162

Bil ki Allahü teâlâ, kâfirler ile cahil yahudilerin yolunu anlatınca, mü'min yahudilerin yolunu da anlatarak şöyle buyurmuştur: "Fakat onlardan, ilimde râsih olanlar ve müminler, hem sana İndirilen (Kûr'ân'a), hem senden evvel indirilen (kitaplara) iman ederler. (Onlar), namazı dosdoğru kılanlar, zekatı verenler, Allah'a ve âhiret gününe inananlardır. İşte onlara biz, çok büyük bir ecir vereceğiz"

Bu âyetle ilgili, meseleler bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Bil ki burada bahsedilen kimselerden murad, ilimde iyice derinleşmiş ve ilmi kökleşmiş olan Abdullah İbn Selâmfrile onun arkadaşlarıdır. Bunlar gerçekte şu şekilde istidlal eden kimselerdir: Mukallid, şüpheye düşürülmek istendiğinde şüpneye düşer. Ama istidlal ederek birşeye inanan, kesinlikle şüpheye düşürülemez. Binaenaleyh âyette bahsedilen "ilimde râsih olanlar" dan maksad, istidlal edenler; "mü'minler..." den maksat ise istidlal edenlerden iman edenler veyahut da mü'min, muhacir ve ensardır. Âyette, "Rasihûn" kelimesi mübteda, "İman edenler" kısmı ise haberdir.

Âyetteki, "namazı dosdoğru kılanlar, zekatı verenler" ifadeleri hakkında şu üç görüş söylenmiştir:

Birinci Görüş: Hazret-i Osman (radıyallahü anh) ile Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha)'nin, "Mushafta, (imla bakımından)bir lahn (hata) vardır Aranlar onu dillerivle düzeltecekler (doğru okuyacaklardır)" dedikleri rivayet edilmiştir. Bil ki bu görüş, son derece uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu mushaf, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan tevatür yolu ile nakledilip gelmiştir. Binâenaleyh, onda nasıl bir hata bulunabilir.

İkinci Görüş: Bu görüş Basralılara ait olup, buna göre, "Namazı dosdoğru kılanlar.." ifadesi, namazın faziletini göstermek için, medh üzere mansubtur. Basralılar şöyle derler: Mesela sen, "Kerîm olan Zeyd'e uğradım" dediğin zaman, buradaki "kerîm" lâfzını Zeyd'in sıfatı olarak mecrûr okursun. Bu lafzı, "kastediyorum" kelimesini, takdir ederek (var sayarak ve onun mef'ûlü olarak) der, mansûb kılarsın. İstersen kerîmdir" takdirinde düşünerek, merfu da okuyabilirsin. Buna göre, meselâ, denilir ki, bunun takdiri, "bana senin kavmin (akrabaların geldi). Yani, yurtlarında yedirip içirenleri kastediyorum. Onlar, sıkıntılar gelince de yardımcı olanlardır" şeklindedir. İşte âyetin takdiri de, "Yani namazı dosdoğru kılanları kastediyorum. Hem onlar zekatlarını da verirler..." şeklindedir."

Kisâî bunu tenkid eder ve şöyle der: "Herhangi bir ifadeyi medh üzere mansub okumak, ancak söz tamamlandıktan sonra mümkün olur. Halbuki burada söz henüz tamamlanmamıştır. Çünkü âyetteki "Fakat onlardan, ilimde râsîh olanlar.. " ifadesinin haberi henüz gelmemiştir ve o ifadenin haberi, "İşte onlara biz, çok büyük bir ecir vereceğiz" kısmıdır."

Kisâî'ye şöyle cevap verilir: Bu ifadenin, "İşte onlara biz, çok büyük bir ecir verceğtz" kısmında tamamlandığını kabul etmiyoruz. Çünkü buradaki haberin "iman ederler..." kısmı olduğunu açıklamıştık. Hem, mübteda (isim) ile haber arasına "medh" sokarak, cümle-i i'tiraziyye yapmak niçin mümkün olmasın ki? Bunun imkânsız oluşunun delili nedir? Binaenaleyh Basralıların bu âyet hakkındaki görüşü itimada şayandır.

