158

"(Fakat) onların o sağlam sözleri bozmaları, Allah'ın âyetlerini inkâr ederek kâfir olmaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve, "kalblerimiz perdelidir" demeleri sebebiyle(dir ki biz kendilerine lanet ettik). Hayır, Allah onların kalbleri üzerine, küfürleri yüzünden mühür basmıştır. Artık onlar, birazı müstesna olmak üzere, İman etmezler. Bir de onların inkâr ile kâfir olmaları, Meryem'in aleyhinde büyük iftira atıp söylemeleri ve "Biz, Allah'ın peygamberi, Meryem oğlu Mesîh İsa'yı öldürdük" demeleri sebebiyledir. Halbuki onlar onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine (öldürülen ve asılan adam, İsa) gibi gösterildi. Hakikaten O'nun hakkında ihtilâfa düşenler de, bu hususta bir şekk içindedirler. Onların buna ait hiçbir bilgileri yoktur, ancak zanna uymaktadırlar. Onu yakînen öldürmemişlerdir. Bilakis Allah, O'nu, kendisine yükseltmiştir. Allah azız ve hakimdir".

Bu âyetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Sözüyle İlgili Ahidlerin Bozma Suçu

O'nun, "(Fakat) onların o sağlam sözleri bozmaları sebebiyle.." ifadesindeki "bâ" harf-i ceninin mütealtakının ne olduğu hususunda şu iki görüş eleri sürülmüştür.

a) Bunun müteallak, mahzuf olup, takdiri, "Onların, ahidlerini bozmaları, şunu ve yapmaları sebebiyle onlara lanet ettik, onlara gazabta bulunduk" şeklindedir. Müteallakının hazfedilmiş olması, daha manalıdır. Çünkü hazfedilmesi durumunda zihin, hertürlû manayı düşünebilir. Hazfedilen müteallakın bu çeşit kelimeler olduğunun delili ise, "Âyette bahsedilenlerin, zemm sıfatlarından" olmasıdır. Böylece bunlar, lanete ve gazaba delalet etmiş olurlar.

b) Bâ harfinin müteallakı, "Yahudilerden bir zulüm sebebiyle, biz, (evvelce) kendileri için helal kılınmış olan temiz ve güzel şeyleri, üzerlerine haram ettik" (Nisa, 160)âyetidir. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür. Zeccâc Cenâb-ı Hakk'ın, "Yahudilerden bir zulüm sebebiyle..." âyetinin, "...bozmaları sebebiyle" (Nisâ, 155) ifadesinden bedel olduğunu iddia etmiştir.

Bil ki, birinci görüş daha münasiptir. Buna şu iki husus da delâlet etmektedir:

a) Hak teâlâ'nın, (Fakat) onların o sağlam sözleri bozmaları sebebiyle.." buyruğu ile, "Bir zulüm sebebiyle.." (nisa, 160) ifadesi, birbirinden çok uzaktır. Binâenaleyh, onları birbirinden bedel kılmak uzak bir ihtimaldir.

b) Zikredilen o suçlar, hakikaten son derece büyüktür. Çünkü onların Allah'ı inkâr edip peygamberleri öldürmeleri ve "kalblerimiz perdelidir" diyerek, mükellefiyeti inkar etmeleri son derece büyük günahlardır. Büyük günahlara, büyük cezaların verilmesi gayet uygun düşer. Halbuki yenilen bazı şeyleri haram kılmak, hafif bir cezadır. Binâenaleyh, bunun o büyük suçlarla alâkalı kılınması, yerinde ve uygun değildir.

İkinci Mesele

Alimler Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki zaid, yani tezyin için olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Buna göre kelamın takdiri, (......) şeklinde olur. Biz bu meseleyi, O'nun (......) (Al-i imran. 159) âyetinin tefsirinde iyice incelemiştik.

