MÂİDE SÛRESİ

1

Bu sûre yüzyirmi Ayettir ve Medine'de nazil olmuştur. "Ey iman edenler, akidlerinizi (sözlerinizi) yerine getirin. Siz ihramlı olduğunuz halde, avlanmayı helal saymamak şartıyla ve size (aşağıda) okunacak olanlar müstesna hayvanların (etleri) helal kılındı. Şüphesiz Allah, dilediğine hükmeder".

Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Akdi Yerine Getirmenin Manası ve Önemi

Arapça'da (aynı manada olmak üzere)o (Ahdinde durdu) denilir."Âhidlerini yerine getirenler" (Bakara, 177) âyeti de böyledir.

"Akd", birşeyi birşeye çok sıkıca ve sağlamca bağlamak demektir. Buna göre "ahd", ilzam (mecbur kılma); "akd" ise iltizam, yani o mecburiyeti çok sağlam bir şekilde kabul etmek demektir. İman, Allah'ın zâtını, sıfatlarını, hükümlerini ve fiillerini bilip tanımaktan ibaret olup, bütün mükellefiyet, emir ve yasakları hususunda Allah'a inkıyadın bütün mahlûkâta vacib oluşu da O'nun hükümlerinden birisi olunca, âyette geçen akid, imanın kendisinin gerçekleşmesinde nazar-ı itibara alınan şeylerden birisi olmuş olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, akidlerinizi yerine getirin" demiştir. Bu "Ey Allah'a inkıyâd ve itaati göstermede, çeşitli akid ve ahidlere iman etmeyi kabul etmiş kimseler, o akidlerinizi yerine getiriniz" demektir. Allahü teâlâ, bu âyette de olduğu gibi, kullarına olan buyruklarını, "akidler" diye ifade etmiştir. Çünkü O, bu akidleri, tıpkı birşeyin birşeye sağlam bir iple bağlanması gibi, kullarına bağlamıştır.

Bil ki Cenâb-ı Allah, bu tekliflerini, hem bu âyette, hem de "Fakat (Allah), kalblerinizin akdettiği (azmettiği) yeminler yüzünden sizi hesaba çeker" (Mâide. 89) âyetinde olduğu gibi, bazan "akidler" diye; bazan da, "Siz bana karşı olan ahdinizi yerine getirin, ben de size karşı olan ahdimi yerine getireyim" (Bakara, 40) ve "Karşılıklı anlaşma yaptığınız zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin ve yeminlerinizi bozmayın" (Nahl, 91) âyetlerinde olduğu gibi, "ahidler" diye adlandırmıştır. Netice olarak diyebiliriz ki Cenâb-ı Hak bu âyette, hem yapmak hem de yapmamak açısından mükellef tuttuğu şeylerin yerine getirilmesini emretmiştir.

Bir Nezir Meselesinde Hanefi İle Şafili Arasındaki Fark

Şafiî (r.h) şöyle der: "Bir kimse, bayram günlerinde oruç tutmayı veya çocuğunu kesmeyi nezretse, bu nezir hükümsüz olur." Ebû Hanife (r.h) ise, tam aksine bu nezrin sahih bir nezir olduğunu söylemiştir, Ebû Hanife'nin delili şudur: Bu kimse, oruç tutmaya ve çocuğunu kesmeye nezr etmiştir. Binâenaleyh bu kimsenin oruç tutması ve kesmesi gerekir. Bu iki cümleden birincisinin izahı şöyledir: Bu kimse bayram gününde oruç tutmaya ve çocuğunu kesmeye nezretmiştir. Halbuki bayram günü oruç tutmak, hem oruç tutma, hem de o orucun bayram gününde olmasından meydana gelmiş bir mahiyettir. Çocuğu kesme de, hem kesme fiilinden, hem de o kesmenin çocuk üzerinde olmasından meydana gelmiş bir iştir. Mürekkeb bir işi yapan kimse, o mürekkeb (birleşik şeyi) meydana getiren parçalardan her birini yapmış demektir. Binâenaleyh bayram günü oruç tutmayı veya çocuğunu kesmeyi kendisine gerekli kılan kimse, hiç şüphesiz oruç tutmayı ve kesme işini iltizâm etmiş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: "Akidlerinizi yerine getirin" (Mâide. 1); "Niçin yapmayacağınız şeyleri söylersiniz" (Saf. 2) ve "(onlar), nezirlerini yerine getirirler" (insân, 7) âyetleri ile Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Adağını yerine getir" hadis-i şerifinden dolayı, o kimsenin oruç tutması ve kesme işini yerine getirmesi gerekir. Velhasıl o kimse, orucunun bayram günü olması ve kesme işinin çocuk üzerinde tahakkuk etmesi bakımından, bu nezrini lağv etmiş, hükümsüz kılmıştır. Fakat umumî lafız, tahsisten sonra hüccettir. (Binâenaleyh o, bayram günleri dışında orucunu tutar ve kesme işini de, kurban olabilecek bir hayvan üzerinde ifa eder.) Şafiî (r.h)'nin delili şudur: "Bu, günah olan bir işi nezretmektir. Dolayısıyla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Allah'a karşı mâsiyet olan bir hususta nezir yapılamaz" Nesai, Eyman, 41 (7/26); Müsned, 4/433 hadis-i şerifinden ötürü, bu bir lağv (hükümsüz) nezir olur."

Alış-verişte Meclis Muhayyerliği Meselesinde Farklı İçtihatlar

Ebû Hanife (r.h), alış-verişte meclis muhayyerliğinin olmadığını ileri sürerken, İmam Şafiî (r.h), bunun olduğunu söylemiştir. Ebû Hanife'nin delili şudur: "Alış-veriş yapılıp kesinleşince, âyetteki "akidlerinizi yerine getirin" emrinden ötürü, artık onu bozmanın haram olması gerekir." Şafiî'nin delili ise şudur: O, âyetin bu umûmi hükmünü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Alış-veriş yapan iki kişiden her biri, bulunduktan o yerden (meclisten) ayrılmadıkları müddetçe, muhayyerdirler (isterlerse, bu alış-verişi feshedip bozabilirler)" hadisi ile tahsis etmiştir.

Üç Talakı Birden Verme Konusunda Farklılık

Ebû Hanife (r.h), üç talak hakkının hepsini birden kullanmanın haram olduğunu söylerken; Şafiî (r.h), bunun haram olmadığını söylemiştir. Ebû Hanife'nin delili şudur: "Hak teâlâ'nın "(Farz olan iddet) son buluncaya kadar, nikah akdini bağlamaya azmetmeyin..." (Bakara. 235) âyetinden ötürü, nikah da bir akiddir. Binâenaleyh, "akidlerinizi yerine getirin" âyetinden ötürü de, o akdi bozmanın haram olması gerekir. Bu ifade ile, icmâya dayanılarak, bir talak verme (yani üç talaktan birini kullanma) hakkında amel edilmemiştir. Binâenaleyh âyetin hükmünün, birden fazla talakta, devam etmesi gerekir. Şafiî (r.h), âyetin bu umumî hükmünü şu kıyas ile tahsis etmiştir (sınırlamıştır): "Eğer cem (yani üç talakı birden vermek) haram olmuş olsaydı, (verilmesi halinde) geçerli olmazdı. Halbuki bu geçerlidir. Binâenaleyh, bu haram değildir."

Yiyecekler Konusunda İnsanların Mükellefiyetleri

Allahü teâlâ, "Hayvanların (etleri) size helal kılındı" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ önceki ifade ile, bütün mükelleflere, tekliflerinin hepsini kabul etmelerinin gerektiğini iyice beyân edince, külli ve esas kaide mesabesinde olan bu hükümden sonra mufassal olarak tekliflerini saymaya başlamış ve önce yiyeceklerin helal ile haram olanlarını zikredip, "Hayvanların (etleri) size helal kılındı" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

“Behimetu'l-En'am” Tabrinin İzahı

Alimler şöyle demişlerdir: "Aklı olmayan her canlı, "behîme"dir. Bu, Arapların, birisine bir şey güç geldiğinde söyledikleri ve "yolu kapalı" manasında söyledikleri , sözlerinden alınmıştır. Daha sonra bu isim, karada ve denizde yaşayan her dört ayaklı hayvan hakkında kullanılmıştır. Âyette geçen "en'âm", deve, sığır ve davar demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "En'âm'ı da (Allah sizin için) yaratmıştır. Bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler ve nice nice faydalar vardır... Atları katırları ve merkebleri de (sizin için) yarattı" (Nahl, 5-8) buyurmuş ve böylece "en'âm" ile "at, katır ve eşeğin" farklı olduğunu belirtmiştir. Yine Cenâb-ı Allah, "Ellerimizin yaptıklarından, kendileri için onca enamı yarattığımızı, bu sayede onlara mâlik olmuş bulunduklarını görmüyorlar mı? Biz onları, kendilerine itaatkâr kıldık. İşte binecekleri bunlardan ve yiyecekleri bunlardandır" (Yasin, 71-72) ve "En'âm'dan, yük taşıyacak, (tüyünden) döşek yapılacak olanları yaratan da O'dur. Allah'ın size rızık yaptığı şeylerden yiyiniz... (Allah) sekiz çift (yarattı): Koyundan bir çift, keçiden bir çift, deveden bir çift, sığırdan bir çift" (Enam, 142-144) buyurmuştur.

Vahidî (r.h); "En'âm" sözüne, tırnaklı hayvanlar girmez. Çünkü bu kelime, "yumuşak basma" manasına gelen, (......) tabirinden alınmıştır" demiştir.

Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: hakkında, şu sorular sorulmuştur:

1) "Behîme", bir cins; "en'âm" ise "tür"dür. Buna göre, bu tabir tıpkı "Hayvanü'l-insan" (insan olan canlı) denilmesi gibidir ki, bu sonra getirilmesi gerekenin, önce getirilmesi demektir?

2) Eğer Allahü teâlâ. "Sizin için en'âm helal kılındı" demiş olsaydı, bu da aynı manayı ifade ederdi. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, bir başka âyetteki "Karşınızda okunan (hayvanlar) müstesna, en'âm size helal kılındı" (Hacc, 30) buyruğudur. Binâenaleyh bu âyette, "behîme" kelimesinin ilaveten getirilmesinde ne fayda vardır?

3) Allahü teâlâ, "behîme" lafzını müfred, "en'âm" lafzını ise cemî olarak getirmiştir. Öyle ise bunun faydası nedir?

Birinci soruya, şu iki şekilde cevap veririz:

1) Bu ifadede, gerek "behîme", gerek "en'âm" kelimeleri ile aynı şey murad edilmiştir. Binâenaleyh behîme"nin, "en'âm"a izafesi, beyân içindir. Bu tür izafet (den, dan) manasındadır. Meselâ (gümüş'den olan yüzük, gümüş yüzük) gibi. Binâenaleyh âyetteki bu izafet, "En'âm'dan olan behîme" demektir. Veyahut da bu izafet, te'kid içindir. Tıpkı bizim O şeyin kendisi, bizzat aynısı" dememiz gibi...

2) "Behîme" ile birşey, "en'âm" ile de başka birşey murad edilmiştir. Bu takdirde şu iki izah yapılabilir:

a) "Behîmetü'l-en'âm" tabirinden maksad, ceylan, vahşi sığır ve benzeri hayvanlardır. Sanki Araplar, geviş getirme ve köpek dişleri olmama bakımından, "en'âm'a benzeyen behâim cinsi hayvanları kastetmişlerdir. Böylece "behîme" kelimesi, aradaki bu benzerlikten ötürü, "en'ân"a muzaf kılınmıştır.

b) Buradaki "behîme"den maksad, "en'âm"ın karnındaki yavrularıdır. Nitekim rivayet olunduğuna göre, İbn Abbas (radıyallahü anh), bir sığır kesilip, karnından bir cenin çıkınca, onun kuyruğundan tutarak, "Bu, en'âm'ın behîmesidir" demiştir. İbn Ömer (radıyallahü anh)'in de, "Bu, en'âm'ın ceninleridir. En'âm'ın kesilmesi bunun da kesilmesi yerine geçer" dediği rivayet edilmiştir. Bil ki bu izah, İmam Şafiî (r.h)'nin, "Cenin, annesinin kesilmesi ile kesilmiş sayılır" şeklindeki görüşünün doğruluğuna delâlet eder.

Mecuselerin Hayvan Kesmeye İtirazlarına Cevap

Seneviyye şöyle demişlerdir: "Hayvanları kesmek, onlara eziyet etmek demektir. Eziyet verme ise, kabîh (kötü) biriştir. Kabîh olan işe, Rahîm ve Hakîm olan ilah razı olmaz. Binâenaleyh hayvanları kesmenin, Tanrının hükmü ile helal ve mubah olması imkânsızdır. Bunun doğruluğunu gösteren birşey de şudur: Bu hayvanlar, kendilerini müdafaa edemezler. Onlar kendilerine eziyet edene karşı, sözle müdafaa da yapamazlar. Eziyet vermek kabîhtir. Fakat böylesine âciz ve çaresiz varlıklara eziyet etmek daha kabîhtir."

Bil ki bütün müslüman fırkalar (mezhepler), bu şüphe yüzünden birçok değişik gruplara ayrılmışlardır. Bu cümleden olarak Mükremiyye Mükremiyye, Haricîlerden bir Koldur. Mükrem İbn Abdullah el-İclî tarafından kurulmuştur. Namazı terkedenleri kâfir sayarlar (ç), şöyle demiştir: "Biz, hayvanların kesilirken acı duyduğunu kabul etmiyoruz. Cenâb-ı Hak onlardan, kesilmenin acısını kaldırmıştır. Bu, zaruri ve mecburi olan şeylerdeki diretip sabretme gibidir"

Mu'tezile ise, "Biz, eziyetin ve acı vermenin, mutlak olarak (kayıtsız-şartsız) kabîh olduğunu kabul etmiyoruz. Bu ancak daha önce işlenmiş bir cinayete ve bir bedele karşılık olmadığı zaman kabîh olur. İşte burada Allahü teâlâ, bu hayvanlara, âhirette kıymetli karşılıklar verecektir. Binâenaleyh bu kesme, zulüm olmaktan çıkar. Sözümüzün doğruluğuna, güzel olduğu akıllarımızca da anlaşılan şu husus da delâlet eder: "Sıhhatli olmak için, kan aldırma sıkıntısına katlanmak güzeldir. Bundan dolayı, büyük bir menfaat için, bu azıcık sıkıntıya katlanmak güzel olunca, kesme ile ilgili durum da aynı olur."

Ehl-i sünnet de şöyle demiştir: "Hayvanların kesilmesi hususundaki müsaade, Allah tarafından, kendi mülkünde yapılmış bir tasarruftur. Bir mal sahibi, kendi malında tasarrufâtta bulunduğu zaman ona itiraz edilmez." Bu konu çok uzundur ve usûl ilminde anlatılmıştır. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü Mesele

Bazı kimseler, "Hayvanların (etleri) size helal kılındı" âyetinin mücmel olduğunu söylemişlerdir. Çünkü helal kılma, ancak fiillere nisbet edilir. Burada ise, zatlara (bizzat layvanlara) nisbet edilmiştir. Bundan dolayı bunu zahirine göre almak imkânsızdır. Bu sebeple, burada bir fiil takdir etmek gerekir. Halbuki takdir edilecek olan herhangi bir fiil, takdir edilmeyecek olanlardan daha tercihe şayan değildir. Binâenaleyh bu "helal kılma"dan muradın, o hayvanların derileri veya kemikleri veya yünleri veyahut da etlerinden istifade etmek olabileceği gibi, onları yemek suretiyle onlardan istifade etmek de olabilir. Şüphesiz ki âyetin lafzı, bütün bunlara muhtemeldir. Binâenaleyh âyet bu bakımdan mücmeldir. Ancak Hak teâlâ'nın, "Enamı da o yaratmıştır ki bunlarda sîzin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler ve nice nice menfaatlar vardır. Onlardan yersiniz de..." (Nahl, 5) âyeti, "Hayvanlarsize helal kılındı" buyruğu ile, bu hayvanlardan bütün sayılan bakımlardan, istifade edilebileceğine delâlet eder.

Bil ki Allahü teâlâ, "Hayvanların (etleri) size helal kılındı" buyurunca, bunun peşisıra şu iki istisnayı yapmıştır:

1)"Size (aşağıda) okunacak olanlar müstesna..." Bil ki bu istisnanın zahirî manası mücmel (biraz kapalı)dır. Halbuki mücmel bir ifadeyi, mufassal bir ifadeden istisna etmek, istisna edilmeyen kısmı da mücmel hale getirir. Fakat müfessirler bu istisnadan muradın, bu âyetten sonra gelecek olan, "Ölü, kan, domuz eti, Allah dan başkası adına kesilen hayvan, (henüz canı çıkmadan yetişip kestikleriniz dışındaki) boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan aşağı yuvarlanmış, süsülmüş (boynuzla veya tosla vurulmuş), vahşi hayvanlarca yaralanmış olup da ölen hayvanlar ve dikili taşlar (putlar) adına kesilen hayvanlar size haram kılınmıştır" (Maide, 3) âyetinde sayılan şeyler olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun izahı şöyledir; Hak teâlâ'nın "Hayvanlar size helal kılındı" buyruğu, bu hayvanların bütün bakımlardan insanlara helal olmasını gerektirir. İşte bundan dolayı bunu Cenâb-ı Hak, "Bu hayvanlar, eğer ölü, boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan aşağı yuvarlanmış, susulmuş veya yırtıcı hayvanlarca parçalanmış, yahut da Allah'dan başka birisinin adına kesilmiş olurlar ise, işte o zaman haramdırlar" diye açıklamıştır.

İhramlı Olana, Karada Avlanma Yasağı

2) Hak teâlâ, "İhramlı olduğunuz halde, avlanmayı helal saymamak şartı ile" diye, ikinci istisnayı yapmıştır. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Allahü teâlâ, "en'âm'ın behîmesini" helal kılınca, o hayvanların av olanları ile olmayanları arasındaki farkı zikretmiştir. Böylece biz, onlardan av olanların ihramsız olduğumuz zaman helal olduğunu, onlardan av olmayan diğer hayvanların ise, ihramlı iken de ihramsız iken de helal olduklarını anlamış olduk.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın "İhramlı olduğunuz durumda... "ifadesi, "hacc ile umreniz veyahut da ikisinden birisi sebebi ile ihrama girmiş iseniz..." demektir. Tıpkı, "Cünüp oldu ve o cünüptür" denilmesi gibi, (Hacc ve Umre için ihrama girdi); ihramlıdır" denilir. (......) kelimesi, hem müfred, hem cemidir. Nitekim, denildiği gibi, "İhramlı kavim" de denilir. Cenâb-ı Hak da "Eğer cünüb olduysanız, temizlenin (gusledin)" (Maide, 6) buyurmuştur.

Bil ki biz, dediğimiz zaman, bu, iki manaya gelir: Birincisi, şu yukarıda verdiğimiz (ihrama girme) manasıdır. İkincisi ise, "O adam Harem bölgesine girdi" manasıdır. Buna göre, âyetteki (......) ifadesi, her iki manaya da gelir. Bu sebeple, hacc veya umre sebebiyle ihrama giren kimsenin avlanması haram olduğu gibi, Harem bölgesine girenin de avlanması haramdır. İşte fukahânın görüşü budur.

Üçüncü Mesele

Bil ki âyetin zahiri, avlanmanın, ihrama giren kimse için haram olduğunu gösterir. Bu âyetin bir benzeri de, "İhramdan çıktığınız zaman (isterseniz) avlanın" (Mâide, 2) âyetidir. Çünkü, (zaman) kelimesi şart manası ifade eder. Bir şeye şart ile bağlı olan, o şart bulunmadığı zaman mevcut olmaz. Fakat Cenâb-ı Hak, bir başka âyetinde, ihramlı olana haram kılınanın deniz avı değil, sadece kara avı olduğunu beyân ederek, 'Deniz avı yapmak ve onu yemek size ve yolcu olana bir fayda olmak üzere helal kılındı. Kara avı ise, ihramlı olduğunuz müddetçe haram kılındı" (Mâide, 96) buyurmuştur. Binâenaleyh bu âyet, o mutlak manadaki âyetleri açıklar.

Dördüncü Mesele

Âyetteki (......) kelimesi, "Sizin için helal kılındı" ifadesinden "hâl" olarak, mansub kılınmıştır. Bu tıpkı senin, "Bu yemek, aşırı gitmeyerek (yemeniz) halinde size helaldir" sözün gibidir Ferrâ, "bu ifadenin "Aşırı gitmemek ve haddi aşmamak şartıyla bu şey sana helal kılındı" sözün gibi olduğunu" söylemiştir. Buna göre âyetin manası, "İhramlı iken, avlanmayı helal görmeniz müstesna, size hayvanlar helal kılındı. Çünkü bu size, ihramlı iken helal değildir" şeklinde olur.

Hüsnün Kaynağı Allah'ın Emridir

Sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz Allah, dilediğine hükmeder" buyurmuştur ve bu, "Allahü teâlâ, bütün hallerde en'âm'ı mubah kılmış, ama avlanılmalarını bazı hallerde mubah kılmıştır. Binâenaleyh birisi, hükmü önce tafsil edip, sonra tahsis etmenin sebebi nedir? der ise, ona cevaben, "Allah, herşeyin maliki ve yaratıcısıdır. Bundan dolayı O'nun hükmüne hiç itiraz edilemez" denir." manasındadır. İşte alimlerimizin, "Allah'ın mükellef kılmasının güzel (hasen) oluşunun sebebi, rububiyyet ve ubüdiyyettir" şeklindeki sözlerinin manası budur. Yoksa bunun sebebi, Mu'tezile'nin dediği gibi, kulların maslahatına riayet değildir.

Allah'ın Şeâirine Hürmet Ediniz

2

"Ey iman edenler, Allah'ın şeâirine, haram olan aya, kurbanlık hediyelere, (onlardaki) gerdanlıklara ve Rablerinden hem bir ticaret, hem de bir rıza arayarak Beyt-i Haram'a ziyaret niyet edip gelenlere sakın hürmetsizlik etmeyin. İhramdan çıktığınız vakit (isterseniz) avlanın. Sizi Mescid-i Haram'dan alıkoydular diye bir kavme karşı beslediğiniz kin, sakın sizi haddi aşmaya sevketmesin. Birr ve takva hususunda birbirinizle yardımlaşın, günah işlemek ve haddi aşmak hususunda yardımlaşmayın. Allah'a saygılı olun. Şüphesiz ki Allah, cezalandırması şiddetli olandır"

Bil ki Allahü teâlâ, birinci âyette ihramlı olana, avlanmayı haram kılınca, bu âyette de, Allah'ın tekliflerine (emirlerine) muhalefet etmeyi yasaklayarak, aynı şeyi te'kid etmiştir ve "Ey İman edenler, Allah'ın şeâirine hürmetsizlik etmeyin (onları helal saymayın)" buyurmuştur.

Şeâir Kelimesinin Manası

Bil ki "Şe'âir", cemî bir kelimedir. Çoğu alimler onun, "Şaire" kelimesinin cem'i olduğunu söylemişlerdir. İbn Fâris ise bunun müfredinin "şî'are" olduğunu söylemiştir. Şaîre, müş'ire manasınadır. Müş'ire, "bildiren"; iş'âr ise "bildirmek" manasınadır. Binaenaleyh bildiren herşey, iş'ar etmiştir. Birşeye alem kılınan veya birşeyle alametlendirilen her şeye şaîre denilebilir. Mekke'ye gönderilen kurbanlık hayvanlar da "şe'âir" diye adlandırılırlar. Çünkü bu hayvanlar, kendilerinin kurbanlık olduklarını gösteren alametlerle süslenmişlerdir.

Müfessirler, âyetteki "şe'âir"den ne kasd edildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta iki açıklama yapılmıştır:

a) Âyetteki, "Allah'ın şe'âirine hürmetsizlik etmeyin (onları helal saymayın)" emri, "Allah'ın, kullarına farz ve vacib kıldığı şeylerden ve şe'âirden herhangibirini ihlâl etmeyin" demektir. Buna göre, "Allah'ın şe'âiri", bütün mükellefiyetleri içine alan umûmi bir tabir olup, muayyen bir şeye tahsis edilmemiştir. Hasan el-Basrî'nin, "Allah'ın şe'âiri, O'nun dini demektir" şeklindeki sözü de, bu görüşe yakın bir sözdür.

b) "Bundan maksad belli bazı mükellefiyetlerdir." Bu görüşe göre de, şu izahlar yapılmıştır:

1) Bu "İhramlı iken size haram kılınan avı, kendinize helal saymayınız" demektir.

2) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Müşrikler, Kâ'be'yi ziyaret ediyor, oraya kurbanlıklar götürüyor, hacc mekânlarına saygılı davranıyor ve kurban kesiyorlardı. Müslümanlar, bu işleri değişik yapmak isteyince, Allahü teâlâ bu âyeti indirmiştir."

3) Ferrâ: "Bütün Araplar Safa ile Merve'yi haccın şe'âirinden (mukaddes mekânlarından) kabul etmiyor ve oraların arasında sa'y etmiyorlardı. İşte Allahü teâlâ bunun üzerine, "Haccın herhangi bir menasikini bırakmayı helal saymayın. Bütün menâsiki tastamam ve eksiksiz yapın" demiştir" der.

4) Bazı alimter de, şe'âirin, kurbanlık olduğu bilinsin diye hörgücüne (keserek) işaret yapılmış olan kurbanlık develer olduğunu söylemişlerdir. Bu, Ebû Ubeyde'nin de görüşüdür. Ebû Ubeyde: "Bunun delili, "Biz, kurbanlık develeri, sizin için Allah'ın şe'âirinden kıldık" (Hacc. 36) âyetidir" demiştir. Bence bu görüş zayıftır. Çünkü Hak teâlâ, "Allah'ın şe'âiri"zikrettikten sonra bunun üzerine (ve kurbanlık hediyelere) tabirini atfetmiştir. Halbuki matufun, matufun aleyhden başka birşey olması gerekir.

Sonra Cenâb-ı Allah, "Haram olan aya da... "buyurmuştur. Bu, "Haram olan ayda savaşmak sureti ile, o haram aylan helal saymış olmayın" demektir.

Bil ki âyette geçen "haram ay", Arapların mukaddes kabul edip, savaşmadıkları ay demektir. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Gerçekten ayların sayısı, Allah katında Allah'ın kitabında onikidir ve bunlardan dördü, haram aylardır" (Tevbe. 36) buyurmuştur. İşte bu sebeple haram ayların, zi'l-kade, zi'l-hicce, muharrem ve recep olduğu söylenmiştir. Buna göre âyette "haram ay" tabirinin müfred kelime cins ifade etmek için kullanılabildiğine göre, bütün bu dört aya bir işaret olması caizdir. Yine bununla, sadece recep ayının kastedilmiş olması da mümkündür. Çünkü recep ayının haramlığı diğerlerine göre daha fazladır.

Hedy Kelimesinin Manası

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kurbanlık hedylere de..." buyurmuştur Vahidî: "Hedy, Beytullah'a (orada kesilmek üzere) gönderilen deve veya sığır veyahut da davardır. Bu kelimenin müfredi, lafzıdır. Bu müfredin şeklinde olduğu söylenmiştir. Her ikisinin cem'i de şeklindedir" demiştir.

Nitekim Şair "Mekke'nin, orada namaz kılanın Rabb'ine ve gerdanlık takılmış kurbanlıkların boyunlarına yemin ettim..." demiştir. Bu âyetin bir benzeri de. "Ka'be"ye ulaşmış bir hedy (kurbanlık) olarak..." (Maide.95) ve ... "(Onlar) hedylerin, mahalline ulaşmasına mâni olanlardır" (Fetih, 25) âyetleridir.

Kelaid Kelimesinin Tefsiri

Sonra Allahü teâlâ, "(Onlardaki)gerdanlıklara da..." buyurmuştur. Kalâid, "kilâde" kelimesinin cem'idir ve kılâde, deve ve onun dışındaki kurbanlıkların boynuna bağlanan şeydir ki bu meşhurdur. Bu kelimenin tefsiri hususunda şunlar söylenmiştir:

1) Bundan murad, boynuna gerdanlık (alâmet) takılmış kurbanlıklardır. Bu kelime, o hayvanlar kurbanlıkların en kıymetlisi oldukları için, iyice itina gösterilmesi için, (kurbanlıklar) kelimesine atfedilmiştir. Bu tıpkı, "Meleklerine... ve Cibrile ve Mîkâile..." (Bakara, 98) denilmesi gibidir. Buna göre sanki, "o kurbanlıklardan, özellikle gerdanlık takılmış olanlarına hürmetsizlik etmeyin" denilmektedir.

2) Bu, hedyin (kurbanların) kendisine hürmetsizlik etmekten iyice sakındırmak için, hedy şöyle dursun, onların kalâidine (gerdanlıklarına) bile hürmetsizliği yasaklama manasınadır. Bu tıpkı, (O mü'min kadınlar), zînetlerini göstermesinler" (Nur, 31) âyetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hak burada, kadınlara zînet yerlerini göstermeyi iyice nehyetmek için, zînetini göstermeyi bile nehyetmiştir.

3) Bazı alimler şöyle demişlerdir: Araplar, cahiliye döneminde haram ayların dışında, her zaman savaşırlardı. Bu ayların dışında, kime tesadüf edilse, hemen tepelenirdi. Fakat eğer o kimse, devesini veya sığırını, Harem-i Şerifin ağaçlarının kabuğu ile alâmetlendirmiş ise veya Kâ'be'yi ziyaret için ihrama girmiş ise, bu müstesna. İşte o zaman ona kimse sataşmazdı. Bu sebeple Allah müslümanların bunu pekiştirmelerini emretmektedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, demiştir. Yani, "Mescid-i Haram'ı ziyaret niyeti ile gelen topluluklara da hürmetsizlik etmeyin" demektir. Abdullah İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), bunu izafet ile, şaklinde okumuştur.

Daha sonra Hak teâlâ, "Rablerinden hem bir ticaret (fazl), hem de bir rızâ arayarak..." buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Humeyd İbn Kays el-A'rec, âyetteki fiili, mü'minlere hitap olmak üzere "tâ" ile (ararsınız) şeklinde okumuştur.

İkinci Mesele

Âyetteki "fazl" ve "rıdvan" (rıza) hakkında iki izah şekli vardır:

1) Bu, "Hacc yaparken, kendileri için mubah bir ticaret yapmak suretiyle Rablerinden bir fazl arayarak..." demektir. Şu âyet de bunun gibidir: "Rabbinizden bir fazl aramanızda size bir vebal (günah) yoktur" (Bakara, 198). Alimler bu âyetin, müslümanların hacc mevsimi günlerinde yaptıkları ticaret hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bu, "Onları ticaret yapmaktan men etmeyin. Onlar ancak dünya ve ahiretlerini yoluna koymak için Beytullah'a yönelmişlerdir. Onların fazl-ı ilâhiyi istemeleri dünyaları için, rıdvan-ı ilâhiyi taleb etmeleri de âhiretleri içindir" demektir.

İlim ehli şöyle demiştir: Müşrikler, yapmış oldukları hacdan ile, her ne kadar nail olamasalar da rıdvan-ı ilâhiyi elde etmeyi kastediyorlardı. Yine onlar hakkında, bu yöneliş sebebi ile bir nevi hürmetin meydana gelmesi de uzak ihtimal değildir.

2) Fazl-ı ilahîden murad, sevap; rıdvan-ı ilahîden maksad ise, Allah'ın onlardan razı olmasıdır. Bu böyledir, çünkü cahiliye müşrikleri her nekadar fazl-ı ilahi ve rıdvana nail olamasalar da, bu fiilleri ile her ikisini istemiş olduklarını zannediyorlardı. Binâenaleyh onların zanlarına göre, bu şekilde anlatılması caizdir. Nitekim Hak teâlâ, Hazret-i Musa'nın Samiri'ye şöyle dediğini nakletmiştir: "Üstüne düşüp taptığın tanrına bak, biz onu yakacağız" (Tâhâ, 97) ve "Tat o azabı, çünkü sen, çok ulu ve çok şerefli idin" (Duhan, 49)buyurmuştur. (Burada maksad "Senin ilah zannettiğin şeye bak" ve "sen kendi iddiana göre çok ulu ve çok şerefli idin" demektir.)

Bu Ayetteki Hükmün Mensuh Olup Olmadığı

Alimler ihtilaf etmişler ve bir kısmı şöyle demiştir: "Bu âyet mensuhtur. Çünkü âyetteki, "Allah'ın şeâirine ve haram olan aya hürmetsizlik etmeyin" ifadesi, haram aylardasavaşın haramlığını gerektirir. Bu ise, "Müşrikleri, nerede bulursanız öldürün" (Tevbe, 5) âyeti ile neshedilmiştir. Âyetteki, "Beyt-i Harama ziyaret niyet edip gelenlere hürmetsizlik etmeyin " ifadesi de, müşrikleri Beytullah'dan men etmenin haramlığını gerektirir. Bu da, Hak teâlâ'nın, "Bu yıllarından sonra onlar Mescid-i Harama yaklaşmasınlar" âyeti ile neshedilmiştir. Bu, İbn Abbas, Mücahid, Hasan Basrî ve Katâde gibi pek çok müfessirin tercih ettiği görüştür. Şâ'bî "Mâide sûresinde, sadece bu âyet neshedilmiştir" demiştir.

Diğer bir grup müfessir ise "Bu âyet mensuh değildir" demişlerdir. Bunların iki izah şekli bulunmaktadır:

a) Allahü teâlâ, bu âyette bize Kâ'be'yi ziyaret niyetiyle gelen müslümanlan korkutmamamızı emretmiş ve bize, kurbanlık develeri sevkeden kimselerin develerine, eğer o kimseler müslüman iseler, el koymamamızı emretmiştir. Bunun delili ise, âyetin baş ve son kısmıdır. Âyetin baş kısmı, "Allah'ın şe'âirine hürmetsizlik etmeyin" buyruğudur. "Allah'ın şe'âiri" deyimi ancak, müslümanların yaptıkları ibadet ve taatlara uygun düşer, kâfirlerinkine değil... Âyetin son kısmı, "Rablerinden hem bir fazl, hem de bir rıza arayarak..." ifadesidir. Bu da ancak kâfirlere değil, müslümanlara uygundur.

b) Ebu Müslim el-İsfehânî şöyle demiştir: "Bu âyet ile kastedilenler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki kâfirlerdir. Tevbe sûresinin nüzulü ile, müşriklerle olan ahid (anlaşma) sona erince, bu yasak da sona ermiş ve "Bu yıllarından sonra onlar Mescid-i Harama yaklaşmasınlar" (Tevbe, 28) âyetinin ifade ettiği hükme (yani Kâ'be'den onları men etme hükmüne) bağlanmak gerekmiştir.

İhramdan Çıkınca Avlanma Mubahtır

Sonra Allahü teâlâ, "İhramdan çıktığınız vakit, (isterseniz) avlanın" buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ifade şeklinde de okumuştur. Nitekim Arapça'da ihramdan çıkan bir kimse için denilir .Yine buradaki (......) kelimesi, fâ harfinin kesresi ile, şeklinde de okunmuştur. Bunun, cümlenin başında olması halinde hemzenin kesresinden bedel olduğu söylenmiştir.

İkinci Mesele

Bu ifade "Siz ihramlı olduğunuz halde, avlanmayı helal saymamak şartı ile (......) ifadesine bağlıdır. Yani, "Avlanmanın helallığına mani olan şey, ihramlı olmak olunca, işte ihram hali ortadan Kalkınca, bu yasağın da kalkması gerekir.

Üçüncü Mesele

Buradaki "avlanın" emri, zahiren, her ne kadar vacip oluşu gösteriyor ise de sadece mubah oluşu ifade etmektedir. Hak teâlâ'nın "Artık o (cuma) namazı kılınınca, yeryüzüne dağılın, Allah'ın fazlından arayın" (cuma. 10) âyeti de (aynı şekilde) mübahlığı gösterir. Bunun bir benzeri de, bir insanın, "Fiatını ödemediğin sürece bu eve girme. Fiatını ödersen oraya gir" demesidir. Bu söz, "Onun fiatını ödediğin zaman, o eve girmen mubah olur" demektir. Sözün özü şudur: Biz, bu âyetteki emrin, başka bir delil sayesinde, vacib oluşu ifade etmediğini öğrendik. Allah en iyi bilendir.

Bir Kavme Olan Kininiz Sizi Haksızlığa Sevketmesin

Sonra Hak teâlâ şöyle buyurmuştur: "Sizi Mescid-i Haramdan alıkoydular diye bir kavme beslediğiniz kin, sakın sizi haddi aşmaya sevketmesin, Birr ve takva hususunda birbirinizle yardımlaşın, günah işlemek ve haddi aşmak hususunda yardımlaşmayın."

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Bu ifade, "Allah'ın şeâirine, haram olan aya, kurbanlık hedylere, (onlardaki) gerdanlıklara ve Rablerinden hem bir ticaret, hem de bir rıza arayarak Beyt-i Harama niyet edip gelenlere sakın hürmetsizlik etmeyin..." buyruğu üzerine atfedilmiştir. Yani, "Sizi Mescid-i Haram'dan men ettikleri için, bir kavme olan düşmanlığınız, sizi haddi aşmaya ve böylece de onları Mescid-i Haram'dan men etmeye sevketmesin. Çünkü bâtıldan ötürü haddi aşmak caiz değildir. Buna göre insanların, düşmanlık ve haddi aşma hususunda birbirlerine yardım ederek, bir insan diğerine karşı haddi aştığında, onun da misliyle mukabele yaparak haddi aşması doğru değildir. Fakat yapılması gereken, iyilik ve takva hususlarında yardımlaşmadır. İşte bu âyetten kastedilen budur."

İkinci Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: fiili, bazan bir mef'ul bazan da iki mef'ul alması bakımından, (kazandı) fiili gibidir. Nitekim sen, (Onu kazandı) manasında, (Bir günah işledi); ve Sadece onu kazandım)" manasında, (Onu bir günah olarak işledim) dersin. Yine Arapça da fiilin, müteaddi olan fiilin başına hemze getirilip babına nakledilmesi) ile, iki mef'ul alır hale getirilir. Mesela "Ona bir günah işlettirdim" denilir. Bu, (Ona bir günah kazandırdım) sözü gibidir. Nitekim Abdullah İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'un, yâ harfinin zammesi ile, şekilindeki kıraatt da buna göredir. Her iki kıraate göre de, fiilin birinci mef'ulü muhatab zamiri, ikinci mef'ûl ise ifadesidir. Binaenaleyh âyetin manası, "Sizi Mescid-i Haram'dan men ettiler diye bir topluluğa olan kininiz, size haddi aşma günahını istetmesin ve sizi buna sevketmesin" şeklinde olur.

“Şenan” Kelimesinin İzahı

(......) kelimesi, buğz, kin manasınadır. Arapça'da lafızları kullanılarak kin duygusu ifade edilir. Yine, munsarif olarak, "Buğzeden erkek" ve "Buğzeden kadın" denilmektedir; gayr-i munsarif olarak da, denilir. Çünkü vezni bazan sıfat, bazan da masdar olarak kullanılır.

Dördüncü Mesele

İbn Amir, Âsım'ın ravisi Ebu Bekr ve Nâfi'in ravîsi İsmail birinci nûnun cezmiyle ; diğerleri ise, fethasıyla (......) şeklinde okumuşlardır. Fetha ile okumanın masdar olarak bu kelimenin benzerlerinin çokça kullanılmasından dolayı daha güzel olduğu söylenebilir. Meselâ, (vurmak), (akmak), (kaynamak, kızgınlık) ve (örtmek) kelimeleri gibi. Bu kelime nûnun sûkûnuyla okunduğundaysa, genel olarak vasıf, sıfat olarak kullanılmıştır. Vahidî şöyle der: Bu kelimenin masdar olarak kullanıldığı yerlerden birisi de, onların, "Onun hakkını inkâr ettim, yadırgadım" demeleridir. Ebu Ubeyde'nin görüşüne göreyse, kelime (......) şeklindedir. Nitekim Ebu Ubeyde, Ehvas'a ait şu mısrayı nakletmiştir: "kin sahibi olan kimse, onu ayıplayıp, yalanlasa da.." Buna göre, tabiri hemzesiz olarak, tahfifle okunmuştur. Arapların tıpkı hemzeyi hazfedip harekesini kendinden önceki harfe vererek, (Ben susamışım), (falanca susamıştır) demeleri gibi.

Beşinci Mesele

İbn Kesir ve Ebu Amr, şart ve ceza olmak üzere, elifin kesresiyle "eğer sizi men ederlerse"; diğerleri ise elifin fethasıyla, (sizi men etmeleri) şeklinde okumuşlardır ki, bu "Sizi, men ettiler diye" demektir. Muhammed İbn Cerir et-Taberi, bu ikinci okuyuşun tercih edilen kıraat olduğunu, çünkü onların, o müslümanları Mescid-i Haram'dan alıkoymalarının, Mekkelilerin Hudeybiye günü Allah'ın Resulü ile ashabını umreden men etmeleri hadisesi olduğunu; bu sûrenin ise, Hudeybiye'den sonra nazil olduğunu, binâenaleyh bu alıkoymanın, hiç şüphesiz bu âyetin nüzulünden önce olması gerektiğini söylemiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'a saygılı olun. Şüphesiz ki Allah cezalandırması şiddetli olandır" buyurmuştur. Bu ifadeden maksad, tehdit ve vaîddir. Yani, "Allah'a saygılı olun da, O'nun haramlarından herhangi birisini helal saymayın; çünkü Allah, hiç kimsenin, cezalandırmasına tahammül edemeyeceği derecede cezalandırması şiddetli olandır" demektir.

Yenilmesi Haram Olan Başlıca Onbir Çeşit Et

3

"Ölü, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan -(henüz canı üstünde İken yetişip) kestikleriniz müstesna olmak üzere - boğulmuş, vurulmuş, yukardan yuvarlanmış, susulmuş, canavar parçalamış olup da ölenler, dikili taşlar üzerinde boğazlananlar ve fal oklanyla kısmet aramanız size haram edilmiştir. Bunlar yoldan çıkıştır. Bugün kâfirler dininizden umudlarını kestiler. Artık onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı (verip ondan) hoşnud oldum. Kim son derece açlık halinde çaresiz kalırsa, günah meyil maksadı olmaksızın (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah gafur ve rahimdir".

Bil ki, Cenâb-ı Hak, sûrenin baş kısmında, "... davarların etleri size helal edildi" buyurmuş, sonra da siz mü'minlere okunmakta olan, bazı şeylerin istisna tutulduğunu zikretmiştir. İşte burada ise Hak teâlâ, bu umûmi hükümde müstesna tutulan şekilleri zikretmiştir ki, bunlar onbir nevidir.

Leş Eti

Birincisi: "Meyte"dir. Müşrikler mü'minlere: "sizler, kendi öldürdüğünüzü yiyor, ama Allah'ın öldürdüğünü yemiyorsunuz" diyorlardı. Bil ki "meyte"nin haramlığı akla da uygundur. Çünkü kan pek latif bir cevherdir. Binâenaleyh hayvan kendi kendine öldüğünde, damarlarındaki kan tıkanır kalır ve kokuşup bozulur. Bundan dolayı onu yemek, büyük zararlara sebebiyet verir.

Akan Kan

İkincisi, "kan"dır. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Onlar bağırsakları kan ile dolduruyor ve onu kızartarak misafirlerine ikram ediyorlardı. İşte Allahü teâlâ, bunu onlara haram kıldı."

Domuz Eti

Üçüncüsü, domuz etidir. Ehl-i ilim şöyle der: "Gıda, onu yiyen kişinin özünden bir parça haline gelir. Binâenaleyh gıdayı alan kimse için gıdalandığı şeyde bulunan özelliklerden birtakım huy ve sıfatların meydana gelmiş olması gerekir. Domuz, şehevî şeylere karşı son derece istekli ve arzulu olarak yaratılmıştır. Bundan dolayı, aynı özelliklen almasın diye, insana domuz etini yemek haram kılınmıştır. Koyun ise, son derece selim bir hayvandır. İşte bundan dolayı, sanki koyun bütün kötü huylardan uzak bir varlıktır. Binâenaleyh onun etini yeme sebebi ile insanda, insanî hallere uymayan yabancı bir özellik teşekkül etmez."

Allah Adı İle Kesilmeyen Hayvan Etleri

Dördüncüsü, Allah'dan başkası adına kesilen hayvanlardır. Âyette geçen "sesi yükselti" manasınadır. İnsan haccda telbiye yaptığında (Lebbeyk... dediğinde), denilişi de bu manadadır. Yine çocuk, doğarken ağladığı zaman, tabiri de bu köktendir. Müşrik araplar, bir hayvan keserken, "Lât ve Uzza'nın ismi ile..." deyip, kesiyorlardı. Cenâb-ı Allah bunu haram kıldı.

Boğularak Ölen Hayvan

Beşincisi, boğularak ölen hayvandır. Nitekim (O, onu boğdu, o da boğuldu) denilir. Binâenaleyh boğazı sıkmaktır. Bil ki hayvanın boğulması birkaç şekilde olur:

a)Cahiliyye Arapları, koyunu boğup öldürüyor ve etini yiyorlardı.

b) Hayvanın, avcının tuzağına düşüp boğulması...

c) Hayvanın, bir ağacın iki dalı arasına başını sokup, orada boğularak ölmesidir. Velhasıl her ne şekilde boğulursa boğulsun, o hayvanı yemek haramdır. Bil ki boğulan hayvan, meyte sayılır. Çünkü hayvan ölüp, kanı akmaz ise, kendi kendine ölmüş meyte (İaşe) olmuş olur.

Darbe İle Vurulup Öldürülen Hayvan Eti

Altıncısı, birşey vurularak öldürülen hayvandır. Bu, ölünceye kadar dövülen hayvan demektir. Nitekim birisi, hayvana ölünceye kadar vurduğunda, (Onu vurup öldürdü) denilir. Bunduk ve benzeri birşeyle vurulup hemen ölen hayvan da, bu hükümdedir. Çünkü bu, meyte ve boğulan hayvan mesabesindedir. Zira bu da ölmüş ve kanı akmamış bir hayvandır.

Yukarıdan Yuvarlanıp Ölen Hayvanın Eti

Yedincisi, yukarıdan aşağı yuvarlanarak ölmüş hayvandır. "Mütereddi", neticesi ölüm olan bir yere düşmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O düştüğü, yani cehenneme yuvarlandığı zaman, malı ona fayda vermez" (Leyl, 11) buyurmuştur. Arapça'da da "Falanca tepeden (çatıdan) düştü" denilir. Binâenaleyh "mütereddî", dağ ve benzeri yüksek bir yerden düşüp ölen demektir. Bu hayvanlar da meyte sayılır, çünkü bundan da ölürken kanı akmamıştır. Bu ifadenin hükmüne, ok isabet edip de dağdan yuvarlanıp ölen hayvanlar da dahildir. Onların eti de haramdır. Çünkü onun, ok sebebi ile mi, yoksa yuvarlanma sebebi ile mi öldüğü bilinemez.

Süsülerek ölen Hayvan Eti

Sekizincisi, süsülerek ölen hayvanlardır. Bu, ölünceye kadar süsülmüş hayvan demektir. Bu, mesela iki davarın, ikisi de veyahut da sadece birisi ölünceye kadar boynuzlaşması ve toslaşmasıdır. Böyle ölen hayvanlar da meyte hükmündedir. Çünkü bunlar da kanları akmadan ölmüşlerdir.

Bil ki bu dört kelimeye, yani "munhanika", "mevkûze", "mütereddiye" ve "natîha" kelimelerine, (mahzûf) müennes bir meysûtun sıfatı olmalarından dolayı, tâ-i te'ms dahil olmuştur. O müennes ise, (koyun) kelimesidir. Sanki bu âyette şöyle denilmektedir: "Size, boğulmuş, vurulmuş davar haram kılındı." Davar, insanların çoğunun yediği hayvan olduğu için, özellikle koyun zikredilmiştir. Çünkü sözler, genel duruma ve ekseriyete göre söylenir ve bununla umum (bütün) kastedilir.

Faîle Veznindeki Sıfatların Özelliği Hakkında

Buna göre şayet, "Aslı "mentûha" olduğu halde, niçin "natîha" şeklinde söylenmiş ve sonuna tâ getirilmiştir? Halbuki bu gibi yerlerde, tâ-i te'nis hazfedilir. Bu tıpkı Arapların, (Kınalanmış el), (Yağlanmış, kokulanmış sakal) ve (sürmelenmiş göz) sözleri gibidir?" denilir ise biz deriz ki: "Fa'ile" vezninde olan kelimelerden, tâ-i te'nis, kelime kendinden önce geçen bir mevsûfa sıfat olduğu zaman hazfedilir. Binâenaleyh eğer mevsuf zikredilmeksizin sıfat zikredilir ise, o zaman tâ-i te'nis, mevsufun yerine geçmek üzere getirilir. Mesela sen, tâ-i te'nis ile, "Falanca oğullarının katilesini gördüm" dersin. Çünkü sen, eğer "katile" kelimesine tâ-i te'nis getirmez isen, o katilin erkek mi, kadın mı olduğu bilinmez. İşte bu sebepten ötürü, "natiha" kelimesinin sonuna tâ-i te'nis getirilmiştir. Çünkü bu kelime, mahzuf olan müennes bir kelimenin, yani "eş-şâtü" kelimesinin sıfatıdır.

Canavarın Parçaladığı Hayvanın Eti

Dokuzuncusu :Âyetteki, "canavar parçalamış olup da ölenler... (henüz canı üstünde iken yetişip) kestikleriniz müstesna..." ifadesi ile anlatılanlardır. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) kelimesi, azı dişi bulunan, insana ve hayvanlara saldırarak, onları parçalayan hayvanlara verilen addır. Meselâ aslan ve onun benzeri hayvanlar gibi... Âyetteki bu kelimeyi, sükun ile okumak da caizdir. Nitekim bu, (......) ve (......) şeklinde de kullanılır. Ebû Amr'dan gelen bir rivayette, bu kelime bâ harfinin sükûnu ile okunmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), âyeti "Canavarların yediği (parçaladığı)" şeklinde okumuştur.

İkinci Mesele

Katâde şöyle demiştir: "Cahilivye Arapları, yırtıcı hayvanlar birşeyi yaralayıp öldürüp, bir kısmını yediğinde, geriye kalanı yerlerdi. İşte Cenâb-ı Hak, bunu yasaklamıştır. Âyette bir hazif vardır ve takdiri şöyledir:"Yırtıcı hayvanın bir kısmını yediği hayvan..." Çünkü "yırtıcının yediği" tamamen bitmiş olur. Dolayısı ile o şeye bir hüküm taalluk etmez. Hüküm ancak, onun yemeyip geriye bıraktığı kısım için gereklidir.

Tezkiye Kelimesinin Manası

Arapça'da "zeka", birşeyi "tamamlamak" demektir. Anlayış manasında olan "zekâ" da, anlayışı tam olan demektir. (Yaştaki zeka) da böyledir (yani yaşın tamam olması manasındadır). Yine, "Yaşlı atların koşması, birbirinin ileri geçmesini istemek şeklinde olur" denilir. Yaşın tamam olmasının manası, gençliğin bitmesi (tamamlanması)" demektir. Yaş bundan az veya çok olduğu zaman, "O, yaşta kemale (zekaya) ermiştir" denilmez. Yine, ateşi iyice alevlendirdiğin zaman denilir.

İstisnasının İzahı

Sen bu temel kaideyi iyice kavradığın zaman biz deriz ki: ifadesindeki istisna hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür.

Birinci görüş: Bu, Hak teâlâ'nın, "boğulmuş" sözünden "canavar parçalamış olan" sözüne kadar geçen ifadelerin tamamından istisnadır. Bu, Hazret-i Ali, İbn Abbas, Hasan el-Basrî ve Katade nın görüşüdür. Buna göre, sen o hayvanda hareket eden bir göz, veya hareket eden bir kuyruk veyahutta yere vuran bir ayak görür de onu kesmek için yetişebiürsen, kes onu. Çünkü o helaldir. Zira, onda hayattan bir nişane ve alâmet olmasaydı, bu haller meydana gelmezdi. Binâenaleyh, sen, o hayvanı bu haller üzere bulduğuna göre, bu onda hayatiyyetin tamamen bulunduğuna delâlet eder.

İkinci görüş: Bu istisna, Cenâb-ı Hakk'ın sadece 'canavar parçalamış olan..." sözüne hastır.

Üçüncü görüş: Bu istisna, istisnâ-i munkatı'dır. Buna göre sanki, "Fakat bu sayılanların dışında kestiklerinize gelince, onların etleri helaldir" denilmek istenmiştir.

Dördüncü görüş: Bu, haram kılınan şeylerden değil, haram kılmaktan istisnadır. Yani, "Yukarıda sayılanlar size haram kılınmıştır. Ancak, sizin kesmeniz haram değildir. Zira bu, size helaldir" demektir. Bu taktire göre de İstisna, istisnâ-i munkatı' olur.

Putlara Kesilen Hayvanların Etleri

Bu âyette zikredilen, haramlardan onuncusu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "...ve, dikiti taşlar üzerinde boğazlananlar" ifadesidir. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayette yer alan (......) kelimesi hem cemi hem de müfred olmaya muhtemeldir. Eğer biz bunun cemi olduğunu söylersek, o takdirde bu kelimenin müfredi hakkında şu üç görüş zikredilebilir:

a) Bu kelimenin müfredi, (......) kelimesidir. Buna göre, bizim şeklindeki sözümüz, (eşek, eşekler) sözümüz gibi olur.

b) Bunun müfredi, (......) kelimesidir. Buna göre bizim (......) ve (......) dememiz, (......) ve (......) (tavan, tavanlar) (......) ve (......) (rehin, rehinler) sözümüz gibidir. Bu, İbnu'l-Enbarî'nin görüşüdür.

c) Bu kelimenin müfredi, (alâmet, işaret) kelimesidir. Nitekim Leys, (......) kelimesi, (......) kelimesinin cem'idir ki, (......) kelimesi de, bir topluluk, bir kavm için dikilen alâmet demektir" demiştir. Ama, biz (......) kelimesinin müfred, cemisinin ise (......) kelimesi olduğunu söylersek, bu durumda bizim (......) şeklindeki sözümüz (çadır ipi, çadır ipleri...) dememiz gibi olur. Ezherî, "A'şâ" kelimesini müfred kabul ederek, "sakın, sonrasında elde edeceğin bir menfaatten dolayı, dikili taşa perestiş etme!.." Ancak, Rabb'in olan Allah'a İbâdet et..." demiştir" demektedir.

“Nüsub” Tabirinden Maksad Putlar Değildir

Bazı âlimler, bu Âyette geçen (......) kelimesinin putlar olduğunu söylemişlerdir ki, bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu ifade, "Allah'tan başkası adına boğazlanan..." ifadesine atfedilmiştir ki, bu, putların adına kesmek demektir. Ma'tûf'un, matufun aleyhten başka olması gerekir. Ibn Cüreyc de şöyle demektedir:kelimesi, putlar demek değildir. Çünkü asnâm (putlar), şekillendirilmiş ve nakışlanmış taşlardır. Âyette bahsedilen cahiliyye çağı Araplarının, Kâ'be'nin etrafına dikmiş oldukları taşlardır. Araplar, o taşların yanında puttan için kurbanlar keser, kestikleri o hayvanın kanını o taşlara sürer ve o hayvanın etini o taşların üzerine koyarlardı. Bunun üzerine müslümanlar, "Ya Resûlallah, cahiliyyedekiler, Beyt'e, kan ile tazimde bulunuyorlardı. Binaenaleyh, o Beyt'e saygı göstermeye biz daha layık ve müstehakız" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)bunu yadırgamadı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Onların ne etleri, ne kanlan hiçbir zaman Allah'a erişmez" (Hacc, 37) âyetini indirmiştir.

Bil ki, gerek (......) ifadesinin başındaki edatı, (gerekse, (......) ifadesinin başındaki, (......) edatı), ref mahalfindedirler. Çünkü bunlar, "Ölü... size haram edilmiştir" cümlesindeki (......) kelimesine atfedilmişlerdir.

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın "dikili taşlar üzerinde boğazlananlar..." tabiri hakkında şu iki İzah yapılmıştır:

a) "Dikili taşlara" ta'zim inancıyla, ibadet hissiyle kesilenler..."

b) "Dikili taşlardan ötürü kesilenler..." Çünkü lam ile ala harf-i cerleri (birbirleri yerine kullanılabilirler). Nitekim Cenâb-ı Hak, "Artık sağcılardan selam sana.. " (Vakıa, 91) buyurmuştur. Yani, "Ondan senin üzerine selam.." demektir. Yine o, "Eğer kötülük ederseniz, kendinize kötülük (etmiş olursunuz)" (isrâ. 7) buyurmuştur. Yani, (......) demektir.

Fal Okları Çekip Şans Oyunu Oynamak

Onbirincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, ..ve fal oklarıyla kısmet aramanız..." ifadesidir. Kaffâl (r.h) şöyle der: "Cenâb-ı Hak, bu işi de, yenilen şeyler arasında zikretmiştir. Çünkü bu, cahiliyyedekilerin icad ettiği ve yenilen şeyler hakkında yaptıkları şeye uygun düşen şeylerdendir. Bu böyledir, zira dikili taşlar için kesilen kurbanlar, kurbanlıklar, Beyt'in yanında kesiliyordu. Fal oklanyla kısmet talep etme işini de, Beyt'in yanında yapıyorlardı. Çünkü onlar da, Beyt'in yanında bulunuyorlardı. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu âyet hakkında iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Onlardan birisi yolculuğa çıkmak veya savaşmak yahut ticaret yapmak, ya da evlenmek veyahut da önemli herhangi bir iş yapmak istediklerinde, kısmet ve fal oku çekiyorlardı. Onlar, bu okların bir kısmına, "Bana, Rabbim emretti"; bazısına, "Beni, Rabbim nehyetti" diye yazmışlar, bir kısmını da boş bırakmışlardı. Emir yazılı ok çıkarsa, o kişi o işi yapar; nehiy yazılı ok çıkarsa yapmazdı... Eğer, boş ok çıkarsa, yeniden ok çekerdi... Fal okları çekmek suretiyle kısmet talep etmenin manası ise, o okları çekerek, o işin hayır mı şer mi olduğunu öğrenmeyi talep etmektir.

b) Müerric ve dilcilerin çoğu şöyle demişlerdir: "Buradaki "kısmet arama", nehyedilmiş olan bir kumardır."Ezlam" da, kumar okları (fal okları) demektir." Birinci görüş, alimlerin çoğunun tercih ettiği görüştür.

Ezlam Kelimesinin Anlamı

"Ezlam", fal okları manasına gelir ve müfredi "zelem"dir. Bu, Ahfeş'in görüşüdür. Fal okları böyle isimlendirilmiştir. Çünkü bunlar birbiriyle denkleştirilmişlerdir. Yine zayıf ve az ilgili olduğu zaman, birisi için denilir. İnce ve yapılışı ile boyu çok güzel olduğu zaman, fal oku için denilir. Yine birisi oklarını birbirine denk yaptığı zaman, "Oklarını ne güzel düzenlemiş!" denilir. Sığırın ayaklarına da, güzellik ve incelik bakımından fal oklarına benzediği için, "ezlam" denilmiştir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Bunlar fısktır" buyurmuştur. Bu tabir hakkında şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu, sadece "fal okları ile kısmet arama"ya işarettir.

b) Bu, daha önce geçen, müşriklerin helat ve haram kılışlarının hepsine işarettir. "Binaenaleyh kim bu hususta, Allah'a karşı gelerek muhalefette bulunursa kâfir olur" demektir.

Tefe'ülün Hükmü

Eğer, "Birinci görüşe göre, niçin fal okları ile kısmet arama, fısk kabul edilmiştir? Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), tefe'ülü sevmez miydi? Bu da, bir çeşit tefe'ül (bir çeşit uğur sayma)dır. Binâenaleyh bu, niçin fasıklık sayılmıştır?" denilir ise, biz deriz ki: Vahidî: "Bu, gaybı öğrenmeyi istemek manasına geldiği için haram kılınmıştır. Bu ise, Hak teâlâ'nın, "Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez" (Lokman. 34) ve "Göklerde ve yerde gaybı, Allah'dan başka kimse bilmez" (Neml, 65) âyetlerinden dolayı haramdır" demiştir.

Ebu'd-Derdâ (radıyallahü anh) da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:"Kim kehanette bulunur veya fal okları ile kısmet arar veya birşeyi kendisini yolculuktan alıkoyacak bir uğursuzluk sayarsa. Kıyamet günü cennetteki yüksek dereceleri göremez, "(86)

Birisi şöyle diyebilir: "Eğer, bilinen emare ve ipuçlarına dayanarak, zann-ı galibe göre hareket etmek, gaybı bilmeyi isteme manasına gelseydi, rüyaları tabir etme ilmi de, gayb bilme isteği veyahut küfür sayılırdı. Çünkü bu da, gaybı bilmeyi istemek demektir. Yine tefe'üle tutunmak (iyi ve güzel bir şeyi uğurlu saymak) da, bir küfür olurdu. Çünkü bu da, gaybı bilmeyi istemek demektir. Yine kendisine ilham geldiğini iddia eden ehl-i kerametin de kâfir sayılmaları gerekirdi." Malumdur ki bunların böyle olduğunu söylemek yanlıştır. Yine geçen iki âyet (Lokman, 34) ve (Neml. 65), ilim (bilme) hakandadırlar. Halbuki fal okları ile kısmet arayanların bunu yapmakla kesin bir bilgi değil, zayıf bir zan elde ettiklerini kabul ediyoruz. Binâenaleyh fal okları ile kısmet arayanlar, bu iki âyetin hükmüne girmezler.

Birkısım diğer alimler de şöyle demişlerdir: "Onlar o fal oklarını, putlarının yanında bulunduruyorlar ve çektikleri okların üzerinde çıkan "yap" veya "yapma" emrinin, putlarının irşadı ve yardımı ile olduğuna inanıyorlardı. İşte bundan dolayı, fal oku çekmek bir küfür ve fâsıklık sayılmıştır." Bence bu, daha evlâ ve doğruya daha yakın olan görüştür.

Cenâb-ı Hak, "Bugün kâfirler dininizden umudlarını kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun" buyurmuştur.

Bil ki Allahü teâlâ, geçen kısımda helal ve haram kıldığı hayvanları sayınca, o sözü "Bunlar, yoldan çıkmıştır" diyerek bitirmiştir ki bundan maksad, mükellefleri böyle amellerden sakındırmaktır. Sonra Allahü teâlâ, mü'minleri koyduğu hükümlere sımsıkı ve mümkün olduğu kadar tam bir şekilde sarılmaya teşvik etmiş ve "Bugün kâfirler dininizden umudlarını kestiler. Artık onlardan korkmayın" buyurmuştur. Bu, "Müşriklerin, şeriat ve dininiz hususunda size muhalefet etmelerinden korkmayınız. Çünkü ben size kahir bir devlet ve büyük bir kuvvet nasip ettim. Binâenaleyh onlar, sizin yanınızda zelil ve mağlupturlar. Onlar, sizi ezme ve size hükümran olma hususunda ümitsizliğe düşmüşlerdir. Durum böyle olunca onlara iltifat etmeyip, Allah'a itaata yönelmeniz ve O'nun kanunları ile amel etmeniz gerekir" demektir.

Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyetteki, "Bugün kâfirler dininizden umudlarını kestiler" ifadesi hakkında şu iki görüş vardır:

1) Bundan maksad, (bu âyetin nazil olduğu) o aynı gün değildir. Binâenaleyh "Onlar o günden bir-iki gün önce ümidsiz değillerdir" denilemez. Bu, dilcilerin örfüne göre söylenmiş bir sözdür. Bunun manası şöyledir: "Şu anda sizin, artık kâfirlerin yağcılığına ihtiyacınız yoktur. Çünkü artık siz, hiçbir düşmanınızın, işinizi zayıflatacak bir ümid ve arzuya düşemeyeceği bir durumdasınız. Bunun bir benzeri de insanın, "Ben dün genç idim, ama bugün ihtiyarım" demesi gibidir. Bunu söyleyen kimse, "dün" ifadesi ile, içinde bulunduğu günden bir önceki günü; "bugün" ifadesi ile de içinde bulunduğu günü kastetmemiştir.

2) Bundan maksad, âyetin nazil olduğu gündür. Âyet bir cum'a günü nazil olmuştur. Âyet hicrî onuncu yıl, Veda haccının arefe günü ikindi sonrasında nazil olmuştu. O esnada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kulağı yarık devesi üzerinde Arafat'da vakfe yapıyordu.

Hak teâlâ'nın "kâfirler dininizden umudlarını kestiler" buyruğu ile ilgili olarak da iki görüş vardır:

1) Onlar, Cenâb-ı Hak bu şeyleri haram kıldıktan sonra, artık bu habis ve pis şeyleri helal kılmanızdan ümidlerini kesmişlerdir.

2) Onlar, dininizde size galip gelme hususunda ümidsizliğe düşmüşlerdir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak, bu dini diğer dinlere üstün getireceğini vaadetmiştir. Bu da Cenâb-ı Allah'ın, "Çünkü o, bunu diğer bütün dinlerden üstün kılacaktır" (saf, 9) âyeti ile beyan ettiği husustur. Böylece Allah o vaad ve yardımını gerçekleştirmiş, korkuyu tamamen gidermiş ve kâfirleri, daha önce galip iken mağlup, kahir iken makhûr duruma sokmuştur. İşte evlâ olan bu görüştür.

Takiyye Yapmak Gerekir mi?

Bazı alimler şöyle demişlerdir: "Bu âyet, korku duyulduğunda "takiyye" yapılabileceğine delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu dinin kanunlarını ve onunla açıkça amel etmeyi emretmiş, ama bunu kâfirlere karşı bir korkunun bulunmaması şartına bağlamıştır ki, bu korku bulunduğu zaman, açıktan amel edilmeyeceğini gösterir."

Şûra ve Meşveret Üzerinde İzahlar

Sonra Cenâb-ı Hak "Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı (verip ondan) hoşnud oldum" buyurmuştur.

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Dinin Bugün Tamamlanması, Öncekine Zarar Verir mi?

Bu âyetle ilgili bir soru vardır. O da şudur: Âyetteki, "Bugün sizin dininizi kemale erdirdim" ifadesi, dinin bundan önce, noksan olması manasına gelir ki bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ömrünün çoğunu üzerinde geçirdiği dinin, nakıs bir din olduğunu ve mükemmel dini ancak ömrünün sonunda kısa bir zaman için yaşadığı manasına gelir.

Bil ki müfessirler, böyle bir müşkilden kurtulmak için âyeti şu şekillerde izah etmişlerdir:

a) "Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizin dininizi kemale erdirdim" buyruğundan maksat, müslümanlardan korkularını izale etmek ve onların düşmanlarına kadir olduğunu göstermektir. Bu tıpkı bir padişahın, düşmanını iyice yenip kahrettiği zaman, "işte bugün mülkümüz (devletimiz) mükemmel hale geldi" demesi gibidir." Bu izah zayıftır. Çünkü o padişahın mülkü, zaten düşmanını yenmeden önce eksik idi.

b) "Bugün, helal ve haramı öğrenme hususunda mükellef olduğunuz şeylerden, ihtiyaç hissettiklerinizi size tamamladım." Bu izah da zayıftır. Çünkü Hak teâlâ, o günden önce, müslümanların muhtaç oldukları şer'î kanunları onlara tamamen vermemiş ise, bu açıklamanın, ona ihtiyaç duyulduğu zamandan sonra yapılması demektir ki caiz olmaz.

c) Bu, Kartal'ın söylediği ve tercihe şayan olan şu görüştür: "Din, kesinlikle nakıs (eksik) olmaz. Aksine o, her zaman kâmil (tam)dır. Yani Allah katından inen kanunlar her zaman, o vakit için yeterlidir. Fakat Cenâb-ı Hak, dini göndermeye başladığı ilk vakitlerde, o gün için mükemmel olan şeyin, sonrası için mükemmel olmayacağını ve onda bir uygunluğun kalmayacağını biliyordu. İşte bu sebeple, bir hüküm geldikten sonra neshedilmiş veya yok iken gelip dine ilave edilmiş. Ama peygamberliğin son zamanlarında Allahü teâlâ şeriatı tam ve kâmil hale getirmiş ve onun kıyamete kadar devam etmesine hükmetmiştir. Binâenaleyh şeriat-ı İslam, her zaman kâmil olmuş demektir. Ancak başlangıçtaki mükemmellik, belli bir zamana kadar olan mükemmelliktir, son zamanındaki ise Kıyamete kadar sürecek bir mükemmelliktir. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hak, "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim" buyurmuştur.

Kıyası Kabul Etmeyenler ve Edenler

Kıyası kabul etmeyenler, "Âyet, kıyas yapmanın bâtıl olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü âyet, Allah'ın, bütün hâdiseler hakkında hüküm vermek için nass koymuş olduğunu gösterir. Zira eğer, bazı şeylerin hükmü açıklanmamış olsaydı, din kemâle ermemiş olurdu. Herşey hakkında nass bulunduğuna göre, kıyas eğer o nassa uygun bir şekilde yapılacak ise, bu abes ve manasız bir iş olurdu. Eğer nassın hilâfına kıyas yapılacak olursa, bu da bâtıl olur" demişlerdir.

Kıyası kabul edenler buna şöyle cevap vermişlerdir: "Âyette bahsedilen, dinin kemâle erdirilmesinin manası şudur: Allahü teâlâ, herşeyin hükmünü beyan etmiştir. Fakat bunların bir kısmını nass ile, bir kısmını da, hükmünün bilinmesinin yolunun kıyas yapmak olduğunu belirterek beyan etmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, hadiseleri iki kısma ayırmıştır: Birincisi, hükümlerini nass ile belirttiği hadiseler; ikincisi ise, hükümleri, birinci kısma kıyas edilerek elde edilebilecek hadiselerdir. Hak teâlâ, kıyas yapmayı ve mükelleflerin kıyasa göre amel etmelerini emredince, bu bir nevi bütün hükümleri açıklamak gibi olmuştur. Durum böyle olunca, işte bu dini kemale erdirme almuş olur."

Kıyası kabul etmeyenler, buna karşı şöyle demişlerdir: "Hakkında nass olmayan bir hadisenin hükmünü, hakkında nass bulunan bir hadisenin hükmüne benzetmeyi gerektiren yol, ya kesin delillere dayanır, ya da dayanmaz. Eğer birinci ihtimal söz konusu ise, onun doğruluğunda münakaşa edilmez. Çünkü biz, yakîni (kesin) mukaddimelere (öncüllere) dayandırılan kıyasın, bir hüccet olduğunu kabul ediyoruz. Ancak ne var ki böylesi kıyasta isabet eden, bir kişi olur, isabet edemeyen ise, ikâba müstehak olur ve kâdînin o husustaki hükmünü nakzetmiş olur. Siz ise bunu söylemiyorsunuz. Eğer ikinci ihtimal söz konusu ise, bu herkesi, onun Allah'ın dini olup olmadığını tam bilmeksizin, zann-ı galibe göre birşeye hükmetmeye muktedir ve yetkili kılmak olur. Malumdur ki böyle birşey, dini kemale erdirmek olmaz. Aksine bu insanları, zanlar ve bilgisizlikler tehlikesine atmak olur."

Kıyası kabul edenler de şöyle demişlerdir: "Her müçtehid, zann-ı (galibine) göre amel etmekle mükellef kılınınca ve her mükellef de, kendisinin kat'î olarak Allah'ın hükmü ile amel ettiğine inanınca, işte o zaman, böyle bir soru ortadan kalkar."

Üçüncü Mesele

Alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Bu âyet, Râfizîlerin görüşünün bâtıl olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, kâfirlerin, dini değiştirmekten artık ümid kestiklerini açıklamış ve bunu da, "Artık onlardan korkmayın, benden korkun" beyanı ile te'kid etmiştir. Binâenaleyh Hazret-i Ali İbn Ebû Talib (radıyallahü anh)'in imamlığı (halifeliği) hususunda, itaat edilmesi vacip olacak şekilde gerek Allah'dan, gerek Resûlullah tarafından kesin bir nass bulunsaydı, bu nassı gizlemek veya değiştirmek isteyen, bu âyete göre, artık bu işten ümidini kesmiş olurdu. O zaman da sahabeden hiçbirinin, öyle bir nassı inkâra, değiştirmeye veya gizlemeye güç yetirememesi gerekirdi. Ama durum böyle olmayıp, aksine böyle bir nassın zikri dahi geçmediğine ve kendisinden ne bir eser, ne bir. haber olmadığına göre, biz böyle bir nassın mevcudiyetini iddia etmenin bir yalan olduğunu ve de Hazret-i Ali'nin hilafetine dair bir nassın bulunmadığını anlamış oluruz."

Dördüncü Mesele

Ashab-ı Âsâr (hadisciler) şöyle demişlerdir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyetin nüzulünden sonra, ancak seksenbir veya sekseniki gün yaşadı ve İslâm dininin ahkâmında bu âyetten sonra kesinlikle ne bir ziyade, ne bir nesih, ne de bir değişiklik vaki olmamıştır. Böylece bu âyet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, adetâ vefatının yaklaştığını haber verme gibi olmuştur ve bu bir gayptan haber vermedir. Bu da, bir mucizedir. Bunu te'kid eden bir husus da rivayet edilen şu husustur! Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti ashaba okuduğu zaman, onlar, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) hariç, son derece sevinmiş ve büyük bir sevinç göstermişlerdir. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) ise ağlamış. Ona, niçin ağladığı sorutunca, "Bu âyet, Resûlullah'ın vefatının yakın olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü kemâlden sonra zeval bulunur" demiştir. Binâenaleyh bu hâdise, bu âyet vesilesi ile, kendisinden başkasının vâkıf olmadığı bir sırra (manaya) vâkıf olduğu için, Hazret-i Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)'in ilminin mükemmelliğine bir delil olur.

Dinin Mahiyeti

Alimlerimiz şöyle derler: "Bu âyet, dinin ancak Allah'ın yaratması ve var etmesi ile olduğunu göstermektedir.Bunun delili Allah'ın, dinin kemale erdirilmesi işini kendisine nisbet ederek, "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim" buyurmasıdır. Dinin Allah tarafından kemâle erdirilmesi ancak, dinin aslı (kendisi) de Allah'dan olursa, söz konusudur."

Bil ki biz, "Din, amel etmekten ibarettir" veya, "Din, ma'rifetten (Allah'ı tanımaktan) ibarettir" veyahut da, "Din, inanç, ikrar ve amelin toplamından ibarettir" dediğimizde, bunların hepsi aynı manaya gelir. Binâenaleyh, bu konudaki istidlal açık ve zahirdir.

Mu'tezileye gelince, onlar bunu, dinin beyan edilmesinin ve hükümlerinin açıklanmasının kemale erdirilmesi (iyice yapılması) manasına hamletmişlerdir. Şüphe yok ki onların bu manaları, hakikatten mecaza sapmadır.

Sonra Hak teâlâ, "Üzerinizdeki nimetimi tamamladım" buyurmuştur ki bu, "Din ve şeriatı kemale erdirmek suretiyle, size olan nimetimi tamamladım" demektir. Sanki o, şöyle buyurmaktadır: "Bugün sizin dininizi kemale erdirdim ve bu kemale erdirme vesilesi ile de size olan nimetimi tamamladım. Çünkü İslam nimetinden daha tam ve mükemmel başka bir nimet daha yoktur."

Bil ki bu âyet-i kerime, imanın yaratıcısının da Allah olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü biz, İslâm dininin bir nimet olduğunu söylüyoruz. Her nimet, ancak Allah'dandır. Binâenaleyh, İslâm dininin de Allah'dan olması gerekir. Biz ancak, şu iki sebepten ötürü İslam'ın bir nimet olduğunu söyledik:

a) Ümmet-i Muhammed'in dilinde meşhur olan şu sözleridir: "İslam nimetinden dolayı Allah'a hamdolsun."

b) Allahü teâlâ bu âyette, "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım" buyurmuş, böylece buradaki nimeti müphem olarak zikretmiştir (hangi nimet olduğunu belirtmemiştir). Bu nimet ile, daha önce zikredilen dinin kastedilmiş olduğu açıktır.

Eğer, "Nimeti tamamlama" ifadesi ile, müslümanlan, düşmanlarına üstün ve kahir bir duruma getirmiş olma, ya da bu şeriatı kendisine hiçbir neshin yol bulamayacağı bir hale getirmiş olmanın murad edilmiş olması niçin caiz olmasın?" denilir ise, biz deriz ki: "Bunlardan birinci ihtimal, zaten Cenâb-ı Hakk'ın, 'Bugün kâfirler dininizden umudlarını kestiler" ifadesi ile anlaşılmaktadır. Âyetteki bu ifadeyi, aynı manaya hamletmek bir tekrar olmuş olur. İkinci ihtimale gelince, İslam dinini ayakta tutma, bir nevi nimetin tamamlanması olunca, dinin aslının da muhakkak olarak bir nimet olması gerekir. Binâenaleyh İslam dininin bir nimet olduğu sabit olmaktadır.

Bu sabit olunca biz deriz ki: "Her nimet Allah'dandır. Bunun delili, "Size ulaşan her nimet Allah'dandır" (Nahl, 53) âyetidir. Bu iki mukaddime sabit olunca, İslam dininin de Allah'ın yaratması ve var etmesi ile meydana geldiğine kesin olarak hükmetmek gerekir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Size din olarak islâm'ı (verip ondan) hoşnud oldum" buyurmuştur ki bu, "İslam dini, Allah katında beğenilen ve râzî olunan dindir" demektir. Bunun böyle olduğunu, "Kim İslam'dan başka bir din ararsa, (bu dîn) ondan asla kabul edilmeyecektir" (Al-i İmran, 85) âyeti de desteklemektedir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Kim son derece açlık halinde çaresiz kalırsa, günaha meyil maksadı olmaksızın (haram olan etlerden yiyebilir). Çünkü Allah, çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir" buyurmuştur.

Bu ifadeler, daha önce zikredilmiş bulunan, Allah'ın haram kıldığı yiyeceklerle ilgili ifadelerdendir. Yani, "Bu sayılan şeyler, her ne kadar haram kılınmışlarsa da, zaruret halinde helal olurlar" demektir. Cenâb-ı Allah'ın "Bunlar yoldan çıkıştır" sözünden buraya kadar geçen sözler ise, bu arada bulunmuş olan itiraziyye ifadeleridir. Bundan maksat ise, zikredilmiş olan haram kılmanın manasını te'kid etmektir. Çünkü, bu pis şeyleri (habâis) haram kılmak, kâmil olan dinin, tam olan nimetin ve Allah katında razı olunan İslam'ın cümlesindendir.

Âyette geçen (......) kelimesinin manası, "Kendisi bulunduğunda leş yemekten kaçınılması mümkün olmayan bir zarar, sıkıntı isabet ettiği zaman" demektir. (......) kelimesi ise, "açlık" anlamındadır.

Dilciler şöyle demişlerdir: ve kelimeleri, açlık esnasında karında hiçbir yemeğin bulunmamasıdır. Kelimenin aslı, karnın çekilip büzülmesi anlamına gelen, (......) kelimesidir. Bu manada olmak üzere "Aç, karnı içeri çekilmiş adam" ve "Aç, karnı içeri çekilmiş karı" denilmektedir. Bu kelimelerin çoğulu (karnı aç erkekler ve karnı aç kadınlar) şeklinde gelir.

Mütecanif Kelimesinin İzahı

Âyette geçen (......) tabiri, "günaha kastetmeksizin, âmden günah işlemeyi istemeksizin" demektir. (......) kelimesinin aslı ise meyletmek anlamına gelen (......) kelimesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bununla beraber, kim vasiyyet edenin haksızlığa meylinden, yahud günaha gireceğinden endişe edip de.." (Bakara, 152) buyurmuştur. Buradaki (......) kelimesi, işte (meylederek) anlamındadır. Buna göre ifadesi, "günaha meyletmeksizin, "ona sapmaksızın.." demektir. Buradaki (......) kelimesinin, "Ve de, meyletmeksizin (o haram kılınmış şeylerden) alırsa.." manasında olmak üzere, mahzuf mukadder bir fiilden hâl olarak nasbedilmesi caiz olabileceği gibi, buradaki (......) fiili ile de nasbedilmiş olması da caizdir. Bu durumda, yukarıda takdir edilmiş olan fiil, "Her kim, bir günaha meyletmeksizin çaresiz kalır da (haram kılınmış o şeylerden) alırsa..." şeklinde sonraya bırakılmış olur.

Burada geçen, (günah) kelimesinin manası, Iraklılara göre, o kimsenin açlığını gidermenin üzerinde olarak, haz ve lezzet duymak için o şeylerden yemesi; Hicazlılara göreyse, o kimsenin, o yolculuğuyla âsî ve günahkâr olmasıdır. Biz, bu husustaki izahı Bakara sûresinde (Bakara. 173) âyetinin tefsirinde iyiden iyiye yapmıştık.

Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki Allah çok affeden ve ihsanı bol olandır" ifadesi, "Muhakkak ki Allah onları, onların, çaresiz kalıp yemeleri halinde, haram olanı yemelerinden dolayı hasıl olan günahlarını bağışlar ve yemeye ihtiyaç duydukları bir sırada bu haram kılınmış olan şeyleri, onlara helal kılmış olması bakımından da kullarına karşı çok merhametlidir" demektir.

Temiz Yiyecekler Helal Kılındı

4

"Kendilerine neyin helal edildiğini sana sorarlar. De ki: "Bütün iyi ve temiz şeyler size helal edilmiştir." Allah'ın size öğrettiğinden öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanların size tutuverdiklerinden de yeyin ve üzerine besmele çekin. Allah'tan korkun. Çünkü Allah, hesabı pek çabuk görendir"

Âyetteki, "Kendilerine neyin helal edildiğini sana sorarlar. De ki: "Bütün iyi ve temiz şeyler size helal edilmiştir" cümlesi de, yukarıda zikredilmiş olan yemek ve yiyecek şeylerle ilgilidir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Buradaki sözü "Sana diyorlar, söylüyorlar' manasındadır. İşte bundan dolayı "kendilerine neyin helal edildiğini..." ifadesi gelmiştir. Sanki şöyle denilmektedir: "Onlar sana, "Bizim için ne helal kılındı?" diyorlar." Ancak ne var ki âyette, onların sözü aynen nakledilerek, "Bize ne helâl edildi..." denilmemiştir." Bil ki bu görüş zayıftır. Çünkü, eğer bu, onların sözünü aynen nakletmek üslûbunda olsaydı, onlar "onrara ne helâl edildi?" demiş olurlardı. Malumdur ki, bu yanlış ve asılsızdır. Çünkü onlar böyle demezler; bilâkis ancak, "Bize ne helal edildi?" derler. Doğrusu bu, onların sözlerim aynen aktarmak olmayıp, bilakis "hâdisenin keyfiyyetini beyân etmektir.

İkinci Mesele

Vahidî şöyle demiştir: Eğer sen (......) ifadesini bir isim kabul edersen, o takdirde o, mübtedâ olarak mahallen merfûdur. Haberi de ... "helâl kılındı" cümlesidir. Ama sen arzu edersen, (......) edatını tek başına isim kabul edersin ki, haberi de (......)'i olur. cümlesi ise, (......)'i edatının sıla cümlesi olur. Çünkü bu ifâde, "kendilerine helal kılınan şey... nedir?" takdirindedir.

Üçüncü Mesele

Cahiliyye dönemindeki Araplar, "Bahîra", "Sâibe", "Vasile" ve "Hâm..." adını verdikleri etleri temiz ve helal olan hayvanları, kendilerine haram kılıyorlardı. Onlar, aslında bu hayvanların temiz olduklarına hükmediyorlar, ancak ne var ki, birtakım zayıf şüphelerden dolayı onları yemenin haram olduğunu söylüyorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, temiz ve leziz olan her şeyin helal olduğunu zikretmiş ve bu âyetini "De ki: "Allah'ın kulları için çıkarmış olduğu nimeti, temiz ve hoş rızıklan kim haram etmiş?" (A'râf. 32) ve "onlara temiz şeyleri helal, murdar şeyleri de haram kılıyor" (Araf. 157) âyetleriyle te'kid etmiştir.

Bil ki, (......) kelimesi, Arapça'da, lezzetli ve hoş olan anlamına gelmektedir. Kendisine müsaade edilen helâl de leziz ve hoş olan şeye teşbih edilerek, "tayyib" olarak adlandırılmıştır. Çünkü bu iki şey, zarar vermeme hususunda müşterektirler. Binaenaleyh, Âyette geçen (......) kelimesiyle, helâl kılınmış olan şeylerin murad edilmiş olması mümkün değildir. Aksi halde âyetin takdiri, "De ki: "Size, helal kılınmış olan şeyler helal kılındı..." şeklinde olur ki, bunun bozuk ve zayıf, tutuk bir ifade olduğu malumdur. Binâenaleyh, âyette geçen (......) kelimesini, leziz olan ve arzu edilen şeyler manasına hamletmek gerekir. Böylece âyetin takdiri, "Size, leziz ve arzu edilen, iştah uyandıran her yiyecek helal kılınmıştır" şeklinde olur.

Bil ki, lezzet ve hoşa gitme hususunda ölçü, fıtratı selim ve ahlâkı da güzel olan kimselerdir. Çünkü bedevî Araplar, bütün canlıları yemeyi hoş buluyorlardı. Bu âyetlerin manası, "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur" (Bakara, 29) âyetiyle de güçlenir. Zira bu âyet, yeryüzünde bulunan her şeyden faydalanmanın mümkün olmasını gerektirir. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hak bu umumu tahsis ederek, "murdar şeyleri de haram kılıyor" (A'râf. 157) buyurmuştur. Allah, pek çok âyetinde, leziz ve temiz olan şeylerin mubah olduğu hususunu açıkça belirtmiştir.

Binâenaleyh bu husus, haram ve helal olan yiyeceklerin bilinmesi konusunda kendisine müracaat edilen bir temel olmuş olur.

Bu yiyeceklerden birisi, at etinin, Şâfiî (r.h)'ye göre.mübah olmasıdır. Ebû Hanife (r.h) ise, at etinin mubah olmadığını söylemiştir. Şafiî (r.h)'nin delili şudur: "At eti, leziz ve güzeldir. Bunun böyle olduğu zaruri olarak bilinmektedir. Durum böyle olunca, Hak teâlâ'nın, "Bütün iyi ve temiz şeyler size helal edilmiştir" buyruğundan dolayı at etinin helal olması gerekir..."

Besmelesiz Boğazlamanın Hükmü

Bunlardan birisi de şudur: Şafiî (r.h)'ye göre besmelesiz kesilen hayvanın eti mubahtır. Ebû Hanife'ye göre ise haramdır. Şâfiî (r.h)'nin delili şudur: Bu, leziz ve hoş şeydir... Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "Bütün iyi ve temiz şeyler size helâl edilmiştir" âyetinden ötürü helal olması gerekir, şâfiî (r.h)'nin bu iki meselede de görüşünün doğruluğuna, bir önceki âyette geçen "tezkiye ettikleriniz müstesna olmak üzere" (Mâide, 3) istisnası da delâlet etmektedir. Çünkü Allah, "müzekkâ" olma halini istisna etmiştir. Tezkiye (zeka = (......)nin ise gerdanlık ile göğüs arasında kalan kısımda olacağı açıklanmıştır. Bu kısım, atta da mevcuttur. Bu sebeple, atın da kesilebilenler arasına girmesi ve Hak teâlâ'nın "kestikleriniz müstesna olmak üzere" ifadesinin umumi olmasından dolayı, helal olması gerekir.

Besmelesiz kesilen hayvana gelince, o hayvanda da zekâ (tezkiye) işi tahakkuk etmiştir. Çünkü biz, besmelenin unutularak terkedilmesi halinde de, hayvanın müzekkâ olduğu hususunda ittifak ettik. İşte bu durum da, Allah'ın bizzat lisan ile zikredilmesinin, zekâ işinin mahiyetinden bir cüz olmadığına delâlet eder. Durum böyle olunca, besmelesiz tezkiye işi de mümkün olmuş olur. Binâenaleyh, tezkiye olduğu durumda biz de sizinle aynı hükmü paylaşıyoruz. Tezkiye işi tahakkuk ettiğinde o hayvan, Hak teâlâ'nın "... tezkiye ettikleriniz müstesna olmak üzere" ifadesinin hükmüne girmiş olur.

Bunlardan birisi de, ehlî eşeklerin etinin, İmam-ı Mâlik ile Bişr el-Müreysî ye göre mubah olmasıdır. Onlar, işte bu iki âyetle istidlal etmişlerdir. Ancak ne var ki biz, bunun haram kılındığı hususunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den Hayber gününde O'nun ehlî eşeklerin etini haram kıldığına dair habere dayanmaktayız.

Daha sonra Allah, "Allah'ın size öğrettiğinden öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanların size tutuverdiklerinden de yeyin" buyurmuştur. Bu ifade hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Besmele

Bu âyet hakkında iki görüş bulunmaktadır:

a) Burada bir hazf bulunmakta olup, takdiri şöyledir:Bütün İyi ve temiz şeyler ile, Allah'ın size öğrettiğinden öğretip de yetiştirdiğiniz avcı hayvanların size tutuverdikleri avlar size helal kılınmıştır." Buna göre takdir edilmiş olan (av) kelimesi hazfedilmiştir ki, sonraki kelamın kendisine delâlet etmesiyle, sözde murad edilen mana da budur. Sonraki kelam ise, "Onların size tutuverdiklerinden yeyin" ifadesidir.

b)Hak teâlâ'nın, "Allah'ın size öğrettiğinden öğretip yetiştirdiğiniz..." ifadesi mübteda, haberinin ise "Size tutuverdiklerinden de yeyin" ifadesi olduğu söylenebilir. Bu takdire göre söz, bir hazf ve takdim yapmadan da doğru olabilir.

Cevarih (Avcı Hayvanlar)Tabirinin İzahı

Âyette geçen "avcı hayvanlar" kelimesi hakkında da şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Bunlar, parçalayıcı'kuşlar ve hayvanlardır. Bu kelimenin müfredi lafzıdır. Bu hayvanlara "cevârih" ismi verilmiştir. Zira bunlar, "bir iş yapıcıdırlar" (kevâsib); çünkü bu kelime, bir iş yapılıp kesbedildiği zaman, Arapların söylemiş olduğu "yaptı, işledi..." kelimelerinden alınmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, olup"kötülükleri işleyenler..." (Câsiye. 21), yani "kesbedip kazananlar" ve "Gündüzün de ne elde ettiğinizi bilir" (En'am, 60) buyurmuştur. Yani, "ne kesbettiğinizi..." demektir.

b) "Cevârih", yaralayan hayvan demektir. Bu görüşte olanlar, bir av hayvanının avını yakalayıp da ondan kan akıtmazsa, o hayvanı yemenin helal olmayacağını söylemişlerdir (mutlaka yaralayıp kan akıtması gerekir).

Av Hayvanının Köpek Olması Şart Değildir

İbn Ömer, Dahhâk ve Süddî'nin şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: "Köpeklerin dışında kalan diğer hayvanların avladığı av, yetişilerek kesilmezse, o hayvanı yemek caiz olmaz." Bu zatlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "öğretip yetiştirerek (baktığınız köpekler)" ifadesine tutunarak, "Tahsis, bu hükmün o şeye mahsus olduğuna delâlet eder" demişlerdir.

Cumhurun iddiası ise şudur: Hak teâlâ'nın "Öğretip yetiştirdiğiniz ava hayvanların..." ifadesine pars, yırtıcı kuşlardan doğan, atmaca ve kartal gibi hayvanların avladığı her şey dahildir.

Leys ise şöyle demektedir: "Mücahide, doğan, şahin, kartal ve pars gibi hayvanlar ile, avcı olan diğer yırtıcı kuşlardan sorulduğunda, o "Bütün bunlar "cevârih"tir" cevabını vermiştir."

Cumhur birinci görüşte olanların, Allah'ın "öğretip yetiştirerek (baktığınız köpekler)" ifadesine tutunmalarına şu şekilde cevap vermişlerdir:

1) Âyette geçen (mükellip), avı sahibine yakalayıp tutması için, "cevârih"i öğretip yetiştiren kimse demektir. Bu kelimenin "kelb" (köpek) kelimesinden iştikak etmesi ise, terbiye etme işinin genelde köpekler üzerinde tahakkuk etmesinden ibarettir. Binâenaleyh bu lafız, cinsindeki çokluk ve kesretten dolayı, "kelb" kelimesinden iştikak etmiştir.

2) Her yırtıcı hayvan, "kelb" diye isimlendirilir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in 'Allah'ım, sen ona köpeklerinden bir köpek musallat et! Bunun üzerine de onu arslan yedi" Sünenü'l-Beyhaki, 5/211. hadisi de buna delâlet eder.

3) Bu kelime, alışkanlık manasında olan, "kelb" kelimesinden iştikak etmiştir. Nitekim Arapça'da, bir kimse bir şeye çok düşkün olduğu zaman "Aklı ona takılıp kaldı" denilir.

4) Farzet ki, âyette bahsedilen, köpeğin avladığı avın mubah olduğu hususu olsun. Ancak ne var ki, özellikle bu hususun zikredilmiş olması bunun dışında kalan durumların mübahlığını nefyetmez. Ok atma veya ağ ve tuzak kurmanın caizliği de bunu gösterir. Halbuki bunlar da âyette zikredilmiş değillerdir. Allah en iyi bilendir.

Avcı Hayvanını Eğitilmesi

Âyet, "cevârih"le, avcı hayvanlarla avlanmanın, bu hayvanların bu hususta terbiye edilmiş olmaları halinde helal olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah'ın size öğrettiğinden öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanların size tutuverdiklerinden de yeyin..." buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Adiyy İbn Hatime. "Terbiye edilmiş ve öğretilmiş köpeğini ava salıverip de, Allah'ın ismini anarsan, (onun tuttuğu hayvandan) ye!" demiştir.

Şafiî (r.h), köpeğin ancak şu hususlar tahakkuk ettiği zaman öğretilmiş olacağını söylemiştir: Onu ava saldığında, giderse; avını yakaladığında, onu tutmakla beraber ondan yemezse; onu çağırdığında sahibine icabet ederse; onu isteyip yanına çağırdığında, sahibinden kaçmazsa... Binâenaleyh, hayvan bunları defalarca yaparsa, o zaman o öğretilmiş, terbiye edilmiş sayılır.

Şafiî (r.h) bu hususta belirli bir sınır çizmemiş, aksine, "sahibi, zann-ı galibince "bu öğrendi" dediği zaman, onun öğretilmiş ve terbiye edilmiş olduğuna hükmedilir" demiştir. Çünkü bir şey (isim), nass ve icmâ ile bilinemeyince, o hususta örfe başvurmak gerekir. Bu, rivayetlerin en zahirinde (azharu'r-rivâyât) de, Ebû Hanife'nin görüşüdür. Hasan el-Basri (r.h), köpeğin tek bir defada da muallem, öğretilmiş olacağını söylemiştir. Ebû Hanife'den gelen bir başka rivayette de, köpeğin bu işi iki defa tekrar etmesiyle öğretilmiş olacağının anlaşılmış olacağı hususu varid olmuştur ki bu aynı zamanda, Ahmed İbn Hanbel (r.h)'in görüşüdür. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed (r.h)'den, köpeğin öğretilmiş olup olmadığının, üç defa denenmesiyle anlaşılacağı rivayeti varid olmuştur.

Beşinci Mesele

Köpeklere av öğreten kimselere, "kellab" ve "mükellib" denilir. Buna göre "mükellib", "av avlamayı öğreten" demektir. Bu tıpkı, talim ve terbiyede bulunan kimselere, muallim ve müeddib denilmesi gibidir. Keşşaf sahibi, bu kelimenin, şeddesiz olarak ve kâf harfinin de sükûnuyla (müklibîn) şeklinde okunduğunu, zira, if'âl kalıbı ile tef'îl kalıbının, müştereklik arzettiklerini söylemiştir.

Altıncı Mesele

(......) kelimesi, "öğrettiniz" kelimesinden hal olarak mansubtur. İmdi şayet, (......) ifadesi sebebiyle kendisine ihtiyaç duyulmadığı halde, bu hal cümlesinin getirilmesi nedendir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun faydası, bu hayvanları terbiye eden kimsenin, bu hususta çok derin bilgiye sahip olduğunu; bu hususta tecrübeli olduğunu ve öğretme işiyle vasfedilmiş olduğunu belirtmek içindir. "Öğretip yetiştirdiğiniz" ifadesi, ikinci hal veya müste'nef (yeni) bir cümledir ki bundan maksad, o hayvanları terbiye etmenin şart olduğunu iyice göstermektir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Size tutuverdiklerinden de yeyin" buyurmuştur. Bununla ilgili iki mesele vardır:

Avcı Hayvanın Avı Yaralaması Veya Ondan Yemesi

Ava giden köpek, terbiye edilmiş olup, avı yakalayıp yaralar ve öldürürse avcı da o hayvana yetiştiğinde av ölmüş olur ise, onun eti helaldir. Çünkü o köpeğin yaralayışı, o av hayvanını kesme gibidir. Diğer terbiye edilmiş avcı hayvanlar ile ok ve mızrak hakkındaki hüküm de böyledir. Fakat o köpek, avı yakalayıp, ona çullanarak, yaralamaksızın ağzı ile öldürür ise, bazı alimler, o bir mevte (leş) olduğu için yenilemiyeceğini; diğer bazı alimler ise, bu durumun âyetteki "size tutuverdiklerinden de yeyin" ifadesinin muhtevasına gireceğini söylemişlerdir. Bütün bunlar, o köpek, yakaladığı avdan yememiş olduğu zaman söz konusudur.

Eğer avcı hayvan, yakaladığı avdan yerse, işte alimler bu hususta ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh), Tâvûs, Şa'bî, Atâ ve Süddi'ye göre, bunun yenilmesi helâl değildir. Bu, İmam-ı Şafii'nin, konu ile ilgili görüşlerinin en açığıdır. Bu görüştekiler şöyle demişlerdir: "Çünkü bu durumda o hayvan, avı kendisi için yakalamıştır. Halbuki âyet, avın, hayvan onu sahibi için tuttuğu zaman helâl olacağını göstermektedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Adiyy İbn Hatime söylediği şu sözü de, buna delâlet eder:

"Köpeğini ava saldığın zaman, besmele oku. Eğer yakaladığı ava, onu öldürmeden yetişirsen, onu besmele okuyarak kes. Eğer o ava, köpeğin onu öldürüp, henüz onu yememiş olduğu halde yetişir isen, onun etini ye. Çünkü o, o avı senin için tutmuştur. Yok eğer o köpek, avladığı şeyden yemiş olduğu halde bulur isen, ondan yeme. Çünkü o, o avı kendisi için tutmuştur." Müslim, Sayd, 1-3 (3/1530).

Selmân el-Fârisi, Sa'd İbn Ebu Vakkâs. İbn Ömer ve Ebû Hureyre (radıyallahü anhnhüm), o köpek avladığından yemiş olsa bile, o etin helal olduğunu söylemişlerdir. Bu, İmam-ı Şafiî'nin ikinci görüşüdür.

Alimler, şahinin tuttuğu avdan yemesi halinde, o avın hükmünün ne olacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Buna göre bazıları, şahin ile köpek arasında bu bakımdan bir fark olmadığını söylemişlerdir. Binâenaleyh eğer şahin, avladığı hayvandan birşey yer ise, o yenilmez. Bu görüş, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den rivayet edilmiştir.

Sa'id İbn Cübeyr, Ebû Hanife ve Müzenî ise, kuşlardan olan avcı hayvanların, tuttukları avdan yeyip geriye bıraktıklarının yenilebileceğini, köpeğin yediği avından geriye kalanın ise yenilemiyeceğini söylemişlerdir. Onlara göre bu ikisi arasındaki fark şudur: Avdan yememe konusunda, döverek terbiye etmek mümkündür. Fakat şahini aynı yolla terbiye mümkün değildir.

Avdan Yeme Meselesi

Âyetteki, "tutuverdiklerinden" ifadesindeki harf-i cerrinin, hangi manaya geldiği hususunda şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu, min-i zaidedir (asıl mana yönünden etkisi yoktur) ve tıpkı, "Mahsul verdiği zaman, onun mahsulünü yeyfn" (En'am, 141) âyetindeki (......) gibidir.

b) Bu, min-i teb'iziyye (ondan bir kısmı) manasınadır. Buna göre de şu iki izah yapılmıştır:

1) Avın tamamı yenilmez. Çünkü eti yenilir, kemikleri, kanı ve tüyü yenilmez.

2) Bu ifade, "Avcı hayvanların, kendisinden bir parça yedikten sonra, geriye sizin için bıraktıkları avlardan yeyiniz" demektir. Çünkü âyet, köpeğin, yakaladığı avdan yemiş olması halinde de, arta kalanın helalliğini göstermektedir. Zira o köpeğin, avdan yemesi, o avı sahibi için tutmuş olmasına mani değildir. Çünkü tutma, "köpeğin avını tutup, sahibi yanına gelinceye kadar, onu bırakmaması" demektir. İşte bu hal, köpek ondan yemiş olsa da, yemese de mevcuttur.

Av Hayvanı Üzerine Besmele Çekme Gereği

Sonra Cenâb-ı Hak ' "ve üzerine besmele çekin" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili şu görüşler vardır:

1) Bu, "Köpeğini av üzerine salıverdiğinde besmele çek" demektir. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Köpeğini, besmele çekerek av üzerine saldığında yakaladığından ye" Müslim, Sayd, 1.3 (3/1529-1530). buyurmuştur. Buna göre âyetteki, "üzere" kelimesi, "yetiştirdiğiniz avcı hayvanlar" ifadesi ile alâkalıdır. Yani, "Bu hayvanları ava salarken, besmele çekin" demektir.

2) Bu (......) kelimesi "tutuverdikleri" ifadesi ile alakalıdır. Yani, o avcı hayvanların tuttukları avları, ölmeden kesmeye yetişebilirseniz, onların üzerine besmele çekerek onları kesin" demektir.

3) Bu ifade, o avları yeme işi ile ilgilidir. Yani, "o avları yerken, besmele çekin" demektir. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ömer İbn Ebû Seleme'ye "Besmele çek ve (yemeğin) önünde olan kısmından ye" demiştir.

Bil ki Şafiî (r.h)'ye göre, besmele kasten (bile bile) çekilmeksizin kesilen hayvanın etini yemek helâldir. Binâenaleyh biz bu ifadeyi, üçüncü manaya hamledersek, söylenecek söz yoktur. Fakat âyeti birinci ve ikinci manalara hamleder isek, bu âyet ile besmelenin kasten terkedilmemesini ifade eden nassları birleştirmek için, âyetteki emrin mendubluk manasına olduğu anlaşılır. Biz bu meseleyi, inşaallah (En'âm. 121) âyetinin tefsirinde açıklayacağız.Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'tan ittika edin. Çünkü Allah hesabı pek çabuk görendir" buyurmuştur. Bu, "Helal ve haram kıldığı şeyler hususunda, Allah'ın emrine ters düşmekten sakının" demektir.

Din Hususunda Olduğu Gibi Dünya Hususunda da Temiz Olan Her Şey Mubahtır

5

"Bugün size (bütün) İyi ve temiz şeyler helal kılındı. Kendilerine kita verilenlerin yemeği size helaldir ve sizin yemeğiniz de onlara helaldir. Mü'minlerin hür ve iffetli kadınları ile, sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları, namuskâr, zinaya sapmamış ve metresler edinmemiş olmanız şartıyla, onların mehirlerini verirseniz, size helaldir. Kim imanı inkâr eder ise, mutlaka ameli boşa gitmiş olur ve o âhirette hüsrana uğrayanlardan olur".

Bil ki Allahü teâlâ, geçen âyette iyi ve temiz şeyleri helal kıldığını haber vermiştir. Allah'ın, böyle buyurmasının gayesi, bu hükmü haber vermektir. Hak teâlâ daha sonra, bu âyette tayyibatı helal kıldığını tekrar beyan etmiştir. Bunu söylemesinin gayesi şudur: O, "Bugün, sizin dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım" (Mâide. 3) buyurmuş ve dini kemale erdirdiği gibi, din ile ilgili bütün hususlarda ve aynı şekilde dünya ile ilgili bütün hususlarda da nimetini tamamladığını beyan etmiştir. Tayyibatı (iyi, temiz ve hoş şeyleri) helal kılma, bu nimetlerdendir. Eşte bu tekrarın gayesi bu inceliği göstermektir.

Ehl-i Kitabın Kestiği Hayvanın Eti Helaldir

Sonra Allahü teâlâ, "Kendilerine kitap verilenlerin yemeği, sizin için helaldir" buyurmuştur. Âyetteki "yemek"ten maksad, şu üç şeydir:

1) Bu, ehl-i kitabın kestikleri hayvanlardır. Yani ehl-i kitabın kestikleri (helal) hayvanların etlerini yememiz helaldir. Kendilerinden cizye kabul edilme hususunda Mecûsilere de ehl-i kitap muamelesi yapılırsa da kestikleri hayvanın etinin yenilmesi ve kadınları ile evlenme konusunda, onlara böyle davranılmaz.(92)

(92) Bunun hikmeti şudur: Mecusiler boğazlayıp kan akıtmıyorlardı. Evlenme konusunda ise, kızkardeş gibi birinci derecede mahrem akrabalarla evleniyorlardı. Ehl-i Kitap ise mahremi haram bilmektedir (ç).

Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin, Benî Tağleb kabilesinin hıristiyanlarını bu âyetin hükmünden istisna tuttuğu ve "Onlar aslında hristiyan değiller. Onlar, hristiyanlıktan sadece, içki içmeyi almışlardır" dediği rivayet edilmiştir. İmam-ı Şafiî de bu görüşü benimsemiştir.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, Arap hristiyanlarının kestikleri hayvanların hükmü sorulduğunda, "Bunda bir beis yoktur (yenilebilir)" dediği rivayet edilmiştir ki, Ebû Hanife (r.h)'de bu görüşü benimsemiştir.

2) Maksad ekmek, meyve ve yenilmesi için kesilmesi gerekmeyen yiyeceklerdir. Bu görüş, Zeydiyye imamlarının bazısından nakledilmiştir.

3) Bundan murad, ehl-i kitabın bütün yiyecekleridir.

Alimlerin çoğu, birinci görüştedir. Onlar bu görüşü şunlardan dolayı tercih etmişlerdir:

a) "Kesilen hayvanlar", kesenin fiili ile yiyecek haline dönüşen şeylerdir. Binâenaleyh âyetteki, "kendilerine kitap verilenlerin yemeği" tabirini, "kestikleri hayvanlar" manasına hamletmek daha münasiptir.

b) Kesilen hayvanların dışında kalan yiyecekler, ehl-i kitabın olmazdan önce de, olduktan sonra da zaten helaldirler. Binâenaleyh, bunları ehl-i kitabın yiyeceği olarak ifade etmenin bir manası yoktur.

c) Bu âyetten önceki âyet, av hayvanları ile kesilen hayvanların hükmünü açıklıyordu. Binâenaleyh bu âyeti de, kesilen hayvanlarla ilgili kabul etmek daha uygun olur.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Sizin yemeğiniz de onlara helaldir" buyurmuştur. Yani, "Ehl-i kitaba, yemeğinizden yedirmeniz helaldir." Çünkü kestiklerimizden, onlara yedirmemizi Cenâb-ı Hakk'ın haram kılması da imkansız değildir. Yine, bu hususun zikredilmesindeki diğer fayda da şudur: Onlarla kız alıp vermemizin mubah olması, her iki tarafta da söz konusu değildir. Halbuki kesilen şeylerin mubah olması, her iki tarafta da mevcuttur. İşte bundan dolayı pek yerinde olarak Allah bu iki nev'i birbirinden ayırmaya dikkat çekmek için, bu ifadeyi zikretmiştir.

Namuslu Mümin Kadınlarla Evlenmek Mubahtır

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Müminlerin hür ve " buyurmuştur. Âyette geçen'nın kim olduğu hususunda da, şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Bunlar, hür kadınlardır.

b) Bunlar, iffetli kadınlardır. İkinci mananın alınması halinde, cariyelerle evlenmek de bu tabirin hükmüne dahil olur.

Birinci mana şu sebeplerden dolayı daha uygundur:

1) Cenâb-ı Hak, bundan sonra, "onların metihlerini verirseniz" buyurmuştur. Halbuki, cariyenin mihri, kendisine değil, bilakis efendisine verilir.

Biz, (Nisa, 25) âyetinin tefsirinde, cariyelerle evlenmenin, ancak şu iki şart tahakkuk ettiğinde helal olacağını beyan etmiştik:

a) Hür kadınla evlenebilecek mali güce sahip olamama...

b) Zinaya ('anet) düşme korkusu...

3) Helalliğin iffetlilere tahsis edilmesi, (daha önce) zina yapmış olan kadınlarla evlenmenin haram olduğuna açıkça delâlet etmektedir. Halbuki, bunlarla evlenmenin haram olmadığı sabittir. Ama, biz âyette bahsedilen "Muhsanât" lafzını hür kadınlar manasına alırsak, o zaman cariyelerle evlenmenin haram kılınmış olması gerekir ki, işte biz de, bazı şart ve kayıtlar koyarak bunu söylüyoruz.

4) Biz, (......) kelimesinin, (......) kelimesinden tünediğini, "korunmak, namuslu olmak" sıfatının hür kadın hakkında, cariye hakkında kulanıldığından daha çok olduğunu; çünkü cariyenin, iffetli olsa bile, hür kadının aksine, her halükârda dışarı çıkmaktan, ötede beride dolaşmaktan ve insanlarla bir arada bulunmaktan hâli olamayacağını beyan etmiştik. Binâenaleyh, "muhsanât" kelimesini, hür kadınlar diye tefsir etmenin, başka bir mana ile tefsir etmekten daha münasip olduğu sabit olur.

Ehl-i Kitap Kadınla da Evlenmek Mubahtır

Hak teâlâ sonra, "Sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları" buyurmuştur. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Fukahânın çoğu, zımmî olan yahudi ve hristiyan kızlarıyla evlenmenin helal olduğu görüşünü benimsemişler ve bu hususta bu âyeti delil getirmişlerdir.

Bu Evliliği Caiz Görmeyenler

Ama İbn Ömer (r.h) bunu helal saymamış, "Allah'a eş tanıyan kadınlarla, onlar iman edinceye kadar evlenmeyin.." (Bakara, 221) âyetini buna delil getirmiş ve şöyle demiştir: "Ben, ehl-i kitap kızın, "Benim Rabbim İsa'dır" demesinden daha büyük bir şirk bilmiyorum."

Bu görüşte olanlar, onların, "Sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları (da size helal kılındı)" ifadesini delil getirmelerine karşı, şu cevaplan vermişlerdir:

1) Bundan murad, onlardan iman eden kadınlardır. Zira bazı kimselerin aklına, yahudi bir kadın, iman ettiğinde onunla bir mü'minin evlenip evlenemeyeceği sorusu gelmiş olabilir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu âyetle bunun caiz olduğunu beyan etmiştir.

2) Atâ'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahü teâlâ, o esnada müslüman kadınların sayısı az olduğu için, ehl-i kitabın kadınları ile evlenilmesine müsaade etmiştir. Fakat şimdi, mü'min kadınların sayısı artmış olduğu için, buna ihtiyaç kalmamış ve bundan dolayı da o müsaade kalkmıştır.

3) Allahü teâlâ'nın "Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin" (Mümtehîne, 1) ve "Ey iman edenler, kendi (dindaşlarınızdan) başkasını sırdaş edinmeyin" (Al-i İmran, 118) âyetleri gibi, kâfirlerden uzak durmanın gerektiğini gösteren âyetler (vardır). Bir de böyle bir evlilik olduğunda, çoğu zaman aradaki sevgi ve muhabbet gittikçe kuvvetlenir ve bu hal kocanın, hanımının dinine meyletmesine sebep olabilir. Çoğu zaman bunların çocuğu olduğunda da, o çocuk anasının dinine meyleder. Bütün bunlar, hiç gerek yok iken, insanın kendisini tehlike ve zarara atması demektir.

4) Cenâb-ı Hak, bu âyetin sonunda "Kim imanı inkar ederse, mutlaka ameli boşa gitmiş olur" buyurmaktadır. İşte bu ifade, kâfir kadınlarla evlenmekten müslümanlan nefret ettiren en önemli ifadelerden biridir. Binâenaleyh şayet âyetteki, Sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları (da size helal kılındı)" buyruğundan maksad, ehl-i kitap kadınları ile evlenmenin helalliği manası olsaydı, bunun peşisıra "Kim imam inkâr ederse..." ifadesinin gelmesi bir tenakuz gibi olurdu ki bu caiz değildir.

Ehl-i Kitapları Olan Cariye İle Evlenmenin Hükmü

Eğer biz bu âyetteki, "Muhsanat" kelimesi ile, hür kadınların kastedilmiş olduğunu söyler isek, o takdirde ehl-i kitaptan olan cariyeler âyetin hükmüne girmez. Yok eğer biz, bu kelime ile iffetli kadınların kastedildiğini söylersek, o zaman ehl-i kitaptan olan (iffetli) cariyeler de, âyetin hükmüne dahil olmuş olur. İşte bundan dolayı, bu meselede İmam-ı Şafiî ile Ebû Hanife arasında ihtilaf vardır. Şafiî'ye göre, ehl-i kitaptan olan cariyelerle evlenmek caiz değildir. Çünkü bu cariyelerde, hem küfür hem de kölelik gibi iki büyük eksiklik mevcuttur. Ebû Hanife (r.h)'ye göre ise, ehl-i kitaptan olan cariyelerle evlenilebilir. O, âyette geçen "muhsanat" kelimesi ile, iffetli kadınların kasdedilmeşine göre, bu âyetle istidlal etmiştir ki bu husustaki açıklamamız daha önce geçmişti.

Kitabiye Kadının Zımmi Veya Harbi Olması

Sa'id İbnü'l-Müseyyeb ile Hasan el-Basrî, "Sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınlar!.." tabrine hem zımmî, hem de harbî ehl-i kitap kadınlarının girdiğini binâenaleyh hepsi ile evlenmenin caiz olduğunu söylemişlerdir. Fukâhanın ekserisi ise, bu hükmün sadece, zımmî olan ehl-i kitap kadınlarına has olduğu kanaatindedirler. Bu, İbn Abbasın görüşüdür. Çünkü o, "Ehl-i kitabın kadınlarından bize helal olanlar olduğu gibi, haram olanlar da var" der ve "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a inanmayanlar ile, kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın" (Tevbe. 29) âyetini okur. "Binâenaleyh cizye verenlerin (zımmîlerin) nikahı helâl, vermeyenlerinki ise haramdır" der.

Zaruri Durumda Mecusinin Kestiğini Yemenin Hükmü

Alimler, mecûsilerin, cizye kabulü hususunda ehl-i kitap muamelesine tabi tutulurken, kestiklerini yeme ve kadınları ile evlenme konusunda, bu statüde sayılmamaları hususunda ittifak etmişlerdir. Ibnü'l-Müseyyeb'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bir müslüman hasta olur da, bir mecûsiye, Allah'ın adını anarak bir hayvanı kesmesini emrederse, (o hayvanın etini yemesinde) bir beis yoktur." Ebu Sevr ise: "Eğer o müslüman bunu sıhhatli iken emretmiş olsa, yine de (bunun etini yemede) bir beis yoktur" demiştir.

Ehl-i Kitap Vasfının Devam Edip Etmemesi

Fakîhlerin bir çoğu şöyle der: "Kur'ân nâzif olmadan önce, Tevrat ve İncil'e göre amel eden ehl-i kitabın kadınlarının nikahı helâldir. Bunun delili, "Sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları..." âyetidir. Bu âyetteki "Sizden önce" ifadesi, Kur'ân nazil olduktan sonra, önceki kitaplarına göre amel etmeye devam edenlerin, kitabın hükmünden çıkmış olacaklarına delâlet eder.

Daha sonra "Onların mehirlerini verirseniz.." buyrulmuştur. Ehl-i kitab'ın kadınlarının helâl olmasının, mehirlerinin verilmesi şartına bağlanması, mehrin çok önemli bir vecibe olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh mehrini vermemeye niyetlenerek bir kadınla evlenen kimse, sanki zina yapmış olur. Mehire, âyette "ücret" denilmesi de, mehrin herhangi belirli bir miktar ile sınırlandırılmayacağım gösterir. Bu, icarlarda (kiralamalarda), asgari ücretin belirlenememesi gibidir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "namuskâr, zinaya sapmamış ve metresler edinmemiş olmanız şartıyla... " buyurmuştur.

Şa'bi şöyle demiştir: "İki türlü zina vardır:

a) Sifâh, alenî (açıktan açığa) zina etmek,

b) Metres tutmak... Bu da, gizlice zina etmek demektir. Allahü teâlâ bu âyette her ikisini de haram kılmış ve kadınlardan, "ihsan" (evlenme) yoluyla istifade etmeyi mubah kılmıştır.

Daha sonra Cenâb-ı Allah "Kim imanı inkâr eder ise, mutlaka ameli boşa gitmiş olur" buyurmuştur. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır

Ehl-i Kitap İle Müşrik Farkı Dünyaya Hastır

Bu cümlenin daha önceki kısımla münasebeti hakkında iki görüş vardır:

1) Bundan maksad, daha önce zikredilen mükellefiyet ve hükümler hususunda bir teşviktir. Yani, "Her kim Allah'ın hükümlerini ve mükellefiyetlerini inkâr ederse, muhakkak ki hem dünyada, hem âhirette hüsrana uğrar ve eli boş çıkar" demektir.

2) Kaffâl şöyle demiştir: "Bu ifade, "Ehl-i kitap için, her nekadar dünyada kadınlarıyla evlenme ve kestiklerinin mubah olması gibi bir meziyetleri var ise de bu durum, âhiret halleri ile oradaki mükâfaat ve ceza hususunda, müşriklerle onları birbirinden ayırmamaktadır. Bilakis Allah'ı inkâr eden herkesin dünyada yaptığı amelleri boşa çıkar ve o kimse âhirette kesinlikle hiçbir mutluluk ve saadete ulaşamaz" manasındadır."

İkinci Mesele

Âyetteki, "Kim imam inkâr eder ise, mutlaka ameli boşa gitmiş olur" buyruğunda bir müşkil bulunmaktadır ve bu da şudur: Küfür (inkâr) ancak, Allah'ı ve peygamberi inkâr olarak düşünülür. İmanı inkar etmek imkânsızdır. İşte bu sebepten dolayı, müfessirler ihtilaf ederek, bu ifadeyi şu şekillerde tefsir etmişlerdir:

a) Ibn Abbas (radıyallahü anh) ve Mücahid: "Kim imam inkâr eder ise...", "Kim Allah'ı inkâr ederse..." manasındadır. Böyle bir mecaz, güzel ve yerindedir. Çünkü Allahü teâlâ, imanın da Rabb'idir. Birşeyin Rabbi olan, bazan mecazen o şey ile ifade edilebilir" demişlerdir.

b) Kelbi, "Kim imâm İnkâr ederse..." ifadesi, "Kim Allah'tan başka ilah olmadığına şehadeti inkâr ederse" demektir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, kelime-i tevhid'i "iman" kabul etmiştir. Çünkü kelime-i tevhide iman vacip olunca, onun ayrılmaz gereklerine iman etmek de, şeriatın emri olmuş olur. Birşeyin isminin, o şeyin lâzımına (gereği olan şeye) verilmesi, meşhur bir mecaz şeklindedir" demiştir.

c) Katâde şöyle der: "Bir grup müslüman, "Onlar bizim dinimizde olmadıkları halde, ehl-i kitabın kadınları ile nasıl evleniriz?" demişlerdi. İşte bunun üzerine Allah bu âyeti indirdi. Buna göre bu, "kim, Kur'ân'da inenleri inkâr ederse, ameli boşa gider.." demektir. Buna göre Cenâb-ı Hak Kur'ân'ı, "imân" diye adlandırmıştır. Çünkü Kur'ân, mutlaka iman edilmesi gereken herşeyin açıklamasını ihtiva eder."

Mürtedin Amelenin Boşa Gidip Gitmemesi

Amellerin boşa gideceğini kabul edenler şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim imânı inkâr ederse, mutlaka ameli boşa gider" âyeti ile, "O kimsenin inkârının cezası, daha önce iman etmiş olmasından doğan mükâfaatı siler götürür" manası kastedilmiştir. İhbâtı (amellerin boşa gideceğini) kabul etmeyenler ise, "o inkâr ettiği imandan sonra insanın yaptığı ameller, işbu inkârı sebebi ile bâtıl ve zayidir. Çünkü o kimse, imandan vazgeçtikten sonra yaptığı işleri, imandan daha iyi işler olduklarına inanarak yapmıştı. Halbuki durum böyle olmayıp, aksine onlar zâyî ve bâtıl olunca, o yaptığı ameller aslında bâtıl olmuş olur. İşte, "Mutlaka ameli boşa gider" buyruğundan maksad budur" demişlerdir.

Dördüncü Mesele

Âyetteki, "ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardandır" ifadesi, bahsedilmeyen bir şarta bağlıdır. Bu da, o kimsenin, inkârı üzere ölmesidir. Çünkü eğer o insan inkârından tevbe eder ve imana döner ise, âhirette hüsrana (ziyana) uğrayanlardan olmaz. Bu ifadede zımnen böyle bir şartın oluşunun delili, Hak teâlâ'nın, "İçinizden kim dininden döner (Irtidad eder) ve kâfir olarak ölürse bu (gibilerin) yaptığı (iyi) işler dünyada da âhirette de boşa gitmiştir..." (Bakara, 217) buyruğudur.

Rubûbiyyet ve Kulluk Ahdi

6

"Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın ve başlarınıza meshedip, her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayınız. Eğer cünüp olduysanız, gusledin. Eğer hasta iseniz veya bir yolculukta iseniz veya biriniz tuvaletten gelmiş ise, yahut da kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumda su da bulamamışsanız, o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin. Binâenaleyh (niyet ile), ondan yüzlerinize ve ellerinize sürün. Allah size bir güçlük vermeyi istemez. Fakat sizi iyice temizlemeyi ve size olan nimetini tamamlamayı diler. Umulur ki şükredersiniz".

Bil ki Allahü teâlâ, Mâide sûresine, "Ey iman edenler, akidlerinizi yerine getirin..." diye başlamıştır. Çünkü Rab ile kul arasında, rubûbiyyet ve ubudiyyet ahdi vardır. Bundan dolayı, "Akidlerinizi (sözlerinizi) yerine getirin" buyruğu ile, Allahü teâlâ, kullarından ubudiyyet (kulluk) ahdini yerine getirmelerini istemiştir. Sanki şöyle denilmektedir:

"Ya Rabbena, ahd iki çeşittir: Senden yana olan rubûbiyyet ahdi; bizim tarafımızdan da ubudiyyet ahdi. Binâenaleyh sen, rububiyyet ve ihsan ahdini önceden yapmaya daha layıksın..." İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Evet ben ilk önce rubûbiyyet ve ikram ahdimi yetine getiriyorum" demiştir. Dünyevî faydaların, münhasıran şu iki şeyde toplanıp, onlara varıp dayandığı herkesçe malumdur:

a) Yeme-içme lezzeti...

b) Evlilik lezzeti...

Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak subhanehû, yeme-içme ve evlilikle ilgili helal ve haram olan şeyleri iyice beyan ederek ortaya koymuştur. Yenilen şeylere duyulan ihtiyaç, evliliğe duyulan ihtiyacın üzerinde olduğu için, haliyle Allahü teâlâ, yenilen şeyleri, nikah edilenlerden önce zikretmiştir. Allah tarafından yapılan bu açıklama tamamlanınca O, sanki şöyle demek istemiştir: "Dünyada iken elde edilmek istenilen fayda ve lezzetlerle ilgili şeyler konusunda rubûbiyyet ahdimi bihakkın yerine getirdim... Binâenaleyh, ey kulum sen de, dünyada iken kulluk ahdini yerine getirmekle meşgul ol!"

Abdest

İmandan sonra en büyük taat namaz olup, namazı kılmak da ancak temizlikte mümkün olunca pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, önce abdestin şartlarıyla işe başlayarak, "Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" buyurmuştur.

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Namazdan Önce Abdest Alma

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, kalkacağınız zaman..." ifadesiyle bizzat kıyâmın kendisi murad edilmemiştir. Şu iki şey bunun delilidir:

a) Eğer bu ifadeden maksat bu olsaydı, o zaman abdestin namazdan sonra alınması gerekirdi ki, bunun böyle olması ise, icmâen bâtıldır.

b) Alimler, bir kimsenin namaza kalkmadan önce abdestte yıkaması gereken uzuvları oturarak veya yan üstü yatarak yıkaması halinde, o kimsenin abdest alma görevini yerine getirdiği hususunda ittifak etmişlerdir.

Aksine bu ifadeden maksat, "namaza kalkmak için kollarınızı sıvayıp, namaz kılmayı murad ettiğinizde..." demektir. Bu ifade, her ne kadar mecaz olsa da, ancak ne varki bu, herkes tarafından bilinen meşhur bir mecazdır. Şu iki şey de bunun delilidir:

1) Kesin bir irade, fiilin meydana gelmesinin sebebidir. Sebebin ismini müsebbebe (neticeye, sonuca) vermek ise, meşhur olan bir mecazdır.

2) Hak teâlâ'nın, "Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler..." (Nisa.34) âyetidir. Buradaki "kıyam"dan maksad, "ayakta dikilmek" manasına olan kıyam değildir. Nitekim, "Falanca, bu işi hakkıyla yerine getirmektedir" denilir ve yine Cenâb-ı Hak da, "...adaleti ayakta tutarak... " (Âl-i imran, 18) buyurmuştur. Yine bundan murad da, kesinlikle ayakta dikilip durmak değildir. Aksine bundan murad, Cenâb-ı Hakk'ın, o fiili irade etmesi, onu hazır hale getirmesi ve onu varlık âlemine girmeye elverişli bir duruma getirmesi demektir. İşte Allah'ın, buyruğu da böyledir. Ki buna göre lafzın manası, "Namazı edâ etmek ve onu ifa etmekle meşgut olmak istediğinizde..." demektir.

İkinci Mesele

Bazı alimler şöyle demişlerdir: "Abdest almayı ifade eden emir, namaz ile ilgili emre tâbidir. Abdest almak, kendi başına müstakil bir mükellefiyet değildir."

Bu görüşte olanlar, şu şekilde istidlal etmişlerdir: Cenâb-ı Hakk'ın, "namaza kalkacağınız zaman.... yıkayınız" ifadesi şart ve ceza cümlesidir. Bu cümlede şart olan, "namaza kalkmak"; ceza ise "yıkama" emridir. Şart edatıyla bir şarta bağlanan husus, o şartın bulunmaması, o şart halinde vücud bulamaz. İşte bu da, abdestle ilgili emrin namazla ilgili olan emre tâbi olmasını gerektirir...

Diğer bazı alimler de şöyle demişlerdir: Abdest almaktan maksat, temizliktir. Temizlik ise, gerek Kur'ân, gerekse hadisin delaletiyle, bizatihî maksûd olan bir şeydir. Bu hususun Kur'ân'dan delili, Allah'ın, tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyetin sonundaki "Fakat sizi iyice temizlemeyi... diler" buyruğudur.

Bu hususun hadisten delili ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Din, temizlik üzerine kurulmuştur" Keşfu I-Hafa, 1/288 Kıyamet gününde ümmetimin abdest azalan (elleri, alınları ve ayakları), almış oldukları abdestten dolayı pırıl pırıldır" Vudü, 3; Müslim, Taharet 34-35 (1/216)- hadisleridir. Bir de abdest almanın, günahların bağışlanmasına vesile olduğu hususunda varid olmuş olan pekçok haber vardır. Allah en iyi bilendir

Her Namaz İçin Ayrı Abdest Gerekir Diyen Zahiriler

Davud-er Zahiri her namaz için abdest almak reciptir. Derken, fukahanının ekserisi, bunun recip olmadığını söylemiştir.Davud bu ayetle şu iki yönden istilal etmiştir:

a) Ayetin lafsızın zehir, buna delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak'ın namaza kalkacağınız zaman ifadesinden, ya tek bir kıyam ve tek bir namaz murad edilmiştir. Böyle olması halinde ise bundan murad, bu hususun ya hususi, ya da umumi olduğudur...

Birinci ihtilal şu sebeplerden dolayı batıldır.

1) Böyle olması halde ayet mücbel olur.Çünkü o bir kereyi tain etme hususu, ayette yer almaktadır.Binaenaleyh ayeti, onu mücber kılacak bir manaya hamletmek, onu adeta faydasız bir hale getirmek demektir. Bu ise aslolan şeyin hilafına bir durumdur.

2) Bu ifadeden istisna yapılması doğru olan istisna ise, yapılmaması halinde, o hükmen dahil olacak olan şeylerin dışda bırakmak için yapılır.Böyle olması ise, ifadeni umumi olmasını gerektirir.

3) Ümmet-i Muhammet abdestle ilgili emrim bu ayette ne tek bir şahsa nede tek bir detaya hasredilmediği hususunda ittifak etmiştir.Bu ihtimal batıl oldukça ayet “her namaza kalktığında ...” şeklinde umumi bir manaya hamletmek gerekir.Çünkü ayet , şayet bu manaya hamledilmezse, o zaman bu ayet, Allah'ın ne murad ettiğine delalet etme hususunda diğer başka delillere muhtaç olur ki, bu durumda ayet tek başına mücber olur.Halbuki biz bunun aslı olanı hilafına bir durum olduğunu beyan etmiştir. Binaenaleyh yaptığımız bütün bu izahlarla, ayetin zehrinin, namaza her kalkışta abdest almanın farz olduğuna delalet ettiği sabit etmiş olur.

b) Biz umumi manayı lafsız işaretinden elde etmekteyiz.Bu böyledir, namaz Mabüt'a hizmetle meşkuliyettir. Hizmetle meşkul olmanın kulun güç yetirebileceği ileri derecedeki saygıyla yapılmış olması gerekir.Kulun bu hizmeti son derece temiz olması halde yapmış olması, Allah'a karşı ta'zim ve saygının şeklerinden birisidir.Her namaza kalkışta abdest yenilemenin son derecede mükemmel bir temizlik olduğunda şüphe yoktur.Bu vasfın peşinden hükmen zikredilmiş olmasının, o hükmün, kendisine uygun bir vasfa bağlanmış olduğuna delalet ettiği mağlumdur.Bu ise , vasfın umumi olmasından dolayı, hükmün de umumi olmasını gerektirir.Binaenalh , her namaza kalkışta abdest almanın farz olaması gerekir.

Davud ez-Zahiri sözüne devamla şöyle der: “Şaz kıraatlerde” abdestsiz iken namaza kalktığınızda... şeklinde bir okuyuş almıştır. Denilmeyeceği gibi, hükmen aksine, haber-i vahit bulunduğu için, ayetin zahirini terkediyoruz" şeklinde bir söz de söylenemez. Çünkü şaz kıraatler, kesinlikle merduddur. Zira biz, tevatürle nakledilmeyen bir Kur'ân'ın varlığını kabul edersek, o zaman Kur'ân'ın tamamına ta'n edilir ve adeta şöyle denilir; "Kur'ân, şu andakinden daha fazlaydı. Ancak ne var ki, bu fazlalıklar nakledilmemiştir!" Bir de, abdestin hallerini bilmek, "umûm-u belvâ'nın en büyüklerinden ve kendisini, herkesin bilmeye muhtaç olduğu şeylerin en önemlilerindendir. Binâenaleyh, eğer bu şaz kıraat Kur'ân olmuş olsaydı, onun şazlar içinde kalması imkansız olurdu."

Haber-i vahide temessük etmek hususunda da, Davud ez-Zahirî, "Bu, Kur'ân'ın haberle neshedilmesini gerektirir ki, bu caiz değildir" demiştir.

Abdest Bozulmadıkça Yenilemek Gerekmez Diyen Cumhurun Delilleri

Fukahânın ekserisinin delilleri ise şunlardır: lafzı, umûm ifâde etmez. Bunun delili şudur: Bir kimse hanımına, "Eve girdiğinde, sen boşsun" dese, hanımı da bir kere eve girse, boş olmuş olur. Daha sonra hanımı ikinci kez eve girse, hanımı ikinci kez boş olmaz. İşte bu misal, (......) kelimesinin umûm ifâde etmediğine delâlet eder. Yine, efendi kölesine, "Çarşıya girdiğinde, falancanın yanına var ve ona şöyle şöyle de!" dediğinde, bu ifade, kölenin bu işi tek bir defada yapmasını anlatmaktadır.

Bil ki, talak meselesinde Davud'un mezhebi iyice bilinmemektedir. Belki de o, umumîliğe tutunup onu iltizam etmiştir. Yine Davud şöyle diyebilir: "Biz, bu âyetteki (......) kelimesinin umûm ifade ettiğine işaret ettik. Çünkü, Kur'ân'da varid olan mükellefiyetlerin temeli, tekrara dayanır. Halbuki, sizin zikretmiş olduğunuz misallerde durum böyle değildir. Çünkü zahiri ipuçları, bu misallerdeki emrin temelinin tekrara dayanmadığına delâlet etmektedir."

Ekseri fukahâ, kendi görüşlerinin doğruluğuna, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında rivayet edilen şu haberle istidlal etmişlerdir: "O, her namaz için abdest alıyordu... Fetih günündeyse böyle yapmadı... O günde O, bütün namazları tek bir abdestle kılmıştı..." Ömer (radıyallahü anh) de, "Bu hususta kendisine "niçin böyle yaptın? " dediğinde o, "Yâ Ömer, bunu bilerek yaptım..." dediğini" söylemiştir,

Davud buna şöyle cevap vermiştir: Biz, haber-i vahidin, Kur'ân'ı neshetmediğini söylemiştik.Bir de, bu haber Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in her namaz için yeniden abdest aldığına delâlet eder. Bu, bunun bize de vacip olmasını gerektirir. Çünkü Allahü teâlâ, "Resule uyun..." (Enam, 153) buyurmuştur. Geriye ise şöyle denilmesi kalır: Bu haberde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Fetih günü bunu terkettiği hususu varid olmuştur. Binâenaleyh biz diyoruz ki, deliller arasında bir tearuz vâki olunca, tercih şu birkaç bakımdan bizden yanadır:

1) Farzet ki, her namaz için abdest yenilemek vacip değil, ama mendup olsun... Görünen o ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Fetih günü taatleri arttırmış, eksiltmemişti. Çünkü bu gün, üzerine nimetin tamamlanmış olduğu gün idi. Allah tarafından nimetin arttırılmasına, taatlerin de arttırılması uygun düşer, eksiltilmesi değil...

2) Hiç şüphe yok ki, bizim görüşümüz daha ihtiyatlıdır. Binâenaleyh bizim görüşümüz, Hazret-i Peygamber'in "Sana şüphe vereni bırak, şüphe vermeyene geç" Keşfu'l-Hafa, 1/406 (Ebu Davud, Nesai, Tirmizi, Darimi ve Müsned'den) hadisinden dolayı, daha çok tercihe şayandır.

3) Kur'ân'ın zahiri, haber-i vâhidden evlâdır.

4) Kur'ân'ın, bizim görüşümüze delâleti, lafzîdir. Rivayet ettiğiniz haber-i vahidin sizin görüşünüze delâleti ise, fiilîdir. Lafzî delâlet fiilî delâletten daha güçlüdür. Çünkü lafzî delâletin fiilî delâlete ihtiyacı yoktur. Oysa ki bunun aksi söz konusu değildir. İşte bu meselede söylenebilecek şeyler bunlardır. Allah en iyi bilendir.

Meşhur olan görüşü isbat hususunda en güçlü delil, şöyle denilmesidir: Eğer her namaz için yeni bir abdest almak vacip olsaydı, abdesti vacip kılan şey, namaza kıyam etmek, kalkmak olur ve bundan başka bir şeyin, abdestin vacip oluşunda bir tesiri olmamış olurdu. Fakat bu yanlıştır. Çünkü Allahü teâlâ bu âyetin sonunda, "...veya biriniz tuvaletten gelmiş ise yahut da kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumda su da bulamamışsanız o zaman tertemiz bir topraktan teyemmüm edin" buyurmuş ve def-i hacet yapan ile cima yapana, su bulamamaları halinde, teyemmümü vacip kılmıştır. Bu, bunlardan herbirinin su bulunduğu zaman su ile temizlenmenin vacip oluşunun bir sebebi olduğuna delâlet eder. Bu da, abdestin vacip oluşunun, bazan namaza kalkmanın dışındaki başka bir sebeple olmasını gerektirir. İşte bu, bizim söylediğimiz şeye delâlet etmektedir.

Abdestli Olmak Namazın Şartıdır

Alimler bu âyetin, abdestin, namazın sıhhatinin bir şartı olan görüşe göre âyet iki bakımdan buna delâlet etmektedir:

1) Allahü teâlâ, namaz kılma işini, su ile temizlenmeye bağlamış, sonra su bulunmadığı zaman, namazın ancak teyemmüm ile sahih olabileceğini beyan etmiştir. Eğer bu bir şart olmasaydı, böyle bir şey doğru olmazdı.

2) Allahü teâlâ, namazı ancak abdest ile beraber emretmiştir. Binâenaleyh, abdestsiz olarak namaza gelen kimse, emrolunduğu şeyi terketmiş olur. Emrolunduğu şeyi terkeden de, ikâba müstehak olur. Mükellefiyet içinde bulunmanın manası da ancak budur. Bu sabit olunca, bu âyetin muktezasınca, abdestin, namazın sıhhatinin bir şartı olduğu ortaya çıkar.

Abdest Alırken Niyetin Hükmü

Şafiî (r.h), "Niyet, abdest ve guslün sıhhatli olmasının bir şartıdır" demiştir. Ebu Hanife (r.h) ise, bunun böyle olmadığını söylemiştir. Bil ki bunlardan her biri, bu âyetin zahirî manasıyla istidlal etmişlerdir.

İmam-ı Şafiî (r.h)'ye gelince o şöyle demiştir: "Abdest, emrolunan bir şeydir. Emrolunan her işe, niyet edilmesi gerekir. Binâenaleyh, abdestte de niyet edilmesi gerekir. Bu sabit olunca, niyetin abdestin bir şartı olması gerekir. Çünkü bu ikisi arasında bir fark bulunduğunu söyleyen yoktur. Biz ancak, "namaza kalkacağınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın ve başlarınıza meshedip, her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayın" buyruğundan ötürü, abdestin emrolunduğunu söyledik. Hiç şüphe yok ki, âyette ki, "yıkayın, ...mesnedin..." sözleri birer emirdir; ve biz, Allahü teâlâ'nın "Onlar ancak, Allah'a O'nun dininde ihlas erbabı... olarak ibadet etmekle... emrolunmuşlardı" (Beyyine. 5) âyetinden dolayı, emrolunan bir şeyi yaparken niyet etmek gerektiğini söyledik... Bu âyetteki (Beyyine, ifâdesinin başındaki lam, açık bir biçimde talîl ve sebep göstermektedir. Fakat Allah'ın hükümlerini bir illete bağlamak imkansızdır. Bundan dolayı bu lamı, bâ harfi anlamına hamletmek gerekir. Çünkü harf-i cerlerin birbirleri yerine kullanıldığı bilinmektedir. Buna göre bu âyetin takdiri (Beyyine. 5) "Onlar ancak, dini ihlasla sadece Ona tahsis ederek, Allah'a ibadet etmekle emrolundular" şeklindedir. İhlas ise, halis ve katıksız niyetten ibarettir. Hâlis niyet muteber olunca, niyetin aslı, gayesi de muteber olur. Biz bu delil ile ilgili sözümüzü, Beyyine 5 âyetinin tefsirinde iyiden iyiye anlattık. Bu hususta daha fazla ikna olunmak isteyen kimse oraya müracaat etsin. Binâenaleyh, zikrettiğimiz bu açıklamalarla, her abdestin emrolunan bir iş olduğu ve her emrolunan işin de niyet ile olması gerektiği sabit olmuş olur. Böylece her abdeste niyet edilmesinin vacib olduğu katiyyet kazanmış olur. Bu konuda söyleyebileceğimiz en son söz şudur: Bizim, "Emrolunan her şeyin niyet ile olması vacibtir" sözümüz bazı durumlara mahsustur. Fakat biz, bu mukaddimeyi, nassın umûmî manasıyla tesbit ettik. Umûmî delil ise, tahsis edilen hususun dışında hüccettir...

Ebû Hanife (r.h)'ye gelince o da bu âyeti, niyyetin, abdestin sıhhati için şart olmadığı hususuna delil getirmiş ve şöyle demiştir: Yüce Allah bu âyette, dört uzvun yıkanmasını vacib kılmıştır, niyet etmeyi vacib kılmamıştır. Halbuki, abdest için niyetin vacib olduğunu söylemek, nassa bir ilave yapmadır. Nassa bir ilave yapmak ise bir neshtir; Kur'ân'ın da haber-i vâhid veya kıyas ile neshedilmesi ise caiz değildir.

Biz buna şöyle cevap veririz: "Biz, "Abdest alırken niyet etmeyi, Kur'ân'ın delâleti ile vacib saydığımızı" beyân etmiştik.

Abdestte Tertibin Hükmü

İmam-ı Şafiî (r.h): "Abdestin sahih olabilmesi için, tertib (uzuvların sıraya göre yıkanması) şarttır" demiştir. İmam Mâlik ve Ebû Hanife (r.h) ise, bunun böyle olmadığını söylemişlerdir. İmam Şafiî (r.h) kendi görüşüne şu birkaç bakımdan, bu âyetle istidlal etmiştir:

1) Âyetteki, "Namaza kalkacağınız zaman, yüzlerinizi... yıkayınız" emri abdeste yüzü yıkamakla başlamanın vacib olmasını gerektirir. Çünkü "yıkayınız" ifadesindeki fâ harfi, takibiyye fâ'sıdır. Yüzü yıkamada tertib vacib olunca, diğer uzuvları yıkamada da tertib vacib olur. Çünkü bunlar arasında bir fark bulunduğunu söyleyen yoktur.

Eğer bu görüşte olmayanlar, "Takibiyye fâ'sı, bu amellerin hepsinin başına birden gelmiştir; binâenaleyh bu söz, şöyle denilmesi yerine geçmiş olur: "Namaza kalktığınızda, bu işlerin tamamını yapın!" derlerse, biz deriz ki:

Takibiyye fâ'sı sadece (......) kelimesinde, yani yüzü yıkama işinin başında gelmiştir. Çünkü bu harfi, yüzün yıkanması ifadesinin hemen başına gelmiştir. Sonra bu, yüzü yıkama ifadesinin başına gelmesi vasıtasıyla, diğer amellerin de başına gelmiştir. Buna göre harfinin, yüzün yıkanması ifadesinin başına gelmesi asıldır. O amellerin hepsinin başına gelmesi ise, yüzün yıkanması ifadesinin başına gelmesine tâbi ve bağlıdır. Yüzün öncelikle yıkanmasının vacib oluşu ile, bütün amellerin vacib oluşu arasında bir aykırılık bulunmamaktadır. Bundan dolayı biz buradaki fâ harfinin, hem asıldaki, hem de ona tâbi olandaki manasını nazar-ı itibare aldık... Siz ise bu manayı, asılda ilga edip, asla tâbi olanda nazar-ı itibare aldınız. Binâenaleyh bizim görüşümüz daha evlâdır.

2) Biz şöyle deriz: Âyette, önce yüz zikredilmiştir. Binâenaleyh, "dosdoğru hareket et" (Hûd. 112) âyetinden ve Hazret-i Peygamber'in Allah'ın başladığından başlayınız" hadisinden dolayı, onunla, yüzle başlamak gerekir. Bu hadis, her ne kadar Safa ile Merve arasında sa'y etmek vecibesi hakkında varid olmuş ise de, itibar, lafzın umumiliğinedir, sebebin hususiliğine değildir.

Bu konuda söylenecek en son söz şudur: "Bu, her ne kadar bazı durumlara tahsis edilmiş ise de, malumdur ki, umumî olan delil, tahsis edilen hususun dışında hüccettir."

3) Allahü teâlâ bu uzuvları, ne his ve duyu İtibariyle muteber olan bir tertibe göre, ne de şeriatta muteber olan bir tertibe göre zikretmiş değildir... Bu da, âyetteki tertibin vacib olduğunu gösterir.

Birinci mukaddimenin izahı şöyledir: Hisse göre muteber olan tertibte, başta başlanıp ayaklara doğru inilir veya ayaktan başlanıp başa doğru çıkılır. Âyetteki tertip ise böyle değildir.

Şeriatta muteber olan tertibe gelince bu, yıkanacak iki uzvu beraberce zikredip, bunlardan meshedilecek olanı ise tek başına zikretmektir. Âyet ise böyle değildir. Çünkü Hak teâlâ, meshedilen uzvu, yıkanılan uzuvların arasına dere etmiştir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Bu da, tertibin vacib olduğuna delâlet eder. Bunun delili şudur: Sözdeki tertibe riayet etmemek hoş karşılanmaz... Binâenaleyh, Allah'ın kelâmını böyle birşeyden tenzih etmek gerekir. Muhtemel olduğu durumda, bununla amel edilmemesi bu tertibin vacib olduğuna dikkat çekmek içindir. Binâenaleyh amel, bu durumun dışında asla uygun olarak kalır...

4) Abdestin vacib kılınışının manası, aklen anlaşılamaz. Bu, abdestin alınmasının, nassta varid olduğu şekilde vacib olmasını iktiza eder.

Birinci hususun izahı birkaç yöndendir:

a) Hades (abdesti bozan şey) bedenin bir yerinden çıkar, ama abdestte bedenin başka yerlerini yıkamak gerekir. Bu, makul bir şey değildir.

b) Allahü teâlâ'nın, "müşrikler ancak bir necistir" (Tevbe, 28) âyetinden dolayı, abdest bozan kimsenin uzuvları temizdir. Çünkü (......) edatı, hasr ifâde eder. Ayrıca Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "Mü'min, diri iken de ölü iken de pis olmaz... Zaten temiz olanı temizlemek imkânsızdır.

c) Şeriat, teyemmümü abdestin yerine koymuştur. Şüphe yok ki teyemmüm, (suyla) temizlenme ve abdest almanın zıddıdır.

d) Şeriat, yıkama yerine, mestler üzerine mesh etmeyi koymuştur. Malumdur ki mesh kesinlikle, o uzvu temizleme manasını ifade etmez.

e) Bulanık ve kokuşmuş su, temizliği ifa etmektedir. Gül suyu ise, temizlik ifade etmez. Böylece bununla, abdestin manasının aklen anlaşılmayacağı sabit olur. Bu sabit olunca da, bu hususta nassa itimat etmek vacib olur. Çünkü zikredilen bu tertibin ya sırf teabbüd sebebiyle, ya da bizim bilmediğimiz gizli hikmetten dolayı muteber olması muhtemeldir. İşte bu sebepten dolayı, biz namazın rükünleri ile ilgili olarak zikredilen muteber tertibe riayeti vacib kabul ettik. Öyle ise tertibe riayet, abdestte daha evlâdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, kitabı Kur'ân'da, namazın rükünlerim tertipli (sıralı) bir şekilde zikredip, bu âyette de abdest uzuvlarını bir sıra ile zikredince ve namazın rükünlerinde tertip (sıraya riayet) vacib olunca, abdestte tertibe riayet daha evla olur."

Ebû Hanife (r.h) ise, bu âyeti, kendi görüşüne şöyle diyerek delil getirmiştir: "Âyetteki atıf vavı, tertibi (sıralamayı) ifade etmez. Binâenaleyh âyet, tertibin vacib olduğunu göstermemiş olur. Eğer biz, tertibin vacib olduğunu söyler isek, bu âyete bir ilave yapılması demek olur ki, bu bir nesihtir. Böyle (kıyas ile) nesih yapmak caiz değildir."

Ebû Hanifeye cevabımız şudur: Biz, âyetin, abdestte tertibe riayetin vacib oluşuna delâletinin ondaki vavın tertibi ifade etmesi bakımından değil, başka cihetlerden olduğunu açıklamıştık. Allah en iyisini bilendir.

Abdeste Uzuvları Peşpeşe Yıkamanın Hükmü

Şafiî (r.h) kavl-i cedidine (daha sonraki görüşüne) göre, abdest uzuvları kurumayacak şekilde, uzuvları peşpeşe yıkamak, abdestin sahih olmasının şartı değildir. Bu aynı zamanda, Ebû Hanife (r.h)'nin de görüşüdür. İmam Mâlik (r.h) ise, bunun şart olduğunu söylemiştir. Bizim delilimiz şudur: Allahü teâlâ, bu uzuvları yıkamayı bize farz kılmıştır. Şüphe yok ki bunların farz oluşu, peşpeşe yapılmasının vacib oluşu ile, aralıklı ve bekleye bekleye yıkanmasının vacib oluşu arasında müşterektir. Cenâb-ı Hak âyetin sonunda, bu kadar bir işin, tahareti tahakkuk ettirdiğine hükmederek, 'Fakat (Allah) sizi iyice temizlemeyi diler" buyurmuştur. Binâenaleyh, uzuvların peşpeşe yıkanması suretinde alınmamış olan abdestin de, temizliği gerçekleştirdiği ortaya çıkmış olur. İşte bu sebepten dolayı, böylesi bir abdest ile kılınan namazın caiz olduğunu söylüyoruz. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Namazın anahtarı, taharettir" ' buyurmuştur.

Abdestin Sona Ermesi

Ebû Hanife (r.h), (def-i hacetin) iki yolu dışında kalan yerlerden çıkan herhangi bir şeyin abdesti bozacağını söyler. İmam Şâfiî (r.h), bunların abdesti bozmayacağını söylemiştir. Ebû Hanife (r.h) bu âyeti görüşüne delil getirerek, "Âyetin zahiri, daha önce de belirttiğimiz gibi, her namaz için yeni bir abdest almayı gerektirir. Fakat bedenden pis birşey çıkmadığı müddetçe, âyetin zahirine göre amel edilmez. Binâenaleyh, bedenden pis bir şey çıktığında, âyetin zahirine göre amel edilmesi gerekir" demiştir. Şafiî (r.h) ise, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kan aldırdığı va kan alınan yeri yıkama işinden başka birşey yapmaksızın namaz kıldığı" rivayetine dayanmıştır.

İstihaze Kanının Abdesti Bozup Bozmaması

İmam Mâlik (r.h), devamlı alışkan olmaması şartıyla (def-i hacetin) iki yolunun dışında, bedenden çıkan şeylerin abdesti bozacağını söylemiş ve buna istihaze kanını misal vermiştir. Rebi'a ise şöyle demiştir: "İstihaze (özür) kanı da abdesti bozar. Bizim delilimiz, âyetin umumî oluşudur."

Namazda Sesli Gülmenin Abdesti Bozup Bozmaması

Ebû Hanife (r.h), rükû ve secdesi olan namazlarda sesli olarak gülmenin abdesti bozacağını söylerken, diğer namazda imamlar, bunun abdesti bozmayacağını söylemişlerdir. Ebû Hanife (r.h), açıkladığımız gibi, bu hususta âyetin umumî oluşunu delil getirmiştir.

Kadınlara Dokunmanın Bozup Bozmaması

Şafiî (r.h), kadınlara dokunmanın abdesti bozduğunu söylerken; Ebû Hanife, bunun abdesti bozmayacağını söylemiştir. İmam Şâfiî, bu hususta âyetin umumî manasına dayanmış ve bu umumî mananın, âyetteki "yahut da kadınlara dokunmuşsanız" ifadesinin zahiri ile te'kid edildiğini söylemiştir. Ebû Hanife'nin delili ise, haber-i vâhid ve kıyastır. Binâenaleyh haber-i vâhid ve kıyas, âyete zıt olarak gelemez.

Avret Mahalline Dokunma

Şafiî (r.h), insanın avret mahalline dokunmasının, abdesti bozacağını söylerken; Ebû Hanife (r.h), bunun abdesti bozmayacağını söylemiştir. İmam Şafiî'nin delili, âyetin umumî olan manasıdır. Bu umumî mana, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kim, avret mahalline dokunur ise, abdest alsın" hadis-i şerifi ile te'kid edilmiştir. Ebû Hanife'nin bu hususta delil getirdiği hadis ise, âyetin umumî manasının aksinedir.

(Bedenindeki Necaseti Gidermek İçin Abdest)Böylece Tercih Bizim Lehimizdedir.

Bir kimsenin bedeninde veya yüzünde bir pislik bulunur da, onu (ve diğer uzuvları) yıkarsa ve bu yıkaması ile de, abdestsizlikten kurtulmaya niyet ederse, onun aldığı abdest sahih olur mu? Bu meselenin, alimlerimizin kitaplarında söz konusu edildiğini görmedim. Ben diyorum ki: Bu, abdest için yeterlidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, âyetteki "yıkayınız" emri ile, yıkamayı emretmiştir. Bu adam da, bunu yerine getirmiştir. Binâenaleyh abdest alma mükellefiyetinin ondan sakıt olması gerekir. Çünkü bu insan, serinlenme ve temizlenme ihtiyacı duyduğu zaman, eğer bunu yerine getirirken abdeste de niyet ederse, abdesti sahih olur. Bu olayda da durum aynıdır. Hem, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Herkese, niyet ettiği şey vardır" Buhar inin ilk hadisi (yani niyetine göre mükâfaat verilir) buyurmuştur. Bu insan da abdeste niyet etmiştir. Öyle ise, niyet ettiği işin, gerçekleşmiş olması gerekir. Allah en iyi bilendir.

Oluktan Gelen Su İle Abdest Niyetiyle Yıkanma

Bir kimse, bir oluğun altında dursa, oluktan üzerine su aksa ve böylece abdest almaya niyet etmiş olsa, abdest almış olur mu olmaz mı? Bu hususta şöyle denilebilir: Bu sahih olmaz. Çünkü o, abdest uzuvlarını yıkamakla emrolunmuştur. Yıkamak ise bir fiildir ve o adam bunu yapmamıştır.

Şöyle de denilebilir: "Onun abdesti sahihtir. Çünkü yıkamak, neticesi yıkanmış olmaya varan bir işten ibarettir. Binâenaleyh oluğun altında durmak, neticesi yıkanmış olmaya varan bir iştir. Öyle ise bu durma, bir nevi yıkamadır.

Abdesten Sonra Derinin Soyulması

Birisi, abdest uzuvlarını yıkayıp sonra derisi soyulsa, şüphe yok ki o derinin altında kalan kısım yıkanmamıştır. Yıkanmış olan, sadece o soyulmuş olan deridir.

Abdeste Islatma Değil, Suyu Akıtma Gerekir

"Yıkamak", suyu uzuv üzerinde akıtmaktan ibarettir. Bundan dolayı bir kimse, abdest uzuvlarını ıslatsa, fakat suyu üzerinden akıtmasa bu abdest için yeterli olmaz. Çünkü Cenâb-ı Hak, suyun uzuvlar üzerinde akıtılmasını emretmiştir. Ama cünüplükten dolayı gusülde, bunun yeterli olma ihtimali vardır. Bu ikisi arasındaki fark şudur: Abdestte emredilen şey yıkama işidir ve bu ancak suyu abdest azalan üzerinde akıtma ile meydana gelir. Cünüplükte emredilen ise temizliktir ve, "Fakat (Allah) sizi iyice temizlemeyi diler" âyeti ile ifâde edilmektedir. Bu temizlik de, bedeni sadece ıslatma ile hasıl olmaktadır.

Karla Abdestin Durumu

Eğer insan kar alıp bunu yüzüne sürse, eğer hava sıcak ise ve karı eritiyor ve böylece karın suyu akıyor ise, bu şekilde alınan abdest caiz olur. Yok eğer hava böyle sıcak değil ise, caiz olmaz. İmam Malik ve Evza'î, bunun caiz olacağını söylemişlerdir. Bizim delilimiz, âyetteki "yıkayınız" ifâdesinin, yıkama işinin emredilmiş olmasını gerektirmektedir. Halbuki bu şekilde (erimeyen) karı sürmek, "yıkama" diye isimlendirilmez. Binâenaleyh bunun caiz olmaması gerekir. Buhârî'nin ilk hadisi.

Uzuvların Üç Kere Yıkanmasının Hükmü

Abdest uzuvlarını üç defa yıkamak farz değil, sünnettir. Farz olan bir defa yıkamaktır. Bunun delili ise şudur: Allahü teâlâ yıkamayı emrederek, "yüzlerinizi ve ... ellerinizi yıkayın" buyurmuştur. Yıkamak ise, tek bir defa yıkanmakla hasıl olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu kadar yıkamaya, temizliğin meydana gelişini ve tahakkuk edişini dayandırarak, "Fakat sizi iyice temizlemeyi... diler" buyurmuştur. Böylece, tek bir defa yıkamanın da abdestin sahih olması hususunda yeterli olduğu sabit olmuştur. Sonra bu husus, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yapmış olduğu rivayet edilen şu hususla da güç kazanır: O, abdest uzuvlarını birer kere yıkayarak abdest almış, sonra da, "Bu, Cenâb-ı Hakkın, namazı, ancak kendisiyle kabul edeceği (asgari) bir abdesttir" buyurmuştur.

Misvak Kullanma

Misvak kullanmak sünnettir. Dâvud ez-Zahirî, bunun vacip olduğunu ve fakat yapılmaması halinde namaza zarar vermeyeceğini belirtmiştir. Bizim delilimiz şudur: Âyet-i kerimede misvaktan bahsedilmemiştir. Bununla beraber Cenâb-ı Hak, "Fakat sizi iyice temizlemeyi., diler" buyurarak, temizliğin teşekkül ettiğine ve bulunduğuna hükmetmiştir. Temizlik tahakkuk edince, namaz da kılınabilir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Namazın anahtarı, Tirmizi, Taharet, 3 (1/9). temizliktir' buyurmuştur.

Abdeste Besmele İle Başlama

Abdeste başlarken besmele çekmek sünnettir. Ahmed İbn Hanbel ile İshak, bunun vacip olduğunu, kişinin kasten terketmesi halinde, abdest temizliğinin bâtıl olacağını söylemişlerdir. Bizim delilimiz şudur: Abdeste başlarken besmele çekme hususu, âyet-i kerimede belirtilmemiştir. Bununla beraber Cenâb-ı Hak, taharetin tahakkuk ettiğine dair hüküm vermiştir. Bu delilin izahı biraz önce geçmişti. Sonra bu husus, Hazret-i Peygamber'den rivayet edilen şu haberle de kuvvet kazanır:"Kim abdest alır ve besmele çekerse, bu abdest onun bütün bedenini temizlemiş olur. Kim de besmele çekmeksizin abdest alırsa, bu onun (sadece) abdest uzuvlarını temizlemiş olur."

Abdesten Önce El Yıkama

Fakîhlerin bir kısmı, abdest almadan önce ellerin yıkanmasının farz olduğunu söylemişlerdir. Bize göreyse, bunu yapmak farz olmayıp sünnettir. Bu hususta âyet-i kerimeden yapacağımız istidlal, misvak ve besmele çekme hususunda yapmış olduğumuz istidlal gibidir.

Yüzün Sınırı

Uzunluk olarak yüz, alnın alanının başlangıcından, çenenin sona erdiği yer ile; en olarak da, kulaktan kulağa kadar olan kısım arasında kalan yüzeydir. "Vech" (yüz) lafzı, muvacehe (yüzleşmek, yüzyüze gelmek) lafzından alınmadır. Binâenaleyh, bu kısımların tamamının yıkanması vaciptir.

Gözlerin Yüzde Sayılıp Sayılmaması

İbn Abbas (radıyallahü anh), gözlerin içinin yıkanmasının farz olduğunu söylerken, onun dışında kalan alimler, bunun farz olmadığını belirtmişlerdir. İbn Abbas'ın delili şöyledir: Hak teâlâ'nın, "yüzlerinizi yıkayın" ifâdesinden ötürü, yüzün tamamını yıkamak farzdır. Göz, yüzün bir cüz'üdür. Binâenaleyh, onu da yıkamak farzdır. Fukahânın delili ise şöyledir: Allahü teâlâ, bu âyetin sonunda, "Allah size bir güçlük vermeyi istemez" buyurmuştur. Gözlerin içine suyu girdirmedeyse, bir zorluğun bulunduğu hususunda asla şüphe yoktur. Allah en iyi bilendir.

Ağız Ve Burnun Yıkamanın Hükmü

Şafiî (r.h)'ye göre, hem abdest hem de gusülde, ağza ve burna su vermek farz değildir. Ahmed İbn Hanbel ile İshâk (r.h)'a göreyse, bu her ikisinde de farzdır. Ebû Hanife (r.h)'ye göreyse, bu gusülde farz, abdestte ise farz değildir.Bizim delilimiz şudur: Allahü teâlâ, yüzü yıkamayı farz kılmıştır. "Yüz" ise, insanın görebildiği kısımdır. Halbuki, burnun ve ağzın içi, (ilk bakışta) görülmez. Dolayısıyla, bu kısımlar yüzden sayılmaz.

Bu sabit olunca biz deriz ki, suyu âyet-i kerimede bahsedilen dört uzva ulaştırıp onları yıkamak, Hak teâlâ'nın "Fakat sizi iyice temizlemeyi... diler" buyruğundan dolayı, temizliğin tahakkuk ettiğini ifâde eder. Temizliğin bulunması da, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, namazın kılınabileceğini ifâde etmektedir.

Kulakla Sakalbaşı Arasındaki Kısım

Ebû Hanife, İmam Muhammed ve Şafii (r.h)'ye göre, sakal başıyla kulak arasında kalan beyaz (kılsız, kıl bulunmayan)kısmı yıkamak farzdır. Ebû Yusuf (r.h) ise, bunun farz olmadığını söylemiştir. Bizim delilimiz şudur: Bu kısım, yüze aittir. Yüzün ise, âyet-i kerimeye göre yıkanması farzdır. Bir de, yüzde kıllar bitmeden (sakal gürleşmeden) önce, o kısmın yıkanmasının farz olduğunda ittifak etmiştik... Binâenaleyh, kılların onunla yüzün arasına geçmesi, tıpkı alında olduğu gibi, oranın yıkanmasının farz olmasını düşürmez. Zira, kaşlar bitmeden önce, alnın da yıkanması vacip idi. Binâenaleyh, kaşlar bitince de o kısmı yıkamak yine farzdır.

Sakal Altını Yıkama

Şafiî (r.h), seyrek sakalın altına suyu ulaştırmanın farz olduğunu; Ebü Hanife ise farz olmadığını söylemişlerdir.Bizim delilimiz şudur: Hak teâlâ'nın, "yüzlerinizi.yıkayın" emri, yüzün yıkanmasını gerektirir. Yüz, alın cephesinden çeneye kadar uzanan derinin, sathın adıdır. Hak teâlâ'nın "Allah size bir güçlük vermeyi istemez" buyruğuyla amel edilerek, sakalın sık ve gür olması halinde, "yüzünüzü yıkayın" ifadesiyle amel edilmemiştir. Ama, sakal seyrek olunca, böyle bir zorluk söz konusu olmaz. Böylece de âyet, seyrek sakalın altını yıkamanın farz olduğuna delâlet etmiş olur.

Yirmi yedinci Mesele

Sakalın, gerek uzunluk bakımından gerekse en bakımından, yüzün sınırlarını aşan kısmını yıkamak farz mıdır?

Bu hususta Şafiî (r.h)'nin iki görüşü bulunmaktadır:

a) Bu kısmı yıkamak farzdır.

b) Farz değildir... Bu ikinci görüşü, aynı zamanda İmam Mâlik, Ebû Hanife ve Müzenî'nin de görüşüdür. Şafiî (r.h)'nin delili şudur: Biz, sık ve gür sakalın altındaki deriye suyun ulaştırılmasının farz olmadığı hususunda anlaştık... Biz, bu teklifi böylece düşürdük; çünkü biz, sakalın görünen kısmını, yüz olması hususunda, yüzün derisinin yerine koyduk. Sakalın dışı, yüz olarak adlandırılınca ve yüzün de, Hak teâlâ'nın "yüzlerinizi... yıkayın" emrinin delaletiyle, tamamının yıkanması farz olunca, bu delilin hükmü gereği sakalın görünen bütün kısmına suyu ulaştırmak, yıkamak gerekir.

Kadında Biten Sakal

Kadının sakalı bitse, velevki bu sakal çok sık ve gür dahi olsa, yüzünün derisine suyu ulaştırması farzdır. Bu böyledir, zira âyetin zahiri, yüzün yıkanmasının farz olduğuna delâlet etmektedir. Yüz, alnın başlangıcından çenenin nihayetine kadar uzayan deriden ibarettir. Biz, zorluğu kaldırmak için, bu hükümle erkekler hakkında amel etmeyi terkettik. Halbuki, kadının sakalının bitmesi nadirattandır. Binâenaleyh, kadın hakkında bu hükmün olduğu gibi kalması gerekir. Bil ki beş yerde sık ve gür kılların dibine suyu ulaştırmak farzdır. Buralar, alt dudak ile çenenin arasında kalan kısım; kaşlar, bıyıklar, sakal başları ve uzun kirpikler... Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "yüzlerinizi... yıkayın" emri, yüzün derisinin tamamını yıkamanın farz olduğuna delâlet etmektedir. Zorluğu gidermek için, sık ve gür sakal hususunda, bu ifâdenin hükmüne göre amel edilmemiştir. Halbuki, sayılan bu yerlerdeki kıllar seyrektir. Binâenaleyh, suyu deriye ulaştırma hususunda bir zorluk bulunmamaktadır. Bu sebeple hükmün, aslı üzere kalması gerekir.

Kulakları Yıkama

Şa'bî şöyle der: "Kulakların ön kısmı, yüzden sayılır. Binâenaleyh, yüz ile beraber o kısmın da yıkanması farz; kulakların arka kısmı ise baştan sayılır; binâenaleyh, bu kısmın da meshedilmesi gerekir. Bize göre kulak, kesinlikle yüzden değildir. Çünkü yüz, kendisiyle karşı karşıya gelinen kısımdır. Kulak ise böyle değildir."

Dirsekleri Yıkama

Cumhûr-u ulemâ şöyle der: Elleri dirseklerle beraber yıkamak farzdır. İmâm Mâlik ve Züfer (r.h)'e göreyse, dirsekleri yıkamak farz değildir. Bu ihtilâf, Cenâb-ı Hak'ın, "Her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayınız" ifâdesi hakkında da aynısıyla söz konusudur. İmam Züfer'in delili şudur: (.......-e, -a kadar) kelimesi, intihâ-i gaye içindir. Bir hükme gaye kılınan şey ise, o hükmün dışında kalır. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra geceye kadar orucu tamamlayın" (Bakara. 187) âyetinde de durum aynıdır. Binâenaleyh, dirseklerin yıkanmasının farz olmaması gerekir. Bu görüşe şu iki bakımdan cevap verilmiştir:

a) Bir şeyin sınırı, sınırlanan şeyden bazan hissedilen (görülen) bir sınırla ayrılır: İşte burada sınır, sınırlanandan hariç kalmış olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "Sonra geceye kadar orucu tamamlayınız" (Bakara. 187) âyetinde de böyledir. Çünkü gündüz, geceden gözle görülür bir biçimde ayrılır. Zira, aydınlığın karanlıktan ayrılması hissedilir, görülür. Bazan ise bu, bu şekilde olmayabilir. Bu senin tıpkı, "şu elbiseyi (kumaşı) şu uçtan şu uca kadar sattım" demen gibidir. Çünkü elbise (kumaşın) ucu, tarafı, kumaştan hissî bir çizgiyle ayrılmaz...

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, dirseğin, dirsekten bileğe kadar olan kısımdan ayrılması için muayyen bir mafsal yoktur. Durum böyle olunca, (bu iki nokta arasında kalan kısımlardan) bir cüz'ün yıkanmasının farz kılınması, diğer cüz'ün yıkanmasından daha evlâ değildir. Binâenaleyh, dirseklerin tamamının yıkanmasının farz olduğuna hükmetmek gerekir.

b) Biz, dirseklerin yıkanmasının farz olmadığını kabul edelim, ancak ne var ki dirsek, kemiğin en ucundaki kısmın adıdır. Çünkü bu kısım, kendisine dayanılan kısımdır. Kemiğin ucunu öte geçen kısmın yıkanmasının farz olmadığı hususunda bir münakaşa yoktur. Zeccâc bu cevabı tercih etmiştir. Allah en iyi bilendir.

Kolu Kesik Olanın Abdesti

Adamın kolları kesik olursa, bu durumda eğer, kesilen kısım dirseklerden (bileklere doğru) aşağı olursa, dirseklerden kalan kısmı yıkamak farzdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" emri, ellerin dirseklerle beraber yıkanmasının farz olmasını gerektirir. Binâenaleyh, kesilmek suretiyle dirseklerin bir kısmı sakıt olunca, bu âyetin hükmüne göre, geriye kalan kısmı yıkamak farz olur. Ama, dirseklerin üstünden kesilmişse, o kimseye bu uzvunu yıkaması farz değildir. Çünkü, teklifin mahalli mevcut değildir. Şayet, kollar tam dirsekten kesilmiş olursa, Şafiî (r.h), "Kemiğin ucuna suyu dokundurmanın farz olduğunu" söylemiştir. Bu böyledir zira, dirsekleri yıkamak farz olup, dirsek de iki kemiğin karşı karşıya gelmesinden ibaret olunca ve de suyu iki kemiğin birbirine rastlaştığı yere dokundurmak farz olunca, suyu İkinci kemiğin ucuna değdirmek, (orayı yıkamak) da muhakkak ki farz olur.

Sağ Uzuvdan Başlamak

Sağı sola takdim etmek, farz değil mendûptur. Ahmed İbn Hanbel, bunun farz olduğunu söylemiştir. Bizim delilimiz şudur: Allahü teâlâ, ellerden ve ayaklardan bahsetmiş, fakat burada sağın sola takdim edileceğinden bahsetmemiştir. İşte bu da, farz olanın, elleri (onlarla beraber kolları) her ne şekilde olursa olsun yıkamak olduğuna delâlet eder. Allah en iyi bilendir.

Abdesten Avuçtan Dirseğe Doğru Su Verilir

Sünnet olan, suyun avuç içinden dirseklere doğru akacak bir biçimde avuç içine dökülmesidir. Binâenaleyh, şayet su, dirsekler üzerine dökülse ve böylece de avuçlara doğru akıverse, işte bu durumda bazı alimler bunun caiz olmayacağını söylemişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "ve dirseklere kadar ellerinizi.." buyurmuş, böylece dirsekleri yıkamanın son noktası, "gâye"si kılmıştır. Bu sebeple dirsekleri, yıkamanın başlangıcı kabul etmek, âyetteki durumun aksine bir hareket olur. Binâenaleyh, caiz olmaması gerekir. Cumhûr-u fukâhâ ise, "Bu hareketin, abdestin sıhhatine zarar vermeyeceğini, ama ne var ki bunun sünneti terketmek olduğunu" söylemişlerdir.

Otuz Dördüncü Mesele

Şayet her dirsekten de, iki kol ve iki el çıksa, Hak Tealâ'nın "ve dirseklere kadar ellerinizi..." ifâdesinin umûmî olmasından dolayı, her iki el ve kolu yıkamak farz olur. Bu tıpkı, bir elde beş parmaktan fazla parmağın bulunması haline benzer. Bu durumda da, bu âyetin hükmüne göre, o ilâve parmakları da yıkamak farzdır.

Otuz Beşinci Mesele

Hak teâlâ'nın, "dirseklere kadar..." ifâdesi, emredilenin değil, emrin sınırlanmasını gerektirir. Yani, Hak teâlâ'nın, "yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" buyruğu, her iki eli, dirseklerle birlikte yıkamayı emretmektedir. Binâenaleyh, yıkamanın farz oluşu, bu sınırla sınırlanmıştır. Bu sebeple farz olan sadece bu kadarı yıkamaktır. Ama, bizzat yıkama işi, bu sınırla sınırlandırılmamış . Çünkü, (Kıyamet gününde abdest uzuvlarının daha parlak olması için), uzuvların daha fazla yıkanması sünnet-i müekkede olduğu, haberlerle sabit olmuştur.

Başın Meshedilmesi

Şafii (r.h) başa meshetme hususunda farz olan miktarın, "başına meshetti" denilecek kadar az bir miktar olduğunu söylerken, başın tamamının; Ebû Hanife (r.h) ise, başın dörtte birinin meshedilmesinin farz olduğunu söylemişlerdir. Şafiî'nin delili şudur: Bir kimse şayet "Mendile silindim" dediğinde, bu kimsenin bu sözü, o kimse ancak mendilin tamamıyla silindiği zaman doğru olur. Ama bu kimse şayet, "Ellerimi mendille sildim" derse, onun bu ifâdesinin doğruluğu için, onun iki elini, bu mendilin cüzlerinden herhangi birisiyle silmiş olması kâfidir.

Bu sabit olunca, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın "ve başlarınıza meshedin..." emriyle amel etmiş olmak için, eli başın cüzlerinden bir cüze dokundurmak yeterlidir. Sonra bu cüz, bu miktar, âyette belirlenmemiştir. Binâenaleyh, şayet biz bunu, muayyen bir miktarla takdir edilmesini vacip kılarsak, bu miktarın tayin edilmesi, ancak bu âyete mugayir olan başka bir delil ile mümkün olur. Böyle yapılması halindeyse âyet mücmel olmaya doğru yönelmiş olur ki, bu aslolanın hilâfına bir haldir. Şayet biz, meshetme konusunda, meshin, başın cüzlerinden herhangi birisine yapılması kâfidir dersek, o zaman âyet mübeyyen ve açık, müfîd olmuş olur. Âyeti, kendisiyle beraber bir mâna ifâde eden ve mübeyyen olan bir anlama hamletmenin, âyeti mücmel hale getirecek mânaya hamletmekten daha evlâ olduğu malumdur. Binâenaleyh, bizim söylediğimiz görüşü benimsemek daha uygun olur. İşte bu, âyetten elde edilmiş olan güzel bir istinbattır.

Sarık Üzerine Meshetme

Sarık üzerine meshetmekle yetinmek caiz değildir. Evzaî, Sevrî ve Ahmed İbn Hanbel ise, bunun caiz olacağını söylemişlerdir. Bizim delilimiz şudur: Âyet, başa meshetmenin farz olduğuna delâlet etmektedir. Halbuki sarığa meshetmek, başa meshetmek demek değildir. Bunlar, Hazret-i Peygamber'in, sarığına meshettiği rivayetine dayanmışlardır.

Bunların bu deliline karşı bizim cevabımız da, "Belki de, Hazret-i Peygamber, farz olan miktarı başına, geriye kalan kısmı ise sarığına meshetmiştir" şeklinde olur.

Ayakların Yıkanması Ve Meshedilmesi

Alimler, ayakların meshedileceği veya yıkanacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir: Kaffâl, bu âyetin tefsiri hususunda İbn Abbas, Enes İbn Mâlik, İkrime, Şa'bî ve Ebû Cafer Muhammed İbn Ali el-Bakır'dan ayakları meshetmenin farz olduğu hükmünü nakletmiştir ki bu, Şia'nın İmâmiyye kolunun mezhebidir. Fukahâ ve müfessirlerin cumhuru ayakların yıkanmasının farz olduğunu söylemişlerdir. Dâvûd el-İsfehani, hem yıkamanın hem de meshetmenin farz olduğunu söylemiştir ki bu görüş, Zeydiyye imamlarından en-Nasır Lilhakk'ın görüşüdür.

Hasan el-Basrî ve Muhammed İbn Cerîr et-Taberî ise, mükellefin (kulun), yıkama ile meshetme arasında muhayyer bırakıldığını söylemişlerdir.

Ayaklara meshetmenin farz olduğunu söyleyenlerin delili, Hak teâlâ'nın, (......) ifadesiyle ilgili şu iki meşhur kıraata dayanmaktadır. Binâenaleyh İbn Kesir, Hamza, Ebû Amr ve Ebû Bekrin ravisi Asım, cer ile olmak üzere (......) şeklinde; Nâfi, İbn Âmir ve Hafs rivayetine göre Asım ise nasb ile (......) şeklinde okumuşlardır. Buna göre biz deriz ki, bu kelimeyi cer ile okumak, bunun (......) kelimesine matuf olmasını gerektirir. Binâenaleyh, başa meshetmek farz olduğuna göre, ayaklara da meshetmek farzdır.

Buna göre şayet, "Bu şairin, "Kelerin bozulmuş deliği" ve "İnsanların büyüğü, nakışlı elbiseler içindedir; (ona bürünmüştür)" ifâdelerinde olduğu gibi, civardan, yakınlıktan ötürü meksûr kılınmıştır, denilmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki: Bu şu bakımlardan bâtıldır:

a) Civara göre meksûr kılmak, bazan şiir zaruretinden dolayı mecbur kalınarak yapılan hatalardan sayılmıştır. Halbuki, Allah'ın kelâmını bundan tenzih etmek gerekir.

b) Civardan dolayı kesreye, şairin tıpkı ifâdesinde olduğu gibi, iltibastan (karşılıktan) emin olunulduğu zaman ancak başvurulur... Zira, bu ifâdedeki (......) kelimesinin, (......) kelimesinin değil, (......) kelimesinin sıfatı olduğu, zarurî olarak bilinen bir husustur. Halbuki bu âyette, iltibastan emin olmak söz konusu değildir.

c) Civardan dolayı kelimeyi meksûr kılmak, ancak atıf harfi olmadığı zaman söz konusudur. Ama atıf harfi bulunduğu zaman, Araplar böyle demez.

Nasb ile okuyanlar da, bunun, ayakları meshetmeyi gerektirdiğini söylemişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "...ve başlarınıza meshedin..." ifâdesindeki "başlarınıza" ifâdesi, mahallen mansûptur. Ancak ne var ki kelimenin başında harf-i cer bulunduğu için kelime mecrûr kılınmıştır. Binâenaleyh, (......) kelimesini, (......) kelimesine atfettiğinde, (......) kelimesinde, (......) kelimesinin mahalline atfedilmesi halinde nasb; zahirine atfedilmesi halinde ise, cer caizdir, Bu, nahivcilerce çok iyi bilinen meşhur bir yoldur.

Bu sabit olduğu zaman biz deriz ki, Hak teâlâ'nın "ayaklarınızı" ifâdesinde, nasbin âmilinin "meshediniz" emri olabileceği gibi, bu âmilin "yıkayınız" emri de olabileceği ortaya çıkmıştır. Ancak ne var ki, bir mamul üzerinde iki âmil amel etmeye kalkışınca, o mamule daha yakın olanı amel ettirmek evlâ olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, sözündeki nasbin âmilinin, "meshediniz" emri olması gerekir. Binâenaleyh, lamın nasbıyla (......) şeklinde okumanın da ayaklar üzerine meshetmeyi gerektirdiği sabit olmuş olur. İşte bu, ayaklan meshetmenin farz olduğu hususunda âyetle yapılan istidlalin izah şeklidir. Sonra, bu görüşte olanlar sözlerine devamla şöyle demişlerdir: Hadislere dayanarak, bu hususu savuşturmak da caiz değildir. Çünkü bu haberlerin tamamı, âhad haberlerdir. Halbuki âhad haberlerle Kur'ân'ın neshi caiz değildir.

Bil ki buna ancak şu iki bakımdan cevap vermek mümkündür:

a) Pek çok hadis, ayakları yıkamanın farz olduğunu ifâde etmektedir. Yıkama, meshe de şamildir, ama meshetme, yıkamaya şamil olmaz. Binâenaleyh abdestte ayakları yıkama, daha ihtiyatlı davranıştır. Bu sebeple bunu yapmak gerekir. Bu izaha göre, abdestte ayakları yıkamanın, ayakları meshetme yerini tuttuğunu kesin olarak söylemek gerekir.

b) Ayakları yıkamadaki farz oluş, topuklara kadar yıkama ile sınırlıdır. Böyle bir sınırlama meshde değil, ancak yıkamada söz konusudur.

Ayakların Meshedilmesini Benimseyenler

Ayaklan meshetmenin farz olduğunu söyleyenler, bu cevaplara karşı şu iki şekilde cevap vermişlerdir:

1) "Topuk", ayak mafsalının altında kalan kemikten ibarettir. Buna göre, ayakların üst kısmına mesh vaciptir,

2) Bu görüştekiler, topukların, bacağın iki yanından çıkan iki kemik çıkıntısından ibaret olduğunu kabul etmişlerdir. Fakat onlar ayakların bu topuğa kadar olan dış kısmına meshetmenin farz olduğunu söylemişlerdir. İşte bu durumda, geriye bir soru kalmaz.

Otuzdokuzuncu Mesele

Fakîhlerin çoğunun görüşü şudur: "Kâ'beyn (topuk), ayağın iki tarafındaki iki çıkıntı kemikten (aşık kemiklerinden) ibarettir." İmamiyye ve ayakların meshinin farz olduğunu söyleyen herkes şöyle demişlerdir: "Topuk, sığır ve davarın topuğu (inciği) gibi, bacak ile ayağın mafsalı (ayrılma yeri) olacak şekilde, bacak kemiğinin alt ucuna yerleştirilmiş yuvarlak bir kemiktir." Bu, Muhammed İbn Hüseyin'in de görüşüdür. Esmaî de, bu görüşü tercih eder ve "Ayağın iki tarafındaki bu iki çıkıntıya "mincem" denilir" der. Bunu, Kaffal tefsirinde, bu şekilde rivayet etmiştir.

Yıkamak Gerekir Diyen Cumhurun Delilleri

Cumhurun bir çok delili vardır:

1) Eğer topuk, İmâmiyye'nin söylediği mânada olsaydı, o zaman her ayakta tek bir topuk olması ve âyette "ve topuklara kadar ayaklarınızı..." denilmesi gerekirdi. Nitekim her elde sadece bir dirsek bulunduğu için, âyette Cenâb-ı Hak, , "dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" buyurmuştur.

2) Bacak ile ayağın mafsalındaki (içerdeki) yuvarlak kemik, ancak cerrah doktorların bilebileceği, görünmeyen bir şeydir. Halbuki ayağın iki tarafındaki o iki kemik çıkıntısı, (aşık kemikleri) herkesçe bilinen ve görünen bir şeydir. Bütün herkesin mükellef olduğu şeylerin dayanağının, gizli ve saklı bir şey değil, açık olması gerekir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "(Ey cemaat, saf yaparken) topukları topuklara iyice yapıştırın" dediği rivayet edilmiştir. Şüphe yok ki bundan murad, bizim söylediğimiz husustur.

3) "Ka'b", yükselme ve çıkıntı mânalarından alınmıştır. Memeleri tomurcuklanan kız çocuğuna denilmesi de bu mânadan dolayıdır. Çıkıntılı olan herşeye "ka'b" denilmesi de bundan dolayıdır. İmâmiyye'nin delili ise şudur: "Ka'b", bütün hayvanların ayaklarında bulunan belli bir kemiğin adıdır. Binâenaleyh insanlar hakkında da, bunun aynı kemik olması gerekir. Yine ayak ile bacak arasındaki yere (mafsala) da ka'b denir. Mızrağın boğum yerlerine de, bu mânada ku'ûb denilir. Ayağın ortasında da mafsal vardır. Binâenaleyh buna da ka'b denmesi gerekir."

İmâmiyye'nin iddiasına: "Zahirî tekliflerin dayanağının, zahirî (görünen) bir şey olması gerekir. Bizim söylediğimiz topuk da, daha görünürdedir. Binâenaleyh ka'bın (topuğun), bu olması gerekir" diye cevap veririz.

Mestler Üzerine Meshetmeyi Kabul Etmeyenler

Müçtehidlerin çoğu, mest üzerine meshetmenin caiz olduğunu söylerken, Şia ve Haricîler bunu kabul etmemede ittifak etmişler ve şu şekilde istidlalde bulunmuşlardır: "Hak Teâla'nın "Başlarınızı meshedin ve aşık kemiklerine kadar ayaklarınızı..." ifâdesi, ayakları ya yıkamayı, ya da meshetmeyi gerektirir. Halbuki mest üzerine mesh, ayakları ne yıkamak ne de meshetmektir. Binâenaleyh âyetin ifâdesinin hükmüne göre, bunun caiz olmaması gerekir. Sonra mest üzerine meshetmenin caiz olduğunu söyleyenler, o husustaki hadislere dayanıyorlar. Fakat, Kur'an'a dayanmak, hadise dayanmaktan daha uygundur.

Bunun delili şunlardır:

a) Kur'ân-ı Kerim'in, haber-i vâhid ile neshedilmesi caiz değildir.

b) Bu âyet, Mâide sûresindedir. Halbuki müfessirter, "Ey iman edenler, Allah'ın şeâirine hürmetsizlik etmeyin, (helal saymayın)... " (Mâıde, 2) âyeti dışında bu sûrede, neshedilen başka bir âyet olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Bazı müfessirler, bu âyetin mensûh olduğunu söylemişlerdir. Durum böyle olunca, ayakları yıkamanın farz oluşunun, (mest üzerine mesh hükmü ile) mensûh olduğu söylenemez.

c) Mest üzerine mesh edilebileceğine dair hadisler, eğer bu âyetin inmesinden önce söylenmiş iseler, o zaman bu haber-i vâhidler, Kur'ân ile neshedilmîş olurlar. Eğer aksi söz konusu olur ise, o zaman haber-i vâhid Kur'ân'ı neshetmiş olur. Hiç şüphesiz ki birinci ihtimal, şunlardan dolayı daha uygundur:

1) Mütevatir olan Kur'ân'ı, haber-i vahide tercih etmek, bunun tersini yapmaktan daha evlâdır.

2) Âyete göre amel etmek, daha ihtiyatlıdır.

3) Rivayete göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir Size, benden bir hadis rivayet edildiğinde, onu Allah'ın kitabına arzedin (onun ışığında inceleyin), eğer ona uyarsa atın, aksi halde onu reddedin." İşte bu hadis-i şerif de, Kur'ân'ın haber-i vahidin önüne geçirilmesini gerektirir.

4) Muaz İbn Cebel (radıyallahü anh) hadisi de, Kur'ân'ın, hadisden önce nazar-ı itibara alınmasını gerektirir.

d) Alimler, bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Mesela Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnhâ)'den şu rivayet edilmiştir: "İki ayağımın kesilmesi, mest üzerine mesh vermemden bana daha sevimlidir." İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Eşek derisine meshetmem, mest üzerine meshetmemden daha evlâdır." İmam Mâlik ise, kendisinden gelen iki rivayetten birine göre, mest üzerine mesh vermeyi caiz görmemiştir. Halbuki İmam Mâlikin ilm-i hadis'de, âdeta doğan bir güneş gibi olduğunda bir münakaşa yoktur. Binâenaleyh eğer o, bu husustaki hadislerin zayıf olduğunu bilmeseydi, hiç böyle birşey söylemezdi. İmam Mâlik'ten gelen ikinci rivayete göre ise, o, mukîm (yolcu olmayan) kimsenin, mest üzerine mesh vermesini mubah saymamış, yolcunun ise, bir sınırı olmaksızın, dilediği kadar mest üzerine mesh verebileceğini söylemiştir.

İmam Şafiî, İmam Ebû Hanife ve fukâhânın çoğu, mestlerini giydikten sonra, abdesti bozulduğu andan itibaren, misafirin (yolcunun), üç gün üç gece mest üzerine mesh verebileceğini söylemişlerdir.

Hasan el-Basrî, bu müddeti, yolcunun mestlerini giyindiği andan itibaren başlatır. Evzâi ve Ahmed İbn Hanbel ise, yolcunun ayaklarına meshetme müddetini abdestin bozulduğu andan itibaren başlatmışlardır. İşte fukâhâ arasında mevcud olan böylesine bir ihtilaf da, mest üzerine meshetme ile ilgili hadislerin, "meşhur" ve "mütevatir" derecesine ulaşmadığını gösterir. Durum böyle olunca, bu hadisler, birbiri ile çeliştikleri için, düşmelerine hükmetmek gerekir. İşte bu durumda da, Allah'ın kitabının zahirine göre amel etmek gerekir.

e) Mest üzerine meshetmenin caiz olduğunu bilmeye olan ihtiyaç, herkes için söz konusu olan umûmî bir ihtiyaçtır. Binâenaleyh şayet bu, meşru bir hüküm olsaydı, bunu herkes bilir ve bu "mütevatir" derecesine çıkardı. Böyle olmadığına göre, bu hadislerin zayıflığı ortaya çıkar. İşte mest üzerine meshi caiz görmeyenlerin görüşleri bunlardan ibarettir.

Mest Üzerine Meshi Kabul Eden Fakîhlerin Delilleri

Fakihler ise şöyle demişlerdir: Mestler üzerine meshin caiz olduğu görüşü bazı sahabe tarafından ileri atılmış, diğer sahabelerin ise bunu yadırgamadıkları görülmüştür. Binâenaleyh bu, sahabenin bir icmâı olmuş olur. Bu sebeple bu, bu hususta söylenilen en kuvvetli görüştür. Hasan el-Basrî, "Ashab-ı Resûlullah'dan yetmiş kadarı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mestleri üzerine meshettiğini rivayet ettiler" demiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, mest üzerine meshi kabul etmediğini ise İkrime rivayet etmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın kendisine İkrîme'nin sözü sorulunca, "O, bana iftira etmiş" demiştir. Atâ şöyle der: "İbn Ömer, mest üzerine mesh konusunda, diğer sahabîlerin görüşüne muhalefet ediyordu. Fakat ölmeden önce, onların görüşüne gelmiştir."

Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnhâ)'ye gelince, rivayet edildiğine göre Şureyh İbn Hâni', "Hazret-i Aişe'ye mest üzerine mesh meselesini sorduğumda o, "Git ve Hazret-i Ali'ye sor. Çünkü o, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bütün yolculuklarında, Hazret-i Peygamber ile birlikte idi" dedi. Ben de gidip bunu Hazret-i Ali'ye sorduğumda o, "meshet" dedi" demiştir. İşte bu da, Hazret-i Âişe'nin, yukarıda bahsedilen görüşünden döndüğüne delâlet eder.

Kolları ve Bacakları Kesik Olanların Abdesti

İki kolu ve iki ayağı kesik olan bir adamdan, abdestte bunları yıkama farziyyeti düşer. Böyle bir insanın vazifesi, abdest alırken sadece yüzünü yıkaması ve başını meshetmesidir. Eğer bu adamın yanında, kendisine abdest aldıracak veya teyemmüm etmesine yardım edecek birisi bulunmaz ise, bu adamdan abdest alma farziyeti tamamen düşer. Çünkü âyetteki, "Başlarınızı meshedip, her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayın" emri, hiç şüphesiz bunları yapabilme şartına bağlıdır. Böyle bir kudret bulunmadığı zaman, abdest alma mükellefiyeti düşer. İşte abdest âyeti ile ilgili meselelerin tamamı bundan ibarettir.

Cünüp Olanlar Gusletsinler

Cenâb-ı Hak "Eğer cünüp olduysanız, gusledin" buyurmuştur. Zeccac, bu âyetteki ifadesinin aslının, şeklinde olduğunu, fakat hem tâ, hem tî harfleri aynı mahreçden çıktığı için, "tâ"nın "tî"ye idgam edildiğini, bu idgamdan sonra kelimenin başının sakin kaldığını, okunabilmesi için başa bir hemze-i vasim getirildiğini ve böylece , şeklini aldığını söylemiştir.

Bil ki Allahü teâlâ, küçük temizliğin (abdestin) nasıl yapılacağını bildirince, bundan sonra da büyük temizliğin nasıl olduğunu zikretmiştir. Bu büyük temizlik de, cünüplükten dolayı gusletmektir: Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır;

Birinci Mesele

Cünüplüğün iki sebebi vardır:

1) Menînin akmasıdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Su (gusül), ancak sudan (meninin akmasından) dolayı gerekir" Müslim, Hayz. 80(1/269). demiştir.

2) İki iltikay-ı hıtaneyn (sünnet mahallerinin) birleşmesi... Zeyd İbn Sabit, Mu'az İbn Cebel ve Ebû Sa'idi'l-Hudri (radıyallahü anhnhüm), guslün ancak meni aktığı zaman farz olduğunu söylemişlerdir. Bizim (buna karşı) delilimiz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "(Erkek ile kadının) sünnet mahalleri birleştiği zaman, gusül gerekir hadis-i şerifidir.

Bil ki erkeğin sünnet mahalli (hitâm), sünnet olurken kesilen derinin altında kalan yerdir. Kadının sünnet mahalline (hitanına) gelince bil ki, onun sünnet mahallinin iç tarafı, şu üç şeyle çevrilidir: Tirmizî, Taharet, 80 (1/180).

a) Fercin en iç kısmındaki, erkeğin cinsel organının girdiği, hayz kanının çıktığı ve çocuğun doğduğu deliktir.

b) Tıpkı erkeğin cinsel organındaki delik gibi, bu deliğin üzerinde bulunan ve sadece idrarın çıktığı delik.

c) İdrarın çıktığı deliğin üstünde, kadının sünnet mahalli vardır. İşte burada, tıpkı horozun ibiği gibi, dimdik duran ince bir deri vardır. Kadının sünneti, bu derinin kesilmesidir. Binâenaleyh "haşefe" (erkeğin sünnet mahalli), kadının cinsel organı içine girip görünmediğinde; erkeğin sünnet mahalli ile kadının sünnet mahalli birleşmiş olurlar.

Gusl Bütün Bedeni Yıkanmasıdır

Âyetteki (gusledin, temizlenin) emri, herhangi bir uzva has olmaksızın, genel olarak temizlenmeyi emirdir. Binâenaleyh bu, bütün bedeni temizleme hususunda bir emir olmuş olur. Bir de taharet-i suğra (küçük taharet, abdest), sadece bazı uzuvlara ait olunca, Cenâb-ı Hak, âyette bu uzuvları belirleyerek zikretmiştir. Bundan dolayı, gusül hususunda her hangi bir uzuv belirlemediğine göre, bunun, bütün bedeni temizleme hususunda bir emir olduğu anlaşılır.

Bil ki bu temizleme, gusüldür. Nitekim Cenâb-ı Allah bir başka yerde, "Cünüp iken de, yolcu olmanız müstesna, gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın" (Nisa, 43) buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

Gusülde delk, yani ovmak farz değildir. Mâlik (r.h) ise, bunun farz olduğunu söylemiştir. Bizim delilimiz, âyetteki "gusledin (temizlenin)" emrinin, sadece bedeni temizleme hususunda bir emir oluşudur. Bedeni temizleme hususunda ise, ovalama nazar-ı dikkate alınmaz. Bunun delili ise şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e cünüplükten nasıl temizlendiği sorulduğunda O, "Bana gelince, ben başıma hafif üç avuç su dökerim. Bakarım ki temizlenmiş... " İbn Mâce, Taharet, 95 (1/190-191) (Benzeri bir hadis) buyurmuş ve böylece ovalamaksızın da temizliğin olacağını göstermiştir. Binâenaleyh bu da temizlenmenin ovmaya bağlı olmadığına delâlet eder.

Cünüp Kur'an Dokunamaz

Cünübün Mushaf'a (Kur'ân'a) dokunması caiz değildir. Davûd ez-Zâhiri ise, bunun caiz olduğunu söylemiştir.

Bizim delilimiz, âyetteki "gusledin (temizlenin)" ifâdesidir. Bu ifâde, cünübün temiz olmadığına delâlet eder. Aksi halde bu, temiz olana temizlenmeyi emretme olur ki, caiz değildir. Bundan dolayı cünüp temiz olmadığına göre, "O (Kur'ân'a), ancak temiz olanlar dokunabilir" (Vakıa, 79) âyetinden dolayı, Kur'ân'a dokunması caiz değildir.

Gusülden Önce Abdesin Hükmü

Guslederken, önce bir abdesî almak farz değildir. Ebû Sevr ve Dâvud ez-Zâhiri bunun farz olduğunu söylemişlerdir Bizim delifimiz şudur: Âyetteki, "gusledin (temizlenin)" sözü, bir temizlenme emridir. Temizlenme ise, yıkanmakla meydana gelir, abdest almaya bağlı değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), 'Bana gelince, ben başıma üç avuç su dökerim. Bakarım ki temizlenmişim..." buyurmuştur.

Gusûlde Ağzı ve Burnu Yıkama

İmam Şafiî (r.h), guslederken ağza ve burna su vermenin farz olmadığını söylerken, Ebû Hanife (r.h), bunun farz olduğu görüşündedir. Şafiî'nin delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bana gelince, ben başıma üç avuç su dökerim. Bakarım ki temizlenmişim..." hadis-i şerifidir. Ebû Hanife'nin ise hem âyetten, hem de hadisten delili vardır. Âyetten delili, Cenâb-ı Hakk'ın "gusledin (temizlenin)" emridir. Bu ifâde, cünüp kimselerin kendilerini temizlemeleri hususunda bir emirdir. İnsanın kendisini temizlemesi ise, ancak her tarafını temizlemesi ile olur. Bu ifâde ile, temizlenmesi mümkün olmayan iç organlar hakkında amel edilmemiştir. Ama ağız ile burun içinin temizlenmesi mümkündür. Öyle ise, bu iki yerin, âyetin hükmüne girmiş olması gerekir. Onun hadisten delili ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kıllarınızı iyice ıslatın ve cildinizi iyice temizleyiniz. Zira, her kılın dibinde cünüblük vardır" sözüdür. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kıllarınızı iyice ıslatın" emrine burnu yıkama da girer. Çünkü burnun içinde kıllar vardır. Yine Hazret-i Peygamber'in, "cildinizi iyice temizleyiniz" emrine, ağzın içinin derisi de girer.

Saçların Dibine Yıkama

İnsanın başındaki saçlar, eğer örülmüş ve birbirine bağlanmış ise, duruma bakılır. Eğer bu, suyun başın derisine ulaşmasına mâni ise, o örgülerin açılması gerekir. İmam Mâlik, "Bu örgüleri açmak farz değildir" demiştir. Eğer bu örgüler, suyun başın derisine ulaşmasına mâni olmaz ise, onları açmak farz değildir. Nehât ise, bu durumda da bunun farz olduğunu söylemiştir. Ibn Mace, Taharet, 106 (1/196); Tirmizî, Taharet, 78 (1/178) (Benzeri bir hadis).

Bizim delilimiz şudur: Hak teâlâ'nın, "gusledin (temizlenin)" ifâdesi, suyu bedenin her parçasına ulaştırmaktan ibarettir. Binâenaleyh baştaki saçların, birbiri ile örgülü ve bağlı olması, eğer suyun geçmesine mâni olacak şekilde ise, bu mâninin ortadan kalkması için, onları çözmek gerekir. Eğer mâni değil ise, onları çözüp açmaya gerek yoktur. Çünkü maksad hasıl olur. Bu sebeple de, onları çözmeye ihtiyaç yoktur.

Gusülde Azaları Sıra İle Yıkama

Alimlerin ekserisi, gusülde bir tertibin (sıranın) olmadığı görüşündedirler. İshâk ise, gusle bedenin en üstünden başlamanın farz olduğunu söylemiştir. Bizim delilimiz şudur: Hak teâlâ'nın "gusledin (temizlenin)" emri, mutlak mânada bir temizlenme emridir. Bu ise, suyun bütün bedene ulaştırılması ile gerçekleşmiş olur. Binâenaleyh temizlenme gerçekleşince, bunun, insanın sorumluluktan kurtulabilmesi hususunda yeterli ve kâfi olması gerekir.

Teyemmüm

Cenâb-ı Hak, "Eğer hasta iseniz veya bir yolculukta iseniz, veya biriniz tuvaletten gelmiş ise, yahut da kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumda su da bulamamışsanız, o zaman temiz bir toprak ile teyemmüm edin" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Hasta, Teyemmüm Edebilir

Hasta da teyemmüm edebilir, Çünkü Cenâb-ı Hak âyette, "Eğer hasta iseniz veya bir yolculukta iseniz..." demiştir. Şöyle denilemez: "Teyemmümün caiz olması için, suyun bulunmaması şarttır. Çünkü teyemmümü, suyun bulunamayışı mubah kılar." Çünkü bu şartın, hastayı da içine almasının bir mânası yoktur. Âyetteki, "Su da bulamamışsanız" ifâdesi, sadece yolcu ile ilgilidir.

Teyemmüm Bakımından Hastalık Nevileri

Üç çeşit hastalık vardır:

1) (Su kullanılması halinde) büyük zarar vermesinden ve öldürmesinden korkulan hastalık... İşte böyle bir hastalıkta, hastanın teyümmüm etmesi, bütün imamlara göre caizdir.

2) (Su kullanılması halinde) zarar vermesinden ve öldürmesinden korkulmayan hastalık... İşte böylesi hastanın teyemmüm etmesinin caiz olmayacağını Şafiî söylemiştir. İmam Mâlik ve Dâvûd ez-Zâhiri ise, bu hastanın da teyemmüm edebileceğini söylemişlerdir. Bunların delili, âyetteki "eğer hasta iseniz" ifadesinin, her türlü hastalığa şamil olmasıdır.

3) (Su kullanılması halinde) artmasından ve iyileşmesinin gecikmesinden korkulan hastalık... İmam Şafiî'nin, bu husustaki iki görüşünden daha sahihine göre, böylesi hasta da (su bulduğu halde) teyemmüm edebilir. İmam Mâlik ve Ebû Hanîfe de aynı görüştedirler. Bunun delili, âyetteki "eğer hasta iseniz..." ifadesinin umûmî oluşudur.

Bir dördüncü çeşit de (su kullanılması halinde), organlarda herhangi kötü bir iz bırakmasından korkulan hastalıktır. İşte böylesi bir hastalığa tutulanın, İmam Şafiî, kavl-i teyemmüm edemeyeceğini, kavl-i kadîminde (önceki görüşünde) ise, teyemmüm edebileceğini söylemiştir ki "teyemmüm edebilir" görüşü daha sahihtir. Çünkü âyete daha uygundur.

Teyemmümle Abdest Birlikte Olabilir mi?

Suyun kullanılmasına mâni olan hastalık, bedenin bir kısmında bulunur, diğer kısımlarında bulunmaz ise, bu durumda Şafiî (r.h): "O kimse, suyun zarar vermeyeceği kısımlarda suyu kullanır, sonra da teyemmüm eder" derken; Ebû Hanife (r.h): "Eğer bedenin çoğu yeri sağlam (hastalıksız) ise, o hasta sağlam yerleri yıkar. Teyemmüm de etmez. Eğer onun bedeninin çoğu yeri yara olur ise, teyemmüm etmesi kifayet eder" demiştir. Şafiî (r.h)'nin delili, ihtiyata sarılmaktır. Ebû Hanife (r.h)'nin delili ise şudur: "Allahü teâlâ, hastalığı teyemmüm etme sebeplerinden biri saymıştır. Binâenaleyh hastalık kişinin organlarından birinde görüldüğünde o, hasta sayılır. Öyle ise bu kimse, âyetin hükmüne girer.

Teyemmüm Uzvunun Sargılı Olmasını Hükmü

Bir kimse teyemmüm edilecek yerlere, suyun oraya işlemesine mani olacak biçimde bir sargı sarsa, bu sargının açılması halinde kişinin ölmesinden de endişe edilmezse, Şafiî (r.h) şöyle der: "Toprak o uzva ulaşsın diye, teyemmüm ederken, o sargı bezini açması gerekir." Alimlerin ekserisi ise, bunun farz olmadığını söylemiştir. Şafiî'nin delili, ihtiyata riayettir. Cumhurun delili ise, teyemmümde, hükmün kolaylık ve meşakkati giderme (ref ul-harec) üzerine bina edilmesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Dinde üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedl" (Hacc, 78) buyurmuştur. Binâenaleyh, sargı bezinin açılmasını gerekli görmek, bir zorluk ve güçlüktür. Bu sebeple farz olmaması gerekir.

Kısa Yolculukta Teyemmüm

Kısa yolculukta da teyemmüm caizdir. Şafiî alimlerinden bazı müteahhirûna göreyse, bu caiz değildir. Alimlerimizin delili şudur: Hak teâlâ'nın, "veya yoluculukta iseniz" sözü mutlak bir ifade olup, burada yolculuğun uzun veya kısa oluşu hususunda bir tafsilat yoktur. Bir kimse şöyle diyebilir: Biz, "Âyet-i kerimede "sefer" kelimesi mutlak olduğu için, hem uzun hem de kısa yolculuk ruhsatın sebebidir" dediğimizde, o zaman bizim, âyet-i kerimede hastalık lafzı mutlak olarak geçtiği için, "Hafif veya ağır hastalığın da ruhsat sebebi olduğunu" söylememiz gerekir.

Kısa yolculuğun teyemmümü mubah kıldığına başka bir delil de, Ibn Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet edilen şu husustur: "İbn Ömer, cemaatinden ayrıldı. Ve derken Medine'ye yakın bir yere geldi. Bu sırada ikindi vakti girmişti. Bunun üzerine abdest almak için su aradı. Bulamayınca da teyemmüm etmeye başladı. Bunun üzerine kölesi ona: "Medine'nin duvarları sana bakıp duruyorken, sen teyemmüm mü ediyorsun?" deyince, Ibn Ömer: "Oraya kavuşuncaya kadar yaşayabileceğimi biliyor muyum?" dedi. Böylece teyemmüm edip namazını kıldı. Güneş, henüz dipdiri ve bembeyaz iken Medine'ye girdi, fakat namazını iade etmedi.

İhtiyaç Miktarı Su Varsa Teyemmüm Caizdir

Yanında su olmakla beraber susuz kalacağından endişelenen yolcunun, Hak teâlâ'nın, âyetin sonundaki "Allah size bir güçlük vermeyi İstemez" buyruğundan dolayı teyemmüm etmesi caizdir.

Bir de, malına zarar verdiği zaman, abdestin farziyyeti sakıt olur. Bunun delili şudur: Bu kimse, çok bir para mukabilinde su bulduğu zaman, onun o suyu satın alarak abdest alması farz değildir. (Malına zarar verdiği zaman teyemmüm etmesi caiz olduğuna göre), kendisine zarar verdiği zaman, teyemmüm etmesi haydi haydi caiz olur.

Mahdut Suyun Hayvanlara Verilip Teyemmüm Edilmesi

Yanında su bulunan yolcuyla, ölümle yüzyüze gelmiş olan susuz başka canlılar, hayvanlar bulunsa, bu kimsenin teyemmüm etmesi caizdir. Çünkü o suyu o canlılara harcaması farzdır. Çünkü canlıların hakkı, namazdan önce gelir. Baksana, bir çocuk veya bir kör, boğulma veya yanma tehlikesiyle yüzyüze geldiğinde, namazın kesilerek yarım bırakılması caizdir. Bu böyle olunca, bu su, adeta yokmuş gibi kabul edilir. Böylece de yanında su bulunan bu kimse, Cenâb-ı Hakk'ın "su da bulamamışsanız..." ifâdesinin hükmüne dahil olmuş olur.

Su Satın alma Külfeti Halinde Teyemmüm

Kişinin kendi yanında su bulunmasa, bu su başkasında olsa ve o suyu da ancak aşırı bir fiatla satın alması mümkün olsa, bu durumda bu kimsenin teyemmüm etmesi caizdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Dinde üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi" (Hacc. 78) buyruğu, o kimseden, aşırı ve pahalı bir biçimde su satın alma külfetini kaldırır. Bu durumda da o, suyu bulamayan kimse hükmünde olmuş olur da, böylece de, Allah'ın "su da bulamamışsanız, o zaman teyemmüm edin" emrinin hükmüne girmiş olur. Su, dengi bu parayla satılıp, ancak ne var, bu bulamadığı veya bu suyu alabilecek parası olup da, o paraya fazla ihtiyacı olduğu zaman da durum aynıdır. Ama, dengi bir parayı bulup ve o paraya da, zarurî olacak derecede bir ihtiyacı olmazsa, bu durumda o kimsenin suyu satın alması farz olur.

Hediye Edilen Su İle Teyemmüm Gerekmez

Bir kimseye su hibe edildiğinde teyemmüm etmesi caizmidir? Alimlerimiz, "Bu kimsenin teyemmüm etmesi caiz olup, onun, o suyu kabul etmesi farz değildir." Çünkü hibeden dolayı yapılmış olan minnet, başa kakma daha zor ve maşakkatlidir" demişlerdir. Ben bunlara şaşıyorum. Bunlar bu kadar zorluğu, teyemmüm edebilmenin sebebi kabul ediyorlar da, hastalıkta acının artma korkusunu ve endişesini niçin teyemmüm sebebi saymıyorlar?

Onuncu Mesele

Bir kimseye kova ve ip emanet olarak verildiğinde, işte bu durumda, ekseri alimler şöyle demişlerdir: Bu kimsenin teyemmüm etmesi caiz değildir. Çünkü bu emanetten dolayı söz konusu olan başa kakma azdır, cüz'îdir. Böylesi bir kimse, güçlüğe düşmeden suyu bulmuş demektir. Binâenaleyh, bu kimsenin teyemmüm etmesi caiz değildir. Zira Yüce Allah'ın "su da bulamamışsanız..." ifadesi, teyemmümün caiz olabilmesi için, suyu bulamamanın şart koşulmuş olduğunun delilidir.

Onbirinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "veya biriniz tuvaletten gelmiş ise..." ifâdesi, kaza-i hacetten kinayedir. Ulemânın ekserisi, hadisler de kendisine delâlet ettiği için, ister devamlı olsun, isterse arasıra olsun, bedenin iki yolundan (uzvundan) çıkan her şeyi de, bu ifâdenin içinde görmüşlerdir.

İstincanın Hükmü

Şafiî (r.h), ister su ile, isterse taşla olsun istinca yapmanın farz olduğunu söylerken; Ebû Hanife (r.h) bunun farz olmadığını söylemiştir. Şafiî'nin delili, Hazret-i Peygamberin "üç taş ile istincâ etsin" ifadesidir. Ebû Hanife'nin delili ise şöyledir: Allahü teâlâ, "veya biriniz tuvaletten gelmiş ise, yahut da kadınlara dokunmuş ve bu durumda su da bulamamışsanız, o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin" buyurarak, tuvaletten gelindiğinde, abdest almayı veya teyemmüm etmeyi farz kılmış, ama "hades" yerini, mahallini yıkamayı farz kılmamıştır. Bu da, istincanın farz olmadığına delâlet eder.

Erkeğin Kadına Dokunması Abdeste Zarar Verirmi

Şafiî (r.h)'ye göre, kadına dokunmak abdesti bozduğu halde, Ebû Hanife (r.h)'ye göre kadına dokunmak abdesti bozmaz.

Ondördüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "yahut da kadınlara dokunmuşsanız..." ifâdesinin zahiri, dokunan kimsenin abdestinin bozulduğuna delâlet eder. Ama, dokunulanın abdestinin bozulmas ise, âyetten çıkarılmayıp, aksine hadisten ya da kıyas-ı celîden çıkarılmıştır.

Abdest Suyunun özelliği

Hak teâlâ'nın, "...ve bu durumda su da bulamamışsanız, o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin" ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır ki bu meseleler de şu iki kısımda toplanmıştır:

a) Temizleyen suyun ne olduğu hususundaki söz;

b) Teyemmümün nasıl olacağı hususundaki sözümüzdür.

Kaynatılmış Su İle Abdest

Birinci nev' ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Kaynatılmış su ile abdest almak caiz olup, mekruh değildir. Mücahid ise, bunun mekruh olduğunu söyler. Bizim delilimiz şu iki husustur:

1) Allahü teâlâ'nın, "yüzlerinizi yıkayınız" emridir. Yıkamak, suyu uzuv üzerinde akıtmaktan ibarettir. Bu kimse de bunu yapmıştır; binâenaleyh, abdest alma mükellefiyetini yerine getirmiş sayılır.

2) Allah, "... bu durumda su da bulamamışsanız" buyurmuş, teyemmümün yapılabilmesini, suyu bulamama şartına bağlamıştır. Burada ise, su bulunmaktadır. Binâenaleyh, teyemmüm edilmemesi gerekir.

Güneşte Isıtılmış Su İle Abdest

Alimlerimiz şöyle der: Bir kabın içinde su ısıtılmak istenip de o su ısıtıldığında, onunla abdest almak mekruhtur. Ebû Hanife ve Ahmed İbn Hanbel ise, bunun mekruh olmadığını söylemişlerdir. Alimlerimizin delili, İbn Abbas (radıyallahü anh)'tan rivayet edilen şu haberdir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bir kimse güneşte ısıtılmış suyla yıkanırda, böylece ona bir alaca hastalığı isabet ederse, o kimse suçu ancak kendisinde bulsun" buyurmuştur. Bazı alimlerimiz ise, "Bu, şeriat açısından değil, ama tıp açısından mahzurludur" demişlerdir.

Ebû Hanife (r.h)'nin delili şudur: Cenâb-ı Hak, "yüzlerinizi yıkayın" emriyle yıkamayı istemiştir. Bu da bir yıkamadır; bu sebeple o da kâfidir. Bir de, suyu bulan kimsenin teyemmüm etmesi yeterli değildir.

Müşriklerin Suyunu Kullanmak

Müşriğin kullandığı suyun artanıyla abdest almak mekruh olmadığı gibi, müşriklerin kaplarında bulunan su ile abdest almak da mekruh değildir. Ahmed ve İshâk, bunun caiz olmadığını söylemişlerdir. Bizim delilimiz şudur: Allahü teâlâ, yıkanmayı emretmiştir. O insan da, bunu yerine getirmiştir ve o kimse suyu bulmuş olduğu için, teyemmüm edemez. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bir müşrik kadının su kabından abdest aldığı ve yine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in, bir hristiyanın kırbasındaki sudan abdest aldığı rivayet edilmiştir.

Deniz Suyu İle Abdest

Deniz suyu ile abdest almak caizdir. Abdullah İbn Amr İbn As (radıyallahü anh) ise bunun caiz olmadığını söylemiştir. Bizim delilimiz şudur: "Allahü teâlâ yıkanmayı emretmiştir. Denizin suyu ile yıkanan da, bunu yapmıştır ve teyemmüm edilebilmesinin şartı, suyun bulunamamasıdır. Deniz suyunu bulan da, su bulmuş demektir.

Meyve Suyu ile Abdest

İmam Şafiî (r.h): "Hurma (meyve) suyu ile abdest almak caiz değildir" derken; Ebû Hanife (r.h), bunun yolculukta caiz olacağını söylemiştir. Şafiî'nin delili şudur: "Allahü teâlâ, "su da bulamamışsanız, teyemmüm edin..." buyurmuş ve böylece su bulunmadığı zaman, teyemmüm etmeyi farz kılmıştır. Ebû Hanife ise: "(Meyve suyu) bulan kimsenin, teyemmümü terketmesi caizdir, hatta vaciptir. Bu kimse hurma (meyve) suyu ile abdestini alır" demiştir. Halbuki bu, âyetin aksinedir. Eğer onlar (Hanefîler), cinlerle ilgili kıssaya (hadiseye) tutunmuşlar ise, biz deriz ki, (bahsedilen) bu şeyin çoraklığını gidermek için içine hurma sıkılan bir su olduğu söylenmiştir. Bir de cinlerle ilgili bu hâdise, Mekke'de geçmiştir. Halbuki Mâide Sûresi, Kur'ân'ın en son nazil olan süresidir. Binâenaleyh bu sûredeki âyetin, o hâdise(nin ifâde ettiği hükmü) neshetmiş olması daha uygundur.

Altıncı Mesele

Evzaî ve Esamm, temiz olan her türlü sıvı ile, abdest alınıp gusledilebileceğini söylemişlerdir. Alimlerin çoğu ise, bunun caiz olmayacağı görüşündedirler. Ekseriyetin delili şudur: "Allah, su bulunmadığı zaman, teyemmüm edilmesi gerekliğini bildirmiştir. Halbuki diğer sıvılarla abdest almanın caiz olduğunu söylemek, bu hükmü iptal eder."

Evzâî ve Esamm ise şöyle istidlal etmişlerdir: "Âyetteki, "yüzlerinizi yıkayın.." emri, mutlak mânada bir yıkama emridir. Uzuvlar üzerinde sıvı bir şeyi akıtmak da yıkama sayılır. Nitekim şâir: "Gözyaşı, sürmesini yıkadığı zaman, ey o (sevgilinin) güzelliği" (sen onun güzelliğini ah, göz yaşı onun sürmesini yıkadığı zaman görsen)" demiştir. "Yıkama", su ve diğer sıvılar arasında müşterek bir mânanın (şeyin) ismi olduğuna göre, âyetteki "yıkayınız" buyruğu, her türlü sıvı ile abdest alınabileceğini göstermiş olur." Biz, buna karşı deriz ki, bu mutlak (kayıtsız-şartsız) bir emirdir. Bizim, zikrettiğimiz delil ise mukayyeddir. Mutlakı, rnukayyed üzerine hamletmek vaciptir.

Rengi Değişmiş Olan Su

İmam Şafiî (r.h): "Zağferân ile iyice rengi değişmiş olan suyla abdest almak caiz değildir" derken, Ebû Hanife (r.h), bunun caiz olduğunu söylemiştir. Şafiî'nin delili şudur: "Böyle sular, mutlak mânada "su" diye adlandırılamaz. Binâenaleyh böyle bir su bulan, sanki su bulmamış gibidir. Bu sebeple, onun teyemmüm etmesi gerekir." Ebû Hanife (r.h)'nin delili ise şöyledir: "Bu şekildeki bir suyu bulan da, su bulmuş sayılır. Çünkü içindeki zağferan yüzünden, rengi değişmiş olan su, belli bir sıfatı olan sudur. Binâenaleyh onda, suyun kendisi hiç şüphesiz mevcuttur. Bu sebeple, böylesi suyu bulan da, su bulmuş olur. Binâenaleyh teyemmüm etmesinin caiz olmaması gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "su da bulamamışsanız, teyemmüm edin" buyurarak, teyemmümün caiz oluşunu, suyun bulunmaması şartına bağlamıştır.

Kokmuş Su

Uzun süre beklediği için, Özelliği bozulan ve kokuşan su, şer'an hem temiz, hem de temizleyicidir. Bunun delili, âyetteki, "su da bulamamışsanız, teyemmüm edin" ifadesidir. Cenâb-ı Allah, bu buyruğu ile, teyemmüm edilebilmesini, suyun bulunmaması şartına bağlamıştır. Bu kokuşmuş olan su da, bir sudur. Bundan dolayı böyle bir su var iken, teyemmümün caiz olmaması gerekir.

Abdestte Kullanılmış Suyun Durumu

İmam Mâlik ve Dâvûd ez-Zâhirî, abdestte kullanılmış olan su, hem temiz, hem de temizleyici olarak kalır. İmâm Şafiî de, kavl-i kadîminde bu görüştedir. O, kavl-i cedidinde ise, bu suyun temiz ama temizleyici olmadığını söylemiştir ki İmam Muhammed de bu görüştedir.

Ebû Hanife (r.h)'den nakledilen rivayetlerin çoğuna göre, o, bu suyun necis (pis) hükmünde olduğunu söylemiştir. İmâm Mâlik'in delili şudur: Teyemmüm, su bulamamaya bağlanmıştır. Bu da, "su da bulamamışsanız, teyemmüm edin" âyetinin hükmüdür. Müsta'mel (abdestte kullanılmış) suyu bulan da, su bulmuş sayılır. Binâenaleyh, bu kimsenin teyemmüm etmesinin caiz olmaması gerekir. Teyemmümü caiz olmayınca da, o kimsenin, o su ile abdest alması caizdir. Çünkü bu ikisinin birbirinden farklı olduğunu söyleyen yoktur. Yine Cenâb-ı Hak, "Bizgökten temizleyici bir su indirdik" (Furkân, 48) buyurmuştur. Bu âyette seçen "tahûr" (çok temizleyici) kelimesi, (çok içen) kelimeleri gibi, (temizleme) fiili kendisinde tekrar tekrar meydana gelen şey demektir. Tekrar ise, ancak kullanılmış su, temizlikte tekrar kullanılabildiği takdirde söz konusu olur.

Suyun, İçine Düşen Pislikte Necis Olması

İmam Mâlik şöyle demiştir: "Suyun içine bir pislik düşse ve su o pislik yüzünden değişmese (bozulmasa), az da olsa, çok da olsa o su hem temiz, hem temizleyicidir." Bu, Sahabe ve Tâbiî'nin çoğunun görüşüdür.

İmam Şafiî (r.h) ise, "Eğer o su, iki "kulle" (iki büyük küp)den daha az olur ise, bu necasetin düşmesi ile pis olur" demiştir.

Ebû Hanife (r.h) de: "O suyun: kabının yüzeyi, on zira eninde ve on zira boyunda bir alandan daha az olur ise, bununla pis olur" demiştir.

İmam Mâlikin delili şudur: "Allahü teâlâ bu âyette teyemmümü, suyun bulunamamasma bağlamıştır. Hakkında ihtilaf ettiğimiz şu suyu bulan kimse de, su bulmuş sayılır. Binâenaleyh o kimsenin teyemmüm etmesinin caiz olmaması gerekir."

Bu konuda söylenecek son söz şudur: "Suyu bulmuş olma" mânası, özelliği değişmiş az bir su bulunduğu zaman da söz konusudur. Fakat biz deriz ki: "Âmm (genel mefhum), tahsis edilen hususların dışında delildir." Keza Allahü teâlâ'nın "yüzlerinizi yıkayın" sözü, mutlak mânada bir yıkama emridir. Gerek su dışındaki diğer sıvılarla gerekse içine düşen pislik yüzünden özellikleri değişmiş az miktardaki sular hakkında bu emirle amel edilmemiştir. Bu, bunların dışındaki sular hakkında, delil olarak kalır."

İmam Mâlik de şöyle der: "Bu âyet ile yaptığımız istidlal, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "bu, temizleyici olarak yaratılmıştır, onu hiçbir şey kirletemez (pisletemez). Ancak tadı, kokusu veya rengi değişmiş olanlar müstesna... hadîs-i şerîfi ile de kuvvet bulur. Bu hadis, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Su, iki külle miktarına ulaştığı zaman, pisliği taşımaz (yani pislenmez)" hadis-i şerifi ile de tezad teşkil etmez. Çünkü Kur'ân, haber-i vâhidden, sözün mantûku (söylenen hali) mefhumundan (ondan zımnen anlaşılan mânadan) daha evlâdır."

Onbirinci Mesele

Cünüp kimsenin yıkandığı sudan artakalan kısımla, abdest almak caizdir. Ahmed ve İshâk, onunla tek başına kalırsa, kadının yıkandığı sudan arta kalanla abdest almanın caiz olmayacağını söylemişlerdir. Bu, Hasan el-Basrî ve Saîd İbnu'l-Müseyyeb'in görüşüdür. Bizim delilimiz, Cenâb-ı Hakk'ın "su da bulamamışsanız, teyemmüm edin" emridir." Bu suyu bulan kimse, su bulmuş demektir. Binâenaleyh, teyemmüm etmesi caiz değildir. Ona bu caiz olmayınca, o suyla abdest alması caizdir. Çünkü bu ikisi arasında bir fark olduğunu söyleyen yoktur.

Vahşi Hayvanların Artığı

Vahşi hayvanların artığı olan sular, temiz ve temizleyicidir Eşeğin artığı da böyledir. Ebû Hanife (r.h) ise bunun necis, pis olduğunu söylemiştir. Bizim delilimiz şudur: Bu artık suyu bulan kimse, su bulmuş demektir. Binâenaleyh, teyemmüm etmesi caiz değildir. Çünkü, âyetteki "yıkayınız" emri yukarıda da bu iki veçhin izahı geçtiği üzere bütün sulara şamildir.

Onüçüncü Mesele

Su, iki "külle" miktarına ulaştığında ve de ona, onun özelliklerini bozmayan bir pislik düştüğünde, İmam Şafiî (r.h)'ye göre, bu su temiz ve temizleyici olarak kalır. Ebû Hanife (r.h)'ye göre İse, o su pis olur. Bizim (Şâfiîlerin) delilimiz şudur: Böyle bir suyu bulan da su bulmuştur. Bundan dolayı teyemmüm etmesi caiz olmaz. Çünkü kişi, yıkamayla emrolunmuştur. Bu emri de yerine getirmiştir. Binâenaleyh, mükellefiyetten çıkmış olur.

Ondördüncü Mesele

İçinde yaprakların parçalanmış olduğu su ile ilgili olarak, alimlerin pekçok açıklamaları vardır. Fakat bu âyet, o suda mutlak mânada su ismi devam ettikçe, onun temiz ve temizleyici olduğuna delâlet eder. Özet olarak, bu âyet-i kerime kendisinde mutlak anlamda su ismi sürdükçe, her suyun temiz ve temizleyici olduğuna delâlet eder.

Teyemmümle İlgili Meseleler

İkinci Nev': Bu âyetten çıkarılan meselelerin ikinci nev'i de, teyemmümle ilgili meselelerdir:

Vahşi Hayvanların Artığı

Teyemmümde Niyet Şarttır

İmam Şafiî, Ebû Hanife ve müctehidlerin çoğu (r.h), "Teyemmümde niyet etmek lâzımdır" demişlerdir. İmam

Züfer (r.h) ise, bunun vacip olmadığını söylemiştir. Bizim delilimiz Cenâb-ı Hakk'ın, "...teyemmüm edin" emridir. Çünkü teyemmüm, "kastetmek, niyetlenmek" anlamından ibarettir. Binâenaleyh bu ifâde, niyetin gerekli olduğuna delâlet etmektedir.

Teyemmümde Kolların Sınırı

İmam Şafiî ve Ebû Hanife: "Ellerin dirseklere kadar teyemmüm edilmesi farzdır" demişlerdir. Hazret-i Ali ve İbn

Abbas (radıyallahü anh)'dan, ellerin bileklere kadar teyemmüm edileceği rivayet edilmiştir. İmam Mâlik'den de, iki bileğe kadar teyemmüm edileceği; Zühri'den de koltuk altlarına kadar teyemmüm yapılacağı rivayet edilmiştir. Bizim delilimiz şudur: El, şu uzvun koltuğa kadar olan adıdır. Binâenaleyh, âyetteki "...yüzlerinize ve ellerinize sürün" emri, elleri koltuklara kadar meshetmeyi gerektirir. Biz, pazuların bulunduğu kısım hakkında bu nass ile amel etmedik, çünkü biliyoruz ki teyemmüm abdestten bedeldir. Teyemmümün dayanağı ise, hükmü hafifletmektir. Bunun delili ise, abdestte dört uzvu temizlemenin, teyemmümde ise, iki uzvu temizlemenin vacip olmasıdır. Bu mâna, teyemmüm âyetinin sonundaki, "Allah size bir güçlük vermeyi istemez" ifadesiyle de kuvvet kazanır. Binâenaleyh, kollarda pazuların bulunduğu yerlere, abdest alırken itibar edilmediğine göre, bunlara teyemmümde itibar edilmemesi daha evlâdır. Bu delil ile, iki pazuları nassın zahir hükmünün dışına çıkınca, geriye dirseklere kadar iki el kalmaktadır. Velhasıl Allahü teâlâ, teyemmümle ilgili olarak elleri, iki dirsek ile kayıtlamamıştır. Çünkü teyemmüm abdestten bedeldir ve iki elin de abdestte dirseklerle sınırlandırılması, bu sınırlamanın teyemmümde de yapılmasına gerek bırakmamıştır.

Teyemmüm Edilecek Kısımlar

Teyemmümde, o iki uzvu (elleri ve yüzleri) tamamen kaplamak farzdır. Hasan İbn Ziyâd, Ebû Hanife'den,

"Uzuvların ekseri kısmı teyemmüm edilirse, bu caiz olur" görüşünü nakletmiştir. Biz (Şâfiîlerin) delili şudur: "ondan yüzlerinize ve ellerinize sürün..." Yüz ve el, bu iki uzvun tamamının adıdır. Bu emir ancak, bu ikisi kaplama mesh edilirse yerini bulur.

Bir kimse şöyle diyebilir: "Siz, Cenâb-ı Hakk'ın emrindeki bâ harfinin teb'îz için olduğunu söylemiştiniz. Bu âyette de böyledir..."

Dördüncü Mesele

İmam Şafiî (r.h)'ye "Teyemmüm yapan kimse elini yere koyup eline hiçbir toz bulaşmadığı zaman bu kâfi gelmez" demiştir. Bu, Ebû Yusuf (r.h)'un da görüşüdür. İmam Mâlik ve Mâlik (r.h) ise, bunun kâfi geleceğini söylemişlerdir. Bizim delilimiz, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğudur. Buradaki (ondan) bu topraktan herhangi bir miktar sürünmeye delâlet eder. Nitekim, "Falanca, yağdan sürünmektedir" diyen kimse bu mânayı murad etmektedir. Biz bu hususu, Nisa süresindeki (Âyet, 43) teyemmümle ilgili âyetin tefsirinde iyice izah ettik. Allah en iyi bilendir.

Teyemmümde Kullanılacak Maddeler

Şafiî (r.h): "Teyemmüm, ancak halis ve katıksız toprak ile caiz olur" demiştir. Bu, Ebû Yusuf (r.h)'un da görüşüdür. Teyemmüm, Ebû Hanife (r.h) "Toprak, ufatılmış tuğla, kireç, alçı ve zırnîh"ile teyemmüm yapılırsa caizdir" demiştir.

Biz Şafiîlerin delili, şu rivayettir: İbn Abbas, Âyette geçen (......) kelimesi, "toprak" anlamına gelir. Yine, teyemmüm de, mânası aklen anlaşılmayan bir temizliktir. Binâenaleyh, bu hususta gelmiş olan nass ile yetinmek, ona göre amel etmek gerekir. Açıklayıcı nass, toprak hakkında varid olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Toprak, on yıl su bulamasa dahi müslümanı temizleyicidir" ve "yeryüzü bana mescid ve toprağı da temizleyici kılındı" Müsned, 1/98, 158. buyurmuştur. Allah en iyi bilendir.

Altıncı Mesele

Şayet bir kimse rüzgârın önüne dursa, rüzgâr da onun üzerine toz-toprak savursa; o adam eliyle teyemmüm uzuvlarını ister sıvazlasın isterse sıvazlamasın, Şafiî (r.h)'nin mezhebinin zahirine göre, bu teyemmüm için kâfi değildir... Bazı muhakkik âlimler, "Bu kâfidir, çünkü toz o adamın uzuvlarına ulaşıp, sonra o adam da eliyle uzuvları üzerindeki tozları sıvazlayınca, bu kimse böylece uzuvları üzerindeki temiz toprağı kullanmaya niyet etmiş olur. Bu da, teyemmüm için kâfi olur..." demişlerdir.

Başkasının Teyemmüm Ettirmesi

Kabule şayan görüş şudur: Eğer insana, bir başkası teyemmüm yaptırırsa, bu sahihtir. "Bu sahih olmaz, çünkü âyetteki "teyemmüm ediniz" ifadesi, bu işi insanın kendisine emirdir. Halbuki böyle yapıldığı zaman bu emir yerine getirilmemiştir" diyenler de olmuştur.

Teyemmüm Vakti

İmam Şafiî (r.h): "Teyemmüm ancak, namaz vakti girdikten sonra caiz olabilir" derken, Ebû Hanife (r.h): "Namaz vaktinden önce de caiz olur" demiştir. Biz Şâfîîlerin delili şudur: Allahü teâlâ, "Namaza kalkacağınız zaman... su da bulamamışsanız, teyemmüm edin" buyurmuştur. Namaza kalkmak ise, ancak vaktin girmesinden sonra olur.

Dokuzuncu Mesele

Adam ayağını toz kaldıracak kadar yere vursa, Ebû Hanife (r.h): "Bu adamın, kalkan toz ile teyemmüm etmesi caizdir" demiştir. Ebû Yusuf (r.h) ise, bunun caiz olmadığını söylemiştir. Ebû Yusuf'un delili şudur: Allahü teâlâ, "temiz bir toprak ile teyemmüm edin" buyurmuştur. Yerden ayrılan, yükselen toz için, "temiz toprak" tabiri kullanılmaz. Binâenaleyh, bunun yeterli olmaması gerekir.

Onuncu Mesele

Âyetteki, "temiz bir toprak ile teyemmüm edin" ifâdesinden dolayı, pis bir toprak ile teyemmüm etmek caiz değildir. Çünkü pis olan, temiz olmaz...

Su Aranmadan Teyemmüm Edilmez

İmam Şafiî (r.h), şöyle demiştir: "Yolcu, yakınında su bulamadığı zaman, sağdan soldan su aramadıkça, teyemmüm etmesi caiz olmaz. Eğer oralarda bir vadi var ise, vadiye iner; bir dağ bulunuyorsa, dağa çıkar." Ebû Hanife (r.h) de, "O yolcu, zann-ı gâlibince su bulunmadığını hissederse, onun su araması gerekmez" demiştir.

Biz Şâfiîlerin delili şudur: Allahü teâlâ, "su da bulamamışsanız, o zaman teyemmüm edin" buyurmuş ve teyemmümün yapılabilmesi için, kişinin suyu bulamamış olmasını şart kılmıştır. Suyu bulamamak ise, daha önce onu aramış olmaya bağlıdır. Binâenaleyh bu ifade, teyemmümden önce, suyu aramanın gerekli olduğuna delâlet eder.

Onikinci Mesele

Suyu aramak, ancak namaz vakti girdikten sonra sahihtir. Eğer insan, namaz vaktinden önce suyu aramış ise, namaz vakti girdikten sonra da tekrar suyu araması gerekir. Fakat o kimse, durumun değişmediği ve daha önceki gibi su bulamayacağı hususunda kesin bir bilgi sahibi olmuşsa, o zaman müstesna...

Bizim delilimiz şudur: Allahü teâlâ, "...namaza kalkacağınız zaman, ...su da bulamamışsanız, o zaman teyemmüm edin" buyurmuştur. "Namaza kalkacağınız zaman..." ifâdesi, namazın vaktinin girmesinden ibarettir. Binâenaleyh, "...su da bulamamışsanız" ifâdesinin, namaz vakti girdikten sonra su bulamamak mânasında olması gerekir. Namaz vakti girdikten sonra su bulamamak ise, namaz vakti girdikten sonra su arama işinin yapılmasına bağlıdır. Binâenaleyh, su aramanın namaz vakti girdikten sonra yapılması gerektiğini anlıyoruz.

Teyemmüm Hem abdest Hem De Gusul Yerine Geçebilir

Teyemmümün, abdeste bedel olarak caiz olduğu hususunda bir ihtilâf bulunmamaktadır. Fakat, cünüp kimse hakkında, gusle bedel olarak teyemmümün caiz olmasın gelince, Hazret-i Ali ve İbn Abbas (r.h)'tan, bunun da caiz olduğu rivayeti gelmiştir. Fakîhlerin çoğunun görüşü de böyledir. Hazret-i Ömer ve İbn Mesudun ise, bunu caiz görmedikleri rivayet edilmiştir. Bizim delilimiz şudur: Bu hüküm, ya sadece cimâdan dolayı olan cünüplüğe hastır, veyahut da daha umûmî bir cünüplük söz konusu olup, cimâdan dolayı olan cünüptük de buna dâhildir. Şu halde âyetteki, "yahut da kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumda su da bulamamışsanız, o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin" ifâdesinden dolayı, teyemmümün gusle bedel olarak caiz olması gerekir.

Aynı Teyemmümle Birden Fazla Farzın İfası

İmam Şafiî (r.h): "Teyemmüm eden kimse abdesti bozacak bir şey yapmamışsa, abdestli iken yaptığı gibi bir teyemmümle iki vakit farz namaz kılamaz"; Ahmed İbn Hanbel ise: "Bir teyemmümle, istediği kadar kaza namazını kılar, fakat iki vakit farz namazı kılamaz" demişlerdir.

Şafiî'nin delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Namaza kalkacağınız zaman, ...eğer cünüp olduysanız, gusledin. Eğer hasta iseniz veya bir yolculukta iseniz veya biriniz tuvaletten gelmiş ise yahut da kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumda su da bulamamışsanız o zaman teyemmüm edin" âyetidir. Bu âyetle şu şekilde İstidlal edilmiştir: Bu ifâdenin zahiri, su bulunduğu zaman, her namaz kılındığında yeniden abdest almayı; su bulunmadığı zaman ise, yeniden teyemmüm etmeyi gerektirir. Hazret-i Peygamber'in fiiliyatından, tatbikatından dolayı, abdest hakkında, bu ifâdenin zahirine göre amel edilmemiştir. Binâenaleyh bu hükmün, teyemmüm hakkında âyetin zahirine göre kalması gerekir.

Onbeşinci Mesele

Şafiî (r.h): "Vaktin evvelinde su bulamayan, fakat vaktin sonunda su bulacağı ümidini taşıyan kimsenin, vaktin evvelinde teyemmüm etmesinin caiz olduğunu söylerken, Ebû Hanife (r.h), aksine bu kimsenin namazını, vaktin sonuna kadar tehir edebileceğini belirtmiştir. Şafiî'nin delili şöyledir: Allah 'namaza kalkacağınız zaman... su da bulamamışsanız..." buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Namaza kalkacağınız zaman" ifâdesinden, namaza kalkma mânası murad edilmeyip, aksine bundan, namaz vaktinin girmesi mânası murad edilmiştir. İşte bu da, namaz vakti girdiğinde su bulamayan kimsenin, teyemmüm etmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir.

Su Bulununca Teyemmüm Bozulur

Teyemmüm ettikten sonra ve namaza başlamadan önce su bulan kimsenin, teyemmümü geçersiz olur. Ebû Musa el-Eşarî ve Şa'bî, teyemmümün bâtıl olmayacağını söylemişlerdir. Bizim delilimiz, "Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman... su da bulamamışsanız... teyemmüm edin" âyetidir. Cenâb-ı Hak bu âyette, teyemmümle namaz kılmanın caiz olabilmesini, suyun bulunmaması şartına bağlamıştır. Teyemmüm ettikten sonra ve namaza başlamadan önce su bulan kimse hakkında, bu şart ortadan kalkar. Binâenaleyh, o teyemmüm ile namaza başlamasının caiz olmaması gerekir.

Onyedinci Mesele

Bir kimse namazını bitirdikten sonra su bulsa, bu kimsenin namazını iade etmesi gerekmez. Tâvûs, namazı iade etmenin gerekli olduğunu söylemiştir. Bizim delilimiz şudur: Hak teâlâ, "Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman... su da bulamamışsanız... teyemmüm edin" buyurmuş, teyemmümle namaz kılabilmeyi, suyun bulunmaması şartına bağlamıştır. Nitekim böyle de olmuştur. Binâenaleyh bu teyemmümün o kişiden, o mükellefiyetin sakıt olmasına sebep olması gerekir. Çünkü emredilen şeyi yerine getirmek makbuliyet için yeterlidir.

Namazda iken Su Görenin Yapması Gereken

Namaz kılarken su gören kimsenin, namazı bozması gerekmez. Bu görüş, İmâm Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel'in görüşüdür. Ebû Hanife ve Sevrî ise bunun aksini söylemişlerdir ki, bu da Müzeni ve İbn Şüreyh'in tercih ettiği görüştür. Bizim delilimiz şudur: Suyu bulamama, âyetin de kendisine delâlet ettiği gibi, teyemmümle namaz kılmanın caiz olmasını gerektirir. Binâenaleyh, bu kimsenin namazı, bu hükme göre tahakkuk etmiş, yapılmıştır. Bu sebeple, namaz kılarken su bulan kimse hakkında biz şöyle deriz: Bu kimse, namazı bâtıl olmadığı sürece, suyu kullanmaya kadir değildir. Suyu kullanamayan kimsenin ise, namazı bâtıl olmaz. Binâenaleyh, bunlardan her biri diğerine dayanır. Böylece bu, bir "devr" (devr-i fasit) olur; bu ise bâtıldır. Allah en iyi bilendir.

Yanında Su Olduğunu Unutup Teyemmüm Edenin Durumu

Yükünde suyun bulunduğunu unutup da, teyemmüm ederek namaz kılan, sonra da suyun bulunduğunu hatırlayan kimseye, Şafiî (r.h)'nin iki görüşünden birine göre, namazı iade etmek gerekir. Bu, Ahmed İbn Hanbel ile Ebû Yusuf'un görüşüdür. Diğer görüşüne göreyse, bu kimsenin, namazını iade etmesi gerekmez. Bu da, İmam Mâlik ve Ebû Hanife'nin görüşüdür. Şafiî'nin ikinci görüşünün delili şudur: Bu kimse, suyu kullanmaktan âcizdir. Nitekim suyu bulamama, suyu kullanmaktan âciz olmanın sebebi olduğu gibi, unutmak da, suyu kullanmaktan âciz olmanın sebebidir. Binâenaleyh, bu kimsenin de, suyun bulunduğunu unuttuğu için, suyu kullanmaktan âciz olduğu sabit olur. Böylece de bu kimse, Cenâb-ı Hakk'ın, "...su da bulamamışsanız, o zaman teyemmüm edin" ifâdesinin hükmüne dâhil olmuş olur. Şafiî'nin ilk görüşünün delili de, "O kimse, unutmaktan dolayı mazur değildir" şeklindedir.

Yirminci Mesele

Denkler arasında dengi kaybolan kimse hakkında da aynı ihtilâf söz konusudur. Evlâ olanı, namazını iade etmemesidir.

Yirmibirinci Mesele

Yükünde su bulunduğunu unutup, sonca da su arayarak, onu da bulamadığı için, teyemmüm edip böylece de namaz kılan; daha sonra da o suyu bulan kimse hakkında âlimlerin ekserisi, namazını iade etmesinin farz olduğu görüşünü beyân etmişlerdir. Çünkü bu kimsenin mazereti zayıftır. Bazıları da, iade etmesi farz değildir demişlerdir. Çünkü bu kimse suyu iyice araştırıp da bulamadığında, suyu kullanmaktan âciz olmuş demektir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "...su da bulamamışsanız, o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin" ifâdesinin hükmüne dâhil olur.

Yirmiikinci Mesele

Bir kimse, teyemmümle namaz kılıp, sonra da yanıbaşında, suyunu kullanabilmesi mümkün olan bir kuyuda su bulsa, bu durumda bakılır. Eğer o kimse namazı kılmadan önce orada su olduğunu bildiği halde unutmuşsa, bu kimse, adeta yükünde su bulunduğunu unutan kimse gibi olur. Eğer orada su olduğunu kesinlikle bilmiyor idiyse, bu durumda yine bakılır: Eğer o kuyu üzerinde, oranın kuyu olduğuna dair açık bir işaret var ise, bu kimsenin namazını yeniden kılması gerekir. Eğer böyle bir işaret yok ise, namazını iade etmez. Çünkü o bu durumda, suyu kullanmaktan aciz kimse durumundadır. Böylece bu kimse Cenâb-ı Hakk'ın, "...su da bulamamışsanız, o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin" buyruğunun hükmüne girmiş olur.

İşte bu âyetten çıkarılan fıkhî meseleler hakkındaki sözün tamamı budur. Bunların tamamı yüz mesele olup, bunları, yanımızda muteber fıkıh kitaplarından hiçbirinin bulunmadığı ve kalbimin de, kâfirlerin müslüman ülkeleri istilâ etmiş olmaları sebebiyle, karmakarışık olduğu bir dönemde yazdım. Kâfirlerin serlerini def etme hususunda bize yetmesini ve O'nun nasslarından O'nun hükümlerini çıkarmamız hususunda çekmiş olduğumuz bu sıkıntıyı, hasenatımızın seyyiâtımıza üstün gelmesine sebep kılmasını Cenâb-ı Hak'tan niyaz ederim... Çünkü Allah, kendisinden bir şeyler arzu olunan en aziz ve kendisinden bir şeyler istenilen en kerîm varlıktır.

Hak teâlâ "Allah size bir güçlük vermeyi istemez. Fakat sizi iyice temizlemeyi ve size olan nimetini tamamlamayı diler. Umulur ki şükredersiniz" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Allah'ın İrade Sıfatı Hattında Çeşitli Anlayışlar

Âyet, Allahü teâlâ'n m, irâde sahibi olduğunu göstermektedir. Bu âlimlerin üzerinde ittifak ettikleri bir husustur. Fakat onlar, Allah'ın irâde sahibi oluşunun izahı üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Hasan en-Neccâr. "Allah, "mağlup edilemez ve birşeyi yapmaya zorlanamaz" mânasında, irâde sahibidir" demiştir. Bu izaha göre, Allah'ın irâde sahibi oluşu, selbî bir sıfattır. Bazı âlimler, "İrâde, Allah'ın subûtî bir sıfatıdır" demişler ve kendi aralarında değişik görüşlerle ihtilaf etmişlerdir. Bunlardan bazıları, "Allah'ın kendi fiillerini irâde etmesi Allah'ı o fiilleri yapmaya sebep olması mânasına; başkalarının fiillerini irâde etmesi ise, Allah'ın o fiilleri emretmeye sebep olması mânasına gelir" demişlerdir. Bu görüş, Mu'tezile'den Câhiz, Ebû Kasım el-Ka'bî ve Ebu'l-Huseyn el-Basrî'nin görüşüdür.

Diğerleri ise, Allah'ın irade sıfatının, ilim sıfatına zâid bir sıfat olduğunu ifade edip "biz buna "dâî" (sebep) diyoruz" demişlerdir. Sonra bunlardan bir kısmı da, Allah'ın, zâtı gereği irâde sahibi olduğunu söylemişlerdir ki, bu, Hasan en-Neccâr'dan rivayet edilen ikinci görüştür.

Diğer bazı âlimler de, Cenâb-ı Hakk'ın bir irâde ile irade ettiğini söylemişlerdir. Bizim âlimlerimiz, Allah'ın kadîm bir irâde sıfatı ile irade ettiğini söylemişlerdir. Basralı Mu'teziffler, Cenâb-ı Hakk'ın muhdes (sonradan olan) bir irâde ile irâde ettiğini; Kerrâmiyye ise, zâtı ile kâim (birlikte bulunan), muhdes (sonradan olma) bir irâde ile irade ettiğini söylemişlerdir. Allah en iyi bilendir.

Tüm Haricinde Mükellef Tutma Hakkında

Mu'tezile şöyle der: "Âyet, "teklîf-i mâla yutâk"ın (güç yetirilemeyecek şeyle mükellef tutmanın) olamayacağına delâlet etmektedir. Çünkü Allahü Teâlâ, "Allah size, dinde hiçbir güçlük yüklemedi" (Hacc, 78) diye haber vermiştir. "Teklîf-i mâla yutâk"ın, güçlüklerin en çetini olduğu malumdur."

Alimlerimiz ise şöyle demişlerdir: "Malum olan şeyin hilafı imkansız olduğuna göre, bizi ilzam ettiğiniz şey sizi de ilzam eder."

Zarar İzale Olunur

Bil ki bu âyet, şeriatta çok önemli bir asıldır. Bu asıl kaide şudur: "Zararlı şeylerde aslolan, onun meşru (helal) olmamaşıdır." Bunun böyle olduğuna, şu âyet de delâlet eder: "Allah size, dinde hiçbir güçlük yüklemedi" (Hacc, 76). Hak teâlâ'nın "Allah size kolaylık diler, güçlük dilemez" (Bakara, 188) âyeti de buna delâlet eder. Keza şu hadisler de bunu gösterir: "İslam da zarar verme ve zarara zararla karşılık verme yoktur " Keşfu'l-Hafa, 2/365 Akleri de, zararların uzaklaştırılmasının güzel ve yerinde kabul edilmesi, buna delâlet eder. Binâenaleyh şeriatta da durumun aynı olması gerekir. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Müslümanların güzel ve hoş saydıkları şey, Allah katında da güzel ve Keşfu'l-Hafa, 2/188. Faydalı olan şeylerde, aslolan mübahlıktır" kaidesini şu şekilde izah ederiz:

a) Cenâb-ı Hak, "Allah, yeryüzünde olan herşeyi sizin için yarattı" (Bakara. 29) buyurmuştur.

b) Allah, "Bugün size bütün tayyibât (iyi ve temiz nimetler) helâl kılındı" buyurmuştur. Biz, daha önce, "tayyibât"tan muradın, lezîz ve kendisinden istifâde edilen şeyler olduğunu açıklamıştık. Bu iki temel kaide, böyle sabit olunca, kıyâsı kabul etmeyenler şöyle demişlerdir: "Şeriatta kıyâs yapmaya kesinlikle ihtiyaç yoktur. Çünkü meydana çıkan her hadisenin hükmü geniş olarak, eğer kitap ve sünnette zikredilmiş ise, hüküm işte odur. Eğer böyle olmaz ise bu durumda bakarız, hükmedeceğimiz şey, zararlı bir şey ise, "zararlı şeylerde aslolan haramlıktır" delilinden hareket ederek, onun haram olduğunu; yok o faydalı ve menfaatli bir şey ise, faydalı şeylerin mubah olduğuna delâlet eden delillerden hareket ederek, onun mubah olduğunu söyleriz. Hiç kimse, hiçbir kıyâs ile, bu iki temel kaideyi zedeleyemez. Çünkü bu iki temel düstura ters olarak yapılacak kıyâs, aslında nassa karşı yapılmış bir kıyâs olur ki kabul edilmez. Binâenaleyh yapılacak kıyâs geçersiz olur.

Burada, “Temizlemek” den Maksad

Âyetteki, "Fakat (Allah) sizi iyice temizlemeyi diler" buyruğundaki, "temizleme"nin ne olduğu hususunda âlimler Burada " ihtilaf etmişlerdir:

1) Ebu Hanife'nin talebelerinden rey taraftarı olanların çoğu "İnsandan, abdesti bozan birşey çıktığında, uzuvlar hükmî bir necaset ile pislenmiş olurlar. Binâenaleyh âyette bahsedilen "temizleme", işte bu hükmî necaseti gidermektir" demişlerdir. Bizce bu, gerçekten uzak bir ihtimaldir. Bunun uzak olduğuna şunlar delâlet eder:

a) Cenâb-ı Hak, "Müşrikler ancak bir pisliktir" (Tevbe, 28) buyurmuştur. Âyette geçen (ancak) kelimesi, hasr (sadece) mânası ifâde eder. Bu da mü'minin hiçbir uzvunun pis olmadığını gösterir.

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Mü'min, ölü iken de, diri iken de pis değildir" Buhari, Gusül, 23, 24; Müslim, Hayz, 115 (1/282). buyurmuştur. İşte bu hadis, geçen o âyetle birlikte, sanki onların sözlerinin yanlış olduğunu gösteren bir nassdır.

c) Ümmet, abdestsiz kimsenin bedeninin ıslak olması ve elbisesinin vücuduna yapışması halinde, o elbisenin pis olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Hatta birisi, o ıslak elbiseyi alıp giyse ve onunla namaz kılsa, namazı bozulmaz. İşte bu da, abdestsiz mü'minin bedeninin pis olmadığına delâlet eder.

d) Eğer abdestsizlik, abdest azalarından o dört uzvun pis olmasını gerektirseydi ve o dört uzvu temizlemek, bütün uzuvları temizlemiş olmayı gerektirseydi, o zaman abdestin, şeriatların değişmesine göre, değişmemesi gerekirdi. Malumdur ki durum böyle değildir.

e) Bir yerden pisliğin çıkması, nasıl bedenin başka yerlerinin pis olmasını gerektirir?

f) Cenâb-ı Allah'ın, "...Fakat (O) sizi iyice temizlemeyi diler" buyruğu teyemmümün peşisıra zikredilmiştir. Halbuki teyemmümün kirlenmeyi artırdığı, temizliğe ve nezâfete ters olduğu ve hiçbir pisliği gidermediği açıkça bilinen birşeydir.

g) Mest üzerine meshetmek, ayakları yıkamanın yerini tutar. Halbuki meshin, ayaktaki kirlerden hiçbir şeyi gidermediği malumdur.

h) Giderilmesi istenen, eğer maddi bir şey (pislik) ise, zaten duyularımız, onun bâtıl olduğu neticesine varır. Eğer arazî (görülmeyen) bir şey ise, bunu gidermek imkânsızdır. Çünkü arazların (sıfatların), bir yerden başka bir yere geçmesi imkânsızdır. İşte yaptığımız bütün bu izahlar ile, o fakîhterin söyledikleri bu sözün gerçekten uzak bir söz olduğu sabit olur.

2) Âyette geçen "temizlememden maksad, kalbin, Allah'a itaat hususunda başkaldırma, diretme ve isyan sıfatından temizlenmesidir. Çünkü inkâr ve günah, ruh (kalp) için birer pisliktir. Zira pislik, giderilmesi, yok edilmesi ve uzaklaştırılması istenen birşey olduğu için "necaset" diye isimlendirilmiştir. İnkâr ve günah da böyledir. Binâenaleyh inkâr ve günah da, ruhdaki bir takım pislikler olmuş olurlar. Maddi pislikleri gidermek, "taharet" diye ifâde edildiği gibi, bozuk inanç ve kötü huylan gidermek de "taharet" diye ifâde edilmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Müşrikler, ancak bir pisliktir" (Tevbe 28) buyurmuş ve onların inançlarını da "pislik" saymıştır.

Ve yine Cenâb-ı Hak, "Ey ehl-i Beyt, Allah sizden ancak kiri gidermek ve iyice temizlemek ister" (Ahzâb, 33) buyurmuş, böylece ehl-i beyt'in günahlardan uzak kalmasını, onlar için bir "temizleme" kabul etmiştir. Yine O, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) hakkında. "şüphesiz ki seni öldürecek ve nezdime yükseltip, kâfirlerden (kurtarıp) temizleyecek olan benim" (Âl-i İmran, 55) buyurmuş ve böylece Hazret-i İsa'yı, kâfirlerin tenkidlerindan ve tasarruflarından kurtarışını, onun için bir "temizleme" saymıştır.

Bunu iyice kavradığın zaman, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, kullarına o belli uzuvlara o uzuvlar temiz olmalarına rağmen su ulaştırıp yıkamalarını emredince, kul bu mükellefiyette aklı ile anlayabileceği bir faydanın bulunduğunu bilemez. Binâenaleyh kul, bu mükellefiyetleri kabul edip, onlara uyunca, bu inkiyadı, sırf kulluğunu ortaya koymak ve Allah'ın rubûbiyyetine boyun eğmek için olur. Böylece de bu inkıyâd, kulun kalbinden isyan izlerini tamamen siler ve bu bir nevî (manevî) bir temizlik olmuş olur. Bu sebeple, bu amellerin "temizlik" diye adlandırılması hususundaki en doğru izah budur. İşte bu husus, mü'minin abdest alırken, yüzünü, ellerini ve ayaklarını yıkayıp başına meshettiğinde, bu uzuvlarının günahlarının döküldüğünü ifâde eden pek çok hadis ile de kuvvet kazanır.

Bil ki anlattığımız bu kaide, Şafiî (r.h)'nin mezhebinde muteber bir kaide olup, temizlik konusundaki hilafiyyat meselelerinin çoğu buna dayanır. Allah en iyi bilendir.

Nimetleri Tamamlamak Ne Demektir?

Cenâb-ı Allah"ve size plan nimetini tamamlamayı diler" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu söz, sûrenin başından buraya kadar bahsedilen şeylerin tamamı ile ilgilidir. Zira Allahü teâlâ, sûrenin başında yiyeceklerden lezîz ve hoş olanlar (tayyibât) ile kadınları mubah kılarak kullarına in'am ettiğini belirtmiş, bundan sonra da abdestin farz oluş keyfiyetinden bahsetmiştir. Binâenaleyh sanki o, bu ifâdede şöyle demek istemiştir: "Ben, önce dünya nimetlerinden, ikinci olarak da din nimetlerinden bahsederek, nimetlerimi (saymayı) tamamladım.

b) Bundan murad, "Yolculuk ve hastalık halinde teyemmüme ve mükellefiyetlerinizi hafifletmeye müsaade ederek, size olan nimetlerimi tamamladım. Binâenaleyh sizler bununla, Kıyamet gününde de, günahlarınızı affedip, kötülüklerinizi bağışlamak suretiyle cezanızı hafifleteceğime istidlal edin" mânâsıdır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Umulur ki şükredersiniz" buyurmuştur. Burada geçen (belki, umulur ki) kelimesi ile ilgili izahımız, (Bakara, 21) âyetinin tefsirinde geçti. Allah en iyi bilendir.

Allah'ın Üzerinizdeki Nimetini ve Ahdini Hatırlayın

7

"Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve "Dinledik, itaat ettik" dediğiniz zaman, onun sizden aldığı o ahdini hatırlayın. Allah'a saygılı olun. Şüphe yok ki Allah, göğüslerin sahip olduğu (sırları) bilir"

Bil ki Allahü teâlâ, geçen mükellefiyetlerden bahsedince, bunun peşinden, kullarının kabul etmeleri ve boyun eğmeleri gereken misâkı zikretmiştir.

Bunun iki sebebi vardır:

Allah'ın Nimeti

Birinci Sebep: Allah'ın, kullarına olan nimetlerinin çokluğudur... İşte bu, 'Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın" emrinden anlaşılmaktadır. Malumdur ki 'nimetin çokluğu", kendisine nimet verilenlerin nimet verene hizmet etmekle meşgul olmalarını, O'nun emir ve yasaklarına uymalarını gerektirir. Bu hususta iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Allah, "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın" buyurmuş, "Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın" diye kelimeyi çoğul getirmemiştir. Çünkü bundan maksad, Allah'ın nimetlerinin sayısının ne kadar olduğunu düşünme değil, aksine O'nun nimetlerini bir "cins" olarak düşünmektir. Çünkü bu cins nimet, Allah'dan başkasını eremeyeceği bir nimettir. Binâenaleyh kim hayat, sıhhat, akıl, hidayet, belâlardan coruma ve hem dünyevî, hem de uhrevî her türlü hayrı nasîp etme gibi nimetleri vermeye kadir olabilir? İşte bu sebeple Cenâb-ı Hakk'ın nimetinin cinsi, O'ndan başkasının veremeyeceği bir cins nimettir. Buna göre âyetteki, "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın..." emrinden maksad, O'nun nimetinin, başkasının nimetinden farklılığını düşünmeyi sağlamaktır. Zira bu, mümtaz bir nimettir. Bu farklılık da, başkasının böyle bir nimet vermeye kadir olamayışıdır. Malumdur ki, nimet her ne zaman bu şekilde olursa, ona karşı şükrü edâ etmenin gerekliliği, o nisbette tam ve mükemmel olur.

Allah'ın Nimetlerinin Unutulmasının Sebebi

Hak teâlâ'nın, "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın" emri, verilmiş olan nimetlerin unutulmuş olduğunu ihsas ettirmektedir. Binâenaleyh o nimetlerin bu kadar çok olmasına ve her zaman, her an bize peşpeşe verilmesine rağmen, unutulmuş olması nasıl düşünülebilir? Buna şu şekilde cevap verilir: O nimetler çok ve peşpeşe olmaları sebebi ile, alışılmış bir hal alırlar. Bundan dolayı da çokça verilmesi ve görülmesi, bir nevî unutulma sebebi olur. İşte bundan ötürü, muhakkik âlimler, "Allah çok zahir olduğu için, bâtındır" demişlerdir. Bu onların, "Çok zahir elması sebebi ile akıllardan perdelenen ve nurunun mükemmelliği sebebi ile akıllara görünmeyen O yüce zâtı tenzih ve takdis ederiz" sözlerinin ifâde ettiği mânadır.

Allah'ın Ahdi

İkinci Sebep: İnsanların, Cenâb-ı Hakk'ın yüklediği mükellefiyetlere boyun eğmelerini gerekli kılan sebeplerden birisi de, Allah'ın onları bağladığı (onlardan almış olduğu) ahdidir. "Muvasaka", kişinin akid yaparak, sağlam bir şekilde bağlandığı anlaşma demektir. İşte bu âyet, sûrenin başındaki "Ey iman edenler, bağlandığınız ahidleri yerine getirin..." (Maide, 1) âyetine benzer. Müfessirler bu âyette bahsedilen "Mîsâk" hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Bundan maksad, Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) ile iyi ve kötü anlarda O'nu dinleyip itaat edeceklerine dâir O'nunla sababe arasında geçen anlaşmadır. Bu mesele Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, başlangıçta (hicretten az önce) ensar ile; daha sonra Şecere-i Rıdvan altında genel olarak bütün mü'minlerle ve bu ikisi dışında muhtelif zamanlarda mü'minler ile bîatlaşmasıdır. Cenâb-ı Hak, işte peygamberinin aldığı bu mîsakı kendisine izafe etmiştir. Bu tıpkı, "Gerçekten sana biat edenler, ancak Allah'a bîat etmiş olurlar" (Fetih, 10) ve "Kim Peygambere itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir" (Nisa, 80) âyetlerinde buyurulduğu gibidir. Allah, daha sonra o insanların, bu mîsakı kabul edip, o müketlefiyetteri üstlenerek "Dinledik ve itaat ettik" dediklerini belirterek, bu hususu te'kid etmiştir. Sonra da o insanları, o ahid ve mîsaklarım bozmamaları için korkutup sakındırarak: "Allah'a saygılı ölün. Şüphe yok ki Allah, göğüslerin sahip olduğu (sırları) bilir" buyurmuştur. Bu, "Ahidlerinizi bozmayın ve içinizden onu bozmaya niyetlenmeyin. Çünkü böyle bir niyet kalbinize ve aklınıza gelirse, Allah onu bilir ve cezasını verme bakımından O yeter" demektir.

2) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bu, İsrâiloğullarının, "Tevrat'a ve Tevrat'ta bulunan herşeye inandık" dedikleri zaman, Allah'ın onlardan almış olduğu mîsâktır (sözdür). Binâenaleyh Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, peygamber olarak gönderileceği müjdesi, Tevrat'ta yer alan hususlardan biri olduğuna göre, onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kabul etmeleri gerekirdi."

3) Mücâhîd, Kelbî ve Mukâtil de, bu mîsâk'ın, Cenâb-ı Hakk'ın insanları Hazret-i Adem'in sulbünden çıkarıp, kendilerini yine kendilerine şâhid tutarak, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (Araf, 172) dediği zaman almış olduğu mîsaktır. Eğer, "Bu görüşe göre olan ahd ve mîsakı insanlar hatırlamıyorlar. Öyle ise, onlardan bu mîsakı muhafaza etmeleri nasıl istenebilir?" denirse, biz deriz ki: Allahü teâlâ bunun böyle olduğunu haber verdiğine göre, bunun olmuş olduğunu kesinkes söylemek ve inanmak gerekir. İşte bu durumda da Allah'ın insanlara, bu ahde vefa göstermelerini emretmesi güzel ve yerinde olmuş olur.

4) Süddî, "Bu ahidden maksad, Allahü Teâlâ'nın birliğini ve dinî ahkâmının mâkuliyetini gösteren aklî ve nakli delillerdir" demiştir. Kelamcıların çoğunun tercih ettiği görüş de budur.

Allah İçin Adaleti Gerçekleştirin ve Doğru Şahitlik Yapın

8

"Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şâhidlik edenler olun. Bir kavme olan kininiz, sizi adalet yapmamaya sevk etmesin. Adaleti uygulayın bu takvaya en yakın olan şeydir. Allah'a saygılı olun. Şüphesiz Allah ne yaparsanız, hakkıyla haberdârdır".

Bu ilahî buyruk da önceki âyetlere bağlı bir ifâde olup, bundan maksad, mükellef oldukları şeylere boyun eğip, onları yerine getirmeye teşviktir

Bil ki mükellefiyetler ne kadar çok olsa da, şu iki ana grupta toplanırlar:

a) Allah'ın emirlerine saygı duymak...

b) Mahlûkâta (insanlara) karşı şefkatli olmak... Buna göre âyetteki, "hakkı ayakta tutanlar (olun)" emri, birinci kısma, yani Allah'ın emrine saygı duymaya işarettir. Allah için "kavvâmûn" (ayakta olmak, ayakta tutmak) olmanm kulluğu ortaya koyup, Rubûbiyyete saygı duyma gibi, yerine getirilmesi heryerde hakkı Allah için ayakta tutmak demektir. Âyetteki, "adaletle şâhidlik edenler olun" buyruğu da insanlara şefkatli olmaya işarettir.

Bu ifâde ile ilgili iki görüş vardır:

a) Atâ, "Şahitlik ederken sevdiklerinin ve akrabalarının tarafını tutma, düşmanların ve muhaliflerinin lehine olacak şahadetini de onlardan esirgeme" demiştir.

b) Zeccac, "Bunun mânası, "Allah'ın dinini açıklamak suretiyle adaletle şâhidlik edenler olun" demektir. Çünkü şâhid, şâhidlik ettiği hususu açıklayan kimsedir" demiştir.

Bir Tarafa Duyduğunuz Kin Sizi Adaletten Uzaklaştırmasın

Cenâb-ı Hakk'ın "Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin" demektir. Bu ifadenin takdiri, "Onlar hakkında adalet yapmamanıza sebep olmasın" demektir. Fakat sözden anlaşıldığı için, (onlar hakkında) lafzı hazfedilmiştir. Bu âyetle ilgili şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Bu emir, herkes için olup, manası "Herhangi bir kavme olan kininiz, sizi, onlara zulmetmeye ve onlara karşı haddi aşmaya götürmesin, aksine size kötülük etseler ve sizi korkutsalar da veya size iyilik etseler de, onlar hakkında âdil olunuz" demektir. İşte bu umûmi bir hitap olup, Allahü teâlâ'nın, herkese adalet ve insafla hükmetmelerini, haksızlık, zulüm ve eziyeti bırakmalarını emretmesi mânasına gelir.

b) Bu emir, kâfirlere karşı davranışla ilgilidir. Çünkü bu âyet, Kureyş kâfirleri, müslümanların Mescid-i Harama girmelerine mâni oldukları zaman nazil olmuştur. Eğer, "Bu müslümanların müşriklere zulmetmeleri nasıl anlaşılacak? Zaten müslümanlara onları öldürüp, çoluk çocuklarını esir ve cariye etme, mallarını alma emri verilmiştir?" denirse, biz deriz ki: Müslümanların, müşriklere pek çok yönden zulmetmeleri mümkündür. Meselâ:

a) Kâfirler müslüman olduklarını açıkça söyledikleri halde, müslümanlar bunu kabul etmeyerek (zulmedebilirler).

b) Babalarını üzmek için, henüz mükellef olmayan küçük çocuklarını öldürerek (zulmedebilirler).

c) Onlara "müsle" (çeşitli organlarını keserek işkence) yapmak suretiyle (zulmedebilirler).

d) Onlara, verdikleri sözü ve anlaşmayı bozarak (zulmedebilirler). Birinci açıklama daha uygundur.

Sonra Allahü teâlâ, "Adaleti uygulayın bu takvaya en yakındır" buyurmuştur. O, mü'minleri önce, bir topluluğa olan kinlerinin kendilerini adaletsizliğe sevketmesinden nehyetmiş, sonra da yeni bir cümle ile, bu hususu te'kid etmek için, adaletle davranmalarını açıkça emretmiş, daha sonra da adaletti olmalarının sebebini, "Bu, takvaya en yakın olan şeydir" diye belirtmiştir. Bunun bir benzeri de, "Affetmeniz, takvaya daha yakındır" (Bakara, 237) âyetidir. Bu ifâde ile ilgili şu iki izah vardır:

a) "Allah'a âsî olmaktan (sakınmaya), daha yakın ve uygundur" demektir.

b) "Allah'ın azabından ittikaya (korunmaya) daha uygun ve yakındır." Bu ifâdede, Allah düşmanı kâfirlere karşı, adaletle davranmanın vacip olduğu hususunda, önemli bir uyarı vardır. Binâenaleyh Allah dostu ve sevgilisi mü'minlere karşı adaletle davranmanın vacip oluşunun derecesi artık buna kıyas edilmelidir.

Sonra Cenâb-ı Hak, itaatkâr kullarına bir vaad, günahkâr kullarına bir va'îd olarak "Allah'a saygılı olun, şüphesiz ki Allah ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır" buyurmuştur. Bu, "Allah herşeyi bilendir. Binâenaleyh hiçbir haliniz O'na saklı kalmaz" demektir.

İman Edip İyi İşler Yapanların Mükâfatı

9

Âyetin tefsiri için bak:10

10

"Allah, iman eden ve salih ameller işleyenlere, "Onlar için bir mağfiret ve çok büyük bir mükâfaat var" diye vaadetti. İnkâr edip, âyetlerimizi yalanlayanlara gelince onlar da alevli ateşe arkadaş olacaklardır".

Cenâb-ı Hak, mü'minlere olan vaadini "İman eden ve salih ameller işleyenlere, "Onlar için bir mağfiret ve çok büyük bir mükâfaat var" diye beyan etmiştir. Mağfiret, günahları affedip, cezasını düşürmektir. Nitekim Allah, "İşte Allah, bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir" (Furkan, 70) buyurmuştur. "Çok büyük bir mükâfaat" ifâdesi ise, onları ecirlendirmektir. Hak teâlâ'nın bu buyruğu ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:

a) Allahü teâlâ önce, "Allah, iman eden ve salih ameller işleyenlere vaadetti" buyurmuştur. Buna karşı sanki, "Onlara neyi vaadetti?" denilmiş de Cenâb-ı Hak "Onlar için bir mağfiret ve çok büyük bir mükâfaat var" cevabını vermiştir.

b) Bu ifâdenin takdiri, "Allah iman edip salih ameller işleyenlere vaadde bulundu ve onlara, "Sizin için mağfiret ve büyük bir mükâfaat vardır" dedi" şeklindedir.

c) Âyetin başındaki (vaadetti) (dedi) manasındadır. Buna göre âyetin mânası, "Allah, iman eden ve salih amel işleyenler hakkında, "Onlar için mağfiret ve ecr-i azîm vardır" dedi" şeklindedir.

d) "Onlar için bir mağfiret ve ecr-i azîm vardır" sözü, fiilinin mef'ul-ü bihidir. Yani, "Allah, onlara bunları vaadetti" demektir.

Eğer, "Cenâb-ı Hak, önce vaadedilen şeyi haber vermiş olsaydı, bu daha kuvvetli olurdu. Niçin o, önce vaadettiğini haber vermiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Bunun, Allah'ın vaadi olduğunu haber vermek daha güçlüdür. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu vaadi, kendisine nisbet ederek, "Allah vaadetti" buyurmuştur. İlah, herşeye kadir olan, herşeyi bilen ve hiçbir şeye muhtaç olmayandır. Gerçek ilahın böyle oluşu, vaadinden dönmesini imkânsız kılar. Çünkü vaadden dönmek, ya vaad unutulduğu için bilmemeden ötürü olur, ya vaadini yerine getiremediği için acizlikten ötürü olur, yahut o şahsın sözünü tutmasının cimriliği mani olduğundan ötürü veyahut da vaadedenin kendisinin o şeye muhtaç olmasından ötürü olur. Binâenaleyh gerçek tanrı (ilah), bütün bunlardan münezzeh ve beri olduğuna göre, vaadinden cayması İmkânsız olur. Böylece de, O'nun vaadettiğini bildirmek, bizzat va'dettiği şeyi haber vermekten daha güçlü ve kuvvetli olur. Hem sonra bu vaad haberi, insana ölümünden önce ulaştığı için, ölüm sekerâtı esnasında onun için bir sürür ve sevinç kaynağı olur da, böylece ölümün şiddeti ona hafif gelir. Öldükten sonra ise, bu vaad sebebi ile, kabir karanlığında kalışı ve kıyametin dehşeti ile karşılaştığı Arasat meydanında bekleyişi, ona kolay gelir.

Allahü teâlâ bundan sonra kâfirlere karşı olan vaîdini beyan ederek, "İnkâr edip, âyetlerimizi yalanlayanlara gelince; onlar da alevli ateşe arkadaştırlar" buyurmuştur. Bu âyet, cehennemde ebedî kalışın, sadece kâfirler için olduğunu kesin olarak ifâde eden bir nasstır. Çünkü, "Onlar da alevli ateşe arkadaş olacaklardır" sözü, hasr (sadece) mânası ifâde eder. Arkadaşlık (dostluk), ayrılmamayı gerektirir. Nitekim, "Devamlı çölde bulunan, oradan hiç ayrılmayanlar" mânasında, "ashâb-ı sahra" denilir.

Hazret-i Peygamber'e Suikast Tertipleyenler

11

"Ey İman edenler, Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani bir güruh size ellerini uzatmaya yeltenmişti de, O (Allah), bunların ellerini sizden çekmişti. Allah'dan ittikâ edin. Mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsinler"

Âyetin (Maide 11) Nüzul Sebebi

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Bu âyetin sebeb-i nüzulü hakkında şu iki rivayet vardır:

1) İslâm'ın ilk yıllarında müşrikler galip, müslümanlar ise mağlup idiler. Andolsun ki müşrikler devamlı müslümanlara zarar vermeyi, onları öldürmeyi ve mallarını mülklerini yağmalamayı istiyorlardı. Allahü teâlâ ise, İslamiyyet kuvvet kazanıp, müslümanların şevketi ve gücü artıncaya kadar, müşriklerin bu isteklerine manî olmuştur. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, "Ey iman edenler, Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani müşrik olan bir güruh, sizi öldürmek, mallarınızı yağmalamak ve yurtlarınızdan sürmek için, ellerini size uzatmışlardı da, Allah, lütfu ve rahmeti gereği, onların ellerini, sizin üzerinizden çekmişti. İşte böylesi büyük nimetler, Allah'a isyan etme ve O'na karşı gelmeden geri durmanızı gerektirir. O halde Allah'dan korkun ve mü'minler sadece Allah'a güvenip dayansınlar, tevekkül etsinler. Yani Allah'a itaata devam ediniz. Ona itaat hususunda, hiç kimseden korkmayınız" demiştir.

2) Bu âyet, belli bir hâdise hakkında nazil olmuştur. Bu belli hâdise hakkında şu rivayetler zikredilmiştir:

a) İbn Abbas(radıyallahü anh), Kelbî ve Mukâtil şöyle demişlerdir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Amiroğullarına bir seriyye (askerî birlik) göndermişti. O seriyyenin bütün mensupları, üç kişi dışında, Bi'r-i Ma'ûne (Ma'ûne Kuyusu) denilen yerde, tamamen öldürülüp şehid olmuşlardı. Üç kişiden birisi, Amr İbn Umeyye ed-Damrî idi. Bu ve diğer bir müslüman, beraberce, başlarına geleni haber vermek için Hazret-i Peygamber'e gelmek üzere yola çıktılar. Derken bunlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendilerine emân (güvence) vermiş olduğu Süleymoğulları kabilesinden iki kişiye rastladılar ve emânları olduğunu bilmedikleri için, onları öldürdüler. Süleymoğulları da öldürülen o iki şahsın diyetini istemek için Hazret-i Peygamber'e geldiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), beraberinde Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali olarak, Medine'den çıkıp yahûdî Nadiroğulları kabilesine geldi. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hem biribirleriyle savaşmama, hem de diyetler hususunda yardımlaşma konusunda, Nadiroğulları ile anlaşmalı idi. İşte bu sebeple Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, "Ashabımdan birisi taraûmdan emâm olan iki adam öldürmüş. Öldürülen o iki şahsın diyetini vermem gerekiyor. Sizin bu diyete yardım etmenizi istiyorum" dedi. Onlar, "Otur, sana yemek yedirelim ve istediğini verelim" dediler. Daha sonra Hazret-i Peygamber ve yanındakileri öldürmeyi kurdular. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm) inerek, durumu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber verdi. Hazret-i Peygamber, beraberindeki Sahabe ile birlikte derhal kalkıp dışan çıktılar. Yahûdîler de, "Tencerelerimiz kaynıyor" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, onlara niyetlendikleri iş ile ilgili olarak kendisine vahiy geldiğini bildirdi." Atâ, o yahûdilerin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üstüne bir değirmen taşı veya bir kaya atma hususunda birbiriyle istişare ettiklerini söylemiştir. Hatta o kayayı attıkları, ama Cebrail (aleyhisselâm)'in onu tuttuğu rivayet edilmiştir.

b) Diğer âlimler şöyle demişlerdir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir yerde konaklamıştı. Müslümanlar yanından ayrılmışlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in silahı ağaçta asılı idi. Derken bir bedevi Arap geldi, Resûlullah'ın kılıcını alıp kınından çıkardı ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in başına gelip, "Seni benim elimden kim kurtarabilir?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), üç kere "Allah, Allah, Allah" dedi. Cebrail (aleyhisselâm), kılıcı o bedevinin elinden düşürdü. Kılıcı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) alıp, "Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?" deyince, o, "hiç kimse" cevabını verdi. Sonra Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabına seslenerek, durumu onlara haber verdi, o bedeviyi de cezalandırmadı" İşte bu İki rivayete göre, âyetteki "Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün..."emrinden maksad, Hazret-i Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'den, müşriklerin serlerini ve kötülüklerini defetmiş olması sebebi ile Allah'ın, mü'minlere olan nimetini hatırlatma olur. Çünkü eğer müşriklerin (ve yahûdilerin) bu kötü niyetleri gerçekleşmiş olsaydı, hiç şüphesiz bu, büyük belâ ve sıkıntı olurdu.

c) Rivayet olunduğuna göre müslümanlar, "Asefân" denilen yerde, öğle namazını cemaatle kılıyorlardı. Namazlarını bitirince, müşrikler nedamet duyarak, "Keşke onlar namazda iken, işlerini bitirseydik" dediler. Bunun üzerine müşriklere, "müslümanların bundan sonra kılacakları bir namaz vardır ki, bu namazı onlar çocuklarından ve babalarından daha fazla severler" denildi. Bu sözü söyleyenler, bununla ikindi namazını kastediyorlardı. Müşrikler de, müslümanlar ikindi namazını kılarken, onların işini bitirmeye niyetlendiler. Cebrail (aleyhisselâm), bunun üzerine, korku halindeki namaza dair hükümleri ifâde eden âyetleri getirdi.

İkinci Mesele

Birisi birisine sövüp kötü söylediğinde, dilini ona uzattı"; yine birisi birisini yakaladığında, o, elini ona uzattı" denilir. Binâenaleyh, âyette geçen "el uzatma"nın mânası, birşeye elini uzatıp yakalamak demektir. Baksana, Arapların (Falanca, satıcıya elini uzatıyor) sözleri aynı mânayadır. Buna göre âyetteki, tabiri "Allah, onların ellerinin size ulaşmasına mâni oldu" demektir.

İsrailoğullarından Alınan Ahid

12

"Andolsun ki Allah İsrailoğullarından misak (söz) almıştı. Biz, içlerinden oniki nakib (kefil) seçmiştik. Allah demişti ki: "Ben, muhakkak sizinle beraberim: Eğer namazı kılar, zekatı verir, peygamberlerime inanır, onlara destek olursanız ve Allah'a güzel bir borç verirseniz, mutlaka sizin günahlarınızı örterim (bağışlarım) ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Artık içinizden kim, bu (mîsakdan) sonra kâfir olursa, muhakkak ki o, dosdoğru yoldan sapmış olur".

Âyetin Mâkabliyle Münasebeti

Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Bil ki bu âyetin, önceki âyetlerle ilgisi hakkında birkaç izah vardır:

1) Allahü teâlâ, yukarıda geçen âyette "Allah'ın üzerinizdeki nimetinive: "Dinledik, itaat ettik" dediğiniz zaman, onun sizi bağladığı o ahdini hatırlayın" (Mâide.7) diye mü'minlere hitap etmiş, sonra şimdi de, İsrâiloğullarından mîsâk aldığını, fakat onların bu mîsakı bozduklarını ve buna uymadıklarını zikretmiştir. Binâenaleyh, "Ey mü'minler, bu kötü huy bakımından o yahûdiler gibi olmayın ki, başlarına gelen lanet, zillet ve meskenet hususunda da onlar gibi olmayasınız" demek istemiştir.

2) Cenâb-ı Hak, "Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani bir güruh size ellerini uzatmaya yeltenmişti de..." buyurup ve biz de, bazı rivayetlerde bu âyetin yahûdiler hakkında nazil olduğunu ve onların Resûlullah'a bir suikasd peşinde olduklarını zikretmiştik. İşte Allah bu âyeti (Maide, 11) zikredince, bunun peşinden o yahudilerin kepazeliklerini ve onların devamlı olarak ayıplarım ve de mîsaklarını bozduklarını anlatmıştır.

3) Önceki âyetlerden maksat, mükellefleri, mükellefiyetlerini kabul etme ve diretip âsî olmayı bırakmaya bir teşviktir. Böylece Cenâb-ı Hak, onlar, mükellefiyetler ve mecbur tutulma hususunda adetullahın sadece onlara has olmadığını, aksine bunun bütün kullarına uygulamış olduğu bir âdeti olduğunu bilsinler diye, onları mükellef kıldığı gibi, müslümanlardan önceki ümmetleri de mükellef tuttuğundan bahsetmiştir.

Nakib Kelimesinin İzahı

Zeccâc, "en-nakîb" kelimesinin, fail vezninde bir kelime olup, bu kelimenin aslının "geniş delik" demek olan "en-nakbu" kelimesinden geldiğini söylereyerek, sözüne şöyle devam etmiştir: Nitekim hallerini ve sırlarını adeta delerek ortaya koyduğu, izhar ettiği için, "Falanca, o topluluğun nakîbidir" denilir, "Faziletleri" mânasına, menakıb kelimesi de bu köktendir. Çünkü bu faziletler ancak, çok İyi bir araştırma neticesinde ortaya konulur. Yine, "delme işinde, sonuna yaklaştım, sonuna vardım" mânasında, "duvarı iyice deldim" denilir., "Uyuz" anlamına gelen "en-nukbetu" kelimesi de bu mânadandır. Çünkü bu da, cildi delip vücuda iyice nüfuz eden bir hastalıktır. Çünkü uyuza yakalanan deve, katranla sıvanıp boyanır. Böylece de, o katranın tadı ve kokusu, devenin etine nüfuz eder. Yine, dizden aşağı kısımları olmayan kısa pantalona da, "en-nukbetu" denilir. Çünkü pantalonun bacakları kısaltılarak, bacaklar iyice meydana çıkmış ve böylece bacaklar iyice ortaya çıkmıştır. Yine, havlama sesi yükselmesin diye boğazı delinmiş olan köpeğe de, denilir. Bunu, müsafirler kapılarını çalmasın, kimse misafir olmasın diye, Arapların cimrileri yapardı.

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, "nakîb" kelimesi, fail vezninde bir kelimedir. Fail vezni ise, hem fail hem de mef'ûl mânasına gelebilir. Binâenaleyh, eğer bu kelime fail manasına alınırsa, bu, "durumu iyice araştırılan kavmin hallerini ortaya koyan, bilen" anlamına gelmiş olur. Ebû Müslim, bu kelimenin "mef'ûl" anlamında olduğunu söylemiştir. Yani, (Hazret-i Musa) onları bilerek, tanıyarak, hallerine iyice vâkıf olarak seçmiştir" demektir. Bunun bir benzeri de, dövülmüş kimseye darîb; öldürülmüş kimseye de katîl denilmiş olmasıdır. Esamm bu kelimeye, "Bunlar, kavmin işlerinin ve maslahatlarının yerine getirilmesi kendilerine bırakılmış ve isnad edilmiş olan kimselerdir" mânasını vermiştir.

Üçüncü Mesele

İsrailoğulları, oniki kabile idi. Böylece Allahü Teâlâ, her bir kabileden, kendilerinin temsilcisi olan ve haklarında hüküm verecek olan bir kimse seçmiş idi. Mücahid, Kelbî ve Süddî ise şöyle demişlerdir: "Nakîbler, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın savaşması emredilen zorbaların bulunduğu şehre gönderilmişlerdi, tâ ki onların durumlarını öğrenerek dönüp peygamberleri olan Hazret-i Musa'ya bildirsinler. Onlar oraya varınca, orada çok büyük cüsseli ve çok güçlü kuvvetli kimseler gördüler. Böylece de onlardan korkarak geriye dönüp, durumu kendi kavimlerine anlattılar... Halbuki Hazret-i Musa, onlara, gördüklerini kavimlerine anlatmalarını yasaklamıştı. Böylece, Yehuza'nın kabilesinden olan Ka'leb İbn Yûfenna ile Efrasîm İbn Yûsuf'un kabilesinden olan Yûşe İbn Nûn hariç, hepsi ahidlerini bozup sözlerinde durmadılar. İşte bu iki kişi, Cenâb-ı Hakk'ın, haklarında "Allah'ın, kendilerine nimet ettiği iki kişi... dedi" (Mâide. 23) buyurduğu kimselerdir.

Ahdini Tutanların Mükâfatı

Cenâb-ı Hak, "Allah demişti ki: "Ben, muhakkak sizinle beraberim. Andolsun ki eğer namazı kılar, zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onlara destek olursanız ve Allah'a güzel bir borç verirseniz, mutlaka sizin günahlarınızı örterim (bağışlarım) ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere sokarım" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyette bir hazf bulunup, takdiri ise, "Allah onlara dedi..." şeklindedir. Ancak ne var ki o ifâde, söz o kimseler hakkında olduğundan hazfedilmiştir.

İkinci Mesele

Hak teâlâ'nın, 'Ben, muhakkak sizinle beraberim" sözü kime hitaptır? Bu hususta iki görüş vardır:

a) Bu, nakîblere, temsilcilere hitaptır. Yani Allah nakîblere, "Ben sizinle beraberim" dedi" demiştir.

b) Bu, İsrailoğullarının tamamına bir hitaptır. Bu iki mâna da muhtemel olmakla beraber birincisi daha münasiptir. Çünkü zamir, kendinden önce zikredilenlerin en yakın olanına ait olur. Âyette geçen en yakın merci ise, nakîblerdir. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü Mesele

Hitap, "Allah demişti ki: "Ben, muhakkak sizinle beraberim" ifâdesinde tamamlanmıştır. Buna göre mâna,

"Ben, ilmim ve kudretim ile sizinle beraberim. Binâenaleyh, sizin sözlerinizi duyar, fiillerinizi görür, kalblerinizdekini bilir ve hak ettiğiniz mükâfaatı da size ulaştırmaya kadir olurum..." şeklindedir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben, muhakkak sizinle beraberim" buyruğu terğib ve terhîb hususunda nazar-ı dikkate alınacak çok önemli bir mukaddimedir.

Yüce Allah bu küllî ve umumî mukaddimesini vazedince, bundan sonra şart cümlesini getirmiştir. Şart, şu beş şeyden meydana gelmektedir: Ki bunlar, Hak teâlâ'nın, "eğer namazı kılar, zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onlara destek olursanız ve Allah'a güzel bir borç verirseniz..." buyruğunda zikredilen hususlardır. Bu şartın cezası İse, O'nun, "mutlaka sizin günahlarınızı örterim (bağışlarım)..." ifadesidir ki, işte bu, cezanın kaldırılmış olduğuna; yine O'nun "...ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere sokarım" cümlesidir ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın kullara sevap vereceğine ve mükâfaat ulaştıracağına bir işarettir.

Bu âyet hakkında birkaç soru bulunmaktadır:

Peygamberlere İman, Neden Namaz ve Zekâttan Sonra Getirildi?

Birinci Soru: "Cenâb-ı Hak, daha önce zikredilmesi gerekirken, peygamberlere iman etme hususunu, namazı dosdoğru kılmak ve zekâtı vermek ifâdesinden sonra zikretmiştir, niçin?"

Cevap: Yahudiler, namaz kılıp zekât verdikleri için, mutlaka kurtulacaklarını zannediyorlardı. Ama ne var ki onlar bazı peygamberleri ısrarla yalanlamaya devam ediyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hak, maksat hâsıl olsun diye, namazın kılınıp zekâtların verilmesinin yanında, mutlaka bütün peygamberlere inanmanın gerekli olduğunu beyân buyurmuştur. Aksi halde, bütün peygamberlere iman etmeden, namaz kılıp zekât vermenin, kurtuluşa nail olmada herhangi bir tesiri olamaz.

Ta'zîr ne Demektir?

İkinci Soru: Âyette geçen ta'zîr kelimesinin manası nedir? anlamındadır. Buna göre ifâdesinin mânası, "o kimseye, kendisini kötülükten koruyacak, men edecek şeyi yaptım" demektir. İşte bundan dolayı, ekseri alimler, Allah'ın tabirinin mânasının, "siz onlara yardım ettiniz..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu böyledir. Zira herhangi bir kimseye yardım eden bir kimse, o kimseden düşmanlarını men etmiş, kovmuştur." Zeccâc sözüne devamla, "Şayet "ta'zîr", "tevkîr" (büyük tanımak...) mânasında olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, (Fetih, 9) ifâdeleri bir tekrar olmuş olurdu."

Üçüncü Soru: Hak teâlâ'nın, "ve Allah'a güzel bir borç verirseniz..." ifâdesi, "zekâtı verirseniz..." ifâdesinde mündemiçtir. O halde bu ifâdeyi yeniden zikretmenin fayda ve mânası nedir?

Cevap: "Zekâtı verirseniz... "sözünden maksat, farz olanlar; "ve Allah'a güzel bir borç verirseniz..." ifâdesinden maksat da, mendûb olan sadakalardır. Sadakalar da, dinî bakımdan mertebelerinin çok yüce ve kıymetli olduğuna dikkat çekmek için, ayrıca zikredilmiştir.

Ferrâ şöyle der: "Şayet Cenâb-ı Hak, "ve Allah'a güzel bir borç verme ile borç verirseniz..." demiş olsaydı, bu da doğru ve güzel olurdu. Ancak ne var ki, isim de bazan, masdar yerine kullanılabilir. Bunun misâli, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bunun üzerine Rabbi onu İyi bir rıza ile kabul etti" âyetidir. Cenâb-ı Hak burada, demiş, ama dememiştir. Yine Cenâb-ı Hak, "onu güzel bir nebat gibi büyüttü" (Al-i imrân, 37) buyurmuş, ama dememiştir.

Daha sonra Allah"Artık içinizden kim, bu (mîsaktan) sonra kâfir olursa, o, muhakkak dosdoğru yoldan sapmış olur" buyurmuştur. Yani, Allah'ın kendilerine meşru kılmış olduğu din demek olan, müstakim yoldan sapmış olur" demektir.

Buna göre eğer, "Bundan önce küfreden kimseler de, mutlaka dosdoğru yoldan sapmış olur" denilirse, biz deriz ki: Evet; amma şu var ki bundan sonra sapma, daha açık ve daha büyük bir cürüm ve sapış olur. Çünkü küfrün çirkinliği, inkâr edilen nimetin büyüklüğü nisbetinde artar. Binâenaleyh, nimet arttığında, o nimeti inkâr etmenin kabahati de o nisbette artar ve had noktaya ulaşır.

Allah'a Sadık Kalmayan Yahudilerin Düştükleri Durum

13

'Onlar, (verdikleri) o kat'î teminatı çözüp bozdukları içindir ki biz kendilerini rahmetimizden kovduk, kalplerini kaskatı yaptık. Onlar, kelimeleri konulan yerlerinden değiştirirler. Onlar nasihat ve ihtar edildikleri şeylerden bir kısmını unutup terk ettiler. İçlerinden birazı müstesna olmak üzere sen onlardan daima bir hainliğe muttali olup duracaksın. Sen yine onların suçundan geç, aldırış etme. Şüphe yok ki Allah, iyilik edenleri sever".

Cenâb-ı Hak "Onlar, (verdikleri) o kati teminatı çözüp bozdukları içindir ki, biz kendilerini rahmetimizden kovduk" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır:

Ahdi Bozmalarının Manası

Onların ahidlerini, misaklarını bozmaları hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Peygamberleri yalanlayıp onları öldürmek;

b) Hazret-i Muhammed'in vasıflarını gizlemek;

c) Bu ikisinin tamamını beraberce yapmak...

Lanete Uğrayıp Kalplerinin Katılaşması

Bu ifâdede yer alan "lânet"in ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

1) Ata: "Biz onları rahmetimizden çıkardık, kovduk";

2) Hasan el-Basrî ve Mukâtil: "Biz onları çevirdik, böylece onlar maymun ve domuz haline geldiler";

3) İbn Abbas ise: "Biz onlara cizye vermelerini farz kıldık" şeklindedir" demişlerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kalplerini kaskatı yaptık. Onlar kelimeleri konulan yerlerinden değiştirirler" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili de birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza ve Kisaî, elifsiz ve faîle vezninde olarak, yâ harfinin şeddesiyle diğer kıraat imamları ise, elif ile şeddesiz olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Bu kelimenin, (......) şeklinde okunması halinde şu iki izah yapılabilir:

a) Bu kelimenin, (......) anlamında olmasıdır.. Ancak ne varki, (......) kelimesi, (......) kelimesinden daha beliğdir. Bu tıpkı, (......) denilmesi gibidir (......) kelimesinin (......)'den daha beliğ olması gibi (......) kelimesi de, (......) kelimesinden daha beliğdir.

b) Bu kelime, Arapların bozuk ve adî mânasına gelen ve "şakiyyun" vezninde olan "bozuk, sahte para" ifâdesinden alınmıştır. Keşşaf sahibi: "Arapların bu sözünün de, "kasvet"ten geldiğini; çünkü katıksız altın ve gümüşün yumuşak olduğunu; içinde başka maddeler bulunan altın ve gümüşün ise kuru ve sert olduğunu" söylemiştir. Bu kelime, kendisinden sonraki harfin harekesine uyularak kâf harfinin kesresiyle şeklinde de okunmuştur.

İkinci Mesele

Âlimlerimiz "Kalplerini kaskatı yaptık" ifâdesinin, "Biz, o kalpleri, Hakk'ı kabul etmekten uzak, delillere ittibâ etmekten çevrilmiş yaptık, kıldık" şeklinde olduğunu; Mutezile ise bu ifâdenin, "Biz o kalplerin kaskatı olduğunu haber verdik" şeklinde olduğunu, nitekim, "Falanca, falancanın fâsık ve âdif olduğunu haber verdi" denildiğini söylemişlerdir.

Kitabın Kelimelerini Değiştirir ve Yanlış Mâna Verirler

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu kaskatı oluşun neticelerinden bazılarını zikrederek, "Onlar kelimeleri konulan yerlerinden değiştirirler" buyurmuştur. Âyette bahsedilen bu tahrif işi, "bâtıl, yanlış tefsir ve te'vüler yapma" mânasına olabileceği gibi, kelimeleri değiştirme mânasına da gelebilir. Ama biz, daha önce de, birinci ihtimalin evlâ olduğunu beyân etmiştik (Nisa, 46'da). Çünkü mütevatir olarak nakledilen bir kitabın kelimelerinin değiştirilmiş olması söz konusu olamaz.

Sonra Cenâb-ı Hak "Onlar, nasihat ve ihtar edildikleri şeylerden bir kısmını unutup terk ettiler" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Onlar, kitapları (Tevrat'ta) emrolunduklan şeylerden bir kısmını unuttular, terkettiler, o da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e imandır" demiştir.

Sonra Cenâb-ı Allah, "Sen, onlardan dâima bir hâinliğe muttali olup duracaksın" buyurmuştur. Buradaki "hiyânet" (hainlik) ile ilgili iki izah vardır:

a) Âyette geçen "hâine" kelimesi, masdardır. Böyle masdarların, "kâfiye" ve "afiye" gibi, benzeri çoktur. Nitekim Allah, "Onlar, tâgiye ile helak edildiler" (Hakka, 5), yani "tuğyanları (azgınlıkları) sebebi ile helak edildiler"; "Onun vukuunda bir kâzibe, yani bir yalan yoktur" (vakıa. 2); ve "Orada bir lâgıye, yani bir lagiv (boş söz) işitmezler" (Gâşiye, 11) buyurmuştur. Araplar, devenin böğürmesini ve koyunun melemesini kastederek "Devenin râğiyesini ve koyunun sâğiyesini duydum" derler. Zeccâc, "Allah ona afiyet versin" denildiğini söylemiştir.

b) Âyette geçen "hâine" kelimesi, bir sıfat (ism-i fâil)dır. Buna göre mâna, "Sen onlardan dâima hâin bir grup, hâin bir kimse ya da hâin bir işe muttali olup duracaksın" şeklindedir. Bu kelime ile "hâin" mânasının murad edildiği, sonundaki "tâ"nın ise, tıpkı "allâme", ve "nessâbe" kelimelerinde olduğu gibi, mübalağa için getirildiği söylenmiştir. Keşşaf sahibi bu ifâdenin, şeklinde kıraat edildiğini de söylemiştir.

Sonra Allah "içlerinden birazı müstesna..." buyurmuştur ki bunlar, Abdullah İbn Selâm ve arkadaşları gibi, iman eden yahudilerdir. Âyette bahsedilen bu az sayıdaki müstesna kimselerin, küfürleri üzere kaldıkları hâlde, ahidlerine vefa gösteren ve sözlerinde hainlik etmeyen kimselerin de olabilecekleri söylenmiştir.

Daha sonra Hak teâlâ, "Sen yine onların suçundan geç, aldırış etme..." buyurmuştur. Bu hususta iki görüş vardır:

a) Bu âyet, Seyf âyeti (......) ile mensuhtur. Çünkü bu ifâde, kâfirleri affetmeyi ve onları bağışlamayı söz konusu etmektedir. Binâenaleyh bunun, Seyf âyeti ile neshedildiğinde şüphe yoktur.

b) Bu âyet mensûh değildir. Bu görüşe göre, âyetin şu şekilde iki izahı vardır:

1) Bu, "onların günahkârından vazgeç, daha önce yaptıkları şeylerle onları hesaba çekme" demektir.

2) Biz, âyette geçen, "içlerinden birazı müstesna" ifâdesini, "onlardan küfürleri üzere devam eden (ama ahdinde duran) kâfirler" mânasına aldığımız zaman, bu âyeti şöyle anlarız: Bu, Allah'ın, ahidlerinde (sözlerinde) durdukları müddetçe, onların küçük günahlarının bağışlamasını, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ine bir emridir.

Sonra Allahü teâlâ "Şüphe yok ki Allah, iyilik edenleri (muhsinleri) sever" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili olarak da şu iki izah yapılmıştır:

a) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demektedir: "Bu, "Affettiğin zaman, muhsin (iyilik etmiş) olursun. Muhsin olursan da, Allah seni sever" demektir.

b) Âyetteki "muhsinler"den murad, "içlerinden pek azı müstesna..." ifâdesi ile kastedilen kimselerdir. Bu kimselerin, içlerinden istisna edildikleri kimseler ise, Allah'a verdikleri ahdi bozanlardır. Birinci görüş daha evlâdır. Çünkü bu görüşe göre, âyetteki "şüphe yok ki Allah, muhsinleri sever" ifâdesi, Hazret-i Peygamber'le ilgilidir. Zira affetmesi ve bağışlaması emrolunan, odur. İkinci görüşe göre ise, bu ifâde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den başkası ile ilgili olur. Binâenaleyh birinci görüş daha evlâdır.

Hristiyanların da, Kitaplarının Bir Kısmını terk etmelerl

14

"Biz nasârayız" diyenlerden de mîsaklarını almıştık. Neticede onlar da kendilerine verilen nasihatlardan bir kısmını unutup terkettiler. Biz de aralarına, kıyamet gününe kadar düşmanlık, kin ve buğz yerleştirdik. Allah, onlara yapmış oldukları şeyleri tek tek haber verecektir".

Bu âyet ile, Allah'a verdikleri mîsâkları (sözleri) bozma hususunda, hristiyanların da tıpkı yahûdiler gibi olduğu kastedilmiştir. Cenâb-ı Hak, "Biz nasârayız" diyenlerden..." buyurdu, fakat "hristiyanlardan..." demedi. Çünkü onlar, Allah'a yani Allah'ın dinine yardım ettiklerini iddia ederek, kendilerine "nasâra" (yardımcılar) ismini vermişlerdir. İşte bunlar, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'ya, "Biz Allah'ın yardımcılarıyız" diyenlerdir. Binâenaleyh bu isim, gerçekte bir medh-ü sena ismidir. İşte bu sebeple, Allah onların bu medh sıfatının kendilerinde olduğunu iddia ettiklerini, ama kendi katında, bu sıfatla mevsûf olmadıklarını beyân etmiştir. Âyetteki ifâdesi "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmeleri İncil'de yazılı idi" mânasına gelir. Âyetteki (bir kısım) kelimesinin nekire olarak getirilmesi, bununla bir tek kısmın kasdedildiğini gösterir ki, bu kısım, işte bizim söylediğimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman hususudur. Cenâb-ı Allah, onlara emrettiği birçok şeyi terketmiş olmalarına rağmen, bilhassa tek "bir hisse"yi terketmelerinden bahsetmiştir. Çünkü bu, en büyük ve en mühim kısımdır.

Hak teâlâ'nın, (......) buyruğu "Aralarına düşmanlık, kin ve buğz yerleştirdik" demektir. Nitekim birisinin gönlü birisine takılıp aklını ona taktığında, (......) denilir. Yine birşeyi bir şeye yapıştıran şeye de (zamk) denilir.

Âyetteki, (aralarına) ifâdesi hakkında şu iki mâna verilmiştir:

a) Yahudiler ile hristiyanlar arasında...

b) Hristiyanların değişik grupları arasında... Çünkü bu gruplar, Kıyamete kadar birbirlerini tekfir ederler. Bunun bir benzeri ifâde de, "(O Allah), sizi birbirinize katıp, kiminizden kiminin hıncını çıkarmaya kadirdir" (En'am, 65) âyetidir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah onlara, yapmış oldukları şeyleri tek tek haber verecektir" ifâdesi, onlara karşı bir va'îd(tehdid)dir.

Ehl-i Kitabın Gizlediklerini Açıklayan Son Peygamber

15

Âyetin tefsiri için bak:16

16

"Ey ehl-i kitap, size. Kitap'dan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklayan, bir çoğunu da atfeden peygamberimiz gelmiştir. Size, Allah'dan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir. Allah, rızâsına uyanları, onunla selamet yollarına hidayet eder ve onları, izni ile, karanlıklardan aydınlığa çıkarıp, sırat-ı müstakime ulaştırır".

Bil Ki Allahü teâlâ, yahûdi ve hristiyanların, ahidlerini bozduklarını ve emrolundukları şeyleri bıraktıklarını nakledince, bunun peşinden onları, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmeye davet ederek, "Ey ehl-i kitap, size, Kitap'dan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklayan, birçoğuna da affeden peygamberimiz gelmiştir" buyurmuştur. "Ehl-i Kitap" ile, yahûdi ve hristiyanlar kastedilmiştir. "Kitap" lâfzı, cins olduğu için, müfred olarak getirilmiştir.

Sonra peygamberini şu iki özellikle tavsif etmiştir:

1) Bu onlara, gizledikleri pek çok şeyi beyân eden bir peygamberdir. İbn Abbas (radıyallahü anh): "Onlar, (Tevrat'ta bulunan) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sıfatları ile recm (zina eden evlilerin taşlanarak öldürülmesi) hükmünü gizliyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), gizledikleri şeyleri, onlara açıklamıştır ki bu bir mucizedir. Çünkü o, ne bir kitap okumuş, ne de bir kimseden birşey öğrenmişti. Binâenaleyh onlara, kitaplarındaki sırları haber verince, bu bir, gaybtan haber verme ve dolayısıyla da bir mucize olmuş olur" demiştir.

2) Hazret-i Peygamber'in ikinci sıfatı "bir çoğunu da atfeder" âyetinin ifâde ettiği sıfattır. Bu, "O, sizin gizlediğiniz şeylerden pek çoğunu ortaya koymaz, (yüzünüze vurmaz)" demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu şeyleri, dinî bakımdan bir fayda olmadığı için açıklamamıştır. Onun böyle davranmış olduğunun âyette zikredilişinin faydası, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onların gizledikleri her şeyi bildiğini bildirmektir. İşte böylece bu, ileride rezit ve kepaze olmasınlar diye, gizleme işini bırakmalarına bir sebep olmuş olur.

İnsanlığa Gelen Nur ve Kitap

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Size, Allah'dan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili şu açıklamalar yapılmıştır:

a) Âyetteki "nûr" ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem); "kitap" ile de Kur'an-ı Kerim;

b) "Nûr" ile İslâm, "kitap" ile Kur'an;

c) "Nûr" ile de, "kitap" ile de Kur'an-ı Kerim kastedilmiştir.

Bu üçüncü ihtimal zayıftır. Çünkü atıf, mâtûf ile matufun aleyhin birbirinden başka şeyler olmasını gerektirir. Hazret-i Muhammed'in, İslam'ın ve Kur'an'ın "nûr" diye adlandırılmaları açıktır. Çünkü zahirî nur (ışık) sayesinde göz, zahirî şeyleri (eşyayı) görmeye, bâtını nûr ile de basiret, gerçekleri ve aklî (manevi) şeyleri görüp idrâk etme imkânı bulur.

Sonra Allah, "Allah, rızasına uyanları. Onunla hidayet eder" buyurmuştur. Yani, "Dini istemekten maksadı, Allah'ın razı olduğu dine uymak olan kimseleri, Allah, o kitab-ı mübîn (Kur'ân) ile hidayete erdirir. Ama dinden maksadı, alıştığı, kendisi ile büyüdüğü, tefekkür ve istidlali bırakıp atalarından aldığı şeyler ile yetinmek olan kimselere gelince, bu kimse Allah'ın rızasına uymamış demektir."

Sonra Allah "Selâmet yollarına... " buyurmuştur. Bunun, mahzûf bir muzâfın olduğu düşünülerek"Selâm, (selâmet kurtuluş) yurdunun yollarına" mânasında olması caizdir. Bunun bir benzeri, "Allah yolunda öldürülenlerin amellerini, (Allah) asta boşa çıkarmaz. Onlara hidayet edecektir" (Muhammed, 4-5) âyetidir. Buradaki hidayetten muradın, İslâm'a hidayet etmek olmayıp, cennet yoluna hidayet etmek olduğu malumdur.

Sonra Allahü teâlâ, "ve onları, izni ile, karanlıklardan nura çıkarır" yani, küfrün karanlıklarından, imanın nuruna çıkarır" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü tıpkı karanlıklar içinde insanın şaşırıp kalması gibi, kâfir de küfrün içinde şaşırır kalır. Yine tıpkı nûr (ışık) ile yol bulunduğu gibi, iman ile de cennetin yolları bulunur. Âyetteki, "izni ile" kaydı "Allah'ın muvaffak kılmasıyla" demektir. Bu ifâdenin başındaki "bâ"harf-i cerri, (......) fiiline mütealliktir. Yani, "Kim Allah'ın rızasına, Allah'ın izni ile (tevfîki ile) tabî olursa..." demektir. Bu harf-i cerrin, ne fiilinden anlaşılan hidayete, ne de fiilinden anlaşılan "çıkarma"ya taalluk etmesi caiz değildir. Çünkü bunun bir mânası yoktur. Binâenaleyh bu, Allah'ın rızasına, ancak Allah'ın bunu kendileri için dilediği kimselerin tabî olabileceklerine delâlet eder.

Cenâb-ı Allah "Sırat-ı müstakime ulaştırır" buyurmuştur. Sırat-ı müstakim, hak din demektir. Zira hak (gerçek), aslında bir tektir ve her yönden üzerinde ittifak edilendir. Bâtıl ise, bir çok olup, hepsi de eğri büğrüdür.

Hazret-i İsa'yı Tanrıtaştıranlar Kâfir Olmuşlardır

17

"Celâlim hakkı için, "Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir" diyenler inkâra düşmüşlerdir. De ki: "O halde Allah, Meryem oğlu Mesîh (İsa'yı), anası (Meryem'i) ve yeryüzünde bulunan herkesi öldürmeyi İsterse, Allah'a karşı kim durabilir?" Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin mülkiyeti Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır ve (O) Allah herşeye kadirdir".

Âyetle ilgili şöyle bir soru vardır: "Hristiyanlardan hiçbiri, "Allah, Meryem oğlu Mesîh (İsa)'nın kendisidir" demediği halde, niçin Hak teâlâ onların böyle söylediklerini nakletmiştir?" Buna şöyle cevap verilir: Hulûliyye'den pek çoğu şöyle demektedirler: Allahü teâlâ, bazan muayyen bir insanın bedenine veya ruhuna hulul eder. Durum böyle olunca, şöyle denilebilmesi uzak bir ihtimal sayılmaz: "Hristiyanlardan bir grup kimse, bu görüşü benimsemişlerdir." Hatta bu inancın, hristiyanların taraftar olduğu görüşten doğruya daha yakın olduğu söylenebilir. Zira hristiyanlar şöyle demektedirler: "Kelime uknumu, Hazret-i İsa ile birleşmiştir." İmdi "kelime" uknumu, ya zât olur veya sıfat. . Eğer zât olursa, Allah'ın zâtı Hazret-i İsa'ya hulul etmiş ve Hazret-i İsa ile birleşmiş ve böylece bu görüşe göre, Hazret-i İsa ilâhın kendisi olmuş olur. Eğer biz, uknumun sıfattan ibaret olduğunu söylersek, sıfatın, bir zâttan başka bir zâta intikâli düşünülemez.

Sonra, "ilim" uknumunun, Allah'ın zâtından intikal ederek Hazret-i İsa'ya geçmiş olmasının farzedilmesi halinde, o zaman Allah'ın zâtının ilimden hâlî olması gerekir. Alim olmayan (bilmeyen), ilâh da olamaz. O halde bu durumda da ilâh, onların görüsüne göre, Hazret-i İsa olmuş olur. Bu sebeple, her ne kadar bu görüşü açıkça ortaya koymasalar bile, hristiyanların inançlarının neticesinin bundan başka bir şey olmadığı sabit olmuş olur.

Allah'ın İsa ve Bütün Mahluklar Üzerindeki Hakimiyeti

Sonra Allah Subhanehu, bu görüşün yanlış ve bozuk olduğuna,

"De ki: " halde Allah, Meryem oğlu Mesih (İsa'yı)' anası (Meryem'i) ve yeryüzünde bulunan herkesi öldürmeyi isterse, Allah'a karşı kim durabilir?" diyerek istidlal etmiştir. İşte bu, cezasının, şartından önce gelmiş olduğu bir şart cümlesi olup, kelamın takdiri, "O halde Allah, Meryem oğlu Mesih (İsa'yı), anası (Meryem'i) ve yeryüzünde bulunan herkesi öldürmeyi isterse, kim Allah'ı irâde ve takdir ettiği şeyden caydırabilir, geri döndürebilir?"' şeklindedir. Hak teâlâ'nın 'Allah'a karsı kim durabilir?" ifâdesi, "Allah'ın fiillerinden herhangi bir şeye kim mâlik olabilir?" demektir. Buradaki fiili, kudret ifâde etmektedir. Buna göre ifâde "Kim, Allah'ın fiillerinden herhangi bir şeyi defetmeye ve O'nun murad ettiği herhangi bir şeyi men etmeye kadir olabilir?" demektir.

O'nun "ve yeryüzünde bulunan herkes " ifâdesine gelince bu, "Hazret-i İsa suret, hilkat, cisim, terkib ve sıfat ve hallerinin değişmesi bakımından yeryüzünde bulunan insanlara benziyor. Binâenaleyh siz, Allahü teâlâ'nın her şeyin yaratıcısı ve her şeyin idarecisi olduğunu kabul ettiğinize göre, O'nun, Hazret-i İsa'nın da halikı olduğunu kabul etmeniz gerekmektedir" anlamındadır.

Daha sonra yüce Allah "Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin hükümranlığı, Allah'a aittir" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, gökleri ve yeri zikrettikten sonra, buyurmuş, dememiştir. Zira O, bu ifadesiyle, iki nev'i kastetmiştir.

Daha sonra ise, "O, dilediğini yaratır ve O, her şeye kadirdir" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili olarak şu iki açıklama

a) Bu, "Allah, dilediğini halkeder. yaratır. Buna göre Allah, insanı bazan bir erkek bir dişiden yaratır ki, genel olarak carî olan hal budur. Bazan da babasız ve annesiz yaratır ki, Hazret-i Adem'in durumu işte böyledir. Bazan da, babasız olarak sadece anneden yaratır ki, işte Hazret-i İsa da böylece yaratılmıştır" demektir.

b) Allah, dilediğini yaratır. Yani "Hazret-i Isa, çamurdan kuş suretini yaptığında, Allahü Teâlâ o surette, Hazret-i İsa için bir mucize olsun diye, eti, hayatı ve uçabilme kudretini yaratır. Bazan da, yine Hazret-i İsa için bir mucize olsun diye, O'nun eliyle ölüleri diriltip anadan doğma körler ile alaca hastalığına tutulmuş kimseleri iyileştirir. Allah'ın tüterinden hiçbirisi hususunda, O'na karşı gelinemez!.." demektir.

Yahudi ve Hristiyanların "İmtiyazlı Millet" Olma İddiaları

18

"Yahudilerle nasrânîler şöyle dediler: "Biz, Allah'ın evlatları ve dostlarıyız. "De ki; "Öyleyse, niçin sizi günahlarınız yüzünden azaplandırıyor?" Bilakis, siz O'nun yarattıklarından bir beşersiniz. O, kimi dilerse bağışlar, kimi dilerse azaba uğratır Göklerin, yerin ve aralarında bulunan şeylerin mülkü Allah'ındır. Son dönüş de, ancak Onadır".

Hak teâlâ, "Yahudilerle nasrânîler şöyle dedi: "Biz, Allah'ın evlatları ve dostlarıyız" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili şöyle bir soru vâriddir:

Ehl-i Kitabın "Allah'ın Evlatları" Olma İddiaları

"Yahudiler kesinlikle böyle demiyorlar. Binâenaleyh, bu sözü, onlar söyledi diye nakletmek nasıl caiz olur? Hristiyanlara gelince, onlar bunu kendileri hakkında değil, Hazret-i İsa hakkında söylüyorlar. Hal böyle iken, böyle bir şeyi onlardan nakletmek nasıl caiz olabilir?"

Müfessirler buna aşağıdaki şekillerde cevap vermişlerdir:

a) Bu ifâde, muzafın hazfı babından olup, ifâdenin takdiri, "Biz, Allah'ın peygamberlerinin evlatlarıyız" şeklindedir. Böylece, gerçekte Allah'ın resullerine nisbet edilen oğul olma hali, Allah'a nisbet edilmiş olur. Bunun bir benzen de, Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmiş olurlar" (Fetih, 10) ifâdesidir,

b) (oğul) tafiı, sulbten gelen oğullara denilebildiği gibi, bazan bu kelime, evlat edinilen kimse için de kullanılır. Cenâb-ı Hakk'ın birisini oğul edinmesi ise, ona daha fazla şefkat ve sevgi duyması mânasındadır. Binâenaleyh, yahudi ve hristiyanlar, Allah'ın, kendilerine olan yardım ve inayetinin, kendileri dışındakilere olan yardım ve inayetinden daha fazla olduğunu iddia edince, haliyle (pek yerinde olarak) Allah, onların "Allah'ın, kendilerine en mükemmel bir biçimde yardım etmiş olduğu" iddialarını, "Onlar, kendilerinin Allah'ın evlatları olduklarını iddia ediyorlar" diyerek ifâde etmiştir.

c) Yahudiler, Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu; hristiyanlar da Mesih'in Allah'ın oğlu olduğunu iddia edip, sonra da, Uzeyr ile Mesih'in kendilerinden olduğunu savununca, işte bu iddia, sanki adetâ onların, 'Biz Allah'ın oğullarıyız' demek yerine geçmiştir. Baksana, kralın akrabaları, başka birisine karşı övündüklerinde, "Biz, dünyanın hükümdarlarıyız; âlemin sultanlarıyız" derler. Onların bu sözlerinden maksatları, kendilerinin, o melik ve sultan olan şahsın yakınları olduklarını belirtmektir. İşte burada da böyledir.

d) İbn Abbas şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir grup yahudiyi İslâm dinine girmeye davet edip, onları Allah'ın ikâbı ile korkutmuştu. Bunun üzerine onlar, "Biz, Allah'ın evlatları ve sevgili kulları olduğumuz halde, sen nasıl bizi Allah'ın ikâbı ve cezasıyla korkutuyorsun?" demişlerdi. İşte bu rivayette bildirilen husus yahudiler tarafından meydana gelmiştir. Hristiyanlara gelince onlar, kendilerine ait olan İncil'de, Mesih'in kendilerine, "Ben, benim ve sizin babanıza gidiyorum" dediğini okuyorlardı. Özet olarak, yahudi ve hristiyanlar, peygamber olan faziletli selefleri sebebiyle, kendilerini diğer insanlardan daha üstün görüyorlardı. Öyle ki onlar, kendilerini büyütme hususunda, "Biz, Allah'ın evlatları ve dostlarıyız" deme noktasına varmışlardı. (Tesniye 7, 6-7).

Daha sonra, Cenâb-ı Hak, onların bu davalarını geçersiz kılarak, "Öyleyse niçin, sizi günahlarınız yüzünden azaplandırıyor?" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili olarak da şöyle bir soru bulunmaktadır:

Bu sözün neticesi şuraya varır: "Şayet onlar, Allah'ın evlatları ve sevgilileri olsalardı, Allah onlara azap etmezdi. Fakat Allah, onlara azap etmiştir. O halde onlar, Allah'ın ne oğulları ne de sevgilileridir...

Ehl-i Kitap Tarafından Gelecek Ciddî Bir Soru ve Cevabı

Bu sorunun müşkil tarafı, şöyle denilmesidir: "Bununla siz, ya Allahü teâlâ'nın onlara dünyada azap ettiğini veyahut da âhirette azap edeceğini iddia ediyorsunuz. Eğer ilzam sebebi olarak dünya azabı kabul edilirse, bu onların, "kendilerinin Allah'ın sevgilileri olduklarını iddia etmelerine" zarar vermez. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de, hem kendisinin hem de ümmetinin, Allah'ın dostları olduklarını iddia etmiştir. Ama buna rağmen onlar, dünya belâ ve musibetlerinden bir türtü kurtulamamışlardır. İşte Uhud savaşı, işte Hasan ile Hüseyin'in öldürülmesi... Eğer ilzam yeri, Allahü teâlâ'nın onlara âhirette azap edeceği şeklinde ele alınırsa, zaten onlar bunu kabul etmiyorlar. Binâenaleyh, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sadece haber vermesi, bu hususta yeterli değildir. Çünkü, eğer bu yeterli olmuş olsaydı, Hazret-i Muhammed'in, onların Allah'ın sevgilileri olma iddialarında yalancı olduklarını söylemesi yeterli olurdu... Bu durumda da (sizin yapmış olduğunuz) bu istidlal boşa çıkmış olurdu..."

Bu soruya şöylece cevap verebiliriz:

a) İlzam yeri, dünya azabıdır. Bu, Uhud'da müslümanların başına gelen ile nakzolunmaz. Çünkü bu soruyu soran, "Eğer onlar Allah'ın evlatları ve dostları olsalardı, Allah, onlara dünyada azap etmezdi" diyor. Halbuki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisinin ve ümmetinin, Allah'ın dostları olduğunu iddia etmiş, ama Allah'ın evlattan olduğunu iddia etmemiştir. Böylece bu soru zail olmuş olur.

b) İlzam yeri, âhiret azabıdır. Çünkü yahudi ve hristiyanlar da ahiret azabını kabul ediyorlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, onların, "Onlar, "sayılı günlerden başka, bize katiyyen cehennem dokunmayacak..." dediler" (Bakara, 80) dediklerini haber vermiştir.

c) Allah'ın, "Öyleyse niçin, sizi günahlarınız yüzünden azaplandırıyor?" buyruğuyla "Niçin sizi "mesh" etti, (domuzlara, maymunlara çevirdi?)" manası kastedilmiştir. Buna göre gerçekte azap görenler, Hazret-i Peygamber zamanında bu hitaba muhatap olmuş olan yahudilerden önce yaşamış olan yahudilerdir. Ancak ne var ki, bunlar da öncekilerin cinsinden olunca, azabın bunlara nisbet edilmesi güzel ve yerinde olmuştur. İşte bu cevap daha evlâdır. Çünkü Allah, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, yahudiler hakkında, henüz vücud bulmamış bir şeyle istidlalde bulunmasını emretmemiştir. Çünkü onlar, "Allahü teâlâ'nın bize azab edeceğini kabul etmiyoruz" diyorlardı. Bilakis evlâ olan, istidlalin çok güçlü ve kuvvetli olabilmesi için, Hazret-i Muhammed'in onlar hakkında vücud bulmuş, meydana gelmiş bir şeyle ihticâcda bulunmasıdır.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Bilakis siz, O'nun yarattıklarından bir beşersiniz.. O, kimi dilerse bağışlar, kimi dilerse azaba uğratır" buyurmuştur. Yani, "hiç kimsenin, Allah'ın kendisini bağışlamasını gerektiren bir hakkı bulunmamaktadır. Ve yine O'nun üzerinde hiç kimsenin, Allah'ın kendisine azab etmesine mani olacak bir hakkı yoktur. Tam tersine mülk ancak O'nundur; O, istediğini yapar, dilediğine hükmeder" demektir.

Bil ki biz, yahudi ve hristiyanların, "Biz, Allah'ın evlâtları ve dostlarıyız" sözlerinden maksatlarının, Allah'ın onlara en mükemmel biçimde merhamet edip kendilerine inayette bulunması olduğunu beyân etmiştik.

Bunu iyice kavradığın zaman şunu bil ki, Mu'tezile'nin görüşü şudur: Allah'a itaatta bulunup büyük günahlardan kaçınan herkese, Allah'ın rahmet ve nimetini ebedi olarak devamlı ulaştırması aklen vaciptir. Şayet Cenâb-ı Hak bir yıl sonra, ahirette, o kimseden bu nimetini bir an kesip vermeyecek olsa, O'nun uluhiyyeti bâtıl olur ve bu iş, hikmet sıfatına yakışmaz... İşte Mu'tezile'nin bu görüşü, ehl-i kitabın "Biz, Allah'ın evlâtları ve dostlarıyız" demelerinden daha müthiş bir söz olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "O, kimi dilerse bağışlar, kimi dilerse azaba uğratır" buyruğu, yahudilerin bu iddialarını iptal ettiğine göre, Mu'tezile'nin iddiasını öncelikle iptal eder.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Göklerin, yerin ve aralarında bulunan yerlerin hükümranlığı Allah'ındır" buyurmuştur. Bunun mânası şudur: Mülkü ve kudreti bu şekilde olan kimse üzerinde, aciz olan beşer, nasıl vacip olan bir hak sahibi olabilir! Ve yine, bu cahil insan, şu noksan ibadeti ve az bilgisiyle, Allah üzerinde nasıl olur da bir alacağa sahip olabilir? Şüphesiz Mu'tezile'nin bu görüşü, ağızlarından çıkmış bir söz olup, onlar ancak yalan söylerler...

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Son dönüş de, ancak O'nadır" buyurmuştur. Yani, ahirette mahlûkatın işi O'na varır; çünkü orada, O'ndan başka, fayda temin edecek ya da zararı savuşturacak kimse bulunmamaktadır. Nitekim Cenab-ı Allah "O gün emir yalnız Allah'ındır" (infitâr. 19) buyurmuştur.

Resullerin Arkalarının Kesilmesinden Sonra Gelen Son Peygamber

19

"Ey Ehl-i kitap, peygamberlerin arkası kesildikten sonra size, (hakikatleri) söyleyip duran elçimiz gelmiştir. Ta ki, "Bize ne bir rahmet müjdecisi ne de bir azap habercisi gelmedi" demiyesiniz diye... işte size rahmet müjdecisi de, azap habercisi de geldi artık... Allah, her şeye hakkıyla kadirdir".

Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyetteki "size, (hakikatleri) apaçık söyleyip duran..." ifadesiyle ilgili iki izah bulunmaktadır:

1) Burada mef'ûl olarak bir "mübeyyen" (açıklanan, beyan edilen) kelimesi takdir edilir... Bu takdire göre de iki ihtimal bulunmaktadır:

a) Bu açıklanan şeyin, din ve dinin hükümleri olmasıdır... Bu kelimenin cümlede hazfedilmesi güzel olmuştur; çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ancak şeriatın hükümlerini beyân etmek için gönderildiğini herkes bilmektedir.

b) Bu cümlenin takdirinin, "Size, "gizlemekte olduğunuz şeyleri" beyân eden..." şeklinde olmasıdır. Bu takdire göre mef'ûlün daha önce geçmiş olduğu için yerinde ve güzel olmuştur.

2) Burada, mef'ûl olarak bir "mübeyyen" takdir edilmez... İfâdenin mânası da, "size beyânı iyice açıklıyor, beyân ediyor..." şeklinde olur. Bu takdire göre, mef'ûlün hazfedilmesi, daha çok mâna ifâde edeceği için daha mükemmel olur.

İkinci mesele

Âyetteki ifâdesi hâl olmak üzere, nasb mahallindedir. Manası da, "Size beyân edici olarak..." şeklindedir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi hakkında İbn Abbas (radıyallahü anh), "Cenâb-ı Allah, bununla "peygamberlerin ınkıtâya uğramasından, arkalarının kesilmesinden sonra..." manasını kastetmiştir" demiştir. Arapça'da, birşeyin hızı ve şiddeti yavaşlayıp, önceki durumuna göre zayıfladığı zaman, (......) denilir. Bu hükümler ile amel etme hususundaki saikler ve vesileler zayıfladığı için, peygamberler arasında geçen sürelere de "fetret" denilmiştir.

Bil ki Cenâb-ı Allah'ın, (......) sözü, âyetteki (size geldi) sözüne mütealliktir. Yani, "Peygamber göndermenin kesilip yavaşlamasından sonra, o size geldi" demektir. Rivayete göre Hazret-i İsa (aleyhisselâm) ile Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında, aşağı yukarı altıyüz yıllık bir zaman geçmiştir. Kelbi'den rivayet edildiğine göre, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile Hazret-i İsâ (aleyhisselâm) arasında, binyediyüz sene ve bin peygamber geçmiştir; Hazret-i Isa (aleyhisselâm) ile Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında ise, dört peygamber geçmiştir. Bunların üçü Benî İsrail'den olup, sadece birisi Araplardandır ve bu da Hâlid İbn Sinân el-Absî'dir.

Dördüncü Mesele

Peygamberlerin ınkıtâya uğradığı bir esnada Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gönderilmesindeki fayda şudur: Çok eskiden gönderilmiş oldukları ve üzerlerinden epeyce bir zaman geçmiş olduğu için, önceki şeriatlar değiştirilmiş ve tahrif edilmişti. Bu sebeple, hak, bâtıla; doğru, yanlışa karışmıştı. Bu durum ise, insanların ibadetten uzaklaşmaları için apaçık bir mazeret halini almıştı. Çünkü insanlar, "Ey Rabbimiz, biliyoruz ki sana ibadet etmemiz gerekiyor. Fakat sana nasıl ibadet edeceğimizi bilemiyoruz" diyorlardı. Bundan dolayı, Hak teâlâ bu mazereti izâle etmek için, o esnada Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i göndermişti. Bu husus âyette "Bize ne bir rahmet müjdecisi, ne de bir azap habercisi gelmedi" demeyesiniz diye" ifadesiyle anlatılmaktadır. Yani, "Biz, bu fetret döneminde o peygamberi size, "Bu vakitte bize ne bir rahmet müjdecisi, ne de bir azap habercisi gelmedi" demeyesiniz diye gönderdik" demektir.

Sonra yüce Allah, "İşte size rahmet müjdecisi de, azap habercisi de geldi artık" buyurmuştur, Binâenaleyh bu manîniz zail oldu ve mazeret kapısı kapandı.

Hak teâlâ daha sonra ise, "Allah her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Bu ifâdenin mânası şudur: Fetretin meydana gelmesi, insanların peygamber gönderilmesine ihtiyaç duymalarını gerektirir. Allahü teâlâ da her şeye kadirdir. Binâenaleyh peygamber göndermeye de kadirdir. Şimdi, insanlar peygamberin gönderilmesine muhtaç olunca ve Rahîm-Kerîm Allah da, peygamber göndermeye kadir olunca, O'nun kerem ve rahmetinin eseri olarak, insanlara peygamberler göndermesi gerekmiştir. İşte Hak teâlâ'nın, "Allah herşeye hakkıyla kadirdir' sözünden maksad, yaptığımız bu açıklamaya bir işarettir.

İsrailoğullarına Verilen Daha Başka Nimetler

20

Âyetin tefsiri için bak:21

21

"ve hani Musa, kavmine demişti ki: "Ey kavmim, Allah'ın, üzerinizdeki nimetini düşünün... İçinizde peygamberler çıkardı, sizi hükümdarlar yaptı. Size, âlemde hiç kimseye vermediğini verdi. Ey kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı Arz-ı Mukaddese girin ve arkalarınızı dönüp (kaçmayın). Yoksa hüsrana uğrayanlara dönersiniz".

Bil ki bu âyetin, daha önceki kısımla münasebeti şu bakımdandır: "Ve hani Musa kavmine demişti..." ifâdesindeki "ve" kelimesi atıf vâvıdır ve "Andolsun ki Allah İsrâiloğullarından misak almıştı..." (Mâide, 12) cümlesi ile ilgilidir. Sanki şöyle denilmektedir: "Allah onlardan mîsak aldı, Musa (aleyhisselâm) da onlara, Allah'ın nimetlerini hatırlatarak, o zorba kavim ile savaşmalarını emretti. Ama onlar, vermiş oldukları söze (mîsâka) muhalefet ettiler ve o zorba kavim ile savaşma hususunda Hazret-i Musa'ya karşı geldiler." Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Onlardan Çok Sayıda Peygamber Gönderilmesi

Allahü teâlâ onlara, üç nimet ile lütuf ve ihsanda bulunmuştur:

1) Âyette "İçinizde peygamberler çıkarmıştı " ifâdesi ile belirtilen husus... Çünkü Hak teâlâ, hiçbir ümmet içinde, İsrailoğullarındaki kadar peygamber çıkarmamıştır. İşte Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, kavmi içinden seçtiği ve kendisi ile beraber Tür dağına giden yetmiş kişi, bu peygamberlerdendir. Yine bu peygamberler, Hazret-i Ya'kûb, İbn İshak, Ibn İbrahim (aleyhisselâm) soyundandırlar. Bu üçü, ittifakla en büyük peygamberlerden kabul edilmiştir. Yine Hazret-i Yâ'kûb (aleyhisselâm)'un oğulları da, ekseri âlimlere göre, peygamber idiler. Allahü teâlâ, Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm)'ya peygamberleri Hazret-i Yâ'kub'un ve Hazret-i İsmail'in neslinden göndereceğini bildirmiştir. İşte bu şeref daha önce geçmiş olan peygamberler, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile beraber bulunan ve Cenâb-ı Allah'ın Hazret-i Musa'ya, Hazret-i Yâ'kub'un neslinden ve daha sonra da Hazret-i İsmail'in neslinden göndereceğini bildirdiği peygamberler ile tahakkuk etmiştir. Şüphe yok ki bu büyük bir şereftir.

Onlardan Hükümdar Çıkarması

2) Âyette, "sizi hükümdarlar yaptı" cümlesi ile belirtilen husus... Bu ifadenin birkaç izahı yapılmıştır.

a) Süddi şöyle demiştir: "Yani, "Allah sizi, Kıptîlerin elinde, müslümanlar elinde cizye veren zımmîler gibi bulunuyor iken, kendi kendine sahip olan ve böylece hiç kimsenin hükümran olamayacağı hür insanlar kılmıştır."

b) Bir resul ve nebî olan herkes, aynı zamanda bir melîk (hükümdâr)dir. Çünkü o, ümmetinin işlerine hükmeder ve onlar üzerinde tasarrufta bulunma, onları idare etme yetkisine sahiptir. Binâenaleyh onlar üzerinde hükmü geçerli olduğu için, bir melîk olmuş olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Biz, gerçekten, İbrahim'in soyuna kitap ve hikmet verdik. Onlara, büyük bir mülk (ve saltanat) da bahşettik" (Nisâ.54) buyurmuştur.

c) Onların ataları ve torunları içinde, hükümdarlar ve büyük insanlar vardı. Nitekim bazan, sülâlesi içinde hükümdarlar bulunan kimselere, mecazî olarak, "sizler, hükümdarlarsınız" denilir,

d) Kendi işini görme ve geçimini teminde bağımsız olan ve menfaatlerini gözetmede hiç kimseye muhtaç olmayan her insan, bir melîk ve bir hükümdar sayılır. Zeccâc: "Melik, izni olmadan huzuruna girilemeyeh kimsedir" demiştir. Dahhâk ise: "Benî İsrail'in evleri son derece geniş idi, içlerinden sular akıyordu. Malları mülkleri çok idi ve işlerini gören hizmetkârları vardı. İşte böyle olan, melîk sayılır" demiştir.

Kimseye Verilmeyen Nimetlerin Onlara Verilmesi

3) Âyette "Size, âlemde hiç kimseye vermediğini verdi" ifâdesi ile belirtilen husus da Allah'ın burada zikrettiği nimetlerin üçüncüsüdür. Bu böyledir, çünkü Hak teâlâ onlara, pek büyük ikramları tahsis etmiştir:

a) Allahü teâlâ onlar için, Kızıldeniz'i yarmıştır.

b) Onların düşmanlarını yok etmiş ve onları düşmanlarının mallarına vâris kılmıştır.

c) Cenâb-ı Hak, onlara kudret helvası ve bıldırcın eti indirmiştir.

d) Allah, onlar için, bir kayadan tatlı sular çıkarmıştır.

e) Bulutları, onlar üzerine gölgelik yapmıştır.

f) Hiçbir kavimde, onlardaki gibi, peygamberlik ve saltanat bir araya getirilmemiştir.

g) Onlar, o günlerde Allah'ı bilen âlimlerin tâ kendileri, Allah'ın gerçek dostları ve dininin yardımcıları idiler.

Hazret-i Musa'nın Yahudileri Mukaddes Beldeye Girmeye Teşviki

Bil ki Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm), Benî İsrail'e bu nimetleri hatırlatıp, onlara bunları açıklayınca, daha sonra düşmanları ile savaşmalarını emrederek şöyle demiştir: "Ey kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı Arz-ı Mukaddes'e girin ve arkalarınızı dönüp (kaçmayın). Yoksa hüsrana uğrayanlar olursunuz." Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Rivayet edildiğine göre, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), Lübnan Dağı'na çıktığı zaman, Allahü teâlâ ona şöyle der: "Bak, gözünün alabildiği yerler mukaddestir ve oralara senin zürriyetin vâris olacaktır." Yine şöyle denilmiştir: "Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm)'nın kavmi Mısır'dan çıktığı zaman, Allah onlara Şam topraklarında oturmalarını vaadeder. İşte Benî İsrail, bundan dolayı, Şam diyarının topraklarını, "Arz-ı Mev'ûd" (Vaadolunmuş topraklar) diye isimlendirirler Sonra Mûsâ (aleyhisselâm), bu toprakların durumunu araştırıp, kendisine haber getirmeleri için, güvendiği oniki kişiyi oralara gönderir. Bunlar, o topraklara girdikleri zaman, çok heybetli ve ürkütücü insanlar görürler." Müfessirler bu hususta şöyle demişlerdir: "Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm), teftiş ve tedkîk için oniki nakîbi oralara gönderdiğinde, oranın zorba (dev gibi) halkından biri, bunları görür ve yakalayıp bahçesinden getirmekte olduğu (devâsâ) meyvelerle birlikte, elbisesinin yenine kor. Onları, krallarına getirir. Sonra onları, hükümdarlarının huzuruna saçarak, şaşkınlığını gösterip, krala "Bunlar, bizimle savaşmak istiyorlarmış" der. Bunun üzerine kral, bu oniki nakîbe şöyle der: "Varın arkadaşınız (Musa'ya) gidin ve ona gördüklerinizi anlatın" Nakîbler dönüp, Hazret-i Musa'ya gelirler ve O'na olup bitenleri haber verdiler.

Bunun üzerine Hazret-i Musa onlara, gördükleri ve yaşadıkları şeyleri, diğer insanlardan gizlemelerini emretti ise de, ikisi dışında onlar Hazret-i Musa'nın sözünü tutmadılar. O iki kişi de, Yûşâ İbn Nûn ve Kâleb İbn Yûfannâ idi. Bu ikisi, durumu halklarına daha cazip gösterip, "Oralar, son derece güzel ve nimetleri bereketli ve bol olan topraklardır. Oraların ahâlisinin bedenleri her ne kadar iri ise de, kalpleri (cesaretleri) çok küçük" dediler. Diğer on kişi ise, insanların içine korku attılar ve onlarla savaşıp (galip gelmenin) imkansız olduğunu söylediler. Bunun üzerine Benî İsrail, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, "Onlar orada oldukça, biz oraya kesinlikle girmeyiz. Binâenaleyh sen ve Rabbin gidin ve (onlarla) savaşın. Biz burada oturuyoruz" (maide. 24) dediler. Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm) da onlara beddua etti. Bunun üzerine Allahü teâlâ onları, kırk yıl çölde bırakmakla cezalandırdı." Alimler şöyle dediler: "Bu nakîblerin, araştırmak için, kavimlerinden uzak kaldıkları süre kırk gûn idi. İşte bundan dolayı, çölde kırk yıl kalma ile cezalandırıldılar. Bu asî insanlar çölde iken öldüler. Allah o on nakibi çölde, çok sert cezalar vererek helak etti." Bir kısım âlimler ise, "Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Harun (aleyhisselâm) da, çölde iken ölmüşlerdi" derken, diğer bir kısım âlim, "Hazret-i Musa (aleyhisselâm), çölden sağ olarak kurtuldu ve onunla birlikte, Yûşâ ile Kâleb de sağ çıktı. Hep birlikte o zorba (dev)lerle savaşıp, onları yendiler ve o topraklara sahip oldular" demişlerdir. İşte, kıssa böyledir. İşlerin nasıl olduğunu en iyi bilen ise Cenâb-ı Allah'dır.

“Mukaddes Belde” Mefhumu

Mukaddes Etolde, "temizlenmiş toprak" demek olup, buralar âfet ve belâlardan temizlenmiş yerlerdir. Müfessirler, bu beldenin, şirkten temizlenmiş olduğunu ve peygamberler için bir mesken, bir ikâmetgâh kılındığını söylemişlerdir ki bu görüş üzerinde biraz düşünmek gerekir. Çünkü bu topraklar, "Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Arz-ı Mukaddes'e girin" dediği zaman, ne şirkten temizlenmiş vaziyette idi, ne de peyamberler için bir ikâmetgâh idi" Buna, "Bu topraklar çok daha önceki devirde böyle (şirkten temizlenmiş) idi" diye cevap verilebilir.

Üçüncü Mesele

Âlimler, âyette bahsedilen, "Arz-ı Mukaddes"in, neresi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir: İkrime, Süddî Ibn Zeyd, "O, Erîha beldesidir"; Kelbî İse, "O, Şam diyarı ile, Filistin ve Ürdün'ün bir kısmıdır" demiştir. Bu mukaddes yerin, Tûr Dağı olduğu da söylenmiştir.

Dördüncü Mesele

"Allah'ın sizin için yazdığı" ifâdesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:

a) Allah, Levh-i Mahfuz'da, o beldenin sizin için olduğunu yazmış, takdir etmiştir.

b) Allah, onu size bahsetmiştir.

c) Allah, oraya girmenizi yazıp, emretmiştir.

İmdi eğer; "Cenâb-ı Hak niçin önce, "sizin için yazdığı..." buyurup, sonra da, "Muhakkak kî orası (o belde), kendilerine kırk yıl haram edilmiştir" (Mâide. 26) buyurmuştur?" denilir ise, buna şu şekilde cevap verilir: Ibn Abbas (radıyallahü anh): "Bu belde, Allahü teâlâ tarafından onlara bağışlanmıştı. Allahü teâlâ daha sonra, hak dini hususunda diretip, âsî olmaları yüzünden, o beldeyi onlara haram kılmıştır" demiştir. Şu da söylenmiştir: "Bu her ne kadar umûmî bir ifâde ise de, bununla husûsi bir mâna kastedilmiştir. Sanki bu belde, onlardan bazıları için yazılmış, bir kısmı için de haram kılınmıştır." Şu görüş de söylenmiştir: "Âyetteki, "Allah'ın sizin için yazdığı..." ifadesi, onların itaatkâr olmaları şartına bağlanmıştır. Binâenaleyh şart yerine gelmeyince, meşrut da (şarta bağlanan şey de) tahakkuk etmez " denilmiştir

"Bu belde onlara, kırk yıl süre ile haram kılınmıştır. Kırk yıl dolunca, onlar için ir edilen şey gerçekleşmiştir."

Beşinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın "Sizin için yazdığı..." ifâdesinde büyük bir mâna mevcuttur ki o da şudur: Orada oturanlar, her ne kadar zorba iseler de, ancak ne var ki, Cenâb-ı Hak bu zayıf kimselere, onların arazilerinin, topraklarının onlar için olacağını vaadedince, bu durumda zayıf olan taraf, eğer Hazret-i Musa'nın peygamberliğini kabul edip ikrar etmişlerse, Allah'ın, o zorba kavme karşı onlara yardım edip, onlar üzerine hükümran kılacağını kesinkes bilirler. İste bu durumda korkmaksızın, sızlanmaksızın, ah vah etmeksizin, onlarla savaşmaları gerekir. İşte âyette bahsedilen, bu yazma, takdir etme işinin fayda ve mânası budur.

Dinden Dönmeyiniz

Daha sonra Allah "Arkalarınızı dönüp (kaçmayınız)" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki izah şekli (vecih) vardır:

Birinci Vecih: "Sahih olan dinden, Hazret-i Musa'nın nübüvvetinden şek ve şüphe etmeye dönmeyiniz" demektir. Zira Hazret-i Musa, Allahü Teâlâ'nın o yeri, beldeyi kendilerine ait kıldığını haber verince bu, Allahü teâlâ'nın, o zorba kavimlere karşı onlara yardım edeceği hususunda bir vaad olmuş olur. Binâenaleyh şayet onlar, bu ilahî yardımın tahakkuk edeceğine kesin bir gözle bakmazlarsa, Hazret-i Musa'nın doğruluğu ve sıdkı hususunda şüphe etmiş olurlar da, böylece hem ulûhiyyeti hem de nübüvveti inkâr etmiş olurlar.

İkinci Vecih: Bu, "Girmeniz emredilen araziden, terkettiğiniz araziye tekrar dönmeyiniz..." demektir. Rivayet olunduğuna göre yahudiler, tekrar Mısır'a dönmeye niyetlenmişlerdi- Hak teâlâ'nın, 'yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz" ifadesiyle ilgili şu izahlar yapılmıştır:

a) Siz, âhirette hüsrana uğrarsınız. Çünkü siz, mükâfaat elde edemezsiniz.. Sizin hakkınız, azaptır.

b) Sizler, zillete düşersiniz.

c) Sizler, ne dünya ne de âhiret menfaatlerini elde edemeden, çölde ölürsünüz.

O Şehirde Zorbalar Bulunduğundan, Geri Durmaları

22

"Dediler ki: "Ey Musa, gerçekten orada zorba olan bir kavim var. Doğrusu, onlar oradan çıkmadıkça biz katiyyen giremeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de oraya gireriz".

Sonra Cenab-ı Hak onların "Dediler ki: "Ey Musa gerçekten orada zorba olan bir kavim vardır" dediklerini haber vermiştir.

Âyette geçen "zorbalar" lâfzının tefsiri hususunda şu iki izah yapılmıştır:

a) Cebbar, vezninde olup, "Onu, o işe zorladı, mecbur etti..." manasında olmak üzere, ifadesinden alınmıştır. Buna göre, "cebbar", insanları, kendi arzusunu yerine getirmeye zorlayan, mecbur eden, zâlim ve zorba demektir. Bu, Ferrâ ve Zaccâc'ın tercih ettiği görüştür. Ferrâ, "Şu iki kelimenin dışında, babından (......) vezninde olan başka bir kelime duymadım. Bunlar, (......) den gelen (idrak etti, anladı, yetişti) fiilinden gelen (......) kelimesidir" demiştir.

b) Bu kelime, Arapların, hurma ağacı çok yüksek olup el ulaşmadığı zaman söylemiş oldukları tabirlerinden alınmıştır. Yine, çok uzun olan hurma ağacına benzetilerek, bir kimse güçlü kuvvetli, boylu boslu, iri yarı olduğu zaman, denilmektedir. Şam beldesinde oturan topluluk, Hazret-i Musa'nın kavminin etlerinin kendilerine ulaşamıyacağı bir biçimde, son derece kuvvetli ve aynı zamanda son derece iri yan idiler. İşte bu sebepten dolayı, Hazret-i Musa'nın kavmi onları "cebbar" olarak adlandırmıştır.

Daha sonra, Hazret-i Musa'nın kavmi, "Doğrusu, onlar oradan çıkmadıkça biz katiyyen giremeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de oraya gireriz" demiştir. İsrailoğulları bunu, oraya girmelerini imkânsız görerek söylemiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar, cennete girmeyeceklerdir" (Araf, 40) âyetinde ifâde edilen husus gibidir.

Sadece İki Zatın, Girmeye Teşvikleri

23

"(Peygamberlerine muhalefetten) korkmakta olan kimselerden, Allah'ın, kendilerine nimet ihsan ettiği iki kişi "Onların üzerine kapıdan girin. (Bir kere) ona girdiniz mi, hiç şüphesiz ki siz galipsiniz. Artık ancak Allah'a güvenip dayanın, (gerçekten) iman etmiş kimselerseniz" dedi".

Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyette bahsedilen iki kişi, Yûşa İbn Nûn ile Kâleb İbn Yûfennâ'dır. Bu iki zât, Allah'tan korkan ve Allah'ın kendilerine hidâyet edip, ilahî yardıma güvenip dayanmayı nasip etmiş olduğu kimselerdendir. Kaffâl: "İfâdenin takdirinin şu şekilde olması da caizdir" demiştir. "İsrailoğularının kendilerinden korktuğu zorba kavimden iki kişi dedi..." Bu kimseler ise, zorba olan kavimdir. Âyette geçen bu iki kişi, Allah'ın kendilerine iman etme nimetini nasib etmiş olduğu kimselerdir ki, bunlar: "Biz inandık, iman ettik..." dediler ve bu sözlerini de, Hazret-i Musa'nın kavmini (İsraîloğullarını) o zorba kavimlerle savaşmaya cesaretlendirmek için söylediler. Bu görüşü, fiili yâ harfinin zammesiyle"... kendilerinden korkulan..." okuyan kimselerin kıraati de destekler.

İkinci Mesele

Hak teâlâ'nın, "kendilerine nimet ihsan ettiği" vasfıyla ilgili olarak da şu iki izah yapılmıştır:

1) Bu ifâde, "iki kişi, iki adam" ifâdesinin sıfatıdır.

2) Bu, sözden kastedilen mânayı te'kid etmek için, araya girmiş olan bir ara cümlesidir...

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ'nın, 'onların üzerine kapıdan girin" ifâdesi, onlara yardım edeceği ve onları muzaffer kılacağı hususundaki vaadini iyice pekiştiren bir ifâdedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demiştir: "Onların beldelerinin kapılarından girdiğinizde, onlar bozulacaklar, hezimete uğrayacaklar ve onlardan, ne ateşe üfleyen ne de evde oturan bir kimse kalmayacaktır... Binaenaleyh, onlardan korkmayınızl." Allah en iyi bilendir.

Dördüncü Mesele

Bu iki adam, "(Bir kere) ona girdiniz mi, hiç şüphesiz ki siz galipsiniz" şeklindeki sözlerinde, kesin kanaat sahibiydiler. Çünkü bunlar, Hazret-i Musa'nın nübüvvetine kesinkes inanmışlardı. Binâenaleyh, Hazret-i Musa onlara, Allah'ın, "Allah'ın sizin için yazdığı Arz-ı Mukaddes'e girin...' (Maide, 21)dediğini haber verince, şüphesiz bu iki kimse, bu Hahî yardımın kendileri için tahakkuk edip, muzafferiyetin kendi taraflarında olacağına katiyyetle inanmışlardı. İşte bu sebepten dolayı onlar sözlerini, "Artık ancak Allah'a güvenip dayanın, (gerçekten) iman etmiş kimselerseniz..." ifadesiyle bitirmişlerdir. Yani, "Allahü Teâlâ, size yardım edeceğini vaadedince, size, karşı tarafın çok kuvvetli olup, cüsselerinin de çok büyük olmasından dolayı korkuya kapılmanız uygun düşmez. Tam aksine, eğer kadir bir İlah'ın varlığına ve Hazret-i Musa'nın da nübüvvetinin doğruluğuna inanmış, bunu ikrar etmiş iseniz, bu ilahi yardımın sizin için tahakkuk etmesi hususunda Allah'a tevekkül etmeniz, güvenmeniz gerekir..." demektir.

Yahudilerin, Hazret-i Musa'yı Savaşta Yalnız Bırakmaları

24

"Onlar (şöyle) dediler: "Ya Musa, onlar orada bulundukça biz oraya ebedi olarak giremeyiz. Artık sen Rabbinle beraber git! Bu suretle ikiniz harb edin! Biz mutlaka burada oturucularız".

Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık sen Rabbinle beraber git... "ifadesiyle ilgili şu izahlar yapılmıştır.

a) Belki de bu topluluk, "mücessime" idi. Buna göre de, Allah'ın gidip geleceğini tecviz edebiliyorlardı.

b) Bu ifâdeyle, Allah'ın hakikaten gidip gelmesi kastedilmeyip, aksine bu, tıpkı "Onunla konuştum, o da bana cevap vermeye gitti." Bu, "cevap vermek istedi" demektir. Buna göre o topluluk sanki, "Sen ve Rabbin, onlarla savaşmayı isteyiniz, savaşma isteği içinde olunuz..." demek istemiştir.

c) Kelamın takdiri, "Sen ve Rabb'in (de -iddiana göre- yardımcın olarak) gidiniz ve savaşınız" şeklindedir. Böylece, mübtedânın haberi mukadder olmuş olur. Buna göre şayet, "Biz, bir haber takdir ettiğimizde, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın "İkiniz harb edin!.." ifâdesi de nasıl haber addedilecektir?" denilirse biz deriz ki: Peşpeşe haber getirmek imkânsız değildir.

d) (......) ifadesiyle, Hazret-i Musa'nın kardeşi Harun kastedilmiştir. Onlar, Hârun Hazret-i Musa'dan daha büyük olduğu için, O'na "Rabb" adını vermişlerdir.

Müfessirler, onların "Artık sen Rabbinle beraber git..." ifâdesi hakkında şöyle demişlerdir: Eğer onlar bu sözü, Cenâb-ı Hakk'ın bir yerden bir yere gidip gelmesi anlamında söylem işlerse, bu küfürdür. Yok eğer onlar bu sözü, Allah'a itaat etme hususunda diretme mânasında söylem işlerse, bu da bir fısk olur. Muhakkak ki onlar, bu sözleriyle fâsık olmuşlardır. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın bu kıssanın sonunda, "Artık o fâsıklar güruhuna karşı tasalanma" (Maide. 26) buyurmuş olmasıdır. Bu hâdisenin anlatılmasından maksat, o yahudilerin, ta eskiden beri Allah'ın peygamberleri ile ne denli bir münakaşaya girdiklerini, onlara buğzedip muhalefette bulunduklarını açıklayıp ortaya koymaktır.

25

"Ya Rab, ben kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremem. Artık bizimle, o fasıklar güruhunun arasını sen ayır" dedi".

Sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa'nın, kavminden bu sözü duyunca, "Ya Râb, ben kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremem" dediğini nakletmiştir. Zeccâc, (......) kelimesinin i'râbı hususunda, o kelimenin hem merfû, hem de mansûb olabileceğini söylemiştir. Bu kelimenin merfû oluşu, şu iki sebepten dolayıdır:

a) Bu kelime lafzındaki yâ harfinin mahalline atıftır (çünkü yâ, aslında mübtedadır). Buna göre, ifâdenin takdiri, "Ben ancak kendime sahip olabilirim; kardeşim de böyledir..." şeklindedir. Hak teâlâ'nın, "Allah ve Resulü, müşriklerden artık katiyyen uzaktır" (Tevbe. 3) âyeti de böyledir

b) Bunun, (......) fiilinin tahtında bulunan (ben...) zamirine atfedilmiş olmasıdır. Buna göre ifâdenin takdiri, "Ben ve kardeşim, ancak kendimize sahip olabiliriz" şeklindedir.

Bu kelimenin mansûp olması da şu iki yöndendir:

a) (......) ifâdesindeki yâ harfinin lafzına atfedilmiş olması sebebiyledir. Buna göre ifâdenin takdiri, "Muhakkak ki ben ve kardeşim ancak kendimize sahip olabiliriz..." şeklindedir.

b) (......) kelimesinin, (......) kelimesine atfedilmiş olmasıdır. Buna göre de ifadenin takdiri "Ben ancak kendime sahip olabilirim; ve yine ben ancak kardeşime sahip olabilirim" şeklindedir. Çünkü O'nun kardeşi kendisine itaat ettiğinde, o kardeşinin itaatine mâlik olmuş olur.

İmdi şayet, "Hazret-i Musa'nın yanında, âyette bahsedilen o iki kişi de varken, daha nasıl, "Ben ancak kendime ve kardeşime sahip olabiliyorum" demiştir?.." denilirse, biz deriz ki:

Hazret-i Musa sanki, bu nakîbterin ekserisinin isyan üzerinde mutabık olduklarını görünce, bu iki kişiye de tam tamına güvenememiştir. Belki de Hazret-i Musa, bu sözü kendisine muvafakat edenleri az gördüğü için söylemiştir. Yine, âyette geçen "ve kardeşim..." ifadesiyle, Hazret-i Musa'nın, din kardeşlerini kastetmiş olması da mümkündür. Böyle olması halinde, bu iki kişi de Hazret-i Musa'nın "kardeşim..." ifâdesine dahil olmuş olurlar.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Artık bizimle, o fasıklar güruhunun arasını sen ayır" buyurmuştur. Yani, "Hak ettiğimiz şey sebebiyle bizim lehimize; onların hak ettikleri şey sebebiyle de onların aleyhine hükmetmen suretiyle, aramızı faslet, bizi birbirimizden ayır" demek olup, bu onlar için bir beddua demektir. Bu ifâdeden maksadın, "Bizi onlarla birlikte bulunmaktan kurtar" şeklinde olması da muhtemeldir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbim, beni o zalimler güruhundan kurtar" (Kasas, 21) şeklindeki buyruğu gibidir.

Yahudilerin Kırk Yıl Çölde Sürünüp Mukaddes Beldeye Giremeyişleri

26

"Buyurdu ki: "Muhakkak orası, kendilerine kırk yıl haram edilmiştir. Onlar, yeryüzünde sersem sersem dolaşacaklardır. Artık o fâsıklar güruhundan ötürü tasalanma".

Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, (......) kelimesindeki hâ zamiri, Maide 21 âyetindeki (......) kelimesine râci olup, mâna "O mukaddes toprak, onlara haram kılınmıştır" şeklinde olur.

Hak teâlâ'nın, "kırk yıl" ifadesiyle ilgili olarak şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Bu ifade, âyette geçen "haram kılınmış" (ifâdesi) sebebiyle mansûp olup, mâna, "o mukaddes toprak, onlara kırk yıl süreyle haram kılınmıştır" şeklindedir. Daha sonra Allah, o toprakları onlara, savaşmaksızın fethetmeyi nasîb etmiştir. İste, Rebî İbn Enes bunu bu şekilde anlatmıştır.

b) Hak teâlâ'nın, "yeryüzünde sersem sersem dolaşacaklardır" ifadesiyle mansûbtur ki, buna göre mâna, "onlar kırk yıl bu hal içinde kaldılar, şaşkın şaşkın dolaştılar. Bu yerin haram kılınması ise, onlar hakkında ölünceye kadar devam etmiştir. Daha sonraysa onların zürriyetleri, o beldeye girmişlerdir" şeklindedir.

İkinci Mesele

Muhtemeldir ki, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) kavmine "Artık bizimle o fâsıklar güruhunun arasında sen hükmet" diyerek beddua ettiğinde, o, bu duâsıyla bu tür bir azabı kasdetmeyip, aksine bundan daha hafif olan bir şeyi murad etmişti. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, Musa'ya Çölde kalacaklarını haber verdiğinde, Musa'nın bu sebeple üzüleceğini bildiği için, O'nu takviye etmek ve bu işi O'na hafifletmek için, "Artık o fâsıklar güruhuna karşı tasalanma" buyurmuştur.

Mukâtil ise şöyle demektedir: Musa (aleyhisselâm) kavmine beddua edince, Allahü teâlâ 'ya çölün ahvalini, durumlarını haber vermiş, Hazret-i Musa da bunu kavmine anlatınca, kavmi ona, "Niçin bize beddua ettin?" demişler, bunun üzerine Hazret-i Musa da bu yaptığına pişman olmuştur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa'ya "Artık o fâsıklar güruhundan ötürü tasalanma..." diye vahyetmiştir. Bunun, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir hitap olması da muhtemeldir ki, bu "işleri güçleri Allah'a isyan edip peygamberlere muhalefet etmek olan bir kavim hakkında tasalanma..." demektir. Allah en iyi bilendir

Hazret-i Musa İle Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'ın Çölde Kalıp Kalmadıkları

Alimler, Hazret-i Musa ve Harun'un çölde kalıp kalmadıkları hususunda ihtilaf ederek, bir kısmı, onların çölde olmadıklarını söylemiş ve şöyle demişlerdir: "Bunun delilleri şunlardır:

1) Hazret-i Musa (aleyhisselâm), kendisiyle o fâsık kavmin arasında hükmetmesi için dua etmiştir. Peygamberlerin duaları kabul edilir. İşte bu da gösteriyor ki Hazret-i Musa, çölde kavmiyle beraber değildi.

2) Çölde bulunmak bir azabtır. Halbuki peygamberler azap olunmazlar.

3) İsraîloğulları, hak karşısında diretip isyan etmeleri sebebiyle azaba uğratılmışlardır. Halbuki Hazret-i Musa ve Harun böyle değillerdir. Binâenaleyh, onların o fâsıklarla beraber o azap içinde bulunmaları nasıl düşünülebilir?"

Diğer bazı âlimler ise şöyle demişlerdir: Hem Hazret-i Musa, hem de Harun o çölde, kavimleriyle beraberdirler. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, tıpkı ateşi Hazret-i İbrahim'e kolay kılıp, O'nu bir serinlik ve esenlik kıldığı gibi, bu çölün azabını da o ikisine kolaylaştırmıştı. Bu görüşte olanlar sonra, Hazret-i Musa ile Harun'un çölde ölüp ölmedikleri ve oradan çıkıp çıkmadıkları hususunda ihtilâf etmişlerdir. Buna göre onların bir kısmı, Harun'un çölde öldüğünü, Hazret-i Musa'nın ise Harun'un ölümünden bir yıl sonra öldüğünü; Hazret-i Musa'nın ölümünden sonra, geriye, kızkardeşinin oğlu ve vasîsi olan Yûşa İbn Nûn'un kaldığını, Mukaddes Belde'yi fethedenin de bu zât olduğunu söylemişlerdir.

Bundan sonra, Şam kralının Yûşa İbn Nûn olduğu da söylenmiştir.

Diğer bir kısmı ise, Hazret-i Harun'un ölümünden sonra, Hazret-i Musa'nın geriye kalarak çölden çıkıp o zorba kavim ile savaştığını ve onları yenerek Mukaddes Belde'yi fethettiğini söylemişlerdir. Allah en iyi bilendir.

Dördüncü Mesele

Ekseri âlimler, Allah'ın "Muhakkak orası, kendilerine haram edilmiştir" buyruğunun dinî manada bir harar kılma değil de, şehre girme imkânı vermeme manasında bir haram kılma olduğunu söylemişlerdir. Bunun, dinî mânada bir haram kılma olduğu ve Cenâb-ı Hakk'ın onlara, yaptıkları kötü işlere mukabil bir ceza olsun diye, o sahrada sıkıntı ve meşakkatler içinde kalmayı emretmiş olduğu da ileri sürülmüştür.

Çölün Alanı ve Buradan Çıkamayışlarının İzahı

Âlimler, bu çölün yüzölçümü hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Meselâ Rebf, bunun altı fersâh olduğunu söylemiştir. Bazıları eni dokuz, boyu otuz fersah boyunda, daha başkaları eni altı, boyu oniki fersah olduğunu söylemişlerdir; çölde bulunanların sayısının ise, altıyüzbin süvari olduğu söylenmiştir.

İmdi şayet, "Bu kadar kalabalık bir topluluğun, böylesine küçük bir çölde kırk yıl kaldıkları halde içlerinden hiçbirinin oradan çıkmak için bir yol bulamaması nasıl düşünülebilir? Şayet onlar okyanusta bile olsalar, gözlerini güneşin veya yıldızların hareketinden ayırmasalardı (onları takip etselerdi), okyanusta dahi olsalar, mutlaka oradan çıkar kurtulurlardı. O halde bu küçük çölde nasıl kalmışlardır?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a) Peygamberlerin gönderildiği zamanlarda, harikulade şeylerin, mucizelerin vuku bulması hiç de uzak görülecek bir husus değildir. Zira biz, bunu imkânsız görme kapısını açarsak, o zaman bütün mucizeleri tenkid etmek gerekir ki, bu da bâtıl ve yanlıştır.

b) Biz âyette bahsedilen haram kılma işini, dinî manada bir haram kılmak şeklinde tefsir edersek, böyle bir soru kendiliğinden ortadan kalkar. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, onlara, vatanlarına dönmelerini haram kılmış; hatta yaptıkları bu kötü davranışlara bir ceza olsun diye, onlara bu çölde kırk yıl çeşitli sıkıntı ve acılar içinde kalmalarını emretmiş olması da muhtemeldir. Böyle olması halinde de, yine böyle bir soru kendiliğinden ortadan kalkar.

Altıncı Mesele

Arapça'da, "şaşkın şaşkın dolaştı...dolaşır-dolaşmak..." denilir, (......) kelimesi ise masdarların en genel olanıdır. (......) kelimesi ise, hiçbir çıkışı olmayan yer demektir. Hasan el-Basrî : "Onlar, akşamladıkları yerde sabahlıyor, sabahladıkları yerde akşamlıyorlardı. Onların bu çöldeki hareketleri, daireseldi" demiştir ki, bu söz de müşkildir. Zira, onlar gözlerini güneşin hareketlerine dikip ondan saptırmasalardı ve ayırmasalardı, mutlaka o çölden çıkarlardı... Şu halde daha uygun olan izah şekli, ifâdeyi, daha önce de belirttiğimiz gibi, dinî mânadaki bir haram kılmaya hamletmektir. Allah en iyi bilendir.

Hazret-i Adem'in İki Oğlu (Habil ile Kabil)

27

Âyetin tefsiri için bak:28

28

"Onlara Âdem'in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Hani onlar, (Allah'a) yaklaştıracak birer kurban takdim etmişlerdi de, ikisinden birisininki kabul olunmuş, öbürününki kabul olunmamıştı. O, "Seni elbette öldüreceğim" demişti. (Beriki de şöyle) demişti: "Allah, ancak müttakilerden kabul buyurur, Andolsun ki, beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, kâinatın Rabbi olan Allah'tan korkarım".

Cenâb-ı Hak, "Onlara, Âdem'in iki oğlunun gerçek olan haberini oku..." buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:"

Bu Kıssanın Makabli ile ilgisi

Bu âyetin, kendinden önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılmıştır:

1) Allahü teâlâ daha önce, "Ey iman edenler, Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani bir güruh size ellerini uzatmayı kurmuştu da o, bunların ellerini sizden itip çekmişti..." (Maide, 11) buyurmuş, böylece de bu âyetinde, düşmanların mü'minleri çeşitli belâ ve sıkıntılar içine düşürmek istediklerini, ama ne var ki, kendisinin onları fazl ve keremiyle koruyup, düşmanların o mü'minlere kötülük etmelerine mâni olduğunu belirtmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, teselli ve bu durumları mü'minlerin kalplerine kolaylaştırmak için, gerek dinî gerekse dünyevî bakımdan, kendilerine büyük nimetler verdiği kimseler hakkında, insanların haset ve kıskançlıklarından dolayı dedikodular yaptıkları hususunda pekçok olay zikretmiştir. İşte böylece, ilk önce oniki nakîb kıssasından, onlardan aldığı ahidden; sonra da yahudîlerin, bu ahdi bozarak, lanete ve kalp katılığına düştüklerinden bahsetmiştir.

Yine Allahü Teâlâ, bundan sonra, hristiyanların küfürlerinde alabildiğine ısrar etmelerinden, görüşlerinin yanlışlığına kesin olarak delâlet eden delillerin ortaya çıkmasından sonra bile, "Teslis"e inandıklarından; bunun ise, sadece onların, kendisine Hak dini, İslâm'ı vermiş olmasından ötürü Hazret-i Muhammed'e haset etmelerinden kaynaklanmış olduğunu belirtmiştir. Daha sonra da Hazret-i Musa'nın, zorbalar ile muharebe etmesi ve kavminin diretip isyanda ısrar etmesinden bahsederek, Hazret-i Âdem'in iki oğlunun kıssasından ve Allahü teâlâ'nın, kurbanını kabul etmiş olmasına hased ederek, onlardan birinin diğerini öldürdüğünden bahsetmiştir.

Bütün bu kıssalar, Allah'ın nimet vermiş olduğu kimselere hased edildiğine delâlet etmektedir. Binâenaleyh, Allah'ın Hazret-i Muhammed'e olan nimeti, nimetlerin en büyüğü olunca, hiç şüphesiz düşmanlarının onun hakkında her türlü tuzak ve hileler tertipleme hususunda ittifak etmiş olmaları hiç de uzak görülecek bir ihtimal değildir. İşte bu kıssaların zikredilmiş olması, yahudilerden bir topluluğun, Hazret-i Peygamber'e tuzak kurmayı ve onu çeşitli sıkıntı ve belâlara düşürmeyi kafalarında kurmuş olmalarından ötürü, Allah tarafından Hazret-i Muhammed'i bir teselli olmuş olur,

2) Bu ifâde, Cenâb-ı Hakk'ın "Ey Ehl-i kitap, size kitaptan gizlemekte olduğunuz bir çok şeyi meydana vuran, bir çoğundan da geçiveren peygamberimiz gelmiştir" (Maide, 15) âyetiyle ilgilidir. Binâenaleyh, gerek bu kıssa, gerekse bu kıssaya göre "kısas"ın farz kılınmış olması, Tevrat'ın sırlarındandır.

3) Bu kıssa, kendinden önceki zorba kavim ile savaşmak hakkındaki kıssa ile ilgilidir. Buna göre kelamın takdiri, "Nedamet ve günah işlemeleri sebebiyle meydana gelen tehassür, yerinme hususunda, atalarının yollarının tıpkı Hazret-i Âdem'in iki oğlundan birisinin diğerini öldürmeye yeltenmesi gibi olduğunu bilsinler diye, Hazret-i Âdem'in iki oğlunun hadisesini anlat..." şeklindedir.

4) Bu âyetin, Allah'ın, yahudi ve hristiyanlardan, "Biz Allah'ın evlatları ve dostlarıyız" (Maide. 18) şeklinde naklettiği buyruğu ile ilgili olduğu da söylenmiştir. Yani, "Babasının Allah katında büyük bir nebî olması sebebiyle, isyan ettiğinde Âdem (aleyhisselâm)'in oğluna, babasının peygamber olması hiçbir fayda sağlamadığı gibi, yahudi ve hristiyanlara da, küfürlerine karşılık, kendilerinin peygamber soyundan olmaları hiçbir fayda temin etmez..." demektir.

5) Ehl-i kitap, sırf haset ve kıskançlıklarından dolayı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i inkâr edip O'nu kabul etmeyince, Allah onlara, Hazret-i Âdem'in oğlunun haberini ve kıskançlığının onu kötü bir neticeye sürüklediğini haber vermiştir ki, bundan maksat, yahudileri bu kıskançlıklarından sakındırmaktır.

Hazret-i Adem'in Oğulları

Hak teâlâ'nın, "Onlara...oku" emriyle ilgili olarak şu iki açıklama yapılmıştır:

a) "Onlara, yani insanlara oku..." demektir,

b) "Onlara, yani ehl-i kitaba oku..." demektir.

O'nun "Âdem'in iki oğulları..." ifâdesi hakkında da şu iki görüş bulunmaktadır:

a) Bunlar, Hazret-i Âdem'in sulbünden olan iki oğludur ki, bunlar Hâbil ile Kabil'dir. Bunlar arasında meydana gelen münakaşa hususunda da şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Hâbil'in bir sürüsü vardı. Kabil İse ziraatçı idi. Onlardan herbiri Allah'a bir kurban sundular. Hâbil sürüsü içerisindeki en güzel koyunu seçip, kurban olarak sundu. Kabil ise, ekini içindeki en âdı buğdayları seçip, onu kurban olarak sundu ve her ikisi de, bu kurbanları ile, Allah'a yaklaşmayı istediler. Derken gökten bir ateş inip, Hâbil'in kurbanını alıp götürdü, Kâbil'inkini almadı. Böylece Kabil, Allahü teâlâ'nın, kardeşi Hâbil'in kurbanını kabul ettiğini, kendisininkini ise kabul etmediğini anladı. Bundan dolayı ona hased etti ve onu öldürmek istedi.

2) Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in, her batında (her defasında) biri erkek, biri kız ikiz çocukları oluyordu. O da, aynı batın (seferde) doğan kızını, diğer batında doğan erkek evladı ile evlendiriyordu. Böylece Hazret-i Âdem'in, önce Kabil ile onun ikizi olan kızı, sonra da Hâbil ile onun ikizi olan kızı doğdu. Kabil'in ikizi olan kızı güzeldi. Hazret-i Adem (aleyhisselâm), Kabil'in ikizi olan kızı, Hâbil ile evlendirmek istedi. Ama Kabil buna karşı çıkarak: "Ben bu ikizimi almaya, Hâbil de kendi ikizi olan kızı almaya daha müstehakız. Bu yapmak istediğin, Allah'ın bir emri olmayıp, kendi içtihadındır" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Âdem (aleyhisselâm), bu iki oğluna, "Birer kurban sunun. Kimin kurbanı kabul olunur ise, o kızla onu evlendiririm" dedi. Böylece Allahü teâlâ, Hâbil'in kurbanı üzerine bir ateş indirerek, onun kurbanını kabul ettiğini gösterdi. Kabil, kıskançlığından ötürü Hâbil'i öldürdü.

b) Hasan el-Basrî ile Dahhâk'ın görüşüdür. Buna göre, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in, birer kurban sunan iki oğlu, onun sulbünden olan iki oğlu olmayıp, İsrâiloğullarından iki âdemoğludur. Bunun delîli, Allah'ın bu kıssanın sonunda, "Bundan dolayıdır ki İsrâiloğulları için şuna hükmettik: Kim bir canı, bir can mukabilinde veya yeryüzünde bir fesat çıkardığı için olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur" (Mâide. 32) buyurmuş olmasıdır. Çünkü bu günahın, Hazret-i Âdem'in oğullarından birinden sudur etmesinin, İsrâiloğulları için kısasın farz oluşunun sebebi olmaya elverişli olmayacağı açık bir durumdur. Ama Benî İsrail'den birisinin, böyle bir günahı işlemesinin, onları aynı günahı işlemekten alıkoymak için, onlar hakkında kısas hükmünün konulmasına yol açması mümkündür. Bu hadiseden maksadın, taa eskiden beri, yahudilerin devamlı olarak isyan ve hasedde ısrarlı olduklarını, hatta hasedlerinin, Allah'ın, içlerinden birinin kurbanını kabul etmesi sebebi ile diğer birisi ona hased edip, öldürme derecesine vardığını belirtmek olması da buna delalet eder. Şüphe yok ki işte bu, hasedde son derece ileri bir durumdur. Çünkü onlardan birisi, arkadaşının kurbanının, Allah katında makbul olduğunu görünce, bu durum o kimseyi,

Allah hakkında güzel itikada ve kusursuz saygıya götüren şeylerden olmalıydı. Binâenaleyh bu kimse aksine, o arkadaşını öldürmeye yeltenip, hatta onu öldürdüğüne göre, işte bu durum o katilin, hasedde zirveye ulaşmış olduğunu gösterir. Bu kıssanın zikredilişindeki maksad, hasedin, İsrailoğulları arasında eskidenberi süre gelen bir adet olduğunu anlatmak olduğuna göre, âyette bahsedilen bu iki âdemoğlunun da, Benî İsrail'den olması gerekir.

Bil ki birincisi hadisçilerin çoğu tarafından tercih edilen görüştür. Hem sonra âyette, birinci görüşün doğruluğuna delâlet eden hususlar vardır. Çünkü âyet, katilin, öldürdüğü kardeşinin cesedine ne yapacağını bilemediğini, hatta bunu bir karganın davranışından öğrendiğini göstermektedir. Eğer bahsedilen bu iki adam, Benî İsrail'den olsaydı, ne yapacağını (yani defnetmeyi) iyi bilirdi. Doğru olan da budur. Allah en iyi bilendir.

Âyetteki Kısmının izahı

Âyetteki "Hak ile" ifâdesinin hangi mânaya olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır: a) "Allah katından gelen hak ve doğruluğa bürünmüş bir okuyuşla oku" demektir.

b) "Tevrat ve İncil'deki (gerçeklere) uygun olarak, sıdka ve hakka bürünmüş olarak oku" demektir.

c) "Doğru bir niyetle oku" demektir ki bu, hasedin çirkin ve kötü olduğunu ifâde eder. Çünkü ehl-i kitap ve müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hased edip, ona isyan ediyorlardı.

d) Bu, "Hakka itibâr etmeleri, onu, manasız ve faydasız pek çok kıssa gibi, bir oyun ve asılsız bir şey olarak görmemeleri için..." demektir. Faydasız kıssalar, boş sözlerdir. Bu ifâde de, Kur'ân-ı Kerim'deki kıssa ve hikâyelerin sadece onları anlatmak için değil onlardan ibret alınması gayesi ile zikredildiğine delâlet etmektedir. Bunun Bir benzeri de şu âyettir: "Celalim hakkı için onların kıssalarında, akıl sahipleri için bir ibret vardır" (Yusuf, 111).

Kurban Takdim Etmeleri

Sonra Cenâb-ı Allah, "Hani onlar, (Allah'a) yaklaştıracak birer kurban takdim etmişlerdi..." buyurmuştur.

Birinci Mesele

Âyetin başındaki edatı ne ile mansuptur? Bu hususta iki görüş vardır:

a) Bu kelime, (......) kelimesi ile mansuptur. Yani "onların bu hadisesi, (kurban sundukları) o vakitte olmuştur" demektir.

b) (......) kelimesinden bedeldir. Buna göre kelamın takdiri, mahzuf muzaaf ile şöyledir: "Onlara, haberi, yani o vakitte olan haberi oku"

İkinci Mesele

"Kurban", birşey kesme veya tasadduk etme yolu ile, Allah'a yaklaşmak için yapılan şeye denir. Kurban ile ilgili söz, Âl-i İmrân sûresinde geçmişti.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ'nın, kelamının takdiri, (onlardan herbiri bir kurban sundu) şeklindedir. Fakat fiil tesniye; ismi, müfred getirildi. Çünkü her ikisinin ve kurban sunmuş olması, herbihnin bir kurbanı olduğu neticesi çıkar. "Kurban" kelimesinin, bir cins ismi olduğu ve bir kurban ile birden fazla kurbana şamil olduğu söylenmiştir. Hem kurban lafzı, tıpkı "rüçhân", "udvân" ve "küfrân" kelimeleri gibi bir masdardır. Masdar (mefûl-i mutlak) ise tesniye ve cemî olarak gelmez.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İkisinden birisininki kabul olunmuş, Öbürününki kabul olunmamıştı" buyurmuştur. Bu cümle hakkında da birkaç mesele vardır:

Kurbanın Kabul Edilişinin Harareti

Kurbanın kabul edildiğinin alâmetinin, gökten gelen bir ateşin onu yiyip bitirmesi olduğu söylenmiştir. İşte bu, müfessirlerin ekserisinin görüşüdür. Mücâhid ise, ateşin onu yakıp bitirmesini, kabul edilmeyişinin alâmeti olduğunu söylemiştir. Birinci görüş daha uygundur. Çünkü müfessirlerin ekserisi bunu kabul etmişlerdir. Şu da rivayet edilmiştir: O zamanlar, Allah'a yaklaşılmak için sunulan kurbanın, verilebileceği bir fakir bulunmuyordu. Bundan dolayı gökten bir ateş inip, onu yakıp bitiriyordu.

Kurbanın Kabul Şartı

Bu iki kurbandan biri kabul edilmiş, diğeri ise kabul edilmemiştir. Çünkü amellerin kabul edilmesi için, takvanın bulunması şarttır. Nitekim Allah burada, haklı olanın ağzından, "Allah, ancak muttakîlerden kabul buyurur" demiştir. Cenâb-ı Hak, bize deveyi kurban olarak kesmemizi emrederken de, "Onların ne etleri, ne kanlan hiç bir zaman Allah'a erişmez. Fakat sizden O 'na, takva ulaşır" (Hacc, 37) buyurmuş ve böylece Allah'a varan şeyin, sadece takva olduğunu haber vermistir.

Takva ise, kalbin sıfatlarındandır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kalbine İşaret ederek, "Takva buradadır" Müslim, Birr, 32 (4/1986); Tirmizî, Birr, 18 (4/325). demiştir.

Takvanın Mânası

Takva birçok şeyi ifâde eder:

1) İnsanın, yaptığı ibadetlerde kusur edeceği endişesi ve korkusuna düşerek, elinden geldiği nisbette kusurlardan korunması...

2) İnsanın, yaptığı taatları, Allah rızasını istemenin dışında, herhangi bir maksad için yapmaktan korunması...

3) İnsanın, ibadetlerinde, Allah'dan başkasının ortak olmasından ittikâ edip, korunmasıdır... Bunlar, gözetilmesi ne kadar da güç ve zor olan şartlardır!

Bu kıssa ile ilgili olarak şu da söylenmiştir: "O iki kardeşten birisi kurbanını, nalının en güzelinden seçmiş, diğeri ise malının en âdisini kurban olarak sunmuştu."

Yine şu da söylenmişti: "Kabil, kendi kendine "ister kurbanım kabul olsun, ister olmasın buna aldırmayacağım ve ikiz kızkardeşimi Hâbil'e vermeyeceğim" diye düşünmüştü. Kabil'in muttaki ve itaatkâr bir kimse olmadığı ve bu sebepten dolayı, Allahü teâlâ'nın onun kurbanını kabul etmediği de söylenmiştir.

Kabil'in Hâbili Öldürmek İstemesi

Sonra Allahü teâlâ, Kabil'in Habil'i, 'Seni elbette öldüreceğim" dediğini, Hâbil'in de, "Allah, ancak muttekîlerden kabul buyurur" diye cevap verdiğini nakletmiştir. Bu kelamda bir hazif vardır ve takdiri şöyledir: "Sanki Hâbil, Kabil'e "Niçin beni öldüreceksin?" demiş. Kabil de, "Çünkü senin kurbanın kabul edildi" demiş. Bunun üzerine Hâbil, "Benim suçum ne! Allah, ancak muttakîlerden kabul buyurur" demiştir. Bu ifâdenin, kıssa arasına girmiş itirazî bir cümle olarak, Hak teâlâ tarafından, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitaben söylenmiş bir söz olabileceği de söylenmiştir. Sanki Allah, bu söz ile, "O muttaki olmadığı için, onun kurbanını kabul etmedim" mânasında bir açıklamada bulunmuştur.

Hâbil'in Karşılık Vermemesinin Sebebi

Daha sonra Allahü teâlâ, mazlum olan kardeşin, "Andolsun ki beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben kâinatın Rabbi olan Allah'dan korkarım" dediğini nakletmiştir. Bu ifâdeyle ilgili iki soru vardır:

Birinci Soru: İnsanın kendisini müdafaa etmesi farz olduğu halde, Hâbil niçin, katil Kabil'e karşı kendisini savunmamıştır? Farzet ki bu farz değil ama, en azından haram da değildir. O halde daha niçin Hâbil, "Çünkü ben, kâinatın Rabbi olan Allah'dan korkarım" demiştir?

Bu soruya birkaç yönden cevap verilebilir:

1) Şöyle denilebilir: Maktul Habil, çeşitli emarelerden dolayı zann-ı galip ile, Kabil'in kendisini öldüreceğini anlamıştı da bu sözü, ona bir nasihat ve vaaz olsun diye söylemişti. Yani, "Ben, haksız yere ve zulüm ile seni öldürmeyi uygun bulmuyorum. Seni öldürme işini, ancak Allah'dan korktuğum için yapmıyorum" demek istemiştir. Hâbil bu sözü, kardeşi kendisini öldürmeden önce söylemişti ki bundan maksadı, kasten adam öldürmenin çirkinliğini Kabil'in kalbine sokmaktı. İşte bu sebepten ötürü Kabil'in biraz sabrettiği, Hâbil'in uyuyunca, büyük bir taşla başını ezerek onu öldürdüğü rivayet edilmiştir.

2) Âyetteki "Ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim" ifâdesi, "Seni öldürmek için sana elimi uzatmam. Elimi sana, ancak kendimi müdafaa etmek için kaldırırım" manasınadır. Ehl-i ilim şöyle derler: "İnsan kendisini müdafaa ederken, önce en ehveni ile İşe başlayıp derece derece ilerlemesi gerekir. Kişinin, kendisini müdafaa için ilk planda karşısındakini öldürmeye niyetlenme hakkı yoktur. Aksine onun hakkı, kendisini müdafaa etmektir. Nihayet insan, kendisini ancak karşısındakini öldürerek kurtarabileceği kanaatine varır ise, ancak o zaman onu öldürmesi caizdir.

3) Bazı âlimler şöyle demişlerdir: "Öldürülmek istenen kişi, şayet kendisi dilerse, katilin isteğine boyun eğmesi caizdir. Nitekim, Hazret-i Osman (r.h) da böyle yapmıştı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Muhammed İbn Mesleme (radıyallahü anh)'ye"Kolunu yüzüne tut (kadere boyun eğ). Allah'ın öldürülen kulu ol, fakat öldüren kulu olma" Benzeri bir hadis: Müsned, 5/110, 292. buyurmuştur.

4) Nefs-i müdafaanın farz oluşu, şeriatların değişmesi ile değişen bir hüküm olabilir. Mücâhid: "O zamanlar nefsi müdafaa mubah değildi" demiştir.

İkinci Soru: Niçin şart fiil, cevap ise ism-i fail sîgasında getirilmiştir? Bu, âyetteki ifadesidir. "Andolsun ki beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatıcı değilim"ifadesidir.

Cevap:Bu, Habil'in o kötü işi kesinlikle yapmayacağını ifâde eder. işte bundan dolayı, sözünü nefyi te'kid eden ba harf-i cerri ile (diyerek...) söylemiştir.

Katilin, Maktulün Günahını Alması Meselesi

29

"Şüphesiz dilerim ki sen kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenesin de, cehennem ehlinden olasın. İşte zâlimlerin cezası budur".

Bu ifâde ile ilgili iki soru vardır:

Birinci Soru: Cenâb-ı Allah "Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez" (İsrâ, 15) buyurmuştur. Öyle ise nasıl olur da, katilin, öldürdüğü kimsenin günâhını da yüklenmesi düşünülebilir?

Buna şu iki şekilde cevap verilmiştir:

a) İbn Abbas (radıyallahü anh), İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), Hasan el-Basrî ve Katâde, bunun mânasının, "Sen hem beni öldürme günahını, hem de beni öldürmezden önce işlediğin günahları yüklenirsin" şeklinde olduğunu söylemişlerdir ki, buna göre âyette mahzûf bir muzaf vardır.

b) Zeccac: "Bu ifâde, "Sen, hem beni öldürme günahın, hem de kurbanın kabul edilmeyişine sebep olan günahın ile Allah'a dönersin" mânasındadır" demiştir.

Hâbil'in. Kardeşinin Cehennemlik Olmasını İstemesi Doğru mudur?

İkinci Soru: İnsan kendisinin Allah'a isyan etmesini istemediği gibi, başkasının da Allah'a isyan etmesini istememesi gerekir. O halde Hâbil niçin, "Şüphesiz dilerim ki sen kendi günahınla birlikte, benim günahımı da yüklenesin" demiştir?

Buna da birkaç yönden cevap verilmiştir:

1) Biz bu sözün, öldürülen Hâbil'in, katil Kabil tarafından öldürüleceğini zann-ı galip ile anladığı zaman söylendiğini ifade etmiştik. Bu söz, katilin öldürme işim yapmasından önce söylenmiştir ve binâenaleyh sanki Hâbil, Kabil'e va'z-u nasihatta bulunarak, "Eğer sen bu nasihata rağmen, bu büyük günahı işlemekten vazgeçmezsen, mutlaka beni öldürmek için, habersiz olduğum ve kendimi sana karşı müdafaa edemeyeceğim bir ânımı gözetlersin. İşte bu durumda da, beni öldürmene karşılık kendimi müdafaa etmem, ancak sen beni öldürmeden önce, benim öldürmem ile olabilir. Bu da sırf zanna dayanır. Bu ise, benim tarafımdan işlenmiş büyük bir günah olur. Binâenaleyh iş, bu günahı işleyenin sen veya ben olması ihtimali içinde olunca, ben bu büyük günahın kendim için değil, senin için tahakkuk etmesini isterim" demek istemiştir. İste böyle bir hal ve şart içinde, günahın başkasından sâdır olmasını istemek haram değil, aksine taat ve İhlasın kendisidir.

2) Bu ifâde "Ben, beni öldürme günahının cezasını yüklenmeni istiyorum" demektir. Mazlumun, Allahü teâlâ'dan kendisine zulmedeni cezalandırmasını dilemesinin caiz olduğunda şüphe yoktur.

3) Rivayet olunduğuna göre zâlim olan, Kıyamet günü hasmını (zulmettiği kimseyi) razı edecek bir şey bulamadığı zaman, mazlumun günahlarından bir kısmı alınır, zâlime yüklenir. İşte buna göre, "Ben, bir yandan, Kıyamet gününde beni razı edecek birşey bulamadığın zaman, benim günahımı, diğer taraftan da, beni öldürme günahını yüklenmeni isterim" denilebilir. İşte bu, birinci soruya da cevap olabilecek bir izahtır. Allah en iyi bilendir.

Kabil'in Hâbil'i Öldürüp Pişman Olması

30

"Nihayet nefsi, kardeşini öldürmeyi ona güzel gösterdi de onu öldürdü. Bü yüzden, hüsrana uğrayanlardan oldu"

Müfessirler şöyle demişlerdir; "Bu, "Kabil'in nefsi, kardeşini öldürmesini kendisine önemsiz bir iş gibi gösterdi" mânasındadır." Bazıları da, "Buna, Kabil'in nefsi, kardeşini öldürme hususunda kendisini cesaretlendirdi" şeklinde mâna vermişlerdir. Bu hususta sözün özü şudur: İnsan kasden ve haksız yere adam öldürmenin büyük günahlardan olduğunu düşündüğünde, bu şekildeki düşünce ve inancı o insanın böylesi bir işi yapmasına mâni olur. Bundan dolayı bu düşünce ve inancı, kesinlikle insanın kendisine itaat etmeyen ve karşı koyan birşey gibi olur. Ama nefis, çeşitli vesvese ve desiselerini getirdiğinde, bu fiil o insana çok önemsiz birşey gibi gelir. Böylece de nefis, şaşırtıcı vesveseleri ile o fiili yapmama hususundaki düşüncesini, kendisine itaat eder hale getirmiş gibi olur. İşte, Hak teâlâ'nın, "Nihâyet nefsi, kardeşini öldürmeyi ona güzel gösterdi..." ifadesiyle kastedilen şey budur.

Mu'tezile şöyle demiştir: "Her şeyin yaratıcısı Allah olsaydı, bu hoş göstermenin ve süslemenin Kabil'in nefsine değil, Allah'a nisbet edilmesi gerekirdi."

Buna şu şekilde cevap verilmiştir: Fiiller sebeplerine isnâd edilip, o sebeplerin faili de Allah olunca, böylece bütün fiillerin faili Allah olmuş olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "o da onu öldürdü" buyurmuştur. Bu hususta şöyle bir rivayet bulunmaktadır: Kabil, Hâbil'i nasıl öldüreceğini bilemiyordu. Derken, iblis, eline bir kuş alıp onun başına taşla vurarak öldürmüş vaziyette Kabil'e göründü. ' Böylece Kabil, öldürmeyi İblisten öğrendi. Sonra da, bir gün Hâbil'i uyurken buldu. Elindeki taş ile onun başına vurdu, o da bunun üzerine öldü. Abdullah İbn Mesûddan, Hazret-i Peygamber'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Haksız yere öldürülen her insanın (kanının akıtılması vebalinden) bir hisse de, Âdem'in ilk oğlu (Kabil'e) düşmektedir" Buhâri, Cenâiz, 33; Müslim, Kasâme, 27 3/1304 Çünkü, öldürme işini yeryüzünde ilk çıkarıp kötü örnek olan, o olmuştur.

Daha sonra Allah, "Bu yüzden, hüsrana uğrayanlardan olmuştu" buyurmuştur.

İbn Abbas bu ifâdeye şu şekilde mâna vermiştir: "O, hem dünyada, hem de âhirette hüsrana uğrayanlardan oldu. Onun dünyada ziyan etmesi, ebeveynini kızdırması ve Kıyamete kadar, zihinlerde kötü bir kimse olarak kalmasıdır. Âhiretteki ziyanı ise, onun çok büyük bir cezaya duçar olmasıdır."

Denildiğine göre, Kabil, kardeşini öldürünce, Yemen topraklarındaki Aden'e kaçtı. Derken iblis yanına gelerek şöyle dedi: "Ateşe hizmet edip, ona kulluk ettiği için ateş, onun kurbanını yemiştir.. Eğer sen de ateşe taparsan, maksadına nail olursun..." Bunun üzerine Kabil, bir ateş evi inşâ etti. İşte böylece Kabil, ateşe tapanların da ilki oldu...

Yine rivayet edildiğine göre Hâbil yirmi yaşlarında öldürülmüştü. Onun öldürülmesi de Hira Dağı'nın yamaçlarında tahakkuk etmişti. Bu öldürülme hadisesinin Basra da, Ulu Caminin yerinde olduğu da ileri sürülmüştür.

Yine rivayet edildiğine göre, Kabil Hâbil'i öldürürken, daha evvel bembeyaz olan bedeni mosmor oldu. Bunun üzerine Hazret-i Âdem, ona kardeşini sordu. O, "Ben onun vekili değilim!." cevabını verince, Hazret-i Âdem, "Belki de sen onu öldürdün de, bundan dolayı bedenin morardı" dedi... Bundan sonra Hazret-i Âdem, yüz sene hiç gülmedi... Keşşaf sahibi: "Hazret-i Âdem'in, bir şiir söyleyerek ağıt yaktığı rivayet edilmiştir ki, bu yalandan başka bir şey değildir. Çünkü şiir, ancak bir uydurma ve hayal mahsûlüdür.

Halbuki peygamberler şiirden masundurlar..." demiştir. Keşşaf sahibi, bu sözünde doğrudur; çünkü şiir son derece eksik ve bozuk bir şey olup, ancak ahmak olan âlimlere yakışır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, ilmini meleklere karşı bir hüccet ve delil kıldığı bir zata böyle bir şey nasıl mâl edilebilir?

Kabil'in Cenazeyi Gömme İşini Kargadan Öğrenmesi

31

"Sonra Allah bir karga gönderdi. O, yeri eşiyordu ki ona kardeşinin cesedini nasıl örteceğini göstersin... "Yazıklar olsun bana! dedi, ben şu karga kadar bile olup da kardeşimin cesedini örtmekten âciz oldum!" Artık o, pişman olanlardan olmuştu".

Cenâb-ı Allah'ın: "Sonra Allah bir karga gönderdi. O, yeri eşiyordu ki ona kardeşinin cesedini nasıl örteceğini göstersin..." buyruğu hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Denildiğine göre, Kabil, Hâbil'i öldürünce ne yapacağını bilemez halde onu bırakır... Daha sonra da, yırtıcı hayvanlardan dolayı, Hâbil için endişeye kapılır... Derken onu, bir tulumun içinde bir yit sırımda taşır. Nihayet Hâbil'in cesedi değişmeye, bozulmaya başlar. İşte bunun üzerine Allah bir karga gönderir... Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

a) Allah, iki karga gönderdi. Derken bu kargalar dövüşmeye başlarlar... Neticede biri diğerini öldürerek, gagası ve ayaklarıyla onun için bir çukur kazdı ve karganın cesedini o çukura attı. İşte Kabil, bunu kargadan öğrendi...

b) Esamm şöyle demektedir; "Kabil Hâbil'i öldürüp onu öylece bırakınca, Allahü teâlâ. ölünün (Hâbil) üzerine toprak saçan bir karga gönderdi. Katil Kabil, Allah'ın, Hâbil'e ölümünden sonra ne şekilde ikramda bulunduğunu görünce, pişman oldu" ve: "yazıklar olsun bana!.." dedi..."

c) Ebu Müslim de şöyle demiştir: "Kargaların âdeti, eşyayı gömmektir. İşte böylece bir karga gelip bir şeyi toprağa gömdü. Kabil de, bunu kargadan öğrendi..."

İkinci Mesele

"Ona göstersin diye..." ifâdesinin failinin kim olduğu hususunda şu iki izah yapılmıştır:

a) "Allah, ona göstermek için..."

b) "Karga, ona göstermek için..." Yani, "öğretmesi için..." demektir. Görmek öğrenmenin sebebi olunca, sanki Allah mecazî olarak, bu sözle, "ona öğretmesi için..." manasını kastetmiştir.

Üçüncü Mesele

(......) tâbirinin mânası, "Kardeşinin avretini..." demektir. "Avret" kelimesi de, kişinin bedeninde, açılması caiz olmayan kısım demektir. O halde (......) kelimesi, "çirkinliğinden dolayı insanı utandıran ayıp yerler, kusurlar" mânasına gelir. Bu ifâdenin, "kardeşinin iaşesi" anlamına geldiği de söylenmiştir.

Daha sonra yüce Allah: "Yazıklar olsun banar dedi ben şu karga kadar bile olup da kardeşimin cesedini örtmekten aciz oldum!... Artık o, pişman olanlardan olmuştu" buyurmuştur.

Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Şüphesiz ki, "Yazıklar olsun bana!" ifâdesi, tehassür ve hayıflanma ifâde eden bir deyimdir. Âyette bu tâbirin geçmesi hakkında şu iki ihtimal bulunmaktadır:

a) Kabil, Hâbil'i nasıl defnedeceğini bilemiyordu. Binâenaleyh, bunu kargadan öğrenince, karganın kendisinden daha bilgili olduğunu; kendisinin, cehaletinden ve bilgisinin de azlığından dolayı, kardeşini öldürmüş olduğunu anladı... İşte bunun üzerine pişman oldu, yaptığından dolayı nedamet duyarak, hayıflandı...

b) Kâbil, Hâbil'i nasıl defnedeceğini biliyordu.. Çünkü, insanın bu kadarcık şeyi yapabilmesi, çok uzak ihtimal görülmemelidir.. Ancak ne var ki, kardeşini öldürünce, ona hakaret olsun diye ve önemsemeyerek onu çölde bıraktı. Karganın, başka bir kargayı gömdüğünü görünce, kalbi yumuşayarak, "Bu karga, diğerini öldürüp; öldürdükten sonra da onu toprağa gömdüğüne göre, ben bu kargadan daha mı az şefkatliyim?..." dedi.

Yine, şu da rivayet edilmiştir: Karga gelip, Hâbil'in üzerine toprak saçmaya başladı... Bunun üzerine Kâbil, Allah'ın, kurbanını kabul etmesi suretiyle ona hayatta iken ikram ettiğini; öldükten sonra da, onu toprağa gömsün diye karga göndererek ona iyilikte bulunduğunu görünce, kardeşinin Allah katında büyük bir dereceye sahip olduğunu anladı ve bu yaptığına hayıflandı... Ve kardeşine yaklaşabilmesinin, ancak onu yere gömmesiyle mümkün olacağını anlayınca, hiç şüphesiz, "Yazıklar olsun bana, ben şu karga kadar bile olup da (...)"

İkinci Mesele

Kabil'in, "Yazıklar olsun bana!.." ifâdesi, kendisinin ilahî azaba müstehak olduğu hususunda bir itiraftır. Bu, büyük belâlar meydana geldiği zaman kullanılan bir kelimedir ki, bunun lafzı da, "nida" lafzıdır. Buna göre, sanki "yazık, helak" kelimesine, henüz meydanda olmadan gelsin, hazır olsun diye nida etmiş, seslenmiştir. Yani "Ey veyl, gel; işte senin gelme zamanındır" demektir, (......) kelimesi, açıklamayı daha iyi yapmak için zikredilmiştir. Bu tıpkı, "Eyvah!... ben mi doğuracak mışım?" (Hud, 72) âyetinde olduğu gibidir. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü Mesele

(......) kelimesi, lüzum, devamlılık için vaz edilmiştir. Meclise devam eden kimseye "nedîm" denilmesi bundandır; çünkü o, meclisten ayrılmaz..

Kabil'in Pişmanlığı (Tevbesi) Neden Fayda Vermedi?

Bu hususta bir soru bulunmaktadır ki o da şudur; "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Nedamet, tevbedir" İbn Mâce. Zühd. 30 (2/1420). buyurmuştur. Binâenaleyh Kabil pişman olduğuna göre, o, tevbe edenlerden olmuş demektir. O halde daha nasıl onun tevbesi kabul olunmaz?.."

Alimlerimiz bu soruya şu şekilde cevap vermişlerdir:

a) Kabil, Hâbil'i nasıl defnedeceğini kargadan öğrenince, o, Hâbil'i bir sene sırtında taşıdığına pişman oldu...

b) O, kardeşini öldürdüğü için pişman oldu, çünkü o, onu öldürmekle bir şey elde edemedi, üstelik bu yüzden ebeveyni ve kardeşleri ona kızdılar, gazap ettiler.. Böylece onun nedameti, öldürmenin bir günah olduğuna inandığı için değil, işte bu sebeplerden dolayı olmuştur...

c) O, Hâbil'i öldürdükten sonra, ona hakaret olsun diye, çölde bıraktığına pişman olmuştu. Zira, karganın diğer kargayı öldürüp, sonra da onu gömdüğünü görünce, kalbinin bu denli katı olmasına pişman olmuş ve: "Bu benim kardeşim ve diğer taraftan aynı batından ikizimdir. Onun eti benim etime, kanı da kanıma karışmıştır. Karga kargaya şefkat etti, ama benden kardeşime karşı bir şefkat zuhur etmedi. Merhamet ve güzel huylar bakımından, ben kargadan daha aşağıyım!.." demiştir.

Böylece onun nedameti Allah'tan korktuğu için değil, işte bu sebeplerden dolayı pişman olmuş; bundan dolayı bu pişmanlık Kendisine fayda vermemiştir.

Bir Kişiyi Haksız Yere Öldüren Bütün İnsanları Öldürmüş Gibidir

32

"Bundan dolayıdır ki, İsrâiloğullarına şu hakikati hükmettik: Kim bir canı, bir can mukabilinde veya yeryüzünde bir fesat çıkarmaktan dolayı olmayarak öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse bütün insanları diriltmiş gibi olur. Celalim hakkı için, peygamberlerimiz onlara beyyineler getirmişlerdi. Sonra, muhakkak ki içlerinden pekçoğu, bunların arkasından, yeryüzünde mutlaka haddi aşmaktadırlar".

Cenâb-ı Hak: "Bundan dolayıdır ki, İsrâiloğullarına şu hakikati hükmettik: Kim bir canı, bir can mukabilinde veya yeryüzünde bir fesat çıkarmaktan dolayı olmayarak öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur" buyurmuştur ki bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Allah'ın "Bundan dolayıdır ki" sözü, "Yaptığın şey sebebiyle..." demektir.

Buna göre şayet, "Mânanın böyle olması halinde şu iki soru sorulabilir:

a) yani "Habil ve Kabil kıssası ile ilgili geçen şeylerden dolayı, İsrâiloğullarına kısası farz kıldık" demek olur ki bu müşkildir. Çünkü Kabil ve Habil hadisesi ile, İsrâiloğullarına kısasın farz kılınması arasında bir ilgi ve münasebet yoktur?

b) Kısas, bütün ümmetler için sabit olmuş bir hükümdür. Binâenaleyh bu hükmün İsrâiloğullarına mahsus olduğunu bilhassa söylemenin faydası nedir?"

Birinci soruya iki şekilde cevap verilmiştir:

1) Hasan el-Basrî: "Bu öldürme hadisesi, İsrailoğulları içinde vuku bulmuştur, Hazret-i Adem'in oğulları arasında cereyan etmemiştir" demiştir. Biz bu hususu daha önce belirtmiştik.

2) Bu öldürme işinin, Hazret-i Âdem'in kendi oğulları arasında olduğunu kabul ediyoruz. Fakat âyetteki, "Bundan dolayıdır ki..." ifâdesi, Habil ve Kabil kıssasına İşaret etmemekte, aksine bu hadisede bahsedilen ve haram olan öldürme sebebi ile meydana gelen çeşitli zararlara işaret etmektedir. Mesela bu İşaretlerden birisi, "Bu yüzden hüsrana uğrayanlardan olmuştu" (Maide, 30) ifadesidir. Birisi de "Artık o, pişman olanlardan olmuştu" ifadesidir. Binâenaleyh "Bu yüzden hüsrana uğrayanlardan olmuştu" âyeti, Kabil'in hem dinî hem de dünyevî bakımdan hüsrana (zarar-ziyana) uğradığına; "Artık o, pişman olanlardan olmuştu' cümlesi de onun kalbinde, kesinlikle savuşturamayacağı birçok pişmanlık ve üzüntünün doğduğuna işarettir. Buna göre âyetteki "Bundan dolayıdır ki İsrâiloğullarına hükmettik ki..." buyruğu, "Bu kıssada zikrettiğimiz haksız yere adam öldürme gibi çeşitli zararlara yol açan şeyler sebebi ile, katile kısas uygulanması hükmünü verdik" manasınadır. İşte bu, bu hususta en güzel cevaptır. Allah en iyi bilendir.

İkinci soruya ise şöyle cevap verilir: Katile kısasın uygulanmasının farz oluşu, her ne kadar bütün milletler için umûmî bir hüküm olsa da, burada zikredilen böylesine şiddet (va'îd) İsrailoğulları için olup, diğer ümmetlerde yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak burada, tek bir canı öldürmenin, bütün insafları öldürme gibi olduğu hükmünü vermiştir. Şüphe yok ki bu sözden maksad, kasten ve haksız yere adam öldürmenin cezasını iyice anlatmaktır. Bunun bu şekilde anlatılmasındaki gaye de, yahudilerin böylesine bir tehdidin olduğunu bilmelerine rağmen peygamberlerini öldürmeye yeltenip, öldürdüklerini belirtmektir. İşte bu, onların kalplerinin son derece katı ve itaattan uzak olduklarını gösterir. Bu kıssaların anlatılmasından maksad, daha evvel de bahsettiğimiz gibi, yahudilerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile güzide sahabelerini öldürmeye niyetlendikleri hadise ile ilgili olarak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bir teselli olunca, bu kıssada İsrâiloğullarına böylesine şiddetli bir tehdidin yöneltilmesi, söz içinde son derece münasebetli olmuş olur ve maksadı da o nisbette te'kid eder.

İkinci Mesele

Bu ifâde, hemze hazfedilerek ve onun harekesi nûn'a verilerek, nûn'un fethası ile (......) şeklinde okunmuştur. Ebû Cafer, bunu hemzenin kesresi ile (......) şeklinde okumuştur ki bu da bir kullanılıştır. Nün sakin olduğu için, hemzenin kesresi nûna verilmiş ve şeklinde de okunmuştur.

Kıyas Delilinin Menşei

Kıyâsı delil olarak kabul edenler, "Bu âyet, Allahü teâlâ'nın ahkâmının, bazan illet ve sebeplere bağlı olduğuna delâlet eder" demişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ burada, "Bundan dolayıdır ki İsrâiloğullarına şu hakikati hükmettik..." buyurmuştur. Bu, bu hükümlerin yazılışının, "Bundan dolayıdır ki" ifâdesinin işaret ettiği o sebeplerle muallel (illetli) olduğunu açıkça göstermektedir" demişlerdir. Mutezile de: "Bu âyet, Allah'ın ahkâmının, kulların maslahatları ile muallel (illetli, onlara bağlı) olduğuna delâlet eder. Bu sabit olunca, Hak Teâla'nın, kulların inkârlarını ve kötü fiillerini yaratan, onlardan bu fiillerin sudur etmesini irâde eden olması imkânsız olur. Çünkü kötü ve çirkin fiilleri yaratması ve irâde etmesi, Allahü teâlâ'nın, maslahatlara riayet eden olmasına manidir. Bu ise, bu âyette zikredilen ta'lîrt (sebep göstermeyi) boşa çıkarır" demiştir.

Bizim âlimlerimiz ise şöyle demişlerdir "Allahü teâlâ'nın hükümlerinin bazı sebep ve illetlere bağlı olduğunu söylemek, birkaç yönden imkânsızdır:

1) İllet, eğer kadîm ise, o zaman ma'lûlün de (yani bu illete bağlı hükmün de) kadîm olması gerekir. Eğer muhdes ise, onu başka bir illete bağlamak gerekir ki bu takdirde de teselsül gerekir.

2) Eğer hüküm, bir sebep ve illete bağlı olsaydı, bu illetin Allah'a nisbetle varlığı ve yokluğu müsavî olursa, bir illet olması imkânsız olur. Eğer müsâvî değil ise, o zaman bunlardan bir taraf diğerinden üstün olur. Bu da onun bu üstünlüğü bu fiilden almış olmasını gerektirir. O zaman (Allah) zâtı itibari ile noksan ve başkası ile kemâl bulmuş olur ki bu muhaldir.

3) Fiilin sebeplere bağlı olduğu sabit olmuştur. Sebeplerde teselsülün bulunması imkânsızdır. Bilakis bu sebeplerin, kulda kul tarafından değil de Allah tarafından meydana gelmiş olan bir ilk sebebe dayanması gerekir. Yine sebep meydana geldiği zaman, fiilin meydâna gelmesinin gerektiği de sabit olmuştu. İşte buna göre herşey Allah'dandır. Bu, Allahü teâlâ'nın fiillerini ve hükümlerini bir sebep ve illete dayandırmayı imkânsız kılar. Böylece bu âyet-i kerimenin zahiri mânasının, muhkem değil de müteşâbih olduğu sâbih olur. Bunu te'kid eden bir başka şey de, "De ki: "O halde Allah, Meryem oğlu Mesîh i, anası (Meryem'i) ve yeryüzünde bulunanların hepsini öldürmek isterler kim Allah'a karşı durabilir?" (Maide, 17) ayetidir. Bu, herşeyin Allah'dan olmasının, güzel olduğu ve O'nun yaratması ve hükümlerinin, kullarının maslahatlarını (menfaatlerini) gözetmeye bağlı olmadığı hususunda açık bir delildir.

Kısasen Öldürmenin Meşru Sebepleri

Hak teâlâ'nın, "...veya yeryüzünde bir fesat çıkarmaktan dolayı (olmaksızın)" ifâdesi hakkında Zeccac: "Bu söz, âyetteki "nefs" kelimesi üzerine atfedilmiştir. İfâdenin takdiri, "Her kim bir canı, bir can mukabilinde veya yeryüzünde bir fesat çıkarmaktan dolayı olmaksızın öldürürse..."' şeklindedir" demiştir. Hak teâlâ böyle demiştir, çünkü öldürmek, bazan birçok sebepten ötürü helâl olur. Bu sebeplerden biri kısastır ve Hak teâlâ'nın "Kim bir canı, bir can mukâbilinde veya yeryüzünde bir fesat çıkarmaktan dolayı olmayarak öldürürse..." âyetinden murad da budur.

Yine bu sebeplerden biri, müslümanlara karşı savaşan kâfirin küfrü ve imandan sonra küfre girip irtidad etmesi veya haydutluk yaparak yol kesmesidir. İşte Hak teâlâ'nın, bu âyetten hemen sonra gelen, "Allah ve Resulüne harb açanların, cezası ancak öldürülmeleridir..." (Mâide.33)âyeti ile muradı da budur. Böylece Allah, bütün bu sebepleri, "veya yeryüzünde bir fesat çıkarmaktan dolayı olmayarak... "âyetinde toptan zikretmiştir.

Bir İnsanı Öldürmek Nasıl Bütün İnsanlığı Öldürmek Gibi Olur

Hak teâlâ'nın, "Bütün insanları öldürmüş gibi olur" cümlesinde şu şekilde bir müşkil bulunmaktadır: Bir insanın öldürülmesi, nasıl bütün insanların öldürülmesine eşit olabilir? Çünkü cüz'ün (parçanın) bütüne denk olması imkânsızdır? Müfessirler, bu soruya karşılık birçok cevap zikretmişlerdir ki hepsi de şu tek mukaddimeye dayanmaktadır: İki şeyden birisinin diğerine benzetilmesi, her yönden biribirine benzediği hükmünü vermeyi gerektirmez. Çünkü bizim, "Bu, şuna benziyor" sözümüz, "Bu, bütün yönlerden veya bazı yönlerden ona benziyor" sözümüzden daha umûmidir. Bu mukaddimenin doğru olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Bu müşkite birkaç yönden cevap verilebilir:

1) Tek bir insanın öldürülmesini, bütün insanların birden öldürülmesine benzetmek, bir kimseyi haksız yere kasten öldürme işinin ne kadar mühim bir suç ve büyük bir günah olduğunu iyice beyân etmek içindir. Yani nasıl bütün insanların öldürülmesi herkesçe çok büyük bir cürüm ve suç ise, aynı şekilde tek bir insanın öldürülmesinin de çok büyük ve korkunç bir suç olması gerekir. Binâenaleyh bu ifâde ile kastedilen, her ikisinin de büyüklük ve vahamet bakımından birbirine benzediğini ortaya koymak olup, büyüklüğün miktarı bakımından denk olduklarını beyân etmek değildir. Bu, nasıl çok büyük ve vahîm bir suç olmasın ki?.. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Kim bir mü mini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedi kalıcı olmak üzere cehennemdir..." (Nisa. 93) buyurmuştur.

2) Bütün insanlar, bir kimsenin kendilerini toptan öldürmeye niyetli olduğunu bilseler, şüphesiz o kimseyi maksadına ulaşamayacak şekilde engellerlerdi. İşte aynen bunun gibi, yine insanlar, onun belli bir kimseyi öldürmeyi istediğini bildikleri zaman, bunu o masumu öldürmekten men etme hususundaki gayret ve çabalarının da birinci durumdaki gayret ve çabaları gibi olması gerekir.

3) Bir kimse haksız yere kasten bir kimseyi öldürmeye teşebbüs ettiği zaman, şehvet ve gazap tarafını, taat tarafına tercih etmiş olur. Durum böyle olunca, bu tercih her bir insana nisbetle meydana gelmiş olur. Böylece onun kalbinde, kendisi ile arzu ettiği şeylerden herhangi biri hususunda çekişen her ferdi gücü yettiği takdirde öldürme düşüncesi yer alır. Halbuki mü'minin hayırlar hususundaki niyetleri, amellerinden daha hayırlıdır. Bunun gibi, mü'minin serler hususundaki niyet ve düşünceleri de, şer amellerinden daha şerlidir. Buna göre âyetin mânası şu şekildedir: "Her kim bir insanı, haksız yere ve kasıtlı olarak öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur." Bu üç cevap da güzeldir.

Bir İnsanı Diriltme, Bütün İnsanları Diriltme Gibidir

Âyette, "Kim de onu diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur..." buyruğundaki "onu diriltmekten" murad, o insanı yangın, boğulma, açlık, soğuk ve sıcak gibi öldürücü ve yok edici şeylerden kurtarmaktır. Tek bir insanı diriltmenin, bütün insanları diriltme gibi oluşu ile ilgili söz, daha önce "tek bir insanı öldürmenin, bütün insanları öldürmek gibi olduğu" hususunda yapılan izahlara kıyasla anlaşılır.

Daha sonra Allah, "Andolsun ki peygamberlerimiz onlara beyyineler getirmişti. Sonra, muhakkak ki içlerinden pek çoğu, bunların arkasından yeryüzünde mutlaka haddi aşmaktadırlar" buyurmuştur. Bunun mânası şudur: "Yahudilerin çoğu, bundan sonra, yani peygamberlerin gelişinden ve onlara öldürmeyi haram kılışımızdan sonra, yine de haddi aşmışlardır, yani adam öldürmenin büyük bir suç olduğuna aldırış etmemişlerdir."

Allah'a Harp Açan Anarşistlerin Cezası

33

"Allah'a ve Resulüne harp açanların, yeryüzünü bozmak için koşuşturanların cezası ancak öldürülmeleri veya asılmaları, yahut (sağ) elleriyle (sol) ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut da (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Âhirette ise onlara pek büyük bir azap vardır".

Bil ki Allahü teâlâ bir önceki âyette, bir insanı, bir başka insanı öldürmesine karşılık kısas veya yeryüzünde fesat çıkarmasına karşılık ceza olmaksızın öldürmenin ne büyük bir suç ve günah olduğunu zikredince, bunun peşisıra öldürülmeyi gerektiren fesadın ne olduğunu beyân etti. Çünkü yeryüzünde çıkartılan bazı fesatlar, öldürülme cezasını gerektirmez. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ "Allah ve Resulüne harp açanların cezası ancak..." buyurmuştur.

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Allah'la Savaşmak Ne Demektir?

Âyetin baş tarafı ile alâkalı şöyle bir sual bulunmaktadır: "Allah ile muharebe etmek mümkün değildir. Binâenaleyh bu kelimeyi, "Allah'ın dostları ile muharebe etmek" mânasına almak gerekir. Peygamberlerle muharebe etmek mümkündür. Bundan dolayı âyetteki "muharebe", Allah'a nisbet edildiği zaman mecaz olur. Çünkü bundan murad, Allah'ın dostları ile muharebe etmektir. Bu kelime, peygambere nisbet edildiği zaman ise, hakîkî mânasını taşır. Buna göre Hak teâlâ'nın bu âyetindeki (harb açanlar, muharebe edenler) kelimesinin, aynı anda hem mecazî hem de hakîkî mânaya hamledilmesi gerekir. Bu ise imkânsızdır?" İşte sual bu şekilde ortaya konulur.

Buna, iki şekilde cevap verilir:

1) Biz, muharebe kelimesini, Allah'ın emirlerine muhalefet mânasına hamlediyoruz. Buna göre âyetin takdiri şöyle olur: "Allah'ın hükümlerine ve Resulünün ahkâmına muhalefet eden, yeryüzünü bozmak için koşuşturanların cezası, şöyle şöyledir..."

2) Kelamın takdiri şu şekildedir: "Allah'ın dostları ve Resulünün dostları ile muharebe edenlerin cezası, şöyle şöyle şöyledir..." Nitekim bir hadîs-i kutside Hak teâlâ'nın, "Kim, benim bir velîmi (dostumu), hor hakir kılar ise, bana karşı savaş açmış olur" dediği rivayet edilmiştir.

Bu Tehdidin Kafirler Veya Fasıklar Hakkında Olması

Bazı âlimler: "Bu va'îd, kâfirlere yöneliktir"; diğer bazıları da: "Âyetteki bu va'îd, mü'minlerin fâsıkları (günahkârları)hakkındadır" demişlerdir. Birinci görüşte olanlar, birkaç izah zikretmişlerdir:

a) Bu âyet-i kerîme, Ureyneli bir grup insan hakkında nazil olmuştur. Onlar müslüman olduklarını söyleyip Medine'ye gelirler. Derken hastalanırlar, renkleri sararıp solar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları, idrarlarından ve sütlerinden içip iyi olmaları için, zekât develerinin yanına gönderir. Onlar oraya varıp, develerin sütünü ve idrarlarını içip iyileştikleri zaman, o develerin çobanlarını öldürürler, develeri sürer götürürler ve dinden dönerler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onların peşinden (asker) yollar ve askerlere (onları öldürmelerini) emreder. Onlar yakalanınca elleri ve ayakları kesilir, gözleri oyulur ve ölsünler diye bırakılırlar. İşte o zaman, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu tatbikatını neshetmek üzere bu âyet nazil olur. Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu sünneti, bu âyet-i kerîme ile mensûh olur. Şafiî (r.h)'ye göre ise, sünnetin Kur'ân ile neshi caiz olmadığı için, "Bu sünnet, bir başka sünnetle neshedilmiş olup bu âyet, o neshedici sünnete uygun olarak nâzit olmuştur."

b) Bu âyet-i kerîme, Ebû Berzeti'l-Eslemi'nin kavmi hakkında nazil olmuştur. Bunlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile anlaşma yapmışlardı. Kinâne Kabilesinden bir grup insan, müslüman olmak maksadı ile geliyorlardı, (bunlara) rastladılar. O esnada Ebû Berze, orada yoktu. Derken onlar onları öldürüp, onların da mallarını aldılar.

c) Bu âyet Cenâb-ı Hakk'ın, kendilerine, haksız yere ve zulmen adam öldürmenin cezasını ağırlaştırmasından sonra da, adam öldürme hususunda ileri gidip, yeryüzünde fesat çıkardıklarını naklettiği İsrâiloğulları hakkındadır. Binâenaleyh, onlardan kim adam öldürür, yeryüzünde fesat çıkarırsa, onların cezası, böyle böyledir...

d) Bu âyet, yol kesen müslümanlar hakkında nazil olmuştur. İşte bu görüş, fukâhanın ekserisinin görüşüdür ki onlar şöyle demişlerdir: "Bu âyeti, dinden çıkanlara hamletmenin caiz olmadığına, şunlar da delâlet etmektedir:

1) Mürtedin elinin-ayağının kesilmesi, onun muharebe etmesine ve İslâm diyarında fesat çıkarmasına bağlı değildir. Oysa ki âyet, bunu gerektirmektedir.

2) Mürted olan kimse hakkında, sadece elini kesme ve onu sürgün etmekle yetinmek caiz değildir. Oysa ki âyet bunu iktizâ etmektedir.

3) Âyet, bu kimselerin, yakalanmadan önce tevbe etmeleri halinde, bu cezanın sakıt olmasını, düşmesini iktizâ etmektedir. Cezanın düşeceğini ifâde eden şey de, "Şu kadar ki siz kendilerini yakalamadan evvel tevbe edenler müstesna..." (Maide. 34)âyetidir. Halbuki dinden çıkanın "hadd"i, yakalanmazdan önce de, yakalandıktan sonra da tevbe etmesi halinde düşer. Böylece bütün bunlar, âyetin, mürtedlerle ilgisi olmadığına delâlet eder.

4) Çarmıha germe, mürtedler hakkında meşru bir yol değildir. Halbuki çarmıha germe işi bu âyette meşru kılınmıştır. Binâenaleyh âyetin, mürted olanlara tahsis edilmemesi gerekir.

5) Cenâb-ı Hakk'ın: "Allah'a ve Resulüne harp açanların, yeryüzünü bozmak için koşuşturanların... " ifâdesi, ister kâfir ister müslüman olsun, bu sıfatı taşıyan herkese şamildir. Netice olarak denilebilir ki âyet, kâfirler hakkında nazil olmuştur. Ama ne var ki sen, nazar-ı dikkate alınan şeyin, sebebin hususîliği değil, lafzın umumîliği olduğunu biliyorsun.

Eşkiyanın Şehir ve Şehir Dışında Olması Arasındaki Fark

Bu âyette bahsedilen muharipler, savaşçılar, bir araya gelmiş ve birbirlerini korumaları sebebiyle, kendilerine kötülük düşünen kimselere karşı güçleri ve kuvvetleri olan ve de, müslümanların kanlarına ve canlarına kasteden topluluklardır. Biz, burada güce ve kuvvete itibar ettik, zira yol kesen kimse, hırsızdan ancak böyle bir kayıtla ayrılabilir. Alimler, bu durumun, çölde meydana gelmesi hâlinde, onların yol kesiciler oldukları hususunda ittifak etmişlerdir. Ama böyle bir durum beldenin içinde, şehirde meydana gelirse, Şâfii (r.h) bunların da, yeryüzünü bozmak için çalışan kimseler olduklarını ve onlara hadd cezasının tatbik edileceğini kabul ederek şöyle demiştir: "Ben, şehirde bu vasıfları taşıyan kimselerin, yol kesicilerden daha fazla günaha sahip olmasalar dahi, en azından günah itibariyle onlarla aynı seviyede olduklarını kabul ediyorum..."

Ebû Hanife'yle İmâm Muhammed (r.h) ise, bu durumun şehirde meydana gelmesi halinde, bunu yapan kimselere hadd tatbik edilmeyeceğini söylemişlerdir.

Şafiî (r.h)'nin görüşünün dayanağı hem nass, hem de kıyastır. Nasstan olan dayanağı, Hak teâlâ'nın "Allah'a ve Resulüne harpaçanların, yeryüzünü bozmak için koşuşanların cezası..." ifâdesinin umûm oluşudur.

Çünkü, âyette bahsedilen durumun şehirde meydana gelmesi halinde, bunu yapan kimselerin bu nassın umûmi hükmüne dahil olacakları hususunda, kesinlikle hiçbir şüphenin olmadığı herkesin malûmudur. Kıyastan dayanağı ise, "Bu bir cezadır; binâenaleyh, diğer cezalar ("hadd"ler) şehir ve şehir olmayan yerler itibariyle değişmez" şeklindedir. Ebû Hanife (r.h)'nin görüşü ise, "Şehre giren, genel olarak halkın içine karışır. Binâenaleyh onunla savaşmak mümkün olmaz. Bu sebeple de o, hırsız hükmünde olur.

Cezaların Tatbiki

Hak teâlâ'nın, "...öldürülmeleri veya asılmaları yahut (sağ) elleriyle (sol) ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut da (bulundukları) yerden sürülmeleridir" ifâdesindeki edatı hakkında, âlimlerin iki görüşü bulunmaktadır:

İdarenin Ceza Şeklinde Muhayyer Olması

a) Bu edat, tahyir, muhayyerlik ifâde eder. Bu, Ali İbn Ebu Talha'nın rivayetine göre İbn Abbas'ın, Hasan el-Basrî'nin, Saîd İbnu'l-Müseyyeb'in ve Mücâhid'in görüşüdür. Buna göre mâna, "İmam onu ister öldürür, ister asar, ister ellerini ve ayaklarını keser ve isterse sürer" şeklindedir. Yani, "Bu kısımlardan hangisini isterse onu yapar" şeklindedir.

Muhayyer Olmayıp Suça Göre Ceza Gerektiği

Atâ'nın rivayetine göre ise İbn Abbas, "Buradaki (......) tahyir, muhayyerlik için olmayıp, aksine, hükümlerin suçların değişmesiyle değişeceğini beyân etmek için gelmiştir. Binâenaleyh kim sadece öldürürse, öldürülür; kim hem öldürür, hem de mal alırsa, hem öldürülür, hem de asılır; kim sadece mal alırsa (sağ) eli ile (sol) ayağı çaprazlama kesilir; kim de yolculara korku salar ve mal almaz ise, sürgüne gönderilir" demiştir. Bu, âlimlerin çoğunun görüşüdür. İmam Şafiî (r.h)'nin mezhebi de böyledir.

Muhayyerlik Görüşünün Tenkidi

Şu iki husus birinci görüşün zayıflığına delâlet eder:

1) Eğer âyetten murad muhayyerlik olsaydı, devlet başkanının (imamın), sadece sürgün ile yetinmesinin mümkün olması gerekirdi. İmam için böyle bir yetkinin olmadığı hususunda icmâ edildiğine göre, anlıyoruz ki âyetten murad, muhayyerlik (bu cezalardan herhangi birini uygulamada serbestlik) değildir.

2) Eğer bu kimse adam öldürmez ve mal da almaz ise, bir günaha yeltenmiş, ama onu yapmamış olur. Bu ise, diğer günahlara niyetlenip yapmamada da olduğu gibi, öldürülerek cezalandırılmayı gerektirmez. Binâenaleyh âyeti, muhayyerlik mânasına hamletmenin caiz olmadığı sabit olmaktadır. Bundan dolayı âyette geçen her bir fiilin tek başına, yine tek başına bir fiile karşılık olması gerekir ve âyetin takdiri şöyle olur: "Onların cezaları, eğer öldürmüşler ise öldürülmek; eğer hem öldürmüş, hem de mal almış iseler asılmak; eğer sadece mal almış iseler, çapraz olarak (sağ) elleri ile (sol) ayaklarının kesilmesi; eğer yolcuları sadece korkutmuşlar ise, sürgüne gönderilmektir." Kıyas-ı celî de, bu söylediklerimizin doğruluğuna delâlet etmektedir. Çünkü kasten ve haksız yere adam öldürmek, öldürülme cezasını gerektirir. Binâenaleyh bu ceza, yol kesenler hakkında biraz daha ağırlaştırılmıştır. Böylece öldürme cezası, vazgeçilmesi caiz olmayan bir farz olmuştur. Haksız yere başkalarının malını atmak, yol kesici olmayanlarca yapıldığında da, el kesme ile cezalandırılır. Buna göre, el kesme cezası da, yol kesiciler hakkında, çaprazlama eliyle birlikte bir ayaklarının kesilmesi şeklinde ağırlaştırılmıştır. Eğer yol kesenler, hem öldürür, hem de mallara el korlar ise, bunlar için hem öldürülme, hem de çarmıha asılma cezası uygulanır. Çünkü bunların, yolun geçtiği yerde bir müddet çarmıha gerili vaziyette kalmaları, bu cezanın verildiğinin herkes tarafından görülüp bilinmesine sebep olur. Böylece de bu durum, başkalarının böyle bir günahı işlemeye yeltenmelerine mâni olur. Fakat yol kesici sadece yolcuları korkutmuş ise, şeriat onun için de, sürgün edilme gibi hafif bir ceza ile yetinmiştir.

Hem öldüren Hem de Mal Gasbeden Eşkıyanın Cezası

Ebû Hanife (r.h): "Yol kesici hem insan öldürür, hem de onun malını alır ise, devlet başkanı (imam) şu üç cezadan birini uygulamada muhayyerdir: a) Sadece öldürmek...

b) Önce elleri ile ayaklarını çapraz kesip, sonra öldürmek...

c) Öldürüp, sonra çarmıha germek" demiştir.

Şâfiî (r.h)'ye göre ise, bunları mutlaka herhâlukârda çarmıha germek gerekir. Bu aynı zamanda Ebû Yûsuf (r.h)'un da görüşüdür.

Şâfii (r.h)'nin delili şudur: "Allahü teâlâ, yol kesenlerin öldürülmelerini âyette açıkça belirttiği gibi, çarmıha gerilmelerini de açıkça belirtmiştir. Binâenaleyh öldürülme cezasının düşürülmesi caiz olmadığı gibi, çarmıha gerilme cezasının düşürülmesi de caiz olmaz." Alimler, yol kesenin nasıl çarmıha gerileceğl hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu kimsenin diri olarak çarmıha gerileceği, sonra da mızrağın dipçiği ile ölünceye kadar vurulacağı söylenmiştir. İmam Şâfiî (r.h) ise: "Bu kimsenin önce öldürüleceğini, sonra cenaze namazının kılınacağını, daha sonra çarmıha gerileceğini" söylemiştir.

Nefy (Sürgün) Cezası

Alimler, yerden sürgün edilmenin ne demek olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Şâfii (r.h) şöyle demiştir: "Bu, "insanlar bunları yakalarlar ise, öldürürler, çarmıha gererler ve elleri ile ayaklarını çaprazlama keserler. Eğer yakalayamazlar ise, onları sonuna kadar ararlar. Eğer sonunda yakalarlar ise, yine söylediğimiz cezalan uygularlar" demektir." Ahmed İbn Hanbel ile İshâk (r.h) da aynı görüştedirler. Ebû Hanife (r.h) ise: "Yerden sürgün etmenin, o kimseyi hapsetmek mânasında olduğunu" söylemiştir ki, bu dilcilerin çoğunun da tercih ettiği görüştür. Bunlar şöyle demişlerdir: "Buna şu delâlet eder: Âyetteki, "veya yerden sürülmeleridir" ifâdesinden maksad, ya bu kimselerin yeryüzünden tamamen sürütüp çıkarılmalarıdır ki bu, hayatta oldukları müddetçe mümkün değildir. Ya da bundan maksad, onların o memleketten, bir başka beldeye sürgün edilmeleridir. Bu da caiz değildir. Çünkü sürgün etmenin maksadı, onların serlerini müslümanların başından savuşturmaktır. Binâenaleyh eğer biz onları başka bir beldeye sürersek, o zaman oradaki müslümanlar zarara uğrar. Yahut da bundan maksad, onların kâfirlerin diyarına sürgün edilmeleridir. Bu da caiz değildir. Çünkü bir müslümanı, kâfirlerin memleketine sürmek, orada yaşayan kâfirlere, bu kimsenin bir mürted olduğunu çıtlatma olur ki, bu caiz değildir. Bütün bu ihtimaller bâtıl olunca, "yeryüzünden sürülmesinden" maksadın, ancak hapsedilmesi olması ihtimali katmıştır."

Bu görüşte olanlar sözlerini şu şekilde sürdürmüşlerdir: Hapsedilen kimse için de bazan "yeryüzünden sürülmüş" ifâdesi kullanılır. Çünkü o, dünyanın temiz ve leziz birçok şeyinden istifade edemez ve dostlarından hiçbirini göremez. Böylece de adetâ bütün leziz, temiz ve hoşa giden şeylerden sürgün edilmiş olur. Sanki hakikatte de sürgün edilmiş gibidir. İnsanlar, "zındık" diye itham edildiği için Salih İbn Abdulkuddûs'ü dar bir yere hapsetmişlerdi. O orada uzun bir müddet kalınca, uzun bir şiir söylemişti. Şu iki beyit o şiirdendir:

"Biz dünyadan ve dünya ehli ile münâsebetten çıktık (uzak kaldık). Binâenaleyh ne dirilerden olduk, ne ölülerden. Bir gün bir ihtiyaçtan dolayı zindancı geldiğinde, şaşakaldık ve "işte bu dünyadan geliyor" dedik."

İmam Şafiî (r.h) şöyle demiştir: "Âyette zikredilen bu sürgün, şu iki mânaya alınmıştır:

a) Bu yol kesiciler, adam öldürüp mallarını aldıklarında, eğer devlet başkanı (imant) onları yakalayabilir ise, cezayı uygular. Eğer yakalayamazsa, devamlı onların takibinde olur. Binâenaleyh onların imamdan korkmaları sebebi ile belde belde kaçıp dolaşmaları, "yeryüzünden sürgün edilme" diye ifâde edilmiştir.

b) Bir yol kesme hadisesinde bulunup, yol kesenlerin sayısını artıran ve böylece de müslümanların korkmasına sebep olan, ama ne onları öldüren, ne de mallarını almayanları eğer imam yakalar ise, cezalarını verir. Eğer onları yakalayamaz ise, devamlı onların takibinde olur. İşte bu hususta Şafiî şöyle der: "İmam onları yakalar, onlara "ta'zîr" cezası verir ve onları hapseder. Binâenaleyh onların yerden sürülmelerinden maksad, sadece bu hapis edilişleridir." Allah en iyi bilendir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Bu onların dünyadaki rüsvaylıkları ve hor-hakir oluştandır. Âhirette ise onlara pek büyük bir azap vardır" buyurmuştur.

Mutezile şöyle demiştir: "Bu âyet, namaz kılan fâsıkların (günahkâr mü'minlerin) tehdîd-i ilahiye muhatap olduklarına ve onların bu öldürmelerinin, sevaplarını geçersiz kıldığına delâlet etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ onlar hakkında, dünyada ve âhirette bunun bir rezillik ve rüsvaylık olduğuna hükmetmiştir. Bu da, onların kınanmayı hakettiklerini gösterir. Onların, şu anda kınanmaya müstehak oluşları, medhe ve övgüye müstehak insanlar olmaya devam etmelerine manîdir. Çünkü bu, iki zıddı birleştirmek olur. Durum böyle olunca, fâsıkların (günahkâr mü'minlerin) kat'î olarak tehdîd edildiği ve günahların sevapları geçersiz kıldığı ("ihbât") görüşü sabit olur."

Buna şöyle cevap verilir: Bu cezanın, eğer tevbe yapılmamış ise, kulu rezil ve rüsvay etmek üzere verildiği hususunda sizinle bizim aramızda bir ihtilaf yoktur. Fakat tevbe edilmesi halinde bu ceza, o kimseyi rezil ve rüsvay etmek üzere değil, imtihan etmek üzere tatbîk edilir. Sizin bunu, muteber olduğunu gösteren bir delilden ötürü, tevbenin bulunmaması şartına bağlamanız uygun olduğuna göre, biz de bu hükmü, affedilmeme şartına bağlıyoruz. Bu durumda söz, bu delilin, Allahü teâlâ'nın fâsıkları affedeceğine delâlet edip etmemesi ile ilgili olmuş olur. Biz bu meseleyi Bakara sûresinde, (Bakara, 81) âyetinin tefsirinde iyice açıklamıştık.

Eşkıyanın Tevbe Etmesi İle Düşen ve Düşmeyen Haklar

34

"Ancak, siz kendilerini ele geçirmeden önce, tevbe edenler müstesna. Bilin ki Allah gafur ve rahimdir".

Şafiî (r.h) şöyle demiştir: "Allah muhariplere (yol kesicilere) uygulanması gereken cezaları iyice anlatınca, bunlardan, yakalanmazdan önce tevbe edenleri müstesna tutmuştur. Bu husustaki kaide şudur: Allah'ın hukuku (hakları) ile ilgili hükümler, tevbeden sonra düşer. Ama insanların hakları ile ilgili hükümler düşmez. Binâenaleyh yol kesenler, eğer bir kimseyi öldürmüş olur, yakalanmadan önce tevbe ederlerse, öldürülenin yakınları o kimsenin kısas edilmesini isteyebilir veya onu affedebilirler. Bu yol kesenden, tevbesi sebebi ile, sadece devlet reisi tarafından öldürülme hususu sakıt olur. Eğer bu yol kesen, bir insanın malını almış ise, o malı geri vermesi gerekir, eli-ayağı kesilmez. Ama ele geçirildikten sonra tevbe ederlerse, âyetin zahirine göre bu tevbe onlara fayda vermez, gereken ceza onlara uygulanır." Şafiî (r.h) şöyle de demiştir: "O kimsenin, tevbesi sebebi ile Allah'a ait olan her türlü ceza düşebilir. Çünkü Mâiz (radıyallahü anh) recmedileceği zaman, açıkça tevbe etmiştir. Sahabe Mâiz (radıyallahü anh)'i recmedince, onun tevbesini Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber verdiler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Keşke onu bıraksaydınız" veya bu mânada başka bir söz söyledi. İşte bu da tevbenin, insandan, Allah'ın hakları ile ilgili herşeyi düşürdüğüne delâlet eder.

Allah'a Vesile Arayıp Cihad Etme

35

Ey iman edenler, Allah'a saygılı olun, Ona (yaklaşmaya) vesile arayın ve O'nun yolunda cihad edin. Umulur ki felaha erersiniz".

Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Âyetin, önceki âyetlerle irtibatı hususunda iki izah vardır:

1) Bil ki Allahü teâlâ'nın, peygamberine, bir grup yahudinin kendisine ve mü'min kardeşleri ve sahabeye, haksızlık ve hile ile kötülük yapmak istediklerini, ama onları muradlarından alıkoyduğunu haber verdiğini anlatmıştık. İşte bu âyette de Allah, Hazret-i Peygamber'e onların peygamberlerine karşı son derece azgın oluşlarını ve o peygamberlere eziyet etmede alabildiğine ısrarlı olduklarını açıklamıştır. Bu husustaki söz, işte bu âyete kadar uzamıştır. Bu âyette de Allahü teâlâ, yeniden birinci maksada dönmüş ve "Ey iman edenler, Allah'a sayglı olun. Ona (yaklaşmaya) vesile arayın" buyurmuştur. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Siz, yahudilerin günaha ve isyana karşı ne kadar cüretli olduklarını ve kulu, Rabbine ulaştırma vesileleri olan taatlardan ne kadar uzak olduklarını anladınız.. O halde ey mü'minler, siz böyle olmayınız. Allah'a isyan etmekten sakınıp, O'na tâatta bulunmak suretiyle, kendisine yaklaşmaya vesileler arayınız."

2) Allahü teâlâ, yahudilerin "Biz, Allah'ın evlatları ve dostlarıyız" (Mâide, 18) yani, "Biz Allah'ın nebilerinin evlatlarıyız" dediklerini nakletmiştir. Böylece onlar babalarının işleriyle övünmüşlerdir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Ey İman edenler, siz babalarınızın ve cedlerinizin şerefli olmalarıyla övünmeyin. Sizin övüncünüz, kendi amellerinizle olsun. Binâenaleyh, Allah'tan korkun ve O'na ulaştıracak yolları arayınız" demiştir. Allah, en iyi bilendir.

Del-i Mefsedet Celb-i Menfaatten Önce Gelir

Bil ki, bütün yükümlülükler iki nevide toplanmıştır; bunların bir üçüncüsü yoktur:

a) Yasaklanmış olan şeyleri terketmek ki, "Allah'a saygılı olun" emriyle, işte buna işaret edilmiştir.

b) Emredilenleri yapmak ki, O, buna "Ona (yaklaşmaya) vesile arayın..." buyruğuyla işaret etmiştir. Yasaklardan uzak durmak bizatihi emredilenleri yapmaktan önce geldiği için, Cenâb-ı Hak, yasaklara hürmet edilmesini önce zikretmiştir. Biz, yasakları bırakmanın, emredilenleri yapmaktan önce geldiğini söyledik. Çünkü terketmek, bir şeyi asıl yokluğu üzerine bırakmaktan ibarettir. Fiil, yani yapmak ise, bir şeyi yapıp meydana getirmektir. Bütün sonradan var olan şeylerin yokluğunun, varlıklarından önce bulunduğunda şüphe yoktur. Bu sebeple "terketmek" hiç şüphesiz, bir şeyi yapmaktan önce bulunur.

Günahları Terk İle de Allah'a Yaklaşma Mümkün Olmaz mı?

Şayet, "Günahları terketme ile de, bazan Allah'a yaklaşma vesileleri elde edildiğini bildiğimiz halde, niçin Allah'a yaklaşma vesilesi fiile, (bir şeyi yapmaya) tahsis edilmiştir?" denilirse:

Biz deriz ki: Terketmek, bir şeyi asıl yokluğu üzere bırakmak demektir. Halbuki, bu devam- eden yokluk ile, bir şeye kat'î olarak ulaşmak mümkün değildir. Binâenaleyh terketmenin, bırakmanın, bir vesile olması mümkün değildir. Tam aksine, bir kimseyi, şehveti çirkin bir fiili yapmaya davet etse de, sonra da kişi Allah'ın rızasını elde etmek maksadıyla o işi yapmasa, işte burada o işi yapmamadan dolayı Allah'a ulaşma vesilesi tahakkuk etmiş, bulunmuş demektir. Ama ne var ki, bu yapmama işi de, fiiller nev'indendir. Bundan dolayı muhakkik ulemâ: "Bir şeyi bırakmak, o şeyin zıddını yapmaktan ibarettir" demiştir.

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Terk ve fiil, fiillerin zahirinde nazar-ı dikkate alınan iki husustur. Binâenaleyh, terkedilmesi vacip olan şey, muharremât (haram kılınmış şeyler); yapılması vacip olan şey de, vacibattır (farzdır). Bu iki şey ahlâkta da nazar-ı itibara alınmıştır. Binâenaleyh, yapılması vacip olan şey, iyi huylardır; terkedilmesi gerekenler de, kötü huylardır. Bunlar, fikirlerde de nazar-ı dikkate alınmışlardır. Binâenaleyh yapılması gerekli olan, Allah'ın birliğine, nübüvvete ve meâde delâlet eden deliller hususunda tefekkür etmektir. Bırakılması gerekli olan şey ise, şüphelere önem vermemektir. Bunlar, tecellî makamında da nazar-ı dikkate alınmışlardır. Binâenaleyh yapılması gerekli olan şey, Allah'ta gark olmaktır; yapılmaması gereken şey ise, Allah'tan başkasına dönüp bakmamaktır. Riyazatçılar (nefis terbiyecileri), fiil ve terki, "Tahliye ve Tahliye" "Nefy ve ispat", "Fena ve beka" diye adlandırırlar. Bütün makamlarda, olumsuzluk (yani yokluk), ispattan (varlıktan) öncedir. İşte bundan dolayı, bizim "Lâ ilahe illa'llâh" ifâdemizde de, olumsuzluk ispattan önce getirilmiştir.

Vesile Mefhumunu İstismar Eden Talimmiye Fırkasına Cevap

"Vesîle", bir kimse bir şeye yaklaştığında söylenen, "Ona yaklaştı" ifâdesinden olmak üzere, "faîle" vezninde bir kelimedir. Nitekim şair Lebîd de şöyle demiştir:

"Görüyorum ki İnsanlar, işlerinin durumunu bilmiyorlar.

İyi biliniz ki, aklı olan herkes Allah'ı arzulamaktadır." Yani "O'na yol arar" demektir. Binâenaleyh "vesîle", kendisiyle maksada ulaşılan şeydir.

"Ta'lîmiyye" şöyle demektedir: "Âyet, Allah'a ulaşmanın, ancak O'nu bize tanıtan bir muallim ve O'nun bilgisine bizi irşâd eden bir mürşid sayesinde mümkün olacağına delâlet etmektedir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, kendisine ulaşmayı mutlak mânada emretmiştir. O'na iman, gayelerin en yücesi, maksadların da en şereflisidir. Binâenaleyh, burada da bir vesilenin bulunması gerekir."

Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Allahü teâlâ, kendisine iman edilmesinden sonra "vesîle" talebinde bulunmayı emretmiştir. O'na iman etmek, O'nu bilip tanımaktan ibarettir. Böylece bu, O'na iman edip O'nu tanıdıktan sonra, kendisine götüren bir vesîleyi talep etme ile ilgili bir emir olmuş olur. Binaenaleyh bunun kendisini tanımaya götüren bir vesileyi talep etmekle ilgili bir emir olması imkânsız olur. Öyleyse bundan murad, O'nun rızasını elde etmek için kendisine ulaştıran vesîleyi aramaktır ki, işte bu da ibâdet ve taatlarla olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ve O'nun yolunda savaşın. Umulur ki, felaha erersiniz" buyurmuştur. Bil ki Cenâb-ı Hak, yapılmaması gerekli olan şeyleri terketmeyi, "Allah'tan ittika edin" ifadesiyle; yapılması uygun olan şeyleri de, "O'na (yaklaşmaya) vesile arayın" ifadesiyle emretmiştir. Bütün bunların hepsi, insanın nefsine ve arzusuna ağır ve güç gelen şeylerdir. Çünkü nefis, sadece dünyaya ve maddî olan lezzetlere davet edip götürmek ister. Akıl ise, ancak Allah'a hizmet edip, O'na taatta bulunmaya ve maddî olan şeylere iltifat etmemeye davet eder. Bu iki durum arasında bir zıddiyyet ve aykırılık bulunmaktadır. İşte bundan ötürü de ulemâ, dünya ve âhiretin talep edildiği yerlerde, bu ikisini iki kuma, iki zıd, doğu-batı, gece-gündüz ile temsil etmişlerdir. Durum böyle olunca, Hak teâlâ'nın, "Allah'tan ittika edin. O'na (yaklaşmaya) vesîle arayın" buyruğunu kabul edip onlara boyun eğmek, insan tabiatına ağır geldiği için, onun nefsine en güç ve zor gelen şeyler cümlesinden olur! İşte bu sebepten dolayı Allah, bu emrin peşinden, "ve O'nun yolunda cihad edin. Umulur ki felaha erersiniz" ifâdesini getirmiştir.

İşte bu âyet, ruhanî birtakım sırları ihtiva eden çok mübarek bir âyettir. Biz burada o sırlardan sadece bir tanesine işaret etmek istiyoruz ki, o da şudur: Allah'a ibâdet edenler iki kısma ayrılır:

Onların bir kısmı, başka hiçbir maksattan dolayı değil, sırf Allah rızası için O'na ibadet ederler.

Bir kısmı ise, başka bir maksat için ibâdet etmiş olabilir.

Birinci makam, çok yüce ve üstün bir makamdır ki, Allah bu makama, "ve O'nun yolunda cihad edin" buyruğu ile işaret etmiştir. Yani, "O'na kulluk yolunda ve O'nu tanıma ve O'na hizmet etmedeki ihlâs yolunda cihâd edin..." demektir.

İkinci makamın derecesi, birincisinden aşağıdır. Yüce Allah bu makama da "Umulur ki felaha erersiniz" ifadesiyle işaret etmiştir. Felah, kötülüklerden kurtulup, sevilen ve umulan şeyleri elde etmeyi kapsayan bir isimdir.

Kâfirler, Kıyamet Günü Azabından Kurtulmak İçin Bütün Dünyayı Vermek İsteyecek

Bil ki Cenâb-ı Hak, mü'minleri, bu âyette bütün hayırların ana noktalarına ve her türlü saadetin elde edildiği anahtarlara irşâd edip ulaştırınca, bunun peşinden kâfirlerin durumunu ve hayat ve saadetin ancak bu dünyada olduğunu zanneden Kimselerin akibetlerini tavsîf etmiş, bu korkunç işler cümlesinden de, şu iki nev'i zikretmiştir:

36

Âyetin tefsiri için bak:37

37

"O inkâr edip kâfir olanlar (yok mu?) Eğer yeryüzünde bulunan her şey ve onun bir o kadarı daha onların olsa da Kıyamet gününün azabından (kurtulmak için) onu feda etseler, yine kendilerinden kabul olunmaz. Onlar için pek acı veren bir azap vardır. Onlar ateşten çıkmalarını dilerler. Halbuki onlar bundan çıkıcı değildir. Onlar için, kendilerini tutup durduracak bir azap vardır".

Bu iki nev'den birincisi, Hak teâlâ'nın, "O inkâr edip kâfir olanlar (yok mu?) Eğer yeryüzünde bulunan her şey ve onun bir o kadan daha onların olsa da kıyamet gününün azabından (kurtulmak için) onu feda etseler, yine kendilerinden kabul olunmaz. Onlar için pek acı veren bir azap vardır" buyruğudur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) edatından sonra gelen cümle (......)'nin haberidir. Buna göre şayet, "Kendisinden önce geçenler cemi olduğu halde, (......) kelimesindeki zamir niçin müfret getirilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Kelamın takdiri şeklindedir.

İkinci Mesele

Âyetteki, "Onlar için pek acıklı bir azap vardır" ifâdesi, hâl cümlesi olabileceği gibi, habere atfedilmiş bir cümle olması da muhtemeldir.

Üçüncü Mesele

Bu sözün maksadı, azabın o kâfirlere vacip, gerekli olduğunu temsîlen ifâde etmektir. Çünkü onların oradan kurtulmaları imkânsızdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in; "Kıyamet gününde kâfire şöyle denilir: "Söyle bakalım.. Eğer yeryüzü dolusu altının olsaydı, (bu azaptan kurtulmak için) onu fidye olarak verir miydin?" Bunun üzerine o, "Evet" der. Bunun üzerine de ona, "Senden daha az ve kolayı istenmişti de, sen bundan kaçınmıştın!... " Müslim, Münafıkûn. 51-53 (4/2161). denilir."

Bunların ikinci nev'i de Allah'ın "Onlar ateşten çıkmalarını dilerler. Halbuki onlar bundan çıkın değildir. Onlar için, kendilerini tutup durduracak bir azap vardır" sözüdür. Bu ifâdeyle ilgili olarak da şu iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Onların çıkmak istemeleri şu iki mânaya muhtemeldir: a) Onlar bunu kastettiler ve çıkış yolu aradılar.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ne zaman oradan çıkmak isterlerse, yine içerisine iade olunurlar" (Hacc, 22) buyurmuştur.

Denildi ki: Cehennemin ateşi onları yukarıya doğru yükselttiğinde, o cehennemden çıkmayı temenni etmişlerdir.

Yine şu da belirtilmiştir: Ateşin kuvvetinden ve azaba uğrayanları savurmasından ötürü, sanki onlar, nerdeyse cehennemden çıkacaklardı...

b) Onlar bunu temennî etmişler ve kalpleriyle istemişlerdir. Nitekim Allah bir başka âyetinde de, cehennemliklerin "Ey Rabbimiz, bizi buradan çıkar. Eğer (yine küm?) dönersek, artık hiç şüphesiz ki biz zalimlerdeniz" (Müminun. 107) sözlerini nakletmiştir. Bu izah tarzını da, bu âyeti yâ harfinin ötresiyle "Ateşten çıkarılmalarını dilerler" şeklinde okuyanın kıraati de tekid eder.

İkinci Mesele

Alimlerimiz, bu âyetle, Allah'ın ihlâsla "Lâ ilahe illâllâh Allah'tan başka Tanrı yoktur" diyen kimseyi cehennemden çıkaracağına dair istidlal ederek şöyle demişlerdir:

Çünkü Cenâb-ı Hak, âyette bahsedileni, kâfirleri tehdit ve onları korkutan şiddetli bir vaîd kabilinden saymıştır. Şayet bu hal kâfirlere mahsus olmasaydı, âyet-i kerimede ifâde edilen durumun kâfirlere tahsis edilmesinin bir mânası olmazdı. Allah en iyi bilendir.

Söylediğimiz bu hususu, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar için, kendilerini tutup durduracak bir azap vardır" ifâdesi de teyîd eder. Çünkü bu ifâdede hasr bulunmaktadır. Binâenaleyh mâna, "Devamlı olan azap başkaları için değil, sadece onlar içindir" demektir. Bu, Allah'ın tıpkı, "Sizin dininiz size..." (Kafirun, 6) buyruğu gibidir. Yani, "Başkaları için değil, sizin içindir" demektir. İşte burada da böyledir.

Hırsızların Cezası

38

Âyetin tefsiri için bak:39

39

Âyetin tefsiri için bak:40

40

"Erkek hırsızla kadın hırsızın -o irtikâb ettiklerine bir karşılık ve ceza, Allah'tan ibret verici bir ukubet olmak üzere- ellerini kesiniz. Allah azizdir, hakimdir. Fakat kim yaptığı o haksız hareketinden sonra tevbe eder, kendisini düzeltirse, şüphesiz ki Allah, onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah, gafur ve rahimdir. Bilmez misin ki göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. O, dilediğine azap eder, dilediğini de bağışlar. Allah her şeye hakkıyla kadirdir".

Âyetin, daha önceki kısımla münasebeti hususunda iki görüş bulunmaktadır:

a) Allahü teâlâ önceki âyette, yol kesmek suretiyle başkasının malmın alınması halinde, el ve ayakların (çaprazlama) kesilmesini farz kılınca, bu âyette de, hırsızlık yaparak başkasının malının alınması halinde de, el ve ayakların kesileceğini beyân etmiştir.

b) Cenâb-ı Hak, "Kim bir canı, bir can mukabilinde veya yeryüzünde birfesâd çıkarmaktan dolayı olmayarak öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu kurtarırsa bütün insanları diriltmiş gibi olur" (Maide, 32) buyurarak, haksız yere adam öldürme işinin çok büyük günah olduğunu zikredince, bundan sonra da adam öldürmeyi ve acı çektirmeyi mubah kılan cinayetlerden bahsetmiş, böylece önce yol kesmeden bahsetmiş, ikinci olarak da hırsızlık etme işini zikretmiştir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nahivciler, âyetteki, kelimelerinin merfû okunup okunmaması hususunda birkaç görüş üzere ihtilâf etmişlerdir:

a) Bu, Sîbeveyh ve Ahfeş'in görüşü olup, buna göre Hak teâlâ'nın ifâdeleri mübtedâ olarak merfû olup, haberleri ise hazfedilmiştir. Buna göre kelamın takdiri "Size okunan şeyler içinde, hırsız erkek ve hırsız kadın(ın hükmü de vardır), yani "onların hükmü, şöyle yapmaktır" şeklindedir. "Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun" (Nur, 2) ve "Sizlerden fuhşu irtikâb edenlerin her ikisini de eziyyete koşun..." (Nisâ. 16) âyetleri hakkında da söz aynıdır. İsa İbn Ömer, hem bu âyeti, hem de Nûr 2 âyetini mansûp olarak, (......) şeklinde okumuştur. Buraların mansûp okunması Sibeveyh'e göre de tercih edilen okuyuştur. O, şöyle demektedir: "Çünkü birisinin, "Zeyd'e vur!" şeklindeki ifâdesi, "Zeyd, ona vur" ifadesinden daha güzeldir. Hem, "kesiniz.. " kelimesinin, mübtedanın haberi olması caiz değildir. Çünkü mübtedanın haberine fâ harfi gelmez.

b) Ferrâ'nın tercih ettiği görüştür Buna göre, bu kelimeleri merfû okumak, mansûp okumaktan daha evlâdır. Çünkü, kelimelerindeki elif lâm, mânasındadır. Binâenaleyh ifâdenin takdiri, "Hırsızlık yapan erkeğin elini kesiniz..." şeklindedir. Takdirin böyle olması halinde, habere fâ harfinin gelmesi güzel ve yerinde olur. Çünkü haber, ceza (karşılık) cümlesidir. Hırsızlık yapan erkek ile hırsızlık yapan kadının bizzat kendileri kastedilip, ("Hırsızlık yapan şu erkek; hırsızlık yapan şu kadın..." denildiğinde) ancak, nasb okunması da yerinde ve güzel olur. Ama böylesi bir cezayı, böylesi bir fiili yapan herkese yöneltmeyi kastettiğinde, bu kelimeleri merfû okumak daha uygundur. İşte bu görüş, Zeccâc'ın da tercih etmiş olduğu bir görüş olup, mutemed ve güvenilir bir görüştür.

Âyetten, şart ve cezanın murad edildiğine şu hususlar da delâlet etmektedir:

a) Allahü teâlâ, bunu açıkça belirtmiştir. Ki bu da O'nun, "o irtikab ettiklerine bir karşılık ve ceza olmak üzere..." ifadesidir. İşte bu ifâde, el kesmenin, hırsızlık yapma fiiline mukabil, meşru kılınmış bir ceza olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, şartın umûmi olmasından dolayı, cezanın da umumî olması gerekir.

b) Hırsızlık, bir suçtur. El kesmek de bir cezadır. Suçlara ceza vermek, münasip ve uygun bir harekettir. Zira, münasip bir vasfın peşinden bir hükmün zikredilmiş olması, o vasfın, o hükmün illeti olduğuna delâlet eder.

c) Âyeti bu mânaya alırsak, işte, o zaman bir şeyler ifâde etmiş olur. Ama, âyeti muayyen bir hırsıza hamlettiğimizde, o zaman âyet mücmel olur, elde edilmek istenen mânayı da ifâde etmez. Binâenaleyh, birinci mânaya almak daha uygun olur, Sîbeveyh'in benimsediği görüşe gelince, bu nazar-ı dikkate alınacak bir görüş değildir. Bunun böyle olduğuna şunlar da delâlet eder:

a) Bu, gerek Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, gerekse ümmetin tamamından tevâtüren nakledilmiş olan Kur'ân-ı Kerim'i ta'na yol açar ki, bu kesinlikle bâtıldır. Eğer Sîbeveyh: "Ben, bu ifâdeleri merfû okumanın, caiz olmadığını söylemiyorum. Ben ancak, mansup okumanın daha münasip olduğunu savunuyorum" diyecek olursa, biz deriz ki, bu da kötü bir şeydir. Çünkü sadece İsa İbn Ömer'in okuduğu bir kıraat şeklini, hem Hazret-i Peygamber'in hem de Sahabe ve Tabiîn devrindeki bütün ümmetin okuduğu kıraate tercih etmek, kabul edilmez bir iş ve reddedilen bir söz olur.

b) Şayet mansûp okumak evlâ olsaydı, o zaman kurrâ içinde, Hak teâlâ'nın (Nisa, 16) sözünü mansup okuyanların da bulunması gerekirdi. Kurrâ içinde bu kelimeyi mansup okuyan hiç kimse olmadığına göre, Sîbeveyh'in bu görüşünün sakıt olduğunu anlamış oluruz.

c) Biz, (......) kısmının müptedâ; haberinin de, (......) kısmı olduğunu söylersek, bu durumda cümle müptedâ ve haberiyle tamam olmuş olur. O zaman (......) emrinin başındaki fâ harfi neye taalluk eder? Eğer Sîbeveyh, "Bu fâ harfi, kısmının delâlet ettiği fiil ile ilgili olur, yani, "O, hırsızlık yaptığında, onun elini kesiniz..." şeklinde olur derse, biz deriz ki, "İşin sonunda ifadesinin, "Kim hırsızlık yaparsa.." takdir etmeye ihtiyaç duyduğuna göre, bunu başta söyleyip de, sonradan zikrettiğin ifâdeyi takdir etmeye hiç ihtiyaç duymasaydın ya..."

d) Biz, nasp ile okumayı tercih ettiğimiz zaman, bu, hırsızlık yapmanın, el kesmenin farz oluşunun bir illeti olduğunu göstermez. Ama biz merfû olarak kıraati tercih ettiğimiz zaman, âyet işte bu mânayı ifâde eder. Sonra bu mâna, âyetteki "İrtikâp ettiklerine bir karşılık ve ceza olmak üzere" ifâdesi ile de te'kid edilmiştir. Böylece merfu olarak okuyuşun daha evlâ olduğu sabit olur.

e) Sîbeveyh şöyle demiştir: "Araplar, en mühim olanı sözde en önce zikrederler (ehemmiyet derecesine göre sıralarlar). Ref ile olan kıraat, o kişinin hırsız olmasına onun etinin kesilmesinden daha çok önem vermeyi ifade eder. Bu ise hırsızın, sırf hırsız olması açısından durumu ile ilgili hususları açıklamaya daha çok ihtimam gösterilmesini gerektirir. Nasp ile olan kıraat ise kesme cezasını açıklamaya verilen önemin, onun hırsız olmasına verilen önemden daha fazla olduğunu ifade eder. Halbuki bilindiği üzere, buradaki maksad bu değildir. Zira bu âyetin maksadı hırsızlığın çirkinliğini göstermek ve ondan sakındırmayı kuvvetle ifâde etmektir. Böylece ref kıraati ile ve's-sariku ve's-sarıkatu diye okumanın kesin olan tek kıraat olduğu meydana çıkmıştır. Allah en iyi bilendir.

Âyetin Mücmel Olduğunu Söyleyenler Ve Delilleri

Usulcü müfessirlerden pek çoğu, şöyle demişlerdir: "Âyet, şu bakımlardan mücmeldir:

a) Hüküm, hırsızlık yapmaya bağlanmıştır. Halbuki mutlak olarak her hırsızlık, el kesmeyi icâb ettirmez. Aksine el kesmeyi gerektiren hırsızlığın, belli bir miktar malın çalınması şeklinde olması gerekir. Bu belli miktar ise âyette belirtilmemiştir,

b) Allahü teâlâ, âyette etlerin kesilmesini farz kılmıştır. Halbuki âyette farz olanın sağ elin mi, sol elin mi kesileceği hususu izah edilmemiştir. İki elin birden kesilmeyeceği icmâ ile sabittir. Binâenaleyh âyet işte, bu bakımdan da mücmeldir.

c) "Yed" (el) kelimesi, sadece parmaklan bile ifâde edebilen bir kelimedir. Baksana, bir kimse falancanın elini tutmayacağına yemin etse; onun parmaklarını tutsa bile yeminini bozmuş olur. Binâenaleyh "yed" (el) kelimesi, sadece parmakları da ifâde edebilen bir kelimedir. Bu, hem parmaklarla birlikte avuç içini de ifâde eden bir kelimedir. Yine bu kelime parmakları, avuç içini ve dirseklere kadar kolu da topluca ifâde edebilir. Yine bu kelime, omuzdan parmak uçlarına kadar bütün kolu da ifade edebilir. "Yed" (el) kelimesi, bütün bu manaları muhtemil bir kelime olunca ve âyette bu mânalardan birisi tayin edilip açıkça belirtilmeyince, âyet mücmel olur.

d) Âyette "Kesiniz" emri, bir topluluğa hitaptır. Binâenaleyh bu kesme işi, bütün ümmet-i Muhammed için olabileceği gibi onlardan belli bir grup veya belli bir şahıs için de olabilir. O belli şahıs, alimlerin çoğunun benimsediği görüşe göre, zamanın imamı (müslümanların devlet başkanı)dır. Kesme işinin kimin yapacağı, açıkça belirtilmediği için, âyet mücmel olmuştur. Bütün bu izahlar ile, âyetin her hâlü kârda mücmel olduğu sabit olur. İşte bu görüşte olanların izahları bundan ibarettir.

Âyetin Mücmel Olmayıp, Âmm Olduğunu Söyleyenler

Muhakkik âlimlerden bir grup şöyle demişlerdir: "Âyet, kesinlikle mücmel değildir. Çünkü biz, ifadelerinin başındaki elif-lâmın manasında (şart ifade ettiğini), "(Kesiniz)" ifadesinin başındaki fâ'nın da, ceza (cevap) için olduğunu beyan etmiştik. Buna göre âyetin takdiri, "Hırsızlık eden erkeğin elini kesiniz" şeklinde olur. Bunun bu şekilde olduğu, âyetteki, "o irtikâb ettiklerine bir karşılık ve ceza olmak üzere..." ifâdesi ile de kuvvet kazanır. "İrtikâp etmekten" muradın, mutlaka daha önce bahsedilmiş olan, hırsızlık hadisesi olması gerekir. Binâenaleyh bu, hükmün illetinin ve taalluk ettiği şeyin, hırsızlığın bizatihi kendisi olduğuna delâlet eder. Bunun muktezası (gereği) de, bu şartın meydana geldiği hususta ceza cümlesinin hükmünün (yani kesme işinin) genel olmasıdır, meğer ki bu genel kavramın tahsis edilmesini (daraltılmasını) gerektiren ayrı bir delil bulunsun. Âyetteki (eydiyye) lafzının genel bir mefhum olduğu iddialarına karşı ise deriz ki: Bunun gereği elleri (her iki eli) kesmektir, fakat her iki eli birden kesmek gerekmediği, keza sol elden başlamak gerekmediği de icmâ ile sabit olunca, bu mefhumu genel (umum) olmaktan hariç tutuyoruz.

Onların, "yed (el) kelimesi şu, şu mânaları ifâde eder" şeklindeki görüşlerine karşılık deriz ki: "Biz bunu kabul etmiyoruz. Aksine "yed" (el), bu uzvun parmak ucundan dirseklere kadar olan kısmını ifâde eder. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hak, "Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" (Maide, 6) buyurmuştur. Şayet pazu, "el" (yed) kelimesinin mânasına dahil olmasaydı, bunu "dirseklerinize kadar" diye sınırlamaya gerek duyulmazdı. Binâenaleyh âyetin zahiri, her iki elin, omuz başından kesilmesini gerektirir. Nitekim haricîlerin görüşü de böyledir. Fakat biz bu hususu, başka bir delilden ötürü terkederiz.

Onların dördüncü olarak söyledikleri, âyetteki "kesiniz" emrinin, herkes için de, belli bir şahıs için de bir hitap olmasının muhtemel olduğu hususundaki görüşlerine de, şöyle cevap veririz: "Zahirine göre bu emir, herkese şâmil olan bir hitaptır. Ancak bu hitap ile, başka bir delile göre tahsis edilen (sınırlama yapılan) yerlerde amel edilmez. Binâenaleyh âyet ile, tahsis edilmeyen yerlerde amel edilir. Netice olarak diyebiliriz ki: Bu âyet âmmdır. Binâenaleyh bazı meselelerde, ayrı bir delil ile tahsis edilmiştir. Bu sebeple âyet, tahsîs edildiği yerlerin dışında, yine umûmî olarak hüccet oluşunu sürdürür. Bu görüşün, "Âyet mücmeldir, bundan dolayı kesinlikle (açık) mâna ifâde etmez" diyenlerin görüşünden daha uygun olduğu malumdur.

Üçüncü Mesele

Fakihlerin cumhuru şöyle demişlerdir: "El kesme cezası, ancak iki şartın bulunması halinde gerekir:

1) Çalınan şeyin değerinin belli bir nisabı geçmesi...

2) Çalınan şeyin, korunan (saklanan) bir şey olması..."

İbn Abbas, İbnuz-Zübeyr ve Hasan el-Basrî, "mikdarın nazar-ı dikkate alınmayacağını, binâenaleyh, çalınan şey ister az ister çok olsun, el kesmenin farz olduğunu" söylemişler; "malın korunması" şartının da nazar-ı dikkate alınmayacağını belirtmişlerdir ki bu, Dâvûd el-İsfehanî ile Haricîlerin görüşüdür. Onlar bu meselede, daha önce de izah ettiğimiz gibi, âyetin umûm oluşuna sarılmışlardır. Çünkü, "Erkek hırsızla kadın hırsızın..." ifâdesi, ister az olsun isterse çok olsun; ister korunmuş muhafaza edilmiş olsun, isterse olmasın, çalınan her şeyi içine alır. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Şayet biz, âyeti tahsis etme cihetine gidersek, bu tahsis etme işi, ya haber-i vâhidle veya kıyasla olur. Halbuki Kur'an'ın umûm olan ifâdelerini haber-i vâhid veya kıyas ile tahsis etmek caiz değildir.

Cûmhur'un Görüşü

Cumhûr-u fukahânın delili şudur: Bizim, âyetin tahsis edildiğini söylememize ihtiyacımız yoktur. Aksine biz diyoruz ki: Sirkat (hırsızlık) lafzı, Arapça bir lafızdır. Yine biz zarurî olarak biliyoruz ki, dilciler, başkasının buğdayından tek bir dane veya tek bir saman çöpü veyahut da küçük bir ekmek kırıntısı alan kimseye, "O, falancanın malını çaldı" demiyorlar. Böylece biz, her ne surette olursa olsun, başkasının malını almanın "sirkat" (hırsızlık yapmak) diye adlandırmadığını anlamış oluruz. Yine "sirkat" lafzı, mal sahibinin gözünün bir an için gafil olması anlamına gelen ifâdesinden de iştikak etmiştir. Şayet çalınan şey, herkesin arzulayıp elde etmek ve elde tutmak istediği; bu sebeple de, hırsızlık edenin onu ele geçirmeye arzu duyduğu, ama malı çalınan kimsenin de onu başkasına vermek istemediği bir şey olursa, işte o zaman, hırsız "mal sahibinin gözünün bir an gafil olmasına" ihtiyaç duyar. İşte bu sebepten dolayı, el kesmenin farz olabilmesi için, alınan malın, emsalinin korunan mallar cinsinden olmasına itibar ettik. Çünkü, muhafaza altına alınmayan şeylerde, mal sahibinin gaflet etmesi mânasına gerek duyulmaz. Böylece de, korunmamış maldan alınan şey, hırsızlık olarak adlandırılmaz.

Davud Zahirî'nin İçtihadına Göre Hırsızlıkta Nisab Aranmaz

Dâvûd ez-Zâhîrî şöyle demektedir: "Biz de, bir tane buğdayın ve tek bir saman çöpünün alınması halinde, el kesmenin farz olduğunu söylemiyoruz. Bilakis, ele geçirilmesi ve elde tutulması arzulanan ve bundan daha az olan şeylerde de elin kesilmesinin farz olduğunu söylüyoruz." Çünkü, azlık ve çokluk miktarları, değişmeyen bir kaideye bağlı değildir (görelik taşırlar). Binâenaleyh çoğu kez, büyük bir kral milyonlarca lira parayı önemsiz görür de, fakir bir kimse de iki buğday tanesini ve ona denk bir malı gözünde büyütür. İşte bundan dolayı Şafiî (r.h): "Bir kimse, "falancanın, bende alacağı büyük bir malı vardır" deyip, sonra da bu büyük malın, bir buğday tanesi olduğunu açıklasa, kendisine son derece ihtiyaç duyduğu ve alabildiğine de fakir olduğu için, bu buğday tanesinin, onun gözünde büyütülmüş, büyük görülmüş olması ihtimalinden dolayı, onun bu sözü kabul edilir" demiştir. Azlık ve çokluk miktarları, belli bir kaideye bağlanmış olmayınca, hükmü, "mal" diye adlandırılacak şeyin en azına bağlamak ve ona bina etmek gerekir. Birisinin bunu çok tuhaf görüp de, "Bir buğday tanesinin çalınması halinde, elin kesilmesi nasıl caiz görülebilir? Çünkü dine karşı olanlar, bunu, şeriatı tenkit etmeye bir sebep sayar ve "Bir elin diyeti beşyüz dinar altın değerinde olunca, daha nasıl, bu kadar az bir mal çalmadan dolayı et kesilir?" derler..." diyemez.

Sonra biz böyle bir tenkide, şu şekilde cevap veririz: Şeriat, bu kadar az bir malı çalıp onu almaya tenezzül etmek suretiyle, bu denli bir alçaklık ve adilik yaptığı için o kimsenin elini kesmiştir. Binâenaleyh şeriatın, bu alçaklık sebebiyle o kimseyi böylesi büyük bir cezaya çarptırması tuhaf karşılanamaz. Bu cevap, onların hepsi tarafından kabul görünce, çalınan şey az veya çok olsun, elin kesilmesinin farz olması hükmü de, tarafımızdan makbul olur. (Dâvüd ez-Zahirî) sözünü şöyle sürdürmüştür: "Bu bahsettiğimiz şeyler, burada, Kur'ân'ın umûm ifâde eden nasslarının, haber-i vâhid ile tahsis edilmesinin caiz olmadığına delâiet etmektedir. Zira, umûm ifâdelerin tahsis edildiğini söyleyenler de, birkaç vecih üzere ihtilaf etmişlerdir: Meselâ Şafiî (r.h): "Bir dinarın dörtte birinin çalınması hâlinde, el kesmek farz olur" demiş ve buna delil olarak da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "El ancak bir dinarın dörtte biri miktarı (nın çalınması halinde) kesilir" Müslim, Hudûd, 1-4 (3/1312-1313); Buhâri, Hudûd, 13. hadisini rivayet etmiştir. Ebû Hanife (r.h): "El kesmek, sikkeli, basılmış on dirhem veya daha fazlasının çalınması halinde caiz olur" demiş, bu hususta da Hazret-i Peygamber'in "El ancak bir kalkanın bedeli kadar miktarın çalınması halinde kesilir" Buhari Hudûd, 13. şeklindeki hadisini rivayet etmiştir. Bu ifâdenin zahirinden, "Bir kalkanın bedelinin on dirhemden daha az olmayacağı anlaşılmaktadır. İmâm Mâlik, Ahmed İbn Hanbel ve İshâk elin, üç dirhem veya bir dinarın dörtte bir kıymetinin çalınması talinde kesileceğini söylemişlerdir. İbn Ebî Leylâ ise, bu miktarın, beş dirhem olduğunu söylemiştir. Bu müçtehid imamlardan her biri, diğerinin rivayet ettiği haberi tenkit etmişlerdir. İşte bu durumun böyle olması halinde, (âyetin umumunu) tahsis eden bu hadisler, birbiriyle çelişmiş olurlar. Binâenaleyh, bu tahsis eden haberlerden hiçbirine iltifat etmemek; Allah'ın hükmünü bilmek için Kur'ân'ın zahirine başvurmak gerekir. Hiç kimse, "Sahabe (r.h), elin kesilmesinin ancak, muayyen bir miktarın çalınması halinde farz olduğu hususunda icmâ etmişlerdir" diyemez. Zira, Hasan el-Basrî, el kesmenin, mutlak anlamda hırsızlık yapılması halinde farz olduğunu söyler "Elinin bir dirhem sebebiyle kesilmesinden sakın" derdi. Eğer Sahabe tarafından böyle bir icmâ vaki olmuş olsaydı. Sahabeye çok yakın bir zamanda yaşamış olan ve dinî hususlarda alabildiğine ihtiyatlı davranan Hasan el-Basrî (bu icmâya) muhalefet etmezdi... İşte Hasan el-Basrî ve Dâvûd el-İsfehanî'nin mezhebinin izahı bundan ibarettir.

Cumhura Göre Ceza Nisabtan Fazlasında Uygulanır

Fukahâya gelince onlar, elin kesilmesinin farz olabilmesi için, mutlaka belirli bir miktarın çalınmasının şart olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu cümleden olmak üzere Şafiî (r.h): "El kesmek, bir dinarın dörtte biri veya daha fazlasının (veya bu değerde bir malın) çalınması halinde farz olur" demiştir ki, işte bu miktar hırsızlığın nisabıdır. Diğer şeyler de, bu miktara göre değerlendirilir.

Ebû Hanife ve Sevri: "El kesmek, sikkeli on dirhemden daha az bir şeyde farz olmaz. Diğer eşya da, bu kıymete göre hesaplanır" demişlerdir. Mâlik (r.h), "bu miktarın, bir dinarın dörtte biri veya üç dirhem olduğunu"; İbn Ebi Leylâ ise, "beş dirhem olduğunu" söylemişlerdir.

Şafiî (r.h)'nin delili şudur: "Hak teâlâ'nın "Erkek hırsızla kadın hırsızın ellerini kesiniz" emrinin zahiri, az veya çok olsun, bir şeyin çalınması halinde el kesmenin farz olduğunu göstermektedir. Ancak ne var ki fukahâ kendi aralarında, bir dinarın dörtte biri kıymetinden daha az olan şeylerden ötürü el kesmenin farz olmadığı hususunda anlaşmışlardır. Binâenaleyh bir dinarın dörtte biri veya daha fazlası nisabı, nassın zahirinden anlaşılmalıdır. Sonra O, bu görüşünü, Hazret-i Peygamber'in Biraz önce geçti. şeklindeki hadisiyle tekıd etmiştir. Ebû Hanife (r.h)'nin, Hazret-i Peygamber'in, "El ancak, bir kalkanın bedelinin çalınması halinde kesilir" şeklindeki hadisine tutunması, şu iki bakımdan zayıftır:

a) Kalkanın bedeli meçhuldür. Binâenaleyh, Kur'ân'ın umûm ifâde eden âyetini, mücmel ve mânası meçhul olan bir haber-i vâhidle tahsis etmek caiz değildir.

b) Şayet, bu kalkanın bedeli on dirhem olarak takdir edilmiş olursa, bu hadis sebebiyle Cenâb-ı Hakk'ın "Erkek hırsızla kadın hırsızın ellerini kesiniz" emrindeki umumîlik hakkında meydana gelen tahsis, bu âyetin umumîliği hakkında, Hazret-i Peygamber'in: "El ancak birdinann dörtte biri miktan(nm çalınması halinde) kesilir" ifadesiyle meydana gelmiş olan tahsisten daha fazladır. Binâenaleyh tercih, bu taraftan yana olur.

Tekrar Tekrar Çalan Hırsızın Kesilecek Azası

Şafiî (r.h), bir kimsenin ilk hırsızlığında sağ elinin; ikincisinde sol ayağının; üçüncüsünde sol elinin; dördüncüsündeyse sağ ayağının kesilmesine hükmederken; Ebû Hanife ve Sevri, üçüncü ve dördüncü defalarda hiçbir tarafının kesilmeyeceği şeklinde hüküm vermişlerdir. Şâfiî (r.h) bu âyeti, şu iki yönden delil getirmiştir:

a) Hırsızlık, el kesmenin farz oluşunun illetidir. Şayet bu illet, üçüncü defa da tahakkuk ederse, el kesme de üçüncü defa farz olur. Biz, "Hırsızlığın, el kesmenin farz oluşunun illeti olduğunu" söyledik. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Erkek hırsızla kadın hırsızın ellerini kesiniz" buyurmuştur. Biz bu ifâdenin mânasının, "Bir kimse şayet çalarsa elini kesiniz" şeklinde olduğunu söylemiştik, Hem İçkili "ellerini kesiniz" buyruğunun başında bulunan fâ harfi de, el kesmenin, yapılan o hırsızlığa mukabil bir ceza olduğunu göstermektedir. Binâenaleyh, hırsızlık el kesmenin illetidir. Şüphesiz ki bu hırsızlık üçüncü defa da tahakkuk etmiştir. Şu halde kesmeyi gerektiren durum, bu üçüncü defada da hasıl olmuştur. Öyleyse gereği neyse yerine getirilmelidir. Bunun gereğinin ilk kerede elinin kesilmiş olması keyfiyetinin olması caiz değildir. Çünkü hüküm, illetinden önce bulunamaz. Bu böyledir, zira el kesme, ilk hırsızlık yapılması ile farz olmuştur. Binâenaleyh geriye, bu hırsızlığın ancak, üçüncü kere de (yapılması halinde), başka bir kesmeyi gerektirmesi durumu kalır ki, işte elde edilmek istenen netice de budur.

b) Allahü teâlâ, buyurmuştur lafzı cemî olan bir lafızdır. Cem'in en azı ise üçtür. Binâenaleyh ifâdenin zahiri, hırsızlık eden erkek ve kadının, ellerinden (yani el ve ayaklarından) üçünün kesilmesinin farz olmasını gerektirir. İlk hırsızlıkta, bu hüküm ile amel edilmemiştir. Binâenaleyh üçüncü hırsızlıkta, bununla amel edilmesi gerekir.

Şaz Kıraatlerin Değerlendirilmesi Hakkında Önemli Not

İmdi eğer, "İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), bunu "O ikisinin sağ ellerini kesin" şeklinde okumuştur. Binâenaleyh hüküm mutlak olarak ellere değil, sağ ellere tahsis edilmiştir. Şazz kıraatler de haber-i vâhid yerine geçer" derler ise, biz deriz ki: "Şazz kıraatler, mütevâtir kıraatleri iptal edip, hükümsüz kılmaz. Binâenaleyh biz, mezhebimizin görüşünü isbatta mütevâtir kıraata tutunuyoruz. Hem bizce şazz kıraat bir hüccet değildir. Çünkü biz, şazz kıraatin Kur'ân sayılmayacağını kat'î olarak söylüyoruz. Çünkü eğer o Kur'ân sayılsaydı, mütevâtir olurdu. Çünkü eğer biz, Kur'ân'dan herhangi bir kısmın bize tevatür yoluyla gelmemiş olduğunu mümkün görürsek, Râfızîlerin ve mülhidlerin (inkarcıların) Kur'ân hakkındaki "Belki de Kur'ân'da, Hazret-i Ali İbn Ebû Talib'in halifeline bir nass otark (açıkça) delâlet eden âyetler vardı, ama onlar bize kadar gelmedi. Belki de, şeriatın hükümlerinin çoğunun neshedildiğini ifâde eden âyetler vardı. Ama onlar bize kadar nakledilmedi" şeklindeki ta'nlarına bir kapı açmış oluruz. Bütün bu iddialar bâtıl olunca [hükmediyoruz ki] şayet bunlar Kur'ân olsaydı, mütevâtir olurlardı. Mütevâtir olmadıklarına göre, Kur'ân'dan olmadıklarına kesinlikle hükmederiz. Böylece şazz kıraatlerin kesinlikle bir hüccet olmadıkları sabit olmuş olur.

Hırsız Çaldığı Malı Tazmin Eder mı?

Şâfîî (r.h): "Hırsız çaldığı şeyi tazmîn eder" demiştir. Ebû Hanife, Sevrî, İmam Ahmed ve İshâk: "Elin kesilmesi ile çalınan şeyin geri ödenmesi cezası birlikte uygulanmaz. Eğer hırsız çaldığını tazmîn eder, geri öderse, eli kesilmez. Yok eğer eli kesilmiş ise, çaldığını geri ödemez" demişlerdir. İmâm Mâlik (r.h) ise: 'Herhâlukârda o hırsızın eli kesilir. Ama zengin ise çaldığını geri ödemesi gerekir, fakir ise gerekmez" der.

İmam Şafiî'nin delili şudur: Âyet, hırsızlığın elin kesilmesini gerektirdiğini gösterir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "El aldığı şeyi geri verinceye kadar muhafaza etmelidir" (el, aldığını geri vermek mecburiyetindedir) Keşf'ul-Hafa, 2/69. buyurmuştur. Bu hadis, çalınan şeyin geri ödenmesini gerektirir. Hırsızlıkta, bu iki şey (yani kesme cezası ile geri ödeme, yani tazmin işi) birlikte bulunmuştur. Binâenaleyh hem elin kesilmesi, hem de alınan (çalınan) şeyin ödenmesi vaciptir.

Bir kimse, "Bu iki şeyin aynı anda bulunması imkânsızdır" dese, bu bir muaraza olur. Dolayısıyla delilini getirmesi gerekir. Kaldı ki biz şöyle diyoruz: Allah'ın cezalandırması (Allah'ın hakkını yerine getirip had uygulanması) kutların hakkını vermeye mani sayılamaz. Bunun delili şudur ki, (hacc sırasında) mülk olan bir av hayvanını öldüren ihramlı hacı ceza kurbanı kesmekle beraber o hayvan sahibine ödeme (tazmin) yapması da gerekir. Maide, 95 Ayetinin tefsirine bakınız (Ç). Bunun bir delili de şudur ki: Çalıntı mal mevcut ise, ittifakla onun sahibine geri verilmesi gereklidir. Keza -icmâ ile- hırsızın elinin kesilmesi vaktine kadar, çalıntı malın mal sahibinin mülkiyetinde sayılması da buna delâlet eder. Kesme olduğunda da mülkiyet ya tam kesilme vaktine münhasır olur, yahut hırsızlık vaktinin başlangıcına (çalındığı ilk vakte) isnad edilir. Muarızımız birinci iddiayı benimsemez. İkinci ihtimal konusunda da şöyle demek gerekir: O mal hakkındaki mülkiyet, kesme vaktinden itibaren, o vakitten önceki zamanda meydana gelmiştir. Bu ise fiilin, geçmiş zamanda olmuş olmasını gerektirir. Bu ise imkânsızdır.

Ebû Hanife (r.h)'nin delili ise şudur: "Allahü teâlâ, el kesme işinin bir ceza olduğunu söylemiştir. "Ceza" ise, "yeterli, kâfî" manasınadır. Binâenaleyh bu el kesme cezası, hırsızlık suçu hususunda yeterlidir. Bu yeterli olunca, çaldığını geri ödeme cezasının buna ilave edilmemesi gerekir."

Ebü Hanife'ye şöyle cevap verilir: "Eğer sizin dediğiniz gibi olsaydı, çalınan şeyin mevcut olması halinde de, o malın geri verilmemesi gerekirdi." Allah doğruyu en iyi bilendir.

Kesme Emrini Gerçekleştirecek Merci

İmam Şâffî (r.h): "Efendi, kölelerine şer'î cezaları uygulamaya yetkilidir" derken, Ebû Hanife(r.h), "efendinin böyle bir yetkisi olmadığını" söylemiştir. İmam Şafiî'nin delili şudur: Âyetteki "(O ikisinin) etlerini kesiniz" ifâdesi, herkes için umûmî bir emirdir. Çünkü bu hitapta, kesme işinin, müslümanların bir kısmına değil de, diğer bir kısmına ait olduğuna delâlet eden bir durum yoktur. Her müslüman bu ifâdeye dahil olduğuna göre, kölenin efendisi de dâhildir. İmam ile mevlâ (kölenin efendisi) dışındakiler hususunda bu nassla amel etme terkedilmiştir. Böylece imam ile mevla hakkında bu emrin yürürlükte olması vacip olmuştur.

Âyetin, imam Seçmenin Lüzumuna Delil Olması

Kelâmcılar, bu âyetle, ümmet-i Muhammed'in, kendilerine bir imam (devlet başkanı) bulup tayin etmelerinin farz olduğuna istidlal etmişlerdir. Bunun delili şudur: Allahü teâlâ, bu âyetle hırsız ve zânî olanlara Zina Cezası, Nûr, 2. ayette geçmektedir. cezanın uygulanmasını farz kılmıştır. Binâenaleyh bu hitapların, belli bir şahsa yönelik olması gerekir. Ümmet-i Muhammed, şer'î cezaların suçlulara uygulanmasının, halkın tek tek fertlerine farz olmadığı, aksine hür olan suçlulara cezaları uygulama yetkisinin ancak devlet başkanına ait olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu mükellefiyetler, kesin birer vecîbe olup, yerine getirilmeleri de ancak bir imamın (devlet başkanının) bulunmasına bağlı olunca ve bunların ancak imamın bulunması ile gerçekleşeceği sabit olunca ve mükellefin de gücünün yettiği vecîbeleri yerine getirmesi vacip olunca, işte o zaman bir devlet başkanının (imamın) tayin edilmesi gerektiğine kesin hükmetmek gerekir.

Mu'tezile'nin İhbat İddiası ve Reddi

Mu'tezile şöyle der: "Âyetteki "Allah'dan, ibret verici bir ukubet (ceza) olmak üzere..." ifâdesi, bu cezanın, o hırsıza uygulanışının, ancak o hırsızı küçümsemek için olup onu her ve hakîr kılacak bir yolla yapıldığını gösterir. Durum böyle olunca, o kimsenin küçümsenmeye, kınanmaya ve hor-hakîr kılınmaya müstehak olduğunu söylemek gerekir. Durumun böyle olduğu her zaman, o kimsenin övgü ve saygıya müstehak olarak kaldığı söylenemez. Çünkü bu iki durum (yani küçümseme ile saygı) birbirinin zıddıdır. Zıdların arasını birleştirmek imkânsız olur. Bu da, büyük günahın cezasının, taatlerin sevabını silip yokettiğini gösterir."

Bil ki "ihbat" (günahın, sevabı yok etmesi) ile ilgili görüşün batıl ve yanlış olduğu hususunda, (Bakara, 264) âyetini tefsir ederken, birçok delil getirmiştik. Onları burada tekrar etmek istemiyoruz.

Yine de Mu'tezile'nin bu sözüne şöyle cevap veririz: "Biz, bu cezanın tenkil tarzında vaki olmasının, o hırsızın tevbe etmemiş olması şartına bağlı olduğu hususunda sizinle ittifak halindeyiz. Binâenaleyh Allah'ın o kimseyi affettiğine daır bir delilin bulunması halinde, bu cezanın uygulanmasının tenkil suretinde olmayıp imtihan için yapıldığını kesinkes söylemek gerekir. Ne var ki biz, affolunabileceğine dair pek çok delil de zikretmiştik."

Dokuzuncu Mesele

Mu'tezile şöyle demektedir: "Âyetteki, "O İrtikâb ettiklerine bir karşılık ve ceza, Allah'dan bir ibret verici ukubet olmak üzere..." ifâdesi, Allah'ın hükümlerinin ta'lil edilebileceğine (sebep ve illetlere bağlanabileceğine) delâlet eder. Çünkü âyetteki "o irtikâb ettiklerine bir karşılık" ifâdesindeki bâ harf-i cerri, el kesme cezasının, ancak hırsızlık etme sebebine bağlı olduğu hususunda açık bir işarettir. Mu'tezile'nin bu görüşüne, bu sûrede, (Maide, 32)âyeti ile ilgili olarak söylediğimiz şeylerle cevap veririz.

Onuncu Mesele

Âyetteki "O irtikâb ettiklerine bir karşılık ve ceza olarak..." ifâdesi hakkında Zeccâc şöyle demiştir:

"Ceza" kelimesi, mef'ûl-ü leh olduğu için mansup olup, kelamın takdiri, "Yaptıkları işin ceza olduğu için, onların ellerini kesiniz" şeklindedir. "Allah'dan bir ukubet olmak üzere" tabiri de, aynı şekilde mef'ûl-ü leh olduğu için mansuptur. İstersen bu iki kelimeyi, "kesiniz" ifâdesinin delâlet ettiği fiillerin birer mef'ülü mutlakı kılarak, mansup olduklarını söyleyebilirsin. Buna göre âyetin takdiri, "Yaptıkları o işe bir ceza olarak onları cezalandırın ve onları, Allah'dan ibret verici bir ceza ile tenkîl edin" şeklinde olur.

Âyet Sonlarındaki Esma-i Hüsnâ'nın Mânaya Uyumu

Hak teâlâ'nın buyruğu, "O, intikam alma hususunda azîz (kudretli), şeriat ve mükellefiyetleri hususunda da hakîm (hikmetii)dir" manasınadır. Esma'î şöyle der: "Mâide suresini okurken, yanımda bir bedevi Arap bulunuyordu. Bu âyeti yanlışlıkla "Allah, gafur ve rahimdir" şeklinde okudum. Bunun üzerine bedevî, "Bu kimin sözüdür" deyince ben, "Allah'ın sözü" dedim. O, "Bir daha oku" deyince, ben de tekrar aynı yanlışlığı yapıp dedim ve hemen yanlışlığımın farkına vararak, diye okudum. Bundan sonra bedevî, "işte şimdi düzelttin" dedi. Ona, bunu nasıl anladığını sorunca, "Ey be adam, O (Allah) azîz ve hakîm olduğu için, elin kesilmesini emretmiştir. O, mağfiret ve rahmeti ile elin kesilmesini emretmez" diye cevap verdi.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Fakat kim yaptığı o haksız hareketinden sonra tevbe eder ve kendisini düzeltirse, şüphesiz ki Allah, onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah, gafur ve rahimdir" buyurmuştur. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Mûcerrat Tevbe Affedilmek için Yeterli midir?

Âyet, Cenâb-ı Hakk'ın, tevbe edenin tevbesini kabul ettiğine delâlet etmektedir. Eğer, "Âyetteki "ve kendisini düzeltirse..." ifâdesi, sırf tevbenin kabul edilmediğini gösteriyor?" denir ise, biz deriz ki: Bu ifâdeden maksad, "O kimse Sâlih ve sadık bir niyyet; sahîh ve bütün diğer maksatlardan uzak bir azim ve kararlılık ile tevbe ederse..." demektir.

Tevbe Eden Hırsızın Elinin Kesilmesi Cezası Düşer mi?

Eli kesilmeden önce, kişi tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder. Ama, ondan bu el kesme cezası düşer mi? Tabiîn âlimlerinden bir kısmı şöyle demektedirler: "Bu kimseden, had cezası düşer. Çünkü bu âyetin sonunda, gafur ve rahîm kelimelerinin zikredilmesi, azabın, o kimseden sakıt olduğunu gösterir. Halbuki bu âyette zikredilen ceza da, el kesme cezasıdır. Binâenaleyh âyetin zahiri, bu cezanın sakıt olmasını iktizâ eder. Cumhûr-u ulemâ ise: "Bu kimseden bu ceza düşmez; bilakis bu ceza o kimseye, bir imtihan maksadıyla tatbik edilir..." demişlerdir.

Tevbeyi Allah Lütfen Kabul Buyurur

Âyet, tevbenin kabul edilmesinin, Allah üzerine vacip olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, tevbeyi kabul etmekle kendini medhetmiştir. Medh ise, görevi olan şeyleri edâ etmekle değil, ancak bir lütuf ve ihsanvarî fiilleri yapmakla olur.

Daha sonra Allah, "Bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır? O, dilediğine azap eder, dilediğini de bağışlar. Allah her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur.

Bil ki Allahü teâlâ, hırsızın elinin kesilmesinin ve tevbe etmeden ölmesi halinde âhirette azaba uğramasının vacip olduğunu kesin olarak beyan edip, sonra da tevbe ederse, onun tevbesini kabul edeceğini zikredince, bunun peşinden, Allah'ın dilediğini yapacağını ve irâde ettiği şekilde hükmedeceğini, bu sebeple istediğine azap edeceğini, istediğini de bağışlayacağını beyân etmiştir. Hak teâlâ'nın bu âyette, "azap etme"yi, "bağışlamak"dan önce zikretmesinin sebebi, hırsızlığın, tevbeden önce olmuş olmasına mukabele tarzında varid olmasıdır. Vahidî şöyle der: "Bu âyet, "adalet ve zulüm" konusunda, Allah'ın itaatkâr kula merhamet etmesinin, isyankâr kula da azap etmelinin vacip olduğu şeklindeki görüşlerinde. Mu'tezile aleyhine açık bir delildir. Çünkü ayet, rahmet-i ilâhiyenin Allah'ın meşîetine (dilemesine) bağlı olduğuna delâlet eder. Halbuki vücûb iddiası (yani Allah'ın rahmet etmesinin vacip oluşu), buna ters düşer."

Ben diyorum ki; Bu hususta, Mu'tezile'nin görüşünün yanlışlığını gösteren bir başka husus da şudur: Allahü teâlâ, önce "Göklerin ve yerin mülkünün Allah'ın olduğunu bilmedin mi?" buyurmuş, sonra bunun peşisıra, "O, dilediğine azap eder, dilediğini de bağışlar" demiştir. İşte bu durum da, Hak teâlâ'nın bazan azap etmesinin, bazan da bağışlamasının güzel ve yerinde olduğuna delâlet eder. Çünkü O, mahlûkatın sahibi, Rabbi ve Tanrısıdır. Alimlerimizin görüşü de budur. Çünkü onlar şöyle derler: "Allahü teâlâ'nın istediği ve dilediği her şey güzeldir. Zira O, bütün mahlûkatın mâlikidir. Mâlikin, mülkünde istediği ve dilediği gibi tasarruf etme yetkisi vardır. Mutezile ise, "Allah tarafından olan bu fiillerin güzel ve yerinde oluşu, mahlûkatın ilahı ve sahibi oluşundan dolayı değil, aksine kullarının faydasını ve zararını gözetmesinden dolayı güzel olmuştur" derler. İşte bu görüşü, izah ettiğimiz gibi, bu âyetin açık ifâdesi de iptal eder.

Yahudilerin Daha Başka Özellikleri

41

Âyetin tefsiri için bak:43

42

Âyetin tefsiri için bak:43

43

"Ey peygamber, kalpleriyle inanmadıkları halde ağalarıyla "inandık" diyen (münafık)larla yahûdilerden, küfürde koşuşup yarışanlar seni mahzun etmesin. Onlar, durmadan yalan dinleyen, senin yanına gelmeyen diğer bir kavim hesabına casusluk yapan kimselerdir. Onlar, kelimeleri, (Allah tarafından) konuldukları yerlerinden değiştirir (bozarlar). Onlar, "Eğer size şu (fetva) verilir ise onu alın, eğer o verilmez ise, onu (kabul etmekten) çekinin" derler. Allah kimi fitneye düşürmeyi murad ederse, artık sen o kimse için hiç bir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemeyi murad etmediği kimselerdir. Dünyada hor ve hakir olmak onların hakkıdır. Onlara, âhirette de pek büyük bir azap vardır. Alabildiğine yalan dinleyen ve haram yiyenlerdir onlar. Eğersana gelirler ise, İster aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen, sana hiçbir zarar veremezler. Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah adalet sahiplerini sever. İçinde Allah'ın hükmü olan Tevrat yanlarında olduğu halde, nasıl oluyor da senin hükmüne başvuruyorlar ve sonra da, bunun arkasından yine yüz çeviriyorlar. Onlar mü'min değillerdir".

Bil ki Allahü teâlâ, tekliflerinin ve hükümlerinin bir kısmını açıkladığı için ve bazı insanların çok süratli bir şekilde küfre düşeceğini bildiği için, Peygamberine, bunlara sabredip katlanmasını emretmiş ve işte bundan dolayı, üzülmemesi gerektiğini belirterek "Ey peygamber, küfürde koşuşup yarışanlar seni mahzun etmesin" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Peygamberimize Vaki Hitapta "Ey Nebi" Buyurulması

Bil ki Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bir çok âyette "Ey Nebi" diye hitap etmiş, sadece şu iki âyette, Ey Resul" demiştir:

1) Bu âyette,

2) "Ey Resûl, sana indirileni tebliğ et" (Mâide, 67) âyetinde... Şüphesiz bu, bir şeref ve saygı hitabıdır.

İkinci Mesele

Fiiller, yâ harfinin zammesi ile şeklinde de okunmuştur. Buna göre mâna, "Münafıkların çok hızlı bir şekilde küfre düşmelerine üzülme ve aldırış etme." Bu, münafıkların, müslümanlar hakkında her türlü tuzak ve hileye başvurmaları, müşrikleri samimi dost edinmeleri sebebi iledir. Ben (Allah), onlara karşı sana yardım eder ve onların serleri hususunda sana kâfiyim" şeklinde olur. Nitekim, "Hızlıca ihtiyarladı" ve "çabucak fesada düştü, bozuldu" mânasında, (ihtiyarlık ona hızlıca geldi) ve (Fesâd ona hızlıca geldi)denilir.

Yine, o münafıkların küfre süratle koşmaları da, her fırsatını bulduklarında, kendilerini hahca küfrün içine atmalarından ibarettir.

Âyetteki, "Kalpleriyle inanmadıkları hadde, ağalarıyla "İnandık" diyenlerden..." ifâdesinde bir takdim-tehir vardır. Buna göre kelamın takdiri şeklindedir. Şüphe yok ki, bahsedilen bu kimseler münafıklardır.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Yahudilerden, durmadan yalan dinleyen, senin yanına gelmeyen diğer bir kavim hesabına casusluk yapan kimseler vardır..." buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Ferrâ ve Zeccâc, burada şu iki izahı yapmışlardır:

a) Söz, "...Yahudilerden...vardır" ifâdesinde tamamlanmıştır. Yeni cümle, daha sonra "Durmadan yalan dinleyenler, senin yanına gelmeyen diğer bir kavim için dinlemektedirler" şeklinde başlar. Buna göre kelamın takdiri, "Münafık ve yahudilerden, küfre dalıp onda yarışanların hali seni mahzun etmesin..." şeklinde olur. Bundan sonra da Cenâb-ı Hak, onların hepsim, "Başka bir kavim için dinleyenler, casusluk yapanlar..." olarak vasfetmiştir.

b) Söz, "Fakat kalpleri iman etmedi..." ifâdesinde tamamlanmıştır. Allah yeni cümleye, "Yahudilerden, durmadan yalan dinleyenler., bulunmaktadır..." şeklinde başlamıştır. Bu takdire göre, Hak teâlâ'nın ifadesi, mahzûf bir kelimenin sıfatı olur ki, bunun takdiri.... "Yahudilerden, durmadan yalan dinleyen bir kavim vardır" şeklindedir. Bunun, mahzûf bir mübtedânın haberi olduğu da ileri sürülmüştür ki, buna göre kelâmın takdiri, "Onlar, durmadan yalan dinleyenlerdir" şeklinde olur.

İkinci Mesele

Zeccâc"Durmadan yalan dinleyenler... tavsifi ile ilgili şu iki açıklamayı yapmıştır:

a) Bu tabirin mânası, "Onlar, yalanı kabul ediyorlar..." şeklindedir. Buna göre burada"duydu, işitti, dinledi" fiili kullanılmış, ama bundan "kabul etmek" mânası kastedilmiştir. Bu tıpkı, "Ondan kabul etme!" mânasına gelen, denilmesi gibidir. "Allah, kendisine hamdeden kimsenin hamdini duydu, kabul etti" ifâdesi de bu mânadadır. Binâenaleyh, onların kabul ettikleri bu yalan, reislerinin, Tevrat'ı tahrif edip, Hazret-i Muhammed'ı tenkid etme gibi, Allah'ın dini hakkında söylemiş oldukları yalanlarıdır.

b) (......) tabiriyle bizzat, dinlemenin kendisi kastedilmiştir. Buna göre lafzının başındaki lâm harfi, "lâm-ı key" "için" manasına gelen lâm'dr. Yani, "sana iftira edip yalan söylemeleri için, seni dinliyorlar..." demektir. ifâdesinin mânası, "Onlar (seni dinleyenler), senin haberlerini kendilerine ulaştırmak için, sana gelmeyen ve meclisinde de bulunmayan bir başka kavim hesabına casusluk yapanlardır" şeklinde olur. Bu takdire göre, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinin mânası, "Dinlediklerine ilâvede bulunmak veya onları noksanlaştırmak yahut da onları tebdil ve tağyir etmek suretiyle, o bütün duyduklarını birbirine karıştırıp mezcederek O'na iftirada bulunmak için, Allah'ın Resulünü dinlerler.."şeklindedir. ifâdesinin mânası ise: "Yahudilerden başka kavim için, Allah'ın Resulünü dinlerler.. şeklindedir. Ki bunlar, Allah'ın Resulünden duydukları şeyi, meclise gelmeyen topluluklara ulaştırmak maksadıyla, orada bulunan birer gözcüdürler.

Yahudilerin Tevrat'ı Tahrif Etmeleri

Daha sonra Cenâb-ı Hak, o yahudilerin bir başka vasıflarını bildirmek üzere "Onlar, kelimeleri, (Allah tarafindan) konuldukları yerlerinden değiştirir (bozarlar)" buyurmuştur. Yani, "Allah onu, yerlerine yerleştirdikten .. sonra" demektir. Daha açıkçası, "Allah farzlarını farz, helâlini helâl, haramını da haram kıldıktan sonra..." demektir. Müfessirler şöyle demektedirler: "Hayber ahâlisinin soylularından bir erkek ve bir kadın zina etmişlerdi. Tevrat'ta zina haddi ise, recm idi. Bunun üzerine yahudiler, bunlar asil oldukları için, onları recmetmeyi uygun bulmadılar da, böylece evli oldukları halde zina edenlerin hükmünün ne olduğunu Allah'ın Resulüne sormak için bazı kimseleri O'na yollayarak, o kimselere de şu tenbihte bulundular: "Eğer Muhammed, bunların cezasının sopa olduğunu söylerse bunu kabul edin; yok eğer, size onları recmetmeyi emrederse, sakın bunu kabul etmeyin!..." Onlar, bu meseleyi Allah'ın Resulüne sordukları sırada Cebrail, onların recmedileceği hükmünü indirdi.. Ama onlar bunu kabule yanaşmadılar. Bunun üzerine Hazret-i Resûl'e Cebrail (aleyhisselâm): "Seninle onlar arasında İbn (hakem) yap" dedi. Bunun üzenne de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Tüysüz, beyaz tenli, şaşı, Fedek'te oturan ve kendisine İbn Sûriyâ denilen bir genç var; onu tanıyor musunuz?" deyince, onlar, "Evet, o yeryüzündeki yahudilerin en âlimidir" dediler ve onun hükmüne razı olacaklarını belirttiler. Bunun üzerine Allah'ın Resulü İbn Sûriyâ'ya, "Kendisinden başka bir İlâh olmayan; Hazret-i Musa'nın geçmesi için denizi yaran; üzerinize Tür dağını kaldıran; sizi Firavun ve hanedanından kurtarıp. Firavun ve hanedanını suya garkeden; size kitabını, helâl ve haram hükümlerini indiren o Allah aşkına söyle: Evli kimselerin zina etmeleri halinde, onların recmedileceklerine dair kitabınız Tevrat'da bir hüküm var mıdır? Böyle bir hüküm biliyor musun?" dedi. Cevaben, ibn Sûriyâ, "Evet, var!" deyince de, yahudilerin ayak takımı İbn Sûrfyi'nın üzerine atıldılar. Bunun üzerine de İbn Sûriyâ: "Eğer O'na yalan söylemiş olsaydım, Üzerimize ilahî azabın ineceğinden endişelendim..." deyip müteakiben Allah'ın Resulüne, bildiği alâmetlerden bazılarını sordu. Bunun üzerine İbn Sûriya, 'Allah'tan başka ilah olmadığına, senin Allah'ın Resulü ve daha önceki peygamberlerin müjdelediği Arap soyuna mensup ümmî peygamber olduğuna şehâdet ederim..." dedi. Daha sonra allah'ın Resulü, zina edenlerin recmedilmesi hükmünü verdi; onlar da Mescid-i Nebevî'nin kapısının önünde recmolundular.

Bu kıssayı iyice kavradığın zaman, buna göre biz deriz ki, cümlesinin mânası, "onlar recm yerine sopa atılması hükmünü koydular.." şeklinde olur.

Zina Yapan Ehl-i Kitap Hakkındaki Hüküm

Cenâb-ı Hak, " Onlar, "Eğer size şu (fetva) verilir ise onu alın, eğer o verilmez ise, onu (kabul etmekten) çekinin" derler" buyurmuştur. Yani, "Muhammed size sopa vurmanızı emrederse, kabul edin; eğer recmetmenizi emrederse, sakın ha kabul etmeyin..." demektir.

Bil ki Şafiî' (r.h)'ye göre, dul veya evli bir zımmî, (zina etmesi halinde) recmedilir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, böylesi bir kimsenin recmedileceğini emrettiği sahih bir rivayetle bize ulaşmıştır. Binaenaleyh, dul veya evli bir zımminin recmedileceği hususundaki emir, Allah'ın Resulünün getirmiş olduğu dinden elde edilmiş bir emir ise, o zaman maksat sübut bulmuş demektir. Yok, eğer Allah'ın Resulü bunu, Hazret-i Musa'nın şeriatında sabit olan şeye göre emretmişse, bunun bizim dinimizde de meşru kılınmış olması gerekir. Bunun böyle olduğuna şu iki şey de delâlet eder:

a) Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) bu meselede, Tevrat'ın şeriatına, hükmüne muvafık olarak fetva verince, Hak Tealâ'nın "Ona uyunuz..." (A'raf, 158) emrinden dolayı bu meselede O'na ittiba etmek vacip olur.

b) Hazret-i Musa'nın şeriatında sabit olan şeyde aslolan, onu nesneden bir hüküm gelinceye kadar, onun yürürlükte kalmasıdır. Halbuki, bu hükmün neshedildiğine dair şeriatımızda, herhangi bir şey bulunmamaktadır. İşte bu yolla âlimler, Hak teâlâ'nın "Biz onda (Tevrat'ta) onların üzerine (şunu) yazdık: Cana can...." (Maide, 45) hükmünün, bizim şeriatımızda da devam ettiği hususunda ittifak etmişlerdir.

Allah o yahudilerin rezillik ve rüsvaytıklarını iyice ortaya koyunca, "Allah kimi fitneye düşürmeyi murad ederse, artık sen o kimse için hiçbir şey yapamazsın" buyurmuştur.

Bil ki fitne kelimesi, her türlü mefsedet çeşidini içine alabilen bir lâfızdır. Ancak ne var ki bu lafız. Cenâb-ı Hakk'ın açıklamış olduğu küfürlerinin peşinden zikredilince, bu fitneden maksadın, daha önce bahsi geçen o küfürler olması gerekir. Bu takdire göre bu ifadeden maksat, "Allah'ın, küfrünü ve dalâlete düşmesini murad etmiş olduğu kimselerden, bunları gidermeye hiç kimsenin gücü yetmez" şeklinde olur.

Kader Konusunda Mu'tezile'nin Hatası

Daha sonra yüce Allah, bu hususu te'kid ederek, Onlar, Allah'ın, kalplerini temizlemeyi murad etmediği kimselerdir" buyurmuştur.

Alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Bu âyet, Allahü teâlâ'nın, kâfirin müslüman olmasını murad etmediğine ve onun kalbini, şekk ve şirkten temizlemediğine delâlet etmektedir... Eğer Allah bunu yapmış olsaydı, bunlar, muhakkak ki iman etmiş olurlardı. İşte bu âyet, Kaderiyye (Mu'tezile)'nin aleyhine delil olan âyetlerin en kuvvetlilerindendir.

Mutezileye Göre Bu Âyetteki Fitnenin Manası

Mu'tezile'ye gelince onlar, bu âyette geçen "fitne" kelimesinin tefsiri hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Burada geçen "fitne" kelimesinin "azab" manasına geldiğini söylemişlerdir. Nitekim "(O gün) kendilerinin ateş üzerinde azaba uğratılacakları gündür" (Zariyat. 13) âyetindeki, (......) kelimesi "azab olunurlar..." demektir. Binaenaleyh, buradaki bu tabirden maksat, "Allah, onların küfür ve nifaklarından dolayı, onlara azab etmeyi diler..." şeklinde olur.

2) "Fitne", rezillik ve rüsvaylık demektir. Buna göre âyetin manası, "Allah kimin rezil ve rüsvay olmasını isterse..." şeklinde olur.

3) Buradaki "fitne" kelimesinin manası, Allah'ın onu saptırmasıdır. O'nun saptırmasından murad ise, onun sapık olduğuna karar verip, onu "sapıtmıştır" diye vasıflamaktır.

4)"Fitne"den maksat, imtihan etmek, sınamaktır. Yani, "Allahü teâlâ kimi, kendisiyle sınayacağı mükellefiyetlerle imtihan etmek ister, sonra da bunu terkederek yerine getirmezse, sen o kimse için, Allah'tan ne bir sevap ne de bir fayda temin etmeye güç yetiremezsin.." demektir.

Âyette Geçen "Kalb Temizlemek" Tabirinin Manası

"Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemeyi murad etmediği kimselerdir" buyruğuna gelince, onlar bu konuda iki izah şekli zikretmişlerdir:

1) "Allah onların kalplerine, lütuflan ile yardım etmeyi murad etmemiştir. Çünkü Hak teâlâ, onların kalplerine hiçbir faydası olmayacağı için, onlara lutfetmekte bir faydanın olmayacağını bilmiştir."

2) "Allahü teâlâ, onların kalplerini sıkıntıdan, gamdan ve inkârlarına delâlet eden yalnızlıktan temizlemeyi murad etmemiştir."

3) Bu, onun Allah katında yere batırılmış, rezil rüsvay edilmiş ve fiillerinin çirkinliği ile amellerinin kötülüğü sebebi ile kendisine hiç iltifat edilmeyeceğinin istiare (mecaz) yoluyla anlatılmasıdır. Bu hususların izahı, daha önce tekrar tekrar yapılmıştı.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Dünyada hor ve hakir olmak onların akkıdır" buyurmuştur. Münafıkların hor ve hakîrliği, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onların yalanlarına muttali olması sebebi ile, onların sırlarının üstündeki perdenin kalkması ve öldürülmekten korkmalarıdır. Yahudilerin hor ve hâkirliği ise, recm cezasının kendilerine de farz kılınmış olduğu hususunda Allah'ın hükmünü gizledikleri için, söyledikleri yalanın ortaya çıkması ve onlardan cizye alınmasıdır.

Allahü teâlâ'nın, "Onlara âhirette de pek büyük bir azab vardır" buyruğundaki büyük azab, onların ebedî olarak cehennemde kalmalarıdır.

Yahudilerin Yalan Dinleyip Rüşvet Yemeleri

Sonra Allah "alabildiğine yalan dinleyen ve haram yiyenlerdir onlar" buyurmuştur. Bu ifade hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Kesîr, Ebu Amr ve Kisâî, süht kelimesini, Kur'ân'da geçtiği bütün yerlerde sîn ve hâ harfinin zammesi ile şeklinde; İbn Âmir, Nâfi, Âsim ve Hamza da "onu haram olarak kazandı" fiilinin masdarı olarak, sînin zammesi ve hâ harfinin sükûnu ile suht şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi ise, kelimeyi sîn ve hâ harflerinin fethası ile sehat ve sîn harfinin kesresi, hâ harfinin sükûnu He siht şeklindeki kıraatlan nakletmiştir. Bütün bunlar, kelimenin değişik kullanış şekilleridir.

Süht Tabirinin Manası

Dilciler, âyetteki "süht" kelimesi hakkında birkaç izah yapmışlardır:

a) Zeccâc şöyle demiştir: "Kelimenin aslı, "Onun kökünü kazıdı, yok etti, helak etti" manasında olan ifadesidir. Nitekim Hak teâlâ, "Sonra (Allah), azab ile sizin kökünüzü kurutur" (Taha, 61) buyurmuştur. Yahudilerin aldıkları rüşvetler, "süht" kelimesi ile ifâde edilmiştir. Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah, onları bundan (yani rüşvet almalarından) dolayı azab ile helak edip köklerini kazıyacaktır. Yahut da aldıkları o şeylerin bereketi yok olup gidecektir. Nitekim Hak teâlâ da: "Allah ribânm (faizin) bereketini tamamen giderir" (Bakara. 276) buyurmuştur.

b) Leys: "Süht, kendisinden dolayı utanılan ve haya duyulan bir haramdır" demiştir. Bu birincisine yakın bir izahdır. Çünkü böyle olan şeyler, insanın fazilet ve şahsiyetini yok eder ve âdeta onun kökünü kazır.

c) Ferrâ da şöyle demiştir: "Süht" kelimesinin asıl manası şiddetli açlıktır. Nitekim Arapça da, bir kimse çok obur olup, hep aç olarak görüldüğü zaman, "midesi daima aç adam" denilir. Buna göre "süht" kelimesi, midesi dâima açlık duyan kimsenin aç gözlülüğü gibi, aşırı bir tamahkârlığın insanı sevkettiği haram şeydir. Bu da, birinciye yakın bir izahtır. Çünkü açlığı şiddetli ve açgözlülüğü aşırı olan kimse, önüne konan bütün yiyecekleri silip süpürür ve büyük bir iştah ile onların adetâ kökünü kazır."

Bunu anladığın zaman deriz ki: "Süht" kelimesi, mahkeme sırasında verilen rüşvet, zinâkâr kadına verilen para, damızlık erkek hayvanların tohumlarını satmak, hacamat yapanın (kan alan kimsenin) kazancı, köpek satmadan elde edilen para, İçkiden elde edilen para, leşin satılmasından elde edilen para, kâhinlere verilen hediye ve günah olan bir iş için yerini kiraya vermek mânalarına gelir. Bu görüş, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali, İbn Abbas, Ebu Hureyre ve Mücahid'den rivayet edilmiştir. Bazıları bu sayılanlara ilâveler yapmış, bazı diğer âlimler de bunların sayısını azaltmıştır. Bütün bunlar, hiç bir bereketi olmayan ve hasıl olduğu zaman, yapan kimsenin onu gizlemeye çalışacağı bir ar ve utanca sebep olan, değersiz ve âdî bir haram oluşu manasına dayanır. Malumdur ki rüşvet almak böyledir. Binaenaleyh o, bu tür bir haramdır ve bir "süht" olur.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "Alabildiğine yalan dinleyen ve haram yiyenler" buyruğu hakkında birkaç izah şekli vardır:

1) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "İsrailoğullarından hâkim, davasında haksız birisi kendisine rüşvet verdiği zaman, onun sözünü itibara alıyor, hasmının sözlerine değer vermiyordu. Böylece de yalan dinlemiş, rüşvet yemiş oluyordu."

2) Bazı âlimler şöyle demişlerdir: "İsrailoğullarının fakirleri, benimsemiş oldukları yahudilik üzere kalmak için, zenginlerden mal ve para alıyorlardı. Böylece fakirler, zenginlerin yalan yanlış sözlerini dinliyor ve onlardan aldıkları rüşvetleri yiyorlardı."

3) Onlar, Tevrat'a isnad ettikleri yalan yanlış şeyleri çokça dinliyorlar ve "riba almaları sebebi ile..." (Nisa, 161) âyetinde de buyrulduğu gibi, çokça faiz yiyorlardı.

Hazret-i Peygamber Ehl-i Kitap Hakkında Hüküm Verip Vermemekte Muhayyerdir

Sonra Allahü teâlâ, "Eğer sana gelirler ise, ister aralarında hükmet, İster onlardan yüzçevir" buyurmuştur. O, bu sözü ile, peygamberini, onlar hakkında hüküm vermekle onlardan yüz çevirmek arasında muhayyer (serbest) bırakmıştır. Alimler bu hususta şu iki görüşü belirterek ihtilaf etmişlerdir:

1) "Bu, belli bir hadise ile ilgilidir." Bu görüşte olanlar da kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir:

a) Mesela İbn Abbas, Hasan el-Basrî, Mücahid ve Zührî, bunun evli bir kimsenin zina etmesi hadisesi ile ilgili olduğunu ve cezasının celde (sopa) ve recm olduğunu söylemişlerdir.

b) Bu, Benî Kureyza ve Benî Nadir yahudilerinden öldürülmüş kimseler hakkındadır. Beni Nadîr daha asîl sayılıyordu. Bundan dolayı öldürülenlerinin diyetleri tam, Kureyza'dan öldürülenlerin diyetleri ise yarım idi. Onlar, davalaşmak üzere Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e başvurunca Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, hepsinin diyetinin eşit olduğunu söyledi.

c) Bu muhayyerlik, kendilerine karşı bir yükümlülüğe girilmemiş olan anlaşmalı kimselere mahsustur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), isterse böyle kimseler için hüküm verir, isterse hüküm vermekten yüzçevirir.

2) "Bu âyet, muhakeme edilmek için Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelmiş olan bütün kâfirler hakkında umumidir." Bu görüştekiler de ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bir kısmı, bu hükmün, diğer meseleler hakkında da geçerli olduğunu ve neshedilmediğini söylemişlerdir ki bu, Nehâi, Şa'bî, Katade, Ata, Ebu Bekr el-Esamm ve Ebu Müslim'in görüşüdür. Bir kısım âlimler de, bu hükmün, "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" (Maide. 49) âyeti ile neshedildiğini söylemişlerdir. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh), Hasan el-Basri, Mücâhid ve İkrime'nin görüşüdür.

Şafiî'ye Göre Zımmîler Hakkında Hüküm Vermek Vaciptir

İmam Şafiî'nin mezhebine göre, müslümanların hâkiminin, zımmîler davalarını kendisine getirdikleri zaman, onlar hakkında hüküm vermesi vaciptir. Çünkü onlar üzerinde İslam'ın ahkâmını yürütmede, onlar için bir tür zillet ve hâkirlik vardır. Ama belli bir zamana kadar müslümanlarla anlaşmalı olan gayr-i müslimler hakkında ise, hakimin hüküm vermesi vacip değildir. Aksine o, bu hususta muhayyerdir. İşte bu âyette bahsedilen muhayyerlik (serbestlik), kendileri ile ahid yapılmış olan gayr-ı müslimlerle ilgilidir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer onlardan yüz çevirirsen, sana hiçbir zarar veremezler "buyurmuştur. Bunun manası şudur: "Onlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e mesela recm cezası yerine celde (sopa cezası) uygulamak gibi en hafif ve en kolay hükmü elde etmek için başvururlardı. Peygamber onlardan yüz çevirip, istedikleri şekilde hüküm vermekten kaçınınca, bu, o yahudilere çok ağır gelmiş ve bunun üzerine Hazret-i Peygambere düşman kesilmişlerdir. Hak teâlâ'da, onların düşmanlıklarının, Hazret-i Peygamber'e hiçbir şekilde zarar veremeyeceğini beyan ediyor" demektir.

Sonra Allah, "Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet" buyurmuştur. Bu, "Onlar arasında, recme hükmettiğin gibi, adalet ve ihtiyatla hükmet" demektir.

Tevrat Ellerinde İken Hazret-i Peygamberi Hakem Yapmalarının Manası

Sonra Allahü teâlâ, "İçinde Allah'ın hükmü olan Tevrat yanlarında olduğu halder nasıl oluyor da senin hükmüne başvuruyorlar" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu, Tevrat'ta zinanın cezasının ne olduğunu bildikleri halde yahudilerin Hazret-i Peygamber'in hükmüne başvurmalarına, sonra da bu hükmü kabule yanaşmayıp hak ve gerçek olduğuna inandıkları hükümden, bir ruhsat isteyerek, bâtıl olduğuna inandıkları hükme sapmalarına Allah'ın taaccüb etiğini göstermektedir. Hiç şüphe yok ki, bu hadisede yahudilerin cehalet ve inadlan birkaç bakımdan ortaya çıkmaktadır:

a) Onlar, kendi kitaplarının hükmünden uzaklaşmışlardır.

b) Onlar, bâtıl taraftan (yanlış) olduğuna inandıkları kimsenin hükmünü kabul etmişlerdir.

c) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hükmüne başvurdukları halde, verdiği hükümden yüz çevirmişlerdir. Bundan dolayı Allahü teâlâ, hiçbir kimse "onlar ehl-i kitaptır ve Allah'ın emrini muhafaza ediyorlar" diye onlara aklanmasınlar diye, cehaletlerinin ve inadlarının halini anlatmıştır. Bu âyetle ilgili iki soru bulunmaktadır:

Birinci soru: Âyetteki "'içinde Allah'ın hükmü olan" cümlesinin i'rabdaki yeri nedir?

Cevap: Ya, "Tevrat" kelimesinden "hal" olarak mansuptur. Buna göre "Tevrat" mübteda, "yanlarındadır" kelimesi haberdir. Yahut bu söz "Tevrat" kelimesinin haberi olarak mahallen merfûdur. Bu, senin "Onların yanında, Allah'ın hükmünü söyleyen Tevrat vardır" demen gibidir. Yahut da bu ifadenin i'rabtan mahalli yoktur. Buna göre mânası, "onların yanında, hükmetmelerine ihtiyaç bırakmayan birşey vardır" şeklindedir. Nitekim sen, "Senin yanında, sana nasihat eden ve doğruyu gösteren Zeyd var. Binaenaleyh başkasını ne yapacaksın?" dersin.

İkinci soru: Burada Tevrat'a müennes zamir ile işaret edilmiştir?

Cevap: Bu husus da, zamirin müennes oluşu, "Tevrat" kelimesinin lafzen müennes olmasından dolayıdır.

İslam'dan Önceki Şeriatlerdenki Hükümlerin Geçerliliği Meselesi

Hanefilerden bir grup âlim, bu âyeti, Tevrat'ın hükümlerinin ve bizden önceki ümmetlerin şeriatlarının, neshedilmedikleri sürece bizim için de geçerli ve gerekli olduğu hususunda delil getirmişlerdir ki bu görüş zayıftır. Eğer durum böyle olsaydı, kendisinde hüküm aramanın farz olması bakımından, Tevrat'ın hükümleri de, Kur'ân'ın hükümleri gibi olurdu. Fakat şeriat, Tevrat'a bakıp, ondan hüküm çıkarmamızı nehyetmiştir. Bu ifadeden murad, aksine o belli hükümdür, yani recm hükmüdür. Çünkü yahudiler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hakemliğine başvurmak suretiyle, bir ruhsat (kolaylık) elde etmek istediler.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Ve sonra da, bunun arkasından yine yüz çeviriyorlar. Onlar, mü'min değillerdir" buyurmuştur. "ve sonra da, yüz çeviriyorlar" âyeti, O'nun, "... Senin hükmüne başvuruyorlar ifadesine atıftır. O'nun, "bu..." ifadesi de, Allah'ın Tevrat'taki hükmüne işarettir. Bu ifadenin, Hazret-i Peygamber'in hakem kılınmasına ("Senin hükmüne başvuruyorlar.." ifâdesine) işaret edilmiş olması da caizdir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, mü'min değillerdir" ifadesi hakkında da şu izahlar yapılmıştır:

1) Onlar, her ne kadar Tevrat'a iman ettiklerini izhar etseler dahi, Tevrat'a iman etmiş değillerdir.

2) Bu ifade, onların ömür boyu, Tevrat'a iman etmeyeceklerini haber vermektir. Buna göre bu haber verme işi, geçmişe ait değil, geleceğe ait olmuş olur.

3) Onlar, her ne kadar senden, bu hususta bir hüküm talebinde bulunsalar bile, ancak ne var ki ne sana iman ederler, ne de senin vermiş olduğun hükmün doğruluğuna inanırlar... İşte bu da, onların hiçbir şeye iman etmediklerine ve onların bütün gaye ve maksatlarının, sadece dünyevî maksatları elde etmek olduğuna delâlet eder.

Tevrat'ın Hidayet ve Nur Kaynağı Olarak Gönderildiği

44

"Şüphesiz ki Tevrat'ı biz İndirdik. Onda hidayet ve nur vardır. Kendisini (Allah'a) teslim etmiş olan (İsrail) peygamberleri, yahudiler(e ait davalarda) onunla hükmeder(ler)di. Alimler, fakihler de Allah'ın kitabım hıfza memur oldukları için (yine hükümlerini onunla verirlerdi). Hepsi de onun üzerinde (bilittifak) şahid idiler. O halde (ey yahudiler), siz insanlardan korkmayın, benden korkun. Benim âyetlerimi az bir bahaya satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir".

Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Tevrat'ı biz indirdik. Onda hidayet ve nur vardır. Kendisini (Allah'a) teslim etmiş olan (İsrail) peygamberleri, yahudilere (ait davalarda) onunla hükmeder(ler)di. Alimler, fakihler de, Allah'ın kitabını hıfza memur oldukları için (yine hükümlerini onunla verilerdi). Hepsi de onun üzerinde (bilittifak) şahid idiler" buyurmuştur.

Bil ki bu, Allahü teâlâ tarafından, recmın farz olduğunu inkâr eden yahudilerin dikkatini çekmek ve onları kendi ümmetlerine gönderilen peygamberler ve selefleri olan müslüman âlimler gibi olmaya teşvik etmek gayesini taşır. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Atıf, matuf ile matufun aleyh arasında bir başkalığın bulunmasını gerektirir. Binaenaleyh, hüdâ kelimesiyle nûr kelimesi arasında, mutlaka bir farklılığın bulunması gerekir. Buna göre hüda kelimesi, hükümlerin, kanunların ve tekliflerin izah edilmesi, açıklanması mânasına; nûr kelimesi de, tevhidin, nübüvvetin ve meâd âleminin izah edilmesi manasına hamledilmiştir.

Zeccac, ifadesine, "Onda, onların hakkında Hazret-i Peygamber'den fetva istemek için gelmiş oldukları hükmün beyân ve izahı; (......) kelimesine de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin hak olduğunu beyân ve açıklaması bulunmaktadır" şeklinde mana vermiştir.

Bizden Önceki Şeriatların Geçerlilik İmkanı

"Mensuh olduğuna dair bir delil bulunmadığı müddetçe, bizden öncekilerin şeriatı bizim için de şeriattır" diyenler bu âyetle istidlal etmişlerdir ki, bunun izahı şudur Cenâb-ı Hak, Tevrat'ta hidâyet ve nurun bulunduğunu söylemiştir. Bundan maksat ise, şeriatın hem usûl, hem de fürûunda, Tevrat'ın hidayet ve nur olduğudur. Şayet Tevrat, tamamen neshedilmiş ve hükümleri nazar-ı dikkate alınmamış olsaydı, onda ne bir hidayet ne de bir nûr bulunmazdı. Hidayet ve nûr kelimelerini, dinin sadece asıllarını ilgilendiren hususlara hamletmek mümkün değildir. Çünkü, Allah hem hidayeti hem de nuru zikretmiştir. Şayet, bu ikisinden de, dinin sadece asıllarını ilgilendiren şeyler kastedilmiş olsaydı, o zaman bir tekrar yapılmış olurdu. Yine bu âyet, ancak recm meselesiyle ilgili olarak nazil olmuştur. Binaenaleyh, şer'î hükümlerin de bu âyetin hükmüne dahil olması gerekir. Çünkü biz, her ne kadar âyetin sebeb-i nüzulünden başka şeylerin âyetin hükmüne dahil olup olmadığı meselesinde ihtilâf etmiş İsek de, âyetin sebeb-i nüzulü olan hadisenin, âyetin hükmüne dahil olmasının gerekli olduğu hususunda mutabakat halindeyiz.

Tevrat İle Amel Eden Çok Sayıda Peygamber

Hak teâlâ, "Kendisini (Allah'a) teslim etmiş olan (İsrail) peygamberleri, yahudiler(e ait davalarda) onunla hükmeder(ler)di" buyruğuyla Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan sonra gelen peygamberleri (aleyhisselâm) kastetmiştir. Bu böyledir, zira Allahü teâlâ İsrailoğulları arasında, yanlarında bir kitap olmadığı halde, binlerce peygamber göndermişti. Allah onları, sırf Tevrat'ı bihakkın tatbik etsinler, ondaki "hadd" ve yasalarını uygulasınlar, farzlarını ifa etsinler, helâlini helâl, haramını da haram bilsinler diye peygamber olarak göndermiştir.

Buna göre şayet, "Her nebinin mutlaka müslüman olduğu, kendisini Allah'a teatim etmiş olduğu belli iken, Allah'ın 'Kendisini (Allah'a) teslim etmiş olan (İsrail) peygamberleri... ' demesinin faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

1) Hak teâlâ'nın, "Kendisini teslim etmiş olan..." sözü, "Tevrat'ın hükmüne inkiyad edenler" manasına gelir. Çünkü peygamberler içinde, şeriatı Tevrat'ın şeriatı gibi olmayanlar vardır. Binaenaleyh, Tevrat'ın hükmüne inkiyad edenler, Hazret-i Musa'nın peygamber olarak gönderilmesinden itibaren, Hazret-i İsa'nın peygamber olarak gönderilmesine kadarki zaman içinde gönderilen peygamberlerdir.

2) Hasan el-Basri, Zührî, İkrime, Katâde ve Süddi de, bundan maksadın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğunu; zira, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, yahudilere, zina edenleri recmetmeleri hükmünü verdiğini; bu hükmün ise, Tevrat'ın hükmü olduğunu; cemi tarzıyla getirilmesinin ise, Hazret-i Peygamberi tazim için olduğunu ve bunun, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Hakikaten İbrahim (başlı başına) bir ümmetti..." (Nahl, 120) ve "Yoksa onlar insanlara haset mi ediyorlar..." (Nisa, 54) âyetleri gibi olduğunu; bunun sebebinin ise Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'de, peygamberlerin ekserisinde bulunmayan iyi hasletlerin mevcut olması olduğunu söylemişlerdir.

3) İbnu'l-Enbarî ise şöyle demektedir: "Bu ifâde, yahudi ve hristiyanlara karşı bir reddiyedir. Çünkü onların bir kısmı, peygamberlerin tamamının yahudi veyahut da hristiyan olduğunu iddia ediyorlardı.. İşte bunun üzerine Yüce Allah, "Kendisini (Allah'a) teslim etmiş olan (İsrail) peygamberleri... hükmeder(ler)di" buyurdu. Yani, "Peygamberler yahudilikle mevsüf değiller", aksine onlar Allah'a teslim olmuş ve O'nun emirlerine boyun eğmişlerdir" demektir.

4) Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendisini (Allah'a) teslim etmiş olan peygamberler..." tavsifinden maksad, Tevrat'la amel etmekten gayelerinin ona inanmak, ona boyun eğmek ve Allah'ın hükümlerini ortaya koymak ve onun tekliflerine boyun eğmek olduğunu belirtmektir. Bundan gaye ise, sonra gelen yahudilerin yol ve usûllerinin kabîh ve çirkin olduğuna dikkat çekmektir. Çünkü onların, "Tevrat ile hükmetme iddialarından" esas maksatları rüşvet alıp avam halkın kendilerine tabi olmalarını sağlamadır.

Dördüncü Mesele

"yahudiler(e ait davalarda)" buyruğu ile, ilgili şu iki açıklama yapılmıştır:

a) "Peygamberler Tevrat ile, ancak ve ancak yahudi olanlara hükmederler" demektir. Yani, "Yahudiler ve onların arasında cereyan eden şeyler için..." demektir.

b) Mananın, ifadede bir takdim ve tehirin yapılmasına göre olması da caizdir. Buna göre kelamın takdiri, "Biz, kendisinde yahudiler için hidâyet ve nûr bulunan Tevrat'ı indirdik. O Tevrat ile, kendilerini Allah'a teslim etmiş olan peygamberler hükmederler" şeklinde olur.

Rabbaniyyun ve Ahbar Kelimelerinin Tefsiri

Âyette geçen rabbaniyyûn sözünün tefsiri daha önce geçmişti. Ahbar kelimesine gelince, İbn Abbas bunların fakîhler olduğunu söylemiştir. Dilciler, bu kelimenin müfredinin ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ferrâ şöyle demiştir: "Bu kelimenin müfredi, hâ harfinin kesresiyle, hibr kelimesidir. Âlim olan kimseye bu ad verilmektedir. Âlim, mürekkebin koyulduğu şey ile, hokkayla isimlendirilmiştir. Bu böyledir, çünkü âlim de, (mürekkeb ile) kitaplarını yazmıştır."

Ebu Ubeyde: "Bu kelimenin müfredi hâ harfinin fethasıyla habr kelimesidir" der.

Leys; "Bu kelimenin müfredinin, hâ'nın hem kesresi, hem de fethasıyla olabileceğini" söylemiştir.

Esmaî, "Bu kelimenin müfredinin hibr kelimesi mi, yoksa habr kelimesi mi olduğunu bilemiyorum" demiştir.

Bunun neden iştikak ettiği hususuna gelince, bir grup âlim, bunun aslının "güzelleştirmek ve tezyin etmek" anlamına gelen olduğunu söylemiştir. Nitekim hadiste, "Adam, cehennemden, güzelliği gitmiş rengi de uçmuş olarak çıkar...." buyurulmuştur. Bir şeyi süsleyene, (muhabbir) denilir İlim fazilet, güzellik ve mankibe nevilerinin en güzeli olunca, pek yerinde olarak âlim bu ad (ahbâr, hibr) ile adlandırılmıştır. Diğer bazı âlimler ise, bu kelimenin mürekkeb manasına gelen hibr kelimesinden türediğini söylemiştir. Bu, Ferra, Kisaî ve Ebu Ubeyde'nin görüşüdür. Allah en iyi bilendir.

Altıncı Mesele

Âyet, nebîler rabbaniyyûn ve ahbânn, Tevrat ile hükmettiklerine delâlet etmektedir. Bu da, "rabbanilerin derecesinin, "ahbâr"dan daha yüksek olmasını gerektirir. Böylece, "rabbaniyyûn"un, müçtehid imamlar gibi;"ahbar"ın da, diğer ulemâ gibi oldukları sabit olmuş olur. Alimlerin Tevrat'ı Muhafaza Görevleri

Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'ın kitabını hıfza memur için..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Allah'ın kitabının hıfzı, şu iki şekilde olur:

a) O'nun ezberlenip unutulmaması;

b) O'nun ezberlenerek, zayi olmasının önlenmesi..

Allahü teâlâ, ulemâdan, işte şu iki bakımdan kitabını muhafaza etmeleri için ahid almıştır:

1) Onu kalpleriyle ezberleyip, lisanlarıyla okuyup öğretmeleri...

2) Onun hükümlerini zayi etmeyip, kanunlarını ihmal etmemeleri

İkinci Mesele

"Hıfza memur oldukları için... ifadesinin başındaki bâ harfinin neye müteallik olduğu hususunda şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu, "ahbâr"a taalluk eder.. Yani, "Alimlerin öğrenmeleri, Allah'ın kitabım hıfza (muhafazaya) memur olmalarıdır.

b) Mâna, yani: "Allah kitabını muhafaza etme görevleri olduğundan, onlar (o nebî ve âlimler) Allah'ın kitabı ile hükmediyorlardı" şeklinde Olup, bu Zeccâc'ın görüşüdür.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hepsi de onun üzerine (bil-ittifak) şâhid idiler" buyurmuştur. Bu, "O peygamberler, alimler ve fakîhler, Tevrat'ta bulunan her şeyin hak, doğru, Allah katından olduğu hususuna şahadet ederlerdi. İşte bu sebeple hiç şüphesiz onlar, Tevrat'ın hükümlerini yürürlükte tutar ve onu tahrif ve tağyirden muhafaza edip korurlardı" demektir.

Halktan Değil Allah'dan Çekinmek Gerekir

Sonra Hak teâlâ, "O halde (ey yahudiler), siz insanlardan korkmayın, benden korkun" buyurmuştur.

Bil ki Allahü teâlâ, onların peygamberlerinin, âlimlerinin ve fakihlerinin hiçbirseye aldırmadan, Tevrat'ın hükümlerini yürütmek için seferber olduklarını haber verince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zamanındaki yahudilere hitab ederek, Tevrat'ı tahrif ve tağyir etmemelerini söylemiştir.

Bil ki, yahudilerin tahrife yönelmeleri, mutlaka bir korku ve endişeden, yahut da bir arzu ve istekten ötürü olup, korku arzudan daha tesirli olunca, Cenâb-ı Hak, Önce korkuyu zikrederek, "insanlardan korkmayın, benden korkun" buyurmuştur. Buna göre ifadenin manası şu şekilde olur: "Sizi insanlardan, krallardan ve eşraftan korkup, onlara uygulanması gereken şer'î cezaları ve Allah'ın mükellefiyetlerini onlardan düşürmek için çeşitli çarelere başvurarak, kitabımı tahrif etmekten sakındırırım. Binaenaleyh insanlardan korkmayın, aksine benden ve benim vereceğim cezadan korkunuz."

Allah'ın Âyetlerini Fânî Çıkarlara Karşılık Satmayın

Allahü teâlâ korku hususunu zikredince, bunun peşisıra arzu ve istek hususunu getirerek, "Benim âyetlerimi az bir pahaya satmayın" buyurmuştur. Yani, sizi korku ve endişeden dolayı hükümlerinizi değiştirme hususunda uyardığım gibi mal ve makam arzusu ile, rüşvet alarak âyetlerimi değiştirip bozmaktan da sizi uyarıp nehyederim. Çünkü dünyanın metâı, hepsi birlikte olsa bile azdır. Sizin onlardan alacağınız rüşvetin kıymeti de son derece azdır. Zira rüşvet bir "süht" olduğu için bereketsiz, devamsız ve az menfaatlidir. İşte bunun gibi, sizin o yolla kazanmış olduğunuz mallar, azdan da azdır. Sonra sizler, bu yüzden dininizi, ebedî mükâfaatınızı ve sonsuz saadetinizi kaybetmiş olursunuz.

Onların Tevrat'ı tahrif ve tağyire yönelmeleri, her iki sebepten birden de olabilir. Yani başkanlarından korkmaları ve halktan rüşvet almaları sebebi ile olabilir. Allahü teâlâ, onları her ikisinden de men edip, herbirinde mevcut olan alçaklık ve adiliğe dikkat çekince, bu onları Tevrat'ı tahrif ve tağyirden alıkoyma hususunda çok kuvvetli bir delil olmuştur.

Allah'ın Ahkâmı İle Hükmetmeyenlerin Durumu

Sonra Allah, bu kesin burhanın peşisıra, şiddetli va'îdini getirerek, "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ifadeden maksad, zina eden evli kimsenin cezası ile ilgili ilahî hükmü değiştirme konusunda yahudılen tehdîd etmektir. Bu, "O yahudiler, Allah'ın Tevrat'taki açık hükmünü inkâr edip, bunun farz olmadığını söyleyince, mutlak olarak kâfir olmuş ve böylece de, ne Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile Tevrat'a, ne de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Kur'ân'a iman eden kimse vasfına müstehak olamamışlardır" demektir.

İkinci Mesele

Haricîler, "Allah'a isyan eden, (yani günah işleyen) herkes kâfirdir" derken, âlimlerin ekserisi durumun böyle olmadığını söylemişlerdir. Haricîler, bu âyeti görüşlerine delil getirerek, "Bu, Allah'ın indirdiği hükümden başka bir hükümle hükmeden herkesin kâfir olduğu hususunda bir nasstır. Günah işleyen herkes, Allah'ın indirdiğinden başka bir hükümle hükmetmiş olur ve binaenaleyh kâfir olması gerekir" demişlerdir.

Kelamcılar ve müfessirler, Hâricilerin ortaya attığı bu şüpheye, şu şekilde birtakım cevaplar vermişlerdir:

1) Bu âyet, yahudiler hakkında nazil olmuştur. Binaenaleyh bu sadece onlarla ilgilidir. Bu görüş zayıftır. Çünkü, sebeb-i nüzulün hususîliğine değil, lâfzın (sözün) umûmî manasına itibar edilir. Bu görüşte olanların bir kısmı, Haricîlerin şüphesini reddetmeye çatışarak şöyle demişlerdir: "Bu ifâdeden maksad, "Daha önce bahsedilen o kimselerden, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler var ya, işte kâfirler onlardır" manasıdır." Bu görüş de zayıftır. Çünkü Hak teâlâ'nın, "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse..." buyruğu şart sadedinde (Kim) edatı getirilmiş olan bir sözdür.

Dolayısıyla bu, umûmî manadadır. Halbuki, bundan murad daha önce bahsedilenlerden, Allah'ın hükümleri ile hükmetmeyenler olduğunu söyleyen kimsenin görüşü, âyetin manasına bir ilave olur ki bu caiz değildir.

2) Ata, bunun esas küfürden daha hafif bir küfür olduğunu; Tavus ise, bunun Allah'ı ve âhireti inkâr etme gibi, insanı İslam ümmeti dışına çıkaran bir küfür olmadığını söylemiştir. Buna göre sanki onlar âyeti, dini inkâr etmek manasına değil, nimeti inkâr etmek, nankörlük manasına hamletmişlerdir ki, bu da zayıftır. Çünkü "küfür" lafzı, (mukayyet değil) mutlak olarak zikredildiğinde, dini inkâr manasına hamledilir.

3) İbnu'l-Enbarî şöyle demektedir: "Mananın, kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, kâfirlerin fiillerine benzeyen bir fiil işlemiş ve bundan dolayı da kâfirlere benzemiştir" şeklinde olması da caizdir." Bu görüş de zayıftır. Zira bu, âyetin zahirini terketmektir.

4) Abdu'l-Aziz İbn Yahya el-Kinanî şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın indirdiğiyle" sözü umûm bir ifadedir. Binaenaleyh, ifadesinin manası "kim, Allah'ın indirdiği bütün hususlarda, Allah'ın hükmünün zıddını yaparsa, işte onlar kâfirdirler" şeklinde olur. Binaenaleyh bu gerçektir. Çünkü kâfir, Allah'ın indirdiği her hususta, Allah'ın hükmünün zıddını yapan kimsedir. Ama, fasık olan kimseye gelince o, hepsinde değil de, bir kısmında Allah'ın hükmünün zıddıyla amel eder ki, bu, amel cihetiyledir. Ama fasık, itikâd ve ikrar itibariyle, Allah'ın hükmüne muvafıktır..." Bu da zayıftır; çünkü şayet bu âyet, Allah'ın indirdiği herşey hususunda, Allah'ın hükmüne muhalefet eden kimselere tahsis edilmiş bir vaîd olsaydı, bu tehdit, sadece "recm" hususunda Allah'ın hükmüne muhalefet eden yahudilere şamil olmazdı. Halbuki müfessirler bu tehdidin, "recm" meselesinde, Allah'ın hükmüne muhalefetleri sebebiyle, yahudileri de içine aldığı hususunda ittifak etmişlerdir. Böylece bu İttifak, verilen bu cevabın da sakıt ve geçersiz olduğuna delâlet eder.

5) İkrime şöyle demektedir: "Hak teâlâ'nın, "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse..." ifadesi, hem kalbi, hem de lisanıyla inkâr edenleri içine almaktadır. Kalbiyle onun Allah'ın hükmü olduğunu bilip, sonra da lisanıyla onun Allah'ın hükmü olduğunu ikrar edip de, buna zıt olan şeyleri yapan kimseye gelince, o da Allah'ın indirdiğiyle hükmetmiş; ama onu bilfiil yapmamış olur. Binaenaleyh, böyle bir kimsenin bu âyetin hükmüne dahil olması gerekmez..." İşte, sahîh olan cevap budur. Allah en iyi bilendir.

Azalardaki Yaralamada Kısas Hükmü

45

"Biz onda onların üzerine (şunu) yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılıklıdır. Hülasa bütün) yaralar birbirine kısastır. Fakat kim bunu (bu hakkını) sadaka olarak bağışlarsa o, kendisine keffârettir. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, onlar zâlimlerin ta kendileridir".

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Biz onda onların üzerine (şunu) yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılıklıdır. Hülâsa bütün) yaralar birbirine kısastır" buyurmuştur.

Allahü Teâlâ, Tevrat'ta, zina eden evlilerin hükmünün recm olduğunu, ama yahudilerin bunu tağyir ve tebdil ettiklerini beyân buyurmuştur. Bu âyette de, Tevrat'ta, "cana can, göze göz." şeklinde hüküm koyduğunu, ama o yahudilerin bu hükmü değiştirip, Nadiroğullarını Kurayzaoğullarına üstün tuttuklarını, kısas vücûbiyyetini Nadiroğullarına uygulamayıp Kurayzaoğullarına tahsis ettiklerini beyan buyurmuştur ki, işte bu âyetin kendinden öncekilerle münasebeti bu şekildedir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Kisaî, kelimelerinin hepsini de merfû okumuştur. Bu okuyuşla ilgili şu izahlar yapılabilir:

a) Bu kelimeler, ifadesindeki (......) kelimesinin mahalline atıftır. Çünkü mâna, "Biz, o Tevrat'ta onlara, can cana mukabil, göz göze mukabildir... diye yazdık" şeklindedir. Zira bu âyetin başındaki (......) kelimesinin manası "dedik..." şeklindedir.

b) Bu cümleler, fiilinin, cümle olarak mef'ulüdürler. Nitekim sen, "Elhamdu lillâhi"yi yazdım" ve "Ben, "Enzelnâhu sûresini okudum" dersin...

c) Bu kelimeler, müste'nef birer cümle oldukları için merfû okunmuşlardır. Ki buna göre ifadenin takdiri, "Nefis, nefse mukabil öldürülür"; "Göz, göze mukabil çıkarılmıştır....." şeklindedir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın bu sûrede inzal buyurduğu "Şüphe yok ki iman edenlerle yahudi olanlar, sabiiler, nasranîler..." (Maide. 69) âyetidir. İbn Kesir, Ibn Amir ve Ebu Amr, (......) ifâdesi hariç, bütün bu kelimeleri mansub okumuşlardır. (......) kelimesini ise, merfu okumaktadırlar. Buna göre, (......) kelimeleri, (......) ifadesine atfedildikten için mansub kılınmış; (......) ifâdesi mübtedâ, (......) kelimesi de onun haberi olarak merfu okunmuştur. Nâfi, Asım ve Hamza, bütün bu kelimeleri, bir kısmını bir kısmına atfederek mansub okumuşlar; hepsine haber olarak da (......) kelimesini vermişlerdir. Nafi, Kur'an'ın her yerinde, zâl harfinin sükûnuyla, (......) şeklinde, diğerleri ise, damme ile, (......) şeklinde okumuşlardır ki, bunlar iki kullanış şeklidirler.

İkinci Mesele

İbn Abbas şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hak bu ifadenin başındaki lafzıyla, "farz kıldık" manasını murad etmiştir ki, buna göre mana, "Tevrat'ta onlara., farz kıldık..." şeklinde olur ki, O bu ifadesiyle "Kim bir canı, kısas mukabilinde olmaksızın öldürürse, işte Allah, bu durumda o kimse için ne öldürmede, ne de yaralamada diyeti farz kılmamıştır.. Farz olan şey ise ancak ya afvdır, ya da kısastır" manasını murad etmiştir.

İbn Abbas'tan şu rivayet gelmiştir: Onlar, erkeği, kadına mukabil kısas yaparak öldürmüyorlardı.. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur. Ama uzuvlara gelince, öldürme hususunda aralarında kısas cerayan eden her iki şahıs arasında, sağlam olma bakımından benzerlik arzettiklerinde, bütün uzuvlar hususunda da kısas cerayan ederdi.. Öldürme hususunda aralarında kısas cereyan etmeyen ve imkânsız kimseler hakkında, uzuvlar bakımından ela kısas imkânsızdır. Cenâb-ı Hak, bu ifâdede birkısım uzuvları açıkça zikredince, kısas hükmünü insanın bütün her şeyi hususunda genelleştirerek, "yaralar birbirine kısastır" buyurmuştur. Bu ifadeden, iki dudak, erkeklik uzvu, husyeler, burun, ayaklar, eller vb. gibi kısas yapılması mümkün olan şeyler kastedilmiştir. Ama, insanın tenini ve etini yaralayıp ezme, kemiğini kırma veyahut da kendisinin ölüme sebebiyet vermesinden korkulan karın bölgesindeki yaralamalar gibi kısasın mümkün olmadığı hususlarda ise, "erş" ve hakimin kararı söz konusudur...

Bil ki bu âyet, bunun Tevratta seri bir hüküm olduğuna delâlet etmektedir. Binaenaleyh, "Daha sonraki açıklamayla neshedilmesi durumu müstesna, bizden öncekilerin şeriatı da bizim için yasadır, şeriattır" diyenler, bu âyetin bizim şeriatımızda bir hüccet olduğunu söylemişlerdir. Bunu kabul etmeyenler ise, bu âyetin, bizim için bir hüccet olmadığını belirtmişlerdir.

Üçüncü Mesele

Bu ifâdede geçen "kısas" kelimesi, kendisiyle ism-i mef'ûl manası murad edilen bir masdar olup, ifadenin takdiri, "Yaralamalar birbirleriyle kısas olunmuşlardır" demektir

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Fakat kim bunu (bu hakkını) sadaka olarak bağışlarsa o, kendisine keffarettir" buyurmuştur. Bu âyette gecen il ifadesindeki zamirin, hem affedene, hem de afv olunana râci olması muhtemeldir. Affedene râci olması halinde ifadenin manası, "Yaralanan kimse veya maktulün velisi, affettiklerinde, bu affedenler için bir keffâret olur" şeklinde olur. Bu husus, Bakara süresindeki kısasla ilgili, "Fakat kimin (hangi katilin) lehinde olarak maktulün kardeşi (velîsi) taralından cüz'i birşey affolunursa (hemen kısas düşer)" (Bakara. 178) âyetiyle, "... sizin bağışlamanız takvaya daha yakındır" (Bakara, 237) âyeti tarafından da takviye edilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Sizden biri, Ebu Damdam gibi de mi olamıyor. O, evinden çıkhğı zaman, şahsiyetini insanlara tasadduk ediyor (hakaret edenlere cevap vermiyor, bağışlıyordu)' En-Nihaye, İbnü'l-Esir, 3/209. şeklindeki hadisi de, bu manaya yakındır. Yine Ubade İbnu's-Samid, Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Kim, bedeniyle ilgili (hakkından) herhangi bir şeyi tasadduk ederse, Allah o tasadduk ettiği şey miktarınca, onun günahlarını örter, bağışlar." Müsned, 5/330. Bu, ekseri müfessirlerin görüşüdür.

Bu zamirin, öldürene veya yaralayana ait olmasıdır. Yani, "Aleyhine suç işlenen kimse, suç işleyeni affettiği zaman, bu affetme işi, suç işleyen kimse için bir keffâret olur. Yani, Allahü teâlâ, o caniyi, bu affetmeden sonra artık muaheze etmez. Ama, aleyhine suç işlenen ve affeden kimseye gelince, bunun ecr-u mesûbatı Allah'a aittir" demektir.

Daha sonra Allah, "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, onlar zâlimlerin tâ kendileridir" buyurmuştur.

Bu ifadeyle ilgili şöyle bir soru bulunmaktadır. Allahü Teâlâ, ilk önce "Onlar, kâfirlerin tâ kendileridir" (Maide, 44) buyurmuş, burada da "Onlar, zâlimlerin tâ kendileridir" buyurmuştur. Halbuki küfür, zulümden daha büyüktür. Binaenaleyh, tehditlerin en büyüğünü önce zikredince, bundan sonra bundan daha hafifini zikretmedeki fayda nedir?

Cevap: Küfür, mevlânın nimetlerini inkâr ve o nimetlerin O'ndan olduğunu kabul etmemek olması bakımından, küfürdür. Ama nefsin, devamlı ve şiddetli bir azab bırakılmasını gerektirmiş olması bakımından da, nefse karşı işlenmiş bir zulümdür. Binaenaleyh, önceki âyette Cenâb-ı Hak, kişinin Hâlık subhanehu hakkındaki kusuru hususunda ilgili olanları; bu âyette de, kişinin kendisi hakkındaki kusurlarıyla ilgili olanları zikretmiştir.

İncil Risaleti

46

"Arkadan da (bu peygamberlerin) izlerince Meryem oğlu İsa'yı –kendinden önceki Tervat'ın bir tasdikçisi olarak- gönderdik, O'na da içinde bir hidayet, bir nûr bulunan İncil'i -ondan önceki Tevrat'ın bir tasdikçisi ve takva sahipleri için bir bidayet ve öğüt olmak üzere- verdik"

Bir kimseyi izlediğim zaman söylemiş olduğum ifâdesi gibi, denilir. Sonra bu kelimeler "Onu, falancanın peşine getirdim, peşinden gönderdim" şeklinde de kullanılır. Binâenaleyh bu fiiller, bâ harf-i cerri ile ikinci mef'ûlü de alırlar. Buna göre eğer, "Öyle ise âyette, birinci mef'ûl nerede?" denilir ise, biz deriz ki: O mahzûftur. Âyetteki "izlerince" ifâdesi, sanki hazfedilen mef'ûlün yerine geçmiştir. Çünkü birisi, birisini birisinin peşinden gönderdiğinde denilir. "izleri" ifadesindeki zamîri, "Kendisini (Allah'a) teslim etmiş olan (İsrail) peygamberleri" (maide, 44) ifâdesindeki "peygamberleri" ismine râcîdir. Bu ifâde ile ilgili birkaç soru vardır:

Hazret-i İsa'nın Tevrat'a Yaptığı İlaveler

Birinci Soru: Allahü teâlâ Meryem oğlu Hazret-i İsa'yı, kendinden önce gelmiş olan Tevrat'ı tasdik edici olarak tavsif etmiştir. Bu ise, ancak onun, Tevrat'a göre amel etmesi halinde söz konusu olur. Bunun böyle olmadığı malumdur. Çünkü Hazret-i İsa'nın şeriatı Hazret-i Musa'nın şeriatından başkadır. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, âyetin peşisıra, "İncil ehli (hristiyanlar), Allah'ın onun içinde indirdiği (hükümlerle) hükmetsin" (Mâide, 47) buyurmuştur. Bu iki ifâdenin arası nasıl birleştirilir?

Cevap: Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın, Tevrat'ı tasdik edici oluşu, onun Allah'dan inmiş bir kitap olduğunu ve neshedilmezden önce, onun kendisi ile amel edilmesi gereken bir hak olduğunu ikrar etmesi manasınadır.

İkinci Soru: Cenâb-ı Hak bu âyette, "kendinden önceki Tevrat'ın bir tasdikdsi olarak" ifâdesini niçin tekrar etmiştir?

Cevap: Aslında bunda bir tekrar yoktur. Çünkü birincisinde "Hazret-i İsa (aleyhisselâm) Tevrat'ı tasdik edici olarak", ikincisinde ise, "İncil Tevrat'ı tasdik edici olarak" demektir.

Üçüncü Soru: Allahü teâlâ, "İçinde hidayet, nur bulunan, kendinden önceki Tevrat'ın bir tasdikcisi ve takva sahipleri için bir hidayet ve öğüt olarak..." buyurmuş ve İncil'i beş sıfatla tavsîf etmiştir. Bu ifâde ile ilgili üç konu vardır:

1) Bu beş sıfat arasında ne fark vardır?

2) "Hidayet" vasfı niçin iki kere zikredildi?

3) Niçin bunun sadece muttakîler için bir öğüt olduğu bildirildi?

Birincisine şöyle cevap verilir: İncil, "Tevhide, tenzihe (Allah'ın eksiklik ve noksanlardan münezzeh olduğuna), Allah'ın eşi olmaktan, çocuğu bulunmaktan, benzeri ve zıddı olmaktan beri olduğuna, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın nübüvvetine ve âhirete delâlet eden delilleri ihtiva eden" mânasında bir "hidayettir. İşte İncil'in "hidayet" olması ile, bu mâna kastedilmiştir. İncil'in "nûr" olmasından murad ise, şer'î ahkamı ve mükellefiyetlerin detayını açıklayan bir kitap olmasıdır.

Onun kendinden önceki kitabı tasdik edici olması, "Hazret-i Muhammed'in, peygamber olarak gönderileceğini ve geleceğini müjdeleyici olması" mânasına hamledilebilir. İncil'in ikinci kez "hidayet" vasfı ise, bütün insanları Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine ulaştıran bir vesile olması sebebi ile, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gelişini müjdeleyen" mânasında alınabilir. Müslümanlar ile ehl-i kitap arasında bu hususta son derece ileri bir münakaşa bulunduğu için, Hak teâlâ "hidayet" vasfını, İncil'in Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine apaçık bir şekilde delâlet ettiğine dikkat çekmek için, ikinci kez getirmiştir. Binâenaleyh İncil, beyân ve izaha daha çok muhtaç bu mesele hususunda bir hidayet olmuş olur. İncil'in bir "öğüt" oluşu ise, nasihatları, mev'ızeteri ve çok kuvvetli bir şekilde insanı günahtan men edici tavsiyeleri ihtiva etmesinden dolayıdır. Bu öğütten istifâde edenler muttakîler olduğu için, bunun sadece onlara ait olduğunu belirtmiştir. Bu tıpkı, "(O Kur'ân), muttakîler için bir hidayettir" (Bakara, 2) âyeti gibidir.

Dördüncü Soru: İncil için zikredilmiş olan, "Kendinden öncekinin bir tasdikcisı..." sıfatı, ne üzerine atfedilmiştir?

Cevap: Bu, "içindi bir hidayet vardır" ifâdesinin mahalli üzerine atfedilmiştir. Bu ifâde, hal olduğu için mahallen mansubtur. Bunun takdiri, "Biz ona, İncil'i bir hidayet, bir nûr ve kendinden öncekini bir tasdik edici olarak verdik" şeklindedir.

İncil Ehlinin Kitaplarına Göre Hükmetme Vazifeleri

47

"İndi ehil (hristiyanlar), Allah'ın, onun içinde indirdiği (hükümler)le hükmetsin. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsikların tâ kendileridir".

Allahü teâlâ, "İncil ehil Allah'ın onun içinde indirdiğiyle hükmetsin" buyurmuştur. Hamza, lamın kesresi ve mîm'in fethası ile âyetin başını (......) şeklinde okumuş ve baştaki lamı, "O'na incil'i verdik" ifâdesine bağlamıştır. Çünkü İncil'i Hazret-i İsa'ya vermek, O'na indirmek demektir. Buna göre mâna, "O'na İncil'i, hükmetsin diye verdik" şeklinde olur.

Diğer kıraat imamları, bunu emr-i gâib olarak, hem lâm'ın hem de mîm'in sükûnu ile okumuşlardır. Bu kıraata göre şu iki izah yapılabilir:

1) Bunun takdiri, "Ve biz, "İncil ehli hükmetsin" dedik" şeklindedir.Bu, o zaman İncil'in ihtiva ettiği ahkâm ile hükmetmenin, onlara farz kılınmış olduğunu haber verme olur. Buna göre daha önce geçen, "yazdık", "gönderdik " fiilleri o mânaya delâlet ettiği için, (dedik) fiili hazfedilmiştir. Bunun hazfedilmesi, çokça olan bir şeydir. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Melekler de herbir kapıdan onların yanına sokulacaklar, selâmün aleyküm" yani, "selâmün aleyküm" diyecekler" (Rad 23)

2) Bu ifâde hristiyanlara İncil'deki ahkam ile hükmetmelerini emreden bir başlangıç cümlesidir.

Kur'ân Geldikten Sonra İncil İle Hükmetme Caiz midir?

İmdi eğer, "Kur'ân'ın inmesinden sonra onlara, İncil'dekilere göre hükmetmelerini emretmek nasıl caiz olur?" denilir ise, biz de deriz ki: Buna şu bakımlardan cevap verilir:

a) Bundan murad, "İncil ehli, Allah'ın o İncil'de indirdiği Hazret-i Muhamrned (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine delalet eden delillerle hükmetsinler" mânâsıdır. Bu, Esamin'in görüşüdür.

b) Bu, "Ehl-i İncil, Allah'ın o kitapda indirdiği ve Kur'ân ile neshetmediği hükümlerle hükmetsinler"demektir.

c) Bundan murad, hristiyanları, tıpkı yahûdilerin Tevrat'taki hükümleri saklamaları gibi, İncil'deki ahkâm ve haberleri değiştirmek ve bozmaktan menetmektir. Buna göre âyetteki, "Hükmetsin..." emri ile, "Ehl-i İncil, Allah'ın o İncil'de indirdiğ şeyleri, bozmadan ve değiştirmeden, aynen indirdiği şekli ile ikrar etsinler" mânası kastedilmiştir.

Sonra Hak teâlâ, "Kim Allah'ın İndirdiği ile hükmetmezse İşte onlar fâsıklârın tâ kendileridir" buyurmuştur. Müfessirler ihtilaf etmiş ve bazıları, bu üç (âyetin sonunda gelen) üç sıfatı yani "Onlar, kâfirlerdir, zâlimlerdir, fâsıklardır" şeklindeki sıfatları, tek bir mevsûfun sıfatı kabul etmişlerdir. Kaffal şöyle demiştir: "Bu üç lafzın herbirinin ifâde ettiği mânalar arasında birbirine zıdlık yoktur, Aksine bu tıpkı, "Kim Allah'a itaat ederse mü'mindir. kim Allah'a itaat ederse ebrârdan (iyi kimselerdendir, kim Allah'a itaat ederse. muttakîdir" denilmesi gibidir. Çünkü bu farklı sıfatların hepsi aynı mevsûfa (varlığa) aittir.

Diğer müfessirler de şöyle demişlerdir: "Bu sıfatlardan birincisi inkâr edenler, ikinci ile üçüncü sıfat ise ikrar ve İmân ettiği halde, imânının gereğini yapmayan kimseleri ifâde eder. Esâmm, birinci ve ikinci sıfatların yahûdiler, üçüncüsünün ise hristiyanlar hakkında olduğunu söylemiştir.

Semavî Kitapların Doğruluklarının Ölçüsü Kur'ân'dır

48

"(Habibim) sana da hak olarak kitabı, kendinden evvelki kitaptan tasdik edici ve ona karşı bir şahid olmak üzere, gönderdik. O halde, (Ehl-i kitap) arasında Allah'ın indirdiği ile hükmet, sana gelen hakikatten dönüp, onların hevâlarına uyma. Sizden herbiriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi, (topunuzu) bir tek ümmet yapardı. Fakat O, size verdiği şeyde sizi imtihan etmek için (böyle ayırdı). Öyle ise hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Zaten hepinizin en son dönüp gelişi Allah'adır. Artık O, hakkında ihtilaf etmekte olduğunuz şeyleri size haber verecektir".

Allahü teâlâ, "sana da hak olarak kitabı, kendinden evvelki kitapları tasdik edici olarak gönderdik" buyurmuştur. Bu hitap Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'edir. Binâenaleyh, âyetteki "kitap", Kur'ân-ı Kerim'dir; "kendinden evvelki kitapları tasdik edici olarak" ifâdesi ile, Kur'ân'ın dışındaki bütün semavî kitaplar kastedilmiştir.

"Müheymin" Tâbirinin İzahı

Âyetteki, "Ona karşı bir şâhid olmak üzere..." ifadesiyle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

"Müheymin" kelimesi ile ilgili şu iki açıklama yapılmıştır:

1) Halîl ve Ebû Ubeyde şöyle demişlerdir: "Bir kimse, birşeyi gözetip, ona bakıp muhafaza ettiğinde, denilir. Nitekim Şâir Hassan (radıyallahü anh) da, "Hiç şüphesiz kitap (Kur'an), peygamberimizi görüp gözetir, hakkı da akıl sahipleri anlar" demiştir.

2) (Dilciler) şöyle derler: Bizim, (iman etti) sözümüzün asit, iki hemzeli olarak, şeklindedir. Birinci hemze, he harfine çevrilmiştir. Bu tıpkı, (akıttım) kelimesinin şekline; (sadece sana) kelimesinin de, (......) şekline dönüşmesi gibidir. İkinci hemze de yâ harfine çevrilmiş ve kelime "müheymin" şeklini almıştır. İşte bundan ötürü müfessirler, tabirine "kendinden önceki kitaplara emîn (yani muhafız)" mânasını vermişlerdir.

İkinci Mesele

Kur'ân kendinden önceki kitaplara bir "müheymin"dir. Zira bu Kur'ân, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Zikri biz indirdik ve onu biz muhafaza edeceğiz" (Hicr, 9) buyurduğu gibi, kesinlikle neshedilmeyen ve değiştirilemeyecek olan bir kitaptır. Bu böyle olunca Kur'ân'ın, Tevrat, İncil ve Zebur hakkındaki şehâdeti, doğru, hak ve ebedî olmuş olur. Böylece de o kitapların özü ve hakikati, iletebed bilinmiş olur.

Üçüncü Mesele

Keşşaf sahibi, bu kelimenin, mîm'in fethası ile şeklinde de şazz olarak okunduğunu, zira Kur'ân'ın, hem daha önce belirttiğimiz âyetlerden hem de, "Ne önünden, ne ardından o (Kur'ân'a) hiçbir batıl ona yol bulamaz" (Fussilet, 42) âyetinden ötürü, tahrif ve tebdilden korunacağı hususunda, Allah katından şahadet edilmiş bir kitap olduğunu, "müheymin aleyhi" (Ona şahadet edenin), Allahü teâlâ olduğunu söylemiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O halde (ehl-i kitap) arasında, Allah'ın İndirdiği ile hükmet" buyurmuştur. Bu, "Yahudiler arasında, Kur'ân ile ve Allah'ın sana indirdiği vahiy ile hükmet" demektir.

Âyetteki, "Sana gelen hakikatten dönüp, onların hevâlarına uyma" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"Uyma" ifâdesi ile, "Hak'dan sapma" mânasını kastetmiştir. Bundan dolayı fiil, harf-i cerri ile kullanılmıştır. Sanki "onların hevâlarına uyarak, sana gelen hak'dan sapma" denilmektedir.

İkinci Mesele

Rivayete göre bir grup yahûdî "Haydi Muhammed'e gidelim. Belki onu dininden saptırırız" dediler ve yanına giderek, "Ey Muhammed, sen bizim yahûdilerin âlimleri ve eşrafı olduğumuzu biliyorsun. Biz sana uyarsak, bütün yahûdilerin de sana uyacağını anlarsın. Bizim, hasımlarımızla bir davamız var. Onlarla birlikte seni hakem yapacağız. Bizim lehimize hüküm ver, biz sana iman edelim" demişler, bunun üzerine bu âyeti indirmişti.

Üçüncü Mesele

Peygamberlerin ismetini (günahlardan uzak olduklarını) kabul etmeyenler, bu âyete sarılarak, "Peygamberlerin günah işlemesi caiz olmasaydı, Allah "Sana gelen hakikatten dönüp onların nevalarına uyma" demezdi" demişlerdir.

Buna şöyle cevap verilir Günah işleme işi, peygamberlerin kudreti dahilindedir. Fakat onlar, nehyolundukları için bunu yapmazlar. Âyetteki hitabın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olduğu, fakat bununla O'nun değil, ümmetinin murad edildiği de söylenmiştir.

Her Ümmete Farklı Şeriat Verilmesi

Daha sonra yüce Allah "Sizden herbiriniz için bir şeriat bir yol ta'yîn ettik" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyetteki (......) kelimesinin iştikakı hususunda şu iki izah yapılmıştır:

a) Bunun fiili olan "açıkladı ve izah etti" manasınadır. Nitekim İbnü's-Sikkit şöyle demektedir: lafzı masdardır ve Arapların hayvanı kesip, derisini soyduktan zaman söyledikleri "Deriyi soydum" ifadesinden alınmıştır.

b) Bunun aslı olan (......) fiili, "birşeye başlamak, işin içine girmek" manasına gelen masdarındandır. Arapça'da "şeriat", insanların su içmek üzere girdikleri yol manasınadır. Buna göre "şeri'at", "fa'îletün" vezninde bir kelime olup, ism-i mef'ûl mânasındadır. Binâenaleyh "şerî'at", Cenâb-ı Hakk'ın, mükelleflerin girmelerini emrettiği şeyler demektir. "Minhâc" ise, açık ve geniş yol demektir. Nitekim, "Sana yol açtım" denilir. Fiilin bu iki şekli de kulanılmaktadır.

Alimlerin ekserisi bu âyeti delil getirerek bizden önceki ümmetlerin şeriatlarının, bizim için geçerli olmadığını söylemişlerdir. Çünkü ayetteki "sizden herbiriniz için bir şeri'at ve bir yol ta'yîn ettik" buyruğu, her peygamberin kendisine ait müstakil bir şeriatının olduğunu göstermektedir ki bu da, bir peygamberin ümmetinin, diğer bir peygamberin şeriatı ile mükellef olmadıklarını gösterir.

Peygamberin Talimatlarının Birlik İçindeki Farklılıkları

Kur'ân-ı Kerim'de bütün peygamber ve resullerin yollarının hem bir olduğuna, hem de bunların yollarında farklılıklar bulunduğuna delâlet eden âyetler gelmiştir. Birinci durumla ilgili olan âyetler, Cenâb-ı Hakk'ın, "O, 'Dini doğru tutun, onda tefrikaya düşmeyin" diye, dinden hem Nuh 'a tavsiye ettiğini hem sana vahy'ettiğimizi, hem İbrahim 'e, Musa 'ya, İsa ya tavsiye ettiğimizi sizin için de şeriat yaptık" şûra. ve "Onlar, Allah'ın hidayet etti kimselerdir. O halde sen de onların gittiği doğru yolu tutup ona uy" (Enam, 90) âyetleridir.

İkinci durumla ilgili olansa, bu âyettir. Bu âyetlerin arasını, şöyle diyerek cem etmemiz mümkündür: Birinci durumla ilgili olan âyetler, dinin asılları, itikad ile ilgili olan âyetlerdir. İkinci durumla ilgili olan bu âyet ise, dinin fürûu ile ilgili olan hükümlere hamledilmiştir.

Dördüncü Mesele

Hak teâlâ'nın, "Sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik" ifâdesindeki hitap, bu üçünün, daha önce geçen, "Şüphesiz ki Tevrat'ı biz indirdik ki, O'nda hidâyet ve nür vardır" (Mâîde.44)ve "Arkadan da (bu peygamberlerin) izlerince Meryem oğlu İsa'yı gönderdik" (Mâide. 46) ve "Sana da kitabı gönderdik" (Mâide. 48) ifâdelerinde zikredilmiş olmaları delaletiyle Hazret-i Musa, Hazret-i İsa ve Hazret-i Muhammed'in ümmetinedir.

Daha sonra Allah, "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik" buyurmuştur. Yani, "Her birinin (fürû bakımından) farklı farklı şeriatları vardır. Tevrat'ın kendisine ait, İncil'in kendisine ait ve Kur'ân'ın da kendisine has (fürû hükümleri), şeriatı vardır..." demektir.

Beşinci Mesele

Alimlerden bir kısmı, bu ifâdede geçen ve lafızlarının aynı mânaya geldiklerini, ama te'kid için tekrarlanmış olup bunlardan maksadın "dîn" olduğunu söylerler.

Bazıları ise bu ikisi arasında fark bulunduğunu; buna göre (......) kelimesinin "mutlak mânada şeriat (yol)" anlamına gelip; (......) kelimesinden kastedilen "yol"un ise, "şeriatın güzelliklerinin bütünü" demek olduğunu; buna göre de şeriatın "yol"un başı, tarikatın da devamı ve sonu olduğunu söylemişlerdir. Müberrid, "Şeriat yolun başlangıcı, tarikat ise devam eden yoldur" demiştir ki bu da bizim söylediğimizi ifâde eder. Allah kendi sözünün sırlarının izahını en iyi bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer Allah dileseydi (topunuzu) tek bir ümmet yapardı" buyurmuştur. Yani, "Allah isteseydi sizi, aynı şeriat üzerinde ittifak eden veyahut da aynı dinde muvafakat eden ve de hiç ihtilâfa düşmeyen bir cemaat, bir topluluk haline getirirdi" demektir. Alimlerimiz, bu ifâdenin, her şeyin Allah'ın meşietiyle olduğuna delâlet ettiğini belirtirlerken, Mutezile bunu, Allah'ın "mecbur etme meşieti"ne hamletmiştir.

Daha sonra Allah, "Fakat size verdiği şeyde sizi imtihan etmek için, (böyle ayırdı)" buyurmuştur. Yani, "Sizi muhtelif şeriatlarla imtihan etmiştir. Böylece sizler, o şeriatlarla amel edip, Allah'a inkıyâd ederek tekliflerine boyun eğiyor musunuz; yoksa şüphelere tâbi olup amellerinizde kusur mu ediyorsunuz diye..." demektir. O halde, "Öyle İse, hayırlı işlerde birbirinizle yarışın", yani, "Hayırlı amellere doğru koşup, onlara doğru yarışınız... Çünkü, "Zaten hepinizin en son dönüp varışı Allah'adır.." Bu ifâde, hayırlara koşmanın sebebi olması anlamında, "müste'nef" bir cümledir. Böylece de "Artık O, hakkında ihtilâf etmekte olduğunuz şeyleri size haber verecektir." Bu, "O size, bulunması halinde şüpheye düşmeyeceğiniz; haktan yana olanla olmayanı; amellerini tam yapan ile onlarda kusur edeni birbirinden ayıracak olan cezayı size haber vermektedir.. Bundan maksad şudur: "İş, kendisiyle beraber hiçbir şüphenin kalmayıp kat'î bir bilginin tahakkuk edeceği bir noktaya ve hale varır." Bu da Cenâb-ı Hakkın, itaatkar olanlara itaatlarının karşılığını; isyankâr olanlara da isyanlarının karşılığını verdiği an tahakkuk edecektir.

Allah'ın Emrini Tutup Gayr-i Müslimlerin Arzularına Uymamalı

49

"(Ve şu emri indirdik): Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet onların keyiflerine uyma; Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni sapıtacaklar diye kaçın onlardan. Eğer onlar yüz çevirirlerse, bil ki Allah, bazı günahları sebebiyle kendilerini mutlaka musibete uğratmak istiyordur. İnsanlardan birçoğu muhakkak ki Allah'ın emrinden dışarı çıkarlar...".

Daha sonra Allah "(Ve şu emri indirdik:) Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların keyiflerine uyma..." buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Şayet ifâdesi neye atfedilmiştir?" denilirse, biz deriz ki bu, "(Habibim) sana da Kitabı gönderdik..." (Mâide, 48) ifâdesindeki lafzına atıftır. Buna göre Sanki, "Ve Biz sana... hükmedesin diye ... indirdik" denilmek istenmiştir. Emir fiilleri de, diğer fiiller gibi bir fiil olduğu için, başına edatı gelebilir. Bu sözün (Maide. 48) kelimesine atfedilmesi de caizdir. Buna göre kelamın takdiri "Biz onu sana hak ile ve ...hükmedesin diye indirdik" şeklindedir. Cenâb-ı Hak "Onların keyfilerine uyma..." buyurmuştur. Biz daha önce, yahudilerin bir araya gelerek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i dinini tahrif etmeye sevketmek istediklerini; Allahü teâlâ'nın da, O'nu bundan koruyup muhafaza ettiğini söylemiştik.

İkinci Mesele

Alimler bu âyetin, İster aralarında hükmet İster onlardan yüz çevir" (Maide, 42) buyruğundaki muhayyerliği neshettiğini söylemişlerdir.

Üçüncü Mesele

Önceki âyette zikredilmesine rağmen, burada da "hükmetmek..." emrinin tekrar zikredilmesi, ya te'kid içindir; ya da bunlar, Hazret-i Peygamber'in her ikisiyle de hükmetmekle emrolunduğu ayrı iki hükümdür. Çünkü o yahudiler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hükmüne, hem zina eden evli hakkında; hem de aralarında öldürülmüş dan bir maktul hususunda başvurmuşlardı.

Allah'ın Bazı Buyruklarından Uzaklaşma Tehlikesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni sapıtacaklar diye, kaçın onlardan" buyurmuştur. İbn Abbas şöyle der: "Cenâb-ı Hak bu buyruğuyla, "Onlar seni kendi hevâ ve arzularına döndürmek istiyorlar..." mânasını kastetmiştir. Çünkü, haktan bâtıla dönen herkes, fitneye düşürülmüş demektir. Hak teâlâ'nın, "...nerdeyse seni bile nerdeyse fitneye düşüreceklerdi..." (İsra. 73) ifâdesi de bu anlamdadır. Buradaki fitne, onların, haktan saptıran ve batıla düşüren sözlerinde bulunan fitnedir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Allahım, hayatın (hayatta karşılaşılan şeylerin) fitnesinden sana sığınırım" Müslim, MMActd, 132 (1/413). buyurmuştur. Bu, doğru ve hak yoldan sapmak, saptırmak demektir." İlim erbabı şöyle demiştir: Bu âyet, peygamberlerin de hata edip unutmalarının caiz olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ, "Allah'ın sana İndirdiğinin bir kısmından seni sapıtacaklar diye, kaçın onlardan..." buyurmuştur. Peygamberin bu gibi şeyleri kasten yapması ise caiz değildir; binâenaleyh geriye, sadece hatâ etme ve unutma hali kalır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer onlar yüz çevirirler, yani senin hükmünü kabul etmezlerse, bil ki Allah, bazı günahları sebebiyle kendilerini mutlaka musibete uğratmak istiyordur" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu sözden maksat, "Cenâb-ı Hak, onları dünyada iken, bazılarının işlemiş olduğu günahların cezası ile onları imtihan eder. Ki bu da O'nun seni, onlara hükümran kılıp onları öldürmek ve sürgün etmek suretiyle, onlara azap etmesidir" şeklindedir. Allah bu âyette, "bazı günahları sebebiyle..." buyurmuştur. Çünkü yahudiler, dünyada iken günahlarının bir kısmıyla cezalandırılmışlar ve onların, günahların bir kısmıyla cezalandırılmaları, helak (olup yok) olmalarına kâfi gelmiştir. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Bu âyet, her şeyin Allah'ın iradesiyle olduğunu göstermektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, onları bazı günahları sebebiyle musibete uğratmayı dilemesi, murad etmesi, ancak onların günah işlemelerini murad etmiş olmasıyla mümkündür. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, hem hayrı hem de şerri irade ettiğine delâlet eder.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İnsanlardan birçoğu muhakkak ki, Allah'ın emrinden dışarı çıkarlar" buyurmuştur. Yani, "İnsanların pekçoğu küfürde diretip bu hususta haddi aşmışlardır. Zira Allahü teâlâ'nın hükmünden yüz çevirmek, büyük bir isyan olup küfürde çok ileri gitmektir."

Müminler İçin Allah'ın Hükmünden Daha Güzel Yoktur

50

"Onlar hâla, câhiliyyenin hükmünü mü arıyorlar? Şüphesiz ve kafi bir kanaate sahip olacak bir kavm için hükmü Allah'tan daha güzel olan kim bulunabilir ki!".

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar hâlâ, câhüiyyenin hükmünü mü arıyorlar?" buyurmuştur. Bu cümleyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Âmir, tâ harfiyle ve muhâtab sîgasıyla, "arıyorsunuz"; diğer imamlar ise, yâ harfiyle ve gâib sîgasıyla (......) şeklinde okumuşlardır. Sülemî, mübtedâ yaparak ifâdesini merfû olarak okumuş, (......) kelimesini de haber vermiştir. Haber tarafından mübtedâya râci olacak olan aid zamirini, açık olduğu için düsürmüştür. Katâde ise, (......) şeklinde okumuştur. Ki, bu okunuşa göre ifâdenin mânası şudur: "Onlar talep edip peşine düştükleri bu hükümle, ancak câhiliyye hakimleri gibi hükmederler..." Bu kimseler, kendi arzularına uyarak, Hâtemu'n-nebiyyîn olan Hazret-i Muhammed'in de, o hakimler gibi bir hakim olmasını istemişlerdir.

İkinci Mesele

Âyetle ilgili şu iki izah yapılmıştır:

1) Mukâtil şöyle demiştir: "Allah, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i peygamber olarak göndermeden önce, Kurayza ile Nadir arasında bir kan davası bulunmaktaydı. Cenâb-ı Hak Hazret-i Muhammed'i peygamber olarak gönderince, bunlar Hazret-i Muhammed'in hakemliğine başvurdular. Bunlardan Kurayzaoğulları şöyle demişti: "Nadîroğulları bizim kardeşlerimizdir. Babamız, dinimiz ve kitabımız tektir.. Binâenaleyh, şayet Nadîroğulları bizden birisini öldürürse bize yetmiş "vesak" (ölçek) hurma verirler. Eğer biz onlardan birisini öldürürsek, o zaman onlar bizden, yüzkırk "vesak" hurma alırlar.. Bizi yaraladıkları zaman verecekleri diyet (erş), onların yaralanmalarına mukabil verilecek olan diyetin yarısıdır.. Binâenaleyh sen, bizimle onlar arasında hükmet.." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben, Kurayzalı olan birisinin kanının, Nadirli olan birisinin kanına; Nadirli birisinin kanının, Kurayzalı birisinin kanına denk ve müsavi olduğuna hükmediyorum.. Bunlardan birisinin diğerine ne kan, ne diyet, nede "erş" (yaralama diyeti) hususunda bir üstünlüğü yoktur" dedi. Bunun üzerine Nadiroğulları kızarak, "Biz senin hükmüne razı olmuyoruz; çünkü sen bizim düşmanımızsın..." dediler de, işte bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, "Onlar hâlâ, câhiliyye hükmünü mü, yani câhiliyyedeki ilk hükümlerini mi arıyorlar?" âyetini indirdi."

Şu da ileri sürülmüştür: Onların zayıflarına, güçsüz ve arkasız kimselerine bir hüküm vacip olduğu zaman, onlar bu kimseleri, o hükmü yerine getirmeye mecbur tutuyorlardı. Ama onların güçlü ve arkalı olanlarına, kodamanlarına ise bir hüküm vacip olduğunda, o zaman onlar o kimseyi bundan sorumlu tutmazlar ve cezanın uygulanmasını istemezlerdi. İşte Cenâb-ı Hak bu âyet ile, onları böylesi davranıştan men etmiştir.

2) Bu âyetle, yahudilerin ehl-i kitap ve ilim sahibi olmalarına rağmen, sırf cehalet ve apaçık bir hevâ ve arzu demek olan câhiliyye hükmünü arayıp peşine düştükleri için, onları ayıplamak mânası kastedilmiştir.

Daha sonra Allah, "Şüphesiz ve katî bir kanâate sahip olacak bir kavm için, hükmü Allah 'tan daha güzel kim olabilir ki!" buyurmuştur.

kelimesinin başındaki lâm, tıpkı "daha ne duruyorsun, geliver" (Yusuf, 23) tabirinde olduğu gibi, beyân içindir. Yani bu hitap, ve bu soru, yakînen inanan kimseler içindir. Çünkü, hüküm bakımından Allah'tan daha âdil ve beyân bakımından daha güzel olan hiç kimsenin bulunmadığını, ancak bunlar bilirler, anlarlar.

Gayr-i Müslimler! Dost Edinmeyin

51

"Ey iman edenler, ne yahudileri ne de hristiyanlan kendinize dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır. Şüphesiz Allah, o zalimler topluluğuna hidâyet vermez".

Cenâb-ı Hak "Ey iman edenler, yahudileri de, hristiyanlan da kendinize dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar" buyurmuştur.

Bil ki bu ifâdede söz, "dostlar..." kelimesiyle tamamlanmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, söze yeniden başlayarak "Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar" buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre Ubâde İbnu's-Samit (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelmiş ve O'nun yanında yahudilerin dostluğundan teberrî etmiş (yani ilişkisini kestiğini açıklamıştı). Bunun üzerine münafık Abdullah İbn Übey, 'Ama ben o yahudilerden uzaklaşmıyorum. Çünkü o zaman başıma belalar gelmesinden korkuyorum" demişti. İşte bu âyet, bu sebeple nazil olmuştur. Âyetteki, "Ne yahudileri, ne de hristiyanlan kendinize dost edinmeyin" buyruğu, "Onlardan yardım istemeye yönelmeyiniz ve onlara karşı sevgi, dostluk göstermeyiniz" demektir.

Cenâb-ı Allah daha sonra, "İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır" buyurmuştur. İbn Abbas(radıyallahü anh): "Hak teâlâ, bununla sanki o, onlar gibidir" manasını murad etmiştir" der. Bu ifade, din konusunda muhalif ve farklı olan kimseden mutlaka uzaklaşılması hususunda, Hak teâlâ'nın te'kidli ve bir açıklamasıdır. Bunun bir benzeri de, "Kim onu tatmaz ise, o bendendir" (Bakara, 249) âyetidir.

Sonra Allahü teâlâ, "Şüphesiz Allah, o zâlimler topluluğuna hidayet vermez" buyurmuştur. Ebû Musa el-Eş'ârî (radıyallahü anh)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e, "Benim hristiyan bir kâtibim var" dedim. O da, "Hay Allah canını alasıca! Sana ne oluyor? Bir mü'mini kâtip edinsene. Allah'ın, "Ey İman edenler, ne yahudileri ne de hristiyanları kendinize dost edinmeyin" âyetini hiç duymadın mı?" dedi. Ben de: "Onun dini kendine âit, bana lazım olan onun yazısıdır" dedim. Bunun üzerine; "Madem ki Allah onları hor ve hakir kılmıştır, ben onlara ikram etmem. Madem ki Allah onları zelil kılmıştır, ben onları azîz kılmam. Madem ki Allah onları rahmetinden uzaklaştırmıştır, ben onları yaklaştırmam" dedi. Ben de: "Basra işi (yani işim), ancak onunla halloluyor" dedim. Hazret-i Ömer: "Haydi hristiyan öldü, yani farzet ki o kâtip öldü, o zaman ne yapacaksın. Onu öldükten sonra da çalıştıracak değilsin. O halde, şimdilik onu çalıştır ama, yerine mutlaka birisini bul" dedi."

Bazı Münafıkça Tutumlar

52

"İşte kalplerinde bir hastalık bulunan kimselerin, "Başımıza bir felâket gelmesinden korkuyoruz" diyerek, aralarında koşuştuklarını görürsün. Belki Allah fethi veya kendi katından bir emri getirecek ve onlar, İçlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklar".

Bil ki bu âyetteki, "Kalplerinde bir hastalık bulunan kimseler" tabiri ile Abdullah İbn Übeyy ve arkadaşları gibi münafıklar kastedilmiştir. Âyetteki "aralarında koşuşurlar" ifâdesinin mânası ise, "Onlar, yahudileri ve Necran hristiyanlarını sevme hususunda adetâ yarışırlar. Çünkü o yahudi ve hristiyanlar zengin idiler ve bu münafıklara, işleri hususunda yardımcı olup, borç para veriyorlardı. Bundan dolayı münafıklar da, "Biz, başımıza bir felâket gelmesinden korktuğumuz için, onlarla içli-dışlı oluyoruz" diyorlardı. Vahidî(r.h), "dâire" kelimesinin, "devlet" kelimesi gibi, "devâirü'd-dehri" (zamanın belâları) tabirinden alındığını, "dâire" (dönen şey) lafzının, bir kavimden, diğer bir kavme dönüp dolaşan belâ, bozguna uğrama, korkunç hadiseler gibi, kendisinden korkulan bir musibet mânasında olduğunu, devletin (saltanat ve şansın, insanlar arasında) dönüp dolaşması gibi, devâirin (belâların) da dönüp dolaştığını söylemiştir.

Zeccâc: "Bunun, "Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in işinin, tam yerine oturmadığından endişeleniyoruz ve işin tersine dönerek başlangıçtaki (mağlup) halini alabileceğini hesaba katıyoruz" mânasında olduğunu söylemiştir.

Daha sonra Allah "Belki Allah, fethi veya kendi katından bir emri getirecek ve onlar, içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklar" buyurmuştur.

Müfessirter, Allah'ın kendisi için kullandığı (belki) lafzının, mutlaka manasına geldiğini, çünkü kerîm olan Allah, yapacağı hayırlı bir İş hususunda, insanlara ümid verince, bu insanların kendisine iyice bağlandığı ve olmasını ümit ettiği vaad-i ilâhî mesabesindedir. Buna göre âyetin mânası: "Allah mutlaka, Resûlullah'ı ve müslümanları düşmanlarına galip getirmek suretiyle, fethi müyesser edecek yahut da yahudilerin kökünü kurutacak veyahut da onları beldelerinden çıkaracak, böylece de münafıkları vesveselerinden dolayı bin pişman edecek, katından olan bir işi mutlaka verecektir" seklinde olur. Çünkü o münafıklar, Resûlullah'ın başarısının devamından şüphelenerek, "Biz onun bu işinin tamamlanacağını ve süreceğini sanmıyoruz. Görünen o ki, saltanat ve galibiyet şansı, düşmanlarının olacak" diyorlardı. Denildi ki, âyetteki "veya kendi katından bir emir (iş)" ifâdesinden murad, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, münafıkların sırlarını açıklaması ve onları öldürmesi emredilir de, onlar yaptıklarına bin pişman olurlar" demektir.

İmdi şayet, "Birşeyi doğru bir şekilde taksim etmenin şartı, o şeyin birbirine zıd, iki tarafının bulunmasıdır. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, "Belki Allah fethi veya kendi katından bir emri getirecek..." buyruğu böyle değildir. Çünkü fethi getirme (nasip etme) hususu, "kendi katından bir emir" ifâdesine dahildir" denilir ise, biz deriz ki: Bu sözün mânası, "veya insanların kesinlikle katkısı bulunmadığı bir emri (işi) getirir" şeklindedir. Bu tıpkı, kalplerine Allah'ın korku saldığı ve bu yüzden de, hiç savaşmaksızın kendi elleri ile teslim olan Benî Nadîr yahudilerinin hâdisesinde olduğu gibidir.

53

"iman edenler de, "Her halükârda sizinle beraber olacakları hususunda, var güçleriyle Allah'a yemin edenler bunlar mı? Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Böylece onlar hüsrana uğrayanlardan oldular" derler".

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Kesir, Nâfî ve İbn Amir, âyetin başını "vâv"sız olarak okumuşlardır. Bu, Hicaz ve Şam mushaflarında da böyledir. Diğer kıraat imamları ise vâv ile okumuşlardır. Bu da, Irak mushafına uygundur.

Vahidî (r.h) şöyle demiştir: "Burada vâv harfinin hazfedilmesinin ve getirilmesinin bir farkı yoktur. Çünkü (vâvın getirilmesi halinde), bu cümlenin, üzerine atfedildiği cümle ile ilgili bir irtibatı vardır. Zira bir önceki âyetteki, "aralarında koşuşurlar" ifâdesi ile anlatılan kimseler haklarında mü'minlerin, "...Allah'a yemin edenler bunlar mı?" dediği kimselerdir. Binâenaleyh her iki cümlede de, diğeri ile ilgili bir husus bulunduğu için, bunları birbiri üzerine vâv ile veya yâvsız atfetmekpüzel ye yerinde olur. Bunun bir benzeri de "(Ashab-ı Kehfin sayısı) üçtür, dördüncüleri köpekleridir ' diyecekler; "Beştir, altıncıları köpekleridir" diyecekler'"(Kehf. 22) âyetidir. Bu âyetteki her bir cümlede de, atıf vâvının zikredilmesine ihtiyaç bırakmayan müşterek bir hususdan bahsedilmektedir. Bundan sonra Cenâb-ı Hak, "ve "Yedidir, sekizincileri köpekleridir" diyecekler" (Kehf, 22) buyurmuş ve başına atıf vâvı getirmiştir. İşte bu âyet, vâvın getirilmesinin de, getirilmemesinin de caiz olduğunu göstermektedir. Keşşaf sahibi: "Vâv'ın hazfı, "mü'minler o zaman ne derler?" diye soran birisine cevap olarak düşünülmesine göredir. Bu soruya şöyle cevap verilmiş olur: "İman edenler, "Yemin edenler bunlar mı?" derler" der.

Bu âyetin kıraati hususunda daha bir başka yönden de kıraat farkı vardır. Buna göre Ebû Amr, âyeti "iman edenlerin şöyle şöyle demeleri beklenir" manasında, şeklinde nasb ile okumuştur. Bu fiili merfû olarak okuyan kimse ise, başındaki vâv harfini, iki cümleyi birbirine atfeden vavı atıf saymıştır. Vâv harfini hazfeden kimsenin kıraati de bu merfû okuyuşa delalet etmektedir.

İkinci Mesele

Mü'minlerin bu sözü söylemelerindeki fayda şudur: Mü'minler, yahudi ve hristiyanlara dostluk gösterdikleri için münafıkların haline şaşmakta ve şöyle demektedirler: "O (münafıklar), bizimle beraber ve bizim yardımcılarımız oldukları hususunda, var güçleri ile yemin etmektedirler. O halde nasıl olur da, bizim düşmanlarımızın dostu olur, onlarla birarada bulunmaktan ve onlarla yardımlaşmaktan hoşlanırlar!"

Üçüncü Mesele

Âyetteki "bütün yaptıkları boşa gitmiştir" buyruğunun, mü'minlerin sözünün devamı olması muhtemel olduğu gibi, Allah'ın kendi sözü olması da muhtemeldir. Buna göre mâna, "Şu anda yahudi ve hristiyanlara dostluk gösterdikleri için, iddia ettikleri imanları gitmiş ve yaptıkları bütün hayırlar boşa gitmiştir. Böylece o münafıklar hem dünyada, hem de âhirette hüsrana (zarara) uğramışlardır. Çünkü yaptıkları ameller boşa gidince, bu işleri yaparken çektikleri sıkıntı ve zorluklar ise yanlarına kalmış, o amellerin hiçbir semeresini görememişler, aksine dünyada lanete, âhirette ikâba müstehak olmuşlardır" şeklindedir.

Allah Lâyık Olanı Din Hizmetinde Çalıştırır

54

"Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse (dönsün), Allah, mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve çetin, kendisinin seveceği ve kendisini seven bir kavim getirir ki onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınayanın kınamasından çekinip korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lütfudur. Onu, dilediğine verir. Allah (ihsanı) geniş ve alimdir".

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Âmir ve Nâfî, âyetteki (......) kelimesini, iki dal harfi ile, şeklinde; diğer kıraat imamları ise, şeddeli tek bir dâl ile, (......) şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraat şekli bu fiilin muza'af (sonu şeddeli) olduğunu göstermek içindir, ikincisi de idğamdan ötürüdür. Zeccâc şöyle demiştir: İki dâl harfini belirterek okumak asıldır. Çünkü muza'af harflerden İkincisi sakin olduğu zaman, her iki harf de açıkça gösterilir. Bunun bir benzeri "Eğer size bir yara değmişse..." (Al-i imran.140) âyetidir. Dil bakımından bunu, şeklinde söylemek de caizdir.

Hazret-i Peygamber Devrinde Dinden Dönenler

Keşşaf sahibi, "irtidâd eden (dinden dönen)lerin, onbir kabile olduğunu" söylemiştir. Bunlardan üçü, daha Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken irtidâd etmişlerdir:

a) Benû Müdliç Kabilesi: Bunların liderleri, kendisine Zü'l-hımâr da denilen Esvedül-Ansî'dir Bu bir kâhin idi. Yemen'de peygamberlik iddiasında bulunmuş ve Yemen'in bazı bölgelerini istilâ ederek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zekat memurlarını oralardan çıkarmıştı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Yemen valisi Mu'az İbn Cebel (radıyallahü anh)'e ve ileri gelenlerine mektup yazmıştı. Hak teâlâ, Esved ül-Ansî'yi, Feyrûz ed-Deylemî'nin eliyle öldürmüştü. Şöyle ki Feyrûz ona bir gece baskını yapmış ve onu öldürmüştü. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), onun öldürülüşünü, öldürüldüğü gece haber vermiş ve müslümanlar buna sevinmişlerdi. Ertesi gün Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat etmişti. Esved'in öldürüldüğüne dâir haber ise, ancak Rebîü'l-evvel ayının sonunda Medine'ye ulaşmıştı.

b) Müseylimetül-Kezzâb'ın kavmi Benû Hanîfe Müseylime, peygamberlik iddiasında bulunmuş ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle bir mektup yazmıştı: "Allah'ın resulü Müseylime'den, Allah'ın resulü Muhammed'e! Şunu bilesin ki yeryüzünün yarısı benim, yarısı da senin..." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, "Allah'ın Resulü Muhammed'den, Müseylimetü'l-Kezzâb'a (yalancı Müseylime'ye)! Şunu bil ki, yeryüzü Allah'ındır. O, onu, dilediği kuluna miras yapar. İyi âkibet muttekîlerindir" diye cevap vermiştir. Sonra Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), (halifeliği döneminde) İslam ordusunu üzerine gönderip onunla savaşmış ve Müseylime, Hazret-i Hamza (radıyallahü anh)'yı (Uhud'da) öldürmüş olan Hazret-i Vahşî (radıyallahü anh) tarafından öldürülmüştür. Hazret-i Vahşî (radıyallahü anh), bundan sonra şöyle derdi: Câhiliyye (küfür) dönemimde insanların en hayırlısını, İslâm dönemimde de insanların en şerlisini öldürdüm."

c) Tuleyha İbn Huveylid'in kabilesi olan Benû Esed: Tuleyha, peygamberlik iddiasında bulunmuş, bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Halid İbn Velid (radıyallahü anh)'i ordusu ile onun üzerine göndermişti. Tuleyha, savaşta hezimete uğramış ve Şam'a kaçmıştı. Daha sonra müslüman olmuş ve İslam'ın gereğini çok güzel yerine getirmişti.

Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer Devrinde Mürted Olanlar

Diğer yedi kabile de, Hazret-i Ebû Bekir (r.h)'in halifeliği döneminde irtidâd etmişlerdir ki bunlar şu kabilelerdir:

d) Uyeyne İbn Hısn'ın kavmi olan Fezâre kabilesi;

e) Kurre İbn Selemeti'l-Kuşeyrî'nin kavmi olan Katafân kabilesi;

f) Fücâe İbn Abdi Yâleyl'in kavmi olan Selîmoğulları kabilesi;

g) Mâlik İbn Nuveyre'nin kavmi olan Benû Yerbû' kabilesi;

h) Secah bintü'l-Münzir'in kavmi olan Temîmoğullarının bir kısmı ki Secâh isimli bu kadın da peygamberlik iddiasında bulunmuş ve Müseylimetü'l-Kezzab ile evlenmişti.

i) Eş'as İbn Kays'ın kavmi olan Kinde kabilesi ve;

k) Hutân İbn Zeyd'in kavmi olan Bahreyn'deki Benû Bekr İbn Vâil kabilesi...

Allahü teâlâ, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in eli ile, bütün bu kabilelerin hakkından gelmişti.

Bir kabile de, Hazret-i Ömer zamanında irtidâd etmişti. Bu da Cebele b. el-Eyhem'in kavmi olan Gassan kabilesi idi. Bu Cebele, Hazret-i Ömer'in zamanında müslüman olmuştu. O, elbisesinin eteklerini yerlerde sürüyerek bir gün Kabe'yi tavaf ediyordu. Derken bir adam, onun elbisesinin eteğine bastı. Buna kızan Cebele, ona bir tokad vurdu. O adam, Hazret-i Ömer'e şikayette bulununca Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), o adam için Cebele'ye kısas uygulanmasına hükmetti. Fakat adam isterse onu affedebilecekti. Bunun üzerine Cebele: "Bin dinar verip, o hakkını satın alayım" dedi. Ama adam kısastan vazgeçmeyince, Cebele, teklif ettiği fidyeyi on bin dinara kadar arttırdı. Adam kısasta diretince, Cebele, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den mühlet istedi. Hazret-i Ömer de ona bir mühlet verdi. O da Bizans'a kaçıp irtidâd etti.

Üçüncü Mesele

Âyetin mânası şudur: "Ey iman edenler, sizden kim kâfirleri dost edinir de, dininden irtidâd ederse, bilsin ki Allahü teâlâ, bu dine en güzel bir şekilde yardım edecek olan başka kavimler getirir."

Hasan el-Basri (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vefatından sonra bir kavmin İslam'dan döneceğini bildiği için, müslümanlara, kendisini seven ve kendilerini sevdiği bir kavim getireceğini haber vermiştir." Buna göre bu âyet, bir gaybi haberdir. Bu, haber verildiği gibi tahakkuk etmiş ve böylece bir mucize olmuştur.

Âyette Geleceği Bildirilen Kavim

Alimler, bu kavmin kimler olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Hazret-i Ali, Hasan el-Basrî, Katade, Dahhâk ve İbnu Cüreyc, "bunların, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) ve onun askerleri olduğunu; çünkü mürted kabilelerle bunların savaştıklarını" söylemişlerdir.

Hazret-i Âişe (radıyallahü anhnha) ise, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edince birçok Arap kabilesi irtidâd etmiş ve münafıklık yayılmıştı. Babam (Hazret-i Ebû Bekir'in) başına ise, koca koca dağların başına gelse onları darmadağınık edecek büyük gaileler gelmişti" demiştir.

Süddî: "Bu âyet, Ensâr hakkında nazil olmuştu. Çünkü Allah'ın Resulüne yardım edip, İslam'ın muzaffer olması için, O'nu destekleyen ve takviye edenler onların tâ kendileridir" demiştir.

Mücâhid de: "Bu âyet Yemenliler hakkında nazil olmuştur" demiştir.

Merfû olarak rivayet edilen bir hadise göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu âyet nazil olduğu zaman, Ebû Mûsâ el-Eşârî'yi göstererek, "Âyette bahsedilenler, şunun kavmidir" demiştir.

Diğer âlimler ise bu kavmin, Farslılar (İranlılar) olduğunu söylemişlerdir. Çünkü rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu âyet sorulduğu zaman o, eliyle Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh)'nin omuzuna vurmuş ve "Bu kavim bu ve bunun arkadaştandır" diyerek, "Eğer din, Süreyya yıldızına asılı olsa ûahi, Fârisilerden bazı yiğitler onu alacaklardır" Buhâri, Tefsir-i Sûrett'l-Cum'a. buyurmuştur.

Diğer bir kısım âlim ise, bu âyetin Hazret-i Ali hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre, şu iki husus buna delâlet etmektedir:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hayber günü sancağı Hazret-i Ali'ye verdiği zaman "Andolsun ki yarın sancağı öyle birine vereceğim ki o, Allah'ı ve peygamberi sever, Allah ve Resulü de onu sever" demiştir. Âyette zikredilen sıfat, işte budur.

b) Allahü teâlâ bundan sonra, "Sizin yâriniz ancak Allah'dır, O'nun peygamberidir. Allah'ın emirlerine boyun eğici olarak, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren o mü'minlerdir" (Mâide, 55) buyurmuştur. Bu âyet Hazret-i Ali hakkındadır. Binâenaleyh bundan önceki âyetin de onun hakkında olması daha uygundur. İşte âyet hakkında söylenen sözlerin tamamı bundan ibarettir.

Bizim de bu âyetle ilgili söyleyeceğimiz şeyler vardır:

Bu Âyetin (Maide 54), Rafizîlerin İddiasını Çürütmesi

Birinci Makam: Bu âyet, Râfizîlerden İmâmiyye mezhebinin bozukluğunu gösteren en kuvvetli delillerden biridir. Çünkü onlara göre, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in halifeliğini ve imametini (devlet başkanlığını) kabul eden herkes kâfir ve mürted olmuştur. Çünkü onlara göre bu kimseler, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin imam (devlet başkanı) olacağına dâir açık nassı inkâr etmişlerdir. Biz de deriz ki: Şayet durum böyle olsaydı, 'İçinizden kim dininden dönerse, Allah mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve çetin, kendisinin seveceği ve kendisini seven bir kavim getirir..." (Mâide, 54)âyetinin de delâlet ettiği gibi, Cenâb-ı Hak, onlarla muharebe edip perişan eden ve onları hak dine çeviren bir topluluk getirirdi. Çünkü âyette geçen (kim) kelimesi, şart sadedinde gelmiş olup, umûm ifâde eder. Böylece bu âyet, Allah'ın İslam'dan dönen herkesi perişan edip püskürtecek, saltanatlarını yıkacak olan bir topluluk getireceğine delâlet eder. Binâenaleyh, Hazret-i Ebû Bekri hilâfete getirenler şayet böyle olsaydı, o zaman bu âyetin hükmüne göre, Allahü Teâlâ'nın onları ezecek ve mezhepleri, bu dinlerini iptal edecek bir topluluğu getirmesi gerekirdi... Halbuki durum böyle olmayıp, tam aksi ortaya çıkmıştır. Zira mezheplerinin bâtıl olduğunu bildiğimizden itibaren, sıkıştırılıp perişan edilen ve bâtıl iddialarını yaymaktan men edilenler Rafızîlerdir... İşte bu görüş, insaflı olan herkes için çok açık ve net bir görüştür.

Bu Âyetin Hazret-i Ebû Bekir'in Hilafetini Müjdelemesi

İkinci Makam: Biz bu âyetin, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) hakkında nazil olduğunun söylenmesinin vacip olduğunu iddia ediyoruz. Bunun delili şu iki şeydir:

a) Bu âyet, dinden dönenlerden bahsetmektedir. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi, mürtedlerle savaşmayı üstlenmiş olan zât, Ebu Bekir'dir. Bu âyetle, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kastedilmiş olması da mümkün değildir. Çünkü Hazret-i Muhammed'in mürtedlerle savaştığı vaki değildir. Bir de âyette "Allah getirecektir..." buyurmuştur ki bu ifâde, hâle değil, istikbâle ait bir ifâdedir. Binâenaleyh bu toplulukların, bu hitabın vaki olduğu sırada mevcut olmamaları gerekir.

Buna göre şayet, "Bu sizin aleyhinize de bir sözdür. Çünkü, Ebü Bekr (radıyallahü anh), o zaman mevcut idi" denilirse, biz deriz ki:

Buna şu iki bakımdan cevap veririz:

1) Ebû Bekr in, kendileriyle (ordu kurup da) mürted olanlara karşı savaşmış olduğu kimseler, o anda mevcut değillerdi...

2) Âyetin manası şöyledir: "Allahü teâlâ, "Bu harbi yapabilecek, güçlü ve muktedir bir kavim getireceğini" söylemiştir. Binâenaleyh, Ebû Bekir o anda mevcut ve bulunuyor ise de, o anda kendi başına harbetme, emretme ve yasaklar koyma yetkisine sahip değildi. Böylece soru kendiliğinden ortadan kalkar ve bundan maksadın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olmasının mümkün olmadığı ortaya çıkar.

Yine, bundan muradın Hazret-i Ali olması da mümkün değildir. Çünkü Hazret-i Ali'nin 'ehl-i Ridde" ile savaşması vaki olmamıştır. O halde bu âyeti nasıl ona hamledebiliriz?

İmdi şayet onlar; "Aksine, Hazret-i Ali'nin savaşı mürtedlerle olmuştur; Zira Hazret-i Ali'ye, imamet hususunda karşı gelen herkes, mürted olmuştur" denilirse, biz deriz ki:

Bu iddia şu iki bakımdan bâtıldır:

1) "Mürted" sözü, sadece ve sadece İslamî kanunları terkeden kimselere şamildir. Halbuki, Hazret-i Ali'ye karşı çıkanlardan hiçbiri, zahiren böyle değillerdi. Ve yine hiç kimse, "Hazret-i Ali'nin İslâm'dan çıktıkları için onlarla savaştığım" söylememiştir. Ve Hazret-i Ali (aleyhi's-selam) da onları katiyyen mürted olarak adlandırmamıştır. Binâenaleyh, -Allah kendilerine lanet etsin- şu Rafizîlerin söylemiş oldukları bu söz var ya, hem bütün müslümanlara, hem de Hazret-i Ali'ye atılmış bir iftiradır.

2) Şayet, imamet konusunda Hazret-i Ali'ye karşı çıkan herkes mürted olsaydı, o zaman hem Hazret-i Ebû Bekr'in hem de onun taraftarlarının mürted olduklarını söylemek gerekirdi. Eğer bu da böyle olsaydı, bu âyetin açık hükmüne göre, Allah'ın onları (Hazret-i Ebû Bekr ve taraftarları) ezen ve onları sahih olan dine yeniden döndüren bir topluluk getirmesi gerekirdi. Bunun böyle olduğu kesinlikle görülmediğine göre, biz, imâm konusunda Hazret-i Ali'ye karşı gelmenin irtidâd olmayacağını anlamış oluruz. Bu bir irtidâd olmadığına göre, âyetin Hazret-i Ali hakkında olduğunu söylemek mümkün olmaz. Çünkü âyet dinden dönenlerle savaşan kimselerden bahsetmektedir.

Bu âyetin, Yemenliler ve Farslılar hakkında nazil olduğunun söylenmesi de mümkün değildir. Çünkü bunların da, mürtedlerle savaştığı vaki olmamıştır. Onların böyle bir savaş yaptıklarını söylesek bile, onlar böyle bir savaşta ancak teba'a, idare edilen ve geriden gelen kimseler olarak bulunmuşlardır. Halbuki o hadisede, reîs olan ve emrine itaat edilen şahıs, Hazret-i Ebû Bekir'dir. Âyetin böyle bir ibâdette (mürtedlerle savaşta) aslolan, temel olan reis ve emrine uyulan kimse hakkında olduğunu söylemek, onun teba'a, idare edilen ve geriden gelen kimseler hakkında olduğunu söylemekten daha uygun olduğu herkesçe malumdur. Böylece zikrettiğimiz bu açık delillerle de, âyetin Hazret-i Ebû Bekr hakkında olduğu ortaya çıkmış olur.

b) Biz şöyle de diyebiliriz: Farzedelim ki, Hazret-i Ali mürtedlerle savaşmıştır.. Ancak ne var ki Hazret-i Ebû Bekr'in mürtedlerle yapmış olduğu savaşın İslâm'daki nam ve ehemmiyeti Hazret-i Ali'nin imamet konusunda kendisine karşı gelenlerle yapmış olduğu savaştan daha büyük ve daha yücedir.. Bu böyledir, zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) irtihâl edince, Arapların harekete geçip isyan ettikleri; Hazret-i Ebû Bekr'in de Tuleyha ve Müseylime'yi kahreden kişi olduğu, mütevâtir olarak bilinmektedir... Çünkü, irtidâd eden o yedi fırka ile savaşan, Ebû Bekr (radıyallahü anh)'dir. Ve yine, zekât vermeyenlerle savaşan da O'dur. Hazret-i Ebû Bekir bunları yapınca, İslâmiyet yeniden rayına oturmuş, ihtişamı büyümüş ve devleti güçlenip, kuvvetlenip genişlemişti... Ama, iş (halifelik) Hazret-i Ali'ye geçtiği sırada İslâm, şarkta ve garbta kuvvet bulmuş, dünyanın krallarının boyunları kırılmış, İslâm bütün din ve milletlere hükümran olmuştu. Böylece İslâm'ın güç bulup kuvvetlenmesinde Hazret-i Ebû Bekir'in yaptığı savaşların, Hazret-i Ali'nin yapmış olduğu savaşlardan daha tesirli olduğu kesinleşmiştir. Bu âyetten kastedilenin de, dini takviye edip İslâm'a yardımda gayret gösteren kimseleri tebcil etmek, yüceltmek olduğu malumdur. Bu işi üstlenen, ona komuta eden Hazret-i Ebû Bekir olunca, bu âyetle de, Hazret-i Ebû Bekr'in kastedilmiş olması gerekir.

Üçüncü Makam: Biz, bu âyetin Hazret-i Ebû Bekr'in imametinin sahih ve yerinde olduğuna delâlet ettiğini iddia ediyoruz. Bu böyledir, zira yukarıda anlattıklarımızla, âyetin Hazret-i Ebû Bekir'i te'yid ettiği sabit olunca, biz deriz ki: Allahü teâlâ, bu âyetle murad ettiği kimseleri birtakım vasıflarla nitelemiştir. Şöyle ki:

a) "Allah'ın onları, onların da Allah'ı sevmesi..."

Bu âyetten maksadın Hazret-i Ebû Bekir olduğu sabit olunca, Allah'ın, "Kendisinin seveceği ve kendisini seven" ifâdesinin de, Hazret-i Ebû Bekir hakkında bir vasıf olduğu sabit olur. Cenâb-ı Hakk'ın, kendisini bu şekilde vasfettiği bir kimsenin de zâlim olması imkânsızdır. Bu da Hazret-i Ebû Bekr'in, imametinde haktan yana olup, haksız olmadığına delâlet etmektedir.

b) Cenâb-ı Hakk'ın, "müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu.. tavsifi.. Bu da Hazret-i Ebû Bekr'in sıfatı olup, daha önce zikretmiş olduğumuz delildir. Bunu, rivayet edilmiş olan şu meşhur (müstefîz) hadis de te'kid etmektedir: "Ümmetimin ümmetime en merhametlisi Ebû Bekir'dir" Keşfu'l-Hafâ, 1/108 (Tirmizî ve Darekutnî'den); ibn Mâce. Mukaddime, II. Böylece Ebû Bekir, mü'minlere karşı şefkatli ve merhametli; kâfirlere karşı da şiddetli, sert olmakla vasfedilmiştir. Bakmaz mısın ki, İslâmiyet'in başlangıcında Hazret-i Peygamber Mekke'de ve de çok sıkıntı ve zahmetler içinde bulunuyorken, Hazret-i Ebû Bekir Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i nasıl müdâfaa ediyor, O'ndan hiç ayrılmıyor, O'na hizmet ediyor, zorba kâfirlerin ve onların şeytanlarının hiçbirisine aldırmıyordu... İşin, yani hilâfetinin sonunda, aynı şekilde hiç kimsenin sözüne iltifat etmemiş, zekâtı vermeyenlerle savaşması gerektiği kararından vazgeçmemişti.. İş o hale gelmişti ki, o kimselerle savaşmak üzere tek başına çıkmıştı.. Hatta sahabenin büyükleri ona gelmişler, yalvarıp yakararak gitmesine manî olmuşlardır. Sonra üzerlerine asker gönderildiği haberi o mürtedlere ulaşınca, bozguna uğramışlar ve Allahü teâlâ bunu, İslam devleti için bir başlangıç kılmıştır. Bundan dolayı, âyetteki, "müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve çetin" tavsîfi, ancak ona [Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)]'e uygundur.

c) Ayetteki, "onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınayanın kınamasından çekinip korkmazlar" vasfı Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) ile Hazret-i Ali (k.v)'nin ortak olduğu bir vasıftır. Fakat Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in, bu vasıftaki payı daha tam ve mükemmeldir. Çünkü Hazret-i Ebû Bekir'in kâfirlere karşı savaşması, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin başlangıcından itibaren idi. O zamanlar İslâm son derece zayıf, küfür ise alabildiğine güçlü idi. Hazret-i Ebû Bekir, olanca gücü ile kâfirlere karşı savaşmış ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bütün kuvveti ile savunmuştu. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye gelince O cihada Bedir ve Uhud'da başlamıştı. O zamanlar ise, İslam kuvvet bulmuş ve İslam ordusu teşekkül etmişti. Binâenaleyh şu iki bakımdan Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in cihâdının, Hazret-i Ali'nin cihadından daha mükemmel olduğu ortaya çıkar:

1) Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), zaman bakımından Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den öncedir. Binâenaleyh Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), "Sizden (Mekke'nin) fethinden önce infâk edip savaşanlar (diğerleri ile) denk değildir" (Hadid, 10) âyetinden ötürü, daha efdal olur.

2) Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in cihadı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zayıf olduğu bir dönemde başlamıştır. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin cihad; ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kuvvet bulduğu bir döneme rastlar.

d) Âyette, "Bu, Allah'ın bir lütfiıdur. Onu dilediğine verir" buyurulması... Bu ifâde, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'e daha uygun düşer. Çünkü bu, Hak teâlâ'nın "Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar, akrabasına, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermede kusur etmesinler..." (Nur, 22) âyeti ile te'kid edilmiştir. Biz bu âyetin de, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) hakkında olduğunu açıklamıştık. Bu âyetin kesin olarak Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) hakkında oluşu, bütün bu sıfatların da Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) hakkında olduğuna delâlet eden şeylerden birisidir Durum böyle olduğuna göre, bütün bu sıfatların Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) hakkında olması gerekir. Bu sabit olunca, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in imametinin (devlet başkanının)sanin ve yerinde olduğunu kesin söylemek gerekir. Çünkü eğer onun imâmeti ve hilafeti bâtıl olsaydı, bu sayılan sıfatlar ona uygun düşmezdi.

İmdi şayet "Hazret-i Ebû Bekir Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken, bu sıfatlara sahipti. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatından sonra halifeliğe başlayınca, bu sıfatları kaybetmiştir" denilmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki: Bu, kesinlikle yanlış ve asılsızdır. Zira Hak teâlâ, "Allah... kendisinin seveceği ve kendisini seven bir kavim getirir (getirecek)..." buyurmuş ve böylece, âyette bahsedilenlerin bu sıfatlarla mevsûf oluşlarını, ileride getirilmelerine bağlamıştır ki bu da, Allah'ın Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in, mürtedferle savaşırken de bu sıfatlarla mevsûf olduğuna şâhidlik ettiğini gösterir. Mürtedlerle savaştığı bu zaman ise, onun halife ve imam olduğu zamandır. Böylece söylediğimiz delillerle, bu âyetin Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in hilâfet ve imametinin sahih ve yerinde olduğuna delâlet ettiği sabit olur.

Râfızîlerin (Allah onlara lanet etsin), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hayber günü "Yarın sancağı, Allah'ı ve Resulünü seven ve Allah'ın ve Resulünün de kendisini sevdiği bir yiğide vereceğim Buhâri. Cihâd, 102; Tirmizi, Menâkıb, 21 (5/638). (251 Keşfu'l-Hafâ, 1/245.) hadîs-i şerifine dayanarak, "bu âyetin Hazret-i Ali (k.v) hakkında olduğu ve hadîs-i şerifte de bahsedilenin Hazret-i Ali olduğu" şeklindeki görüşlerine gelince, biz deriz ki: Bu, âhad hadislerdendir ve Râftzîlere göre, âhad hadisleri amelde delil getirmek caiz değildir. Öyle ise bu haberi, ilim hususunda delil getirmek nasıl caiz olur. Hem âyetteki sıfatların Hazret-i Ali'de bulunduğunu söylemek, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'de bulunmamasını gerektirmez. Farzedelim ki bunu söylemek bunu gerektirir. Fakat bu söz, o sıfatların hepsinin Hazret-i Ebû Bekir'de olmadığını göstermez. Bu sıfatlardan biri de, Hazret-i Ali'nin atılgan, firar etmeyen cesur birisi oluşudur. Bu sıfat Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'de olmayınca, sayılan sıfatların hepsi birden, Hazret-i Ebû Bekir'de bulunmuş olmaz. Binâenaleyh "hitap" delili ile amel etmek için yeterlidir.

Ama bütün sıfatların Hazret-i Ebû Bekir'de mevcut olmadığı iddiasına gelince, âyetin lafzında buna delâlet eden birşey yoktur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, âyette geçen bu sıfatı, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in daha sonra mürtedlerle savaşması durumuna nisbet etmiştir. Farzet ki bu sıfat, daha önce mevcut değildi. Yine de bu, o atılganlık sıfatının, Hazret-i Ebû Bekir'de ileride meydana gelmesine manî değildir. Bir de bizim söylediğimiz şeyler, Kur'an'ın zahirine tutunmaktır. Onların söyledikleri şeyler ise, âhad olarak gelen, yukarıdaki hadîse tutunmaktır. Hem sonra bu hadis, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in, Allah'ı ve Resulünü seven ve Allah'ın sevdiği ve razı olduğu bir kimse oluşuna delâlet eden hadislerle çelişir. Nitekim Allah, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) hakkında "O, ondan râp olacaktır" (Leyl. 21) buyurmuştur, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allahü teâlâ, (cennette), insanlara umûmi olarak tecelli edecek. Ebû Bekir'e ise husûsî olarak tecelli edecek (görünecek)" Keşfu'l-Hafa, 1/245. ve "Allah, benim gönlüme ne bırakmışsa, mutlaka Ebû Bekir'in kalbine de bırakmıştır " demiştir. Bütün bunlar Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in, Allah ve Resulünü seven ve Allah ve Resulü tarafından sevilen bir kimse olduğuna delâlet eder.

Râfızîlerin bu husustaki ikinci iddiaları şudur: "Bu âyetten sonra gelen âyet, Hazret-i Ali'nin imamet ve hilâfetine delâlet eder. Binâenaleyh bu âyetin de onun hakkında olması gerekir."

Bu görüşe şu şekilde cevap veririz: "Biz, bu âyetten sonra gelen âyetin, Hazret-i Ali'nin hilâfetine (yani Hazret-i Peygamber'den hemen sonra halife olmasına) delâlet ettiğini kabul etmiyoruz. İnşaallah bu konuyu ileride açıklayacağız." İşte bu âyetle ilgili açıklama bunlardan ibarettir. Allah en iyi bilendir.

Cenâb-ı Hak, "Kendisinin seveceği ve kendisim seven" buyurmuştur. Sevgi hususunu, Bakara sûresinde, (Bakara, 165) âyetinin tefsirinde açıklamıştık. Binâenaleyh onu burada tekrar etmede fayda yok. Burada şöyle bir incelik bulunmaktadır: Allahü teâlâ, kendisinin bu kimseleri sevmesini, onların kendisini sevmesinden önce zikretmiştir. Bu böyledir, çünkü eğer Allah onları sevmeseydi, onları kendisini sevmeye muvaffak kılmazdı.

Müminlere Mütevazı, Kâfirlere Şiddetli Olma

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve çetin" buyurmuştur. Bu tıpkı, "(onlar) kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler" (Fetih, 29) âyeti gibidir.

Keşşaf sahibi şöyle der: (......) kelimesi "zelil"in cemidir. "Zelûi" kelimesinin cem'i ise "zülel" şeklindedir. Onların zelil olmalarından murad, hor ve hakîr olmaları değil, aksine alabildiğine şefkatli ve yumuşak olduklarını belirtmektir. Çünkü birisi yanında zelîl olan kimse, şüphesiz ki hiçbir büyüklenme ve kibir göstermez. Aksine yumuşaklık ve şefkat gösterir. Burada da böyledir. Buna göre, tabiri, "Kâfirlere karşı katılık ve üstünlük ortaya korlar" demektir." Arapların, ifâdesinin, "Onlar, onlara galip oluyorlar" mânasına geldiği söylenmiştir. Bu, Arapların bir kimse birisine galip ve üstün geldiğinde söylediği tabirlerinden alınmıştır. Buna göre sanki o müslümanlar, kâfirlere karşı kahretme ve üstün gelmede çok şiddetlidirler.

Buna göre şayet, " denilmeli değil miydi?" denilirse biz deriz ki:

Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) (zillet, hakirlik) kelimesi rahmet ve şefkat mânasını tazammun edebilir."Tezellül ve tevazu göstererek, mü'minlere karşı merhametli ve şefkatli..." makamlarının, faziletlerinin ve şereflerinin çok yüce olduğuna delâlet eder. Bu da onların, aslında zelil olduklarından dolayı değil, aksine bu tezellülün kendi makamlarının yüceliğine, bir de tevazu faziletini katmak istemelerinden dolayıdır. Bu kelimeler, hal olarak (......) ... (......) şeklinde nasb ile de okunmuşlardır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onlar, Allah'ın dinine yardım etmek için Allah yolunda savaşırlar ve hiç bir kınayanın kınamasından çekinmezler" buyurmuştur. Bu hususta da şu iki izah yapılabilir:

a) Bu cümlenin başındaki vâv harfi, hâl anlamını ifâde etmektedir. Çünkü münafıklar kâfirleri murakabe ediyor ve onların kınamasından daima çekiniyor, korkuyorlardı. Böylece Allah bu âyette, dinî bakımdan kuvvetli olanların, Allah'ın dinine eliyle, diliyle yardım etme hususunda, herhangi bir kınayanın kınamasından korkmayacağını beyân buyurmuştur.

b) Bu vâv atf ifâde edebilir. mâna "O mü'minlerin, başka bir maksatla değil, sırf Allah rızası için cihâd etmeleri ve Allah'ın dinine yardım hususunda kınayanların kınamasına aldırmaksızın kararlı ve tavizsiz olmaları, onların şanıdır, vasfıdır" şeklinde olur. (......) kelimesi, (......) kelimesinden "masdar-ı binâ-i merre"dir. Hem bu kelimenin hem de (......) kelimesinin nekire (belirsiz) getirilmesi mübalağa mânasını ifâde etmeleri içindir. Buna göre sanki "Onlar, kınayanlardan hiç birinin kınamasından kesinlik ve katiyyetle korkmazlar" demektir.

Daha sonra Allah, "Bu, Allah'ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir" buyurmuştur. Buna göre "bu" kelimesi, mü'minlerin daha önce muhabbet, zillet, izzet, mücâhede ve hiç kimsenin kınamasından korkmama gibi niteliklerle vasfedilmelerine işarettir. Böylece Cenâb-ı Hak, bütün bunların kendi fazlı ve insanıyla meydana gelmiş bir vasıf olduğunu beyan buyurmuştur. İşte bu ifâde de, kulların taatlarım Allah'ın yarattığı hususunda sarîh bir ifâdedir. Mutezile bu ifâdeyi, "lütuf fiilleri" mânasına hamletmiştir ki, bu uzak bir ihtimaldir. Zira, lütuf fiilleri herkes hakkında umûmîdir. Binâenaleyh, buradaki tahsisin yeni bir mâna ifâde etmesi gerekir.

Daha sonra Allah "Allah (ihsanı) geniş ve alimdir" buyurmuştur ki, bu ifâdedeki vâsi' kelimesi, O'nun kudretinin mükemmel oluşuna; alîm tabiri de ilminin mükemmel oluşuna bir işarettir. Cenâb-ı Hak, "vasıfları şöyle şöyle olan bir topluluk getireceğini..." haber verince, bunu, kudretinin mükemmelliği ile ve dolayısıyla, bu vaadini yerine getirmekten aciz olmayacağı; ilminin mükemmelliği ile ve böylece de haberlerine ve vaadlerine bir hulfün girmesinin imkânsız olduğı gerçeği ile te'yid etmiştir.

Müminler Yalnız Allah'ı, Peygamberi ve Mü'minleri Veli Edinirler

55

"Sizin velîniz ancak Allah'tır, Onun peygamberidir, Allah'ın emirlerine boyun eğici olarak namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren o mü'minlerdir".

Âyetin, daha önceki âyetlerle münasebeti şudur: Allahü teâlâ, geçen âyetlerde, kâfirleri velî edinmeyi yasaklayınca, bu âyette de, dost edinmeleri vacip olan kimseleri dost edinmeyi emrederek, Sizin veliniz ancak Allah'tır, Onun peygamberidir ve o müminlerdir buyurmuştur. Yani, Bu mezkûr sıfatlarla tavsif edilen mü'minler demektir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve...o müminler" ifadesiyle ilgili şu iki görüş ileri sürülmüştür:

Bu Âyetin Genel Olduğunu Söyleyenler

Birinci Görüş: Bu sözle bütün mü'minler kastedilmiştir. Bu böyledir, zira Ubâde İbnu's-Samit yahudilerden ayrılıp, "Ben, Kurayza ve Nadîr'in müttefiği olmaktan çıkıyor, Allah ve Resulüne dönerek, Allah ve Resulünü velî ediniyorum" deyince, işte bu âyet, O'nun sözüne uygun ve muvafık olarak nazil olmuştur.

Yine rivayet olunduğuna göre Abdullah İbn Selâm, "Ya Resûlullah, kavmimiz bizi terketti ve bizimle oturup kalkmamaya yemin ettiler. Biz ise, yerleri uzak olduğu için, senin ashabınla bir arada bulunup, onlarla oturup kalkamıyoruz" deyince, işte bu âyet nazil olmuştur. Böylece Abdullah İbn Selâm: "Biz Allah'ı, resûlullah'ı ve müminleri dost edinmeye razı olduk, bundan hoşnutluk duyduk" demiştir. Buna göre de âyet, bütün müminler hakkında umumidir. Binâenaleyh, mümin olan herkes bütün mü'minlerin dostudur. Bunun bir benzeri de, "Mümin erkekler de mümin kadınlar daherbirinin velîsidirler" (Tevbe.71) âyetidir Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "namazı dosdoğru Kılan, zekâtı veren..." buyruğu, bütün müminlerin sıfatıdır. Bu sıfatların burada zikredilmesinden maksat, müminleri münafıklardan ayırmaktır. Çünkü o münafıklar da iman ettiklerini iddia ediyorlar ve fakat namaz kılmaya ve zekât vermeye devam etmiyorlardı.. Cenâb-ı Hak, onların namazlarını tavsif ederken, "Namaza ancak üşene üşene gelirler..." (Tevbe. 54) ve "Onlar namaza kalktıkları vakit üşene üşene kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar" (Nisa, 142) buyurmuş; zekâtlarını tavsif ederken de, "... hayra, (mala) karşı pek düşkün adamlar tavrıyle..." (Ahzâp, 19) demiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ın emirlerine boyun eğici oldukları halde" ifadesine gelince, bu görüşe göre, bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

1) Ebu Müslim şöyle demiştir: Burada geçen rukûdan maksat, hudû yani, boyun eğmedir. Yani, "Onlar, Allah'ın bütün emir ve yasaklarına boyun eğip hudû içinde olarak namazlarını kılar, zekâtlarını verirler..." demektir.

2) Bu tabirden maksat, "Namaz kılmak onların şiarıdır ve şanındandır..." demektir. Burada "rükû" böyle olanları teşrif için, "rüku edenlerle birlikte rükû edin..." (Bakara. 44) buyruğu gibidir.

3) Bazı kimseler de şöyle demiştir: "Bu âyet indiği zaman, Hazret-i Peygamber'in ashabı, âyette bahsedilen sıfatlar hususunda farklı durumlarda idiler.. Meselâ onlardan bir kısmı namazını bitirmişti; bir kısmı malını fakire vermişti.. Bir kısmı da, henüz namazda ve rükû halindeydi... İşte onlar bu sıfatlar konusunda farklı farklı olunca, şüphesiz Allahü Teâlâ da bu sıfatları zikretmiştir.

Bu Âyetten Muayyen Bir Kişinin Kastedildiğini Söyleyenler

İkinci Görüş: Bu âyet ile muayyen bir şahıs kastedilmiştir. Buna göre bu hususta şu görüşler ileri sürülmüştür:

a) İkrime bu âyetin Hazret-i Ebû Bekr (radıyallahü anh) hakkında nazil olduğunu söylemiştir.

b) Atâ, îbn Abbas'dan, bu âyetin Ali İbn Ebî Talip (radıyallahü anh) hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Rivayet olunduğuna göre Abdullah İbn Selâm şöyle demiştir: "Bu âyet nazil olunca, "Ya Resûlallah, ben Ali'yi, rükûda iken, yüzüğünü bir fakire tasadduk ederken gördüm.. Onun için onu biz dost ediniriz.." dedim.. Ebu Zerr (radıyallahü anh)'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir gün, Allah'ın Resûlüyle beraber öğlen namazını kılıyordum. Derken bir dilenci, mescidde bir şeyler istedi. Ama ona hiç kimse bir şey vermedi. Bunun üzerine dilenci elini göğe doğru kaldırarak, "Allah'ım şahid ol! Ben Resûlullah'ın mescidinde bir şeyler istedim de, hiç kimse bana bir şey vermedi.." dedi. Hazret-i Ali de, rükû halindeydi. Bunun üzerine o dilenciye, serçe parmağını gösterdi. O parmağında bir yüzük vardı.. Bunun üzerine dilenci Hazret-i Ali'ye doğru yönelerek, Hazret-i Peygamber'in gözü önünde yüzüğü aldı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, "Allah'ım, kardeşim Musa, senden dilekte bulunarak "Rabbim, benim göğsüme genişlik ver.. ... onu işimde ortak kıl.." dedi" (Tahâ. 25-32) demişti; sen de. "Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve size öyle bir satvet vereceğiz ki..." (Kasas. 35) buyuran âyetini indirmiştin... Allah'ım senin nebin ve safiyyin, seçkin kulun olan Muhammed, diyorum ki: 'Benim göğsüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Bana, ehlimden Ali'yi vezir yap.. Onunla sırtımı kuvvetlendir!.." demiştir. Ebû Zerr şöyle demektedir: Allah'ın Resulü, sözünü henüz tamamlamamıştı ki, Cibril inerek, "Ey Muhammedr "Sizin dostunuz, ancak Allah'tır âyetini oku!." dedi. İşte bu meselede rivayetlerle ilgili hususun tamamı bundan ibarettir.

Bu Âyetin Hazret-i Alinin Halifeliğine İşaret Ettiği İddiası

Şiâ şöyle demektedir: "Bu âyet, Allah'ın Resulünden sonra halife olacak şahsın, Ali İbn Ebi Talip olduğuna delâlet etmektedir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Bu âyet, burada işaret bahsedilenlerle muradın, bir İmam olduğunu göstermektedir. Her ne zaman durum böyle olursa bu imamın, halifenin Ali İbn Ebi Talip olması gerekir."

Birinci makamın (mukaddimenin) beyânı şudur: Arapça'da, velî kelimesi, bazan "yardımcı" ve muhib, "seven" anlamına gelir. Bu, tıpkı "mümin erkeklerde, mümin kadınlar da birbirinin dostlarıdır " (Tevbe, 71) âyetinde olduğu gibidir. Bazan da bu "tasarruf eden" anlamına gelir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hangi kadın velisinin İzni olmaksızın evlenirse (nikâhı bâtıldır) Ebu Dâvûd, Nikah, 19 (2/229); Darimî. Nikah, 11 (2/137). buyurmuştur. Buna göre biz deriz ki, burada şu iki açıklama yapılabilir:

a) "Velî" lafzı bu iki mânaya gelmektedir. Halbuki, Allah hangi mânayı murad ettiğini belirlememiştir. Bu iki mâna arasında bir zıdlık da yoktur. Öyleyse, lafa bu iki mânaya da hamletmek gerekir. Bu sebeple âyetin delâleti, bu âyette zikredilen mü'minlerin ümmet hakkında tasarruf sahibi olduklarını gösterir.

b) Şöyle de diyebiliriz: Bu âyette geçen "velî" lafzının, "nasîr-yardımcı" mânasında olması caiz değildir. Binâenaleyh bunun, "mutasarrıf" mânasında olması gerekir. Biz, bu kelimenin "nasır" mânasında olmasının caiz olmadığını söyledik. Çünkü, bu âyette zikredilen "velayet", (......) kelimesinin zikredilmiş olmasının delaletiyle, bütün mü'minleri içine alan ârnm bir lafız değildir. Çünkü (......) kelimesi "hasr" için kullanılır. Bu, tıpkı "Allah, ancak bir tek Tanrıdır" (Nisa, 171) ayeti gibidir. Haibuki, "nustet", "yardım etmek" anlamına gelen "velayet" kelimesi umumîdir; zira Allah "mümin erkeklerde, mü'min kadınlarda birbirinin velileridir" (Tevbe, 71) buyurmuştur. Bu da, bu âyette zikredilen "velâyet"in "nusret" -yardım etmek- mânasında olmadığına kesin olarak hükmetmeyi gerektirir. Buradaki velayet, dostluk, "nusret" -yardım etmek- mânasında olmayınca, tasarruf etmek mânasında olur. Çünkü "velâyet"in bu iki mânadan başka bir mânası yoktur. Buna göre âyetin takdiri, "Ey mü'minler, sizde tasarruf sahibi olan ancak Allah, Resûlullah ve şu şu sıfatlarla vasfedilmiş mü'minlerdir" şeklinde olur. Bu da, bu âyette zikredilen sıfatlarla mevsuf olan mü'minlerin, bütün ümmet hakkında tasarruf sahibi olmalarını gerektirir. Halbuki imamın, (halifenin) bütün ümmet hakkında tasarruf sahibi olan bir İnsan olmaktan başka bir anlamı yoktur. Binâenaleyh şu zikrettiklerimizle, bu âyetin içinde zikredilen şahsın ümmetin imamı olması gerektiğine delâleti kesinleşir."

İkinci makamın (mukaddimenin) beyânı: Zikrettiğimiz şeyler sabit olunca, bu insanın, Ali İbn Ebî Talip olması gerekir. Bunu şu bakımlardan izah edebiliriz:

1) Bu âyetle bir şahsın imamlığını, halifeliğini kabul eden herkes, bu şahsın Hazret-i Ali olduğunu söyler. Daha önce de belirttiğimiz hususlarla, âyetin bir şahsın halifeliğine delâlet ettiği sabit olmuştur. Binâenaleyh, bir farkın bulunduğunu söyleyen kimsenin bulunmaması sebebiyle, o şahsın Hazret-i Ali olması gerekir.

2)Bu âyetin, Hazret-i Ati hakkında nazil olduğu hususunda, birbirini teyid eden rivayetler bulunmaktadır. Binâenaleyh, bu âyetin Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) hakkında nazil olduğunu söyleyen görüşü benimsemek mümkün değildir. Çünkü bu âyet, Hazret-i Ebû Bekir hakkında nazil olmuş olsaydı, bu onun imametine delâlet ederdi. Halbuki ümmet-i Muhammed, bu âyetin onun imametine delâlet etmediği hususunda ittifak etmişlerdir. Böylece de bu görüş bâtıl olmuş olur.

3) Cenab-ı Hakk'ın tabirini önce geçmiş olana atfetmek caiz değildir. Çünkü, namazdan daha önce bahsedilmişti.. Namaz ise, rükûyu da içine alan bir ibâdettir. Böylece rükûun yeniden zikredilmiş olması bir tekrar olur. Bu sebeple, bu cümleyi hâl olarak kabul etmek vacip olur. Yani, "Onlar rükû ederken de zekâtlarını verirler..." demektir. Halbuki ulemâ, rükû halinde iken zekât vermenin, ancak Hazret-i Ali hakkında söz konusu olduğunda ittifak etmişlerdir. Öyleyse, bu âyet ona has olmuş ve izah ettiğimiz şekilde de, onun imametine delâlet etmiş olur. İşte Şia'nın, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin halifeliği hususunda bu âyetle istidlal ederken söylediklerinin tamamı bundan ibarettir..

Şiânın Mezkûr İddiasına Cevap

Cevap: "Velî" lafzını, aynı anda, hem "yardımda", hem de "tasarrufta bulunan" kimse anlamına almak caiz değildir. Zira usûl-i fıkıhta, müşterek bir lafzı aynı anda iki mânasına birden hamletmenin caiz olmayacağı kaidesi bulunmaktadır. İkinci makamın cevâbına gelince biz deriz ki, bu âyette geçen "velî" lafzından "yardımcı" ve "seven" mânasının murad edilmesi niçin caiz olmasın? Halbuki biz, velî lafzının bu mânaya alınmasının, mutasarrıf mânasına alınmasından daha münasip olduğuna dair deliller getirip, daha sonra da onların söylediklerine cevap vererek şöyle diyoruz: "Velî" lafzının, nasır "yardımcı" mânasına hamledilmesinin daha münasip ve yerinde olduğuna şu hususlar da delâlet etmektedir:

1) Âyetin, hem öncesine hem de sonrasına ancak bu mâna uygun düşmektedir. Bu mânanın, âyetin öncesine uygun düşmesi şu şekildedir: Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, yahudileri de hristiyanları da dost edinmeyin..." (Mâide, 51)buyurmuştur. Bu âyet ile O, "Yahudi ve hristiyanları, gerek canlarınız gerekse mallarınız hususunda tasarrufta bulunan imamlar edinmeyin..." mânasını kastetmemiştir. Çünkü böyle bir mânanın bâtıl oluşu, neredeyse zarurî olarak bilinen bir husustur. Aksine bu âyetle "Yahudi ve hristiyanları birer dost ve yardımcı edinmeyiniz.. Onlarla içli dışlı olmayınız ve onlarla, birbirinize destek ve yardim sağlamayınız" mânasını murad etmiştir. Sonra Allah bunu iyice yasaklamak üzere "Sizin dostunuz ancak Allah'tır, Onun peygamberidir, şöyle şöyle vasfedilen mû'minlerdir..." buyurmuştur. Görünen odur ki, bu âyette emredilen "velayet", önceki âyette nehyedilen "velayet"in aynısıdır. Önceki âyette yasaklanan velayet, nusret (yardım) mânasındaki velayet olunca, bu âyette emredilenin de yine nusret mânasındaki velayet olur.

Bu mânanın âyetin sonrasına uygun düşmesi ise şöyledir: Hak teâlâ, "Ey iman edenler, sizden evvel kendilerine kitap verilenlerle kâfirlerden dininizi bir eğlence ve bir oyun tutanları, veliler, dostlar edinmeyin. Allah'dan ittikâ edin eğer inanmış kimselerseniz" (Mâıde. 57) buyurmuş ve böylece yahudî, hristiyan ve kâfirleri dost edinme yasağını tekrar etmiştir. Hiç şüphesiz burada nehyedilen "velayet" (dostluk) de, yardım etme (nusret) manasınadır. Şu halde âyetteki, "sizin dostunuz ancak Allah'dır" ifâdesindeki dostluğun (velayetin) de, nusret mânasına olması gerekir. Taassubu bırakıp âyetin önünü, sonunu hesaba katıp, insafla düşünen herkes, bu âyetteki "velayetin" (dostluğun), sadece yardımcı olan ve seven mânasında bir dostluk olduğunu, "imamet" mânasına gelmesinin mümkün olmadığını açıkça anlar. Çünkü bu, aynı maksad için söylenmiş iki söz arasına farklı bir sözü sokma olur. Böyle olması ise son derece tutuk ve düşük bir ifâde olur. Halbuki Allah'ın kelamını böylesi şeyden tenzîh etmek vaciptir.

2) Şayet biz, velayeti tasarruf ve imamet mânasına alırsak, âyette bahsedilen mü'minlerin, bu âyet nazil olurken, Allah'ın dostları (velileri) olarak tavsif edilmemiş olmaları gerekir. Çünkü Hazret-i Ali (k.v)'nin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken tasarrufu (imameti) geçerli değildi. Halbuki âyet, mü'minlerin o anda da Allah'ın dostları (velîleri) olduklarını göstermektedir. Ama biz bu velayeti (dostluğu) sevgi ve yardım etme mânasına alırsak, âyette bahsedilen velayet, o anda da mevcut olmuş olur. Böylece velayeti sevgi ve yardım mânasına almanın tasarruf (imamet) mânasına almaktan daha münasip olduğu kesinleşir. Söyleyeceğimiz şu husus da bunu kuvvetlendirir: Allahü teâlâ, mü'minlerin, yahûdi ve hristiyanları dost (velî) edinmelerini yasaklamış, sonra da mü'minlere yine mü'minleri dost edinmelerini emretmiştir. Binâenaleyh olumlu (emir) ve olumsuz (nehiy) cümlelerinin, aynı şey hakkında olabilmeleri için, mutlaka mü'minleri dost edinmenin o anda mevcut olması gerekir. "Tasarruf" mânasına olan velayet, o anda imkânsız olduğuna göre, âyeti de bu mânaya hamletmek imkânsızdır

3) Allahü teâlâ, bu âyette bahsedilen mü'minleri, âyette yedi yerde cemî olarak getirmiştir: Cemî lâfızları, her ne kadar ta'zim (yüceltme) üslûbu ile tek kişi hakkında kullanılabilir ise de, böyle bir kullanış hakîkat değil, mecaz olur. Halbuki sözde aslolan, sözü hakîkî mânasına hamletmektir.

4) Biz, çok açık ve net delillerle, Hak teâlâ'nın 'Ey imân edenler, içinizden kim dininden dönerse..." (Maide, 54) âyetinin, Hazret-i Ebû Bekr (radıyallahü anh)'in imametinin sahîh olduğunu gösteren en güçlü delillerden biri olduğunu açıklamıştık. Binâenaleyh eğer bu âyetde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sonra ilk olarak Hazret-i Ali'nin imametinin sahîh olduğuna delâlet eder ise, iki âyet arasında bir tezad olur ki, bu yanlıştır. Dolayısıyla bu âyette Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sonra ilk olarak halife olacak olanın Hazret-i Ali (radıyallahü anh) olacağına bir delâletin bulunmadığına kesinkes hükmetmek gerekir.

5) Hazret-i Ali (k.v), Kur'ân'ın tefsirini, şu Râfizîlerden (Şia'dan) daha iyi biliyordu. Binâenaleyh eğer bu âyet, kendisinin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sonra ilk halife olacağına delâlet etseydi, o bunu her toplulukta delil olarak getirirdi. Şia, "Hazret-i Ali, bunu takiyye yaptığı için söylememiştir" de diyemez. Çünkü onlar, Hazret-i Ali'nin, (Hazret-i Ebû Bekir'in seçildiği) şûranın yapıldığı gün, "Gadir hadîsi "mübâhale hadisi" ve bütün fazilet ve menkıbeleri ile istidlal ettiğini nakletmişlerdir. Halbuki o, imametini isbat için bu âyete kesinlikle tutunmamıştır. İşte bu da, (Allah'ın laneti üzerlerine olasıca) Râfizîlerin bu görüşlerinin düştüğünü kesin olarak söylemeye götürür.

6) Farzet ki bu âyet, Hazret-i Ali'nin hilâfetine delâlet ediyor. Fakat biz, bu âyet indiği esnada, Hazret-i Ali için böyle bir imametin söz konusu olmadığı noktasında anlaşıyoruz. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken, Hazret-i Ali (k.v)'nin ümmet üzerinde tasarrufta bulunması geçerli olamazdı. Binâenaleyh geriye, âyetin Hazret-i Ali'nin daha sonra imam (devlet başkanı) olacağına delâlet etmesi ihtimali kalır. Râfizîler ne zaman bunu savunup ileri sürerler ise, biz de bunu kabul eder ve bunu, Hazret-i Ali'nin halifeliğinin Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman (radıyallahü anh)'ın halifeliklerinden sonra olacağı mânasına alırız. Çünkü âyette, Hazret-i Ali'nin halifeliğinin zamanını gösteren bir ifade yoktur.

İmdi eğer onlar, "Ümmet, bu âyet hakkında iki görüş belirtmiştir. Bir kısmı, bu âyetin Hazret-i Alî'nin halifeliğine delâlet etmediğini söylerlerken; bir kısmı da bunun, onun halifeliğine delâlet ettiği"' söylemişlerdir. Bunun Hazret-i Ali'nin halifeliğine delâlet ettiğini söyleyen herkes, "Bu, Hazret-i Ali'nin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hemen peşisıra halife olması gerekdiğine delâlet ediyor" demiş olur. Dolayısıyla âyetin, bunun dışında bir şekilde Hazret-i Ali'nin halifeliğine delâlet ettiğini söylemek, âyet hakkında söylenmiş üçüncü bir görüş olur" derlerse, biz deriz ki: "Bu, yanlıştır. Çünkü buna karşı şöyle diyerek cevap veririz: "Ümmet içinde böyle birşey söyleyen hiç kimsenin olmadığını size kim söyledi? Çünkü mâna muhtemeldir, hatta açık bir mânadır En bu âyeti, Hazret-i Ali'nin imametine (hilâfetine) birileri delil getirdiğinden beri. birisi bu istidlal karşısında geçen soruyu devamlı olarak soran kimse eksik olmamıştır. Binaenaleyh bu muhtemel mâna ile, bu soru, bu istidlalin yapıldığı günden beri birbirinden ayrılmamışlardır.

7) Âyetteki, "Sizin dostunuz ancak Allah'tır, O'nun peygamberidir." ifâdesi, hiç şüphesiz Ümmet-i İslam'a bir hitaptır. Ümmet-i Muhammed, kendileri üzerinde tasarruf sahibinin Allah ve Resûlullah olduğunu kesin olarak kabul etmişlerdir. Cenâb-ı Allah bu ifâdeyi, mü'minlerin gönüllerini hoşnud etmek ve kâfirleri ne dost ne de yardımcı edinmeye ihtiyaçları olmadığını bildirmek için zikretmiştir. Zira, yardımcısı Allah ve Resulü olanın, yahudî ve hristiyanları sevmeye ve onlardan yardım istemeye ne ihtiyacı olabilir? Durum böyle olunca, "Sizin dostunuz ancak Allah'tır, Onun peygamberidir" âyeti ile, nusret ve sevgi mânasına gelen velayet (dostluk) kastedilmiş olur. Şüphesiz ki "velî(dost)" kelimesi âyette bir defa geçmiştir.Binaenaleyh bununla burada, nusret (yardım etme) mânası kastedilince, bir de tasarruf mânasının kastedilmiş olması imkânsızdır. Zira birden çok mânaya gelen (müşterek) bir lafzın, aynı anda iki değişik mânasında kullanılmasının caiz olmayacağı sabittir.

8) Allahü teâlâ bir önceki âyette, "Kendisinin seveceği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve çetin bir kavim " (Mâide 54) diye, mü'minleri medh-ü sena etmiştir. Binâenaleyh eğer biz, "Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah'tır..." âyetindeki dostluğu (velayeti), sevgi ve yardım mânasına hamledersek, bu âyet, geçen âyetin mânasını ifâde etmiş olur ve geçen âyetteki "Allah yolunda savaşırlar" buyruğu da, bu âyetteki, "namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren..." kısmının îfâ ettiği işlevi yerine getirir. Dolayısıyla bu âyet, bir önceki âyetin mânasını te'kid eden ve ona mutabık olan bir âyet olup daha uygun olur. Böylece bütün bu vecihlerle, (izahlarla), bu âyette bahsedilen velayetin, tasarruf (imamet) mânasına değil, yardım (nusret) mânasına olması gerektiği sübût bulur.

Hasr Edatının Bazen Hasr İfâde Etmemesi

Onların, "âyette zikredilen velayet (dostluk) umumî değildir, nusret (yardım) mânasındaki velayet umumîdir" şeklinde dayandıkları izah şekline gelince, buna da iki şekilde cevap verilir:

a) Biz, âyette zikredilen velayetin umumi olmadığını ve buradaki edatının hasr için olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun delili Dünya hayatının hali, gökten indirdiğimiz bir su gibidir..." (Yunus, 24) âyetidir. Şüphe yok ki, dünya hayatıyla ilgili, bundan başka daha pek çok meseleler bulunmaktadır. Nitekim Allah, "Dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir" (Muhammed, 36) buyurmuştur. Halbuki oyun ve eğlence, dünyanın dışındaki başka şeylerde de bulunur.

b) Nusret (yardım) mânasına olan velayetin, bütün mü'minler hakkında umumî olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun izahı şudur: Allahü teâlâ, mü'minlerı iki kısma ayırmıştır:

1) Kendisine velayet edilenler ki, işte bunlar Cenâb-ı Hakk'ın "Sizin dostunuz ancak Allah'tır" sözüne muhatap olanlardır.

2) Velîler ki bunlar da, Allah'ın emirlerine boyun eğici olarak namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren mü'minlerdir. Biz buradaki velayeti nusret mânasına alırsak, mâna, "Allah bu iki kısımdan birini diğeri için yardımcılar kıldı" şeklinde olur. Halbuki, diğer kısmın yardımı, bütün mü'minler için söz konusu değildir. Eğer bu böyle olsaydı, o zaman, yardım gören tarafın kendi kendilerine yardım etmiş olmaları gerekirdi ki, bu imkânsızdır. Böylece, ümmetin iki kısmından birinin yardımının, bütün ümmet için söz konusu olmayıp, aksine bunun ümmetin diğer kısmına has olduğu kesinleşmiş olur. Binâenaleyh, bu âyette zikredilen velayetin hususi olmasından, onun nusret mânasına gelmemesi gerekmez. Bu, hakkında mutlaka düşünülmesi gereken, güzel ve ince bir cevaptır.

Şiânın, bu âyetin Hazret-i Ali hakkında nazil olduğuna dair istidlalleri de kabul edilemez. Zira biz, müfessirlerin ekserisinin bu âyetin bütün ümmet hakkında olduğunu belirttiklerini beyân etmiştik. Buna göre bu âyetten maksat, "Allahü teâlâ'nın müslümanlara, müslümanlardan başka hiç kimseyi dost ve yardımcı edinmemelerini" emretmesıdir. Müfessirlerden, bu âyetin Hazret-i Ebû Bekr hakkında olduğunu söyleyenler de vardır.

Onların, bu âyetin rükû halindeyken zekâtını veren kimseye mahsus olup o şahsın da Ali İbn Ebî Talip olduğu şeklindeki istidlallerine gelince, biz deriz ki, bu da birkaç yönden zayıftır:

a) Zekât, nafile olanın değil, farz olan mali ibâdetin adıdır. Bunun delili "ve zekâtı veriniz..." (Bakara, 43) âyetidir. Binâenaleyh şayet Hazret-i Ali, farz olan zekâtını rükû halindeyken vermiş olsa, o zaman mutlaka o, farz olan zekâtını, vacip olduğu ilk vakitten sonraya bırakmış olurdu ki, böyle bir durum ulemânın ekserisine göre masiyet kabul edilmiş olup, bunun ise Hazret-i Ali'ye isnâd edilmesi caiz değildir. Zekâtı, nafile olan sadaka mânasına hamletmek de, aslolanın hitâfınadır. Zira biz, "zekâtı veriniz" (Bakara, 43) buyruğunun zahirinin, zekât dan herşeyin farz olduğuna delâlet ettiğini beyân etmiştik.

b) Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye layık olan, namazda iken sadece, bütün kalbiyle Allah'ı zikre gark olmuş olmasıdır. Böyle olan kimsenin zahirî durumu onun, başkasının sözünü dinlemeye ve onu anlamaya yönelmemesini iktiza eder.. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Onlar ayakta iken, otururken, yanlan üstünde iken Allah'ı hatırlayıp anarlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden İnceye düşünürler" (Al-i imran. 191) buyurmuştur. Kalbi bu denli tefekküre dalan kimse, başkasının sözünü dinlemeye nasıl vakit bulabilir?.

c) Namazda iken, fakire yüzüğünü vermek, "amel-i kesir"dir. Halbuki, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin şanına yakışan, böyle yapmamasıdır.

d) Meşhur ve yaygın olan, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)nin fakir oluşu ve kendisinin, zekât farz olacak kadar malının olmadığıdır. İşte bundan dolayı âlimler, "Hazret-i Ali üç çörek verdiğinde, hakkında Dehr sûresinin nazil olduğunu" söylemişlerdir. Bu ise, ancak Hazret-i Ali'nin fakir olması halinde söz konusu olabilir. Ama kendisinde zekâtın farz olacağı kadar bir malı bulunan kimsenin, üç çörek vermesinden dolayı, o sûrede zikredilen bu büyük övgüye müstehak olması imkânsız olur. Onun kendisinde zekâtın farz olacağı kadar bir malı olmadığına göre, Hak teâlâ'nın, "Allah'ın emirlerine boyun eğici olarak... zekâtı veren..." ifâdesinin, Hazret-i Ali hakkında olduğunu söylemek imkânsız olur.

e) Farzedelim ki, bu âyetle Hazret-i Ali İbn Ebi Talip murad edilmiş olsun.. Ancak ne var ki bu âyetle istidlal, âyette geçen "velî" kelimesiyle murad "yardım eden", "seven" mânası değil, tasarrufta bulunan mânası olduğu zaman ancak tamam olur.. Bu husustaki sözümüz ise, daha önce geçmişti.

Üçüncü Mesele

Bil ki, Hak teâlâ'nın "Allah'ın emirlerine boyun eğici olarak... zekâtı veren..." ifâdesinden kastedilenlerin, "rükû halinde iken zekâtlarını veren kimseler olduğunu" söyleyenler, bu âyetle amel-i kalîlin namazı bozmayacağı hususunda istidlal etmişlerdir. Çünkü bu kimse, namazda iken zekâtını dilenciye vermiştir. Şüphesiz ki bu kimse, namazda iken zekât vermeye niyet etmiştir. Böylece bu, bu tür amellerin namazı bozmayacağına delâlet etmiş olur. Geriye, âyette ilgili şu iki soru kalmıştır:

Birinci Soru: Âyette zikredilenler, Allah, Resûlullah ve müminlerdir. O hâlde daha niçin Cenâb-ı Hak, "sizin dostunuz ancak..." yerine, "sizin dostlarınız ancak..." dememiştir?

Cevap: Sözün aslı, "Sizin dostunuz ancak Allah'tır" şeklindedir. Böylece Allah'ın dostluğu asıl kılınmış oldu. Sonra da, Allah'ın bu dostluğu ipine ikinci derecede olarak Resûlullah'ın ve mü'minlerin dostluğu da dizilmiştir. Şayet "Sizin dostlarınız ancak Allah, Resulü ve iman etmiş olanlardır.." denilmiş olsaydı o zaman bu ifâdede aslolan ve asla tâbi olanlar belirtilmemiş olurdu. Abdullah İbn Mesûd, bu ifâdeyi "Sizin mevlanız ancak..." şeklinde okumuştur.

İkinci Soru: "ki onlar namazı ikâme ederler..." ifâdesinin i'râbtaki mahalli nedir?

Cevap: Bu, sözünden bedel olarak, mahallen merfûdur. Veyahut da kelâmın takdirinin "Onlar, namazı ikame edenlerdir.." şeklinde olması da söylenebilir. Veya bu ifâde, medh üzerine mansûbtur. Burada, bu ifâdenin getirilmesinden maksat ise, samimi ve ihlaslı olan mü'minleri, iman ettiğini iddia edip de münafık olan kimselerden ayırdetmektir. Çünkü bu ihlas, o kimsenin ancak rükû halinde iken, yani hudû ve huşu ile yalnız Allah'a yönelme halindeyken namazına devam etmiş olmasıyla bilinir.

Allah ve Resulünün Himayesine Girenler Galipdirler

Daha sonra Cenâb-ı Hak:

56

"Kim Allah'ı, Peygamberi ve iman edenleri velî edinir (ve yardımcıları olursa) hiç şüphe yok ki, galip gelecek olanlar, Allah'ın cemaatinin ta kendileridir"

buyurmuştur. Bu âyet-i kerime ile ilgili iki mesele vardır:

Hizbullah'ın Manası

Arapça'da hizb kelimesi, kişinin kendi görüşünde olan arkadaşlarının meydana getirdiği topluluktur. Bunlar, kendilerine zor gelen bir işten dolayı, bir araya gelmiş topluluktur. Müfessirler bu tabiri çeşitli şekillerde tefsir etmişlerdir. Meselâ Hatan el-Basri, "Allah'ın ordusu"; Ebu Revk, "Allah'ın vefîteri"; Ebû'l-Âliye, "Allah'ın taraftarları" mânalarını vermişlerdir. Bazıları da bu tabire, "Allah'ın yardımcıları" anlamını vermişlerdir. Ahfeş, "Hizbullah, "Allah'ın dinini din olarak benimseyen, O'na itaat eden ve Allah'ın da kendilerine yardım etmiş olduğu kimselerdir" demiştir.

İkinci Mesele

Allah'ın buyruğu haber yerinde kullanılmış bir cümledir. Mübtedâya ait rabıta zamiri de, malum olduğu için zikredilmemiştir. Haberin takdiri ise, "Allah'ın ordusundan ve yardımcılarından olduğu için, o kimseler galiptirler" şeklindedir.

Dininizle Alay Edenleri Dost Edinmeyin

57

"Ey iman edenler, sizden önce kendilerine kitap verilenlerle, kâfirlerden dininizi bir eğlence ve oyun tutanları dostlar edinmeyin. Allah'tan korkun, eğer inanmış kimselerseniz...".

Bil ki Allahü teâlâ, önceki âyette yahudi ve hristiyanları dost edinmeyi yasaklamış ve bu sözü de, bunu izah için sevketmiştir. Daha sonra da burada, bütün kâfirleri dost edinmeyi yasaklayan umumî bir nehy zikretmiştir ki, işte bu da bu âyettir. Bu hitapta ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebû Amr ve Kisaî, "kâfirler" lafzını, Cenâb-ı Hakk'ın "kendilerine kitap verilenlerden.... " (......) ifâdesine atfederek cerr ile okumuşlardır ki, kelamın takdiri (......) şeklindedir... Diğer kıraat imamları da, ifadesine atfederek, nasb ile okumuşlardır ki, bu kıraate göre kelâmın takdiri ise, "kâfirleri de (dost edinmeyin)" şeklinde olur.

İknici Mesele

Denildiğine göre, Rıfae Ibn Zeyd ile Süveyd İbnu'l-Hare, önce iman izhar etmişler, sonra da münafık olmuşlardı.

Müslümanlardan bir grup kimse de onları seviyor, onlara muhabbet besliyordu. İste, onlan seven müslümanlar hakkında Allah bu âyeti indirdi.

Ehl-i Kitap İle Öteki Kafirlerin Farkı

Bu âyet, ehl-i kitabın, kâfirlerden ayrı tutulmasını iktizâ eder. Çünkü atıf, başkalığı (muğayerek)'i gerektirir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerine kitap verilen kâfirler... " (Beyyine, 1) ifâdesi, ehl-i kitabın kâfir oldukları hususunda açık bir ifâdedir. Bu iki sözü uzlaştırmanın yolu ise şudur: Müşriklerin küfrü daha şiddetli ve daha büyüktür. İşte bundan dolayı biz, "küfür" ismini hasseten müşriklere tahsis ediyoruz.. Allah en iyi bilendir.

Dördüncü Mesele

Onların, din ile oynamalarının ve istihza etmelerinin mânası, kalben küfürde ısrar ettikleri halde, dilleriyle İslâm olmuş görünmeleridir.. Bunun bir benzeri de, Bakara süresindeki,

"Onlar iman edenlere rastladıkları zaman, "İnandık" derler. Şeytanlarıyla baş başa kalınca ise, "Emin olun, biz sizinle beraberiz. Biz ancak istihza edicileriz" derler" (Bakara, 14) âyetidir. Buna göre ifâdenin mânası, "Âyette bahsedilenler, sizin dininizi alay ve eğlenceye alınca, sizin onları birer dost, yardımcı ve ahbap edinmemeniz gerekir. Çünkü böyle bir durum, aklın almadığı ve kişiliğin kabul etmeyeceği bir iştir" şeklinde olur.

Kâfirlerin Ezanla Alay Etmeleri

58

"Birbirinizi namaza çağırdığınız zaman, (onlar) onu bir eğlence ve bir oyun edinirler. Bu, kendilerinin hakikaten akıllarını kullanmayan bir kavim olmalarındandır".

Cenâb-ı Allah, bir önceki âyette onların, müslümanların dinini oyun ve eğlence edindiklerinden bahsedince, bu âyette de, onların bu dini oyun ve eğlence edinmelerinin bir şeklini zikrederek, "Birbirinizi namaza çağırdığınız zaman, (onlar) onu, bir eğlence ve bir oyun edinirler" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyette gecen (......) kelimesindeki mef'ûl zamiri, ya daha önce geçen salât'a (namaza), ya da "çağırdığınız zaman" fiilinin masdarı olan, "münâdâ" (çağırma) kelimesine râcidir (Yani namaza çağrı olan ezanla ilgilidir).

Rivayet edildiğine göre, Medine'deki hristiyanlardan birisi, müezzinin "Eşhedü enne Muhammeden Resulullah "Şehadet ederim ki, Muhammed Allah'ın Resulüdür dediğini duyduğunda, "Ben bu yalancıyı yakacağım" derdi. Derken bir gece hizmetçisi elinde yanan birşeyle onun evine girdi ve o ateşten bir kıvılcım eve sıçradı. O adam böylece evi ve ailesi ile birlikte yanıp kül oldu.

Yine rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in müezzini, namaz için ezan okuyunca, müslümanlar kalkar namaza giderlerdi. Bunun üzerine yahûdîler, "kalktılar kalkmaz olasıcalar; kıldılar, kılmaz olasıcalar!" diyerek alay ederlerdi.

Şu da rivayet edilmiştir: Müslümanlar namaz kılmaya kalktıklarında münafıklar halkı namazdan soğutmak için gülerlerdi.

Yine şu da rivayet edilmiştir: Onlar, "Ey Muhammed, daha öncekilerde duyulup görülmeyen bir bid'at çıkardın. Eğer sen peygamber isen, şüphesiz ki icâd ettiğin bu işte, bütün peygamberlere muhalefet ettin. Binâenaleyh, kervandakilerin nida etmesi gibi, böyle nida etmen sana nerden geliyor?" dediler. İşte bunun üzerine Allah bu âyeti indirdi.

Bu Ayet Ezanın Kur'an'daki Delilidir

Âlimler, bu âyetin, ezanın sırf rüya ile değil, Kur'ân'ın nassı ile de sabit olduğunu gösterdiğini söylemişlerdir.

Üçüncü Mesele

Âyetteki "hüzüv" ve "la'b" (eğlence ve oyun) kelimeleri, iki ayrı şeydir. Çünkü müslümanlar namaza kalktıklarında, münafıklar, "Bizim yaptığımız bu amelleri, Müslümanlarla alay ve istihza etmek için yapıyoruz. Çünkü onlar, biz böyle olmadığımız halde, kendi dinlerinde olduğumuzu sanıyorlar" diyorlardı. Münafıklar bunda ne dinî, ne dünyevî bir fayda ve menfaatin olmadığına inandıkları için, "Bu, bir oyundur" derlerdi.

Daha sonra Hak teâlâ, 'Bu, kendilerinin hakikaten akıllarını kullanmayan bir kavim olmalarındandır" buyurmuştur. Yani, "Eğer onların akılları tam olsaydı, yaratan ve nimet verene ta'zim etmenin, O'na son derece hizmetin oyun ve eğlence olamayacağını, aksine kutların en güzel amelleri ve en şerefli fiilleri olduğunu bilirlerdi" demektir. İşte bundan ötürü bazı hakim kimseler, "Hareketlerin en şereflisi namaz, hareketsizliklerin en faydalısı da oruçtur" demişlerdir.

Ehl-i Kitabın Müslümanlara Karşı Duyduğu Kinin Sebebi

59

"De ki: "Ey ehl-i kitap, sizin bizden hoşlanmayışınız, ancak Allah'a, bize indirilene ve daha evvel indirilmiş olanlara imân etmemizden dolayıdır ve sizin birçoğunuz fâsıksınız".

Bil ki âyetin, kendinden öncekilerle münasebeti şu bakımdandır: Allahü teâlâ, ehl-i kitab'ın ve kâfirlerin, İslam dinini alay ve eğlenceye aldıklarını nakledince, onlara, "Sizin, bu dinden hoşlanmamanızın sebebi nedir? O dinde, alay ve eğlenceye almayı gerektiren hangi şeyi buluyorsunuz?" demiştir.

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

“Nikme” Tabirinin İzahı

Hasan el-Basrî, kâfin fethası ile kelimeyi, (......) şeklinde okumuştur ki fasîh olan, bu kelimenin kâfinkesresi ile okunmasıdır. Nitekim sen, birşeyden hoşlanmadığında, kâfin kesresi veya fethası ile, veya dersin. Müfessirler âyetteki bu ifâdeye, "Sizler ayıplamıyorsunuz", "sizler yadırgamıyorsunuz", "sizler hoşlanmıyorsunuz" mânalarını vermişlerdir. Bazı âlimler, "ikâb"a (yani cezalandırmaya) da bazan, bu kökten olan (......) kelimesinin kullanıldığını, çünkü ikâbın, hoş olmayan fiillere karşı uygulandığını söylemişlerdir. Diğer bazıları ise, birşeyi hoş karşılamayan kimsece, hoşlanmadığı o şeye karşı gösterdiği gazabın "nikme" diye adlandırıldığını, çünkü hoşlanılmayan şeye karşı gösterilen gazabın da azap mânasına geldiğini söylemişlerdir. Binâenaleyh birinci görüşe göre, "nikme" kelimesi, önce hoşlanılmayan şey mânasına vaz'edilmiş (icâd edilmiş), sonra da, hoşlanılmayan bir şey olduğu için "azap" mânasında da kullanılmıştır. İkinci görüşe göre ise, "nikme" kelimesi, önce "azap" mânasına vaz' edilmiş, sonra da, peşisıra azap geldiği için hoş karşılanmayan şeye de "nikme" denilmiştir.

İkinci Mesele

Âyetin mânası şöyledir: "Allahü teâlâ, ehl-i kitaba, "Niçin bu dini bir oyun ve eğlence ediniyorsunuz?" diyor, sonra da adetâ taaccüp ederek, "Siz bu dinde, sadece Allah'a, Hazret-i Muhammed'e indirilen kitaba ve Hazret-i Muhammed'den önce gelmiş bütün peygamberlere iman etmeyi yadırgıyorsunuz. Fakat böyle bir iman, yadırganacak birşey değildir. Mesela Allah'a iman, bütün ibadetlerin başıdır. Hazret-i Muhammed'e ve diğer bütün peygamberlere iman ise haktır, doğrudur. Zira risâlet ve nübüvvet iddiasında, bir peygamberi tasdîke götüren yol mucizedir. Sonra mucizenin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in elinde de tahakkuk ettiğini görünce, onun bir resul olduğunu ikrar etmek gerekir. Bazı peygamberleri kabul edip, bazılarını kabul etmeme hususu ise, bir tezâd teşkil edip yanlış bir yoldur. Binâenaleyh üzerinde olduğumuz şeyin bir hak dîn ve müstakim yol olduğu sabit olur. O halde siz, niçin bizim bu imanımızı yadırgıyorsunuz."

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bir kısım yahûdî, Allah'ın Resul (sallallahü aleyhi ve sellem)'üne gelip O'na, hangi peygamberlere iman ettiğini sordular. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'a bize indirilene ve Hazret-i İbrahim ile Hazret-i İsmail'e indirilene... inandık" deyip "Biz, Allah'a teslim olmuş olanlarız" diye sonuna kadar âyeti okudu. O, sözünde Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'yı da iman ettiği peygamberler arasında zikredince, onlar Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini de inkâr ederek, "Dünya ve âhirette, sizden daha nasibsiz bir dinin müntesibi ve dininizden daha şerli bir din görmedik" dediler de, bunun üzerine Cenâb-ı Allah, bu ve bundan sonraki âyeti indirdi.

Cenâb-ı Hakk'ın "ve sizin birçoğunuz fasıksınız" ifadesinde, bütün kıraat imamları ifâdenin başını elifin fethası ile (......) şeklinde okumuşlar, Nu'aym İbn Meysere ise, elifin kesresi ile, (......) şeklinde okumuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç soru vardır:

Birinci Soru: Yahudilerin ekserisi fâsık olduğu halde, müslümanlardan nasıl (niçin) hoşlanmazlar?

Buna birkaç bakımdan cevap verilir:

1) Âyetteki, "Sizin birçoğunuz fâsıksınız" ifâdesi, fâsıklığı onlara has kılmaktır. Binâenaleyh bu söz de ta'riz yolu ile müslümana, onların fâsık oldukları için tabî olmadıklarını gösterir. Buna göre mâna, "Siz, imân ettiğimiz ve sizin gibi fasık olmadığımız için bizden hoşlanmıyorsunuz" şeklinde olur.

2) Allahü teâlâ, yahûdilerin, peygamberlerin hepsine iman etmeyi yadırgadıklarını, halbuki bu imanın, kendilerinin fasıklıklarının yanında yadırganacak bir şey olmadığını, aksine fâsıklığın yadırganması gereken şeylerden olduğunu söylemiştir. Bu gibi ifâdeler, eşleştirme (terazileme, izdivaç) hususunda güzeldir. Nitekim birisi, "Sen, benim ancak iffetli, kendinin fâcir, benim zengin, kendinin fakir oluşundan hoşlanmıyorsun" der. İşte bu, mukabele (zıtları birbiriyle karşılaştırma) yoluyla, mânayı tamamladığı için güzel ve yerinde bir ifâdedir.

3) Bu ifâdenin başındaki "vâv", vâv-ı ma'iyyedir. Yani, "Sizler, birçoğunuz fasık olmanızla birlikte, (fasık olduğunuz halde), bizlerin Allah'a iman etmemizi yadırgıyorsunuz" demektir. Zira, iki hasımdan biri kötü sıfatlarla mevsuf olup, diğeri de pek çok güzel sıfat sahibi olunca, hasmının kötü sıfatlarının yanında, berikinin güzel sıfatlara sahip oluşu, hasmın kalbinde, daha çok buğz ve hasede sebebiyet verir.

4) Bu ifâdede mahzûf bir muzaf vardır ve takdiri "ve sizin, fâsık olduğunuza inanmamızdan hoşlanmıyorsunuz" şeklindedir.

5) Kelâmın takdiri "Siz, bizden ancak Allah'a... ve sizlerin çoğunuzun fâsıklar olduğunuza inanmamızdan hoşlanmıyorsunuz" şeklindedir. Yani, "Fasık olduğunuz için, bizim imanımızdan hoşlanmıyorsunuz" demektir.

6) Bunun mahzûf bir ta'lîle (sebebe) atfedilen bir ta'lil olması da caizdir. Buna göre sanki, "Siz, insafınız (vicdanınız) az olduğu için ve birçoğunuz fâsık olduğunuz için, Allah'a... imanımızı yadırgıyorsunuz" denilmiştir.

İkinci Soru: Yahudilerin hepsi fâsık ve kâfir olduğu halde, Cenâb-ı Hak niçin, onların çoğunun fâsık olduğunu söylemiştir? Buna şu iki bakımdan cevap verilir:

1) Bu, "sizin bir çoğunuz, reislik, makam, mansıb elde etmek, rüşvet almak ve krallara (idarecilere) yaklaşmak için onların yaptıklarını yapıyor ve onların dediklerini diyorsunuz. O halde sizler kendi dininizde âdil değil, fâsıksınız. Çünkü kâfir ve bid'atçılar da bazan dininden döner, bazan dininin fasıkı olur" demektir. Yahûdilerin hepsinin böyle olmadığı malumdur. İşte Cenâb-ı Hak bundan ötürü fâsıklık sıfatını onların çoğuna mahsus kılmıştır

2) Allahü teâlâ, onlardan iman edecek olanların da bu fâsıklığa dahil olacağı zannedilmesin diye, hepsinin değil, ekserisinin fâsık olduğunu söylemiştir.

Yahudilerin Lanet ve Gazaba Uğrayıp, Onlardan Bir Kısmının Maymun Kılığına Sokulması

60

"De ki "Allah katında bir mükâfaat olarak, bundan daha şerlisini size haber vereyim mi; Allah'ın lanet ve gazap ettiği ve içlerinden maymunlar ve domuzlar yaptığı kimseler ve tâguta tapanlar var ya, işte onlar mevkice daha şerli ve dümdüz yoldan daha çok sapmış kimselerdir".

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyetteki (bundan) ifâdesi, bir önceki âyette geçen o hoşlanmayan kimselere işarettir. Binâenaleyh burada mutlaka mahzûf bir muzaf vardır ve takdiri, "Bu, hoşlanmaytş işinin sahiplerinden daha şerli" şeklindedir. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Allah'ın lanet ve gazap ettiği... kimseler" buyurmuştur. Binâenaleyh, "Lanet edilmiş olanlar bu dinden daha şerlidir" denilmez. Aksine, "Lanet edilen kimseler, bu dine müntesip olanlardan daha şerlidir" denilir.

Eğer; "Bu ifâde bu dine girmiş olanların da şerli oldukları mânasına gelir. Halbuki durum böyle değildir?" denilir ise, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak bu ifâdeyi, onların görüşlerine ve inançlarına göre getirmiştir. Çünkü onlar, İslam dinine inanmanın şer olduğunu iddia ediyorlardı. Böyle olunca, onlara deniliyor ki: "Farzedin ki iş sizin dediğiniz gibidir. Fakat Allah'ın size laneti, gazabı ve şekillerini maymun ve domuz suretine çevirmesi, bundan daha şerlidir" denilmiştir.

İkinci Mesele

(......) kelimesi, temyiz olarak mansuptur. Bu, "mef'ûle" veznindedir. Tıpkı "mekbule" ve mecvûze" kelimeleri gibidir. Bu, masdar mânasına bir kelimedir. Masdarlar bazan kelimelerinde olduğu gibi "mef'ûl" vezninde gelir.

Buna göre şayet, "Mükâfaat, iyilik etmeye mahsustur. Binâenaleyh, kötülük yapmanın karşılığı olarak nasıl kullanılmıştır?" denilirse, biz deriz ki:

Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı Onları elem verici bir azapla müjdele" (Âl-i imran, 21) âyetiyle, şairin "Aralarındaki selamlaşma, (sanki) acı ve elem veren bir darptır, vuruştur" ifâdesinde olduğu gibidir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın ifadesindeki edatının, terkib bakımından şu iki durumda bulunması muhtemeldir:

a) Bu ifade, mahzuf bir mübtedanın haberi olmak üzere, mahallen merfûdur. Çünkü Allah: "De ki: "Allah katında bir mükâfaat olarak, bundan daha şerlisini size haber vereyim mi?" buyurunca, sanki birisi, "kimdir bu?" diye sormuş, bunun üzerine de "Bu, Allah'ın kendisine lanet ettiği kimsedir" diye cevap verilmiştir. Bunun bir benzeri de, "De ki: "Şimdi bundan daha çok kötü olanı size haber vereyim mi? Ateştir" (Hacc, 72) âyetidir. Buna göre Allah, sanki "O, ateştir" demiştir,

b) Bunu (......) kelimesinden bedel olmak üzere, cerr mahallinde olması caizdir. Manası da, "...Allah'ın, kendisine lanet ettiği kimseyi haber vereyim mi?" şeklindedir.

Dördüncü Mesele

Bil ki Allahü teâlâ, onların burada çeşitli birçok sıfatlarını zikretmiştir:

a) Allahü Teâlâ onları lanetlemiştir.

b) O, onlara gazap etmiştir.

c) O, onlardan bazılarını maymunlar, hınzırlar ve tâgûtperestler haline getirmiştir.. Tefsirciler, "Âyetteki "maymunlar" ifadesiyle, Ashâb-ı Sebt (cumartesi yasağını ihlâl edenler); "domuzlar" ifadesiyle, Hazret-i İsa'nın mucizesi olan sofrayı (mâide) inkâr edenler kastedilmiştir" demişlerdir.

Yine rivayet edildiğine göre, domuz ve maymunlar haline getirilenler, Ashâb-ı Sebt'ten idiler. Çünkü Ashab-ı Sebt'in gençleri maymun, ihtiyarları da domuz haline çevrilmişlerdi...

Kelimesindeki Kıraât Vecihleri Ve Hamza'nın Müdafaası

Keşşaf sahibi, âyetteki tirildi ifadesiyle ilgili birçok kıraat zikretmiştir: .

1) Übeyy (radıyallahü anh), bunu "Tâğutâ ibâdet eden kimseler" şeklinde okumuştur.

2) Abdullah İbn Mes'ud (radıyallahü anh), "ve kim tâğuta ibadet ederse..." şeklinde okumuştur.

3) Kelime, (......) kelimesine atfedilerek, "Tağutperest" şeklinde okunmuştur.

4) Yine ifâde, şeklinde de okunmuştur.

5) Bu, (kulları) şeklinde;

6) (kullar) şeklinde;

7) vezni üzere şeklinde;

8) şeklinde;

9) "Abîd" kelimesinin çoğulu olarak, iki zamme ile yine şeklinde;

10) "Kefere" vezninde (......) şeklinde;

11) Aslı olmak üzere (......) şeklinde okunmuştur. Bu sonuncusunda tâ harfi, izafetten dolayı hazfedilmiştir. Yahut da bu, "hadim" kelimesinin şeklinde çoğul oluşu gibi, (......) kelimesinin şeklinde bir çoğuludur.

12) Yine bu kelime şeklinde;

13) şeklinde;

14) şeklinde;

15) Meçhul olarak, (......) şeklinde okunmuştur ki bu, ve "Aralarında tağuta tapılan" manasındadır ve zamir hazfedilmiştir.

16) Yani Allah bırakılıp, tâğut ma'bud edinilerek manasında okunmuştur. Bu tıpkı senin, birisi reis olduğu zaman söylediğin, "O, emir yapıldı" sözün gibidir.

17) Hamza bu kelimeyi, ayn'ın fethası, bâ harfinin zammesi, dal'ın nasbi ve "tâgut" kelimesinin cerri şeklinde okumuştur. Bazi âlimler Hamza'nın bu okuyuşunu tenkid etmiş ve bunu bir kıraat hatası sayarak rivayet edilmesi doğru olmayan bir şeyi zikreden biri olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Bazı âlimler ise bunun bir lahin (gramer hatası) ve bir Kıraat hatası olmadığını söylemişler, bununla ilgili şu izahları yapmışlardır:

a) (abud) kelimesi, aslında abd (kul) demektir. Araplar, mübalağa ifâde etsin diye kelimenin bâ harfini ötürelemişlerdir. Bu tıpkı Arapların, "iyice sakınan ve çok zeki olan" mânasına demeleri gibidir. Buna göre ifâdesi, "Tâgut'a ibâdette zirveye ulaşan" demektir. İşte bu, en güzel izahtır.

b) (......) kelimeleri tıpkı, ve (yırtıcı hayvan) kelimeleri gibi, aynı manada iki kullanıştır.

c) (......) kelimesinin çoğulu, (......) kelimesi; (......) kelimesinin çoğulu da şeklidir. Bu tıpkı, (......) kelimesinin, (......) kelimesinin çoğulu olması gibidir. Araplar, iki zammenin peşpeşe gelişini ağır bulmuş ve böylece, bu kelimedeki birinci zamme fethaya çevrilmiştir.

d) Muhtemelen Hamza bu kıraati ile manasını kastetmiştir. Bu durumda bu kelime, (......) yerine kullanılan (paralar) kelimesi gibi olmuştur. Sonra baştaki hemze hazfedilmiş ve harekesi sonra gelen harfe verilmiştir.

e) Muhtemelen Hamza, bununla mânasını kastetmiştir. Sonra fiil-i maziye benzemesin diye, sonundaki tâ harfi hazfedilmiş, bâ harfi ötürelenmiştir.

Altıncı Mesele

Cenâb-ı Hak, "Tağut'a tapanlar..." buyurmuştur. Ferrâ, bu kelimenin tefsirinin, "Allah onlardan, maymunlar ile, Tâğut'a tapanlar halketti" şeklinde olduğunu söylemiştir. Mananın böyle olması halinde ism-i mevsûl ((......) kelimesi) hazfedilmiş olur.

Yedinci Mesele

Âlimlerimiz bu âyete dayanarak, küfrün de Allah'ın kaza ve kaderiyle meydana geldiğini söyleyerek, şöyle demişlerdir: "Zira âyetin takdiri, "Allah, onlardan Tâgût'a tapanlar yarattı" şeklindedir. Bu "yaratma, kılma" işi ancak, Allah onlarda bu ibâdeti yarattığı zaman düşünülebilir. Çünkü, şayet bu ibâdet onlar tarafından meydana getirilmiş olsaydı, Allahü teâlâ onları, puta tapanlar kılmış olmaz; tam aksine onlar kendi kendilerini böyle yapmış olurlardı.. Böyle bir mâna ise, âyetin mânasının hilâfınadır. Mutezile ise bunun mânasının, "Allahü teâlâ onlar hakkında bu şekilde hüküm verip, onları bu şekilde vasfetti. Bu tıpkı, Allah'ın Onlar O Rahmanın bizzat kulları olan melekleri de dişiler yaptılar" (Zuhruf, 19) âyeti gibidir..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu hususla alâkalı görüşümüz, daha önce birkaç defa geçmişti..

Sekizinci Mesele

Âyette bahsedilen "Tâğut"un, İsrailoğullarının taptığı buzağı olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun İsrailoğullarının âlimleri mânasına geldiği de söylenmiştir. Yine bunun, Allah'a isyan hususunda herhangi bir kimseye boyun eğen, itaat eden kimsenin de Tâgût'a ibâdet etmiş olduğu da söylenmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte onlar mevkke daha şerlidirler" buyurmuştur. Yani, "Kendilerine lanet edilip, maymun ve domuzlar haline getirilenler mekân ve mevki bakımından mü'minlerden daha şerlidirler" demektir. Bu ifâdede lafzının getirilmesi hususunda da şu iki izah yapılmıştır:

a) İbn Abbas (radıyallahü anh), "Çünkü onların mekânları, "sekar" (cehennem)in bir tabakasızdır. "Sekar" tabakasından da daha şerli ve afet bir yer yoktur" demiştir.

b) Hakikatte ehline ait olduğu halde, âyette şer kelimesi lafız bakımından "mekân"a nisbet edilmiştir ki, böyle bir ifâde kinaye babından olur. Bu, Arapların "Falancanın kılıç bağı uzun, külü de çoktur" demesi gibidir. Bunun neticesi, bir şeyin "levazımı ve tevâbii"ni (genellikle, ayrılmayan unsurlarını) zikretmek suretiyle o şeyin kendisine işaret etmekten ibarettir.

Daha sonra Allah "Ve dümdüz yoldan daha çok sapmış olan..." buyurmuştur. Yani, "Doğru ve mutedil yoldan, hak dinden daha çok sapmış olan..." demektir. Müfessirler, "Bu âyet nazil olunca, müslümanlar ehl-i kitabı ayıplayarak, "Ey maymunların ve domuzların kardeşleri..." demiş, bunun üzerine de onlar rezil rüsvay olarak başlarını önlerine eğmişlerdir" demişlerdir.

Nifakın Mümkün Olan İstifadeyi Engellemesi

61

"Sîze geldikleri zaman "iman ettik" derler. Halbuki onlar muhakkak küfür ile girmişler, yine muhakkak onunla çıkmışlardır. Allah onların neler gizlemekte olduklarını çok iyi bilendir".

Bu âyet-i kerime ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âlimler şöyle demişlerdir: Bu âyet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına girip münafıkça, O'na iman ettiklerini söyleyen bir grup yahudi hakkında nazil olmuştur. Böylece yüce Allah, Hazret-i Peygambere onların durumlarını ve Hazret-i Peygamber'in bildirdiği delillerden O'nun takvirlerinden, nasihatlarından ve hatırlatmalarından hiçbir şey kalplerine nüfuz etmeden, tıpkı ilk başta girdikleri gibi, aynen öylece onun meclisinden çıktıklarını haber vermiştir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "Halbuki onlar muhakkak küfür ile girmişler, yine muhakkak onunla çıkmışlardır" buyruğundaki bâ harf-i cerri, onların girerken de çıkarken de, kesinlikle hiçbir değişme ve eksilme olmadan, küfürlerinin kendileriyle beraber devam ettiğini ifâde eder. Bu, senin tıpkı "Zeyd elbisesiyle girdi ve onunla çıktı" demen gibidir. Yani, "onun elbisesi, girerken olduğu gibi çıkarken de aynıydı" demektir.

Üçüncü Mesele

Allah, onların içeri girdiklerini bildirirken, (......) kelimesini getirerek, "Halbuki onlar, muhakkak küfür ile girmişler" buyurmuş; çıkışlarını ifâde ederken de (......) kelimesini getirerek, "yine muhakkak onunla çıkmışlardır" buyurmuştur. Alimler bu hususta şöyle demektedirler; (......) kelimesinin getirilmesinin faydası maziyi hâle yaklaştırmak; (......) kelimesinin getirilmesinin faydası ise küfrün onlara nisbet edilmesi ve bu hususta Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den herhangi bir fiilin sadır olmadığını tekid etmektir.. Yani, "Ey Muhammed, onlar senden, seninle beraber oturdukları müddetçe, küfrü icâp ettirecek herhangi bir şey dinlemediler ki, böylece sen onları küfre düşürmüş olasın!.. Aksine onlar, kendi iradeleriyle küfrü tercih ederek, senin meclisinden çıkan kimselerdir..." demektir.

Dördüncü Mesele

Mu'tezile, "Allahü teâlâ, zemmetme yoluyla giriş ve çıkış hallerinde küfrü onlara nisbet etmiş ve, "yine muhakkak onunla çıkmışlardır" buyurarak, bu nisbeti iyice belirtmiştir. Böylece bu ifâde, küfrün Allah'dan değil, kul tarafından olduğunu gösterir" demiştir.

Mu'tezile'nin bu görüşüne, "Sizin bu söylediğiniz şey, "ilim ve dâî" meseleleriyle çelişir" diyerek cevap veririz.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, öyle "Allah onların neler gizlemekte olduklarını çok iyi bilendir" buyurmuştur. Bundan maksat, müslümanlara tuzak kurmak, onlara hileler düzmek, buğz ve düşmanlıkta bulunmak hususunda onların kalplerinde ne denli gayret ve çaba bulunduğunu iyice ortaya koymak, göstermektir.

Bazı Yahudilerin Günahta Yarışıp Haram Yemeleri

62

Sonra Cenâb-ı Hak, "Onlardan birçoğunu görürsün ki günahda, düşmanlıkta ve haram yemede birbirleriyle sürat koşusu yaparlar. Yapmakta oldukları şey elbette ne kadar kötü!..".

buyurmuştur. Bir şeyde yarışmak, o şeye hızlıca girip onun içine dalmak, düşmek demektir. Âyette geçen ism kelimesinin "yatan"; udvân kelimesinin de "zulüm" mânasına geldiği söylendiği gibi, ism kelimesinin, kişinin kendisiyle ilgili günahlar; udvan kelimesinin de başkasıyla alâkalı günahlar olduğu da söylenmiştir. Âyette geçen tabirine gelince, bu da rüşvet almak demek olup, bu husustaki tafsilâtlı ve derin incelememiz, Mâide 42 âyetindeki süht kelimesinin izahında geçmişti.

Bu Âyetteki Bazı Faydalar

Âyette, söylenmesi gereken bazı faydalı noktalar bulunmaktadır. Şöyle ki:

Birinci Fayda: Allahü teâlâ, "insanlardan birçoğunu görürsün..." buyurmuştur. Bunun sebebi, onların hepsinin böyle olmadığıdır. Aksine onların bir kısmı utanarak, bu işi terketmişlerdir.

İkinci Fayda: lafzı genel olarak, hayır ve iyi işler hakkında kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hayır işlerinde de birbirleriyle yarış yaparlar" (Âl-i İmran. 114) ve "Bizim, kendileri için hayırlara koştuğumuzu mu zannediyorlar?..."(Müminlerin, 56) buyurmuştur. Binâenaleyh, buraya uygun düşen, "acele" lafzının kullanılmasıydı. Ancak ne var ki yüce Allah bir incelikten ötürü, burada "müsâraat" lafzını zikretmiştir. O nükte de şudur: "Onlar, sanki bu konuda doğru bir iş yaparcasına o kötü işlere girişiyorlardı" denilmek istenmiştir.

Üçüncü Fayda: İsm lafzı, bütün isyanları ve menhiyyatı kapsamaktadır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bu kelimeyi zikrettikten sonra, düşmanlık yapmak ve haram yemek tabirlerini getirince, bu durum, bu iki nevi günahın, masiyet ve günah nevilerînin en büyüğü olduklarına delâlet etmiştir.

Âlimlerin Emr-i Ma'rûf Görevi

Daha sonra Cenâb-ı Hak,

63

"Bari bilginleri, fakihleri onları günah söylemelerinden ve haram yemelerinden vaz geçirmeye çalışsalardı ya.. Her halde yapmakta oldukları bu şey, ne kadar kötü!...

buyurmuştur. Bu âyetin bışındaki edatı, teşvik ve tevbîh (kınama) mânalarını ifâde eder. Bu kelime burada mânasında kullanılmıştır. Rabbaniyyûn ve ahbar kelimelerinin ne anlama geldiği daha önce geçmişti. Hasan el-Basrî: "Rabbaniyyûn, İncil'e inananların âlimleri; "ahbâr" ise, Tevrat'a inananların âlimleridir" demiştir. Hasan el-Basrî'nin dışındaki âlimler ise, bu tabirlerin yahudiler hakkında olup ve bu âyetin, onlarla ilgili bulunduğunu söylemişlerdir.

Buna göre âyetin mânası, "Allah, ehl-i kitabın âlimlerinin, kendilerinin ayak takımını ve avamını günahtan nehyetmediklerini yadırgamış ve akıl almaz bir şey addetmiştir..." şeklindedir. Bu da, nehy-i münkeri terkeden kimsenin, o münkeri yapan kimse gibi olduğuna delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, her iki kısmı da, bu iki âyette aynı lafızla "yapmakta oldukları bu şey ne kötü!" diye zemmetmiştir. Aksine biz deriz ki, nehy-i münkeri bırakan, terkeden kimseyi ayıplaması daha kuvvetlidir. Çünkü Allah, günah işleyenler, düşmanlık yapanlar ve rüşvet yiyenler hakkında, "Yapmakta oldukları şey elbette ne kadar kötü.. (Mâide, 62) ; nehy-i münker yapmayan âlimler hakkında ise, Her halde... yapmakta oldukları şey elbette ne kadar kötü!" (Mâide, 63) buyurmuştur. "Sun' " kelimesinin ifâde ettiği mâna, "amel" kelimesinin ifâde ettiği mânadan daha kuvvetlidir. Çünkü "amel", ancak iyice yerleşmiş, kökleşmiş ve sağlamlaşmış olduğu zaman, "sun' " diye isimlendirilir. Böylece Cenâb-ı Hak önceki âyette lafzıyla o günahları işleyen kimselerin günahını, kökleşmemiş bir günah; nehy-i münkeri terkeden kimselerin günahını da, lafzıyla kökleşmiş ve iyice yerleşmiş bir günah olarak ifâde etmiştir. Hakikatte durum böyledir. Çünkü masiyet ve günah ruhun hastalığıdır. Bunun ilacı ise, Allah'ı, O'nun sıfatlarını ve ahkâmını bilmektir. Bu bilgi meydana geldiği halde, günah ortadan kalkmaz ise, işte bu, sahibi ilaç kullandığı halde iyileşmeyen bir hastalık gibi olmuş olur. Nasıl burada, hastalığın zail olmayacak kadar ileri ve çetin olduğu hususunda bir bilgi meydana gelmiş ise, aynı şekilde âlim olan bir kimse de bir günaha yöneldiğinde bu durum, onun kalbinin hastalığının son derece ileri ve çetin olduğuna delâlet etmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, "Bu âyet, Kur'an'daki en ağır âyetlerden birisidir" ve Dahhâk'tan da, "Bana göre, Kur'ân-ı Kerim'de bundan daha korkutucu bir âyet yoktur" sözü nakledilmiştir. Allah en iyi bilendir.

Yahudilerin Allah'a İftira Edip Cimri Demeleri

64

"Yahudiler, "Allah'ın eli bağlı" dediler. Hay kendi elleri bağlanasıcalar! Ve onlar söylediklerinden dolayı lanetlendiler. Hayır, (Allah'ın) İki eli de açıktır. Nasıl dilerse öyle infâk eder O, Rabbinden sana indirilen (âyetler), andolsun ki onlardan birçoğunun azgınlığını ve küfrünü artıracak. Biz onların arasına Kıyamet gününe kadar, düşmanlık ve kin bıraktık. Onlar her ne zaman harp için bir ateş tutuşturdularsa, Allah onu söndürdü. Onlar yeryüzünde hep fesatçılığa koşarlar. Allah ise fesadçıları sevmez".

Bil ki bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Meskur Cimrilik İsnadını Nasıl İfade Etikleri

Burada bir müşkil bulunmaktadır, bu da şudur: Allahü teâlâ, yahudilerin böyle söylediklerini nakletmiştir. Allah'ın haber verdiği her hususta doğru söylediğinde hiç şüphe yoktur. Halbuki biz, yahudilerin, böyle bir sözü kesin olarak söylemedikleri ve böyle bir şeye inanmadıkları hususunda ittifak halinde olduklarını görüyoruz. Yine onların akıllılarından nakledilen görüş de, bu iddianın bâtıl olduğunun aklen zarurî olarak bilindiği şeklindedir. Çünkü Allah'ın elinin bağlı olduğunu söylemek, aklın açıkça bâtıllığını gösterdiği bir sözdür. Zira bizim, "Allah" sözümüz, kadim, âlemin yaratılışına ve var edilmesine kadir olan bir varlığın ismidir. Böyle bir varlığın elinin bağlı, kudretinin sınırlı ve noksan olması imkânsızdır. Aksi halde, kudreti eksik olması durumunda, âlemi muhafazası ve tedbiri (evirip-çevirmesi) nasıl mümkün olabilir?

Bu sabit olunca biz diyoruz ki: Bu nakil ve rivayetin doğruluğunu tesbit hususunda son derece zor ve çetin bir müşkil bulunmaktadır. Biz diyoruz ki: Bizce bu hususta birkaç izah şekli vardır:

1) Muhtemelen yahudiler bu sözü, "ilzam" üslûbu ile söylemişlerdir. Çünkü onlar, "Allah'a kim güzel bir borç verirse..." (Bakara, 245) âyetini duydukları zaman, "Eğer Allah borca muhtaç ise, fakîr ve âcizdir" dediler. Onlar, kullarından borç isteyen İlah'ın fakir ve elleri bağlı (cimri) olduğu neticesine varınca, Cenâb-ı Hak onlardan böyle söylediklerini nakletmiştir.

2) Yahudiler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabının son derece sıkıntı, fakirlik ve ihtiyaç içinde olduklarını görünce, alay ve istihza yoluyla şöyle dediler: "Muhammed'in Tanrısı fakir ve elleri bağlı (cimri)dir." Onlar bu sözü söyledikleri için, Hak teâlâ böyle söylediklerini nakletmiştir.

3) Müfessirler, "Yahudiler, insanlar içinde malı ve serveti en çok olanlar idiler. Cenâb-ı Allah, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i peygamber olarak gönderip de, onlar da onu yalanladıklarında, Allah, onların geçimlerini darlaştırdı. O zaman yahudiler, (Allah'ın eli bağlı) dediler. Yani Allah'ı cimrilikle tavsif ederek, "O'nun elleri, bağış ve ihsanda bulunmaktan uzaktır" dediler. Ancak câhil bir kimse, sıkıntı, meşakkat ve belâlara dûçâr olduğu zaman, işte böylesi sözler söyler.

4) Belki de onlar içerisinde, filozofların görüşlerini benimseyen kimseler vardı. Filozoflara göre, Allah mucip liz-zât (zatından dolayı bir şeyi gerekli kılan)dır. Binâenaleyh sonradan meydana gelen varlıkların meydana gelişi ancak tek bir tarz ve tek bir şekilde mümkün olur. Allahü teâlâ, o şeyleri meydana geldikleri şeklin dışında başka bir şekilde meydana getirmeye kadir değildir. Binâenaleyh filozofların görüşünü benimseyenler, Allah'ın işte değişik bir şekilde yaratmaya muktedir olmamasını, "elinin bağlı olması" olarak ifâde etmişlerdir.

5) Bazı âlimler şöyle demişlerdir: "Bundan maksad, yahûdilerin: "Allah bize ancak, buzağıya tapmış olduğumuz günler miktarınca azap edecektir" sözüdür. Fakat yahudiler, Hak teâlâ'nın, kendilerine ancak bu kadarcık bir süre azap edeceği hususunu, bu yanlış ibare (cümle) ile belirtmek istemişler, böylece sözün bozukluğu ve edebe uygun omayışı sebebi ile de lanete müstehak olmuşlardır. Bu, Hasan el-Basrî'nin görüşüdür. Bütün bu izahlarla, âyetteki naklin, doğru ve yerinde olduğu sabit olur. Allah en iyi bilendir.

"Elin Bağlılığının Cimrilikten Kinaye Olması

Elin bağlı ve açık olması, cimrilik ve cömertliği ifâde için kullanılan meşhur bir mecazdır. Nitekim, 'Elini boynuna bağlı olarak asma, onu büsbütün de açıp saçma" (isrâ, 29) âyeti de bu mânadadır. Alimler şöyle demişlerdir: "Bunun sebebi şudur: El, işlerin çoğunun, bilhassa mal verip, infâk etmenin yapıldığı bir vasıta ve araçtır. Bundan ötürü, sebebin (aracın) ismini Araplar, müsebbebe (neticeye) vermişler, böylece de cömertlik ve cimriliği, (sebep olan) el, parmaklar, avuç içi veya parmak uçlarına isnâd etmişlerdir. Binâenaleyh cömert olan bir kimseye avucu feyizli; eli açık; parmaklan açık, ve "parmak uçları (çöl gibi) engin" denilir. Cimri olan kimseye de, "Parmakları dar"; "avuç içi dar"; "parmak uçları zayıf, etsiz" denilir.

Niçin Cimri Olmaları İçin Beddua Ediliyor?

Eğer, "Âyetteki, "Allah'ın eli bağlı" ifâdesinden murad, cimrilik olduğuna göre, yine âyetteki, "Hay kendi elleri baglanasıcalar!" tabirinden muradın da, bu iki cümlenin biribirine mutabakatının doğru olabilmesi için, cimrilik olması gerekir. Halbuki cimrilik, Cenâb-ı Allah'ın nehyettiği mezmûm (kötü) sıfatlardan biridir. O halde Allah'ın onlara, böyle olmaları için beddua etmesi nasıl caiz olabilir?" denilir ise, biz deriz ki: "Âyetteki "Allah'ın eli bağlı" sözü, "vermeye ve harcamaya kadir değil" mânasındadır. Hem sonra vermeye kadir olamama, bazan cimrilikten, bazan fakirlikten, bazan da acziyyetten ötürü olur. İşte aynı şekilde âyetteki, "Hay kendi elleri bağianasıcalar!." sözü de, "ister acziyyet ve fakirlik, isterse cimrilik sebebiyle meydana gelmiş olsun, harcamaya imkân ve kudret bulamamaları için, onlara yapılan bir bedduadır." Bu açıklama ile müşkil ortadan kalkar.

Tabirinin Muhtemel İki Tefsirî

Âyetteki, "Hay kendi elleri bağlanasıcalar ve onlar söylediklerinden dolayı lanetlendiler" ifâdesi hakkında iki izah şekli bulunmaktadır:

a) Bu, onlara yapılmış bir bedduadır. Buna göre mâna şudur: Allah bize, bu şekilde onlara beddua etmemizi öğretiyor.. Nitekim Cenâb-ı Hak bize, "İnşaallah, korkusuzca mutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz..." (Fetih.27) âyetinde istisna yapmayı, yani "İnşaallah demeyi";"Allah da hastalıklarını arttırdı" (Bakara, 10) âyetinde münafıklara beddua etmeyi; "Ebû Leheb'ın elleri kurusun!" (Leheb, 1) âyetinde de, Ebû Leheb'e beddua etmeyi öğretmiştir.

b) Bu, bir haber vermedir. Hasan el-Basrî, "Onların elleri, cehennemde hakikaten bağlanacaktır" demiştir. Yani bu görüşe göre, onlara bir ceza olsun diye, elleri boyunlarına bağlanmıştır.

İmdi şayet; "Eğer bu bağlanma işi, bu görüşe göre, yaptıklarına karşılık, Cenâb-ı Hakk'ın onlara hükmettiği bir ceza olsaydı, o zaman "Böylece de onların "elleri bağlandı" denilmesi daha uygun düşerdi" denilirse, biz deriz ki:

Mukadder de olsa, atfın hazfedilmesi bir faydaya mebni olup, bu da şudur: Allahü teâlâ, atfı hazfedince, O'nun "Hay kendi tileri bağlanasıcalar..." ifadesi, yeni başlanılan bir söz gibi olur. Söze yeni başlanılmış olması da, ona daha bir kuvvet ve daha bir güven verir. Çünkü bir şeye yeniden başlamak, o şeye iyice itina gösterilip ona ehemmiyet verildiğine delâlet eder. "Fâ-i ta'kibiyye"nin hazfedilmesi meselesinde, buranın benzen olan bir ifâde de, "Hani Musa, kavmine: "Allah size muhakkakki bir inek boğazlamanızı emrediyor" demişti. Onlar: "Bizi eğlence mi ediniyorsun?" demişti" (Bakara, 67) âyetidir. Allah bu âyette "Onlar da, "Bizi eğlence mi ediniyorsun..." demişlerdi" dememiştir.

Âyetteki "ve onlar, söylediklerinden dolayı lanetlendiler" buyruğuna gelince Hasan el-Basrî: "Bu, "Onlar dünyada cizye vermek; âhirette de cehennem ile azap olundular" manasındadır" demiştir.

Yedullah Tâbirinin Tefsiri ve Mücessimeyi Tenkid

Allahü teâlâ sonra, Hayır, (Allah'ın) iki eli de açıktır" buyurmuştur. Bil ki, bu âyetten bahsetmek mühim konulardan birisidir. Çünkü Kur'ân'da birçok âyet, Allah'ın eli olduğunu ifâde etmektedir. Bazan zikredilen, sayı belirtilmeksizin "el"dir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Allah'ın eli onların elleri üstündedir" (Fetih. 10) buyurmuştur. Bazan, Allah'ın iki eli olduğu ifâde edilir.. Nitekim bu âyette böyledir. Yine bu mânadaki ifâdelerden birisi de, Allah'ın, melun iblise söylemiş olduğu, "Ey iblis, iki elimle yarattığıma secde etmenden seni hangi şey men etti?" (sad, 75) şeklindeki sözdür. Bazan da Allah'ın "ellerinin" olduğu belirtilmiştir. Nitekim Allahü teâlâ, "Ellerimizin işleyip yaptıklarından, kendileri için bunca davarlar yarattığımızı görmediler mi?" (Yasin. 71) buyurmuştur.

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Ümmet-i Muhammed, "Allah'ın eli" ifâdesinin tefsiri hususunda ihtilaf etmişlerdir. Meselâ Mücessime: "Bu, her insanda olduğu gibi, maddî bir organdır" demiş ve görüşüne, Hak teâlâ'nın, "O putların, yürüyecekleri ayakları mı, yoksa tutacakları elleri mi yahut görecekleri gözleri mi, yoksa işitecekleri kulakları mı var?" (A'raf, 195) âyetini delil getirmişlerdir. Mücessime bu âyetle şu şekilde istidlal etmişlerdir: "Allahü teâlâ, putların ulûhiyyetini, bu uzuvları olmadığı için tenkid etmiştir. Binâenaleyh eğer bu uzuvlar Allah'da da bulunmaz ise, o zaman Allah'ın da ulûhiyyeti tenkid edilir. Allah'ın ulûhiyyetini tenkid etmek bâtıl olunca, O'nun bu uzuvlarının bulunduğunu kabul etmek gerekir. Hem sonra "el" kelimesi, bilinen belli uzvun ismi olarak konmuştur. Binâenaleyh bu ismi, başka mânaya hamletmek, onun konulduğu mânayı terketme olur ki bu caiz değildir."

Bili ki, Mücessime'nin bu görüşünün yanlışlığını ortaya koyma, Allah'ın, bir cisim olmadığı meselesine dayanır. Allah'ın, bir cisim olmayışının delili şudur: Cisim, hareket ve sükûn (hareketsizlik) halinden ayrı düşünülemez. Halbuki hareket ve sükûn halleri muhdes (sonradan olma)dırlar. Muhdesten ayrı düşünülemeyen şey de muhdestir. Bir de her cisim sınırlıdır. Miktarı sınırlı olan herşey de muhdestir. Yine her cisim, parçalardan meydana gelir. Böyle olan herşey, bir araya gelme ve çözülme halini kabul eder. Bu durumda olan şey de, kendisini meydana getiren her parçaya muhtaçtır ve başkasına muhtaç olan herşey muhdestir. Binaenaleyh bütün bu izahlar ile, Allah'ın bir cisim olmasının imkânsızlığı sabit olmuş olur Böylece O'nun elinin, cismânî bir uzuv olması da imkânsız olur.

Ehl-i tevhîd'in cumhuru (ehl-i sünnet ve'l-cemaat), "Allah'ın eli" tabiri ile ilgili şu iki görüşü vardır:

a) Bu, "Kur'ân, Allah'ın eli olduğuna delalet ettiğine göre, biz buna inanıyoruz. Akıl da, Allah'ın elinin, belli bir cisimden veya parçalardan meydana gelmiş mürekkeb bir uzuv olmasının imkânsızlığını gösterince, buna da bu şekilde inandık. Fakat "Allah'ın eti nedir, onun hakikati nedir?" hususuna gelince, bunu bilmeyi Allah'a havale ettik" diyenlerin görüşüdür. İşte bu, Selefin görüşüdür.

b) Kelamcılar ise şöyle demişlerdir: "Arapçada, "yed" (el) birçok manaya gelir:

1) Uzuv manasına ki bu bellidir.

2) "Nimet" manasına... Nitekim sen, "Yanımda, falancanın teşekkür ettiğim bir "eli" (nimeti) var" dersin.

3) "Kuvvet" manasına... Nitekim Hak teâlâ, "O (peygamberler), eller ve basiretler sahibidirler" (Sad, 45) buyurmuştur. Müfessirler bunu, "Kuvvet ve akıl sahibidirler" manasında tefsir etmişlerdir. Sibeveyh, Arapların, dediklerini nakletmiştir ki bu, "Senin bunda elin, yani kudretin yok" demektir.

4) "Mülk" yani hakimiyet ve yetki manasına... Nitekim, "Şu mal falancanın elinde yani mülkiyetindedir" denilir. Cenâb-ı Hak da, "nikah düğümü elinde bulunan kimse.." (Bakara, 237)yani "nikah yetkisine malik olan kimse..." buyurmuştur.

5) "Alabildiğine dikkat ve itina gösterme" manasına... Nitekim Allahü teâlâ, "İki elimle yarattığıma...'" (sâd, 75) buyurmuştur ki bundan maksad Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in bu şerefe nail olduğunu beyân etmektir. Çünkü Allah astında, yalnız Hazret-i Adem'in değil bütün mahlûkatın yaratıcısıdır. Yine birisi, bir diğerine bir şeyi taahhüd ettiğinde "elim senin nezdinde rehindir" denir.

Bunu iyice anladığında biz deriz ki: Yed (el) kelimesinin Allah hakkında, bizim bildiğimiz organ (uzuv) manasına gelmesi imkânsızdır. Ama diğer bütün manalar, Allah için söz konusu olabilir.

Burada, bir diğer görüş de şöyledir: Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî (r.h), bir görüşüne göre, âyetteki "yed" (el) kelimesinin, Allah'ın zâtı ile kâim bir sıfat olduğunu, busıfattn, kudret sıfatından başka, istifa' (seçme) yolu ile yaratma ve var etme işlevi bulunan bir sıfat olduğunu iddia ederek şöyle demiştir: "Bunun delili şudur: Hak teâlâ, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'e şeref ve mevkiinin yüksekliğine sebep olarak onu "iki eli ile" yaratmasını bildirmiştir. Binaenaleyh eğer "yed" (el) kelimesi, kudret manasına olsaydı, bu iki el ile yaratma işinin, o istifanın (seçmenin) illeti olması imkânsız oturdu. Çünkü kudret manasında "yed" ile yaratma, bütün mahlûkat için söz konusudur. Binaenaleyh, istifa (seçme) yolu ile yaratma ve var etme işinin yapıldığı ve kudret sıfatının dışında bir sıfat-ı ilâhiyenin olduğunu söylemek gerekir."

Alimlerin çoğu Allah hakkında kullanılan "yed" (el) tabirinin, Allah'ın kudret veya nimeti manasına geldiğini söylemişlerdir.

Eğer, "Allah hakkında kullanılan "yed" (el) kelimesini, "kudret" manasına alırsanız, bu bir müşkil (problem) doğurur. Zira Allah'ın kudreti tektir. Halbuki Kur'ân'ın âyetleri, bazan Allah'ın "iki eli", bazan da "elleri" olduğunu ifade etmektedir. Yok eğer bu kelimeyi, Allah'ın nimetleri manasına alırsanız, Kur'ân âyetleri bazan Allah'ın "iki eli" olduğunu belirtir. Halbuki Allah'ın nimetleri sayısızdır. Nitekim O, "Allah'ın nimetini saymaya kalkarsanız, sayamazsınız" buyurmuştur?" denilir ise, buna şöyle cevap verilir: "Biz, "yed" (el) kelimesini, "kudret" manasına tefsir etme yolunu tercih edersek, bahsedilen bu müşkile şu şekilde cevap verilir: Yahudiler, âyette nakledilen "Allah'ın eli bağlı" sözlerini Allah'ın cimri oluşundan kinaye yapmışlardır. Böylece onlara, kendi sözlerine uygun şekilde cevap verilerek, "hayır, (Allah'ın) iki eli de açıktır" denilmiştir. Bu, "Sizin vasfettiğiniz gibi durum, Allah'ın cimri oluşu şeklinde değil, aksine O'nun en mükemmel bir biçimde cömert oluşudur. Çünkü eli veren, en mükemmel şekilde vermiş olur" demektir.

Ama biz "yed" (el) kelimesini, "nimet" manasına alırsak, zikredilen müşkile şu iki şekilde cevap verilir:

a) Bu, cinse göre bir "el" nisbetidir. Sonra bu iki cinsten (yani Allah'ın ve insanın nimetlerinin) herbirinin cinsinin içine, sınırsız nimet türleri girer. Buna göre, "Allah'ın iki nimeti, dinî ve dünyevî veya açık ve gizli veya faydayı temin etme ve zararı giderme, veyahut da sıkıntı anındaki ve bolluk anındaki nimetidir" denilmiştir.

b) Bu tabirden maksad, nimetin vasfında mübalağa yapmaktır. Baksana, Arapların "Lebbeyke" demelerinin manası, "Sana var gücümle tâatte devam ederim" demektir. Yine, "Sa'deyke"nin manası, "Sana var gücümle yardımcı olurum!" demektir. Bu tabirlerle, ne iki tâat, ne de iki saadet kastedilmemiştir. İşte bu âyet de böyledir. Buna göre mana, "Nimetler ardarda gelmekte ve birbirini takip etmektedir; yoksa iddia edildiği gibi, nimetler tutulmuş, men edilmemiş demek değildir" şeklindedir.

Allah, Rızkı Dilediği Şekilde Fazlalaştırıp Azaltır

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nasıl dilerse öyle infak eder" buyurmuştur. Yani, "Nasıl dilerse öylece rızık verir ve yaratır. Dilerse daraltır, kıt verir; isterse bol bol verir" demektir. Nitekim Allah, "Eğer Allah, kullarına bol rızık verseydi, yeryüzünde muhakkak ki taşkınlık ederler, azarlardı. Fakat O, (rızıkları) dilediği bir miktar ile indirir" (Sûra, 27); "De ki: "Şüphesiz Rabbim dilediğinin rızkını genişletir, dilediği kîmseninkini daraltır" (Sebe. 36) ve "De ki: "Ey mülkün sahibi Allah, sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın. Hayr, yalnız senin elindedir" (Al-i İmran. 26) buyurmuştur.

Bil ki bu âyet, Mu'tezile aleyhinde bir reddiyedir. Çünkü onlar şöyle demektedirler; İtaat eden kimseye, Allah'ın sevab vermesi O'na vacib olduğu gibi, ona azâb etmemesi de vacibtir. Yine Allah'a isyan eden kimseyi cennete sokmaması vacib olduğu gibi, onlardan bazılarına göre ona azab etmesi de vacibtir. İşte bu men etmek, bu yasaklama ve bu kayıt, Allah'ın elinin bağlanması yerine geçer. Binaenaleyh, Mu'tezilî olanlar da, gerçekte Allah'ın elinin bağlı olduğunu söylemiş olurlar. Ehl-i sünnete gelince, onlar, mülkün Allah'ın mülkü olduğunu; hiç kimsenin Allah'da bir alacağı olmadığını, aynı şekilde hiç kimsenin Allah'a itiraz edemiyeceğini söylemektedirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "De ki: "O halde Allah, Meryem oğlu Mesih'i anası (Meryem)i ve yeryüzünde bulunanların hepsini imha etmek isterse kim Allah'a karşı bir şey yapabilir?" (Maide. 17) buyurmuştur. Buna göre, "Hayır, (Allah'ın) iki eli de açıktır. Nasıl dilerse öyle infâk eder" buyruğunun manası, ancak bu mezheb ve görüşe göre doğru olur. Dosdoğru bir din ve sırat-ı müstakim üzere bulunmaktan dolayı Allah'a hamdolsun..

Kur'ân Bazı Kâfirlerin Tuğyanını Artırır

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Rabb'inden sana indirilen (âyetler), andolsun ki onlardan birçoğunun azgınlığını ve küfrünü arttıracak" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Buradaki "birçoğu..." ifadesinden murad edilen, yahudilerin âlimleridir. Yani, "Rabb'in katından olmak üzere sana Kur'ân'dan âyetler ve deliller nazil olduğu zaman, onların küfürdeki katılıkları ve inkârdaki aşırılıkları arttı..." demektir. Nitekim Arapça'da, "Benim öğütüm, ancak senin şerrini artırdı" denilir. Yine, "onların küfür üzere kalmaları, "küfürlerinin artması manasına gelir" de denilmiştir.

Allah Aslah Olanı Yapmak Zorunda Değildir

Alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Bu âyet, Hak teâlâ'nın, dinî ve dünyevî maslahatları gözetmek (zorunda) olmadığına delâlet eder. Çünkü Allah bu âyetleri indirmekle o kâfirlerin küfür ve dalâletlerinin artacağını bilince, eğer O'nun fiilleri kullarının maslahatına riayet etme şartına ve illetine bağlı olsaydı, bu âyetleri indirmesi imkânsız olurdu. Allahü teâlâ bu âyetleri indirdiğine göre, anlıyoruz ki O, kullarının maslahatlarına riayet etmek zorunda değildir. Bunun bir benzeri de, "(Bu âyetler), onların pisliklerine (küfürlerine) pislik (küfür) katıp artırdı" (Tevbe, 125) âyetidir.

Eğer Mutezile, "Allahü teâlâ, onların halinden, bu âyetleri indirse de, indirmese de o kâfirlerin aynı durumda olacaklarını, çünkü onların küfürlerinin artacağını biliyordu. İşte bundan dolayı Allah'ın bu âyetleri indirmesi güzel ve yerinde olmuştur" derlerse, biz (ehl-i sünnet) de deriz ki: "Buna göre, onların küfürlerinin artması bu âyetlerin indirilmesi sebebiyle olmamıştır. Bu, onların küfrünün artışının, bu âyetlerin indirilmesine bağlanmasının yanlış olmasını gerektirir ki, bu da Kur'ân'ın ifâde ettiği şeyi yalanlamaktır."

Ehl-i Kitab Arasındaki İhtilâf ve Kin

Sonra Hak teâlâ, "Biz onların arasına Kıyamet gününe kadar düşmanlık ve kin bıraktık" buyurmuştur.

Bil ki bu kısmın daha önceki kısımla ilgisi şu şekildedir: Allahü teâlâ, o yahudilerin, doğruluğunun delilleri ayan beyan ortaya çıktıktan sonra, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini, sırf hasedleri, makam-mevkî sevgileri, mal ve liderlik düşkünlükleri sebebi ile inkâr ettiklerini açıklamıştır. Sonra Hak teâlâ, onlar dünyayı âhirete tercih edince, kendisinin de onlara din (âhiret) saadetini haram kılmış olduğunu beyân etmiştir. Aynı şekilde Allah, onlara dünya saadetini de haram kılmıştır. Çünkü onların herbir fırkası, kendi görüşü ve inancında ısrar etmiş, kendi görüşünü desteklemede aşın gitmiş, kendisini büyük göstermek ve mezhebini daha cazib hale getirmek için, diğer mezheb ve görüşleri tenkid etmiştir. Bu ise, onların fırka ve grupları arasında şiddetli bir düşmanlığın meydana gelmesine sebeb olmuştur. Bu düşmanlık o dereceye varmıştır ki, birbirlerini tekfir etmiş ve birbirleriyle savaşmışlardır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz onların arasına Kıyamet gününe kadar düşmanlık ve kin bıraktık" ifadesi hakkında iki görüş vardır:

a) Bu ifadeden murad, yahudiler ile hristiyanlar arasındaki düşmanlıktır. Çünkü yahudi ve hristiyanların zikri, daha önce "Ey iman edenler, yahudileride, hristiyanları da kendinize yâr edinmeyin" (Maide, 51) âyetinde geçmişti. Bu, Hasan el-Basri ile Mücahidin görüşüdür.

b) Bundan murad, yahudi fırkaları arasında düşmanlık meydana gelmesidir. Çünkü onların bir kısmı Cebriyye, bir kısmı Kaderiyye, bir kısmı ehl-i Tevnîd, bir kısmı da Müşebbihe idi (yani bu inançlara sahib İdi). Hristiyan fırkaları arasındaki durum da böyledir: Bunların da bir kısmı Melkânt, bir kısmı Nasturî, bir kısmı Ya'kubî idi.

Buna göre eğer, "Bu husus, aynı şekilde müslümanların fırkaları arasında da mevcuttur. Binaenaleyh bunu sadece yahudilerin ve hristiyanların bir kusuru kabul etmek nasıl mümkün olur?" denilir ise, deriz ki: "(Müslümanlar arasındaki) bu bid'atlar ancak Sahabe ve Tabiîn devirlerinden sonra meydana çıkmıştır. Fakat o zaman böyle bir şey mevcut değildi. Bu sebeple, Hazret-i Peygamber ve O'nun ashabının, bunu yahudiler ve hristiyanlar hakkında bir ayıp ve kusur saymaları gerçekten uygun ve yerinde olmuştur."

Onlar Harp Ateşini Yaktıkça Allah Onu Söndürür

Daha sonra Allah "Onlar her ne zaman harb için bir ateş tutuşturdularsa, Allah onu söndürdü" buyurmuştur.

Bu yahudilerin katlanmış oldukları mihnet ve çile nevilerinden, bir başka nevi açıklamadır. Bu da şudur: Onlar, her ne zaman bir işe niyetlenmişlerse, haybet-i emel içinde, hüsrana uğramış, ezilmiş ve lanetlenmiş olarak geri dönmüşler, elleri boşa çıkmıştır- Nitekim bununla ilgili olarak Cenâb-ı Hak, "Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine zillet damgası vurulmuştur" (Al-i İmran, 112) buyurmaktadır. Katâde şöyle demiştir: "Hangi ülkede yahudilerle karşılaşırsan, onların insanların en zelil ve en aşağılanmış olanlarından olduklarını görürsün."

Yahudilerin Yeryüzünde Çıkardıkları Fesada Karşı Allah'ın Yardımı

Yüce Allah daha sonra, "Onlar yeryüzünde hep fesatçılığa koşarlar" buyurmuştur. Yani, "Onların işlerinde, izzet ve sağlamlık nevinden hiçbir güç ve kuvvet hasıl olmaz, bulunmaz... Ancak ne varki onlar, yeryüzünde fesatçılığa koşarlar.. Bu da, zayıf olanları aldatmaları ve gizlice, hile ve tuzak çeşitlerine başvurmaları şeklinde olur..." demektir. Yine şu da söylenmiştir: "Onlar, Tevrat'ın hükmüne muhalefet edince, Allah onlara Buhtunnasr'ı musallat kılmıştır. Daha sonra tekrar fesatçılık yapınca, Bizans komutanı Butros'u; sonra, yine fesatçılık yapınca, Mecusîleri; ve nihayet yine fesat çıkarmaktan geri durmayınca, bu sefer de onlara müslümanları musallat etmiştir.'

Cenâb-ı Hak daha sonraysa "Allah ise, fesadcılan sevmez" buyurmuştur. Bu beyan yeryüzünde fesat peşinde koşan kimselerin, Allah katında gazaba uğramış olduğuna delâlet etmektedir.

Din Hem Dünya Hem Âhiret Saadetini Temin Eder

65

Âyetin tefsiri için bak:66

66

"Eğer, ehl-i kitab iman edip de müttakîlerden olsalardı, onların günahlarını elbette örter ve elbette onları nimeti bol cennetlere sokardık. Bir de, eğer onlar Tevrat'ı İncil'i ve Rab'lerinden kendilerine indirileni dosdoğru tutsalar, (tatbîk ve icra etseler)di, muhakkak ki hem üstlerinden, hem ayaklarının altından yiyeceklerdi. İçlerinde, orta yolu tutan bir zümre de bulunmaktadır. Onlardan birçoğunun yapmakta oldukları ise ne kadar kötüdür".

Bil ki Cenâb-ı Hak, onları zemmetme ve tuttukları yolun çirkinliğini ortaya koyma hususunu pek etkili bir şekilde beyan edince, daha sonra da, onların iman edip de müttakilerden olmaları halinde hem dünya hem de âhiret saadetlerini bulacaklarını bildirmiştir.

Âhiret saadetlerine gelince, bunlar iki kısma hasredilmiştir:

a) Cezanın kaldırılması;

b) Kendilerine sevabın ulaştırılması...

Cezanın kaldırılmasına gelince bu, "Onların günahlarını elbette örterdik...." ifadesiyle murad edilen; mükâfaatın, sevabın ulaştırılmasına gelince bu da, "ve elbette onları nimeti bol cennetlere sokardık" ifadesiyle murad edilendir.

Şayet, "Başlıbaşına İman, hem günahların örtülmesini hem de hasenatın, sevabların verilmesini iktiza eder; o halde daha niye buna, bir de "takva" şartı eklenmiştir?" denilirse, deriz ki:

Bundan murad, onun sırf takva ve itaat maksadıyla iman etmiş olmasıdır; yoksa münafıkların yaptığı gibi, dünyevî herhangi bir maksat ve gaye için değil...

Vahyedilen Kitaba Uymanın Lüzumu

Daha sonra Allah, "Birde, eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rab'lerinden kendilerine indirileni doğru tutsalar, (tatbik ve icra etseler)di muhakkak ki hem üstlerinden, hem ayaklarının altından yiyeceklerdi" buyurmuştur.

Bil ki, Cenâb-ı Hak bundan önceki âyette (Maide. 66) onların, iman etmeleri halinde âhiret saadetlerini elde etmiş olacaklarını beyan edince, bu âyette de, aynı şekilde, iman etmeleri halinde onların, dünya saadetlerini, onun güzellik ve hayırlarını bulacaklarını beyan etmiştir. "Bir de, eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i... doğru tutsalardı..." buyruğu hakkında üç izah şekli bulunmaktadır:

a) Bu, onların Tevrat ve İncil'de bulunan Allah'ın âhidlerine vefa göstermek ve Tevrat ve İncil'in, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine delâlet eden delilleri ihtiva ettiğini ikrar etmek gibi... hükümlerle amel etmeleridir.

b) Tevrat'ı dosdoğru tutmak demek, onun hüküm ve cezalarını tatbik edip uygulamalarıdır. Nitekim, "Bir kimse, namazı bütün erkanıyla yerine getirdiğinde, kıldığında" da, denilir. Bu sebeple, namazın bütün şartlarına riayet etmeyen kimse için, o namazı ikâme etti denilmez...

c) Bu, "O'nun hükümlerinden hiç birisinde yanılmamaları için, Tevrat ve İncil'i tam karşılarına koydular, diktiler" demektir. Bütün bu izah şekilleri güzeldir, ama birincisi daha güzeldir. "ve Rablerinden kendilerine İndirileni...." buyruğuna gelince, bunun hakkında da iki görüş bulunmaktadır:

a) Bu, Kur'ân'dır.

b) Bu, diğer peygamberlerin kitabıdır. İş'iya'nın kitabı, Habakkuk'un kitabı, Danyâl'ın kitabı gibi... Çünkü bu kitaplar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderileceği müjdesiyle doludurlar.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki hem üstlerinden, hem ayaklarının altından yiyeceklerdi" buyruğuna gelince.. Bil ki yahudiler, Hazret-i Peygamber' yalanlama hususunda ısrar edince, kıtlık ve sıkıntılara uğramışlar ve "Allah'ın eli bağlanmıştır..." diyecek dereceye varmışlardır. İşte bunun üzerine de Allah küfürden vazgeçmeleri halinde, durumlarının tersine döneceğini; bolluk ve genişliğe kavuşacaklarını beyân etmiştir.

Üstlerinden ve Ayaklarının Altından Yemenin Manası

"Muhakkak ki hem üstlerinden, hem ayaklarının altından yiyeceklerdi'" buyruğunda birkaç izah şekli vardır:

a) Bundan murad, bolluk ve bereketin açıklanmasında mübalağa yapmaktır... Yoksa burada, bir "üst" veya "alt" manası murad olunmamıştır. Buna göre mana, "O zaman onlar, ardı arası kesilmeyen, çok bol bir yeyişle yerlerdi..." şeklindedir. Nitekim sen, "falanca, başından ayağına kadar hayra gömülmüştür" der, bununla, o kimse yanında hayrın ne kadar çok ve yoğun olduğunu kastedersin.

b) Üstten yemek, yağmurun inmesidir; ayakların altından yemek ise, bitki bitmesidir... Nitekim Allah A'râf sûresinde, 'Eğer o memleketler halkı iman edip der sakınmış olsalardı elbette üzerlerine gökten ve yerden nice bereketler açardık" (A'raf. 96) buyurmuştur.

c) Üstten yemek, meyve veren ağaçların çokluğudur; ayaklarının aklından yemek ise, sulu tarla, tarla ve ekinlerdir...

d) Bundan murad, Cenâb-ı Hakk'ın onları, meyveleri olgunlaşmış bahçelerle rızıklandırmasıdır. Öyle ki onlar, dalların uçlarından sarkanları devşirir, toplarlar; yere düşmüş olanları da, ayaklarının altından alırlar, toplarlar...

e) Bu, yahudi kabilelerinden Benû Nadir ve Benû Kurayza'nın hurma ağaçlarının kesilmesi, ekinlerinin bozulması ve vatanlarından sürülmelerine bir işarete de benzemektedir.

"Muktasıd" Tabirinin Tefsiri

Sonra Cenâb-ı Hak, "içlerinde orta yolu tutan bir zümre de bulunmaktadır" buyurmuştur. (İktisad) kelimesinin Arapça'daki anlamı, aşın gitmeksizin ve kusurlu davranmaksızın, eksik yapmaksızın, bir işte itidali gözetmek, mu'tedil olmaktır. Kelimenin aslı, kasd, "kastedip dosdoğru yönelmek" kelimesidir. Bu böyledir, çünkü aradığı şeyi iyi bilen kimse, hiçbir tarafa sapmadan ve de hiç tereddüt göstermeden, dosdoğru bir yol üzere, doğruca ona yönelir.. Aradığı şeyin nerede olduğunu bilmeyen ise, şaşırmış durumdadır; bazan sağa gider, bazan da sola.. İşte bu manasından dolayı "iktisad" kelimesi, "hedefe götüren amel"in bir ifadesi olmuştur.

Sonra, buradaki "orta yolu tutan ümmet" hakkında iki görüş bulunmaktadır:

a) Bundan murad, ehl-i kitaptan iman eden kimselerdir. Yahudilerden Abdullah Ibn Selam, hristiyanlardan da Necaşî gibi... Çünkü onlar, dinlerinde, tam itidal ve dosdoğru bir yol üzere bulunuyorlar, ne ifrata ne de tefrite meyletmiyorlardı...

b) Bundan murad, ehl-i kitaptan olup da, dinlerinde âdil olan, kendilerinde katı bir inad ve tam bir sertlik ve katılık bulunmayan kâfirlerdir. Nitekim yüce Allah, "Ehl-i kitaptan öyle kimse vardır ki kendisine bir kantar (altın) emanet etsen, onu sana eksiksiz öder" (Al-i imran. 75) buyurmuştur.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Onlardan birçoğunun yapmakta oldukları ise, ne kadar kötüdür!" buyurmuştur. Bu ifâdede, taaccüb manası bulunmaktadır. Sanki şöyle denilmiştir "Onlardan birçoğunun ameli de ne kadar kötüdür!" Bundan murad ise, "Onların içinde, kendilerine delilin tesir etmediği, sözün de etkili olmadığı, gazaba duçar olmuş ve kınanmış aptallar da bulunmaktadır" manasıdır.

Resûlullah, Vahyedilen Her Şeyi Tebliğ Etmiştir

67

"Ey peygamber, Rabb'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan, elçiliğini tebliğ etmiş olmazsın. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz ki Allah, kâfir olan toplumları hidâyete ulaştırmaz".

Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et" emri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, doğru yolu tutanların az olup, (asıkların çok oluşuna aldırış etmemesi ve onların hileleri ile kötü niyetlerinden korkmaması hususunda bir emirdir. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Tebliğ et" yani, "Onların sırlarını ve işlerinin ne derece rezil-rüsvay olduğunu ortaya koymak için, sana indirdiğim şeyleri tebliğ etmeye sabret. Çünkü Allah seni, onların tuzaklarından ve hilelerinden korur" buyurmuştur. Hasan el-Basrî, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:“Allah beni peygamberlik vazifesi ile gönderdi. Ben ise, buna güç yetiremiyeceğimden korktum. Biliyordum ki insanlar beni yalanlayacaklar, yahudiler, hristiyanlar ve Kureyşliler beni korkutacaklar. Fakat Allahü teâlâ bu âyeti indirince bütün korkularım yok oldu. " Müsned, 1/309. (Benzeri bir hadis).

Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke döneminde Kur'ân'ın bir kısmını açıkça okuyor, bir kısmını da, müşriklerin kendisine ve ashabına aşmasından korktuğu için gizli okuyordu. Allah, İslâm'ı kuvvetlendirip, onu mü'minler ile te'yîd edince, Resulüne, "Ey Peygamber, Rabb'İnden sana indirileni tebliğ et" buyurmuştur. Bu, "Onlardan hiçbirini hesaba katma ve başına arzu etmediğin birşey gelecek korkusu ile sana indirilen âyetlerden hiçbirini geri bırakma, mutlaka söyle" demektir.

Sonra Allahü teâlâ, "Eğer yapmazsan, elçiliğini tebliğ etmiş olmazsın" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nâfî bu âyet ile, En'am süresindeki(Enam. 124) âyetindeki "risâlet" kelimelerini cemî olarak (risâlâtihi) şeklinde; A'râf süresindeki (birisâleti) (A'raf, 144) kelimesini de müfred olarak okumuştur. Âsım'dan gelen rivayete göre ise İmam Hafs bunun aksine olarak, (En'âm, 124) ile (Maide, 67) âyetlerinde bu kelimeyi müfred; (Araf, 144)âyetindekini de cemî olarak okumuştur. İbn Kesîr ise, bu üç yerde de kelimeyi müfred olarak okumuştur. İbn Amir ile Âsım'dan olan rivayetine göre, Ebu Bekir, bu üç yerde de kelimeyi cemî olarak okumuştur.

Bu kelimeyi cemî okuyanların hücceti şudur; Peygamberler, şeriat hususunda birçok mesajlar ve muhtelif hükümler ile gönderilirler. Allahü teâlâ'nın, Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem) indirdiği her âyet, bir risâlet (mesâj)dir. Binaenaleyh bu kelimeyi cemî olarak okumak güzel ve yerindedir. Bu kelimeyi müfred olarak okumanın hücceti de şudur: "Kur'ân'ın bütünü tek bir risalet (mesaj)dır. Yine müfred lafız, cemi olmasa da bazan, cemî manasına delâlet eder. Nitekim, "çok helaki çağırın" (Furkan, 14) âyetinde olduğu gibi. Bu âyette, müfred olan "sübûr" (helak) kelimesi, cemî manası üzere gelmiştir. İşte "risâlet" kelimesi de böyledir. Çünkü bu kelime de her ne kadar müfred ise de, onunla cemî manası kastedilmiştir."

İkinci Mesele

Bir kimse, buyruğunun mânası, "Eğer sen O'nun risâletini tebliğ etmezsen, risâletini tebliğ etmemiş olursun" şeklindedir. Binâenaleyh bu sözün faydası nedir?" diyebilir. Müfessirlerin çoğu buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Bundan murad, "Muhakkak ki sen, eğer bu risaletten tek bir şeyi dahi tebliğ etmezsen, o zaman ondan hiç bir şeyi tebliğ etmemiş gibi olursun" mânâsıdır. Bana göre bu cevap zayıftır. Çünkü bir işin bir kısmını yapıp, bir kısmını yapmamış olan kimse hakkında, "o, onun hepsini yapmadı" denilse, bu söz bir yalan olur. Yine, "Bir şeyin bir kısmır; yapmamadan doğacak suçun miktarı, hepsini yapmamadan doğacak suçun miktarı kadardır" denilmesi de imkânsız ve muhaldir. Binâenaleyh müfessirlerin bu cevabı, düşer. Bence en doğrusu şöyle diyerek (cevap vermektir): Bu, şâirin şu şiirinin usulünce söylenmiş bir sözdür: "Ben, Ebu'n-Necm'im ve şiirim de şiirdir." Bu şiirin mânası "Benim şiirim, olgunluk ve fesâhatta öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, onun hakkında, "o şiirdir" denilse, o daha fazlası yapılamıyacak şekilde iyice medhedilmiş olur" şeklindedir. Binâenaleyh bu söz, bu bakımdan tam bir mübalağa ifâde etmektedir. Âyetteki bu ifâde de aynı şekilde, "Eğer, onun risâletini (mesajını) tebliğ etmez isen, O'nun risâletini tebliğ etmemiş olursun" demektir. Yani tebliği terketmek öyle bir vebaldir ki, onun hakkında yapılabilecek en müthiş tehdid, ancak onun "tebliği terketme" olduğunu söylemektir. Böylece bu ifâde, tehdidin en ileri derecesini teşkil etmektedir, Vallahu a'lem.

(Maıde 67) Âyetinin Nüzul Sebebi

Müfessirler, âyetin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç rivayet zikretmişlerdir:

1) Bu âyet, yahûdilerte ilgili olarak yukarıda (daha önce) geçmiş olan, recm (zina cezası) ve kısas hâdisesi hakkında nazil olmuştur.

2) Bu âyet, yahudilerin dini ayıplamaları, din ile istihza etmeleri ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlara karşı sükût etmesi üzerine nazil olmuştur:

3) Tahyîr (iki şeyden birini seçme hususunda serbest bırakma) âyeti, yani "Ey Peygamber, zevcelerine de ki: "Eğer siz dünya hayatim ve onun zinetini arzu ediyorsanız, gelin size boşanma bedellerini vereyim ve sizin hepinizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı peygamberini ve âhiret yurdunu diliyorsanız, ..." (Ahzâb, 26-29) âyeti nazil olduğu zaman, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hanımlarının dünyayı seçmelerinden korkarak bu âyeti onlara bildirmedi. Bunun üzerine, bu âyet nazil oldu.

4) Bu âyet, Zeyd İbn Harise (radıyallahü anh) ile Zeynep binti Cahş (radıyallahü anh)'.in işi (durumu) hakkında nazil olmuştur. Hazret-i Âişe (radıyallahü anhnha): "Kim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, vahiyden (Kur'ân'dan) birşey gizlediğini iddia ederse, Allah'a büyük bir iftira etmiş olur. Çünkü Allahü teâlâ, "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et" buyuruyor. Eğer Resûlullah, vahiyden birşeyi gizleyecek olsaydı, "Allah'ın açığa çıkaracağı şeyi, içinde saklıyordun..." (Ahzâb. 37) âyetini gizlerdi" demiştir.

5) Bu âyet, cihad hakkında nazil olmuştur. Çünkü münafıklar cihaddan hoşlanmıyorlar ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları zaman zaman cihada teşvik etmiyordu.

6) Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'dan başkasına ibâdet edenlere sövmeyiniz. Sonra onlar da haddi aşarak, bilmeksizin Allah'a söverler" (Enam, 108) âyeti nazil olduğu zaman, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), müşriklerin ilahlarını ayıplamaktan vazgeçer. Bunun üzerine bu âyet nazil olur ve Allah, "...Tebliğet..."yani, "Onların ilahlarının ayıplarını söylemeye devam et ve bunları onlardan gizleme. Çünkü Allah seni onlardan mutlaka korur" demiştir.

7) Bu âyet, müslümanların haklan hususunda nâzit olmuştur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Veda haccında, çeşitli hükümleri ve haccın menâsikini beyân ederken, "Tebliğettim mi?" demiş müslümanlar da, "Evet (tebliğ ettin)" demişlerdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Allah'ım sâhid ol!" demişti.

8) Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir yolculuğunda bir ağacın altına konakladı ve kılıcını ağaca astı. Derken o uyurken, bir bedevi geldi ve Hazret-i Peygamberin (asılı) kılıcını alıp, kınından çıkardı ve: "Ey Muhammed, seni elimden kim kurtaracak?" dedi. Hazret-i Peygamber, "Allah" dedi. Bunun üzerine bedevî Arabın eli titredi, elinden kılıç düştü ve başını ağaca çarptı, öyle ki beyni dışarı fırladı. İşte bunun üzerine, Allahü teâlâ bu âyeti indirip, O'nu insanlardan koruduğunu beyân buyurdu.

9) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kureyşlilerden, yahûdilerden ve hristiyanlardan çekiniyordu. İşte bundan ötürü, Allah bu âyet ile, O'nun kalbindeki korkuyu giderdi.

10) Âyet, Hazret-i Alî (k.v)'nin fazileti hakkında nazil olmuştur. Bu nazil olduğu zaman, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin elini tuttu ve "Ben, kimin dostu isem, Ali de onun dostudur. Allah'ım ona dost olana sen de dost ol ona düşman olana, sen de düşman ol' Keşfu'l-Hafâ, 2/274. buyurdu.

Derken Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ile karşılaştı ve "Ey İbn Ebi Tâlib, ne mutlu sana! Gözün aydın! Benim dostum ve bütün mü'minlerin ve mü'minelerin dostu oldun" dedi. Bu İbn Abbas (radıyallahü anh) Berâ İbn Âzib (radıyallahü anh) ve Muhammed İbn Ali'nin görüşüdür. Bil ki bu rivayetler çok iseler de, evlâ olan bu âyeti "Allah'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yahûdî ve hristiyanların hile ve tuzaklarından emin kılıp, onlara hiç aldırmadan tebliğini yapmasını emrettiği" mânasına hamletmektir. Çünkü bu âyetten önceki birçok âyet, ve yine bundan sonraki birçok âyet yahudî ve hristiyanlarla ilgili olduğuna göre, aradaki bu tek âyeti, öncesine ve sonrasına uygun düşmeyen bir mânaya hamletmek imkânsız olur.

Allah Koruyacağını Vaadettiği Halde Peygamberin Yaralanması Nasıl Açıklanır

Âyetteki, "Allah seni insanlardan koruyacaktır" beyanı ile ilgili şöyle bir soru bulunmaktadır: "Bu ifâde ile, Uhud günü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yüzünün yarılıp, dişinin kırılması ile ilgili rivayet nasıl birleştirilebilir?"

Bu soruya iki şekilde cevap verilir:

a) "Bu korumadan murad, öldürülmekten korumadır. Bu mânaya göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, öldürülme dışındaki diğer bütün belâ ve sıkıntılara katlanması gerektiği hususunda bir uyarı bulunmaktadır. Zaten peygamberlerin mes'uliyetinden daha ağır ve meşakkatli bir sorumluluk yoktur.

b) Bu âyet, Uhud savaşından sonra nazil olmuştur.

Bil ki "insanlar" kelimesinden burada kâfirler kasdedilmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, (bundan sonra), "Şüphesiz ki Allah, kâfir olan toplumları hidâyete ulaştırmaz" buyurmaktadır. Bu buyruk, "Allah o kâfirleri, istediklerini yapmaya muvaffak kılmaz" demektir. Enes (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre, bu âyet nazil oluncaya kadar, Sa'd ve Huzeyfe (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e muhafızlık yaparlardı. Bu âyet gelince, o, deri çadırından başını uzatarak, "Ey insanlar artık gidin. Çünkü Allah beni İnsanlardan (kâfirlerden) korudu (koruyacak)" dedi.

Allah'ın Talimatlarını Uygulamanın Farz Olduğu

68

"De ki: "Ey ehl-i kitap, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni dosdoğru tatbik ve icra edinceye kadar, siz hiçbir esasa dayanmış olmazsınız. Andolsunsana Rabbinden indirilen (Kuran), onlardan birçoğunun taşkınlığını ve küfrünü artıracaktır. O halde kâfirler güruhuna karşı gam yeme".

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, dinleyenin ister hoşuna gitsin, ister ağırına gitsin, tebliği yapmasını emredince, ehl-i kitaba da, her ne kadar gerçekten onların zoruna gidecek şeylerden olsa da, bu sözü söylemesini emretti ve: "De ki: "Ey yahûdi ve hristiyanlardan olan ehl-i kitap, siz hiçbir din üzere değilsiniz ve elinizde hiç doğru ve gerçek birşey yok" buyurdu. Sen, birşeyin değersizliğini ve durumunun küçüklüğünü anlatmak istediğinde aynı şekilde, "Bu, bir şey değil" dersin.

Âyetteki, "Tevrat'ı incil'i ve Rabbinizden size indirileni dosdoğru tatbik ve icra edinceye kadar, siz hiçbir şey üzerinde değilsiniz. Andolsun sana indirilen (Kuran), onlardan birçoğunun taşkınlığını ve küfrünü artıracaktır" buyruğu, daha önce de geçmişti. Burada tekrar edilmesi te'kid içindir.

Sonra Cenâb-ı Allah "O halde kâfirler güruhuna karşı gam yeme" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki izah vardır:

1) "Küfür ve azgınlıklarının artması sebebi ile, onlara esef etme. Çünkü bunun zararı ne sana, ne mü'minlere gelir, sadece onlara gelir."

2) "Onlara lanetin ve azabın inmesi sebebiyle üzülme. Çünkü onlar buna müstehak olun kâfirlerdendir." Ibn Abbas (radıyallahü anh) şunu rivayet etmiştir: "Bir grup yahûdi gelerek, "Ey Muhammed, Tevrat'ın Allah tarafından gönderilmiş hak bir kitap olduğunu ikrar etmiyor musun?" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Evet" deyince de, "O halde biz sadece Tevrat'a inanır, başkasına inanmayız", dediler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

69

"Şüphe yok ki iman edenlerden, yahûdî olanlardan, sabitlerden ve hristiyanlardan, kim Allah'a ve âhiret gününe iman edip salih ameller işlerlerse, artık onlar üzerine hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değiller".

Bu âyetin tefsiri Bakara sûresinde (62) ayeti geçmişti. Burada geriye birkaç mesele kalmıştır:

Kelimesinin İrabı Hakkında

İ'rabın zahiri, denilmesini gerektirir. Nitekim Ubeyy İbn Ka'b, İbn Mes'ud (radıyallahü anh) ve İbn Kesir de bu şekilde okumuşlar. Nahivciler meşhur kıraatin sebebi hususunda şu izahtan yapmışlardır:

1) Halil ve Sibeveyh'in görüşüne göre, (......) kelimesi, "tehir" niyeti ile, mübteda olmak üzere merfû kılınmıştır. Sanki, "Şüphe yok ki iman edenlerden, yahûdi olanlardan ve hristiyanlardan, kim Allah'a ve âhiret gününe iman edip sâlih ameller işleyenlerse, artık onlar üzerine hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değiller. Sâbiîler de böyledir" denilmiştir. Binâenaleyh bu kelimenin haberi mahzûftur. Bu kelimenin daha önceki kelimelere atfedilmemesinin hikmeti şudur: Sâbiîler, bu âyette zikredilen ümmetler içerisinde en sapık olanlardır. Buna göre sanki, "Bu fırkaların hepsi, amel-i salihte bulunarak İman ederlerse, Allah onların tevbelerini kabul eder ve günahlarını bağışlar. Sâbiîler bile, böyle iman ederlerse, onları da aynı şekilde bağışlar" denilmektedir.

Ferrâ'nın Tercihe Şayan İzahı

2) Ferrâ'nın görüşüne göre. Âyetin başındaki lâfzı ame etme bakımından zayıftır. Bunun izahı birkaç şekildedir:

a) (......) kelimesi fiile benzediği için âmil olur. Halbuki fiil ile harf arasındaki benzerliğin zayıf olduğu malumdur.

b) (......) harfi, âmil olsa bile, sadece ismi üzerinde âmildir. Haberine gelince, haber, mübtedâ'nın haberi olarak ref üzere kalmıştır. Bu harfin, haberin merfû olmasında herhangi bir tesiri yoktur. Bu şörüş, Küfetilerin mezhebi olup, biz bunu Bakara sûresinde (Bakara. 6) âyetini tefsir ederken, delilleri ile izah etmiştik.

c) (......) lafzının amelinin tesiri ancak bazı İsimlerde görülür. Âmilleri değiştiği, durumları (harekeleri) değişmeyen isimlerde ise, bu lafzın tesiri görülmez. İşte bu âyette de böyledir. Çünkü âyette, harfinin ismi, lâfzıdır. Bu lâfızda ise, ne ref, ne nasb, ne de cerr alâmeti görülmez. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: (......)'nin ismi, i'rab alametleri görünmeyen bir kelime olursa, o kelime üzerine atfedilecek kelimeye bu harfin amel ettirilmesine göre nasb, ettirilmemesine göre de ref hali caizdir. Binâenaleyh denilmez. Çünkü burada (......) kelimesinin ismi olan "Zeyd" kelimesi üzerinde i'rab alameti görülüyor. Fakat, "şüphesiz şunlar ve kardeşlerin, bize ikram ederler"; "şüphesiz şunun kendisi cesurdur" ve "Muhakkak ki Katâme ve Hind bizim yanımızdadırlar" denilmesi caizdir. Bunun caiz oluşunun sebebi şudur: " kelimesinin ameli aslında zayıftır. Bunun amelinin tesiri ismi üzerinde görülemeyecek kadar zayıf olursa, bu durumda amelinin tesiri iyice zayıf demektir. Böylece üzerine bu edatın dâhil olmasından önce sabit olan hüküm gereğince, isminin merfû olması caiz olur. O gelmezden önceki hüküm ise, o ismin mübtedâ oluşudur." İşte Ferrâ'nın görüşünün izahı bundan ibarettir. Bu, güzel bir izah olup, Basralıların görüşünden daha evlâdır. Çünkü Basralıların görüşleri, ilahî kelâmın, mevcud tertibinin doğru olmadığı neticesini gerektirir. Onlara göre tertibin doğruluğu, âyetin nazmının bozulmasıyla temin edilir. Ferrâ'nın görüşüne göre, böyle birşeye ihtiyaç voktur. Şu halde bu daha uygun olur.

(......)'nin Ameli Hakkında İzahlar

Bazı nahivciler, "Hiç şüphesin (......) kelimesi, mübtedâ haber cümlesi üzerine dahil olan bir edattır. Mübtedanın mübtedâ, haberin de haber olması, bu harf dahil olduktan sonra da, dahil olmazdan önce de mevcut olan, gerçek bu vasıftır. Mübtedânın mübtedâ olması, merfû olmasını gerektirir" demişlerdir.

Bu sabit olunca biz deriz ki: (......) lâfzının ismi üzerine atfedilen kelimenin, bu harfin amel ettirilmesi ile mansub olması caiz olduğu gibi, gerçekte kendisinden bahsedilen ve haber verilen bir mübtedâ olduğu için merfû kılınması da câizcir.

Keşşaf sahibi bu görüşü tenkîd ederek, şöyle demiştir: (......) lâfzının isminin mahalline atfedilen kelimenin merfû olması, ancak haber zikredildikten sonra sözkonusu olur. Nitekim sen, lafzına göre mansub; 'nin isminin mahalline göre ise merfu olarak, "Zeyd ve Amr gidiyorlar" diyebilirsin. Çünkü burada atıftan önce haber zikredilmiştir. Fakat bu, haber zikredilmeden önce olsaydı caiz olmazdı. Çünkü biz bu kelimeyi, (......)'nin isminin mahalline bakarak merfû okuduğumuzda, (......)'nin ismi üzerinde âmil olan şey, mübtedâ olmuş olur. Böyle olunca da, (......)'nin haberinde âmil olan da, yine mübtedâ olur. Çünkü mübtedâ ye haberde müessir olan, "ibtidâ" lafzıdır. Bu durumda, sonra gelen haberin, hem harfi, hem de, "ibtidâ" lafzı sebebi ile merfü olması gerekir. Bu durumda da, tek bir merfû üzerinde, farklı iki ref edici âmil birleşmiş olur ki bu imkânsızdır."

Bil ki Keşşaf sahibi'nin bu görüşü zayıftır. Bu zayıflığın izahı, birkaç şekilde yapılabilir:

a) Nahivcilerin, "râfi'a" (ref edici) ve "nâsıba" (nasbedici) diye ifâde ettikleri şeyler, zatları ve mahiyetleri icabı böyle değillerdir. Çünkü bunun böyta olduğunu hiçbir akıllı söyleyemez. Aksine bundan murad, bu gibi şeylerin, ad ve ıstılah hasebi ile, bu hareketler için birer muarrif (işaretçi) olarak tanınmalarıdır. Birçok muarriîin aynı şeye işaret etmesi imkânsız değildir. Baksana sonradan var öten varlıkların herbir parçası, Allah'ın varlığına delâlet etmektedir.

b) Keşşaf sahibi bu görüşünü, (......) kelimesinin, hem ismini nasb, hem de haberini ref etmede, tesir sahibi olma özelliğine dayandırmıştır. Kûfeliler ise bunu kabul etmeyerek, "Bu harfin, haberini ref etmede kesinlikle tesiri voktur" demişlerdir. Biz bu meseleyi Bakara sûresinde iyice anlattık.

c) Birçok şeyin birbirleri üzerine affedilmeleri halinde, tek bir haber, hepsinin birden haberi olmaz. Çünkü birşeyin haberi, o şeyin halini anlatma ve durumunu ortaya koymaktan ibarettir. Halbuki bir şeyin halinin ve durumunun, diğer bir şeyin hali ve durumunun aynısı olması imkânsızdır. Çünkü, tek bir sıfat, çeşitli varlıklarla kâim olamaz. Bu sabit olunca, haberin her ne kadar lafız itibari ile tek olsa da, aslında birkaç tane olduğu ortaya çıkmış olur. Bunun da takdir ve niyyete göre olacağında hiç şüphe yoktur. Hakikatte haberin birkaç tane olması ve bazısının (......) harfi ile, bazısının da "ibtidâ" lafzı ile merfû olması imkânsız olmaz. Böyle olması halinde de, tek bir merfû üzerinde, iki değişik ref edici âmil birleşmiş olmaz. Bunu, şu husus da ortaya koyar: Keşşaf sahibi, haberin ve ismin zikredilmesinden sonra, isim üzerine atfedilen kelimenin hem merfu olmasının, hem de mansub olmasının caiz olduğunu kabul etmiştir. Hiç şüphesiz ki bu atıf o kelime için bir haber takdir ettiğimiz için caiz olmuştur. Biz bu takdir edilen haberin de, "ibtidâ" lafzı ile merfû kılındığına hükmediyoruz. Bu sabit olunca, biz deriz ki: "Haberden önce bir ismi, isme (mübtedâ üzerine) atfettiğimiz zaman, akıl, mutlak haberin takdir edilmesi gerektiği hükmünü verir. Bu ise ancak, birden çok haber takdir edildiğinde olur. Böyle olması halinde de, Keşşaf sahibi'nin ileri sürdüğü gereklilik sakıt olur. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Allah, ehl-i kitabın, imân etmedikleri müddetçe, bir hiç olduklarını beyân edince, bu hükmü herkese teşmil etmiş ve Allah ile âhiret gününe iman edip, sâlih amel işlemediği müddetçe, hiçbir insanın, herhangi bir fazilet ve şerefi olamayacağını açıklamıştır. Bu böyledir, çünkü insanın biri nazarî (teorik) diğeri de amelî (pratik) olmak üzere iki kuvveti vardır. İnsanın nazarî kuvvetinin (teori ve düşünce kuvvetinin) mükemmelliği, ancak Hakk'ı bilip tanıması; ameli kuvvetinin mükemmelliği İse, ancak hayırlı (iyi) amel ve işlerde bulunması ile olur. Şeref bakımından bilgilerin en üstün olanı, varlıkların en şereflisini bilmektir ki o da Allahü teâlâ'dır. O'nu en güzel şekilde tanımak ise, O'nun haşr'a ve neşre (yeniden diriltmeye ve hesaba) kadir olduğunu bilmekle olur. Binaenaleyh hiç şüphe yok ki bilgilerin en üstünü, Allah'a ve âhirete iman etmektir. Amellerin en hayırlısı ve en efdali ise, şu iki şeydir:

a) Ma'bûd'a saygıyı ifâde eden amellere (ibadetlere) devam etmek, ve

b) Mahlûkat'a faydalı olmak için sa'y-ü gayret göstermektir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allah'ın emrine saygı ve Allah'ın mahlûkatına şefkat göstermek" buyurmuştur.

Daha sonra Allah, böyle bir imân ve amele sahip olan kimsenin, Kıyamete korkusuz ve kedersiz olarak varacağını beyân buyurmuştur. Bu iki ifâdenin, (yani korku ve hüzün kelimelerinin) peşpeşe getirilmesinin hikmeti şudur: Korku istikbâli, keder ise geçmişi alâkadar eden şeydir. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah, böyle kimselerin Kıyametin dehşetini görmeleri sebebi ile, üzerlerine hiçbir korkunun gelmeyeceğini; dünyanın lezzetlerini ve hoş şeylerini kaybetmiş olmaları sebebi ile de mahzun olmayacaklarını söylemiştir. Çünkü böylesi insanlar, kendileri için dünyada mevcut olan şeylerden daha büyük daha şerefli ve daha güzelini, orada, âhirette bulacaklardır. Bu durumda olan kimse ise, elinden çıkardığı dünyevî lezzetler ve hoş şeyler yüzünden mahzun olmaz.

Kulun Kıyamette Korkusuz Olması Ne Demektir?

Bu durumda, eğer, "masum (günahsız) olmayan mükellef, nasıl Kıyametin dehşetinden uzak ve korkusuz olabilir?" denilir ise, buna şu iki şekilde cevap verilir:

1) Allahü teâlâ, bunu amel-i sâlih işlemiş olma şartına bağladı. Halbuki insan, günahların hepsini terkettiği ve hiçbirini İşlemediği zaman, amel-i sâlih yapmış olur.

2) Böyle bir korku bulunsa bile, bu geçici bir korku olup, hesaba alınmayacak kadar küçük bir korkudur.

Amel-i Salihi Şart Sayan Mu'tezile'ye Red

Mu'tezile şöyle demektedir: Allahü teâlâ, bu kimseler için orada korku ve kederin olmamasını, iman ve şartına bağlamıştır. Bir şarta bağlı olan şey, o şart bulunmadığı zaman bulunmaz. Binâenaleyh bundan, iman edip de amel-i salih işlemeyen kimseler için korku ve ederin bulunacağı neticesi çıkar. Bu da büyük günah sahibinin affedilmesine mani olur.

Cevap: Allah'ın, büyük günah sahibini affedeceğine dair kesin bir hüküm verilemez.. Binâenaleyh, affedildikleri açıkça belirtilmezden önce, bu korku ve keder mevcut demektir.

Beşinci Mesele

Cenâb-ı Hak, âyetin başında "Şüphe yok ki iman edenler..."; âyetin sonunda da, "..Allah'a iman edenler..." buyurmuştur. Bu tekrarın şu iki faydası bulunmaktadır:

a) Münafıklar, kendilerinin mü'min olduklarını iddia ediyorlardı. Binâenaleyh bu tekrarın faydası, münafıkları, korku ve kederin bulunmaması vaadinin dışında tutmaktır.

b) Allahü teâlâ "İman" lafzını mutlak zikretmiştir. İman sözünün içine, pekçok kısım girer ki, bunların en kıymetlisi, Allah'a ve âhiret gününe iman etmektir. Binâenaleyh, bu tekrarın faydası bu iki kısmın, imanın kısımlarının en şereflisi olduğuna dikkat çekmek olur. Biz, "Ey iman edenler... " ifadesinin tefsirinde, pek çok açıklamada bulunmuştuk ki, bunların hepsi de buraya uygundur.

Altıncı Mesele

(......)nin ismine râcî olacak zamir hazfedilmiş olup takdiri, "Onlardan da iman eden kimse..." şeklindedir. Ama, karîne kaim olduğu için bu zamirin hazfedilmesi güzel ve yerinde olmuştur.

Yahudilerin, Hoşlanmadıkları Talimatlar Getiren Peygamberleri Öldürmeleri

70

"Celâlim hakkı için, biz İsrailoğullarından sapasağlam teminat almış, onlara peygamber göndermişizdir. Ne zaman bir peygamber, kendilerine hoşlanmayacağı bir şeyi getirdiyse birtakımını yalana çıkardılar, birtakımmı da öldürdüler".

Bil ki, Allah'ın bu buyruğundan maksadı, İsrailoğullarının isyanlarını ve Allah'ın ahdini yerine getirme konusunda ne denli direttiklerini beyân etmektir. Bu ifâde, O'nun bu sûreye başlamış olduğu "bağlandığınız ahidleri yerine getirin" (Mâide. 1) konusuyla alâkalıdır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki biz İsrailoğullarından sapasağlam teminat almıştık..." buyurmuştur. Yani, "Biz, hem delilleri, hem de o delillerden istidlale götüren aklı yarattık ve onlara, şer'i kanunları ve hükümleri tarif edip anlatan peygamberler gönderdik" demektir.

Hak teâlâ'nın, "Ne zaman bir peygamber, kendilerine canlarının hoşlanmayacağı bir şeyi getirdiyse..." buyruğu, âyette geçen "peygamber" kelimesinin sıfatı olan bir şart cümlesidir. Mevşûfa râci olacak olan zamir ise hazfedilmiş olup kelamın takdiri, "Her ne zaman onlardan bir peygamber, onlara, hoşlanmayacakları bir şeyi getirdiyse.." şeklindedir. Yani, "Onların arzularına uymayan, isteklerine ters düşen güç mükellefiyetlerden bir şey getirdiği zaman..." demektir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç soru vardır:

a) Ayetteki şartın cevâbı nerededir? Çünkü "Bir takımını yalana çıkardılar, birtakımım da öldürdüler" ifâdesi, şartın cevâbı olmaya elverişli değildir. Çünkü bir tek peygamber iki fırka olamaz..

Cevap: Şartın cevâbı mahzûftur. Bunun hazfedilmesi caizdir. Çünkü zikredilen şeyler, cevabın hazfedildiğine delil olup, kelâmın takdiri, "Her ne zaman bir peygamber onlara geldiyse, onlar savaş ilan edip onun karşısına dikildiler" şeklindedir. Daha sonra da, "Onlar onun karşısına nasıl dikildiler?" denilince de, "Bir kısmını yalanlayıp bir kısmını da yalanlayarak..." şeklinde cevap verilmiştir. Soru soranın, "Tek bir peygamber iki fırka olamaz" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın "Ne zaman bir peygamber onlara..." ifâdesi, peygamberlerin çok olduğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh şüphesiz, o peygamberleri iki gruba ayırmıştır.

Muzarî Fiilin Maziye Atfedilmesinin İzahı

b) Cenâb-ı Hak, niçin iki fiilden birisini mazi, diğerini de muzari getirmiştir?

Cevap: Allahü teâlâ, o ehl-i kitabın her durumda ve her vesilede, Hazret-i İsa'yı ve Musa'yı nasıl tekzib ettiklerini; onların, Allah'ın emirlerine ve mükellefiyetlerine karşı nasıl karşı koyup direttiklerini açıklamıştır. Nitekim âlimlerin bazısına göre, Hazret-i Musa zorba kavimle savaşma hususundaki emrini kabul etmeyip direten ümmetinin verdiği uğursuzluk ve ıstırapla çölde vefat etmiştir.

Öldürme işine gelince bu, onların, Hazret-i Zekeriya ve Hazret-i Yahya (aleyhisselâm)'ya yaptıkları şeydir. Yine onlar, şayet Allah onları dileklerinden men etmeseydi, Hazret-i İsa'yı da öldürmeye kastetmişlerdi. Hatta onlar, Hazret-i İsa'yı öldürdüklerini iddia ediyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hak "yalanlama" işini, onların Hazret-i Musa'ya karşı yapmış oldukları muamelelerine bir işaret olsun diye mazi siğasıyla getirmiştir. Çünkü o günden bu güne pek çok zaman geçmiştir., öldürme işi de onların Hazret-i Zekeriyya, Yahya ve Isa (aleyhisselâm)'ya yapmış oldukları muamelelerine bir işaret olsun diye, muzari (şimdiki zaman) lafzıyla getirmiştir. Çünkü bu zaman, yakın bir zamandır. Böylece bu adeta, hazır içinde yaşadığımız zaman gibi olmuş olur.

c) (......) ifâdelerinde, mefûl olan kelimenin öne alınmasının faydası nedir?

Cevap: Öne almanın, o şeye gösterilen ihtimam ve ilginin fazlalığından dolayı olduğunu biliyorsun.. Binâenaleyh, yalanlamak ve öldürmek her ne kadar kötü şeyler ise de, peygamberleri yalanlayıp onları öldürmek çok daha fazla çirkin şeylerdir, işte âyetteki bu takdim, böyle bir mânadan dolayı olmuştur.

O Yahudilerin Kör ve Sağır Kesilmeleri

71

"Ve öyle sandılar ki bir belâ olmayacaktır. Kör kesildiler, sağır kesildiler onlar. Sonra Allah onlara tevbe nasip etti. Sonra yine içlerinden birçoğu kör ve sağır oldular. Allah, ne yaparlarsa hakkıyla görücüdür".

Sonra Allah, "Ve öyle sandılar ki bir belâ olmayacak... buyurmuştur. Bu cümle ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza, Kisaî ve Ebû Amr, nün harfinin refiyle diğer kıraat imamlarıysa, nün harfinin nasbiyle (......) şeklinde okumuşlardır.

İlmin Derecelerini İfâde Eden Farklı Lafızlar

Vahidî bu mesele hakkında güzel bir izahta bulunarak şöyle der: Fiiller üçe ayrılır:

1) İlim, kati olarak bilmek (teyakkun) ve iyice araştırmak, ortaya çıkarmak (tebeyyün) gibi, bir şeyin sübut bulup karar kıldığına delâlet eden fiiller. Böylesi fiillerden sonra fiili nasbeden sakin değil, şeddeli bulunur. Bu böyledir, çünkü şeddeli bir şeyin sebat bulup karar kılmış olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, ilim, istikrar ve sebata delâlet edip, şeddeli olan de, bu manayı ifade edince, aralarında bir uyum ve benzerlik meydana gelmiş olur. Söylediğimiz bu şeyin Kur'ân'daki misâli Hak teâlâ'nın "Şüphesiz onlar da Allah'ın apâşikâr Hakk'ın ta kendisi olduğunu bileceklerdir" (Nur, 25) "Onlar bilmediler mi ki şüphesiz Allah, kullarından tevbeyi kabul edecek... " (Tevbe, 104) "Allah'ın gördüğünü hiç bilmedi mi?" (Alak, 14) âyetleridir. Bu son âyette (......)nin başında bulunan bâ harfi zaidedir.

2) Sebat ve istikrarın aksine delâlet eden fiiller. Meselâ "arzu ediyorum" tamah ediyorum" "korkuyorum" ve, "umuyorum, ümid ediyorum" vb. fiiller gibi. İşte bu fiillerle ancak, fiili nasbeden sakin (......) kullanılır. Nitekim Allah, "Ceza gününde kusurlarımı bağışlayacağını umduğum O'dur" (Şuara, 82), "İnsanların sizi tutup kapmasından korkuyordunuz..."(Enfâl, 26) ve "Biz de, o çocuğun onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden endişe ettik de..." (Kehf, 80) buyurmuştur.

3) "zannetti" ve kardeşleri gibi, bazan birinci, bazan da ikinci mânaya gelen fiiller. Binâenaleyh, fiili bazan sübut bulmayan ve karar kılmayan şeyler hakkında mânasına; bazan da, sübût bulup karar kılan şeyler hakkında kullanılan "ilim" anlamında ele alınır.

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Âyette geçen lâfzını, "sübût bulup karar kılan" mânasına hamletmek mümkündür. Çünkü, İsraîloğulları bu yalanlama ve öldürmeleri sebebiyle bir fitneye ve azaba düşmeyeceklerine kesinkes inanıyorlardı.. Yine bu fiili, sübut bulup karar kılmak mânasına hamletmemek de mümkündür. Çünkü onlar bu yalanlama ve adam öldürme işini, makamlarını korumak ve kendilerine yandaş bulmak için yapıyorlardı. Böylece onlar kalbleriyle, bunun bir hata ve isyan olduğunu biliyorlardı. Lafız, söylediğimiz bu iki mânadan her birine muhtemel olunca, hiç şüphesiz bu iki kıraatten her birinin sahih olacağı ortaya çıkmış olur. Binâenaleyh, (......) kelimesini merfû okuyan kimseye göre mana şeklinde olmuş olur ki, daha sonra şeddeli olan deki nunun birisi kaldırılıp, böylece de hazfedilen zamirin yerine bir lâ getirilmiş olur. Binaenaleyh şayet sen, hazfedilen zamirin yerine, "sîn", "sevfe" ve "kad" gibi edatları getirmediğin müddetçe merfû okuyarak demen güzel olmaz.

Bu edatlardan birinin getirildiğine misâl, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah muhakkak bilmiştir ki... "(Müzzemmil, 20) âyetidir.Mansûb okunmasının sebebi ise açıktır.

Vahidî, sözüne devamla şöyle der: "Kur'ân-ı Kerım'de her ikisiyle alâkalı olarak da âyet bulunmaktadır. Meselâ: "Mansûb okuyup da, bundan sonra sakin (......)'in geldiğini söyleyenlere misâl, "Yoksa kötülük yapanlar bizim elimizden kaçıp kurtulacaklarını mı sandılar?" (Ankebut, 4); "Yoksa kötülükleri kazananlar kendilerini iman edip salih ameller işleyenler gibi yapacağımızı mı sandılar?" (Casiye. 21) ve "Elif-lâm-mim insanlar bırakılıvereceklerini mi sandılar.." (Ankebut. 1-2) âyetleridir.

Merfû okuyanların âyetten misali ise: "Yahut biz onların içlerinde gizlediklerini ve aralarındaki fısıltılarını işitmiyoruz mu sanıyorlar?" (Zuhruf, 80); "Onlar kendilerine imdâd ettiğimiz (verdiğimiz)... ile..." (Müminûn, 55) ve "İnsan zanneder mi ki biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getirmeyeceğiz?..." (Kıyâme, 3) âyetleridir. İşte burada geçen (......)ler, (......)den tahfif edilen (......)dır. Çünkü fiil-i muzariyi nasbedan (......)'den sonra edatı gelmez.

(......) fiili hakkındaki iki görüşün misallerine gelince bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın "Anlar ki bel kemikleri kırılacak.." (Kıyame, 25), "Ayakta tutacaklarını zannederlerse.." (Bakara, 230) âyetleriyle, "Gerçek biz de insan (olsun), cin (olsun) Allah'a karşı (hiçbiri) asla yalan söylemez, sanmıştık" (Cin, 5) ve "Hakikaten onlar da, sizin zannettiğiniz gibi, Allah'ın hiçbir kimseyi kat'iyyen diriltemeyeceğini sanmışlar " (Cin. 7) âyetleridir. Bu son iki âyette bulunan tıpkı, "Muhakkak bilmiştir ki..." (Mûzzemmil, 20) âyetinde olduğu gibi, şeddeli olan (......)den hafifletilmiş (......)dir. Çünkü fiil-i muzariyi nasbeden edâtıyla beraber kullanılmaz. Zira edatı te'kid bildirir. Fiil-i muzariyi nasbeden (......) ise, izah ettiğimiz gibi, istikrar ve sübûtun bulunmayışını ifade eder.

İkinci Mesele

(......) fiili, iki mef'ûl alması gereken fiillerdendir. Ancak ne var ki âyetteki "bir belâ olmayacak... "ifadesi, maddesinin iki mef'ûlünün yerini tutan bir cümledir. Çünkü bunun mânası, "Onlar fitne ve belânın, başlarına gelmeyeceğini zannettiler" şeklindedir.

“Fitne”nin Buradaki Manası

Müfessirler (......) kelimesi hakkında birkaç izah zikretmişlerdir. Bu kelimenin mânası, dünya ve âhiret azabına hasredilmiştir. Dünya azâbıysa birkaç çeşittir: Kıtlık, veba, öldürülme, düşmanlık, insanlar arasında olan buğz ve kin, bir de talihin ters gitmesi ve uğursuzluk... bunlardandır. Bütün bunlar ise, onların başına gelmiştir. Müfessirlerden her biri, (......) kelimesini bu manalardan birisine hamletmiştir:

Bil ki, onların başlarına fitne gelmeyeceğini zannetmeleri iki mânaya gelebilir:

a) Onlar, Musa (aleyhisselâm)'nın şeriatının neshedilmesinin imkânsız olduğuna inanıyorlardı. Ve yine onlar, kendilerine başka bir şeriat getiren her peygamberi yalanlamalarının ve öldürmelerinin kendilerine vacip olduğuna inanıyorlardı.

b) Onlar her ne kadar, içlerinden, bu yalanlama ve öldürme hususunda hatalı olduklarına inanıyor iseler de: "Biz Allah'ın evlatları ve dostlarıyız" diyorlar ve atalarının, dedelerinin peygamber oluşunun, bu öldürme ve yalanlama sebebiyle müstehak oldukları cezayı, kendilerinden uzaklaştıracağına inanıyorlardı.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Kör kesildiler, sağır kesildiler onlar. Sonra Allah onlara tevbe nasip etti. Sonra yine içlerinden birçoğu kör ve sağır oldular. Allah ne yaparlarsa hakkıyla görücüdür" buyurmuştur. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Kör ve Sağır Kesilmelerinin İki Kere Oluşunun Manası

Âyet-i kerime, Hakk'a ulaşma hususundaki körlük ve sağırlıklarının iki defa hasıl olduğuna delâlet etmektedir. Müfessirler, bu iki defa ile ne murad edildiği hususunda ihtilaf ederek, şunları ileri sürmüşlerdir:

1) Bundan murad şudur: Onlar, Hazret-i Zekeriyya, Hazret-i Yahya ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm) zamanlarında hidâyete karşı kör ve sağır oldular da, sonra Allah onlardan bir kısmına imanı nasîb ederek, tövbelerini kabul etti. Daha sonra bunların pek çoğu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini inkâr etmek sureti ile, O'nun zamanında (ikinci defa) kör ve sağır oldular. Cenâb-ı Hak, "İçlerinden bir çoğu..." buyurmuştur. Çünkü yahûdilerin ekserisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i inkâr hususunda ısrar etmişlerse de, Abdullah İbn Selâm (radıyallahü anh) ve arkadaşları gibi, içlerinden bir grup ona imân etmişlerdir.

2) Onlar buzağıya ibadet ettikleri esnada kör ve sağır olmuşlar, sonra bu şirklerinden tevbe etmişler, Allahü teâlâ da onların tevbelerini kabul etmiştir. Sonra bunlardan pek çoğu, işi sarpa sardırarak, kör ve sağır olmuşlardır ki bu da onların, Allah'ı açıkça görmeyi istemeleri ve meleklerin inmesini talep etmeleridir.

3) Kaffâl (r.h) şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hak, İsrâ (Benî İsrail) sûresinde, bu âyetin tefsiri mahiyetindeki birçok âyet getirerek, "Biz kitapta, İsrâiloğullarına şu haberi verdik: "Siz yeryüzünde muhakkak iki kere fesad çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir serkeşlik yapıp azacaksınız. İşte o ikiden birincisinin vakti gelince, çok çetin bir kuvvete sahip kullarımızı üzerinize musallat kıldık ve onlar evlerin(izin) aralarına kadar girip, (sizi) aradılar. (Bu), yerine getirilmiş bir vaad idi. Sonra bunlara karşı size tekrar devlet ve galebe (üstünlük) verdik. Mallarla ve oğullarla sizin imdadınıza yetiştik ve sizi sayıca çoğalttık..." (isrâ, 4-6) buyurmuştur ki bu onların (hidayete karşı) birinci körlük ve sağırlıklarıdır. Sonra Hak teâlâ, "Artık diğer (fesadın) vakti gelince, yüzlerinizi (korkudan) karartsınlar, mescidlerinize, birinci defa girdikleri gibi girsinler, galebe ve istilâ ettiklerini alabildiğine mahvetsinler diye (yine size düşmanlarınızı musallat ettik)" (İsra, 7) buyurmuştur ki bu da, "sonra yine içlerinden bir çoğunun (ikinci defa) kör ve sağır olmalarıdır."

4) Âyetteki, "Kör kesildiler, sağır kesildiler onlar" tabirinin mânası, Hazret-i Dâvûd ile Hazret-i Süleyman ve diğer peygamberlerini, Cenâb-ı Hak onlara peygamber olarak gönderdiğinde tahakkuk etmiştir. Sonra onlar Allah'a imân etmişler ve Allah tövbelerini kabul etmiş, daha sonra araya bir fetret (peygambersizlik) devri girince, yeniden kör ve sağır olmuşlardır.

İkinci Mesele

"Onları Allah kör ve sağır etti" mânasında olmak üzere, bu ifade (......) şeklinde okunmuştur. Bu, "körlüğü ve sağırlığı, onlara Allah verdi ve damga gibi vurdu" demektir.

(Bu tıpkı senin, bir kimseye, kısa bir mızrakla yani (nezk) ile vurduğun zaman dizinle yani "rukbe"nle vurduğun zaman demen gibidir.

Üçüncü Mesele

Âyetteki, "Sonra yine içlerinden birçoğu, kör ve sağır oldular" ifâdesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:

a) Bu, Araplardan "Onlar, yani pireler beni yedi" diyenlerin kullanışına göre bir ifâdedir.

b) Âyetteki, "içlerinden birçoğu" ifâdesi, "Sonra, kör ve sağır oldular" ifâdesindeki fiillerin fail zamiri olan "vâv"dan bedeldir. Kur'ân-ı Kerim'de, bedel olarak getirilen ifâdeler çoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak, herşeyi güzel yapan, yani yaratandır" (Secde, 7) ve "Beytullaha haccetmek, insanlar, yani ona yol bulabilenler üzerinde, Allah'ın bir farzıdır" (Al-i İmran, 97) buyurmuştur. Âyet-i kerimede ifâdesini "bedel" kabul etmek, son derece güzel ve yerindedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu ifâdeyi kullanmaksızın sadece"Sonra, kor ve sağır oldular" demiş olsaydı, bu, onların hepsinin böyle olduğu zannını uyandırırdı. Ama "içlerinden birçoğu" deyince, bu ifâde onların hepsi için olmayıp, ekserisi için bu durumun tahakkuk ettiğini gösterir.

c) Âyetteki "içlerinden birçoğa" ifadesi, mahzûf bir mübtedanın haberi olup, takdiri, "Onlar, içlerinden birçoğudur" şeklindedir.

Dördüncü Mesele

Hiç şüphesiz âyetteki "kör ve sağırlık"tan maksad, onların cehalet ve küfürleridir. Buna göre biz deriz ki, onlardaki bu cehaletin ve küfrün yaratıcısı ya Allah'tır ya kendileridir. Birinci ihtimal Mu'tezile'nin görüşünü iptal eder. İkinci ihtimal de bâtıldır, zira insan, kendisi için cehaletin ve küfrün tahakkuk etmesini kesinlikle tercih etmez. Buna göre Mu'tezile, "Onlar bunu, cehalet değil, bîr ilim olduğunu zannettikleri için tercih etmişlerdir" der ise, biz de deriz ki: "Bunun neticesi de, onların, bu cehaleti tercih edişleri, bunun dayandığı bir başka cehaletten ötürüdür. Ancak cehaletler teselsül etmez, mutlaka bir ilk cehalette kesilir. Binâenaleyh zikrettiğimiz sebepten ötürü, bu ilk cehaletin failinin kul olması caiz değildir. Bundan dolayı, bunun fail ve yaratıcısının Allahü teâlâ olması gerekir.

Sonra Allahü teâlâ "Allah, onların, peygamberleri öldürme ve yalanlama gibi, yaptıkları herşeyi hakkıyla görendir" buyurmuştur ki bundan maksad ilâhî bir tehdiddir.

"Allah İsa'dır" Diyenler Kâfir Olmuşlardır

72

"Meryem oğlu Mesih, gerçekten Allah'ın kendisidir" diyenler, andolsun ki kâfir olmuş(lar)dır. Halbuki (bizzat) Mesih, "Ey İsrâiloğulları benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin" demişti. Zirâ kim Allah'a eş katarsa hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar. Onun varacağı yer ateştir. Zalimlerin hiçbir yardımcıları da yoktur"

Bil ki Allahü teâlâ yahûdilerden çokça bahsedince, burada da hristiyanlardan bahsetmeye başladı ve onlardan bir güruhun "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'in (İsa'nın) kendisidir" dediklerini nakletti. Bu, Ya'kûbiyye fırkasının sözüdür. Çünkü onlar, "Meryem bir ilah doğurdu" diyorlardı. Belki bu mezhebin görüşü, onların "Allahü teâlâ, İsa'nın zatına (kendisine) hulul etti ve İsa'nın zatı ile birleşti" demeleridir.

Daha sonra Allahü teâlâ, Mesih (İsa) (aleyhisselâm)'dan, onun, "Ey isrâiloğulları, benim, de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.." dediğini nakletmiştir. Bu ifâde, hristiyanların sözünün yanlış olduğuna dâir, kat'i ve kesin hüccetin ne olduğuna, bir dikkat çekmedir. Bu böyledir. Çünkü Hazret-i İsa (aleyhisselâm), sonradan meydana gelmenin (hadis olmanın) delillerinin kendi üzerinde açık ve belli olduğu hususunda, kendisi ile diğer insanlar arasında bir ayırım yapmamıştır.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Zira kim Allah'a eş katarsa hiç şüphesiz Allah Ona cenneti haram kılar. Onun varacağı yer ateştir. Zâlimlerin hiçbir yaratmaları da yoktur " buyurmuştur ki bunun mânası açıktır. Bizim âlimlerimiz, fasıkların (günahkârların) cezasının ebedî olmayacağı hususunda şöyle istidlal etmişlerdir: "Çünkü Cenâb-ı Hak, müşriklerle ilgili vaîd ve tehdid çeşitlerinin en büyüğünün onlara cennetin haram kılınması, varacakları yerin cehennem olması; onlara yardım edecek hiçbir yardımcı ve şefaat edecek hiçbir şefaatçinin bulunmayışı olduğunu belirtmiştir. Eğer mü'min fasıkların (günahkârların) hâli de böyle olsaydı, müşriklerin, şirklerinden ötürü böyle bir vaîd ile tehdid edilmelerinin bir mânası kalmazdı.

Allah, Üçten Biridir Diyenler Kâfir Olmuştur

73

"Allah hakîkaten üçün, üçüncüsüdür" diyenler andolsun, kâfir olmuştur. Halbuki bir tek tanrıdan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer demekte oldukları bu sözden vazgeçmezlerse, içlerinden o kâfir olanlara, mutlaka elim bir azap dokunacaktır".

Cenâb-ı Hak "Allah hakikaten Üçün, üçüncüsüdür" diyenler andolsun kâfir olmuştur" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu âyetteki (......) kelimesi izafetten dolayı meksûr kılınmıştır. Bu kelimeyi, mansûb okumak caiz değildir. Çünkü bu "üçünün biri" şeklindedir Ama sen bu "üçünün biri" şeklindedir. Ama sen dediğin zaman, sonu hem mansûb hem de meksûr okumak câizdir.Çünkü bunun mânası, O "Kendilerine katılmak sureti ile üçü dörde çıkaran" şeklindedir.

Teslis İnancı

Hristiyanların, "O, üçün üçüncüsüdür" sözü hakkında iki izah vardır:

1) Bu, bazı müfessirlerin görüşüdür. Bu görüşe göre, hristiyanlar bu sözleri ile, Allah, Meryem ve Hazret-i İsa'nın üç ayrı ilâh olduğunu kasdetmişlerdir. Bunu te'kid eden bir şey de, Cenâb-ı Allah'ın, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara "Allah'dan başka, beni ve anamı iki tanrı edininiz" diyen sen misin?" (Maide, 116)demesidir. Buna göre, "üçün üçüncüsü" ifâdesi, "üç ilâhın birisi" veya, "üç ilahtan birincisi" mânasındadır. Bunun mânasının böyle olduğunun delili ise, Allah'ın, onları reddederken, "Halbuki bir tek tanrıdan başka hiçbir tanrı yoktur" buyurmasıdır. Buna göre âyette bir hazif bulunmaktadır. Fakat bu ifâdede "ilahlar" kelimesi zikredilmemiştir. Çünkü bunun, onların inançlarından olduğu malumdur. Vahidî şöyle demiştir: "Allah'ın, üç ilahın üçüncüsü olduğu manasını kasdetmeksizin, "Allah üçün üçüncüsüdür" diyen kimse tekfir edilemez. Çünkü iki şeyin üçüncüsü, ilmi sebebi ile, Allah'tır. Nitekim Hak teâlâ, "Herhangibir üç kişiden bir fısıldaşma olsa, muhakkak o (Allah), bunların dördüncüsüdür. Bir beş kişiden bu vukua gelse, mutlaka o (Allah), bunların altıncısıdır" (Mücâdele. 7) buyurmuştur.

2) Kelâmcılar, hristiyanların şöyle dediklerini nakletmişlerdir: "Cevher tek, unsurları (uknumları) ise üçtür: Baba, oğul ve Ruhu'l-Kudüs... Bu üçü, tek bir ilahtır. Nitekim "güneş", hem "kurs"u (dâire), hem ışığı hem de ısıyı kapsamaktadır." Buna göre hristiyanlar, "Baba" kelimesi ile, Tanrının zâtını; "Oğul" ile, (......) kelimesini; "Ruh" ile de hayatını kastetmişler ve zat, kelime ve hayatın varlığını söyleyerek şöyle demişlerdir: "Hak teâlâ'nın sözü olan "kelime", suyun içki ve süte karışması gibi, Hazret-i İsa'nın bedenine karışmıştır." Yine onlar, "Baba"nın bir ilah, "Oğul"un bir ilah ve "Ruh"un bir ilah ve hepsinin birlikte tek bir ilah olduğunu iddia etmişlerdir.

Bil ki bu görüşün bâtıl olduğu, aklın bedaheti ile malumdur. Çünkü üç, bir olmaz; bir de üç olmaz. Yeryüzünde hristiyanların sözü kadar bâtıl ve bozuk başka bir söz görülmemiştir.

Sonra Allah "Halbuki bir tek tanrıdan başka hiçbir tanrı yoktur" buyurmuştur. Buradaki (...dan) harf-i cerri hakkında iki görüş vardır:

1) Bu, bir bağlaç olup, zâidctir. İfâdenin takdiri, "Ancak tek bir tanrı vardır" şeklindedir.

2) Bu kelime, istiğrak (kapsamlılık) ifâde eder. Âyetin takdiri, "Varlık âleminde, tanrılık hakîkati hususunda sadece tek bir ferd vardır" şeklindedir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer demekte oldukları bu sözden vazgeçmezlerse, içlerinden o kâfir olanlara, mutlaka elim bir azap dokunacaktır" buyurmuştur.

Zeccâc şöyle der: "Bu ifâde, "Bu din üzere devam edenlere, elîm bir azap dokunacaktır" demektir. Çünkü onlardan pek çoğu hristiyanlıktan dönmüşler, tevbe etmişlerdir.

Hristiyanları Tevbeye Davet

74

Âyetin tefsiri için bak:75

75

"Hâlâ Allah'a tevbe edip, O'nun mağfiretini istemeyecekler mi onlar? Allah gafur ve rahimdir. Meryem oğlu Mesîh, ancak bir peygamberdir. Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir. Onun anası bir sıddîkadır. İkisi de yemek yerlerdi. Bak, biz âyetleri onlara nasıl apaçık bildiriyoruz. Sonra yine bak, onlar nasıl (hak'tan) çevriliyorlar!".

Cenâb-ı Hak, "Hala Allah'a tevbe edip, Onun mağfiretini istemeyecekler mi onlar" buyurmuştur. Ferrâ, bu üslup hakkında, "Bu, Allahü teâlâ'nın, içkinin haram kılınması ile ilgili olarak gelmiş olan, "Artık vaz geçtiniz değil mi?" (Maide. 91) buyruğunda olduğu gibi İstifham şeklipde bir emirdir" demiştir.

Hazret-i İsa, Sadece Peygamberlerden Biridir

Daha sonra Allah "Meryem oğlu Mesih, ancak bir peygamberdir. Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir. Onun anası da bir sıddîkadır" buyurmuştur. Bu, "O, ancak, kendisinden önce gelip geçmiş peygamberler gibi bir peygamberdir; O, diğer peygamberlerin getirdiği gibi, Allah katından mucizeler getirmiştir. Eğer Allah, O'nun eliyle anadan kör doğanı ve alacalı (abraş) olanı iyileştirmiş ve ölüleri diriltmiş ise, aynı şekilde Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın eliyle de bir asaya can vermiş, onu hızla giden bir yılan haline getirmiş ve Kızıldeniz'i varmıştı. Allah onu babasız yarattığı gibi, daha önce de Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'i babasız ve annesiz yaratmıştır" demektir.

Meryem'in Sıddîka Olduğu

Âyetteki, "Onun anası da bir sıddikadır" tabirinin tefsiri ile ilgili birkaç görüş vardır

a) Hazret-i Meryem, Rabbisinin âyetlerini ve oğlunun, Rabbisi hakkında haber verdiği şeyleri tasdik etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Allah, O'nu tavsif ederken, "O (Meryem), Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti" (Tahrim, 12) buyurmuştur.

b) Hak teâlâ, "Derken biz ona ruhumuzu göndermiştik ve O, kendisine hilkati tam bir insan şeklinde görünmüştü..." (Meryem. 18) buyurmuştur. Hazret-i Cebrail, Meryem ile konuşup, Meryem de O'nu tasdik ettiği için, O'na "sıddîka" denilmiştir.

c) Onun "sıddîka" olmasından maksat, günahlardan tamamen uzak durup, kulluk görevlerini yerine getirmede son derece gayret içinde olmasıdır. Çünkü, bu vasıfların kendisinde mükemmel olarak bulunduğu kimse, "sıddîk" diye isimlendirilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İşte onlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, iyi adamlarla beraberdirler" (Nisa 69) buyurmuştur.

Meryem ve İsa, Yemeye Muhtaç Olan Mahluklardı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İkisi de yemek yerlerdi" buyurmuştur.

Bil ki bundan maksat, hristiyanların görüşünün yanlışlığına istidlal etmektir. Bu birkaç yönden izah edilebilir:

a) Annesi olan herkes, yok iken meydana gelmiş demektir. Böyle olan herkes ise, ilâh değil, mahlûk olur.

b) Bunlar, muhtaç varlıklardır.. Çünkü, onların yiyip içmeye son derece fazla ihtiyaçları vardır. Halbuki ilah, bütün bu şeylerden müstağni olan zât demektir. Binâenaleyh, Hazret-i İsa'nın bir ilah olması nasıl düşünülebilir?

Yiyip İçmenin Tabiî İhtiyaçtan Kinaye Olması Görüşü Zayıftır

c) Bazı alimler, Hak teâlâ'nın "İkisi de yemek yerlerdi" buyruğunun abdest bozmaktan kinaye olduğunu, zira yiyip içen herkesin, mutlaka abdest bozması gerektiğini söylemişlerdir ki, bu şekildeki bir görüş, bana göre birkaç sebepten dolayı zayıftır:

1) Yiyip içen herkes, abdest bozacak diye bir kaide yoktur. Çünkü cennetlikler de yiyip içerler, ama abdest bozmazlar.

2) Yiyip içmek, taâm'a, yemeye-içmeye olan ihtiyaçtan dolayıdır. İşte böyle bir ihtiyaç, O'nun (Hazret-i İsa) ilâh olmadığına delâlet eden en güçlü delillerdendir. Binâenaleyh bizim, bu ifâdeyi başka bir şeyden kinaye kılmamıza gerek yoktur.

3) İlâh, yaratmaya ve îcad etmeye kadir olandır. Şayet, Hazret-i İsa ilâh olsaydı, yiyip içmeksizin de kendisinden açlığın tesirini def etmeye kadir olurdu. Hazret-i İsa, kendisinden zararı gideremediğine göre, O'nun alemlerin ilâhı olması nasıl düşünülebilir? Özet olarak diyebiliriz ki, hristiyanların görüşünün bozukluğu, bu hususta herhangi bir delile ihtiyaç hissettirmeyecek kadar açıktır.

Daha sonra Allah, "Bak, biz âyetleri onlara nasıl apaçık bildiriyoruz. Sonra yine bak, onlar nasıl (haktan) çevriliyorlar!" buyurmuştur.

Bir kimse birisini bir şeyden çevirip vazgeçirdiğinde, denilir. "İfk" yalan söylemek demektir. Çünkü yalan da, haktan dönmek ve yüz-çevirmektir. O halde, bir şeyden çevrilmiş olmak, ondan dönmek, vazgeçmek demektir. Yağmur, kendisinden vazgeçip yağmadığında denilir. Buna göre buyruğunun mânası, "Hak'tan nasıl da çevrilirler?" şeklindedir.

Âlimlerimiz âyetin, onların hakkı düşünmekten dönderilmiş olduklarına delâlet ettiğini; zira insanın, kendisini hak ve doğrudan bâtıla, cehalete döndürmesinin imkânsız olduğunu, çünkü insanın, kendisi için bunu tercih edemeyeceğini söylemişlerdir... Böylece biz, onları bundan çevirenin, Allahü Teâlâ (c.c) olduğunu anlamış olduk.

İnsana Fayda Verip Zararını Önleyemeyen Tanrı Olamaz

76

"De ki: "Allah'ı bırakıp da, size ne bir zarar, ne de bir fayda yapmaya gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki işiten ve bilen, Allah'ın ta kendisidir".

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "De ki: "Allah'ı bırakıp da, size ne bir zarar, ne de bir fayda yapmaya gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz?" buyurmuştur. Bu da, hristiyanların görüşünün yanlış olduğuna bir başka delil olup çeşitli deliller ihtiva eden bir ifâdedir.

a) Yahudiler, Hazret-i İsa'ya düşmanca davranıyor ve ona, kötülük yapmaya yönetiyorlardı. Buna karşılıksa, Hazret-i İsa onlara hiç bir zarar veremiyordu; yine O'nun havarileri, arkadaşları ve dostları, O'nu seviyorlardı ama buna rağmen Hazret-i İsa, onlara hiçbir dünyevî fayda temin edemiyordu. Binâenaleyh zarar vermekten ve fayda temin etmekten aciz olan kimsenin, bir ilâh olması nasıl düşünülebilir?

b) Hristiyanlara göre yahudıler Hazret-i İsa'yı çarmıha germişler ve O'nun kaburgalarını paramparça etmişlerdi. Hazret-i İsa susayıp, onlardan su isteyince de, onlar O'nun burun deliklerine sirke dökmüşlerdi. İşte bu derece zayıf olan bir kimsenin, bir ilâh olması nasıl makul ve akla uygun olabilir?

c) Âlemlerin ilâhı olanın, kendisi dışındaki her şeyden müstağni; kendisi dışındaki her şeyin de O'na muhtaç olması gerekir. Şayet Hazret-i İsa böyle olsaydı, O'nun Allah'a ibâdetle meşgul olması imkânsız olurdu. Çünkü ilâh olan başka bir şeye tapmaz. İlâha ibâdet edense, ancak kuldur. Hazret-i İsa'nın ibâdetlere ve taâtlere devam etmiş olduğu tevatür yoluyla bilinince, biz, O'nun bunları, faydaları temin, zararı da def etme hususunda başkasına muhtaç olduğu için yapmış olduğunu anlamış oluruz. Bu durumda olan kimse, nasıl kullara fayda ulaştırmaya ve onlardan zararları savuşturmaya kadir olabilir? Bu durumda olduğuna göre, O da, diğer kullar gibi bir kuldur. İşte bu, Cenâb-ı Allah'ın naklettiği gibi, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in babasına, "Niçin duymayan, görmeyen ve senin hiçbir ihtiyacına cevap vermeyen (putlara) ibadet ediyorsun?" (Meryem, 43) diyerek getirdiği delilin aynısıdır.

Sonra Cenâb-ı Allah, "işiten ve bilen, Allah'ın tâ kendisidir" buyurmuştur. Bundan murad, bir tehdid-i ilahîdir. Bu, "Allah sizin inkârınızı hakkıyla duyan ve kalblerinizdeki şeyleri bihakkın bilendir" demektir.

Dininizde Taşkınlık Etmeyin, Sapkınlara Uymayın

77

"De ki: "Ey ehl-i kitap, dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan evvel gerçekten hem kendileri sapmış hem de birçok (insanı) saptırmış ve dümdüz yoldan sapmış bir kavmin hevâ ve hevesine uymayın".

Bil ki Allahü teâlâ, ilk önce yahudilerin, ikinci olarak da hristiyanların bâtılları ile ilgili beyanatta bulunup bunların yanlış ve asılsız olduğu hususunda pek kesin ve kuvvetli deliller getirince, daha sonra, her iki güruha da şöyle hitap edip, "Ey ehl-i kitap dininizde haksız yere haddi aşmayın" buyurmuştur. Bu hitaptaki "gulüv", ihmal etmenin zıddı olup, "haddi aşmak" mânasındadır. Bu böyledir, çünkü hak (gerçek) ifrat ve tefrit aşırılıklarının tam ortasında bulunur. Allah'ın dini de, ya haddi aşma ya da ihmal etme aşırılıkları ortasındadır. Âyetteki, "haksız yere" tabiri, mef'ûl-i mutlak olan mahzûf bir kelimenin sıfatıdır. Buna göre kelâmın takdiri, "Dininizde, haksız bir haddi aşma ile, haddi aşmayın" yani, "bâtıl bir haddi aşma ile haddi aşmayın" şeklindedir. Çünkü din hususunda haddi aşma, iki türlü olur:

1) Hak hususunda haddi aşıp, ileri gitmek ki bu hakkı yerleştirip te'kid etmede ileri gitmektir.

2) Bâtıl hususunda haddi aşıp, ileri gitmek ki, bu da, ortaya şüpheler atıp delilleri gizleme hususunda külfete girmek, zorlanmaktır. Âyette bahsedilen bu haddi aşış.

Allah'ın laneti üzerlerine olasıca yahûdilerin, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın (hâşâ) veled-i zina olup yalan söylediğini ileri sürmeleri; hristiyanların ise, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın bir ilah olduğunu iddia etmeleridir.

Hevâ Tabirinin Açıklanması

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bundan evvel gerçekten hem kendileri sapmış, hem de birçok (İnsanı) saptırmış ve dümdüz yoldan sapmış bir kavmin hevâ ve hevesine uymayın buyurmuştur.

Bu âyetle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

"Ehvâ" kelimesi burada, delil ve hüccetlerin değil de, şehvet ve arzunun sevkedip götürdüğü görüşler demektir.

Şa'bî, "Allahü teâlâ Kur'ân'da, "hevâ" kelimesini getirdiği her yerde, "hevâ"yı tenkid edip, kınamıştır. Nitekim, "Hevâ'ya tâbi olma ki o, seni Allah yolundan saptırır" (sad. 26); "Hevâsına uyan kimseler sakın seni bundan alıkoymasın. Sonra helak olursun" "Kendi hevâ-vü hevesinden söylemez O" (Necm, 3) ve "Hevâsmı tanrı edinmiş kimseyi gördün mü?.." (Câsiye, 23) buyurmuştur" der.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: "Biz, "heyâ"kelimesinin hep kötü mânalara kullanıldığını görüyoruz. Mesela "Falanca hayra heves ediyor" denilmeyip, aksine, "Falanca hayır ister ve sever denilir."

Bazı âlimler de: "Hevâ, Allah'ın dışında, ibâdet olunan bir "ilah (put)" manasınadır" demişlerdir.

Sahibini ateşe götürüp uçurduğu için, arzu ve hevese, "hevâ" denildiği de ileri sürülmüştür.

Hevâ-ü hevesi zemmetme hususunda şu beyit söylenmiştir:

"Şüphesiz hevâ, bizatihi horluk ve hakirliktir. Bundan dolayı hevâ ve hevesine uyduğun zaman, horluk ve hakirlikle yüzyüze gelirsin."

Yine birisi, İbn Abbas (radıyallahü anh)'a: "Ben hevâ-vü hevesimi, senin hevâ-vü hevesinin üzerinde kılan Allah'a hamdederim" demiş. Bunun üzerine İbn Abbas (radıyallahü anh): "Her hevâ, sapıklıktır" demiştir.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ onları, sapıklık hususunda üç kademe ile tavsif etmiş ve hepsinin de, daha önce sapıtmış olduklarını anlatmış, sonra başkalarını da saptırdıklarını belirtmiş ve daha önceki gibi, şu anda da sapıklıkta devam ettiklerini beyân etmiştir. Biz, bu halden, Allah'a daha uzak ve Allah'ın ikabına daha yakın, başka bir hal göremiyoruz. Bundan Allah'a sığınırız. Bu âyetin şu mânaya gelmesi de muhtemeldir: "Onlar saptılar, saptırdılar ve daha sonra da saptırmalarını bir nevî hakka iletme olarak inandıkları için saptılar." Yine âyette bahsedilen birinci sapma (delâlet) ile, dinden sapma; ikincisi ile de, cennete götüren yoldan sapma mânasının kastedilmiş olması da muhtemeldir.

Emr-i Maruf Yapmayan Yahudilerin Lanetlenmesi

Bil ki Allahü teâlâ, ehl-i kitaba bu şekilde hitap edince, onların alalarının durumunu anlatmak için şöyle buyurmuştur:

78

Âyetin tefsiri için bak:81

79

Âyetin tefsiri için bak:81

80

Âyetin tefsiri için bak:81

81

"İsrailoğullarından kâfir olanlar, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlendiler. Bunun sebebi isyan etmeleri ve ifrata sapmaları idi. Onlar, yaptıkları herhangi bir fenalıktan, birbirini nehyetmezlerdi. Hakîkaten yapmakta oldukları şey ne kötü idi. İçlerinden bir çoğunu görürsün ki, kâfirlere dostluk ederler. Kendilerinin, irtikâb ettikleri şeyler, andolsun ki ne çirkin şeylerdir. (Bu da) Allah'ın kendilerine gazap etmesi ve onların o azap içinde ebedî kalıcı olmalarıdır. Eğer Allah'a, peygambere ve O'na indirilene iman etmiş olsalardı, onları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan birçoğu fasık kimselerdir".

Müfessirlerin ekserisi, yüce Allah'ın, bu âyet ile Ashab-ı sebt (cumartesi yasağına uymayanlar) ile, Mâide (Gökten inen sofra) ashabını kastetmiştir, demişlerdir. Cumartesi yasağına uymayanlar, Dâvud (aleyhisselâm)'un kavmi olup, bunlar, Eyle halkıdır. Bunlar, Allah'ın A'râf sûresinde de bahsettiği gibi, cumartesi günü balık tutmak suretiyle haddi aşınca, Dâvud (aleyhisselâm): "Allah'ım, onlara lanet et ve onlan bir ibret vesilesi kıl..' dedi. Böylece onlar da maymunlar haline geldiler. Mâide ashabına gelince, bunlar da, o sofradan yeyip içip de, buna rağmen iman etmeyince Hazret-i İsa: "Allah'ım, onlara, Ashab-ı Sebt'e lanet ettiğin gibi, lanet et!" dedi. Böylece bunlar da domuzlar haline geldiler. Bunlar, içlerinde hiçbir kadın ve hiçbir çocuk bulunmayan beşbin kişi idiler. Alimlerden bazıları şöyle demişlerdir: Yahudiler: "Biz peygamber evlatlarıyız" diye övünüyorlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onların, peygamberlerin lisanlarıyla da lanetlenmiş olduklarına delâlet etsin diye, bu âyeti zikretmiştir.

Şu da denilmiştir: Hazret-i Dâvûd ile Hazret-i İsa (aleyhisselâm), Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini müjdelemişler, O'nu tekzib edenleri de lanetlemişlerdi. Bu, Esamm'ın görüşüdür.

Müteakiben Allah, buyurmuştur ki bu, "bu lanet, onların Allah'a isyan edip bu isyanda ileri gitmeleri sebebiyle olmuştur" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu ma'siyet ve haddi aşmayı, "Onlar, yaptıkları herhangi bir fenalıktan, birbirini vazgeçilmiyorlardı" buyruğuyla belirtmiştir. Bu ifâdede geçen "Birbirini vazgeçirme tabirinin şu iki anlamı vardır:

a) Cumhurun benimsediği görüşe göre bu fiil, nehy (nehyetmek) masdarının "tefâül" babıdır. (Tenahî) yani, "Onlar birbirlerini kötülükten nehyetmiyorlardı" demektir. İbn Mesûd (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kim bir topluluğun amelinden hoşnut olursa, o kimse onlardan olmuş olur. Her kim de, bir grubun sayısını, (kalabalığını) çoğaltırsa, o da onlardan olmuş olur."

b) Bu kelime, (vazgeçmek, bitirmek) anlamındadır. Nitekim bir kimse bir şeyden vazgeçip kaçındığı zaman, denilir.

Daha sonra Hak teâlâ, "Hakikaten yapmakta oldukları şey, ne kötü idi!" buyurmuştur. tabirinin başındaki lâm harfi, kasem lamıdır. Buna göre sanki Allah, "Zâtıma yemin ederim ki, hakikaten onların yapmakta oldukları şey ne kötü idi!" demiştir. Onların yaptıkları şey ise, günahlar irtikâb edip haddi aşarak düşmanlık yapmak ve emr-i maruf ve nehy-i münker yapmamaktır.

Buna göre şayet, "Bir şey olup bittikten sonra, o şeyden vazgeçmek mümkün değildir. O halde Cenâb-ı Hak, ne diye onları bundan dolayı kınamıştır?" denilirse, biz deriz ki:

Buna birkaç yönden cevap verilebilir:

a) Bundan murad, "Onlar, yapmış oldukları bir kötülüğü tekrar yapmaktan, birbirlerini nehyetmiyorlardı" anlamıdır.

b) "Onlar, yapmayı istedikleri, alet ve edavatını hazırladıkları bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmiyorlardı."

c) "Onlar, yapmış oldukları kötülükte ısrar etmekten birbirlerini vazgeçirmiyorlardı."

Daha sonra Allah "İçlerinden birçoğunu görürsün ki, kâfirlerle dostluk ederler" buyurmuştur,

Bil ki Allahü Teâlâ, ehl-i kitabın atalarını, yukardaki âyetlerde yer alan tabirlerle vasfedince, onlardan, Kur'ân'ın nüzul zamanında mevcut olanları da, kâfirleri ve putperestleri dost edinmeleri vasfıyla nitelemiştir ki, bundan murad Ka'b Ibn Eşref ve arkadaşlarıdır. Çünkü bunlar müşrikleri Hazret-i Peygamber'in aleyhine kışkırtmış ve onlara yardımda bulunmuşlardı. Biz bu hususu, "...diğer küfredenler için de, "Bunlar iman edenlerden daha doğru bir yoldadır" diyorlar" (Nisa, 51) âyetinin tefsirinde anlatmıştık.

Daha sonra Allah, "Kendilerinin, yapıp gönderdiği şeyler, andolsun ki ne çirkin şeylerdir" buyurmuştur ki bu, "onların, âhiret yurdunda, âhiretleri için takdim etmiş oldukları şey ne kötüdür" demektir.

Allah, "Bu da, Allah'ın kendilerine gazap etmesi ve onların o azap içinde ebedi kalıcı olmalarıdır" buyurmuştur. edatının başına geldiği cümle, mahallen merfûdur. Bu, senin tıpkı "Zeyd, adam olmak bakımından ne kötüdür!" demen gibidir. Bu cümlenin merfû oluşu, tıpkı misâlimizde ki Zeyd kelimesinin merfû oluşu gibidir. Misalimizdeki "Zeyd" kelimesinin merfu oluşu hususunda şu izah yapılmıştır.

a) Zeyd kelimesi mübtedâ, (......) ve kendisinde amel etmiş olduğu şey ise, (......) kelimesinin haberidir.

b) Zeyd kelimesinin, mahzûf bir mübtedânın haberi olmasıdır. Sanki o, deyince, ona, "Kimdir o?" denilmiş de, o da Zeyd, yani demiştir.

Daha sonra, Allah: "Eğer Allah'a, peygambere ve ona indirilene İman etmiş olsalardı, onları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan birçoğu fasık kimselerdir" buyurmuştur ki bu, "Onlar, iddia ettikleri gibi eğer Allah'a, peygamberlerine, yani Musa'ya ve Tevrat'a, o Musa'ya indirilene inanmış olsalardı, müşrikleri dost edinmezlerdi" demektir. Çünkü müşrikleri dost edinmenin haram edilmesi hem Tevrat'ta, hem de Musa'nın şeriatında te'kid edilmişti. Şu halde, buna rağmen onlar bunu yapınca, onların maksatlarının Hazret-i Musa'nın dinini takrir etmek, yürürlüğe koymak olmayıp, bilakis onların maksatlarının riyaset ve makam olduğu ortaya çıkmış olur. Böylece onlar, bu riyaset ve makamı, güçlerinin yettiği her türlü yolla elde etme gayreti içine girmişlerdir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak onları, "fasıklıkta" tavsif ederek, "Fakat onlardan birçoğu fasık kimselerdir" buyurmuştur.

Bu hususta başka bir açıklama da, Kaffal'in yapmış olduğu şu izahtır: "Şayet, müşrikleri dost edinen o yahudiler, Allah ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmiş olsalardı, o yahudiler o müşrikleri dost edinmezlerdi." Bu izah da güzel ve yerinde bir izah olup, âyette buna mâni olabilecek herhangi bir husus bulunmamaktadır.

Müslümanlara En Fazla Düşmanlık Yahudilerden ve Müşriklerden Gelir

82

"İnsanların, iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetlisi, andolsun ki Yahudilerle, Allah'a eş koşanları bulacaksın. Onların, iman edenlere sevgi bakımından daha yakınını da, andolsun, "Biz nasranîleriz" diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi şudur: Çünkü onların içinde keşişler, rahipler vardır ve onlar, büyüklenmek istemezler".

Bil ki Allah, ehl-i kitap olan yahudi ve hristiyanlarla ilgili olarak zikretmiş olduğu şeyleri zikredince, bu âyette de, yahudilerin müslümanlara daha fazla düşman olduklarını belirtmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak yahudileri, düşmanlık hususunda, müşriklerle eş tutmuş, hatta onların, düşmanlık konusunda müşriklerden de katı olduğuna dikkat çekmiştir. İşte bu sebepten dolayı da yahudileri müşriklerden önce getirmiştir. Yemin ederim ki, onlar gerçekten böyledirler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de "İki Yahudi bir müslümanla başbaşa kalmaya görsünler; onlar mutlaka o müslümanı öldürmeye kastederler" Keşfu'l-Hafa, 2/187. dediği rivayet edilmiştir.

Müslümanlara En Yakın Olanlar Kendini Dîne Vermiş Hristiyanlardan Çıkar

Allahü teâlâ bu âyette, hristiyanların, yahudilerden daha yumuşak huylu olduğunu ve bu sebeple de müslümanlara daha yakın olduğunu belirtmiştir. Burada iki mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Abbas, Said İbn Cübeyr, Ata ve Süddî: "Bu âyetle Necaşî ve Habeşistan'dan Hazret-i Peygamber'e gelerek O'na iman eden kavmi murad edilmiştir. Müslümanlara düşmanlıkları apaçık iken bütün hristiyanlar murad edilmemiştir" demişlerdir.

Diğerleri ise şöyle demişlerdir: "Yahudilerin inançlarına göre, dinî bakımdan kendilerinden olmayan kimselere, hangi yol ve şartla olursa olsun, kötülük yapmak kendilerine farzdır.. Eğer, öldürmeye güçleri yeterse, öldürürler; yapamazlarsa, malları gasbetmek, hırsızlık yapmak veyahut da çeşitli hile, tuzak ve desiseler kurarak bunu yapmaya çalışırlar.. Ama hristiyanlara gelince, onların inançları böyle değildir. Aksine onların dinine göre başkalarına eziyyet etmek haramdır. İşte bu iki millet arasındaki fark budur."

İkinci Mesele

Bu iki millet arasındaki farkı izah etmekten maksat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) nezdinde yahudilerin durumunu, (O'na vermiş oldukları keder ve üzüntüyü) hafifletmektir. (......) kelimesinin başındaki lâm harfi, kasem lamı olup, mâna: "Yemin ederim ki, yahudî ve müşrikleri, mü'minlere düşman olmak bakımından insanların en katı ve şiddetli olanı bulursun... Biz sana, bu diretmenin ve bu isyanın, onların eskiden beri devam ettirdikleri örfleri olduğunu açıklayıp izah ettik.. O hâlde gönlünü onlara karşı serbest tut, onların hile ve tuzaklarına aldırış etme" demektir.

Bu İki Millet Arasındaki Farklı Tutumun Sebebi

Daha sonra Allah, bu iki millet arasındaki farklılığın sebebini izah etmek üzere: "Bunun sebebi şudur: Çünkü orûann içinde keşişler, rahipler vardır ve onlar, büyüklenmek istemezler" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili olarak da şu iki mesele vardır.

Birinci Mesele

Bu farklılığın sebebi şudur: Yahudiler, dünyaya karşı çok şiddetli bir hırs ve tutku içindedirler. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Celalim hakkı için, sen onları (yahudileri) İnsanlardan (hatta) müşriklerden daha fazla (dünya) hayatına düşkün bulacaksın" (Bakara, 96) âyetidir. Allah, bu âyetinde yahudileri, dünyaya düşkün olma hususunda, âhireti inkâr eden müşriklere eş tutmuştur. Hırs, kötü ahlâkın kaynağı ve merkezidir. Çünkü dünyaya düşkün olan herkes, dünyayı elde etmek uğruna dinini terkeder ve her türlü haramı ve kötülüğü yapmaya yeltenir. Binâenaleyh muhakkak onun, bir mal veya bir makam elde eden herkese karşı düşmanlığı artar.. Hristiyanlara gelince onlar, pek çok işte dünyadan yüz çevirip ibâdete; riyaset tutkusunu, tekebbürü ve kendini yüksek görmeyi terketmeye yönelirler. Böyle olan herkes hiç şüphesiz ki, başkalarına haset etmez, onlara eziyyet vermez ve onlara düşmanlıkta bulunmaz.. Aksine Hakk'ı talep etmek hususunda yumuşak huylu olur ve o Hakk'a hemen boyun eğer. İşte bu konuda bu iki millet arasındaki fark budur ki, bu da Allah'ın: "Bunun sebebi şudur: Çünkü onların içinde keşişler, rahipler vardır ve onlar, büyüklenmek istemezler" buyruğu ile kasdedilendir.

Burada, dini talep etme hususunda faydalı olan bir incelik vardır ki o da şudur: Hristiyanların küfrü, yahudilerinkinden daha katı ve serttir. Zira, hristiyanlar ulûhiyyette ve nübüvvet hususunda çekişirlerken, yahudiler sadece nübüvvet hususunda münakaşa etmişlerdir. Birinci durumun daha tehlikeli olduğunda bir şüphe yoktur. Hristiyanların, bu kadar katı küfürlerine rağmen, dünyayı talep etme konusundaki hırs ve tutkuları daha fazla olmayıp, aksine onların kalplerinde âhirete yönelik bir meyil ve arzu bulunduğu için, Allahü teâlâ onları, "onların, iman edenlere sevgi bakımından daha yakınını da, andölsun, "Biz nasranileriz" diyenleri bulacaksın tabiriyle onlara bir mevki vermiştir. Yahudilere gelince, onların küfürleri hristiyanlanr küfürlerinin yanında daha hafif olmasına rağmen, Allah onları rahmetinden kovmuş ve lanetin daha büyüğünü onlara göndermiştir. Bu ise sırf onların, dünyaya aşır düşkünlükleri sebebiyle olmuştur. İşte bu durum senin dikkatini, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Dünya sevgisi her günahın başıdır" El-Câmiu's-Sağir, 1/146. sözünüı ne kadar doğru olduğu hakikatine çekmektedir.

İkinci Mesele

(......) kelimeleri, hristiyanların başkanlarına verilen addır. Bu kelimelerin çoğulu (......)dir. Urve İbnu'z Zübeyr şöyle demektedir: "Hristiyanlar, İncil'e yapacaklarını yaptılar ve ona, ondan olmayan şeyleri de soktular. Geriye onların âlimlerinden, hak ve din hususunda tek bir kişi kalmıştır ki, onun da ismi "Kıssîs" idi. Binâenaleyh, onun yolu ve dini üzere olan herkes"kıssis'dir. Kutrub da şöyle demektedir: kelimeleri Rûmcada "âlim" mânasına gelir. İşte bu da, her iki dil arasında vaki olan bir muvafakattan ileri gelmektedir. Ruhban kelimesine gelince, bu tıpkı, râkib kelimesinin çoğulunun rûkban (binicler); fâris kelimesinin çoğulunun fursân (süvariler) olması gibi, râhib kelimesinin çoğuludur. Bazıları da ruhban kelimesinin müfred olup, cemisinin ise rehâbîn şeklinde geldiğini ve bunun tıpkı kurban (karabîn) (kurban-kurbanlar) kelimeleri gibi olduğunu; aslının ise, "korku" mânasına gelen (......) kelimesi olduğunu söylemişlerdir.

İmdi şayet, Cenâb-ı Allah "onlar hakkında onların ihdas ettikleri ruhbanlığa..." (Hadid, 27) buyurduğu, Hazret-i Peygamberde, "İslam'da ruhbanlık yoktur" Benzeri bir hadis için bkz. Müsned, 6/226; Dârimî, Nikah, 3 (2/133). dediği halde Allah onları nasıl medhetmiş, övmüştür?" denilirse, biz deriz ki:

Bu, yahudilerin son derece sert ve katı olan tavırları, yolları mukabilinde olarak (nisbî) bir övgü ve medh olmuştur. Bu kadar bir övgüden, onun her halükârda bir övgü olması mânası çıkmaz..

O Din Adamları Vahy Alâmetini Tanıyıp Ağlarlar

83

Âyetin tefsiri için bak:86

84

Âyetin tefsiri için bak:86

85

Âyetin tefsiri için bak:86

86

"Peygambere indirileni dinledikleri vakit de Hakk'ı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşta dolup taştığını görürsün onların. (Şöyle) derler: "Ey Rabbimiz, iman ettik. Artık bizi (hakka) şahid olanlarla beraber yaz. Zaten biz, Rabbimizin bizi de salih kimseler arasına koymasını umup dururken ne diye Allah'a ve bize gelen hakikate iman etmeyelim?" İşte Allah, onların söylediklerinden dolayı alandan ırmaklar akan cennetleri kendileri oralarda ebedî kaim olmak üzere onlara mükâfaat olarak İhsan etti. Bu, iyi hareket edenlerin mükâfatıdır. O inanmayıp kâfir olanlara, Allah'ın âyetlerini Yalanlayanlara (gelince), onlar da o çılgın ateş ehlidirler".

Daha sonra yüce Allah, Peygambere indirileni dinledikleri vakit de, gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün" buyurmuştur, "dinlediler" fiilinde fail olan vâv zamiri, onlardan man eden kıssîs ile ruhbanlara; ifadesindeki gizli zamiri Kur'ân'a râci olup, "peygambere" ifadesiyle de Hazret-i Peygamber kastedilmiştir.

İbn Abbas şöyle demektedir: Allah bu âyet ile Necaşî ve arkadaşlarını kastetmiştir. Bu böyledir, zira Cafer et-Tayyar, Necaşî ve arkadaşlarına Meryem sûresini okumuş; bunun üzerine Necaşî, yerden bir saman çöpü alarak, "Allah'a yemin olsun ki, o, Allah'ın İncil'de buyurduğuna, (saman çöpünü göstererek) şu kadarcık bir ilâvede bulunmadı!" demiştir. Cafer et-Tayyar, okumayı bitirinceye kadar ağlamalarını sürdürmüşlerdir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün" buyruğu ile ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır:

a) "Onların gözleri, taşıncaya kadar yaşlarla doldu" demektir. Çünkü (......) kelimesi, kabın veya benzeri şeylerin içindeki, etrafından görülünceye kadar dolup taşmasıdır.

b) Bu tabirle, onların iyice ağlamaları murad edilmiş, böylece de onların gözleri, âdeta dolup taşmış olarak tasvir edilmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın "hakkı tanıdıklarından dolayı..."buyruğunun mânası, "Hazret-i Muhammed'e indirilen hakkı tanımalarından dolayı..." demektir.

Buna göre eğer (......) kelimesindeki ile Hak teâlâ'nın ifadesindeki arasında ne fark bulunmaktadır? denilirse, deriz ki: Birinci harf-i cerri "ibtidâ-i gaye" içindir. Buna göre ifâdenin mânası, "Göz yaşlarının dolup taşması, önce Hakk'ı tanımaktan neşet etmiş ve bundan ötürü, bu sebeple olmuş..." demektir. İkinci ise, "teb'îz" içindir. Yani, "onlar Hakk'ın yani Kur'ân'ın bir kısmını tanımalarıyla yüce Allah onları ağlatı, artık onlar Hakk'ın tamamını tanısalardı kim bilir durum nasıl olurdu!.." demektir.

O Müminlerin "Ya Rab! Bizi de Şahitler İçinde Yaz!" Sözleri

Allahü teâlâ'nın, "Onlar, "Ey Rabbimiz, biz duyduğumuza iman ettik ve onun hak olduğuna şehâdet ettik.. O halde bizi de şahitlerle bareber yaz!" sözüne gelince, bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a) Allahü teâlâ bu ifâdeyle, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hakk'a şehâdet eden ümmetini kastetmiştir. Bu, "Böylece sizi vasat (orta) bir ümmet yapmışızdır; insanlara karşı şahidler olasınız., diye.." (Bakara. 143) âyetinden anlaşılmaktadır.

b) "Peygamberlerinden ve kullarının mü'minlerinden, "senin dışında ilâh olmadığına şehâdet edenlerle birlikte yaz!" demektir.

"Zaten biz, Rabbimizin bizi de salih kimseler arasına koymasını umup dururken ne diye Allah' ve bize gelen hakikate iman etmeyelim?" buyruğu ile ilgili şu iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Keşşaf sahibi ifadesi manasında olarak, hal olması itibariyle mahallen mansubtur. Bu tıpkı senin, "ayakta olarak.." demen gibidir. ifâdesinin başındaki vâv harfi de, haliyye vâvıdır" demiştir.

Buna göre şayet, "Birinci ve ikinci hâlin âmili olan kelime nedir?" denilirse, biz deriz ki: Birincisinin âmili, ifâdesindeki fiil manasına gelen lâm harfidir. Buna göre sanki, "Biz mü'min olmadığımız halde, eğer mü'min olmazsak, elimize ne geçer?" denilmek istenmiştir. İkincisinin âmili ise, bu fiilin mânâsıdır. Ancak ne var ki ikinci hal de birincisiyle mukayyettir. Çünkü sen, birinci hali aradan çıkarıp da dersen, bu tam bir söz olmaz. Yine (......) kelimesinin (......) kelimesinden hal olması da caizdir.. Şu anlamda ki; Onlar, kendilerinin Allah'ı birlememelerini, bununla beraber, salib kimselerle birlikte olmalarını yadırgamışlar, bunu yakıştıramamıslardır. Bu ifâdenin, "Bize ne oluyor ki, teslîs akidesiyte, salih kimselerle birlikte bulunma arzusunu birleştiriyoruz!" mânasında olarak ifadesine atfedilmiş olması da caizdir.

İyilik ve İhsan Erbabının Amellerinin Karşılığı

Âyetin takdiri, "Rabbimizin, bizi sâlih kavimlerle birlikte cennetine Rıdvan yurduna sokacağını umuyoruz" şeklindedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O (Allah), mutlaka onlan, razı olacakları bir yere sokacaktır" (Hacc. 59) buyurmuştur. Fakat âyette bu hususun, malum olduğu için hazfedilmesi güzel ve yerinde olmuştur.

Sonra Allahü Teâlâ, Allah onların söylediklerinden dolayı, altından ırmaklar akan cennetleri, kendileri için ebedi kalıcı olmak üzere, onlara mükâfaat olarak ihsan etti. Bu, iyi hareket edenlerin mükâfaatıdır. O inanmayıp kâfir olanlara, Allah'ın âyetlerini yalanlayanlara (gelince), onlarda o çılgın ateşin ehildirler" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Bu Ayet Sırf Sözden Ötürü Mükafat Verildiğini Bildiriyor, Bu Nasıl Olur?

Âyetin zahiri, onların bu sevabı, sırf sözlerinden dolayı hakettiklerine delâlet etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ, "Söylediklerinden dolayı... mükâfaat olarak ihsan etti" buyurmuştur. Bu ise mümkün değildir. Çünkü sırf söz, sevabı gerektirmez.

Alimler buna şu iki şekilde cevap vermişlerdir: .

a) Daha önce, onların vasfı olarak, "söylediklerinde ihlaslı oldukları" hususu geçmişti ki bu, "marifet" (bilme)dir. Bu da, Allah'ın "Hakk'ı tanıdıklarından (bildiklerinden)dolayı..." ifâdesi ile anlatılan husustur. Ma'rifet, ihlâs ile mükemmel bir bağlılık bulunup, sonra da bunlara söz eklenince, şüphesiz ki iman kemâle ermiş olur.

b) Atâ'nın rivayetine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh): "âyetteki "söylediklerinden dolayı..." ifâdesi ile, "istedikleri şeyden dolayı..." manası kastedilmiştir İstedikleri şey ise, onların, "Artık bizi (hakka) şâhid olanlarla beraber yaz" şeklinde istekleridir.

Bu Ayet Fasık Mü'minin, Zamanı Gelince Cenetten Çıkacağını Gösterir

Âyet, fâsık mü'minin cehennemde ebedî kalmayacağına delâlet etmektedir. Bunu şu iki şekilde izah ederiz:

1) Hak teâlâ, "Bu, muhsinlerin (iyi hareket edenlerin) mükâfaatıdır" buyurmuştur. Bu muhsin oluşun, mutlaka daha önce geçen marifet (hakkı tanıma) olması gerekir. Bu marifet de, âyetteki "hakkı tanıdıklarından (marifetlerinden) dolayı" ifâdesi ile "hakkı ikrar etme" mânasına gelen, "Allah, onların söylediklerinden dolayı... onlara mükâfaat olarak ihsan etti" ifâdesinden çıkartılmıştır. Durum böyle olunca işte bu âyet, bu marifet ve ikrarın, o mükafâatı gerektirdiğini gösterir. Büyük günah sahibi olan mü'minin de bu marifet ve ikrarı vardır. Binâenaleyh bu mükafaatın, onun için de söz konusu olması gerekir. Büyük günah sahibinin, cennetten cehenneme gönderilmesinin söz konusu olmadığında icmâ vardır. Geriye, "Büyük günah sahibi, günahı nisbetinde cezalandırılır, sonra cennete gönderilir" demek kalır ki, ulaşılmak istenen netice de budur.

2) Allahü teâlâ, "O İnanmayıp kâfir olanlara, Allah'ın âyetlerini yalanlayanlara (gelince), onlar da o çılgın ateşin ehlidirler" buyurmuştur. Bu âyetteki, "onlar da o çılgın ateşin ehlidirler" sözü, hasr mânası ifâde eder. Yani, "cehennemlikler başkaları değil, sadece bunlardır" mânasına gelir. Birşeyin ehli, eşi-dostu ve yârânı, ondan hiç ayrılmayıp, hep onunla birlikte olan demektir. Binâenaleyh cehennem ehli olup, onunla devamlı birlikte olma halinin, kâfirlere has olmasını gerektirir. Bu sebeple bu âyet, cehennemde ebedî kalışın, günahkâr mü'minler için söz konusu olmadığına, işte bu iki bakımdan delâlet eden en güçlü delillerden olur.

87

"Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı tayyibâtı (temiz ve güzel şeyleri), haram kılmayın ve haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez".

Bil ki Allahü teâlâ, yahudi ve hristiyanlara karşı fazlasıyla deliller zikrederek onlarla iyice münazara ettikten sonra tekrar ilahî hükümlerini açıklamaya dönerek onlardan bir kısmını şöylece bildirmiştir:

Mubah Kılınan Yiyeceklerden Yararlanıp Haddi Aşmayın

Birinci çeşit, yeme-içme ve tayyibat (hoş ve leziz şeylerle) ilgili olan ahkâmdır. İşte bununla alakalı olarak "Ey iman edenler, Allah'ın size helal kıldığı tayyibâtı haram kılmayın" buyurmuştur. Bu hitapla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"Tayyibât". "nefislerin arzu duyduğu, kalplerin kendisine meylettiği leziz ve hoş şeyler" demektir. Bu âyetin sebeb-i nüzulü ile ilgili iki görüş vardır:

1) Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Osman ten Maz'ûn (radıyallahü anh)'un evinde, ashabına uzun uzun Kıyameti anlatmış, onları inzar ve sakındırma hususunda çok söz söylemişti. Bunun üzerine ashab, dünyayı önemsememeye, güzel ve hoş yiyecek ve içecekleri kendilerine haram saymaya, gündüzleri hep oruç tutup, geceleri çokça namaz kılmaya, hiç yatmamaya ve uyumamaya, kendilerini hadım etmeye, eski püskü elbiseler giymeye ve yeryüzünde dolaşmaya niyetlenmişlerdi. Bu durum, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ulaştığında O, onlara,

"Ben, böyle bir şeyle emrolunmadım. Şüphe yok ki sizde nefislerinizin hakkı vardır. Binâenaleyh hem oruç tutun, hem İftar edin. Hem gece namazı kılın, hem uyuyun. Çünkü ben de hem namaz kılar, hem uyurum; hem oruç tutar, hem İftar ederim. Et ve et (iç) yağı yerim, hanımlarımın yanlarına vannm. Artık kim benim sünnetimden (yolumdan) yüz çevirir ise, o ben(im ümmetim)den değildir" buyurdu.

İşte bu görüşe göre, bu âyet ile daha önceki âyetler arasındaki münasebetin şu şekilde olduğu ortaya çıkar: Allahü teâlâ, hristiyanları "Çünkü onların içinde keşişler, rahipler vardır" (Maide, 82) diyerek medhetmiştir. Halbuki, dünyanın hoş ve leziz şeylerinden sakınmak, bu keşiş ve rahiplerin âdeti idi. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak onları medhedince, bu medih, müslümanlara aynı şekilde hareket etme isteği vermişti. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, bunun peşisıra, müslümanların kendilerinin aynı şey ile emrolunmadıkları anlaşılsın diye, bu isteği ve vehmi silecek olan bu âyeti getirmiştir.

Allah Niçin Mubah Nimetlerden Yararlanmamızı İster?

İmdi eğer, "Bu nehyin hikmeti nedir? Zira dünya sevgisi, insanların tabiatlarına ve kalelerine hâkimdir. Binâenaleyh insan lezzetli ve hoş şeylere dalınca, insanların o şeylere karşı meyli artar, arzusu büyür. Nimetler ne zaman böyle çok ve devamlı olur ise, insanın onlara karşı meyli ve arzusu da o nisbette kuvvetli ve büyük olur. Meylin kuvvet ve rağbeti artınca da, insanın dünyayı isteme hırsı artar ve dünyevî şeyleri elde etmeye iyice dalar. Bu ise, insanın marifetullah'a ve Allah'a itaata dalmasına, âhiret saadetlerini istemesine mâni olur.

Fakat dünyanın leziz ve hoş şeylerinden yüz çevirmeye gelince; bu yüz çeviriş ne kadar mükemmel ve devamlı olur ise, insanın dünyaya meyli de o nisbette zayıflar ve azalır. Bu durumda da nefis, marifetullah peşinde koşmaya ve Allah'a hizmete zaman ve imkân bulur. Bu hususların, bu şekilde olduğu herkesçe malumdur. Durum böyle olduğuna göre Cenâb-ı Hakk'ın, mü'minleri (ruhbâniyyetten, dünyadan uzaklaşmaktan) nehyetmesindeki hikmet nedir?" denilir ise, buna şu şekillerde cevap verilir:

a) Aşın ruhbanlık, hoş ve mubah lezzetlerden tamamen sakınma, uzuvların reisi durumunda olan kalbin ve beynin zayıflamasına sebep olur. Bu ikisi zayıflayınca da, tefekkür kabiliyeti zarar görür ve akıl karışır. En büyük mutluluğun ve Allah'a kurbiyyetin (yakınlığın) en büyüğünün, marifetullah olduğunda şüphe yoktur. Aşırı ruhbanlık, anlattığımız şekilde, böyle bir zarara sebebiyet verince, Cenâb-ı Hak bunu yasaklamıştır.

b) Sizin zikretmiş olduğunuz şeyin neticesi şudur: Nefsin maddî ve leziz olan şeyleri elde etmekle meşgul olması, onun manevî mutluluklarla tam ve mükemmel olmasına mâni olur. Bu, zayıf olan nefisler hakkında kabul edilen bir husustur. Ama, alî ve kâmil nefislere gelince, bunların maddî işlerle meşgul olmaları, manevî mutluluklarla tam ve mükemmel olmalarına mani olmaz. Çünkü biz, nefislerin bazen zayıf olduğunu müşahede etmekteyiz. Şöyle ki bu nefis, her ne zaman bir işle meşgul olursa, o nefsin başka bir işle meşgul olması imkânsız olur. Nefis ne kadar güçlü olursa, bu durum da o nisbette mükemmel olur. Bu böyle olunca, işi sadece ruhbanlığa dökmek, bir tür zayıflığın ve kusurun delili olur. Mükemmellik, her iki tarafı da (dünyevî ve uhrevî tarafı) bihakkın yerine getirmede ve insanlar arasında bulunmadadır.

c) Maddî lezzetleri bihakkın yerine getirmek isteyen kimsenin bundan maksadı, manevî lezzetleri bihakkın yerine getirmede yardım sağlamaktır. Çünkü bu kimsenin riyazeti ve mücâhedesi, bütün maddî lezzetlerden yüz çevirenin riyazetinden daha mükemmeldir. Çünkü nefsi kısmen tâate yöneltmek, onun (dünyadaki) pay ve hisselerinden yüz çevirmeden daha güç ve daha zordur. Binâenaleyh, böyle davranmadaki mükemmellik daha tam olmuş olur.

d) Tamamen ruhbanlık, dünyanın harap olmasına, neslin inkıtâya uğramasına yol açar. Ama marifetullah'a, muhabbetullah'a ve tâate devam etmekle beraber, ruhbanlığı terkedip bırakmak ise, hem dünyanın hem de âhiretin mamur olmasını ifade eder. Böylece bu durum daha mükemmel olmuş olur. İşte bu konuda söylenecek sözün tamamı budur.

2) Kaffâl'ın zikretmiş olduğu şu husustur: Allahü teâlâ bu sûrenin başında "ahidleri yerine getirin" (Maide. 1) buyurmuş, böylece de haram kılınmış şeylerin helâl olmasını talep etmek caiz olmayacağı gibi, helâl kılınmış şeylerin de haram kılınmasının caiz olmayacağını beyan buyurmuştur. Araplar, Allah'ın haram kılmadığı hoş ve leziz şeyleri haram sayıyorlardı ki bunlar, "Bahire, Sâibe, Vasile ve Hâm" adları verilen develerdir. Yüce Allah bu hususu hem bu sûrede, hem de En'âm sûresinde anlatmıştır. Zira onlar meyteyi, kanı ve bu ikisi dışında kalan şeyleri helâl addediyorlardı. Böylece Cenab-ı Hak, "Allah'ın helal kıldığını haram kılmamalarını; haram kıldığı şeyi de helal addetmemelerini" emretmiştir. Bu nedenle onlar, Allah'ın "Ey iman edenler, ahidleri yerine getirin" (maide, 1) buyruğunun hükmüne dahil olmuşlardır.

Mübahları Haram Kılmanın Manası

"Allah'ın size helâl kıldığı tayyibâtı (temiz ve güzel şeyleri) " buyruğunun şu mânalara gelmesi muhtemeldir:

1) "Allah'ın size helâl kılmış olduğu şeyleri haram kılmayı itikâd, inanç haline getirmeyiniz.."

2) "Allah'ın size helâl kılmış olduğu şeyleri haram kılmayı lisânınızla ortaya koymayın."

3) "Allah'ın helâl kıldığı şeylerden, haram kıldığı şeylerden kaçmanız gibi bir kaçışla kaçmayınız.." Bu üç mâna, itikad, söz ve amel manasına hamledilmiştir.

4) "Fetvalarınızla, helâlleri başkalarına haram kılmayınız.."

5) "Yemin veya nezretmek suretiyle, helâl olanları haram kılmayı iltizâm etmeyiniz.. (Bu mânada olmak üzere) bu âyetin bir benzeri de "Ey peygamber, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi., niçin haram ediyorsun?" (Tahrim. 1) âyetidir.

6) "Gasbedilen şeyleri, mülkünüze ayırdedilmesi mümkün olmayacak bir şekilde karıştırmayınız. Böyle olması halinde, hepsi de haram olur. Binâenaleyh bu karıştırmak, helâl olan şeyleri haram haline getirmenin sebebidir. Pis olan şeylerin temiz olan şeylere karışması halinde de hüküm aynıdır."

Âyet bütün bu mânalara muhtemeldir. Âyeti bu mânaların hepsine birden hamletmek de uzak bir ihtimal sayılmaz. Allah en iyi bilendir.

Haddi Aşmayınız

Allah "ve haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez" buyurmuştur. Bu buyrukla ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:

a) Allahü teâlâ, hoş ve temiz olan şeyleri haram kılmayı, bir haddi aşma ve bir zulüm kabul etmiştir. Böylece hükmüne, helâl ve hoş olan şeyleri haram kılmadan nehyetmek de dahil olsun diye, haddi aşmadan nehyetmiştir.

b) Allah, hoş ve leziz şeyleri mubah kılınca, bunlardaki israfı da, "ve haddi aşmayın" hitabıyla haram kılmıştır. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın "Yeyin, İçin, İsraf etmeyin" (Araf, 31) âyetidir.

c) Bu, "Allah size hoş ve leziz olan şeyleri helâl kılınca, sizler bu helâl kılınanlarla iktifa edip, bunları size haram kılınanların sınırına vardırıp da haddi aşmayın" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak,

88

"Allah'ın size rızık olmak üzere verdiği şeylerden helâl ve temiz olarak yeyin. Siz, kendisine iman etmiş olduğunuz Allah'dan korkun"

buyurmuştur. Bu hitapla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Allah'ın "yeyin" sözü bîr emir sîgası olup, bu emrin zahiri vücûb ifâde etmektedir. Burada, bununla mübahlık ve helâl olmak mânası murad edilmemiştir. Şafiî'nin arkadaşları, nafile ibâdetlere başlamakla onları kaza etmenin farz olmayacağı hususunda bu âyetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Âyetin zahiri, mutlak anlamda yemenin mubah olmasını iktizâ eder. Binâenaleyh bu ifâde, oruca başladıktan sonraki zamana da şamildir. Hülâsa bu yeme emri, sadece bazı durumlar ile sınırlanmış genel (âmm) kavramdır. Âmm sınırlandığı (tahsis edildiği) yerin dışında bir delil ve bir hüccettir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, 'helâl ve temiz olarak..." ifâdesinin yeme ile ilgili bir ifâde olması muhtemel olduğu gibi, yenilen şey ile de ilgili bir ifâde olması muhtemeldir. Bu sebeple birinci ihtimalin olması halinde, ifâdenin takdiri, "Allah'ın size rızık olarak vermiş olduğu şeylerden temiz ve helâl (bir yeyişle) yeyin" şeklinde; ikinci ihtimalin olması halinde ifadenin takdiri, "Helal ve hoş olan rızıktan yeyiniz.." şeklinde olur. Birinci takdire göre bu, Mu'tezile'nin "Rızık ancak helâl olandır" şeklindeki görüşüne bir delildir. Bu böyledir, çünkü âyet bu takdire göre, Allah'ın rızık olarak verdiği her şeyi yemek hususundaki iznine, müsaadesine delâlet etmektedir. Allah ise, sadece helâl olanları yemeye müsaade eder. Binâenaleyh, rızık olan her şeyin helâl olması gerekir.

İkinci ihtimale göre ise bu âyet, âlimlerimizin "Rızık bazan haram olabilir" şeklindeki görüşlerinin delilidir. Çünkü Allahü teâlâ, yeme iznini helâl ve hoş olan rızka tahsis etmiştir. Şayet rızık bazan helâlin gayrinden olmasaydı, böyle bir tahsis ve takyidin bir manası olmazdı.

Üçüncü Mesele

Allah "Allah'ın size rızık olarak verdiği şeyleri yeyiniz" dememiş, ama "Allah'ın size rızık olmak üzere verdiği şeylerden yeyin" buyurmuştur. Buradaki harf-i cerri teb'îz ifâde eder. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki, "size verilenlerin bazısını yemekle iktifa edin; diğer kısımları da sadaka ve hayır yerlerine harcayın" demek istemiştir. Çünkü bu ifâde, israfı bırakmaya bir irşâd ve teşviktir. Bu, O'nun tıpkı, "...ve israf etmeyiniz" (A'raf, 31) buyurması gibidir.

Dördüncü Mesele

"Allah'ın size rızık olmak üzere verdiği şeylerden yeyin" buyruğu, Allahü teâlâ'nın herkesin rızkını tekeffül ettiğine delildir. Zira O, herkesin rızkını tekeffül etmemiş olsaydı, 'Allah'ın size rızık olmak üzere verdiği şeylerden yeyin" buyurmazdı.. Kişinin rızkını Allah tekeffül ettiğine göre, onu talep etmek hususunda aşırı davranmaması ve Allah'ın vaadine ve ihsanına güvenmesi gerekir. Çünkü Allah, vaadinden dönmeyecek derecede kerem sahibidir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Dikkat ediniz! Allah'a saygılı olun ve (rızkınızı) talep etme hususunda güzel davranın (meşru yollardan sapmayın)" İbn Mâce, Ticârât. 2 (2/725). buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a saygılı olun" emri ise bu emri yerine getirme tavsiyesini pekiştirmektedir. Bunun peşinden gelen, "Kendisine iman etmiş olduğunuz" vasfı ise bu te'kidi daha da artırmaktadır. Çünkü Allah'a iman, O'nun insana çizdiği emirler ve yasaklar çerçevesi içinde kalıp, O'nu saymasını gerektirir.

Yemin Hakkında Hüküm

89

Burada zikredilen hükümlerden İkincisi şu âyette yer alır: "Allah, sizi yeminlerinizdeki lağvden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat kalblerinizin azmettiği yeminler yüzünden muaheze eder. Bunun da keffareti, ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece)sinden on yoksulu doyurmak veya onları giydirmek, yahud bir köle azad etmektir. Fakat kim de bulamazsa, üç gün oruç tutması (lâzımdır). İşte bu, ahdettiğiniz vakit yeminlerinizin kefaretidir. Yeminlerinizi muhafaza edin. Allah âyetlerini size böylece açıklıyor. Ta ki şükredesiniz".

Biz, Allahü teâlâ'nın burada, kanun ve hükümlerinden birkaç nevi beyân ettiğini söylemiştik. Geriye, "Bu hükümle bundan önceki hüküm arasında hangi münasebet var da, böylece bu ikincisinin onun peşinden zikredilmesi güzel ve yerinde olmuştur?" diye sorulması kalmıştır.

Buna göre biz deriz ki: Biz, önceki âyetin (Mâide. 87) sebebi nüzulünün şöyle olduğundan bahsetmiştik: Sahabeden bazıları, yemeyi İçmeyi ve giymeyi kendilerine haram kılıp, ruhbanlığı tercih etmiş ve buna da yemin etmişlerdi. Allah onların bu tutumlarını yasaklayınca onlar: "Ya Resûlallah, biz yeminlerimizi ne yapalım?" dediler. Bunun üzerine Allah bu âyeti gönderdi.

Bil ki yemin-i lağvin ne olduğu hususundaki sözümüz Bakara süresindeki "Allah, yeminlerinizdeki iağvden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat kalbleriniztn azmettiği yeminler yüzünden muaheze eder" (Bakara, 225) âyetinin tefsirinde iyice açıklanmıştı. Dolayısıyla, bunu tekrarlamanın bir mânası yoktur.

Sonra yüce Allah "Fakat kalblerinizin azmettiği yeminler yüzünden muaheze eder" buyurmuştur. Bu cümle ile ilgili birkaç mesele vardır:

Kelimesinde Farklı Üç Kırata Göre Tefsirler

Nâfi, İbn Kesir, Ebû Amr ve Asımın ravisi Hafs, elifsiz olarak kâf harfinin şeddesiyle Hamza, Kisaî ve Asım'ın ravisi Ebû Bekr, elifsiz olarak kâf harfini de şeddelemeksizin, İbn Amir ise, şeddesiz olarak elif ile (......) şeklinde okumuşlardır.

Vahidî şöyle demiştir:'Bir kimse, onu iyice kuvvetlendirip te'kid ettiğinde "Falanca yeminini (veya ahdini veya bağını) iyice kuvvetlendirip sağlamlaştırdı" denilir. ile kelimeleri aynı manadadır."

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki, (......) şeklinde okuyanların kıraati, aza da çoğa da elverişlidir. Nitekim "Zeyd, yeminini akdetti; onlar, yeminlerini akdettiler" denilir.

Şeddeli okuyanlara gelince, bil ki Ebû Ubeyde, bu şekilde okumayı zayıf görmüş ve "Şeddeli okumak, tekrar ifâde eder. Bu sebeple şeddeli okumak, bir defa yapılan yeminden keffâretin sakıt olmasını gerektirir. Zira yemin tekrar etmemiştir" demiştir.

Vahidi (r.h), buna şu iki şekilde cevap vermiştir:

a) Alimlerden bazıları, şeddeli veya şeddesiz olan bu fiilin aynı manaya geldiğini söylemişlerdir.

b) Farzet ki, bu tıpkı "kapıları sımsıkı kapadı" (Yusuf, 23) âyetinde olduğu gibi tekrar ifâde etsin!.. Ancak ne var ki bu tekrar, kişinin o yemini, hem kalbi hem de lisanıyla akdetmesiyle teşekkül etmiştir. Her ne zaman kalp ile lisânın arası birleştirilirse, tekrar mânası meydana gelmiş olur. Ama, yemini birisiyle akdedip, diğeriyle akdetmediği zaman ise, o kimse yeminini akdetmiş olmaz.

Bu fiili "mufâele" babından elif ile okuyanlara gelince, bu, tıpkı "Allah ona afiyet verdi"; 'Nalini kırdım" ve "Hırsızı cezalandırdım" fiillerinde olduğu gibi, müşareket mânasını ifâde etmez. Böylece bu şekilde okumak da, fiili şeddesiz olarak okuma gibi olmuş olur.

İkinci Mesele

Fiille beraber (......) masdar durumundadır (te'vîl-i müfrede çıkar). Buna göre kelâmın takdiri, şeklindedir.

Üçüncü Mesele

Âyet-i kerimede bir hazf bulunup, kelâmın takdiri, ya "Fakat Allah sizi, onları, o yeminleri bozduğunuz zaman, akdettiğiniz yeminler sebebiyle muaheze eder" şeklindedir. Böylece, onlar tarafından bilindiği için, muaheze etme zamanı (yani (......) hazf edilmiştir. Veyahut da, "Fakat Allah sizi akdettiğinizi bozmanız sebebiyle muaheze eder" demektir. Bu takdire göre de bir muzâfın hazfi söz konusudur.

Şafiî'nin, yemin-i gamûs'un ketfâreti icap ettirdiğine dair bu âyetle ne şekilde istidlal ettiğini, Bakara sûresinde zikretmiştik.

Yemin Keffareti

Daha sonra Allahü teâlâ "Bunun da keffareti, ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece)sinden on yoksulu doyurmak veya onları giydirmek yahut bir köle azâd etmektir" buyurmuştur.

Bil ki âyet, keffaret-i yeminde farz olanın, herhangi birini seçmek serbest olmak kaydı ile, şu üç şeyden biri olduğuna delâlet eder. Eğer insan, bu üç şeyden birini yerine getirmekten âciz olursa, o zaman başka birşey farz olur ki bu da oruç tutmaktır, Bu Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Kendisinde seçme (muhayyerlik) imkânı bulunan farz şudur: "İnsanın o üç şeyden herbirini tek tek ayrı ayrı yerine getirmesi farz olmadığı gibi, hepsini birden terketmesi de caiz değildir. Bu üç şeyden hangisini yerine getirirse, o mükellefiyetini yerine getirmiş olur." İşte bu üç kayıt bir araya geldiğinde, kendisinde seçme imkânı bulunan farz teşekkül etmiş olur. Fakihlerden, "Farz olan bunlardan biridir ama, belli biri değildir" diyenler vardır. Bu görüş şu iki manaya gelir:

a) "Kişiye farz olan, bu üç şeyden birisini yapmasıdır, ama belli birisini değil." Bunun olması, aklen mümkün değildir. Çünkü aslında belli olmayan birşeyin, zâtı gereği var olması imkânsız olur. Böyle olan birşey ile de insan mükellef tutulmaz.

b) "Kişiye farz olan, hem haddizatında, hem de Allah'ın ilminde belli olan bir şeydir. Ancak bu, onu yapana göre meçhuldür." Böyle olması da imkânsızdır. Çünkü birşeyin, bizzat kendisi Allah'ın ilminde farz olunca, onun terkedilmesi hiç bir şekilde caiz olmaz. Halbuki ümmet, başkasını yapması halinde, o işin terkedilebileceği noktasında ittifak etmişlerdir. Bu iki görüşü bağdaştırmak menfî ve müsbeti birleştirmek gibi olur ki bu, imkânsızdır. Bu hususta, sözün tamamı "usûl-ü fıkıh"ta zikredilmiştir.

İkinci Mesele

Şafiî (r.h): "Her fakirin hissesinin, bir "müdd" olduğunu ve bunun bir "menn" üçte ikisi miktarınca olduğunu söylemiştir ki bu, İbn Abbas (radıyallahü anh), Zeyd İbn Sabit (radıyallahü anh), Sâ'îd İbn Müseyyeb, Hasan el-Basrî ve Kasımın görüşüdür.

Ebü Hanîfe (r.h) ise, her fakire verilmesi gerekenin, buğdaydan yarım "sa' ", diğer şeylerden ise bir "sa' " olduğunu söylemiştir.

Şafiî'nin delili şudur: Allahü teâlâ, fakiri doyurma hususunda, sadece "ailenize yedirmekte olduğunuz orta (derece)sinden..." tabirini kullanmıştır. "Orta (derece)sinden..." tabiri de, ya örf bakımından orta (normal) olan, ya da şer'î bakımdan orta olanı kastetmektedir. Bu durumda eğer örf bakımından orta olan şey kastedilmiş ise, bir "menn"in üçte-ikisi miktarınca buğday, öğütülüp un haline getirildiğinde veya ondan ekmek yapıldığında, bu yaklaşık bir "menn" kadar olur. Bu da, bir İnsanın bir günlük azığı olarak çok açık ve net yeter. Yok eğer, bu ifâde ile şer'İ bakımdan bir "orta" nisbet kastedilmişse, bu hususta şeri'atta şu söyleyeceğimiz tek şeyin dışında, belli bir miktar belirtilmemiştir: Rivayet olunduğuna göre, Ramazan'da gündüz orucunu bozan kimseye, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hiç bir miktar belirtmeksızin altmış miskini doyurmasını emretmiştir. Bunun üzerine o adam, "Ben, bu kadar şeyi bulamam" demiş. Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e içinde onbeş sa' yiyecek bulunan bir zembil getirdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bunu yedir" dedi. İşte bu hâdise de, bir fakirin yiyeceği miktarın, bir "sa"ın dörtte biri olarak belirtildiğini gösterir ki bu, bir "müdd"dür. Bu kimseye, yemin kefareti "ailenize yedirmekte olduğunuz..." ifâdesi ile takyîd edilmemiş (sınırlandırılmamış), mutlak "tasadduk etme" ifâdesi ile emredilmiştir. Binâenaleyh yemin keffâretinin miktarı, sadaka-i fıtra göre hesaplanır. Sadaka-i fıtrin miktarı ise, nass ile, bir müdd olarak değil, bir "sa' " olarak belirlenmiştir.

Ebû Hanîfe (r.h)'nin delili ise şudur: "Allahü teâlâ, "Ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece)sinden" buyurmuştur. "Orta", "normal" demektir. İmâm Şafiî (r.h)'nin söylediği husus ise, yeterli olan miktarın en düşüğüdür. Normal olan, katık ile olan yiyecektir. İbn Abbas (r.h)'dan da, "Bu, katığı ile birlikte bir müdd (yiyecektir)" dediği rivayet edilmiştir. Halbuki katığın kıymeti, ikinci bir müddün kıymeti kadar, hatta genellikle ondan daha fazla olur.

Şafiî (r.h) bu görüşe şu şekilde cevap vermiştir: Âyetteki, "ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derecesin)den" ifâdesi ile, muhtemelen miktar bakımından bir "orta" oluş kastedilmiştir. Çünkü bazı insanlar, gerçekten çok az yerler, bu gibilere tek bir ekmek yeter. Bazı insanlar da çok fazla yer, bu gibilere iki "menn" ekmek de kifayet etmez. Fakat genelde bir insana, bir "menn"e yakın miktardaki ekmek yeter. Âyetteki bu ifâde ile, kıymet bakımından bir "orta" oluş da kastedilmiş olabilir. Bu, ne şeker gibi pahalı, ne de kepek ve mısır gibi ucuz olmamalıdır. Normal (orta) olan, buğday, hurma, kuru üzüm ve ekmektir. Yine âyetteki bu ifâdeden maksadın, lezzet ve hoşa gidiş bakımından "orta olan birşey" olması da muhtemeldir. Lafız, bu iki şeyden herbirine muhtemel olunca, biz deriz ki: Şu iki sebepten ötürü, bu lafzı daha önce söylediğimiz mânaya halmetmek gerekir:

1) Keffâret için yedirmede, katık, icmâya göre farz değildir. Bu durumda geriye, lafzı, yemeğin miktarı bakımından bir orta oluş mânasına hamletmek kalır.

2) Bu miktar, yakîn (kesin) olarak farzdır. Bundan fazlası ise, şüphelidir Çünkü bu ifâdede, o fazlalığa delâlet eden birşey yoktur. Bundan dolayı biz kesin olanı farz saydık, şüpheli olanı bıraktık. Allah en iyi bilendir.

Keffaret Olarak Verilen Şeyde Temlik Meselesi

Şafiî (r.h): "Bu hususta farz olan, o yiyeceği fakirin kendisine verip, onun malı haline getirmektir" dediği halde; Ebû Hanîfe (r.h): "O kimse, sabah veya akşam on fakiri doyurur ise, bu caizdir" der.

Şafiî (r.h)'nin delili şudur: "Keffârette farz olan, yedirmek, giydirmek ve köle azâd etmekten birisidir. Sonra biz "giydirme"de, temlikin (yani giydirilecek şeyin verilip, fakirin mülkü haline getirilmesi) hususunda ittifak halindeyiz. Binâenaleyh, "yedirmede" de temlikin vacip olması gerekir."

Ebû Hanîfe (r.h)'nin delili ise şöyledir: "Âyet, bu hususta "doyurma"nın farz olduğuna delâlet eder. Fakirleri sabah veya akşam yedirmeye de "doyurma" denir. Bunun delili, "(Onlar, yemeğe olan) sevgilerine rağmen, yoksulu, yetimi ve esîri doyururlar" (insan, 8) âyeti ile, bu âyetteki, "ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece)sinden on yoksulu doyurmak" ifadesidir. Halbuki aileyi yedirmek, "temlik" (yani onları yiyeceğe mâlik kılmak) sureti ile değil, yene imkânı sağlamak suretiyledir. Yine örfte, birisi fakirlere yiyecek verip, onlara yeme imkânı sağladığında, "Falan fakirleri doyuruyor" denilir. Cenâb-ı Hakk'ın "doyurma"yı emrettiği sabit olduğuna göre, bunun (yani yeme fırsatı sağlamanın) yeterli olması gerekir."

Şafiî (r.h) bu görüşe şöyle cevap vermiştir: "Bu keffârette farz olan, ya bir müdd miktarınca yiyecektir veya daha fazlasıdır. Sabah veya akşam fakirlere yedirilen şey, bazan bu miktardan az olabilir. Binâenaleyh bu durumda kişi, bu mükellefiyetten yakını (kesin) olarak kurtulmuş olmaz. Allah en iyi bilendir.

Keffarette Doyuma ve Giydirmenin Nasıl Olacağı

Şafiî (r.h): "Bu hususta, ancak on ayrı fakiri doyurmak yeterli olur" demiş; Ebû Hanîfe (r.h) ise: "Bir kimse aynı fakiri, on gün (övün) yedirse, bu yeterli olur" demiştir. Şafiî (r.h)'nin delili şudur: Bu gibi konular mânası akılla anlaşılamayan "ta'abbüd" (kulluk) esasına dayanır. Böyle olan herşeyde, nassın (âyetin) gelişine dayanmak gerekir.

Beşinci Mesele

"Kisve" Arapça'da, "libâs" (elbise) demektir. Libâs ise, giyilen herşeydir. "Keffâret" için yeterli olan kisve, kendisine "kisve" denilebilecek şeyin en azıdır. Bu en az miktar da, izâr (gibi belden aşağıyı örten elbiseler) veya cübbe (manto-palto) veya gömlek veya pantalon veya sarık veyahut da bir başörtüsüdür. Bunların her biri, bir fakir için bir kisve (giydirme)dir. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh), Hasan el-Basrî ve Mücâhid'in görüşü olup, İmâm Şafiî (r.h)'nin de mezhebidir.

Köle Azadı ve “Rakabe” Tabirinin Menşei

Âyette bahsedilen, "bir rakabe (boyun) âzad etmek" tabirinden maksad, kölenin tamamını âzad etmektir. Rivayete göre bu mecazî kullanışın dayanağı şudur: Araplar, ellerindeki esirlerin ellerini bir iple esirin boynuna bağlarlardı. Bu sebeple, esir salıverilmek istendiğinde bu ip çözülürdü. Bundan dolayı, o ipi çözmek, "fekkü rakabe" (boynu çözmek) diye ifâde edilmiştir. Daha sonra da bu tâbir, kölenin azadı mânasında, mecazen kullanılmıştır. Zahirîlere göre, keffâreti yerine getirmek için, her türlü köle azad edilebilir. Şâfiı (r.h)'ye göre ise, keffâret için yeterfi olabilecek kölenin, mü'min olması şartı ile, iş yapmasına manî olacak kusurlardan salim olması gerekir. Bu kölenin, küçük veya büyük, erkek veya kadın olması farketmez. Yine Şafiî'ye göre hiçbir keffârette, kâfir olan kölenin ve mükâteb olan kölenin âzâd edilmesi ve insanın kendi yakını olan bir köleyi satın alıp âzâd etmesi caiz olmaz. Biz bu meseleleri, Zihâr âyetinin (Mucâdele. 1 -4) tefsirinde zikrettik.

Köle Azadı Daha Değerli İken Niçin Sonda Zikredildi?

Birisi şöyle diyebilir: "Hiç şüphesiz köle âzad etmek daha faziletli iken, âyet-i kerimede "fakirleri doyurma"nın daha önce zikredilmesinin hikmeti nedir?" Buna karşı biz deriz ki: Bunun şu sebepleri olabilir:

a) Böyle olmasından maksad, keffâretin, bir sıraya göre değil, muhayyerlik (herhangi birini seçmeye) göre vacip olduğuna dikkat çekmektir. Çünkü eğer keffâret, bir tertip (sıra) üzere vacip olsaydı, bunlardan en ağırından başlanması gerekirdi.

b) Yedirilecek şey, elde edilme bakımından en kolay olandır. İşte bundan dolayı, önce "doyurma" işi zikredilmiştir. Yine bundan maksad, Allah'ın tekliflerinde, kullarına kolay ve hafif olanı gözettiğine dikkat çekmektir.

c) Doyurmak, daha faziletlidir. Çünkü fakir hür, bazan yiyecek bulamayabilir ve orada kendisine yiyecek verecek bir kimseyi elde edemeyebilir. Böylece de bir darlığa düşebilir. Fakat köleye gelince, onu doyurmak ve giydirmek, efendisine farzdır.

Bunları Yapamayan Üç Gün Oruç Tutar

Daha sonra Allahü teâlâ "Fakat kim de bulamazsa, üç gün oruç tutması (lâzımdır)" buyurmuştur. Bu hüküm ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Şafiî (r.h): "Yanında (elinde) bir günlük ve gecelik çoluk-çocuğunun ve kendisinin yiyeceği ile, on fakiri doyuracak kadar fazla yiyeceği bulunan kimsenin, kefâretini "fakirleri doyurmak" suretiyle yerine getirmesi gerekir. Eğer o kimsenin elinde bu kadar yiyeceği yoksa, ancak o zaman keffâretini oruçla yerine getirmesi caiz olur" demiştir. Ebû Hanîfe (r.h) ise: "Elinde, kendisine zekât düşmeyecek kadar bir malı bulunan kimsenin, keffaret için oruç tutması caizdir" demiş ve böylece kendisine zekât farz olmayan kimseyi, "mal bulamayan kimse" saymıştır.

Şafiî (r.h)'nin delili şudur: Allahü teâlâ, oruç tutabilmeyi, âyette bahsedilen üç şeyin bulunmaması şartına bağlamıştır. Şarta bağlı olan şey, şart bulunmadığı zaman bulunmaz. Binâenaleyh bu üç şey bulunduğunda, kişinin oruç tutmasının caiz olmaması gerekir. Biz, kişinin bir gün ve bir gecelik olmak üzere, hem kendi hem de çoluk çocuğunun yiyeceğini bulması halinde, bu esasla amel etmedik. Çünkü bir kimsenin yanında bu kadar miktar malın bulunması, âdeta kendisine zarurî olarak ihtiyaç duyulan bir şey gibidir. Yine biz, şeriatta, kişinin kendisiyle başkasına ait olan hak hususunda bir çelişki meydana geldiğinde, kişinin kendisinin hakkının ön plana alınmasının vacip olduğunu görmekteyiz. Binâenaleyh âyetle, bu durumun dışında amel edilmesi gerekir.

İkinci Mesele

Şafiî (r.h), iki görüşünün en sahih olanında, "bu kimsenin ister ard arda, isterse ayrı ayrı günlerde olmak üzere, üç gün oruç tutması gerektiğini" söylerken, Ebû Hanîfe (r.h), "bu kimsenin peşpeşe üç gün oruç tutmasının farz olduğunu" söylemiştir.

Şafiî'nin delili şudur: Allahü teâlâ, üç gün oruç tutmayı farz kılmıştır. Ayrı ayrı üç gün oruç tutan kimse, üç gün oruç tutmuş demektir. Binâenaleyh, bu kimsenin borcunu edâ etmiş olması gerekir. Ebû Hanîfe (r.h)'nin delili ise şudur: Gerek Übeyy İbn Ka'b'ın gerekse İbn Mesudun, âyetin bu kısmını "Peşpeşe üç gün oruç tutması (lâzımdır)" şeklinde okudukları nakledilmiştir. Onların kıraatleri, kendilerinden yaptlan rivayetlerden gerilkalmaz, farklı değildir.

Buna şöyle cevap verilir: Şazz kıraat kabul edilmez. Çünkü, eğer şazz kıraat Kur'ân olsaydı, mütevâtir olarak nakledilirdi. Zira biz, Kur'ân hakkında, O'nun mütevatir olarak nakledilmemiş olmasını caiz görürsek, Rafızîlerin ve mülhidlerin Kur'ân hakkındaki ta'n ve tenkidlerini bir nevi benimsemiş oluruz.. Bu ise bâtıldır. Binâenaleyh biz, şazz kıraatin merdud olduğunu anlamaktayız. Dolayısıyla bu kıraat hüccet olmaya elverişli değildir. Bir de ramazan orucunun kazasında peşpeşe tutmak gerekmediği halde, Übeyy İbn Kab'ın, âyetin o kısmını (Bakara, 184) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Hanefîler buna şöyle cevap vermişlerdir: Hazret-i Peygamberden rivayet edildiğine göre, bir adam Ona. Üzerimde, ramazandan tutmadığım günler, oruçlarım var; onları ayrı ayrı günlerde kaza edeyim mi?" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Söyle bakayım; Eğer bir borcun olsa ve sen de kısım kısım ödesen. O verdiğin para, borcunu ödemene yeterli olmaz mı?" dedi. Adam da, Evet, cevabını verdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah, insanlardan daha çok atfeden ve kolaylık gösterendir" dedi.

Biz deriz ki, bu hadis her ne kadar ramazan orucuyla ilgili bir soruya cevap olarak vaki olmuş ise de, bunun lafzı umumîdir; bunun bir illet oluşu da bütün oruçlar hakkında umumîdir. Usûl-i fıkıhta, "sebebin hususiliğine değil, lafzın umumîliğine itibar edilir" şeklinde bir kaide bulunmaktadır. Binâenaleyh bu, mevzûmuzla ilgili olarak da, bu orucun ayrı ayrı günlerde tutulabileceğine delâlet eden delillerin en kuvvetlilerinden birisi olmuş olur.

Üçüncü Mesele

Bir kimse yaptığı iki yeminden dolayı altı gün oruç tutsa, ister bu iki üçten birini yaptığı iki yeminden biri için tayin etsin, isterse etmesin; tuttuğu bu oruç keffâret için yeterli olur. Bunun delili şudur: Allahü teâlâ o kimseye üç gün oruç tutmasını farz kılmıştır. O kimse de bunu yapmıştır. Binâenaleyh, sorumluluktan kurtulmuş olması gerekir.

Daha sonra Allahü teâlâ, "işte bu, ahdettiğiniz vakit yeminlerinizin kefaretidir" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın "Bu" ifadesi, âyette bahsedilen doyurma, giydirme ve köle azad etme gibi hususlara işarettir. Yani, "Yukarda bahsedilen bu şeyler, yemin edip de yemininizi bozduğunuz zaman, yeminlerinizin keffâretidir." Çünkü keffâret, sırf yemin etmekle vacip olmaz. Ancak ne var ki, "yemini bozmak" tabiri, kelâmın ona delâleti sebebiyle âyet-i kerimede zikredilmemiştir. Bu tıpkı, "Artık sizden kim hasta, yahud sefer üzerinde olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutar)" (Bakara, 184) âyetinde olduğu gibidir. Yani, takdirinde olup, "...yolcu olup orucunu da yerse" kısmı, sözün delâleti ile anlaşılmaktadır.

Şâfi bu âyete tutunarak yemini bozmadan önce keffâret vermenin caiz olduğunu belirtmiş ve şöyle demiştir: "Âyet, sayılan bu üç şeyden her birinin, yemin edildiği zaman, yeminin keffâreti olduğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh bir kimse yemin edip de yeminini bozmadan önce bu üç şeyden birini yerine getirdiğinde, o kimse yeminin keffâretini yerine getirmiş olur. Durum böyle olunca da, o kimsenin sorumluluktan kurtulmuş olması gerekir." Şafiî sözüne devamla şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın sözünde bir nükte vardır ki o da, yemin etmeden önce keffâret vermenin caiz olmayacağına, ama yemin edip de yeminini bozmadan önce bunun caiz olacağına dikkat çekmektir."

Daha sonra Allahü teâlâ, "yeminlerinizi muhafaza edin" buyurmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a) Bundan murad, "Az yemin ediniz; çok yemin etmeyiniz" mânâsıdır. Nitekim şair Kuseyyir şöyle demiştir:

"O, az yemin eden, yemininde duran ve kendisinden daha önce bir yemin sadır olmuşsa, onu yerine getirendir..."

Binaenaleyh şairin kendisinden daha önce yemin sadır olmuşsa (......) ifadesi, onun "yemininde duran" sözünün, kendisi tarafından kendisini yemin etmemekle vasfettiğine delâlet etmektedir.

b) "Yemin ettiğiniz zaman keffâret vermeye ihtiyaç duymayasınız diye, yeminlerinizi bozmayınız, onları muhafaza ediniz" demektir. Bu ifâde her iki mânaya da muhtemeldir. Ancak ne var ki ikinci ihtimal Hazret-i Peygamber'in "Kim bir şeye yemin eder de, yeminine aykırı davranmanın daha hayırlı olduğunu görürse, bu daha hayırli olanı yapsın, sonra da yeminini (bozmuş olmasından dolayı) kefaretini versin El-Câmıu's-Sağir, M/170. hadisiyle tahsis edilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah âyetlerin size böylece açıklıyor. Tâ ki şükredesiniz.." buyurmuştur ki, bunun manası gayet açık olup, bu cümlede geçen ile alakalı sözümüz de birkaç defa geçmişti.

Müskirat, Kumar, Şans Oyunları Hakkında

90

"Ey İman edenler, içki, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer pisliktir. Onun için bundan kaçının ki kurtuluşa eresiniz".

Bil ki bu, burada zikredilen hükümlerin üçüncü çeşididir. Bu âyetin, kendinden önceki ifâdelerle münasebeti şu şekildedir: Allah daha önce, "Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı o en temiz ve güzel şeyleri (kendinize) haram kılmayın. Haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez. Allah'ın size rızık olmak üzere verdiği şeylerden helâl ve tertemiz olarak yeyin" (Mâide, 87-88) buyurmuştur. Daha sonra, nefse hoş gelen şeylerden birisi de içki ve kumar olunca, pek yerinde olarak bu ikisinin, helal olanlar sınıfından olmayıp, aksine haram kılınmış şeyler cümlesinden olduklarını beyan etmiştir.

Bil ki biz, Bakara sûresinde hamr ve meysir kelimelerinin ne demek olduğunu anlatmıştık. Bu sûrenin başında "dikili taşlar üzerinde boğazlanan (hayvanlar), fal oklanyla kısmet aramanız..." (Mâide. 3) âyetini tefsir ederken ensâb ve ezlâm kelimelerinin ne demek olduklarını da zikretmiştik. Binâenaleyh, meseleye iyice vâkıf olmak isteyen herkes buralara müracaat edebilir.

Hamr kelimesinin neden iştikak ettiği hususunda şu iki açıklama yapılmıştır:

a) İçki, aklı bürüyüp, ona karışarak onu örtüp gizlediği için hamr adını almıştır.

b) İbnu'l-A'râbî, bu tabirin "kokusu değişti" anlamını ifâde eden "Terkedildi de, böylece de kokusu değişti" deyiminden alındığını söylemiştir.

Meysir kelimesi, "Arapların, kesilecek develer hakkında oynamış oldukları kumarları idi. Ansab kelimesi, onların dikip de ibâdet ettikleri ilâhlarıdır. Ezlam kelimesi ise, üzerinde "hayır" ve "şer" kelimelerinin yazılı olduğu fal oklarıdır.

Bil ki Allahü teâlâ bu dört kısmı şu iki sıfatla nitelemiştir:

a) Rics (pislik, murdar) ifadesiyle. Arapça'da rics kelimesi, pis ve çirkin sayılan amellere verilen isimdir. Nitekim bir kimse bir kötü iş yaptığında, denilir. Bu kelimenin aslı, râ harfinin fethasıyla olan recs kelimesindendir ki, bu da "şiddetli ses" anlamına gelir. Nitekim, gök gürültüsünün sesi çok şiddetli olduğu zaman, denilir. Binâenaleyh rics çirkinlikte doruk noktaya ulaşmış ve derecesi çok kuvvetli olan "amel" anlamına gelmiş olur.

b) "şeytanın amelinden" sıfatı. Bu da onun, bir rics (pislik) olmasını tamamlamaktadır. Çünkü şeytan, kâfir olduğu için necıs ve pistir; kâfir de necistir. Zira Allah "Müşrikler ancak bir necistir " (Tevbe, 28) buyurmuştur. Pis olan, ancak pis olan şeylere davet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Kötüler (kadınlar veya sözler) kötüleredir" (Nur, 26) buyurmuştur.

Yine, şeytana izafe edilen her şeyin bu izafe edilişi, o şeyin çok aşırı derecede çirkin olduğuna delâlet eder. Nitekim Allah, "Bunun üzerine (Musa) onu bir yumruk vurup öldürdü. "Bu, dedi, şeytanın İşindendir" (Kasas, 15) buyurmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak bu dört şeyi, belirttiğimiz bu iki sıfat ile vasfedince, "ondan kaçının" buyurmuştur. Yani, "...ondan uzak olunuz, bir taraf olunuz" demektir.

Hak teâlâ'nın emrindeki hâ zamirinin, neye râci olduğu hususunda da şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu rics (pislik, murdar) kelimesine râcidir. Bu kelime de, zikredilen dört şeye şamildir. Binâenaleyh, "kaçının" emir, hepsini kapsamış olur.

b) Bu zamir, mahzûf bir muzâfa râcidir. Buna göre sanki, "içki ve kumarın durumu veya bunların alınıp kullanılmaları veyahut da buna benzer haller ancak..." denilmek istenmiştir. Bundan dolayı da Allah "şeytanın amelinden birer pisliktir" buyurmuştur.

İçkinin Kin ve Düşmanlık Doğurması

91

"Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz vazgeçtiniz değil mi?".

Bil ki Cenâb-ı Hak, bu şeylerden kaçınılmasını emredince, bunlarda iki türlü kötülüğün olduğunu zikretmiştir:

a) Dünyevî kötülük olup şöylece beyan buyurulmuştur: "Şeytan İçkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek ister."

Bil ki düşmanlık ve kinin ne şekilde olacağını önce içki, sonra da kumar yönünden açıklayacağız.

İçkiye Gelince: Bil ki, içki içen kimse hakkında görünen şudur ki, o içkiyi bir grupla birlikte içmektedir ve içmedeki maksadı ise, arkadaşları ile eğlenmek ve onlarla sohbet edip konuşarak neşelenmektir. Binâenaleyh onun bu beraberlikten gayesi, dostluk ve ülfeti kuvvetlendirmektir. Ancak ne var ki çoğu kez bu durum, tersine döner. Zira içki aklı alır. Akıl zail olup gittiğinde ise, aklın hiçbir direnmesi olmaksızın, şehvet ve gazap insanı hakimiyetine alır. Bunların insana hâkim olması ile de, bu dostlar arasında çekişme ve tartışma meydana gelir. Bu çekişmeler çoğu zaman döğüşe, katilliğe ve çirkin sözler söylemeye sebebiyet verir. Bu da, en şiddetli bir düşmanlık ve kin doğurur. Bundan ötürü şeytan (devamlı olarak), içki içmek için biraraya gelmenin, ülfet ve muhabbeti kuvvetlendireceği düşüncesini teşvik eder ve güzel gösterir. Durum âhirette de tersine döner ve orada da düşmanlık ve kinin en şiddetlisi meydana gelir.

Kumarın Kin ve Düşmanlık Doğurması

Kumara Gelince: Bunda, muhtaç kimseler için bir genişlik ve zenginlik söz konusu olmasına karşılık, mal sahibi (zengin) kimseler için de mallarını yitirme ve fakirliğe düşme söz konusudur. Çünkü insan kumarda bir defa yenildiği zaman, bu durum onu, artık bundan sonra çoğu kez kazanırım ümidi ile, kumar oynamayı sürdürmeye davet eder. Bazan umduğuna ulaşamaz, öyle olur ki elinde hiç bir şeyi kalmaz ve artık sakalı, ailesi ve çocukları üzerine kumar oynamaya başlar. Şüphe yok ki bundan sonra o kimse fakir ve muhtaç bir hale düşer, kendisini yenenlerin en şiddetli düşmanlarından birisi olur. İşte bu bakımdan, içki ve kumarın, insanlar arasında düşmanlık ve kinin tahrik edilip kızıştırmasının, iki büyük sebebi olduğu ortaya çıkar. Hiç şüphe yok ki düşmanlık ve kinip çok şiddetli olması, bazan karışıklık ve fitne gibi çok kötü durumlara sebebiyet verebilir. Bütün bunlar ise, cemiyetin menfaatlerine aykırı olan şeylerdir.

Eğer, "içki ve kumar kelimeleri niçin, daha önceki âyette "dikili taşlar" ve "fal okları" ile birlikte zikredildiği halde, bu âyette, sadece bu ikisi zikredilmiştir?" denilir ise, biz deriz ki: "Bu Ayet, "Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları..." de delâlet ettiği gibi, mü'minlere hitapdır. Bundan maksad ise, onları İçki ve kumardan nehyetmek ve bu dört şeyin çirkinlik ve kötülük bakımından birbirine yakın olduğunu ortaya koymaktır. İşte bu âyetten maksad, içki ve kumardan nehyetmek olup, içki ve kumarın çirkinliğini iyice belirtmek için, Hak teâlâ bu kelimeleri, "dikili taşlar (putlar)" ve "fal okları" kelimeleri ile birlikte zikredince, bu âyette sadece içki ve kumarı zikretmiştir.

İçki ve Kumarın Dine Zararı

b) İçki ve kumarda bulunan iki çeşit kötülük, dinî bakımdan olanlardır ki bu da, Ayette "sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister" buyruğu ile anlatılmıştır. Biz deriz ki: İçki içmenin, insanı Allah'ı zikretmekten alıkoyması hususu oldukça açıktır. Çünkü içki içmek bir neş'e ve bedenî bir haz doğurur. Nefis bedenî lezzetlere ve nazlara daldığı zaman, Allah'ı anmayı unutur. Kumarın, Allah'ı zikirden ve namazdan alıkoyucu olması da böyledir. Çünkü kişi kumarda kazandığı zaman, kazanma neş'esine iyice dalması, aklına başka bir şeyin gelmesine mâni olur. Şüphe yok ki bu durum, insanı Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoyan şeylerdendir.

Şayet, "Âyet-i kerîme, içkinin haram oluşunun illet ve sebebinin, bu hususlar olduğunu sarih olarak ifâde eder. Amma, haram kılma henüz söz konusu değil iken de bu illet ve sebepler içkide mevcud idi, fakat haram kılınmamıştı. Bu ise, bu ta'lîtin (haramlığın bu sebebe bağlanmasının) sahîh olmasını zedeleyen bir şeydir" denilir ise, biz deriz ki: Bu, hükmün açık illetten (nass ile belirtilen illetten) sonra gelmesinin o şeyin illet olmasını zedelemeyeceğine dâir delillerden birisidir.

Cenâb-ı Hak, içki İçme ve kumar oynamanın, dinî bakımdan böylesi büyük kötülükleri ihtiva ettiğini beyân ettikten sonra, "Artık siz vazgeçtiniz değil mi?" demiştir.

Rivayet edildiğine göre, "Ey iman edenler, siz sarhoşken... namaza yaklaşmayın” (Nisa, 43) ayeti nazil olduğu zaman, Hazret-i Ömer ibn ül-Hattâb (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Allah'ım, içki hakkında tam yeterli bir açıklamada bulun." İşte bu âyet-i kerîme nâzil olduğu zaman da yine O: "Vazgeçtik ey Rabbim" demişti.

Bil ki bu ifâde, soru (istifham) üslûbu olmakla birlikte gerçekte bundan maksad kesin olarak yasaklamadır. Bu şekilde bir mecaz yerinde ve güzeldir. Çünkü Allahü teâlâ bu fiilleri kınamış ve muhataba bunların kötü olduğunu göstermiştir. Bundan sonra ise bu şeyleri terk hususunda böyle soru sorulunca, muhatap ancak o fiilleri terkettiğini söyleyebilir. Buna göre sanki muhataba, "Bu şeylerin böylesine çirkin ve kötü olduğu ortaya çıktıktan sonra, sen onu yine de yapacak mısın?" denilmiştir. Binâenaleyh âyetteki, 'Artık siz vazgeçtiniz değil, mi?" ifâdesi, birşeyden vazgeçmenin, mükellefin, ondan vazgeçmenin faiz olduğunu ikrar etmesiyle birlikte olması hususunda, açık bir ilâhî beyan yerine, geçer.

Bu Ayetin, İçkinin Haramlığına Sekiz Yönden Delâlet Etmesi

Bil ki bu âyet, birçok yönden içki içmenin haram kılındığına delâlet eder:

a) “İnnemâ” (ancak) edatı ile başlamıştır. Bu kelime hasr (sadece, ancak) manası ifâde eder. Buna göre Hak teâlâ sanki şöyle demiştir: "Bu dört şeyden başka, şeytanın ameli olan başka bir şey ve pislik yoktur."

b) Hak teâlâ, içki ve kuman putlara (dikili taşlara) tapmakla birlikte zikretmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "İçki içen, puta tapan kimse gibidir" El-Câmiu's-Sağir, II/39. hadisi de bu manadadır.

c) Allahü teâlâ, bunlardan kaçınmayı ve uzaklaşmayı emretmiştir. Emrin zahiri, vücûb (farziyyet) ifâde eder.

d) Cenâb-ı Allah, (bir önceki âyette), "kurtuluşa eresiniz" buyurmuş ve bunlardan uzaklaşmayı, kurtuluşa ermek saymıştır. Uzaklaşma, bir felah olunca; bunları işlemek de, bir hüsran ve bir umduğunu bulamama olur.

e) Allahü teâlâ, dinî ve dünyevî bakımdan, bu şeylerden doğan çeşitli kötülükleri beyân etmiştir. Bunlar, insanlar arasında, düşmanlık, kin ve nefretin meydana gelmesi ve Allah'ı zikretmekten ve namazdan yüz çevirmenin hasıl olmasıdır.

f) Allah "Artık vazgeçtiniz değil mi?" buyurmuştur. Bu ifâde yasaklama üslupları içinde en beliği, en etkilisidir. Sanki şöyle denilmektedir. "Muhakkak ki size, içkinin çok çeşitli kötülüklerini ve zararlarını içeren âyetler okunmuştur. Şimdi siz, bu men edici sebepler karşısında artık vazgeçecek misiniz? Yoksa bu öğütlerden ders almayıp da, aynı hal üzere devam mı edeceksiniz?"

g) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın müteakiben gelen âyetidir.

Resule Düşen Sadece Tebliğ Etmektir

92

"Allah ve Resulüne itaat edin ve sakının. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki peygamberimize düşen, ancak apaçık bir tebliğdir".

Cenâb-ı Hakk'ın "Allah ve Resûlüne itaat edin ve sakının" buyruğunun zahirinden murad şudur: "Daha önce zikredilmiş olan içki ve kumardan uzaklaşmaya dair Allah'ın ve Peygamberin emirleri hususunda, Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve bu mükellefiyetler konusunda, Allah'a ve Resûlü'ne muhalefet etmekten sakınınız."

h) Allah'ın şu buyruğu: "Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki peygamberimize düşen, ancak apaçık bir tebliğdir." Bu cümle o mükellefiyetler hususunda muhalefet eden ve bunlar hususunda Allah'ın hükmü ile beyânından yüz çeviren kimseler hakkında gelen, büyük bir ilâhî tehdid ve ikâzdır. Yani, "Eğer sizler yüzçevirirseniz, biliniz ki aleyhinize delil kâim olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, tebliğ etmek, mazeret kapılarını kapatmak ve uyarılarda bulunmak mes'ûliyyetinden kurtulmuştur. Bu mükellefiyetlere muhalefet edip, emirlerden yüz çeviren kimseye verilecek cezaya gelince, bu Allah'a kalmıştır" demektir. Şüphe yok ki bu, son derece şiddetti bir tehdiddir

Böylece bu sekiz sebepten herbiri, içkinin haram kılınması hususunda pek kesin bir delil ve apaçık bir bürhân olmuştur.

Bil ki insaflı olan ve yanlış yolda gitmeyi bırakan, bu âyet-i kerimenin, sarhoşluk veren herşeyin haram olduğu hususunda açık bir nass olduğunu bilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Şeytan, içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister" (Maide, 91) buyurduktan sonra, "Artık siz vazgeçtiniz değil mi?" buyurmuştur. Böylece o, içki içmekten nehyetme hususunu, içkinin bu kötülüklere sebep oluşuna bağlamıştır. Aklın bedaheti ile malumdur ki, bu kötülükler, içkinin sarhoşluk vermesinden doğmuştur. Bu durum da, kesin olarak Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık siz vazgeçtiniz değil mi?" sözünün illetinin, içkinin sarhoşluk vermede müessir oluşu olduğunu gösterir. Bu sabit olunca, sarhoşluk veren her şeyin kesin haram olduğunu söylemek gerekir. İşte her kimin aklı, bu izahları iyice anladığı halde yine de kendi iddiasında ısrar ederse, artık onun inadının devası ve ilacı yoktur. Allah en iyi bilendir.

93

"İman edip, sâlih amellerde bulunanlara, ittîkâ ettikleri, iman edip, sâlih ameller yaptıktan, sonra iyice müttakilerden olup iman ettikleri; yine itikada devam edip güzel işler yaptıkları takdirde, tattıklarından dolayı onlara hiçbir günah yoktur, Allah, iyi hareket edenleri sever".

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

(Maide93) Ayetinin Nuzül Sebebi

Rivayet edildiğine göre, içkiyi haram kılan âyet nazil olunca, sahabe, "Bizim Kardeşlerimiz Uhud gününde içki içtiler, sonra da öldürüldüler (şehid düştüler). Binâenaleyh, onların durumları nasıl olacak?" dedi. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu ki, bunun mânası, "Bu hususta onlara bir günah yoktur. Çünkü onlar içkiyi, helâl olduğu bir sırada içmişlerdi" şeklindedir. Bu âyet, kıblenin Beyt-i Makdis'ten Kabe'ye döndürülmesi ile ilgili olarak indirilen, Allah İmanınızı zayi edecek değildir" (Bakara, 143) âyetine benzemektedir. Yani, "Sizler, Beyt-i Makdis'e yöneldiğiniz zaman, siz oraya ancak benim emrimle yöneldiniz. Binâenaleyh ben bunu (daha önce Beyt-i Makdis'e müteveccihen kılınan namazları) boşa çıkarmam, zayi etmem" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Nihayet rabları onlara icabet etti: "İçinizden gerek erkek, gerek kadın olsun, bir işi yapanın amelini ben elbette boşa çıkarmayacağım" (âl-i imran, 195) buyurmuştur.

Taam Kelimesinin Manası

Genel olarak Arapça'da taam, yiyecek, içecekten başka bir şeydir. Binâenaleyh, âyette bahsedilen "taddıkları şey" ifâdesinin, içecek şeylerden başka bir şeye işaret etmesi gerekir. Ama, yiyecek (taam) kelimesi, bazan meşrubat, içecek şeyler hakkında da kullanılır. Nitekim âyette "...Kim onu tadmazsa (içmezse), artık o bendendir" (Bakara. 249) buyurulmuştur. Buna göre, âyetteki "taddıklarından dolayı ...günah yoktur" tabirinin "içtikleri içkilerden dolayı" anlamında olması caizdir. Yine buradaki tadma (yeme) mânasının, yenilen ve içilen şeylerden duyulan lezzet ve hazza raci olması, bu manaya gelmesı de caizdir. Araplar bazan, "Tad ki, lezzet alasın!" manasında olmak üzere derler. Böylece bu kelime tad alma mânasına gelince, hem yenilen hem de içilen şeyler için kullanılmaya elverişli olur.

Üçüncü Mesele

Bazı câhiller, şunu iddia etmişlerdir: "Allahü teâlâ. içkinin, düşmanlık ve kin meydana getirip, Allah'ı zikirden ve namazdan alıkoyucu olması durumunda haram kılınmış olduğunu beyân edince, bu âyet-i kerimede de bu zararlardan hiçbirisine sebebiyet vermediği zaman, onu (içen) kimse için bir günahın söz konusu olmadığını; hatta, içki içilirken bile taat, takva ve insanlara iyilik yapmak gibi birçok faydaların bulunduğunu beyân etmiştir.. Binâenaleyh bu âyeti, içkinin haram olduğunu ifâde eden âyetten önce içki içen kimsenin durumlarıyla alâkalı görüp bu mânaya hamletmek mümkün değildir.. Çünkü maksat bu olsaydı, Allahü teâlâ "Tadanlara bir günah yoktur.." derdi.. Nitekim, kıblenin tahvili ile ilgili âyette, "Allah imanınızı zayi edecek değildir" (Bakara, 143) buyurmuştur. Fakat Allah böyle dememiş, aksine "İman edip, salih amellerde bulunanlara, sakındıkları. İman ettikleri... takdirde onlara hiçbir günah yoktur" buyurmuştur. Şüphe yok ki edatı, mazi için değil, gelecek zaman mânasını ifâde için kullanılır."

Bil ki bu iddia, bütün ümmetin icmâı ile merduttur. Bu görüşte olanların, " edatı, mazî için değil, gelecek zaman mânasını ifâde için kullanılır" şeklindeki sözlerinin cevabı, Ebû Bekir el-Esamm'ın rivayet ettiği şu haberdir: "İçkinin haramlığını ifâde eden âyet nazil olduğu zaman, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), "Ya Resûlallah, daha önce içki içtiği ve kumar oynadığı halde ölmüş olan kardeşlerimizin (mü'minlerin) durumu ne olacak ve yine şu anda bizden uzak beldelerde bulunup, Allah'ın içkiyi haram kıldığını bilmeyen ve içkiyi tatmaya devam edenlerin durumu ne olacak?" demişti de, işte bu âyetler nazil olmuştu"' Benzeri hadis Bera Ibn Azib'den Tirmizî, Tefsir (tyaide Suresi); keza İbn Abbas taralından rivayet edilmiştir (Müsned-ı Ahmed, 1, 295). Buna göre içkinin, bu âyetin nüzulünden sonra, gelecek zamanda helâl oluşu, henüz bu nass kendilerine ulaşmamış olan, uzak beldelerdeki mü'minler hakkındadır.

Dördüncü Mesele

Allahü teâlâ bu durumda günahın söz konusu olmayışını, iki kere takva ve imanın, üçüncü defasında da takva ve ihsanın bulunması şartına bağlamıştır. Müfessirler, bu üç mertebenin tefsiri hususunda, değişik izahlar yaparak ihtilaf etmişlerdir:

1) Ekseri müfessirler şöyle demişlerdir: "Birincisi, ittikâ etme işidir; ikincisi, ittikaya devam ve ittikada sebattır; üçüncüsü de, kullara zulümden ittikâ edip, buna bir de insanlara ihsanı (iyiliği) katmaktır."

2) "Birincisi, bu âyetin nüzulünden önce bütün günahlardan ittikâ etmek; ikincisi, içki, kumar ve âyette zikredilen diğer şeylerden ittikâ adip sakınmak; üçüncüsü de, bu âyetin nüzulünden sonra haram kılınacak olan şeylerden ittikâ etmektir." Bu, el-Esamm'ın görüşüdür.

3) "Küfürden, sonra büyük günahlardan, sonra da küçük günahlardan ittikâ etmek."

4) Kaffal (r.h)'ın görüşüdür. O şöyle der: "Birinci takva, "nesh"in doğruluğunu tenkidden ittikâ etmektir. Bu böyledir, çünkü yahûdiler, "Nesh, bedâ'ya (yani Allah'ın bir bilgiye sonradan sahip olması mânasına) delâlet eder" diyorlar Binâenaleyh mü'minlere, önce mubah iken, içkinin haram olduğunu duydukları zaman, yahûdilerin bu fesatçı şüphelerinden ittikâ edip sakınmaları gerekir. İkinci takva, âyette anlatılana uygun amel etmektir ki, bu da içki içmekten sakınma amelidir. Üçüncü takva da, birinci ve ikincide anlatılan takvaya devam edip, sonra buna, insanlara ihsan (iyilik) hususunu katmaktan ibarettir.

5) Bu tekrardan maksad, te'kid ve iman ile takvaya iyice teşviktir. Bu durumda denilse ki: "Öyle ise niçin, tadılan şeylerde günahın söz konusu olmaması, iman ve takvanın olması şartına bağlandı? Çünkü iman ve ittikâ etmeyen ve sonra helâl olan birşeyi yiyen kimse için, bu yemesinden dolayı bir günahın olmayacağı, aksine İman etmeyişinden ve ittikâ etmemesinden dolayı bir günahın söz konusu olduğu malumdur. Fakat bu günahın, o helal şeyi yemesiyle bir alakası yoktur. Binâenaleyh bu şartın, buna bağlanması caiz değildir." Buna mukabil biz deriz ki: Bu, şarta bağla mânasında değil, aksine haklarında bu âyet nazil olan o kimselerin, iman, takva ve ihsan hususundaki hallerini medh-ü sena edip, bu sıfatlar üzere olduklarını beyan etmek içindir. Bunun bir misâli sana, "Zeyd'e, yaptığı şeyden dolayı bir günah var mı?" denilmesi gibidir. Sen, Zeyd'in yaptığı işin mubah olduğunu biliyorsun. Binâenaleyh "İnsan haramlardan ittikâ ettiği, bir mü'min ve muhsin olduğu zaman, mubah birşeyi yapmasında günah yoktur" dersin. Bu sözünle sen, Zeyd'in mü'min ve muhsin kaldığı müddetçe, yaptığı şeyden dolayı hesaba çekilmeyeceğini kastetmiş olursun.

Sonra Cenâb-ı Allah "Allah iyi hareket edenleri (muhsinleri) sever" buyurmuştur. Bunun mânası şudur: "Allahü teâlâ, günahın olmamasını "ihsan" (iyilik yapma) şartına bağlayınca, ihsanın sadece günah olmaması hususunda değil, Allah'ın o kimseyi sevmesi hususunda da tesiri olduğunu beyan etmiştir." Hiç şüphe yok ki bu derece, derecelerin en şereflisi ve makamların en yükseğidir. Allah'ın kutlarını sevmesinin ne mânaya geldiğinin izahı daha önce geçmişti.

İhramlı İken Av Hakkında Hüküm

94

"Ey iman edenler, Allah gayb'ta kendisinden korkanları bilmek için, ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği avlardan birşey ile mutlaka sizi imtihan edecektir. Kim bundan sonra aşırı giderse, ona pek acıklı bir azap vardır".

Bil ki bu da, Allah'ın hükümlerinden bir diğeridir. Bu âyetin, önceki âyetlerle irtibatı şu bakımdandır: Allahü teâlâ "Ey iman edenler, Allah'ın size helal kıldığı tayyibâtı haram kılmayın..." (Maide, 87) buyurduğu gibi, sonra bunlardan, içki ve kumarı istisna etmiştir. Aynı şekilde, bu çeşit avı da, helal şeylerden istisna etmiş ve bunun haramlara dahil olduğunu beyan buyurmuştur. Burada birkaç mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

"mutlaka sizi imtihan edecektir" büyruğundaki lâm, kasem lamıdır. Çünkü, lâm ile nün (şeddeli te'kid nûnu) bazan kasemin cevâbı olurlar. Kasem zikredilmediğinde, o ifâde kasemin bulunduğuna delil olsun diye, bu iki harf getirilir.

İkinci Mesele

(......) kelimesindeki vâv harfi, iki sakinin bir araya gelmeşinden dolayı, fetha ile harekelenmiştir.

Üçüncü Mesele

(......) kelimesinin mânası, "O, sizin tâatinizi masiyetinizden ayırır. Yani size, imtihan yapan kimsenin muamelesi gibi muamele eder" şeklindedir.

Dördüncü Mesele

Mukatil İbn Hayyân şöyle demiştir: "Allah Sahabeyi, Hudeybiye senesinde ihramlı oldukları bir sırada, av ile imtihan etti. Öyle ki, vahşî hayvanlar ve kuşlar onların kafilelerini sarmış bürümüştü. Böylece onlar, o av hayvanlarını elleriyle tutmaya ve mızraklarıyla, oklarıyla avlamaya muktedir olabilirlerdi. Onlar böyle bir şeyi hiç görmemişlerdi. Ama Allahü teâlâ, bir imtihan olmak üzere, onlara bunları avlamayı yasaklamıştır." Vâhidî: "Onların, elleriyle yakalayabildikleri avlar, yavrular, yumurtalar ve yabani hayvanların küçükleri idi.. Mızraklarının ulaştığı av hayvanı ise, bunların büyükleriydi" demiştir. Bazıları bunun caiz olmadığını, zira sayd (av) kelimesinin (avlanması) imkânsız değil de diretebilen vahşi hayvanın ismi olduğunu söylemişlerdir.

Beşinci Mesele

"Avlardan bir şey ile..." şeklinde âyette geçen azlık ve küçüklüğün mânası, Cenâb-ı Hakk'ın, bunun meselâ canları ve malları almakla yapmış olduğu bir imtihan gibi teklif edilmesinde çok güçlük ve zorluk bulunan büyük belâ ve fitnelerden birisi olmayıp aksine bunun kolay bir imtihan olduğunu bitmesidir. Çünkü Allah, İsrailoğullarını, deniz avı, yani balık avlamakta imtihan edip denediği gibi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetini de kara avıyla imtihan edip denemiştir.

Altıncı Mesele

Hak teâlâ'nın ifadesindeki harf-i cerri, şu iki bakımdan teb'îz ifâde eder:

a) Bundan murad. deniz değil de kara avıdır.

b) İhrama girmeyenin avı değil de, ihramlının avıdır. Zeccac: "Bu harfinin, tıpkı, o halde murdardan, putlardan kaçının" (Hacc, 30) âyetinde olduğu gibi tebyîn için (min-i beyâniyye) olması da muhtemeldir" demiştir.

Yedinci Mesele

Âyette geçen "avdan" sözüyle Hak teâlâ'nın "ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği" ifâdesinin delaletiyle, mef'ûl mânasını (yani "avlanmış", "avlanabilen") kastetmiştir. Sayd kelimesi masdar mânasına olursa, hades (oluş, yani avlanmak) manasına gelir. Halbuki, elin ve mızrağın ulaşması ile ancak 'ayn, zât olan bir şey vasfedilebilir.

Allah Hakkında (Bilsin Diye) Tabirinin İzahı

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Allah, gayb'ta kendisinden korkanları bilmek için.." buyurmuştur. Bu cümle ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu, mecazî bir ifâdedir. Çünkü, Allahü teâlâ her zaman âlimdir. Âlimler bu ifâdenin ne mânaya geldiği hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bunun, "Size, bilmek isteyen kimsenin muamelesi gibi muamele eder" mânasına geldiği ileri sürüldüğü gibi; bunun, "malum olan şeyi ortaya koymak için" mânasına geldiği de ileri sürülmüştür. Bu malum olan şey de, korkan kimsenin korkusudur.. Bu ifâdeden, muzâfın hazfedildiği ve takdirinin, "Allah'ın dostları, gaybta O'ndan korkanları bitmek için, bilmesi için..." seklinde olduğu da ileri sürülmüştür.

Ayetteki (......) Tabiri Hakkında Muhtemel İzahlar

Hak teâlâ'nın bu âyetteki ifadesi hakkında şu iki izah yapılmıştır

a) "Gayba iman etmiş olarak kendisinden korkanları..." demektir. Nitekim yüce Allah bu hususu kitabının başında zikretmiştir ki, bu da O'nun (Bakara. 3) sözüdür.

b) "Durumu insanların görüp görmemesine göre ayarlamama, yani kendisinden tam bir ihlâs ve gerçek anlamda korkanları ve iman edenlerle karşılaştıklarında "iman ettik" diyen; reisleriyle başbaşa kaldıklarında da "biz sizinle beraberiz" diyen münafıklar gibi, bir kimsenin yanında bulunup bulunmamasına göre durumu değişmeyen kimseleri bilmek için..." demektir.

Üçüncü Mesele

(......) tabiri, hal olduğu için nasb mahallindedir. Buna göre mâna, "kendisini kimsecikler görmediği halde de, O'ndan korkan kimseleri... "demektir, "Rahman'a gıyabî saygı gösteren" (Kaf. 33) ve "Ki onlar tenhada da Rablerine candan saygı gösterirler" (Enbiya, 49) âyetleri de böyledir. Ama, bizatihi "gayb" kelimesinin manasını, (Bakara, 3) âyetinin tefsirinde zikretmiştik.

Daha sonra Allah "Kim bundan sonra aşın giderse, ona pek acıklı bir azap vardır" buyurmuştur ki bundan murad, hem âhiret azabı, hem de dünyadaki ta'zırdır. İbn Abbas: "Bu azap, o kimsenin karnına ve sırtına, acıtıcı bir şekilde vurup, elbiselerinin çıkarılmasıdır" demiştir. Kaffal: "Bu caizdir; çünkü "azap" kelimesi, tıpkı zina edenlere vurulan değneğe (celd) isim olarak verilip, "mü'minlerden zümre de bunların azabına şahid olsun" (Nûr, 2); "...onlara hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı..." (Nisa.25)ve Cenâb-ı Hakk'ın, Süleyman (aleyhisselâm)'dan Hûdhûd hakkında nakledip "Onu muhakkak çetin bir azaba uğratacağım" (Neml. 21) buyurduğu gibi, bazan dövme işine de isim olarak verilmiş, buna da "azap" denilmiştir.

95

"Ey iman edenler, siz ihramlı bulunurken, av öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek öldürürse, öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza vardır ki Kabe'ye ulaşacak bir kurbanlık olmak üzere, buna içinizden adalet sahibi İki adam hükmedecektir. Yâhud bir keffaret vardır ki, (bu da) yoksulu doyurmak, yahud bunun dengi bir oruç tutmaktır. Ta ki bu suretle o, ettiğinin vebâlini tatmış olsun., Allah geçmişi bağışladı. Kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikamını alır. Allah mutlak galiptir, intikam sahibidir".

"Ey iman edenler, siz ihvandı bulunurken, av öldürmeyin" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu âyette geçen "sayd" (av) kelimesi ile ne murad edildiği hususunda iki görüş vardır:

Av Sayılıp Sayılmayan Hayvanlar

Birinci Görüş: Bu, ister eti yenilen cinsten ister yenilmeyen cinsten olsun, yabanî hayvan mânasına gelir. Buna göre, ihramlı kimse, eti yenilmeyen bir yırtıcı hayvanı öldürdüğünde, bu hayvanın kıymetini tazmin eder (tasadduk eder). Fakat bu hayvanın kıymeti, bir koyunun kıymetinden daha fazla olmaz. Bu, Ebû Hanife (r.h)'nin görüşüdür. İmam Züfar ise: "Bu hayvanın kıymetinin, çıkabileceği yere kadar çıkması gerekir" demiştir.

İkinci Görüş: "Sayd" (av), "eti yenilen cinsten hayvan" demektir. Bu görüşe göre, ihramlıya, yırtıcı hayvanları avladığı zaman bir tazmin gerekmez. Bu da, İmâm Şafiî (r.h)'nin İçtihadıdır. Ebû Hanîfe (r.h), "beş zararlı hayvan ile kurdun öldürülmesinden dolayı, bir tazminin gerekmediğini" kabul etmiştir.

Şâfii (r.h)'nin Kur'ân ve Hadis'den delili vardır, Kur'ân'dan delili şudur: Yenilmesi haram olanlar av değildir, binâenaleyh bunların tazmin edilmemesi gerekir. Biz eti haram olanların "av" (sayd) sayılmayacağını söylüyoruz. Çünkü sayd (av), eti yenilen hayvan demektir. Zira Cenâb-ı Hak, bu âyetin hemen sonrasında, "Deniz avı yapmak ve onu yemek, kendinize de, yolcuya da fötde olmak üzere, sizin için helal kılındı, İhramlı bulunduğunuz müddetçe ise kara avı haram kılındı" (Maide, 96) buyurmuştur. Bu âyet, deniz avının her zaman (ihramlı iken ve ihramsız iken), kara avının ise ihramlı olunmadığı zaman helal olduğunu gösterir. Böylece avın, eti yenilmesi helal olan hayvan mânasına olduğu sabit olur. Yırtıcı hayvanın yenilmesi ise helal değildir. Binâenaleyh yırtıcı hayvanın av (sayd) sayılmaması gerekir. Bu hayvanların bir av sayılmadığı sabit olunca, kıymetinin tazmin edilmemesi gerekir. Çünkü asıl olan, tazmin etmemektir. Biz, asıl olana göre, bu âyetin hükmünden ötürü, av sayılan hayvanların kıymetinin tazmin edilmemesi hususunda amel etmedik. Binâenaleyh asıl olan bu durum, av olmayan hayvanlar hususunda asıl olarak kalır. İmam Şafiî'nin hadisden delili ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu meşhur hadîs-i şerifidir: "Beş zararlı hayvanı, ihramlı kimsenin, Hill bölgesinde ve Harem bölgesinde öldürmesinde bir vebal yoktur. Bunlar, karga, çaylak, yılan, akrep ve "ısıran köpek"tir. Müslim. Hacc, 66-69 (11/856-857). Hadisteki (......) kelimesi, aynı zamanda arslan, kaplan, kurd, vb. parçalayıcı hayvanları da ifade eder (İbnu'l-Esir, En-Nihâye, 111/275). Bir diğer rivayette ise, "ete düşkün yırtıcı hayvanlar" ilâvesi vardır.

Bu hadis ile birkaç yönden istidlal edilir:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "ete düşkün yırtıcı hayvanlar" ifadesi, bu meselede bir nasstır.

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu hayvanları "zararlı" diye tavsif etmiş, sonra da öldürülmelerinin mubah olduğunu söylemiştir. Uygun bir vasfın peşinde zikredilen hüküm, o vasfın, hükmün sebebi olduğunu ihsas ettirir. İşte bu durum da, bu hayvanların zararlı olmasının, onların öldürülmesinin helal oluşunun illeti olduğunu gösterir. Bu hayvanların "fevâsık" (zararlı) olmalarının mânası, onların eziyyet edici olmaları demektir. Halbuki eziyyet verme sıfatı, yırtıcı hayvanlarda daha kuvvetlidir. Binaenaleyh, onların da öldürülmelerinin caiz olması gerekir.

c) Şârî (kanun koyucu), öldürülmenin mubah oluşunu bu hayvanlara has kılmıştır. Sâri bu hükmü bu hayvanlara, eziyyet vermelerinin fazlalığından dolayı tahsis etmiştir. Halbuki yırtıcı hayvanlarda eziyyet verme vasfı daha fazladır. Binâenaleyh, bunların öldürülmelerinin caiz olduğuna hükmetmek gerekir. Bunların öldürülmesinin caiz olduğu sabit olunca, birinci delilde de beyân ettiğimiz gibi, tazmin edilmemeleri de gerekir.

Ebu Hanîfe (r.h)'nin delili de şudur: "Yırtıcı hayvanlara da av denir. Böylece bunlar da, "siz ihramlı bulunurken av öldürmeyin" yasağına girerler. Biz, yırtıcıların bir av olduğunu, hem şâirin; "Kendisine, üstü örtülü bir tuzak kurulup da, avlanılan arslan..."; hem de Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin "Kralların avı, tavşanlar ve tilkilerdir. Ama ben (binitime) bindiğim zamansa, avım kahramanlardır" şeklindeki sözlerinden dolayı söylüyoruz."

Ebü Hanîfe'nin bu görüşüne şu şekilde cevap verebiliriz: Biz, âyetin delâletine dayanarak, yenilmesi haram olanların bir av olmadığını beyan ettik.. Buna, kime ait olduğu belli olmayan bir şiir beyti karşı koyamaz.. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin şiiri ise, varid değildir. Çünkü bize (Şafiîlere) göre, tilki helâldir.

İkinci Mesele

Âyette geçen (......) lâfzı (......) kelimesinin çoğuludur. Bu hususta üç görüş vardır:

a) (......) kelimesinin manası, "Hacc için ihrama girmiş kimselerken..." şeklindedir.

b) "Harem'e girmiş kimselerken..." Âyet ile, bu iki mana da murad edilmiştir.

Bu ifadenin hükmüne umre için ihrama girenler dahil olur mu olmaz mı hususundaysa ihtilâf vardır.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın "öldürmeyin" buyruğu, hem doğrudan hem de sebebiyyet verme bakımından öldürmeyi yasaklamayı ifade eder. Binaenaleyh kişinin, ihramlı olduğu sürece ne silah ile ne de eğitilmiş köpek ve kuşlar ile, -av ister Hıll, isterse Harem bölgesine ait olsun, - ava sataşması caiz değildir. Ama, ihrama girmemiş olan kimsenin "Hıll" bölgesinde avlanabilme selâhiyeti olduğu halde, Harem'de avlanması caiz değildir. Biz, "Siz ihramlı bulunurken" ifadesinin, her iki durumu, yani ihrama giren kimse ile Harem'de olan kimseyi içine aldığını söyleyip kabul ettiğimiz zaman, âyet bu hükümlerin hepsine delâlet etmiş olur.

Kasden Av Hayvanı Öldürmenin Cezası

"İçinizden kim onu bilerek öldürürlerse, öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza vardır., " buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âsim, Hamza ve Kisâî, (......) kelimesini, tenvinle ve merfû olarak cezânın mislü şeklinde okumuşlardır ki, buna göre mana: "O kimseye, öldürmüş olduğu ava mümasil bir ceza gerekir" şeklindedir. Binaenaleyh mislü kelimesi, cezaun kelimesinin sıfatı olduğu için merfûdur. Kisaî şöyle demiştir: Cezâun kelimesinin mislü kelimesine izafe edilmesi uygun düşmez. Görmüyor musun, mâna, "Ona gerçekte, öldürdüğü şeyin mislinin cezası gerekmez. Aksine ona gereken, Öldürdüğü şeyin cezasıdır; yoksa öldürmediği şeyin (maktulün) cezası değildir" şeklindedir, (......) sözünün, nekire olan cezâun kelimesinin sıfatı olması caizdir. Buna göre mana, "ne'am (deve, sığır, davar)dan olan cezası, öldürdüğü şeyin mislidir" şeklindedir.

Diğer kıraat imamları ise, ceza kelimesini misl kelimesine muzâf kılarak, (......) şeklinde okuyup şöyle demişlerdir: "O kimseye gereken, her nekadar öldürdüğü şeyin mislinin cezası değil de öldürdüğünün cezası ise de, Araçlar "Ben de, senin gibisine ikram ediyorum" derler, bununla da "Sana ikram ediyorum" manasını kastederler. Bunun bir benzeri de, "O'nun benzeri gibisi yoktur" (Şura, 11) âyetidir ki, bu ifadenin takdiri hiçbir şey gibi değildir" şeklindedir. Ve yine Cenâb-ı Hak, "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanların arasında kendisiyle yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimse; içinden çıkamaz halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu hiç?" (Enâm, 122) buyurmuştur ki, bu ifadenin takdiri de, "karanlıklarda olan gibi.." şeklindedir.

Burada bir başka izah daha vardır ki, o da cümlesinin manasının, tıpkı senin (......) demen gibi olmasıdır ki, bu tabir "gümüşten bir yüzük" anlamındadır.

İhramlının Hataen Öldürülmesi Durumu

Said Ibn Cübeyr: "İhramlı kimse, hataen bir av öldürdüğü zaman, kendisine hiçbir şey gerekmez" demiştir ki, bu Dâvûd ez-Zahirî'nin de görüşüdür. Fukahânın ekserisi ise, "O kimseye, ister kasden isterse hataen öldürsün, tazmin gerekir" demişlerdir. Dâvûd ez-Zahirî'nin delili şudur: Hak teâlâ'nın, "İçinizden kim onu bilerek öldürürse..." kaydı, şart sadedinde zikredilmiştir. Şart olmadığı zaman, meşrut da olamaz. Binaenaleyh, kasıt olmadığı zaman bir cezanın vacip olmaması gerekir. Bu hususu, aynı âyetin sonundaki, "Kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikamını alır" ifadesi de te'kid etmektedir. İntikam ise, hataen olanda değil, sadece kasten olanda olur. Hem "Kim bir daha böyle yaparsa..." şartından "Kim, bahsi yukarıda geçen şeylere tekrar dönerse" manası kastedilmiştir. Bu ifade de, daha önce zikredilen ve cezayı gerektiren öldürmenin hataen değil, kasten öldürme olmasını gerektirir.

Cumhûr-u fukahanın delili şudur: Allah, "İhramda bulunduğunuz müddetçe ise kara avı size haram kılındı" (Maide. 96) buyurmuştur. Kara avı, ihram sebebiyle haram olunca, o av fiili de, ihram sebebiyle yasak kılınmış olur. Binaenaleyh, bu yasağın hükmü, hatâ ve cehalet sebebiyle sakıt olmaz. Bu tıpkı, başı tıraş etme ve müslüman malını tazmin etme hususları gibidir. Zira, mâlikin hakkı sebebiyle bir haramlık sabit olunca, bu onun hataen veya kasten olmasıyla değişmez. İşte burada da böyledir. Yine cumhur-u fukaha, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "İhramlı kimse sırtlanı öldürdüğünde, onun cezası bir koçtur" hadisi ve sahabenin, "Ceylânın öldürülmesinde, ceza olarak bir koyun verilir" şeklindeki ifadeleriyle istidlal etmişlerdir ki, bu ifâdelerde kasten öldürme hususu yer almamıştır.

Davûd buna: "Kur'ân'ın nassı, haber-i vâhidden, sahâbi sözünden ve kıyastan daha hayırlıdır" diyerek cevap vermiştir.

Üçüncü Mesele

Âyetin zahiri, avın cezasının, maktulün (öldürülenin) misli olması gerektiğine delâlet etmektedir. Ancak ne var ki müçtehid imamlar, "misl"in ne olduğu hususunda İhtilaf etmişlerdir. Meselâ Şafiî ve Muhammed eş-Şeybâni: "Av, misli olanlar ve misli olmayanlar diye iki çeşittir" demişlerdir. "Misli olanlar, "ne'am" (deve, sığır ve davar)'dan misli ile tazmin olunur. Misli olmayanlar ise, kıymeti ile tazmin olunurlar" diye eklemişlerdir. Ebû Hanife ve Ebû Yusuf ise, "vacip olan mislin, öldürülenin kıymeti olduğunu" söylemişlerdir.

Şafiî'nin delili, Kur'ân, Hadis, İcmâ ve Kıyastır. Kur'ân'dan deliline gelince bu, "İçinizden kim onu bilerek öldürürse, öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza vardır.." mealindeki âyettir (Maide, 95). Bu âyetle şu dört yönden istidlal edilmiştir:

a) Bir grup kıraat imamı, tenvîn ile (......) şeklinde okumuşlardır kî, bu okuyuşa göre âyetin mânası, "(ona), "ne'am" (deve, sığır ve davar)dan öldürdüğü şeye mümasil, denk bir ceza gerekir" şeklindedir. Binâenaleyh, "bu ceza, onun kıymeti itibariyle misli" diyenler, Kur'ân'ın nassına muhalefet etmiş olurlar.

b) Diğer bir grup kıraat imamı da, (......) kelimesini (......) kelimesine izafetle okumuşlardır ki, bu okuyuşun takdiri ve mânası, "Ona, Öldürdüğü şeyin "ne'am "dan cezası vardır" şeklindedir. Yani, "Öldürdüğü şeyin mislinin cezasının, "ne'am "dan olması gerekir. Binâenaleyh, bunu farz görmeyenler Kur'ân'ın nassına muhalefet etmiş olur.

c) Ibn Mesudun kıraati, "Onun cezası, öldürdüğü şeyin "ne'am"dan misli ve dengidir" şeklindedir ki, bu da bizim söylediğimiz şey hususunda açık bir ifâdedir.

d) Hak teâlâ'nın, "..Kabe'ye ulaşacak bir kurbanlık olmak üzere, İçinizden adalet sahibi iki adamın hükmü bunu (tayin) edecektir" buyruğu, onlardan iki âdil kimsenin hükmettiği o cezanın, Kabe'ye ulaşacak bir kurbanlık olması gerektiği hususunda sarîh bir ifâdedir.

Buna göre şayet, "O kıymet ile bu kurbanlık hayvan satın alınabilir" denilirse, biz deriz ki:

Nass, iki âdil kimsenin hükmettiği o şeyin, bir kurbanlık hayvan olması gerektiği hususunda sarih bir hüküm ifâde etmektedir. Halbuki siz, vacip ve farz olanın, öldürülen o şeyin kıymeti olduğunu, sonra da bu kimsenin, isterse bu kıymet ile Kabe'ye ulaşan bir kurbanlık hayvan satın alıp almamada muhayyer olduğunu söylüyorsunuz ki işte bu durum nassın hilâfına olur.

Şafiî'nin hadisten delili ise şudur: Câbir İbn Abdillâh, Allah'ın Resulü Hazret-i Peygamber'e, "sırtlan bir av mıdır?" diye sormuş, Hazret-i Peygamber de: "Evet; ihramlı kimse onu yakalarsa, bunun cezası bir koç gerekir" demiştir ki, bu da sarîh bir nasstır.

İcmâ'dan delili şudur: Şafiî (r.h) şöyle demektedir: "Hazret-i Ali, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Abdurrahman İbn Avf, Ibn Abbas ve İbn Ömer'in (radıyallahü anh) muhtelif beldelerde ve muhtelif zamanlarda, avın cezasıyla alâkalı olarak, "ne'am "dan olan "misliyyet" ile hükmettikleri rivayetleri birbirini desteklemektedir.Meselâ onlar, "ne'am"dan bir ceza olarak deve kuşunda deveyle; yabanî eşekte, sığır ile; sırtlanda, koç ile; ceylânda, dişi keçi; erkek ceylanda koyun; tavşanda, keçinin dişi yavrusu, bir rivayette de "anâk" (keçinin dişi yavrusu); kelerde, kuzu; tarla faresinde keçinin dişi yavrusu ile hükmetmişlerdir ki bu da, onların avın kıymetine değil de, "ne'am"dan avın en yakın benzerlerine dikkat ettiklerini göstermektedir. Şayet onlar öldürülenin kıymetine göre hüküm vermiş olsalardı, bu kıymet, bu değeri takdir edenlerin farklılığı nisbetinde farklı olurdu. (......) büyük erkek ceylân; (......) dişi ceylân; (......) sahrada olan büyük fare; (......) keçinin annesinden ayrılan dişi yavrusu demektir. Bunun erkeğine cufr; dişisine ise denilir. Bunlara bu isim, bir yıl tamamlanmadan önce güçlü kuvvetli olduklarında verilir.

Şafiî'nin kıyastan delili de şudur: "Tazmin, telef edilenin cezasıdır. Binâenaleyh, benzerlik her ne zaman daha mükemmel ve daha güzel olursa, ceza da o nisbette tam ve mükemmel olur. Böylece mislini vacip kılmak daha evlâ olmuş olur."

Ebû Hanîfe (r.h)'nin delili ise şudur: "Öldürülen avın misli birşey bulunmadığı zaman, bunun kıymetinin tazmin edileceği hususunda aramızda bir ihtilaf yoktur. Binâenaleyh âyetteki, "öldürdüğü o hayvanın benzeri (misli) bir ceza vardır" ifâdesindeki, "misli" kelimesi ile kastedilen, işte bu durumda tazmin edilen kıymettir. Diğer durumlarda da böyle olması gerekir. Çünkü bir lafzı, ancak bir mânaya hamletmek caizdir."

Buna şöyle cevap verilir: Mümâsele'nin (birşeyin benzeri ve misli olmanın) hakiki manası, bilinen bir husustur. Şeriat koyucu olan Allahü teâlâ, mümâseleye riayet etmeyi farz kılmıştır. Bundan dolayı mümkün olduğu nisbette buna riayet etmek gerekir. Binaenaleyh bu mümâselete, şekil bakımından riayet etmek mümkün olur ise bunu yapmak; eğer kıymet bakımından riayet etmek mümkün olur ise, o zaman da mecburen bununla yetinmek gerekir.

Cemaat Halinde Hayvan Öldürmenin Cezası

İhramlı bir cemaatın bir tek avı birlikte öldürmeleri konusunda, Şafiî (r.h): "Onların hepsine tek bir ceza gerekir" demiştir ki bu aynı zamanda Ahmed İbn Hanbel ve İshâk İbn Râhûye'nin görüşüdür.

Ebu Hanîfe, İmâm Mâlik ve Sevri (rahimehümullah) ise: "Bunların herbirine, ayrı ayrı birer ceza ödemesi gerekir" demişlerdir.

Şafiî (r.h)'nin delili şöyledir: "Bu âyet, öldürülen hayvanın mislinin ödenmesinin vacib olduğuna delâlet etmektedir. Bir hayvanın misli bir hayvandır. Bu husus, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den de, bizim dediğimiz gibi hükmettiği rivayeti ile te'kîd edilmiştir."

Ebu Hanîfe (r.h)'nin delili ise şöyledir: "O ihramlılardan herbiri, o hayvanın katilidir. Binaenaleyh herbirine, tam bir cezanın farz olması gerekir." Bu delilin, birinci mukaddimesinin (cümlesinin) izahı şu şekildedir: Bir grup insandan herbiri, bir hayvan . öldürmeyeceğine yemin etseler ve sonra hep birlikte bir tek av öldürseler, her birinin bir keffaret ödemesi gerekir. Adam öldürme ile ilgili kısas da böyledir. Yani bir tek kişiyi birlikte öldüren bir grubun hepsine kısas uygulanması gerekir. Bunlardan herbirinin katil olacağı sabit olunca, âyetteki, "İçinizden kim, onu bilerek öldürürse, öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza vardır..." ifadesinden ötürü, bu insanlardan her birinin tam bir ceza ödemesi gerekir. Çünkü buradaki, "içinizden kim, onu bilerek öldürürse..." cümlesi umûmî bir ifade olup, bütün öldürenleri kapsar."

Şafii (r.h) buna şu şekilde cevap vermiştir: "Öldürme tek bir şeydir. Binaenaleyh öldürme işinin tam olarak gerçekleşmesi, tek bir failden daha fazlası ile olamaz. Bundan dolayı bu grup, bir araya geldiklerinde, hepsinin fiillerinin toplamından, tek bir öldürme meydana gelmiş olur. Durum böyle olunca, onlardan herbirinin gerçekte katil olması imkânsız olur. Bunlardan herbirinin katil olmadığı sabit olunca, bu grup âyetin hükmüne girmez. Bir grup insanın, tek bir adamı öldürmesi meselesine gelince, bu "ta'abbudî" (hikmetini anlayamadığımız ama kul olarak uymaya mecbur olduğumuz ilâhî bir emir) olarak sabit olmuştur. Birden fazla keffaretin vacib kılınması (yani herbirine keffaretin vacib kılınması) da böyledir."

İhramlı Kimsenin Av Hayvanını Göstermesindeki Ceza

Şafiî (r.h) şöyle der: "İhramlı kimse, bir başkasına avı gösterse, o adam da, gösterilen avı öldürse, bu ihramlı gösterdiği avın cezasını tazmin etmez." Ebu Hanife (r.h) ise: "Bu kimse, o avın mislini tazmin eder" demiştir.

Şafiî'nin delili şudur: "Bu âyette, cezanın vacib oluşu, öldürme fiiline bağlanmıştır. Halbuki bir hayvanı, avlayacak kimseye göstermek, "öldürme" değildir. Binaenaleyh bu ihramlının o hayvanın mislini tazmin etmemesi gerekir. Bir de tazmin, öldürülen hayvanın bedelidir. Binaenaleyh katil keffâretinde, diyette ve bir müslümanın malına işaret etme meselesinde olduğu gibi, gösterme yüzünden, bu tazmin farz olmaz."

Ebu Hanife (r.h)'nin delili ise şudur: "Bu mesele, Hazret-i Ömer'e soruldu ve o, Abdurrahman İbn Avf (radıyallahü anh) ile istişarede bulundu. İkisi av hayvanına işaret edip gösteren ihramlıya, cezanın gerekeceği hususunda ittifak ettiler. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan da, av hayvanına işaret eden ihramlıya cezanın vacib olduğu rivayeti gelmiştir."

Şafiî (r.h), Ebu Hanife'nin bu deliline, "Kur'ân'ın nassı, bir sahabînin sözünden daha hayırlıdır" diyerek cevap vermiştir.

Altıncı Mesele

İmam Şafiî (r.h) şöyle demiştir: "Bir kimse erkek ceylanı yaralasa ve o ceylanın kıymeti onda bir nisbetinde düşse, bu kimsenin, bir koyunun kıymetinin onda biri kadar tazmin etmesi gerekir."

Dâvûd ez-Zâhiri, "öldürmenin dışında, kesinlikle bir tazmin söz konusu değildir" derken, Müzeni, "bu kimseye bir tam koyun tazmîn etmesi gerektiğini" söylemiştir.

Dâvûd ez-Zahirî'nin delili şudur: "Âyet, bu cezanın vacib oluşunun, öldürme şartına bağlı olduğunu gösterir. Binaenaleyh ortada öldürme işi bulunmadığına göre, bu kimseye kesinlikle, herhangibir cezanın vacib olmaması gerekir."

Davud'un bu görüşüne cevaben şöyle deriz: Öldürme işine bağlanan, öldürülenin mislinin vacib olması hükmüdür. Bizce bu, öldürme işi olmadığı zaman vacib olmaz. Binaenaleyh Davûd ez-Zahiri'nin görüşü düşer.

Yedinci Mesele

Bir kimse, Hill (Harem'in dışı) bölgesinden, yine Hill bölgesinde bulunan bir ava ok atsa, bu ok da, Harem bölgesindeki bir grup hayvana gitse, İmam Şafiî (r.h)'ye göre bu hayvanın eti haram olduğu gibi, o kimsenin bu hayvanın cezasını da ödemesi gerekir. Ebu Hanife (r.h) ise, "bu hayvanın etinin haram olmayacağını" söylemiştir.

Şafiî'nin delili şudur: "Hayvanı kesmenin sebebi, birkaç cüzden meydana gelmiştir ve bu cüzlerden bazısı mubah, bazısı haram işlerdendir. Haram olan, Harem bölgesine geçiştir. Bir işte hem helal, hem haram bulundu mu, mutlaka haram helâla baskın çıkar. Özellikle aslı haramlık olan kesme işinde.."

Ebu Hanife (r.h)'nin delili ise şudur: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz ihramlı bulunurken, av öldürmeyin" buyruğu, bu kimseleri, Harem bölgesinde olmaları hâlinde, avlanmaktan nehiydir. Bundan dolayı, bu iki şarttan biri bulunmadığı zaman, haramlığın söz konusu olmaması gerekir."

Sekizinci Mesele

İhramlı olmayan bir kimse, bir hayvan yakalayıp onu Harem bölgesine getirse, o hayvanı salıvermesi gerekir. Eğer onu keserse, bu hayvan haram olur ve o hayvanın bedelini tazmîn etmesi gerekir. Bu, Ebu Hanife (r.h)'nin görüşüdür.

İmam Şafiî ise, "bu hayvanın helâl olduğunu ve bu kimsenin onu tazmîn etmesinin gerekmediğini" söylemiştir.

Şafiî'nin delili: "ihramlı olduğunuz halde avlanmayı helâl saymamak ve size (aşağıda) okunacak olanlar hâriç kalmak şartıyla, davarlar(ın etleri) size helâl kılındı" (Maide. 1) âyetidir.

Ebu Hanife'nin delili de: "Siz ihramlı bulunurken, av öldürmeyin" (Maide. 96) âyetidir. Bu âyette Cenâb-ı Hak, ihramlı iken insanın avlanmasını yasaklamıştır. Bu âyet, kişinin hem Hill, hem de Harem bölgesinde avlanmasını kapsamaktadır.

İhramlının Avlanmayı Tekrar Etmesindeki Ceza

İhramlı bir kimse, bir hayvan avlasa ve bundan dolayı gereken cezayı ödese, sonra yeniden bir hayvan avlasa, tekrar ceza ödemesi gerekir.

Dâvud ez-Zâhirî ise, "bu kimseye yeni bir cezanın gerekmeyeceğini" söylemiştir.

Cumhurun delili şudur: Hak teâlâ'nın, "içinizden kim onu bilerek öldürürse, öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza vardır" ifâdesinin zahiri, bu cezanın vacib oluşunun sebebinin, öldürme işi olduğunu gösterir. Binaenaleyh sebeb tekerrür ettiğinde, hükmün (cezanın) de tekerrür etmesi gerekir.

Eğer, "bir kimse hanımlarına, "Hanginiz eve girerse, o boştur" dese ve onlardan biri, iki kere eve girse, bundan dolayı tek bir talak gerekir" denir ise, biz deriz ki: "Bu iki mesele arasında şöyle bir fark vardır: Avı öldürme işi, bu cezanın vacib oluşunun sebebidir. Binaenaleyh, sebep tekerrür ettiğinde, hükmün (cezanın) da tekerrür etmesi gerekir. Ama bu meselede, eve girme işi talâkın meydana gelmesinin şartıdır. Binaenaleyh şartın tekerrürü, hükmün tekerrürünü gerektirmez."

Dâvûd ez-Zâhirî'nin delili ise şudur: "Cenâb-ı Hak, "Kim birdaha böyle yaparsa, Allah ondan intikamını alır" buyurmuş ve böylece, bu işi tekrar yapmanın cezasının, keffâret değil, Allah'ın ondan intikam alması olduğunu göstermiştir."

Onuncu Mesele

Şafiî (r.h): "İnsan şaşı, kolu, ayağı kırık bir hayvanı avladığında, onun mislini fidye olarak verir. Bunun karşılığında sağlam bir hayvanı fidye olarak vermesi bana daha sevimli geliyor. Buna göre o hayvanın misli olanın büyüğünü vermek, küçük olanını vermekten daha evlâdır. Binaenaleyh kişi, erkek hayvanı erkek hayvana, dişiyi de dişiye karşılık fidye verebilir. Evlâ olan, bunun tersini yapmamasıdır. Çünkü Kur'ân'ın nassı, o hayvanın mislini vermeyi farz kılmaktadır. Dişi, doğurabilmesi bakımından her ne kadar erkek hayvandan efdal ise de, erkek de dişiden efdaldir. Zira erkek hayvanın eti daha iyi, şekli daha güzeldir" demiştir.

Avın Cezasını Tesbit Edecek Bilirkişi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Buna, içinizden adalet sahibi iki adam hükmedecektir" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Abbas şöyle demektedir: "Allahü teâlâ bu ifadeyle, "sizden, yani sizin dininizde ve şeriatınızda olan kimselerden iki sâlih, âdil ve fakîh kişi, o avın cezası hususunda hüküm verir ve böylece o öldürülen hayvana, ne'amdan (deve, sığır ve davardan) en fazla benzerini araştırıp, buna hükmedecekler" manasını kasdetmiştir."

O hayvanın kıymetinin verilmesinin farz olduğu hususunda, Ebu Hanîfe'nin görüşünü destekleyenler, bu âyetle istidlal ederek: "Araştırmaya ve içtihad etmeye ihtiyaç duyulan nokta, değerlendirmedir. Fakat hayvanın hilkatine ve şekline gelince, bu zaten açık olup, bu hususta içtihâd etmeye ihtiyaç yoktur" demişlerdir.

Buna şu şekilde cevap verebiliriz: "Ne'am ile o av hayvanı arasındaki benzerlikler, çeşitli yönlerden olup çoktur. Binaenaleyh o hayvana en fazla benzeyeni, daha az benzeyenden ayırdetmek için mutlaka ictihad etmek gerekir. Meymûn Ibn Mihran'ın şu ifadesi de bizim söylediğimizin doğruluğunu göstermektedir: "Bir bedevi Arap, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'e gelerek, "Ben, şu şu hayvanları avladım" dedi. Ebu Bekir (radıyallahü anh) de, Übeyy İbn Ka'b (radıyallahü anh)'a bunu sordu. Bedevi Arap, "Ben, sana sormaya geldim, sen ise başkasına soruyorsun" deyince, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh), "Bilmediğim için sormuyorum. Fakat Cenâb-ı Hak, "Buna, içinizden adalet sahibi iki adam hükmedecektir" buyurmuştur. İşte bundan dolayı ben, arkadaşımla istişare ettim. Binaenaleyh eğer ikimiz bir hususta ittifak edersek, sana onu yapmanı emrederiz" dedi.

Kubeysa İbn Câbir'den rivayet edildiğine göre o, ihramlı iken bir erkek ceylanı vurup öldürmüştü. Durumu Hazret-i Ömer(radıyallahü anh)'e sormuştu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in yanında da Abdurrahman İbn Avf (radıyallahü anh) vardı. Hazret-i Ömer, Abdurrahman Ibn Avf'a, "Bu hususta ne dersin?" deyince, o: "Ona, ceza olarak bir koyun ödemesi gerekir" dedi. Hazret-i Ömer de: "Ben de aynı kanaatteyim" buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Kubeysa'ya: "Git ve Ka'be'ye bir koyun kurbanlık gönder" dedi. Kubeysâ sonra şöyle anlatır: "Arkadaşımın yanına gittim ve ona "Emirü'l-Mü'minîn ne diyeceğini bilemedi de, başkasına sordu" dedim. Derken birgün Hazret-i Ömer karşıma çıkıverdi ve beni kamçısı ile döverek, "Harem'de hem hayvan öldürür, hem de hükmünü bilmezsin. Allahü teâlâ, "Buna, içinizden adalet sahibi iki adam hükmedecektir" buyurmuştur. İki adamdan biri ben Ömer, diğeri de Abdurrahman İbn Avf'tır" dedi."

Sahabenin Tefsirdeki Önemi

Şafiî (r.h): "O hayvanın misli olan, iki çeşittir:

a) Hakkında sahabenin, başkasına dönülemeyecek şekilde hüküm verdikleri çeşit... Bundan, başka hükme dönülemez. Çünkü sahabe, Kur'ân'ın nüzulüne şâhid olmuşlar ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından yapılan tefsirinde hazır bulunmuşlardır.

b) Hakkında sahabenin hükmü olmayanlar... Bu durumda, iki âdil kimsenin içtihadına müracaat edilir. Bu iki adil kimse en'am'ın üç çeşidine (davar, sığır ve deve'ye) bakarlar ve avlanan hayvana bunlardan en çok benzeyenini, ceza olarak farz kılarlar" demiştir.

İmam Mâlik ise: "Hakkında sahabe ister hüküm vermiş olsun, ister vermemiş olsun, iki adil kimsenin buna karar ve hüküm vermesi gerekir" demiştir.

Şafiî (r.h)'nin delili şudur: "Âyet, bu hususa, iki âdil kimsenin karar vermesinin gerekli olduğunu bildirmektedir. Binaenaleyh buna, iki sahabe karar vermiş olduğu zaman, bu da âyetin hükmüne girmiş olur. Hem sonra sahabenin hükmü daha evladır. Zira biz onların, âyetlerin inişine şahîd olduklarını ve tefsirinde hazır bulunduklarını söylemiştik."

Üçüncü Mesele

Şafii (r.h): "Hatâen bir hayvanı öldürdüğü zaman, bu öldüren kimse, iki âdil kişiden birisi olabilir. Eğer o, hayvanı kasten avlamış ise, onun o iki âdil kişiden birisi olması caiz değildir. Çünkü o, bu şekilde avlanmakla fâsık (günahkâr) olmuştur" der.

İmam Mâlik ise, bunun tıpkı telef edilen şeylerin kıymetinin takdir edilmesi meselesinde olduğu gibi, caiz olmayacağını söylemiştir.

Şafiî (r.h)'nin delili şudur: "Allahü teâlâ, buna iki âdil kimsenin karar vermesini vacib kılmıştır. Bir kimse, av hayvanını hatâen öldürür ise, bu kimse âdil olmaktan çıkmaz. Binaenaleyh bu hususa, hem bu kimse, hem de bir diğer insan karar verdiğinde, iki âdil kimse karar vermiş olur. Yine rivayet edildiğine göre bir sahâbtnin atı, bir erkek ceylanı çiğnemişti. O, bu meseleyi Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e sordu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh): "Sen kendin buna bir hüküm ver" deyince o: "Ey mü'minlerin emiri, sen daha âdilsin, sen hükmet" dedi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh): "Ben sana, hükmetmeni emrettim, beni tezkiye etmeni değil.." dedi. Bunun üzerine sahabî: "Bu hususta sulu ve ağaçlı yerde beslenmiş bir oğlak ödenmesi gerekir kanaatindeyim" dedi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de: "Kanaatini yerine getir" dedi." Bu rivayete göre âlimlerimiz "Bilirkişi olacak iki âdil zatın, av hayvanını öldüren kimseler olması caizdir" demişlerdir.

Dördüncü Mesele

İki âdil kimse, misil olacak bir hayvana, diğer iki âdil kimse de, misil olacak başka bir hayvana karar verseler, bu durumda şu iki görüş söz konusudur:

a) Kişi bu hususta muhayyerdir, istediğini tercih eder.

b) Bu iki hükümden, daha ağır olanını tercih eder.

Beşinci Mesele

Kıyâsı delil olarak kabul eden âlimlerden bir kısmı "Âyet, kıyas ve içtihadla amel etmemizin caiz olduğunu göstermektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, avlanan hayvanın mislini ve benzerini belirleme işini insanların içtihadına ve kanaatine havale etmiştir" derler. Bu görüş zayıftır. Zira şüphesiz ki şeriat koyucu Cenâb-ı Allah, şu gibi pekçok meselede, zannımıza göre amel ederek, kulluk yapmamızı emretti.

a) Kıble yönünü belirleme hususunda içtihad etmemiz..

b) İki şahidin şahadetine göre amel etme...

c) Telef olunan malların kıymetleri ve uzuvların diyetleri hususunda değer biçenlerin, biçtikleri değere göre amel etme...

d) Öldürülen av hayvanının mislini ta'yin hususunda, bu âyette olduğu gibi, hüküm verenlerin hükmüne göre amel etme...

e) Avam halkın, aldıkları fetvaya göre amel etmeleri...

f) Dünyevî menfaatler hususunda, zann-ı galibimize göre amel etmemiz...

Fakat biz diyoruz ki: "Eğer siz, şer'î bir hükümde, şer'î bir meselenin, şer'î bir diğer meseleye benzetilmesinin şu saydığımız şeylerin aynısı olduğunu iddia ediyorsanız, bu, aklın da açıkça gösterdiği gibi, bâtıldır. Eğer bunların birbirinden başka olduğunu kabul ediyorsanız, zannın, bir meselede hüccet olması onun kıyas meselesinde hüccet olmasını gerektirmez. Ancak biz bu meseleyi, o meselelere kıyas edersek, bu müstesna... İşte bu, kıyâsın yine kıyâs ile isbât edilmesini gerektirir ki bu da bâtıldır. Hem sonra bu iki husus arasındaki fark son derece açıktır. Zira sayılan bütün bu misallerde hüküm, ancak tek bir hadise, tek bir zaman ve tek bir şahıs hakkında sabit olmuştur. Ama kıyas ile sabit olan hüküm ise, her zaman için devamlı olup, bütün mükellefler hakkında umumî şer'î bir hükümdür. Ferdî ve şahsî hükümler hakkında nass koymak imkansızdır. Ama küllî ve her zaman devam edecek umûmî hükümler hakkında nass koymak imkânsız değildir. Bu iki durum arasındaki fark açıktır. Allah en iyi bilendir.

Kabe'ye Ulaşacak Kurbanlık

Sonra Allahü Teâlâ, "Ka'be'ye ulaşacak bir kurbanlık olmak üzere..." buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyette ilgili şu iki izah vardır:

1) Bu, "buna, Ka'be'ye gönderilip, orada kesilecek bir kurban olarak, o iki âdil kimse hükmeder" demektir. Bu mana, yaratılış bakımından avlanılan hayvanın mislinin ödenmesini vacib görenlerin görüşünü destekler. Zira Cenâb-ı Hak, "O ikisi buna, bedeli ile bir kurbanlık satın alınabilecek bir miktar olarak hükmederler" buyurmamış, aksine, "bir kurban olarak hükmederler" buyurmuştur ki bu, o iki âdil kişinin ancak bir kurbana hükmedecekleri hususunda açık bir ifadedir.

2) Bu, "O iki âdil kişi, bununla hedy (kurban) olabilecek birşeyi satın alması gerektiğine hükmederler" manasındadır ki, bu âyetin zahirî manasından uzaktır. Doğru olan, birinci mânadır.

Ayetteki, "hedy" kelimesi, (buna) zamirinin hâli olarak mansubtur. Buna göre kelamın takdiri, "O iki âdil kişi, o öldürülenin misli olarak, bir koyun veya bir sığır veya bir deve hükmünü verirler" şeklindedir. Binaenaleyh (......) ifadesindeki zamir, "misi" kelimesine râcîolup, "hedy" kelimesi de, zamirden haldir. Bu iki husus iyice anlaşıldığında, artık kim, vacib olanın hilkat (yaratılış) bakımından bir misil olduğu hususunda şüpheye düşebilir? Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Ayetteki (......) ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın (......) kelimesinin sıfatıdır. Zira (......) lâfzının (......) kelimesine izafeti, hakîkî (manevi) olmayıp, lâfzîdir. İfâdenin takdiri ise, (......) şeklindedir. Ancak ne var ki tenvîn, hafiflik olsun diye, hazfedilmiştir. Bunun bir benzeri de "Bu, bize yağmur verici bir buluttur" (Ahkaf, 24) âyetidir.

Üçüncü Mesele

Ka'be'ye, yüksek ve kare şeklinde olduğu için Ka'be' ismi verilmiştir Araplar, kare şeklinde olan her evi, Ka'be diye adlandırırlar. Ka'be lafzıyla, Harem'in tamamı kastedilmiştir. Çünkü kesme ve boğazlama işi ne Ka'be'nin içinde, ne de ona bitişik olarak yapılır.. Bunun bir benzeri ifâde de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra, varacakları yer Beyt-i Atîk'e müntehidir" (Hacc. 33) âyetidir.

Dördüncü Mesele

Kurbanın Ka'be'ye ulaşmasının manası, O'nun Harem'de kesilmesidir. Binaenaleyh, öldürülen avın misli, şayet diri olarak fakirlere verilirse, bu caiz olmaz... Aksine, o kimseye bunu, Harem-i Şerifte kesmesi vacib olur. Onu, Harem-i Şerifte kesmesi halinde de Şafiî (r.h): "O kimsenin bunu, Harem-i Şerifte tasadduk etmesi gerekir" dediği halde, Ebu Hanife (r.h): "O kimse bunu istediği yerde tasadduk eder" demiştir.

Şafiî bu kimsenin istediği yerde oruç tutabileceğini kabul etmiştir. Zira bu kimsenin tutmuş olduğu oruçta, Harem-i Şerif'in fakirleri için bir menfaat sözkonusu değildir.

Şafiî'nin delili şöyledir: Kesmek bizzat, elem ve acı vermektir. Binaenaleyh, bunun bir ibâdet sayılması caiz değildir. Aksine ibâdet, tâat, o hayvanın etinin fakirlere ulaştırılmasıdır. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kabe'ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere..." ifadesi, bu kurbanlığın Harem ve Ka'be'nin ehline ulaştırılmasını gerektirir.

Ebu Hanife (r.h)'nin delili şudur: Kurban, Ka'be'ye ulaşınca, bu Ka'be'ye ulaşan bir kurbanlık hayvan olur. Binaenaleyh, böyle yapan kimsenin sorumluluktan kurtulmuş olması gerekir.

Bu Ceza Fakirleri Doyurma Veya Oruç Şeklinde de Olabilir

Daha sonra yüce Allah, "Yahud bir keffaret vardır ki, (bu da) yoksulu doyurmak, yahud bunun dengi bir oruç tutmaktır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nâfi ve İbn Amir, (......) lâfzını lâfzına muzaf kılarak şeklinde; diğer kıraat imamları ise, (......) lafzını, hem ref hem de tenvîn ile; (......) lâfzını ise tenvinsiz olarak merfu ile, (......) şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraatin izahı şudur: Allahü teâlâ mükellefi, kurban, oruç tutmak ve fakirleri doyurmak gibi şu üç şey arasında muhayyer bırakınca, bu izafe yerinde ve güzel olmuştur. Buna göre sanki, "Bu, "hedy" ve oruç tutma keffâreti değil, fakirleri doyurma keffaretidir" denilmiştir. Böylece de keffâret, bu şeyler cinsinden olduğu için, izafet yerinde ve güzel olmuştur.

Ama bu kelimeyi tenvîn ile (......) şeklinde okuyanlara göreyse, bu kelime Hak teâlâ'nın, (......) kelimesine atfedilmiş olup, tut ifadesi de atf-ı beyan olarak kabul edilmiştir. Çünkü yedirme işi, keffâret demektir. Bu kıraate göre (......) kelimesi (......) lâfzına izafe edilmemiştir. Çünkü keffâret, doyurmak için değil ancak avı öldürmeden dolayı vacib kılınmıştır.

İkinci Mesele

Şafiî, İmam Mâlik ve Ebu Hanife (r.h), bu âyetteki (veya) kelimesinin tahyîr için olduğunu söylerlerken, Ahmed İbn Hanbel ve Züfer, bunun tertîb için olduğunu söylemişlerdir.

Birincilerin delili, "ev" edatı, asıl bakımından tahyîr ifâde eder. Bunun tertîb için olduğunu söylemek, ifâdenin zahirini terketmektir" şeklindedir.

Diğerlerinin delili de şöyledir: "Ev" lâfzı, bazan tahyîrmanası ifade etmeyebilir. Nitekim bu, "öldürülmeleri, ya asılmaları, yahud elleriyle ayaklarının çaprazvari kesilmesi..." (Maide, 33) âyetinde de böyledir. Zira bundan maksat, bu hükümlerden her birine, muayyen bir durumu tahsis etmektir. Böylece bu lâfzın, tertîb manasını ifade edebileceği de sabit olmuş olur.

Buna göre biz diyoruz ki, burada tertibin murad edildiğine, evet, delil delâlet etmiştir. Zira burada vâcib olan, Hak teâlâ'nın, "Ta ki bu sûretie o, ettiğinin vebalini tatmış olsun... Kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikamını alır" ifadelerinin delaletiyle de bunların, en ağırından en hafifine doğru meşru kılınmış olmasıdır. Tahyîr ise, bu sıralamaya ters düşer.

Bu görüşe şu şekilde cevap verebiliriz: Öldürülen avın mislini vermek, ceza bakımından, fakirleri doyurmaktan daha ağır değildir. Binaenaleyh, muhayyer bırakmak, mislinin vacib kılınması hususunda meydana gelen cezanın miktarı hususuna zarar vermez.

Üçüncü Mesele

Bir kimse, misli olan bir hayvanı öldürdüğü zaman, Şafiî (r.h), "bu kimsenin şu üç şey arasında muhayyer olduğunu" söylemiştir. Bu kimse isterse, ceza olarak mislini verir; isterse, para bakımından o mislin değerini tesbit eder, bu parayla yiyecek satın alıp, o yiyeceği tasadduk eder. İsterse de oruç tutar. Ama, misli olmayan ava gelince, bu kimse, şu iki şeyde, yani para bakımından o avın kıymetini tesbit edip, o parayla yiyecek alarak o yiyeceği tasadduk etmesi, veyahut da oruç tutması hususunda muhayyerdir. Bu anlatmış olduğumuz şeye göre, misli olmayan avın mislinin kıymetiyle, ancak yiyecek satın alınır. Ebu Hanife ve İmam Mâlik (r.h) ise, "Onun kıymetiyle yiyeceğin satın alınacağını" söylemişlerdir.

Şafiî'nin delili şudur: "Ne'am"dan olan misi, cezadır. Taam ise, bu cezaya bina edilmiştir. Binaenaleyh, fakirleri doyurma ile oruç tutmaya gerek kalmadığı gibi; doyurma ile, ceza olarak mislini ödemeye de gerek kalmaz. Hem, avın misline değer biçmek, avın bizzat kendisine değer biçmekten akla daha yatkın ve kolay gelir.

Ebu Hanife (r.h)'nin delili ise şudur: Telef olunanın mislini tazmin etmek vacib olduğu zaman, mümkün olduğu nisbette, başkasına değil, telef olunana itibar edilir. Fakirleri doyurmak ise, telef olunana bir misil olmak üzere vacib kılınmıştır. Binaenaleyh bu doyurmanın, telef olana göre takdir edilmesi gerekir.

Dördüncü Mesele

Âlimler, bu kıymet biçmenin nerede yapılacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak fakihlerin çoğu, bu kıymet biçmenin, avın öldürüldüğü yerde yapılacağı kanaatindedirler. Şabî ise, bu kıymet biçmenin Mekke'de, hem de Mekke'nin parasına göre olacağını söylemiştir. Çünkü bu, orada, Mekke'de keffâret olarak ödenecektir.

Beşinci Mesele

Ferrâ: (......) bir şeyin, cinsinden olmayan bir şeye denk olmasına; (......) ise (......) manasına gelir. Nitekim sen, yanında, başka bir köleye denk olan bir köle; veyahut da, başka bir koyuna denk olan bir koyun bulunduğu zaman, (......) dersin; ama, sen onun cinsinden kıymetni murad ettiğinde, ayın harfini meftuh kılarak ... (......)... dersin" demiştir. Ebu'l-Heysem ise, idl kelimesinin misl manasına, adl kelimesinin de "kıymet" manasına; adel kelimesinin ise, başka bir yüke denk ve ona eşit olan bir yük manasına olduğunu söylemiştir. Adl kelimesi, senin bir şeyi, cinsinden olmayan başka bir şey ile değerlendirmende. Zeccâc ve İbnu'l-Arâbî, adl ve idl kelimelerinin aynı manaya geldiklerini söylemişlerdir.

Hak teâlâ'nın, "oruç olarak..." kelimesi, temyiz olduğu için mansubtur. Nitekim sen, "Benim yanımda iki batman bal vardır""Benim yanımda, bir ev dolusu yonca vardır" dersin.. Bu ifadelerde aslolan ve kelimelerinin başına bir harf-i cerrinin getirilmesidir. Eğer (......) kelimesi zikredilmezse, sen bu kelimeyi mansub okursun, harf-i cerrinin getirilmesi halinde sen, dersin...

Altıncı Mesele

Şafiî (r.h)'ye göre, bu kimse, her "müdd"e karşılık bir gün oruç tutar. Bu, Atâ'nın görüşüdür. Ebu Hanife (r.h)'nin mezhebi ise, "Bu kimse, her yarım "sâ"ya mukabil bir gün oruç tutar" şeklindedir. Bu meselede aslolan, Ebu Hanife ile Şafiî'nin, orucun, bir günlük taam ile takdir edilmiş olduğu hususunda anlaşmış olmalarıdır. Ancak ne var ki, Şafiî'ye göre bir günlük taam bir "müdd" ile; Ebu Hanife (r.h)'ye göre ise, yarım "sâ" ile takdir edilmiştir. Biz bu hususu yemin keffâretinde de ele almıştık.

Yedinci Mesele

Fukahanın ekserisi, bu üç şeyden birini tayin etmek hususundaki muhayyerliğin, av hayvanını öldüren kimseye ait olduğunu iddia ederken, Muhammed İbn Hasen eş-Şeybâni (r.h) ise bunun, iki hakeme ait olduğunu söylemiştir. Cumhûr'un delili şudur: Allahü teâlâ bu avı öldüren kimseye üç şeyden birini, muhayyer olarak vacib kılmıştır. Binaenaleyh, avı öldüren kimsenin, bunlardan dilediğini seçme hususunda muhayyer olması gerekir. İmam Muhammed (r.h)'in delili ise şudur: Allah, bu muhayyerliği iki hakeme vererek, "buna içinizden adalet sahibi iki adam, şu veya bu şekilde hükmeder" buyurmuştur.

İmam Muhammed'in bu görüşüne şöyle cevap veririz: Âyetin takdiri, "...Öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza veya yoksulları doyurmaktan ibaret olan bir keffâret, yahut da bunun dengi bir oruç tutmak..." şeklindedir. Adalet sahibi iki kişinin hükmettiği hususa gelince bu, ya kıymet ya da hilkat, yaratılış bakımından o hayvanın mislini belirlemektir.

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Ta ki bu suretle o, ettiğinin vebalini tatmış olsun..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Vebal kelimesi Arapça'da, kendisinde bir ağırlık ve hoşlanılmayan bir durum bulunan şeyi ifade etmektedir. Bir otlak elverişsiz olduğu zaman, (......) denilir; su devamlı akmadığı zaman, mideye ağır gelen ve hazmedilemeyen yemeğe de, (......) denilir. Nitekim Allahü teâlâ da, biz, onu ağır (sert) bir yakalayışla yakaladık" (Müzzemmil. 16) buyurmuştur.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ, bunu bir "vebal" diye ifade etmiştir. Çünkü O, bu kimseyi üç şey arasında muhayyer bırakmıştır. Bunlardan ikisi, malın noksanlaştırılmasını icab ettirir ki bu, insanın tabiatına ağırdır. Bu iki ceza, ya o hayvanın mislini ödemek ya da fakirleri doyurmaktır. Üçüncüsü ise, insanın bedenine eziyet vermeyi gerektirir. Bu, oruç tutmaktır. Yine bu da, insanın tabiatına ağır gelir. Buna göre, bu ifadenin manası, "Allahü teâlâ, avı öldüren kimseye, Harem-i Şerifte ve ihramlı iken av öldürmeden sakınsın diye, insanın tabiatına hepsi de ağır gelen bu üç şeyden birisini yapmayı vacib kılmıştır" şeklinde olur.

Daha sonra Cenâb-ı Allah "Allah geçmişi bağışladı. (Fakat) kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikamını alır. Allah azizdir, intikam sahibidir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu âyet hakkında iki görüş vardır:

1) Allah câhiliyye döneminde işlenmiş şeyleri ve İslamiyyet döneminde haram kılınmazdan önce işlenmiş şeyleri affeder.

2) Bu, ancak birinci öldürmede cezayı gerekli görüp ikinci defada cezayı vacib kılmayanların görüşüdür. Bunlar, "Onun bunu ikinci defa işlemesi, tasadduk ederek keffaret ödemesinden daha büyük bir suçtur. Binaenaleyh bu ifadeden murad şudur: "Allah ilk defada, cezayı yerine getirdiği için, o kimsenin geçen suçunu atfetmiştir. Ama o, bu suçu ikinci defa işlerse, onun bu günahının keffareti yoktur, aksine Allah ondan intikam alır" derler. Bu görüşün delili şudur: "Ayetteki, ifadesinin başındaki "fâ" harfi, fâ-i cezadır. Ceza da yeterli olan şey demektir. Binaenaleyh bu, bu intikamın, o günaha yeterli bir ceza olmasını gerektirir. Bunun yeterli oluşu ise, başka bir cezanın gerekli sayılmasına manidir. Bu durumda, o kimseye bir cezanın (keffaretin) vacib olmamasını gerektirir.

İkinci Mesele

Sibeveyh, âyetteki "(Fakat) kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikamını alır" ifadesi ile "Kâfir olanı da, az bir zaman faydalandıracağım" (Bakara, 126) ve "kim, Rabb'ine imân ederse, o korkmaz" (Cin, 13) âyetlerinde bir hazfin bulunduğunu ve bunun takdirini takdirinin şeklinde olduğunu söylemiştir. Netice olarak deriz ki: "Burada, fiilin, kendisinin haber olacağı bir mübtedanın takdir edilmesi gerekir. Bunun delili ise şudur: Fiitin bizzat kendisi ceza (cevab) olabilir. Bu durumda cevabın başına gelen harfi (fâ-i cezayı), o filin başına getirmeye ihtiyaç yoktur. Dolayısı ile fâ harfinin, o fiilin başına getirilmesi, lağiv (hata) olur. Ama bu fiilden önce, mukadder (mahzûf) bir mübtedanın olduğunu söylersek, o zaman ceza (cevab) olan cümleyi şart cümlesine bağlaması için, onun başına bir fâ harfini getirme ihtiyacı duyarız. Binaenaleyh burada fâ'nın gelmesi bir lağiv olmaz." Allah en iyi bilendir.

İhramlıya Deniz Avı Mubah, Kara Avı Haramdır

96

"Deniz avı ve yiyeceği siz ve yolcular için bir fayda olmak üzere, sizlere helâl kılındı. İhramda bulunduğunuz müddetçe ise, kara avı size haram kılındı. Huzuruna vanp toplanacağınız Allah'tan ittikâ edin, korkun".

Cenâb-ı Allah, "Deniz avı ve onu yemek, sizin için ve yolcu için bir fayda olmak üzere, sizlere helâl kılındı" buyurmuştur ki bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Buradaki "av"dan murad, avlanılan şeydir. Denizden avlanılan hayvanların hepsi üç cinstir:

a) Balık olup onun bütün çeşitleri helâldir.

b) Kurbağalar olup onun her çeşidi haramdır.

c) Alimler bu iki cinsin dışında kalanlar hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu babdan olarak, Ebu Hanife (r.h), bu kısmın haram olduğunu; İbn Ebî Leyla ve ekseri âlimler helâl olduğunu söylemişler ve bu hususta, bu âyetin umûmî olan manasına sarılmışlardır. Âyette geçen, "deniz" kelimesinden murad, bütün sular ve nehirlerdir.

Deniz Avı ve Yiyeceği

Allahü teâlâ, deniz yiyeceğini deniz avına atfetmiştir. Atıf, matuf ile ma'tufun aleyhin ayrı ayrı şeyler olmasını gerektirir. Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır:

1) Ebu Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)'in zikrettiği izah olup en güzeli de budur. Buna göre, "av", diri iken bir tuzak ile avlanılan hayvanlar; yiyecek ise, yakalamak için herhangi bir çareye başvurmaksızın, denizin dışarı attığı veya suyun çekilmesi ile ortada kalan hayvanlardır. İşte bu konuda söylenenlerin en doğrusu budur.

2) "Deniz avı", taze olan "yiyeceği" ise, tuzlu olan (yani salamura yapılan)dır. Çünkü denizin yiyeceği, bayatlayınca ona artık "av" denemez. Bu, Sa'îd Ibn Cübeyr, Sa'id Ibn el-Müseyyeb, Mukâtil ve en-Nehai'nin görüşü olup zayıftır. Çünkü tuzlu olan şey, işin başlangıcında hem taze olmuş olur, hem de "av" olur. O zaman da âyetteki atıf, lüzumsuz bir tekrar olmuş olur.

3) Avlanma, bazan yemek için, bazan da yeme dışında, meselâ inci elde etmek için istiridye, kemikleri ve dişlerinden istifâde etmek için bazı deniz hayvanlarının avlanması gibi, başka bir gaye için olur. Dolayısıyla, deniz avı ile denizin yiyeceğinden yeme, birbirinden farklı şeyler olmuş olur. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü Mesele

Şafiî (r.h), denizde ölüp de suyun yüzüne çıkan balıkların helâl olduğunu; Ebû Hanîfe (r.h) ise haram olduğunu söylemiştir.

Şafli'nin delili hem Kur'an, hem de hadistir.Kur'an'dan delili şudur: Yenilebilecek her şeye “ta'am” (yiyecek) denir.Binaenaleyh bu balıkların da, ayetteki “Denizin avı ve yiyeceği... sizlere helal kılındı” ifâdesinden dolayı helâl olması gerekir. Şafiî'nin hadisten delili de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, deniz hakkındaki Şafiî'nin delili hem Kur'ân, hem de hadistir. Kur'ân'dan delili şudur: Yenilebtlecek herşeye "ta'âm" (yiyecek) denir. Binâenaleyh bu balıkların da, âyetteki "Denizin avı ve yiyeceği... sizlere helâl kılındı hadisden delili de, Hazret-i Peygamber "onan suyu temiz ve meytesi (ölüsü)de helâldir" Ebu Davûd, Tchuvt, 41 (t/21). şeklindeki sözüdür.

Dördüncü Mesele

Âyetteki "yolcular için.." tabiri, "Deniz avı, sizin mukîm ve yolcu olanınız için helâl kılındı. Binâenaleyh taze olanı mukîm, tuzlu (salamura) olanı ise yolcu içindir" mânasına gelir.

Beşinci Mesele

Âyetteki (......) kelimesinin mansub oluşu hususunda, şu iki izah yapılmıştır:

a) Zeccac: "Bu kelime, te'kid için olan mef'ûl-ü mutlak oluşundan dolayı mansub kılınmıştır. Fakat başta (sizin için helâl kılındı) denilince, bu fiil, ifadesinin, in'am edilen bir şey olduğuna delil olur. Bu tıpkı, "Size, anneleriniz haram kılındı" (Nisa, 23)denilince, bu ifâdenin, bu hükmün onlara yazılmış olduğuna bir delil olması gibidir. Binâenaleyh Allahü teâlâ burada, "Allah'ın üzerinizde bir farzı olarak..." (nisa. 24) buyurmuştur" demiştir.

b) Keşşaf sahibi ise: "Bu kelime, mefûl-ü leh olduğu için mansubtur, yani "Size, sizi faydalandırmak için bunlar helal kılındı" demektir" demiştir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "İhramda bulunduğunuz müddetçe ise. Hara avı size haram kılındı" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Yüce Allah, ihramlı kimsenin avlanmasının haram olduğunu bu surede üç yerde zikretmiştir

1) "İhramlı olduğunuz halde avlanmayı helal saymamak şartı ile... İhramdan çıktığınız vakit, avlanın" (Maide, 1-2);

2) "İhramlı bulunurken av öldürmeyin" (Maide. 95) ve

3) "İhramda bulunduğunuz müddetçe iser kara avı size haram kılındı" (Maide, 96) âyetleridir.

İkinci Mesele

Deniz avı, sadece suda yaşayandır. Ama, sadece karada yaşayan ile, bazan karada bazan denizde yaşaması mümkün olanlara gelince, bütün bunların hepsi kara avıdır. Buna göra kaplumbağa, yengeç, kurbağa ve su kuşu, işte bütün bunlar kara avı sayılır. Dolayısıyla ihramlı iken bunları öldürene, âyette bahsedilen ceza gerekir.

İhramlı Olmayanın Avladığından, İhramlı Yiyebilir mi?

Müslümanlar ihramlı kimsenin av avlamasının haram olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ama, ihramlı olmayan kimsenin avladığı avın ihramlı kimseye helal olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu hususta dört görüş ileri sürülmüştür:

a) Hazret-i Ali, Ibn Abbas, İbn Ömer, Saîd İbn Cübeyr ve Tavusun görüşüdür. Bunu Sevrî ve İshâk zikretmiş olup, buna göre o kimseye her halükârda bu haramdır. Onlar bu hususta Cenâb-ı Hakk'ın "İhramlı bulunduğunuz müddetçe ise, kara avı size haram kılındı" âyetine dayanmışlardır. Bu böyledir, zira "kara avı" ifâdesine, ihramlı olanın da olmayanın da avladığı avlar dahildir. İşte bütün bunlar da kara avı demektir. Ebû Dâvûd, Sünen'inde Humeyd et-Tavil'den, onun da İshâk İbn Abdullah İbn el-Hars'den, onun da babasından rivayet ettiğine göre babası şöyle demiştir: "Abdullah İbnu'l-Hars, Hazret-i Osman'ın Taif'deki temsilcisi idi.. Böylece el-Hars. Hazret-i Osman'a bir yemek hazırlattı ve o yemeğe bıldırcın, keklik ve diğer yabani kuşların etinden koydu... (Yemek hazır olunca) Hazret-i Osman, Ali İbn Ebi Tâlib (radıyallahü anh)'e haber yolladı. Haberci Hazret-i Ali'nin yanına gelip daveti ona ulaştırdı. O da gelince, Hazret-i Ali'ye: "Ye!" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Ali, "Bize, helal olan bir azık, yiyecek yedirin; zira biz ihramlıyız" der. Sonra yine Hazret-i Ali (radıyallahü anh), içinizden Eşça Kabilesi'ne mensub kimse varsa Allah için söylesin; "Biliyor musunuz ki bir adam, Resûlullah ihramlı iken Resûlullah'a yabani eşek eti hediye etmiş fakat o bunu yemekten geri durmuştu" der. Bunun üzerine de orada bulunanlar, "Evet haklısın.." dediler.

b) "Avın eti, ihramlının kendisinin onu avlamamış olması ve kendisi için avlanmamış olması şartıyla, ihramlıya helâldir." Bu, Şâfiî (r.h)'nin görüşüdür. Onun bu husustaki delili Ebû Davud'un Sünen'inde Cabir (radıyallahü anh)'den rivayet ettiği şu hadistir: Cabir (radıyallahü anh) demiştir ki: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini duydum: "Onu siz avlamadıkça veya sizin için avlanmadıkça, kata avı(nın eti) size helâldir" Ebu Davûd. Mendsık, 41 (11/171).

c) "Eğer bir av onun yardımı ve göstermesi olmaksızın, ihramlı içinavlanırsa, bu avın eti ona helâldir." Bu Ebû Hanife (rh)'nin görüşüdür. Ebû Katade'den rivayet edildiğine göre o, ihramlı arkadaşları arasında ihramsız iken, bir yabanî eşek avlar. Bunun üzerine arkadaşları, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bunu sorunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Siz ona, bu avı gösterdiniz mi? ona avında yardım ettiniz mi?" dedi. Onlar, "Hayır" deyince, "o avın etinden daha birşey kaldı mı?" demiştir ve böylece, ihramlı işaret etmediği ve yardım etmediği zaman, o avın ihramlıya mubah olması gerektiğini veciz bir şekilde ifâde etmiştir.

Bil ki bu iki görüş, Kur'ân'ın umûmî hükmünün, haber-i vâhid ile tahsis edilmesine dayanıp ondan dallanır. Hele ikinci görüş son derece zayıftır.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Huzuruna varıp toplanacağınız Allah'dan İttikâ edin, korkun" buyurmuştur. Bundan maksad, "insan taata devam etsin, günahtan da kaçınsın" diye bir tehdid ifâde etmektir.

Kabe ve Onunla İlgili İbadetlerin İnsan Toplumunu Ayakta Tutması

97

"Allah Kabe'yi, o Beyt-i Haram'ı, o haram ayı, kurbanı ve (onların) boyunlarındaki gerdanlıkları, İnsanlar için kendisi ile ayakta durulan birşey yaptı. Bu da Allah'ın, göklerde ve yerde olan şeyleri bildiğini ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir".

Bil ki bu âyetin, daha önceki âyetlerle münasebeti şu şekildedir: Allahü teâlâ, önceki âyette, ihrama girmiş olan kimseye avlanmayı haram kılmıştı. Bundan dolayı Harem-i Şerîf bölgesinin, vahşî hayvanların ve kuşların emniyeti için bir vesile olduğu gibi, insanların âfetlerden ve korku verici şeylerden emin olmalarının; dünya ve âhirette, hayırlar ile mutlulukların meydana gelmesinin sebebi olduğunu beyân etmiştir. Bu ifâde hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Âmir (......) kelimesini elifsiz olarak (......) şeklinde okumuştur. Bu kıraatin mânası, onun insanların işlerini son derece mükemmel bir şekilde ıslah edici olduğunu ifâde etmektir. Bu, "Dimdik ayakta duran bir din... "(Enam, 161) âyetinde olduğu gibidir. Diğer kıraat imamları ise, bu kelimeyi elifli olarak okumuşlardır. Biz bu meseleyi, Nisa sûresinde uzunca anlatmıştık.

İkinci Mesele

(......) fiili hakkında iki görüş vardır:

1) Bu, "Beyan etti, hükmetti" mânasındadır.

2) Bu, "kıldı, oldurdu, ..haline getirdi" mânasındadır.

Birincisi, emretmek ve tarif edip anlatmak yoluyla olur.

İkincisi de ona saygı duyup, yaklaşmaları için, insanların kalblerinde, bunun sebeplerini yaratmakla olur.

Ka'be'nin Dildeki Manası

Kabe, yüksek olduğu için "Kabe" diye isimlendirilmiştir. Nitekim genç kızın, memesi tomurcuklanıp biraz büyüdüğü zaman o kıza, (......) ve (......) denilir. İnsanın topuğuna da, bacaktan dışarı taştığı için (......) diye isimlendirilir. İşte (......) ismi dünyada yücelip, şanı-şöhreti arttığı için, Kabe bu isimle isimlendirilmiştir. Bundan ötürü Araplar, işi büyüyen, şanı artan kimse için, "falancanın topuğu yükseldi" derler.

Ka'be'nin Toplumu Ayakta Tutması İzahı

Âyetteki "İnsanlar için, kendisi ile ayakta durulan birşey.." tabirine gelince, bunun aslı (......)'dur. Çünkü bu (kalktı) fiilindendir. Bu kelimenin mânası, kendisi sayesinde işlerin düzeldiği şeydir. Sonra müfessirler, "Kâbe"nin, insanlar için bir "kıyam" (işlerin düzelme sebebi) olması hususunda birkaç izah zikretmişlerdir:

1) Mekkeliler, bütün yıl boyunca ihtiyaç duyacakları şeyin satın alabilmeleri için, diğer beldelerin insanlarının kendilerine gelmelerine muhtaç idiler. Çünkü Mekke ne hayvancılık, ne de ziraat yapılabilecek, küçük bir belde idi. İnsanların ihtiyaç duydukları şeyler, orada pek az bulunurdu. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak, insanların kalbinde, Kabe'ye karşı bir saygı ve sevgi yaratmış, bundan dolayı diğer insanlar Kabe'yi ziyaret etme arzusunu duymuşlardır. Bu sebeple, ticaret için uzak ülkelerden, oraya seyahat etmişler, arzu duyulan ve istenilen herşeyi oraya getirmişlerdir. Binâenaleyh bu durum, çeşitli nimetlerin Mekkelilere akmasına bir vesile ve sebep olmuştur.

2) Araplar, birbirleri ile savaşıyor ve birbirlerine baskınlar yapıyorlardı, ancak Harem Bölgesinde bunu yapmıyorlardı. Çünkü Harem'de bulunanlar, hem canlan, hem de malları hususunda emniyette bulunuyorlardı. Hatta öyle ki bir kimse babasının veya oğlunun katili ile Harem Bölgesinde karşılaşsa, ona ilişmezdi. Hatta birisi en büyük suçu işleyip, Harem Bölgesine iltica etse, ona da ilişilmezdi. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Allah, "Çevrelerinde İnsanların zorla (yakalanıp) kapılmakta olmasına rağmen, (Mekke'yi) korkusuz (bir yer) yaptığımızı onlar görmediler mi?" (Ankebût, 67) buyurmuştur.

3) Mekkeliler, Kabe (Beytullah) sebebi ile, Allah'ın halkı, has dostları ve Kıyamete kadar bütün insanların efendileri olmuşlardır. Öyle ki herkes onlara yaklaşmak ister ve onlara saygı duyar.

Allahü teâlâ, Kabe'yi, dinî bakımdan da insanlar için bir "kıyam" kılmıştır. Çünkü orada büyük ibadetler ve şerefli taatlar yapılmaktadır. Hak teâlâ işte bu ibadetleri, günahların bağışlanması, manevî derecelerin artması ve şerefin çoğalması için bir sebep ve vesile kılmıştır.

Bil ki âyet-i kerîmenin bu mânaların hepsine birden hamledilmesi uzak bir ihtimal değildir. Çünkü hayatın kıvamı, ya menfaatların çokluğu ile olur, ki bu bizim zikrettiğimiz ilk izah şeklidir, ya zararları defetme ile olur ki bu da ikinci izahdır; yahut makam ve mevkiler elde etmekle olur, bu üçüncü izahdır; yahut da dinî faydalar elde etme ile olur ki, bu da dördüncü izah şeklidir. İşte Kabe, bu dört şeyin hepsinin de meydana gelmesi için bir sebep olup, hayatın kıvamının (ayakta kalabilmesinin) de ancak bu dört şeyle olduğu sabit olunca, Kabe'nin insanların ayakta kalabilmelerinin (hayatlarını sürdürebilmelerinin) bir sebebi olduğu sübût bulur.

Beşinci Mesele

Âyetteki "İnsanlar için, kendisi ile ayakta durulan " ifâdesindeki, "insanlar"dan maksad, bazı insanlardır ki, bunlar da Araplardır. Bu mecazî ifâde güzel ve yerinde olmuştur. Çünkü her belde halkı, "insanlar şunu yapıyorlar, şöyle şöyle ediyorlar" dedikleri zaman, bununla sadece kendi beldelerinin halkını kastederler. İşte bu sebepten ötürü Araplara, ifâde tarzlarına uygun olarak, bu şekilde hitap edilmiştir.

İnsan Hayatını Yükselten Şeair

Bil ki bu âyet-i Kerime, Allahü teâlâ'nın şu dört şeyi, insanların "kıvamı" ve "kıyamı" için bir sebep kıldığını göstermekledir:

a) Kabe ki, biz onun, insanların "kıyam"ı için sebep oluşunun mânasını anlatmıştık.

b)Haram Aylar: Bunların, insanların "kıyam"ının sebebi olmasının mânası şudur: Araplar diğer aylarda biribirlerini öldürüyorlar ve biribirlerine baskınlar düzenliyorlardı. Haram aylar girdiği zaman ise, korku ortamı kayboluyor ve rahatça yolculuk ve ticaret yapabiliyorlar, hem canları, hem de malları hususunda emin oluyorlardı. Böylece de, haram aylarda, bütün bir yıl boyunca kendilerine yetecek kadar erzak ve yiyecek tedârik ediyorlardı. Buna göre eğer, haram aylara hürmetleri olmasaydı, hepsi açlık ve kıtlıktan helak olur, ölürlerdi. İşte böylece haram aylar, onların dünyevî geçim ve hayatları için bir "kıyam" (ayakta durma ve devam etme) sebebi olmuş olur. Bu yine, haccın menasikini yerine getirebilme suretiyle, büyük bir ecir elde etmeye de vesiledir.

Bil ki Hak teâlâ bu âyette, "Haram Ay" ifâdesi ile, haram olan dört ayı kastetmiştir. Fakat bu haram ayları müfred lafız ile ifâde etmiştir. Çünkü burada, kelime cins isim olarak kullanılmıştır.

c) Kurban ki bu da insanların "kıyâm"ı için bir vesile olmuştur. Çünkü hedy (kurban), Kabe'ye hediye gönderilen, orada kesilen ve eti fakirlere dağıtılan şeydir. Böylece bu, onu kesip hediyye eden için bir ibadet, fakirlerin hayatının devam etmesine de bir vesile olmuştur.

d) (O kurbanların) boyunlarındaki gerdanlıklar (kurban olduğunu gösteren süsler): Bunların insanlar için bir "kıyam" olmasının izahı şöyledir: Haram aylarda Kabe'ye yönelen insana, hiç kimse ilişmezdi. Ama bir kimse beraberinde, bir kurban olduğu halde Kabe'ye yönelse, hem onu hem de kendisini Harem'in ağaçlarının kabuğu ve dalı ile süslese, kılâdelendirse, yine ona hiç kimse sataşmazdı.. Öyle ki Araplardan biri, boynuna bu emarelerden biri takılmış olan bir kurbana rastlasa, o kimse acından ölse dahi, o hayvana kesinlikle dokunmazdı.. Bu kurbanın sahibine de sataşılmaz, ilişilmezdi. Bütün bunlar Allah'ın onların kalbine, Beyt-i Haram'a karşı bir saygı ve sevgi hissini koymasından dolayı olmaktadır.. Binâenaleyh, Kabe'ye yönelmek ve ona yaklaşmak isteyen herkes, bütün afet ve korkulardan berî ve emin olmuş olur. Demek ki Cenâb-ı Hak, Kabe'yi, insanlar için bir kıyam yeri, hayatın devamı için bir vesile kılınca bundan sonra şu üç şeyi, yani haram ayı, kurbanı ve gerdanlıkları zikretmiştir. Çünkü bu üç şey, Beyt-i Haram'a nisbetleri sebebiyle, insanların maişetlerinin temin edilmesinin sebebi olmaktadırlar. Böylece bu, Kabe'nin ululuğuna, büyüklüğüne ve son derece şerefli, olduğuna bir delil olmuş olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu da, Allah'ın, göklerde ve yerde olan şeyleri bildiğini ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir" buyurmuştur.

Bu ifâdenin mânası şudur: Allahü teâlâ, ezelde, Arapların tabiatının gereğinin, öldürmeye ve baskınlar yapmaya ihtiras ve şiddetli tutku olduğunu; şayet, onlardaki bu hal devam ederse, ihtiyaç hissettikleri geçimlerini temin etmekten aciz olacaklarını ve bu durumun, onların tamamıyla yok olmasına, köklerinin kesilmesine sebep olacağını bildiği için, işte bu hususta çok güzel bir tedbir almıştır ki, bu da şudur: Allah onların kalblerine Kabe'ye ve orayla ilgili emirlere ve menâsike saygı duyma konusunda, çok güçlü bir duygu ve inanç yerleştirmiştir. Böylece de bu, Haram beldede ve haram ayda, emniyetin meydana gelmesine bir vesile olmuştur. Binâenaleyh, bu beldede ve bu ayda emniyet meydana gelince onlar, bu ayda ve bu yerde, kendisine ihtiyaç duydukları şeyleri elde edebilmişler ve geçimleri de böylece istikrar bularak yerine oturmuştur. Böyle bir tedbirin, ancak Allahü teâlâ'nın, ezelde bütün malûmatı, onların küllî olanını, cüzî olanını bitmesiyle mümkün olacağı malûmdur. Öyle ki Allah, şerrin, Arapların karakterlerine baskın çıktığını, bunun onların yok olmasına, nesillerinin tükenmesine sebebiyet vereceğini, bunu savuşturmanın da ancak şu latif yolla mümkün olacağını bilmiştir. Bu yol da, onların kalplerine, Kabe'ye karşı sevgi ve saygı hissini atmak, yerleştirmektir. Böylece bu, bazı yerlerde ve bazı zamanlarda emniyetin tahakkuk etmesine bir sebep oluvermiştir. Keza, onların maişet ve hayatları, bu yerde ve bu zamanda istikrarlı olup rayına oturmuştur.

İşte bu, kelâmcıların, Allahü teâlâ'nın âlim olduğu hususunda kendisine tutundukları delilin aynısıdır. Zira kelâmcılar şöyle demektedirler: Cenâb-ı Hakk'ın fiilleri, iyice muhkem, alabildiğine sağlam ve bütün varlıkların maslahat ve faydasına da elverişlidir. Böyle olan herkes ise, âlimdir. Bazı zamanlarda ve bazı yerlerde, emniyetin meydana gelmesine sebep olsun ve böylece de hayatlarını kazanıp sürdürebilsinler diye, Arapların kalplerine Kabe'ye karşı saygı hissini atmanın, son derece sağlam ve muhkem bir fiil olduğu malûmdur. Böylece bu husus, âlemin yaratıcısı olan Hak Subhânehu ve Teâlâ'nın, bütün malûmatın âlimi ve bilicisi olduğu hususunda kahir, ezici bir delil ve apaçık bir hüccet olmuş olur. İşte bu nedenle Cenab-ı Hak, "bilmeniz içindir..." demiştir. Yani, bu latîf tedbir "Hakkında tefekkür edip, böylece de bunun çok hoş bir tedbir, sağlam ve muhkem bir fiil olduğunu bilmeniz içindir." Böylece sizler, işte Allah'ın, göklerde ve yerde olan şeyleri bildiğini anlamış olursunuz. Sonra siz bunu anladığınız zaman, Allahü teâlâ (c.c)'nın ilminin, kadîm, ezelî ve vacibu'l-vücûd bir ilim olduğunu da anlamış olursunuz. Böyle olan bir ilmin ise, sadece bazı şeylere mahsus olması imkânsız olur. Bu sebeple de, O'nun ilminin bütün malûmata taalluk etmesi gerekir. İlim böyle olunca da, Allahü Teâlâ bütün malûmatın alimi olmuş olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu..." buyurmuştur. Öyleyse bu durumda, bu tertip ne kadar güzeldir! Hamdolsun Allah'a ki, bizi hidâyetiyle buna iletti. Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi, kendiliğimizden bunun yolunu bulamazdık.

98

"Allah'ın azabının çok şiddetli (bununla beraber) Onun, hakikaten çok bağışlayıcı ve merhamet edici olduğunu biliniz".

Allahü Teâlâ, kullarına olan çeşitli rahmetlerinden bahsedince, bundan sonra kendisinin, "cezası çok çetin olan" birisi olduğunu belirtmiştir. Çünkü insan, ancak ümidle ve korkuyla tamam olabilir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Mü'minin korkusuyla ümidi tartılacak olsa, mutlaka bunlar denk olurlar" Keşfu'l-Hafâ, 11/166. buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, böyle olduğunu belirtmesinin hemen peşinden rahmetine delâlet eden şeyi getirmiştir ki, bu da O'nun "Gafur ve Rahîm" olmasıdır. Bunun böyle olması da, rahmet tarafının daha galip geldiğine delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, biraz önce, çeşitli rahmet ve kereminden bahsetmiş, bunun peşinden azabının çetin olduğunu belirtmiş, bunun akabinden de rahmet ile ilgili vasıflardan ikisini zikretmiştir ki, bu da O'nun Gafur ve Rahîm olmasıdır. Bu da, şu önemli inceliğe dikkat çekmek içindir: İlk yaratma ve îcad, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinden dolayıdır.. Görünen odur ki akibet, sonuç da yine O'nun rahmetine göre olacaktır.

99

"Peygamberin üzerinde tebliğden başka (hiçbir vazife) yoktur. Allah, neyi açıklar ve neyi gizlerseniz bilir".

Bil ki, Cenâb-ı Hak "Allah, cezası pek çetin olandır... ve Allah, Gafur ve Rahim'dir" (Mâide, 98) ifadesiyle korkutma ve sevindirmeyi önce zikredince, bunun peşinden de, "Peygamberin üzerinde tebliğden başka (hiçbir vazife) yoktur" ifâdesini getirmiştir. Yani, "O, tebliğ ile mükelleftir; tebliği yerine getirdi mi mesuliyetten kurtulur ve gerisi size kalmış olur. Ben, sizin açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de biliyorum. Eğer muhalefet ederseniz, biliniz ki, Allah'ın cezası şiddetlidir; ama itaat ederseniz, yine şunu da biliniz ki, Allah Gafur ve Rahîm'dir.

Maddî ve Manevî Pislik Hakkında

100

"De ki: "Murdarla -temiz murdarın çokluğu hoşunuza gitse de- bir olmaz..Onun için ey selim akıl sahipleri, Allah'dan korkun. Olur ki kurtuluşa erersiniz".

Bil ki Allahü teâlâ, "Allah'ın azabının çok şiddetli (bununla beraber). Onun hakîkaten çok bağışlayıcı ve merhamet edici olduğunu bitiniz" (Mâide. 98) sözü ile, günahdan alıkoyup taata teşvik edince, bunun peşisıra, "Peygamberin üzerinde tebliğden başka (hiçbir vazife) yoktur" (Maide. 99) buyurmuş, daha sonra da taata teşvik ve günahdan uzaklaştırma için, "Allah, neyi açıklar ve neyi gizlerseniz bilir" (Maide 99) buyurmuştur. Müteakiben de, bir başka çeşid taata teşvik ve günahdan uzaklaştırma getirmiş ve "De ki: "Murdar (pis) ile temiz bir olmaz" buyurmuştur. Bu böyledir. Çünkü pis veya temiz olan şey iki çeşittir:

1) Maddî olan... Bu, herkesin görebildiği ve belli olan çeşittir.

2) Manevî olan... Manevî pisliklerin en habîsı, cahillik ve günah; manevî temizlerin en temizi de, Allah'ı bilmek (marifetullah) ve O'na itaattir. Çünkü kendisine necaset (pislik) bulaşmış olan cisim, fıtrat-ı selime sahibi insanlara göre "pis" olur. Aynı şekilde "Allah'ı bilmeme" ve "Allah'a taattan yûz çevirme" sıfattan alan ruhlar da, kâmil ruhlara göre "pis"tir. Ama Allah'ı bilen ve Allah'ın hizmetine ibâdetine devam eden ruhlar, ilâhî marifet nurları ile aydınlanırlar ve temiz mukaddes ruhlara yakınlık ile neşelenirler.

Aynı şekilde cisimler alemindeki pis ile temiz de bir değildir. Yine aynı şekilde ruhani (manevi) âlemdeki pisler ile temizler de aynı değildir. Hatta bu ikisinin birbirinden ayrı oluşu ruhanî âlemde daha şiddetlidir. Çünkü maddeten pis olanın pisliğinin zararı, az ve önemsizdir. Yine maddeten temiz olanın temizliğinin faydası da sınırlıdır. Fakat manen pis olanın pisliğinin zararı, son derece büyük ve ebedîdir. Yine manen temiz olanın temizliğinin faydası, büyük ve ebedîdir ki bu da, âlemlerin Rabbi Allah'a yaklaşıp, mukarreb meleklerin zümresine katılmak; peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle arkadaş olmaktır. Böylece bu âyet, taata teşvik ve günahdan uzaklaştırmanın en kuvvetli ifâdelerinden birisi olur.

Sonra Cenâb-ı Allah, "Murdarın (pis olanın) çokluğu hoşunuza gitse de..." buyurmuştur. Yani, "Rûhânî (manevi) âlemde pis olan şey, maddî âlemde bazan temiz, kıymetli ve lezzetli görünebilir. Fakat onun kıymetli görünmesi, lezzetli olması ve elde edilmesi, Yüce Allah'ın "Baki olan iyi ameller, Rabbinin nezdinde sevapça daha hayırlıdır" (Meryem, 77) buyruğu ile işaret ettiği ebedî, devamlı ve bakî saadetlerden mahrum olmaya sebep olur. Durum böyle olunca, pis olanın çok olması, fazlalığı seni hayrete düşürse bile, marifet, muhabbet, taat, ruhanî mutluluk ve rabbânî kerametlerle (ikramlarla) sevinmek demek olan tayyibâta (temiz-güzel şeylere) denk olması imkânsızdır.

Cenâb-ı Allah taata teşvik eden ve günahdan sakındıran birçok şey söyleyince, peşisıra bunları te'kîd eden bir hususu ekleyerek "Onun için, ey selim akıl sahipleri, Allah'dan korkun, olur ki kurtuluşa erersiniz" buyurmuştur. Bu, "Bunca açık seçik izahlardan, kuvvetli tariflerden sonra, artık Allah'dan korkun, O'na muhalefet etmeye yeltenmeyin. Böylece, hiç şüphesiz dünyevî ve dini gayelerinizi elde edersiniz" demektir.

Allah'ın Meakût Bıraktığı İşleri Kurcalamayın

101

"Ey iman edenler, eğer size açıklanırsa ve siz onları Kur'ân nazil olurken sorup da hükmü kendinize açıklandığında fenanıza gidecek şeyleri sormayın. Allah o şeyleri atfetmiştir. Allah gafur ve halimdir".

Allah, "Ey İman edenler, eğer size açıklanırsa... fenanıza gidecek şeyleri sormayın" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu âyetin, daha önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Allahü teâlâ, "Peygamberin üzerinde tebliğden başka (hiçbir vazife) yoktur" buyurunca sanki şöyle demiştir: "Resulün size tebliğ ettiği şeyi alınız ve O'na uyunuz. Resulün size tebliğ etmediği şeye gelince, o hususları sormayın ve o tarafa girmeyin. Çünkü eğer mükellef tutulmadığınız bir şeye dalar ve sorarsanız, bu yersiz davranışınız yüzünden, çoğu kez size ağır ve güç gelecek olan şeyler (hükümler) ile mükellef tutulursunuz."

b) Yüce Allah "Peygamberin üzerinde tebliğden başka (hiçbir vazife) yoktur" buyurmuştur ki bu tebliğden murad, O'nun peygamber olduğunu söylemesidir. Şüphesiz ki kâfirler işi sarpa sardırmak maksadıyla, birtakım mucizelerin zuhur etmesinden sonra, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den daha başka mucizeler göstermesini istiyorlardı. Nitekim Allahü teâlâ bu hususu, "Onlar dediler ki: "Biz sana, bizim için şu yerden bir pınar akıtmadıkça, yahut hurmalıklardan, üzümlüklerden bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça... sana İnanmayız.." De ki: "Fe sübhanellah!. Ben, Allah'ın resulü bir İnsandan başkası mıyım ki" (Isrâ, 90-93) diye anlatmıştır. Buna göre mâna, "Ben, risâleti, ilâhî kanun ve hükümleri size ulaştırmakla emrolunmuş bir peygamberim. Allahü teâlâ, peygamberliğimin doğruluğunu gösteren pek çok mucize ortaya koyarak, deliller ikâme etmiştir. Artık bundan sonra fazlasını istemek, artık tehakküm babından olup hükümde haddini bilmemek olur. Bu da benim gücüm dâhilinde değildir. Olur ki onları izhar etmek sizin canınızı sıkar. Meselâ keyfi olarak istedikleri o mucizeler izhar edilseydi, bundan böyle Resule muhalefet eden herkes dünyada hemen peşin cezayı hakederdi. Sonra mü'minler de, kâfirlerin Resûlullah'dan öyle birtakım şeyler istediklerini işitince, belki de kalplerinden "keşke bunlar gösterilse" diye bir meyil duyarlardı. Onlar bu âyetten, bunu arzu etmenin uygun olmadığını anladılar. Zira çoğu kez bu tür mucizelerin zuhur etmesi, onları üzen bir duruma yol açabilirdi.

c) