamlar, kederler, hüzünler, elemler ve hastalıklar olması niçin caiz olmasın? Bu hususa hem Kur'an, hem dehadisler delalet etmektedir. Kur'an'dan delit, şu âyettir: "Erkek hırsızla, kadın hırsızın irtikab ettikleri şeye bir ceza olarak, ellerini kesin" (Maide, 38). Bu âyette, elleri kesme, ceza olarak belirtilmiştir. Hadisden bunun delili de şudur: Rivayet olunduğuna göre, bu âyet nazil olunca, Hazret-i Ebu Bekir Sıddık (radıyallahü anh), "Artık bu âyetten sonra kurtuluş nasıl umulur?" demişti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ey Ebu Bekir, Allah sana mağfiret etsin. Sen hiç hastalanmadın mı, sana hiç sıkıntı isabet etmedi mi? İste cezalandırılmanız budur" buyurmuştur.

Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnhâ)'den rivayet edildiğine göre, bîr adam bu âyeti okumuş ve "Yaptığımız herşey sebebiyle cezalandırılacak olursak mahvolduk gitti..." demişti. Onun bu sözü Hazret-i Peygamber'e ulaşınca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Mümin dünyada, bedenine isabet eden (hastalıklar) ve kendisine sıkıntı veren şeyler ile cezalandırılır" der.

Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu âyet nazil olduğu zaman ağladık, hüzünlendik ve dedik ki: "Ya Resûlallah, bu âyet-i kerime, bize (ümit ışığı) bırakmadı." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sevinin, müjdeler olsun size. Çünkü bu dünyada sizden birinin başına gelen her musibeti, Cenâb-ı Hak o kimsenin günahlarına bir keffaret yapar. Hatta ayağına batmış olan bir dikeni bile" Buhari, Merda, 2, 3 buyurdu.

2) Farzedelim ki bu ceza onlara Kıyamet günü ulaşsın. Fakat bu cezanın, kulun imanının ve taatlarının sevabının eksilmesi şeklinde meydana gelmesi niçin caiz olmasın? Kur'an, hadis ve akıl da buna delalet etmektedir. Kur'an'dan buna delil, "çünkü iyilikler (hasenat), günahları (seyyiah) giderir" (hud, 114) âyetidir.

Hadisten bunun delili de şudur: Kelbî'nin Ebu Salih'den, onun da İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet ettiğine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir:" Bu âyet nazil olunca, mü'minlere çok zor geldi. Bunun üzerine dediler ki: "Ya Resûlallah, hangimiz kötülük yapmadı ki? Bunun cezası nasıl olur, (buna nasıl dayanırız)?" Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de,

"Allahü teâlâ taata, on iyilik (sevabı); bir günaha karşılık ise tek bir ceza va'adetmiştir. Binâenaleyh kim yaptığı bir kötülükten dolayı cezalandırılırsa, (taatına) karşılık verilen on sevabından biri eksiltilir ve kendisine geriye dokuz sevab kalır. Birleri, onlarına baskın çıkana yazıklar olsun!" buyurmuştur.

Aklî delile gelince bu du şudur: İmanın ve bütün taatlerin sevabı, mutlaka tek bir büyük günahın cezasından daha büyüktür. Adalet, çok olandan, az olanın miktarınca çıkarılmasını gerektirir. O zaman çok olandan geriye, mutlaka bir fazlalık kalır. Böylece de mü'min, bu fazlalık sebebi ile cennete girer.

3) Bu âyet-i kerime, sadece kâfirler hakkında nazil olmuştur. Söylediğimiz bu hususa delalet eden şey, Cenâb-ı Hakk'ın, bu âyetten sonra, "Erkek veya kadın, kim mü'min olduğu halde, salih amellerden (birşey) yaparsa, işte onlar cennete girerler" (Nisa. 124) buyurmuş olmasıdır. Yetmiş yıl Allah'a itaat edip de, sonra bir damla içki içen mü'min, salih ameller işlemiş olan bir mü'mindir. Bu âyetin hükmüne göre, onun mutlaka cennete gireceğini söylemek gerekir. Mu'tezile'nin, "O, (böyle yapmakla) mü'min olmaktan çıkmıştır" sözü ise, büyük günah işleyen kimselerin de mü'min olabileceklerini gösteren delillerden dolayı, bâtıl ve yanlıştır. Nitekim şu âyetler buna delalet etmektedir: "Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse aralarını bulup, barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz ediyorsa..." (Hucurat, 9). Bu âyette, diğer mü'minlere saldıran kimse, bu durumuna rağmen mü'min olarak isimlendirilmiştir. "Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı)" (Bakara, 178). Bu âyette kasden ve düşmanlıkla başka bir mü'mini öldüren kimse, mü'min olarak ifade edilmiştir. "Ey iman edenler, tam birsıdk-u hulusa malik bir tevbe ile Allah'a dönün" (Tahrim, 8). Cenâb-ı Hak, bu kimseye tevbe etmesini emrederken de, o kimseyi mü'min olarak isimlendirmiştir. Böylece büyük günah sahibinin mü'min olduğu sabit olmuş olur. Büyük günah sahibi mü'min olunca, o zaman yüce Allah'ın, "Her kim güzel ameller yaparsa..." (Nisa, 124) ifadesi, büyük günah sahibi olan mü'minin cennetliklerden olduğuna bir delil olmuş olur. Bu sebeple de Allah'ın "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalanır" buyruğunun, kâfirlere tahsis edilmiş olması gerekir.

4) Farzedelim ki bu âyet-i kerime, hem mü'minlere hem de kâfirlere şamil olmuş olsun... Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hakk'ın "Ondan başkasını dileyeceği kimse için bağışlar" (Nisa, 116) âyeti bundan daha hususidir. Halbuki hâs ise, âmm'dan öncedir. Bir de, tefsiri tehdit ifade eden âyetlerin genel durumuna göre yapmak, va'ad ifade eden âyetlerin genel durumuna göre yapmaktan daha uygundur.Çünkü vaade vefa göstermek, bir kerem ve ihsandır. Amma vaîdi (cezayı) ihmal edip, onu tarize hamletmek de bir cömertlik ve bir ihsandır.

İkinci Mesele

Âyet, kâfirlerin şeriatın fer'î hükümlerinden de sorumluolduklarına delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın,

"Kim bir kötülük yaparsa..." buyruğu, bütün muharrematı içine almaktadır. Binâenaleyh, bu ifadenin hükmüne, kâfirlerden sudur eden ve İslam dininde haram kılınmış olan her şey dahildir. Sonra Allah'ın "ondan ötürü cezalandırılır" buyruğu, bütün bunların cezasının o kâfirlere ulaşacağına delalet etmektedir.

İmdi eğer, "Bu âyette bahsedilen cezanın, o kâfirlere bu dünyada ulaşan keder ve üzüntülerden ibaret olması niçin caiz olmasın?" denilirse biz deriz ki: Onlara, bu dünyada iken yapmış oldukları iyiliklerin karşılıkları mutlaka ulaşır. Çünkü, bu iyiliklerin karşılığını onlara ahirette ulaştırmak imkansızdır. Durum böyle olunca, işte bu, o kâfirlerin bu dünyadaki nimetlenmelerinin daha çok ve buradaki lezzetlerinin de daha tam olmasını gerektirir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Dünya mü'minin hapishanesi kâfirin İse cennetidir" Müslim, Zuhd, 1 (IV/2272). buyurmuştur. Hal böyle olunca, "Onların yasaklanmış fiillerinin cezasının, bu dünyada onlara ulaşmış olmasını söylemek" imkansız olur. Binâenaleyh, bu cezanın onlara ahirette vasıl olacağına hükmetmek gerekir.

Kulların Filleri Hakkında Mutelize İdası ve Reddi

Mutezile şöyle demektedir: "Âyet, kulun kendi fiillerinin faili olduğuna delalet etmektedir. Yine âyet, kulun kötü amelleriyle, bir cezaya müstehak olduğunu ifade eder. Âyet, bu iki şeyin ikisine birden delalet edince, aynı zamanda Allahü teâlâ'nın, kulların fiillerinin yaratıcısı olmadığına da delalet etmiş olur. Bu, şu iki sebepten ötürü böyledir:

a) Bu amel, kula ait bir iş olunca, o işin Allah'ın fiili olması imkansız olur. Zira, yapılan tek bir şeyin (aynı anda) iki kudret sahibinin fiili olması imkansızdır.

b) Şayet o amel, Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmiş olsaydı, o zaman o kul bu işten dolayı, kesinlikle herhangi bir cezaya müstehak olamazdı. Halbuki, böyle olması bâtıldır. Zira âyet, kulun, kendi amelinden ötürü bir cezaya müstehak olacağına delalet etmektedir."

Bil ki bu tür görüşlere karşı yapmış olduğumuz istidlâller, bu kitabımızda defalarca geçmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "ve o, kendisine Allah'tan başka ne bir yâr, ne de bir yardımcı bulamaz" buyurmuştur. Mu'tezile, "Bu âyet, şefaatin bulunmadığına delalet etmektedir" der. Buna şu iki şekilde cevap verebiliriz:

a) Biz, bu âyetin kâfirler hakkında olduğunu söylüyoruz.

b) Peygamberlerin ve meleklerin, isyankâr kimseler hakkındaki şefaatleri, ancak Allah'ın izni ve müsaadesine bağlıdır. Durum böyle olunca, hiç kimsenin Allah Subhanehu ve Teâlâ'dan başka, ne bir velisi ve ne de bir yardımcısı olamaz.

Erkek Veya Kadın Mü'minler Cennete Girerler

123 ﴿