135"Ey iman edenler, adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahidlik edenler olun. İsterse kendinizin veya ebeveyninizin ve yakın hısımlarınız aleyhine olsun. (İsterse onlar) zengin veya fakir bulunsun. Çünkü Allah ikisine de (sizden) daha yakındır. Artık siz, (hakdan) dönerek, hevânıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker veya (şahidlikten tamamen) yüz çevirirseniz, şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır". Bu âyetle ilgili meseleler bulunmaktadır: Âyetin makabli ile münasebeti hakkında şu izahlar yapılmıştır: 1) Daha önce kadınlardan, onların geçimsizliklerinden ve onlarla kocaları arasındaki sulhten bahsedilince, Cenâb-ı Hak bunların peşinden, hukûkullâhı ihya için, Allah'ın haklarını bihakkın edâ etme ve şahitlik yapmayla alâkalı emrini getirmiştir. Netice olarak sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Eğer nefsinin arzularını gerçekleştirmekle meşgul olursan, sen Allah'a değil, nefsine kul-köle olmuş olursun... Eğer Allah'ın emirlerini tahakkuk ettirmekle meşgul olursan, bu durumda sen, nefsinin değil Allah'ın bir kulu olmuş olursun..." Bu ikincisinin daha yüce ve daha şerefti bir makam olduğunda hiç şüphe yoktur. Böylece bu âyet, daha önce geçen mükellefiyetleri bir te'kîd olmuş olur. 2) Allahü teâlâ, insanları dünya mükâfaatını isteme hususunda kusurlu davranmaktan men edip, onlara âhiret mükâfaatını istemeleri gerektiğini emredince, işte bunun peşinden bu âyeti zikretmiş ve insanın mutluluğunun mükemmelliğinin, onun sözünün Allah için, fiilinin Allah için, hareketinin Allah için ve sükûnunun da Allah için olmasında olduğunu beyân etmiştir. Böylece, bu şekilde davranan insan, insanlık mertebelerinin en üst noktasıyla meleklerin mertebelerinin ilk noktasına varmış kimselerden olur. Ama bu hüküm ters çevrildiğindeyse, o kimse, en son gayesi yiyecek bulmak olan hayvanlarla, yine en son gayesi canlılara eziyyet vermek olan vahşî hayvanlar gibi olur. 3) Bu surede, insanlara adaletle davranılması emri, daha önce geçmişti. Nitekim Allah, "Eğer yetim kızlar hakkında adaleti yerine getiremiyeceğinizden korkarsanız.." (Nisa, 3) buyurmuştu... Yine Cenâb-ı Hak o insanlara, yetimlere mallarını verirken şahit tutmalarını da emretmiştir. Bundan sonra da onlara, danlarını ve mallarını Allah yolunda harcamalarını teklif etmiştir. Yine bu sûrede Tu'me İbn Ubeyrik hadisesiyle, sülalesinin yalan söyleyerek kendisini müdafaa etme ve haksızlıkla yahudinin aleyhinde şahitlik etme hususunda birleştiklerine yer vermiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, biraz önce tefsirini yaptığımız âyetlerde de, karı-koca arasında sulhun ikâmesini emretmiştir. Bütöfn bunların, Allah tarafından kullarına adaleti buhakkın yerine getirip, herkese, hatta-kendi aleyhlerine dahi olsa, Allah için şahidler olmalarıyla ilgili bir emir olduğu malumdur. Binaenaleyh bu âyet, bu sûrede geçen her çeşit mükellefiyetin bir te'kîdi gibi olmuş olur. (......) kelimesi lafzının mübalağa sîgasıdır. (......) kelimesi ise, adalet demektir. Binaenaleyh bu tabir, Allahü teâlâ tarafından bütün mükelleflere, gerek adaleti tercih etme, gerekse zulümden sakınıp ona meyletme hususunda çok dikkatli davranmalarıyla ilgili bir emirdir. Cenâb-ı Hak, "Allah için şahidlik edenler" buyurmuştur. Yani, "Şehâdeti yerine getirmeyle emrolunduğunuz gibi, şehâdetiniz, kendinizin veya ecdadınızın veya akrabanızın aleyhine dahi olsa, onu Allah rızası için bihakkın yerine getirirsiniz" -demektir. İnsanın kendi aleyhine şehâdette bulunması, şu iki şekilde izah edilmiştir: a) Kendisi aleyhine ikrarda bulunması... Çünkü ikrar, bir hakkı yüklenmeyi icab ettirmiş olması bakımından, tıpkı şehâdet gibidir. b) Bundan murad, "Şehâdet hem kendinizin, hem de akrabanızın aleyhine bir ağırlık, yük, vebal olsa bile.." şeklindedir. Bu böyledir; zira kişi, zalim bir sultan veya benzeri kişiler gibi kendisine zarar vermeleri beklenen kimselerin aleyhine şehadette bulunmuştur. Âyette geçen "şahidler" kelimesinin niçin mansub kılındığı hususunda şu üç görüş ileri sürülmüştür: a) Bu kelime, (......) kelimesinden hal olduğu için... b) emrinin ikinci haberi olduğu için... c) lafzının sıfatı olduğu için... Adalet Emrinin Şahitlikten Önce Verilmesinin İzahı Cenâb-ı Hak, şu sebeplerden dolayı, adaleti bihakkın yerine getirmeyle ilgili emrini, şehâdeti yerine getirmeyle ilgili rinden önce zikretmiştir: a) İnsanların pek çoğunun âdeti, başkalarına marufu emr- etmektir. Ama iş kendilerine varıp dayandığında, marufu kendilerine de emretmeyi bırakırlar. Hatta kendilerinden en çirkin bir şey sudur etmiş olsa dahi müsamaha görüp, çok güzel bir şeymiş gibi kabul görür. Ama aynı fiil başkalarından sudur ettiğinde bu, münakaşa mevzuu olur. Binaenaleyh, Allahü teâlâ bu ayette, bu yolun kötü olduğuna dikkat çekmiştir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, insanlara ilk önce adaleti yerine getirmelerini emretmiş ve güzel yolun, insanın kendisini sıkıştırıp muaheze etmesinin, başkalarını sıkıştırıp muaheze etmesinden daha üstün olması olduğuna dikkat çekmek için, ikinci kez başkalarının aleyhine şehadette bulunmayı emretmiştir. b) Adaleti bihakkın yerine getirmek, başkalarından, yani üzerinde hak bulunan kimselerden zararı gidermekten ibarettir. Halbuki, kişinin kendi nefsinden zararı defetmesi, başkasından defetmesinden önce gelir. c) Adaleti bihakkın yerine getirmek bir fiildir. Şehâdet ise, sözdür. Halbuki fiil, sözden daha kuvvetlidir. İmdi şayet "Allahü teâlâ, "Allah şu hakikati, kendinden başka hiçbir tanrı olmadığım, adaleti ayakta tutarak açıkladı.." (Âl-i İmran, 18) buyurmuş, böylece bu âyette şehâdeti, adaleti yerine getirmekten önce zikretmiştir. Halbuki, tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyette ise, adaleti yerine getirmeyi daha önce zikretmiştir. Binaenaleyh, aralarındaki fark nedir?" denilirse, biz deriz ki: Allah'ın şehâdeti, kendisinin mahlûkatın yaratıcısı olmasından; O'nun adaleti yerine getirmesi ise, o mahlûkat hakkında adaleti îfa edenleri görüp gözetmesinden İbarettir. Binaenaleyh, orada (Âl-i İmran, 18) şehâdetin, adaleti îfa etmeden önce zikredilmiş olması gerekir. Ama kullar hakkında kullanılan, "adaleti bihakkın yerine getirmek" buyruğu ise, kulun adaleti görüp gözetmesi ve zulme karşı koymasından ibarettir. İnsanın, böyle olmaması halinde, başkası hakkındaki şahadetinin makbul olmayacağı malumdur. Binaenaleyh, (Âl-i İmran.18) ifâdesinde vacib olan, şehâdetin adaleti yerine getirmekten önce zikredilmiş olması; burada vacib olanın ise, şehadetin, adaleti bihakkın yerine getirmekten sonra olması olduğu sabit olmuş olur. Kim bu hususları iyice düşünür, tefekkür ederse, bu sırların, ancak bir ilahîteyid ile ulaşılması mümkün olan şeylerden olduğunu anlamış olur. Allah en iyi bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(İsterse onlar) zengin veya fakir bulunsun... Çünkü Allah, ikisine de (sizden) daha yakındır" buyurmuştur. Yani, "Aleyhine şehâdet edilen kimse, ister zengin ister fakir olsun, zenginin rızasını elde etmek veya fakire acıma duyguları içinde, sakın şehâdeti gizlemeyin. Zira Allah, onların işlerine ve faydalarına olan işlere daha yakındır" demektir. İfadenin aslının "Muhakkak ki Allah, ona (onlardan her birine) daha yakındır" şeklinde olmasıdır. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, tabiri, "eğer bu iki şeyden birisi olursa.." manasındadır. Ancak ne var ki, (âyette) zamir lafza değil, manaya raci olmak üzere getirilmiştir. Yani "Allah, fakire de zengine de daha yakındır" demektir. Ubeyy İbn Kâ'b ise, "Allah, onlara daha yakındır" şeklinde okumuştur ki, bu durumda zamir (ana-babalar) ile (akrabalar) kelimelerine racidir. Abdullah İbn Mesûd, fiilini tam bir fiil kabul ederek, "Eğer bir zengin veya bir fakir bulunursa, olursa..." şeklinde okumuştur. Daha sonra Allahü teâlâ, için, hevânıza tâbi olmayı terkediniz" şeklindedir. Bu husustaki sözün özü şudur: Adalet, hevâ'ya uymayı bırakmaktan ibarettir. Kim, iki zıd şeyden birisini bırakırsa, muhakkak ki diğerini elde etmiş olur. Buna göre âyetin takdiri, "Adil olabilmeniz için, hevânıza uymayın. Yani, âdil olabilmeniz için, hevânıza uymayı bırakınız" şeklinde olur. Daha sonra Cenâb- Hak, "Eğer dilinizi eğip büker veya (şahidlikten tamamen) yüz çevirirseniz, şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" buyurmuştur. Âyette iki kıraat bulunmaktadır: Cumhur, iki vâv ile olmak üzere, Amir ve Hamza ise, (......) şeklinde okumuşlardır. Bu ifadeyi, (......) şeklinde okumanın şu iki izahı yapılabilir: a) Bu kelimenin, def etmek ve yüz çevirmek manasına alınmasıdır. Ki bu Arapların, birisi bir kimsenin hakkını vermeyip onu oyaladığı zaman, şeklindeki sözlerinden alınmıştır. b) Bu, kelimenin tahrif edip değiştirmek manasına alınmasıdır ki, bu da Arapların, bir kimse bir şeyi büktüğü zaman söylemiş oldukları, (......) tabirinden alınmıştır. Bükülen bir şeye benzeterek, bir şey zorlaşıp çıkmaza girdiğinde denilmiş olması da bu manadadır. Bu ifadeyi (......) şeklinde okumanın da şu iki izahı yapılabilir: a) Bir şeye velayet etmek, o şeye yönelip onunla meşgul olmak demektir. Buna göre mana, "Eğer ona yönelir, böylece onu tamamlarsanız; veyahut da ondan yüz çevirirseniz, şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" şeklinde olur. Böylece Cenâb-ı Hak, iyilikle yönelen iyi kimseye, insanıyla; yüz çeviren kötü kimseye de, kötüiüğüyle karşılık verendir. Netice olarak diyebiliriz ki: "Eğer o şehadeti yerine getirir veya onu yerine getirmekten yüz çevirseniz.." anlamındadır. b) Ferrâ ve Zeccâc (......) kelimesinin aslının, şeklinde olduğunu, sonra vâvın hemzeye çevrildiğini, sonra da hemze de hazfedilip, harekesi kendinden önceki sakine verilerek şeklinde olduğunu söylemişlerdir ki, bu mezkûr iki izah şeklinin en zayıfıdır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" buyruğuna gelince, bu günahkârlar için bir tehdit ve va'îd; mü'minler ve itaatkârlar için ise va'addir. |
﴾ 135 ﴿