Peygamberleri Öldürüp Benliklerine Güvenmeleri

Allahü teâlâ bâ harfini, birkaç şeyin başına getirmiştir:

a) Ahdi bozmak...

b) Allah'ın âyetlerini inkâr etmek. Ki bundan maksat, onların mucizeleri inkâr etmeleridir... Biz daha önce, "Herhangi bir resulün herhangi bir mucizesini inkâr eden bir kimsenin, bütün peygamberlerin bütün mucizelerini inkâr etmiş olacağını" izah etmiştik. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, o yahudiler hakkında, "Allah'ın âyetlerini (mucizelerini) inkâr ediyorlar" hükmünü vermiştir.

c) Haksız yere (zulmen) peygamberleri öldürmek... Biz bu hususu da Bakara sûresinde (Âyet, 61) izah etmiştik.

d) Onların, "Bizim kalblerimiz perdelidir" demeleridir... Kaffal bu hususta şu iki açıklamayı yapmıştır:

1) (......) kelimesi (çerde, örtü, gılaf) kelimesinin çoğuludur. Kelimenin aslı ise, lâm harfinin harekesiyle dür. Böylece lâm sakin kılınarak, kelimenin telâfuzu kolaylaştırılmıştır. Bu tıpkı tâ ve sin harflerinin sükûnuyla (kitaplar) ve (peygamberler) denilmesi gibidir. Buna göre mana, "Onlar, bizim kalblerimiz gılaflıdır" demişlerdir. Yani, "Bizim kalblerimiz ilim ile dolu olup, binâenaleyh bizim, bizde bulunanın dışındaki ilme ihtiyacımız yoktur" demektir. İşte böylece onlar, bu sözleriyle peygamberleri yalanlamışlardır.

2) (......) kelimesi, (......) kelimesinin çoğuludur. Bu kelime de, örtüyle örtülüp kapanmış demektir. Buna göre mana, "Onlar, "Bizim kalblerimiz örtüler içindedir. Binâenaleyh, sizin dediklerinizi anlamaz " demişlerdir" şeklinde olur. Bunun benzeri bir ifade de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, "Bizi kendisine da'vet edegeldiğin şeyden kalblerimiz örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır" dediler" (Fussilet, 5) âyetinde naklettiği husustur.

İnkarcılıkları Sebebiyle Kalblerinin Mühürlenmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'Hayır, Allah onların kalbleri üzerine, küfürleri yüzünden, mühür basmıştır" buyurmuştur.

Eğer biz, geçen âyeti birinci manaya hamledersek, o zaman bu ifadenin manası, "Allahü teâlâ, onların, kalplerinin ilim kapları olduğu iddiasını yalanlamış ve kalblehni mühürleyip tıpaladığını; binâenaleyh, tebliğ ile beyânın tesirinin bu kalblere ulaşmayacağını beyân etmiştir" şeklinde olur. Bu mana, bizim mezhebimize uygun düşer. Ama, geçen âyeti ikinci manaya hamledersek, bu âyetin manası, "Allahü teâlâ onların kalblerinin örtüler ve kılıflar içinde bulunduğu iddialarının yalan olduğunu beyan etmiştir" şeklinde olur ki, bu da Mutezile nin mezhebine uygun düşmektedir. Ancak ne var ki birinci izah şekli daha uygun ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Hayır, Allah onların kalbleri üzerine, küfürleri yüzünden, mühür basmıştır" beyânına da mutabıktır.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Artık onlar, birazı müstesna olmak üzere, iman etmezler" yani "onlar, sadece Hazret-i Musa'ya ve Tevrat'a inanırlar" buyurmuştur. Bu, onların kendi iddia ve zanlarına göre, onlardan verilen bir haberdir. Yoksa herhangi bir peygamberin tek bir mucizesini bile inkâr edenin, hiçbir peygambere iman etmiş olamayacağını daha önce beyân etmiştik.

İnkârları ve Hazret-i Meryem'e İftira Atmaları

e) Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir de onların inkâr ile kâfir olmaları, Meryem'ınaleyhine büyük iftira atıp söylemeleri (sebebi ile)..." ifadesi... Bil ki onlar, Allah'ın babasız bir çocuk yaratmaya kadir olduğunu inkâr ettikleri için, Meryem'e zina iftirasında bulunmuşlardı. Halbuki Allah'ın, buna kadir olduğunu inkâr eden, kâfir olur. Çünkü bununla şöyle demiş olur: "Her doğan çocuk, hiç yoktan değil, bir babadan meydana gelmiştir." Bu söz ise, âlemin ve zamanın kadîm olduğuna inanmayı ve irade sahibi hür bir Tanrı'nın varlığına dit uzatmayı gerektirir. Bu yahudiler, hiç şüphe yok ki önce Allah'ın, babasız bir çocuk yaratmaya kadir olduğunu inkâr etmişler, ikinci olarak da Hazret-i Meryem'e zina fiili nisbet etmişlerdir. Buna göre, Allah'ın, "İnkârları ile kâfir olmaları (sebebi ile)" sözüyle, onların kudret-i ilâhiyi inkârları; "Meryem'in aleyhine büyük iftira atıp söylemeleri..." ifadesiyle de, Hazret-i Meryem'e zina nisbet edişleri kastedilmiştir. İki şey birbirinden başka olunca, bunarın birbiri üzerine atfedilmesi güzel ve yerinde olmuştur.

Yahudilerin, Hazret-i Meryem hakkındaki bu iddiaları, büyük bir iftira kabul edilmiştir. Zira Hazret-i İsa (aleyhisselâm) doğarken, Hazret-i Meryem'in her türlü kusur ve günahtan uzak olduğuna delâlet eden birçok keramet ve mucize zuhur etmiştir. Meselâ, "Hurma ağacını kendine doğru silk, üstüne derilip toplanmış taze hurma dökülecektir" (Meryem, 26) âyetinde anlatılan husus ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın. henüz annesinden yeni doğmuş bir çocuk iken konuşması gibi... Binâenaleyh bu delillerin her biri, Hazret-i Meryem'in her türlü şüpheden uzak olduğunu kati olarak gösterir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, yahudilerin O'nun hakkındaki ta'nlarını "büyük bir iftira" olarak ifade etmiştir. Allah, aynı şekilde münafıkların Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha) hakkındaki ta'nlarını da "Hâşâ, bu, büyük bir iftiradır" (Nur, 16) diyerek, "büyük bir iftira" olarak tavsif etmiştir. İşte bu da, Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha)'yi ta'n eden Rafızîlerin, Hazret-i Meryem'e ta'n eden yahudiler gibi olduklarını gösterir.

Hazret-i İsa'yı Öldürdüklerini İddia Etmeleri

f) Hak teâlâ'nın ve, "Biz, Allah'ın peygamberi, Meryem oğlu Mesih İsa'yı öldürdük" demeleri sebebiyledir" ifadesidir. İşte bu da, onların inkârlarının çok büyük olduğuna delâlet eder. Çünkü onlar, "Biz, bunu yaptık" demişlerdir. İşte bu söz, onların Hazret-i İsa'yı öldürmeye istekli olup, bu hususta çalışıp çabaladıklarına delâlet eder. Hiç şüphe yok ki bu kadarı bile, büyük bir küfürdür.

Eğer, "Yahudiler, Hazret-i İsa'ya inanmıyorlar, O'na düşmandırlar. O'nu bile bile öldürmek istemişler ve O'na, "sihirbaz kadının oğlu olan sihirbaz", "zinâkarın oğlu" demişlerdir. Binâenaleyh onlar niçin, "Biz, Allah'ın peygamberi Meryem oğlu Mesih İsa'yı öldürdük" desinler?" denirse, buna iki şekilde cevap veririz:

1) Onlar, bunu istihza yollu söylemişlerdir. Nitekim Firavun, Hazret-i Musa hakkında "Size gönderilen (bu) peygamberiniz mutlak delidir" (şuara, 27); Kureyş kâfirleri de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında, "Ey kendisine zikir (Kur'ân) indirilen, hiç şüphesiz ki sen bir delisin" (Hicr, 6) demişlerdir.

2) Allahü teâlâ'nın, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın şanının, onların söylediklerinden yüce olduğunu belirtmek için, onların sözünü naklederken, kullandıktan kötü ifadeler (vasıflar) yerine, güzel vasıflan koymuş olması caizdir.

Hazret-i İsa'yı Öldürmüş Değildirler

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Halbuki onlar, onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine, (öldürülen ve asılan adam İsa) gibi gösterildi" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, yahudilerin, Hazret-i İsa'yı öldürdükleri iddialarını nakledince, bu iddialarında yalanlamış ve "Halbuki onlar, O'nu öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine, (öldürülen ve asılan adam, İsa) gibi gösterildi" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki sual bulunmaktadır:

Birinci Sual: Âyetteki, (gibi gösterildi) ifadesinin nâib-i faili nedir? Eğer sen bunun, "Mesîh" olduğunu söylersen, bil ki o, "müşebbeh" (benzetilen) değil, "müşebbehün bin" (kendisine benzetilen)dir. Yok eğer sen, bunun nâib-i failinin, öldürülen adam olduğunu söyleyecek olursan, bu nasıl olabilir ki, daha önce ondan hiç bahsedilmemiştir?

Buna şu iki şekilde cevap verilir:

1) Bunun nâib-i faili, (......) câr-mecrurudur. Bu tıpkı, "Ona öyle gösterildi" sözünde olduğu gibidir. Buna göre sanki, "Fakat onlara, bir şüphe geldi" denilmiştir.

2) Bunun nâib-i faili, öldürülen adama râcî olan mahzuf (......) zamiridir. Çünkü âyetteki "Onlar onu öldürmediler" buyruğu, bir başkasının öldürüldüğünü göstermektedir. Binâenaleyh öldürülen o başka adam, bu yolla adeta zikredilmiş gibidir. Bu sebeple de onun, ili (gibi gösterildi) fiilinin nâib-i faili olması, güzel ve yerinde olmuş olur.

"Birinin Benzerinin Yapılması Safsataya Yol Açar" İtirazı

İkinci Sual: Eğer, "Allah, bir insanın şeklini, bir başkasına verebilir" denilmesi caiz olursa, bu safsata (şüphe ve karışıklık) kapısını açar. Çünkü o zaman, biz Zeydl gördüğümüzde, "Bel ki de o Zeyd değildir. O, kendisine Zeyd'in şekli verilmiş birisidir" denilir. Bu durumda da ne nikâh, ne talâk ve ne de mülkiyet, güvenilir bir şey olmaz. Yine bu mütevatir rivayetin de tenkid edilmesi neticesine götürür. Çünkü tevatür derecesine ulaşan haberler, en sonunda, elle tutulan gözle görülen bir şeye dayanmış olması şartıyla, kesin ilim ifade eder. Binâenaleyh bu tür şüphelerin (yanılmaların), gözle görülen şeylerde ele olabileceğini söylediğimizde, mütevatir habere de tenkid yönelmiş olur ki, bu bütün şeriatı cerhetme kapısını açar. Hiç kimse, "Bu, peygamberlerin zamanına mahsustur" diye, buna cevap veremez. Çünkü o zaman deriz ki, "Eğer bu söylediğiniz şey doğru olsaydı, hem aklî, hem de nakîî delil ile bilinirdi. Binaenaleyh o aklî ve naklî delili bilmeyen herkesin, hissedilen şeylerin (maddî şeylerin) kat'î olduğunu söylememesi ve hiçbir mütevatir habere itimad etmemesi gerekir. Yine hem zamanımızda, mucize kapısı kapanmış ise de, keramet yolları açıktır." İşte bu durumda, zikredilen ihtimal bütün zamanlar için söz konusu olur. Velhasıl bu kapıyı açmak, mütevatir rivayeti kabul etmemeyi gerektirir. Bu ise, bütün peygamberlerin, peygamberliğini kabul etmemeye yol açar. Binâenaleyh işte bu, usulü (temeli) kabul etmemeye götüren, fer'î bir meseledir. Bundan dolayı kabul edilmez?

Buna şöyle cevap verilir: Bu hususta alimlerin şu gibi değişik izahları vardır:

Birinci İzah: Kelâmcıların çoğu şöyle demişlerdir: "Yahudiler, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'yı öldürmek istediklerinde, Cenâb-ı Hak, O'nu göğe kaldırdı. Bunun üzerine yahudilerin başkanları, halk arasında bir karışıklık çıkmasından korktular ve bir adamı yakalayıp öldürdüler, sonra da çarmıha gerdiler. Sonra halka O'nun Mesih İsa (aleyhisselâm) olduğu imajını verdiler. Halk İsa (aleyhisselâm)'nın ancak, adını biliyordu. Çünkü O, insanların içine fazla karışmazdı. İşte bu izaha göre, o soru zail olmaktadır. Buna karşı, "Hristiyanlar, atalarından Hazret-i İsa'yı ölmüş olarak gördüklerini rivayet ettiklerini nakletmişlerdir" de denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: "Hristiyanlara göre tevatür, yalan üzerinde ittifak etme ihtimali de bulunan, az sayıda insandan meydana gelen bir topluluğa dayanır."

Hazret-i İsa'yı Öldürmek İsteyenin, Ona Benzetilerek Öldürülmesi

İkinci İzah: "Allahü teâlâ, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın şeklini, başka bir insana vermiştir." Bu izaha göre de değişik açıklamalar yapılmıştır:

a) Yahudiler, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın, arkadaşları (havarileri) ile birlikte falancanın evinde olduğunu öğrenince, yahudilerin reisi olan Yahûza, avânesinden Taytâyus isminde bir adama, O'nun yanına girip, öldürmek için O'nu o evden çıkarmasını emretmişti. Bu adam, Hazret-i İsa'nın yanına girince, Cenâb-ı Allah Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'yı, evin tavanından göğe yükseltmiş ve Taytfiyus'a, Hazret-i İsa'nın şeklini vermiş. Binâenaleyh yahudiler, onu Hazret-i İsa zannederek, çarmıha germiş ve öldürmüşlerdir.

b) Yahudiler, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'yı takip için bir adam görevlendirdiler. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) dağa çıktı ve oradan göğe yükseltildi. Hak teâlâ, o gözetleyici adama Hazret-i İsa'nın şeklini verdi ve yahudiler onu, "Ben, İsa değilim" dediği halde, öldürdüler.

c) Yahudiler, Hazret-i İsa'yı yakalamayı kafalarına koymuşlardı. Hazret-i İsa'nın yanında on havarisi vardı. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) onlara, "Kim, kendisine benim suretim verilmesi karşılığında, cenneti satın almak ister" dedi. İçlerinden birisi, "Ben..." dedi. İşte bunun üzerine, Allahü teâlâ, ona Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın şeklini verdi. O, evden çıkarılıp öldürüldü. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) göğe kaldırıldı.

d) Hazret-i İsa'nın havarilerinden olduğunu iddia eden bir münafık vardı. Bu münafık, yahudilere gidip Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın yerini onlara haber verdi. Bu adam, yahudilerle birlikte, Hazret-i İsa'yı yakalamak için içeri girdiklerinde, Allahü teâlâ, Hazret-i İsa'nın şeklini o adama verdi. Böylece bu adam öldürüldü ve çarmıha gerildi. İşte bütün bunlar, birbirine zıt olan ve birbirini nakzeden açıklamalardır. İşlerin hakikatini en iyi Allah bilir.

Hristiyanlar Hazret-i İsa'nın Akibeti Hakkında Kesin Bilgiye Sahip Değildirler

Sonra Cenâb-ı Allah, "Hakikaten onun hakkında ihtilafa düşenler de, bu hususta bir şekk içindedirler. Onların buna alt hiçbir bilgileri yoktur, ancak zanna uymaktadırlar" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili İki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, 'Hakikaten onun hakkında ihtilafa düşenlerde..." buyruğunda, bu ihtilafa düşenlerin kimler olduğu hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci Görüş: Bunlar, hristiyanlardır. Bu böyledir, çünkü onların hepsi, yahudilerin Hazret-i İsa'yı öldürdükleri hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak ne var ki hristiyan grupların en büyükleri üçtür: Nestûriyye, Melkâniyye ve Ya'kûbiyye...

Nestûriyye Mezhebinin İnancı

Nestûriyye, Hazret-i İsa'nın, manevi yönden (lâhût) değil, maddî (nâsût) bakımından çarmıha gerildiğini iddia etmiştir. Feylesofların ekserisi de, bu görüşe yakın görüşler rivayet ederek şöyle demişlerdir: Çünkü insanın, sadece beden heykelinden ibaret olmayıp, aksine onun bu bedene nisbet edilmiş ya şerefli bir cisim veyahut da onun zatında, mücerred ve ruhanî bir cevher olup, bu bedende faaliyette bulunduğu sabit olmuştur. Binâenaleyh, öldürülme hadisesi sadece bu beden heykeli üzerinde tahakkuk etmiştir. Ama hakikatte Hazret-i İsa (aleyhisselâm) demek olan nefs üzerinde ise, öldürülme hadisesi cereyan etmemiştir.

"Her insan böyledir, o halde bunu Hazret-i İsa'ya tahsis etmenin manası nedir?" de denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: O'nun nefsi, kudsî, ulvî, semavî, ilahî nurlarla alabildiğine aydınlanmış ve meleklerin ruhuna iyice yaklaşmıştır. Nefs, her ne zaman böyle olursa O'nun, öldürülme ve bedeninin harab edilmesi sebebiyle, büyük acılar duyması düşünülemez. Çünkü böylesi bir nefs, bedenin zulmetlerinden ayrılıp, göklerin enginliklerine ve celal aleminin nurlarına doğru yöneldiğinde, işte orada onun sevinci ve mutluluğu alabildiğine büyür, muazzam olur. Bütün bu hallerin her insan için tahakkuk etmediği, hatta Hazret-i Adem'in yaratılışından, Kıyametin zamanına kadar çok az sayıdaki şahıslar için tahakkuk ettiği malum olan bir keyfiyettir. İşte bu halin Hazret-i İsa'ya tahsis edilmesinin anlamı budur.

Melkâniyye Mezhebinin İnancı

"Öldürme ve haça germe işi, onun lâhûtuna ulaşmıştır. Fakat bu, doğrudan doğruya olmayıp ihsas ve şuur (hissetme) suretiyle gerçekleşmiştir" denmiştir.

Ya'kûbiyye Mezhebinin İnancı

Ya'kûbiyye ise, "öldürme ve çarmıha germe işi, iki cevherden meydana gelmiş tek bir cevher olan Mesih'te meydana gelmiş, vuku bulmuşlardır" demişlerdir. İşte bu konuda hristiyan mezheplerinin izahı bundan ibarettir ki, Hak teâlâ'nın, "Hakikaten onun hakkında ihtilafa düşenler de, bu hususta bir şet içindedir" buyruğundan da bu kastedilmiştir.

İhtilafa Düşenlerin Yahudiler Olması

İkinci Görüş: İhtilafa düşen bu kimseler yahudilerdir. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır:

a) Yahudiler, Hazret-i İsa'ya benzeyen şahsı öldürünce, bu benzerlik öldürülen şahsın sadece yüzünde tahakkuk etmiş, Hazret-i İsa'nın bedeninin sureti, öldürülen bu şahsın bedeninde tahakkuk etmemiştir. Onlar bu şahsı öldürüp onun bedenine baktıklarında, "Yüzü, İsa'nın yüzü; ama beden, onun bedeni değil!" dediler.

b) Süddî şöyle demektedir: Yahudiler Hazret-i İsa'yı, on tane havarisiyle beraber bir evde hapsetmişlerdi... Derken yahudilerden bir adam Hazret-i İsa'yı çıkarıp öldürmek için içeri girdi... İşte tam o sırada Allah, Hazret-i İsa'nın suretini, giren bu şahsın üzerine attı. Hazret-i İsa ise göğe kaldırıldı. Derken onlar o adamı yakalayıp Hazret-i İsa diye öldürdüler. Daha sonra da, "Eğer bu İsa ise, bizim İçeri giren arkadaşımız nerede? Eğer bu arkadaşımız ise, İsa nerede?" demişlerdir ki, işte onların ihtilafı da bu şekilde cereyan etmiştir.

Kıyasla Amel Etmeyi Caiz Saymayanlar Bu Ayeti Delil Sayarlar

Kıyası delil olarak kabul etmeyenler, bu âyetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Kıyas ile amel etmek, zanna uymak ve ona tabi olmak demektir. Zanna ittiba etmek ise, Allahü teâlâ'nın bunu bir zem sadedinde zikretmiş olmasının delaletiyle, Allah'ın kitabında kınanmıştır, zemmedilmiştir. Baksana, Allahü teâlâ burada, gerek yahudi gerekse hristiyanlan zemmetme sadedinde, bununla, zanna tâbi olmakla vasfederek, "Onların buna ait hiç bir bilgileri yoktur, ancak zanna uymaktadırlar" buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, En'âm sûresinde kâfirleri kınarken, "Onlar zandan başka bir şeye uymazlar, onlar ancak yalan söyleyen kimselerdirler" (En'âm. 116) buyurmuştur. Aynı şekilde başka bir âyette de, "Zan ise, muhakkak ki, zan, gerçek karşısında hiç bir şey ifade etmez" (Necm, 28) buyurmuştur. Bütün bunlar, zanna tâbi olmanın kötü ve mezmum bir şey olduğuna delâlet eder.

Biz buna şöyle cevap veririz: Biz, kıyas ile amel etmenin, "zanna ittiba etmek olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü kat'î delil, kıyas ile amel edilebileceğini gösterince kıyastan çıkarılıp elde edilen hüküm zannî değil, malûm ve bilinen bir hüküm olur. Bu kıyas mevzuunu anlatmak çok derin bir mevzu olup, ayrı bir inceleme konusudur

Hazret-i İsa Öldürülmedi, Allah O'nu Göğe Kaldırdı

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Onu yakinen öldürmemişlerdir. Bilakis Allah, O'nu, kendisine yükseltmiştir" buyurmuştur. Bil ki bu tabir, şu iki manaya muhtemeldir:

a) Yakînî olan, öldürmemedir.

b) Yakînî olan, fiilin tahakkuk etmediğidir. Binâenaleyh, birinci ihtimale göre mana şöyle olur: Allahü teâlâ, onların, O'nu öldürüp öldürmedikleri hususunda şüpheye düştüklerini haber vermiş, daha sonra da Hazret-i Muhammed'e, yakînî olanın, onların O'nu öldüremedikleri haberini vermiştir.

İkinci takdire göre ise mana, "onlar, O'nu öldürdükleri hususunda şüphe etmişlerdir" şeklinde olur. Sonra Cenâb-ı Hak bunu, "Onlar öldürdükleri o şahsı, onun Hazret-i İsa olduğundan emin olmayarak; aksine onu öldürdüklerinde, onun Hazret-i İsa mı değil mi olduğu hususunda şüpheye düşerek öldürmüş olduklarını" haber vererek te'kid etmiştir. Birinci ihtimal daha uygundur; çünkü Cenâb-ı Hak bu ifadeden sonra, "Bilakis Allah, onu kendisine yükseltmiştir" buyurmuştur ki, böyle bir söz ancak, öldürmeme kesîn ve yakînî bir durum arzettiği zaman doğru olur.

Allah'ın O'nu Göğe Yükseltmesi

Hak teâlâ'nın, "Bilakis Allah, onu, kendisine yükseltmiştir" buyruğuna gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebû Amr ve Kisâî, lam harfini ra harfine idğam ederek; diğerleri ise idğamsız olarak okumuşlardır. Ebû Amr ile Kisâî kıraatinin delili, lamın mahrecinin râ harfine yakın olması ve râ'da bulunan tekrir sıfatının, lâmdakinden daha kuvvetli olmasıdır. İşte bundan dolayı, râ harfinin lâm harfine idğamı caiz değildir. Çünkü daha noksan olan, kendisinden daha fazla ve güçlü olana idğam edilemez... Diğerlerinin delili İse, gerek lâm, gerekse râ harfinin ayrı ayrı iki kelimede bulunmasıdır... İşte bu sebeple evlâ olan, idğam etmemektir.

Allahü teâlâ Cihette Olmaktan Münezzehtir

Müşebbihe, Allahü teâlâ'ya bir cihet nisbet etme hususunda O'nun bu, "Bilakis Allah, onu, kendisine yükseltmiştir" âyetini delil getirmişlerdir.

Buna şöyle cevap veririz: "Buradaki yükseltme ile, kendisinde, Allah'ın hükmünün dışındaki hükümlerin peçerli olmadığı bir yere yükseltme murad edilmiştir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Halbuki (bütün) işler ancak Allah'a döndürülür" (Bakara. 210) âyeti gibidir. Yine Cenâb-ı Hak, "Kim evinden, Allah'a ve O'nun peygamberine muhacir olarak çıkıp da..." (Nisa, 100) buyurmuştur. Ki hicret ise, Medine'ye yapılıyordu. Hazret-i İbrahim de, "Ben, dedi, doğrusu Rabbime gidiciyim" (Saffat. 99)demiştir.

Üçüncü Mesele

Hazret-i İsa'nın semaya yükseltildiği bu âyetle sabittir. Bu âyetin bir benzeri de, Allah'ın, Âl-i İmrân süresindeki, "Şüphesiz ki seni öldürecek olan benim, seni kendime yükseltip kaldıracak, seni küfredenlerin içinden tertemiz çıkaracak..." (âl-i imrân, 55) âyetidir. Bil ki Allahü teâlâ, bu izah ettiği şeylerin hemen peşinden, Hazret-i İsa'ya pekçok belâ ve sıkıntıların ulaştığını, O'nun da Hazret-i İsa'yı kendisine yükselttiğini zikredince, bu beyân, Hazret-i İsa'nın kendisine yükseltilmesinin mükâfaat bakımından cennetten ve o cennetteki maddi lezzetlerden daha büyük olduğuna delalet etmiştir. İşte bu âyet sana, manevi mutluluklar bilgisinin kapısını açmaktadır.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, aziz ve hakimdir" buyurmuştur. Buradaki izzetten maksat, kudretinin; hikmetten maksat da ilminin kemali ve mükemmelliğidir. İşte böylece Cenâb-ı Hak bu buyruğu ile Hazret-i İsa'nın dünyadan göklere doğru yükseltilmesinin, her ne kadar bir beşere imkansız gelse dahi, bunun, kendi kudretine ve hikmetine nisbetle imkansız olamayacağına dikkat çekmiştir. Bunun bir benzeri de O'nun, "Kulunu, bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kadar götüren (Zât-ı eceli ve a'lâ) münezzehtir..." (isrâ, 1) âyetidir. Çünkü İsrâ, her nekadar Hazret-i Muhammed'in kudretine nisbetle imkansız ise de, Hak Subhanehu'nun kudretine nisbetle çok kolay ve basittir.

Ehl-i Kitab'ın Ölmeden Önce Hazret-i İsa'ya İnanmaları

158 ﴿