Üçüncü Görüş: Bu, Kisâî'nin görüşüdür ve buna göre âyetteki "(mukî-mîn)" kelimesi âyette geçen "Sana indirilen (Kur'ân'a)" ifadesindeki (......) ism-i mevsûlü üzerine atfedilmiştir. Buna göre mana şöyle olur: "Onlar, hem sana indirilen (Kur'ân'a), hem senden evvel indirilen (kitaplara) ve namazlarını dosdoğru kılanlara iman ederler." Sonra "zekatı verenler.." ifadesi de, (mü'minun) üzerine atfedilmiştir. Namazlarını dosdoğru kılanlardan murad, peygamberlerdir. Çünkü onlardan herbirinin şeriaîtnda namaz mevcuttur. Çünkü Cenâb-ı Hak, Enbiya sûresinde, bazı peygamberleri zikrettikten sonra, "Kendilerine, hayırlı İşler yapmayı ve namaz kılmayı vahyettik..." (Enbiya. 72) buyurmuştur.

"Namazlarım dosdoğru kılanlardan muradın, Cenâb-ı Hakk'ın "saf sof' diye tavsif ettiği melekler olduğu da rivayet edilmiştir. Saf saf olan melekler, Allah'ı tesbîh edenlerdir. Onlar, hiç bıkmadan, gece gündüz Allah'ı tesbih ederler. Binaenaleyh âyetteki, "Hem sana indirilen (Kur'ân'a), hem senden evvel indirilen (kitaplara) inanırlar" ifadesi ile, meleklerin kitaplara iman etmiş oldukları; "namazı dosdoğru kılanlara" (inanırlar)" ifadesi ile de, peygamberlere inandıkları anlatılmıştır.

Dördüncü Görüş: Abdullah İbn Mes'ûd'un mushafında, bu kelime vavlı olarak, "Namazı kılanlar" şeklinde yer almıştır. Bu, aynı zamanda Malik İbn Dinar el-Cühderî ve İsa es-Sakafi'nin de kıraatidir.

İkinci Mesele

Bil ki âlimler üç kısımdır:

1) Allah'ın sadece hükümlerini bilenler.

2) Allah'ın hem zatını, hem de sıfatlarını bilenler...

3) Hem Allah'ı, hem de O'nun hükümlerini bilenler.. Birinci kısım, Allah'ın hükümlerini, tekliflerini ve kanunlarını bilen alimlerdir. İkinci kısım, Allah'ın zâtı ile O'nun hakkında vacip, caiz ve mümtenî olan sıfatları bilenlerdir. Üçüncü kısım ise, "ilmi ile âmil olanlar" diye anlatılan âlimlerdir ki, alimlerin en büyükleri bunlardır. İşte bu üç kısma, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Alimlerle otur. Hikmetli kimselere karış ve büyüklerle arkadaş ol" Muvatta, İlim, 1; Keşfu'l-Hafa, 1/329. hadisi ile işaret etmiştir.

Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: "Allahü teâlâ onları "ilimde kök salan kimseler (rasihûn)" olarak tavsif etmiş ve bunu izah ederek, öncelikle onların, Allah'ın hükümlerini bilip, onlara göre amel ettiklerini beyan etmiştir. Onların, Allah'ın hükümlerini bilmeleri, "(Onlar) hem sana indirilen (Kur'ân'a), hem senden evvel indirilen (kitaplara) iman ederler" ifadesi ile; bildikleri hükümlerle amel etmeleri ise, "namazı dosdoğru kılanlar, zekatı verenlerdir" tabiri ile anlatılmıştır. Allahü teâlâ, en şerefli tâat oldukları için, burada özellikle namazı kılma ve zekatı vermeden bahsetmiştir. Çünkü namaz, bedenî ibadetlerin en şereflisi, zekat da mal ile yapılan ibadetlerin en şereflisidir. Hak teâlâ onların, Allah'ın hükümlerini bilip, onlarla amel ettiklerini anlattıktan sonra, onların Allah'ı bildiklerini de beyan etmiştir. En kıymetli bilgi, mebde' ve meâd, (ilk yaratılış ve âhiret) bilgisidir. Bundan dolayı mebde' bilgisi âyette, "Allah'a inanırlar" sözü ile, meâd (âhiret) bilgisi de, "ve âhiret gününe İnanırlar" sözü ile anlatılmıştır. Cenâb-ı Hak, bu üç kısmı izah edince, âyette bahsedilenlerin, Allah'ın hükümlerini bilip, onunla amel eden kimseler oldukları ve Allah ile âhireti bilip inandıkları ortaya çıkmış olur. Bu ilim ve bilgiler bulununca da, onların ilimde kök salmış (rasihûn) oldukları anlaşılmış olur. Çünkü insanın kemal ve mertebe bakımından, bundan daha yüksek olması mümkün değildir.Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu kimselerden, "İşte onlara biz, çok büyük bir ecir vereceğiz" diye bahsetmiştir.

Nübüvvet İle Mu'cizenin Münâsebeti

162 ﴿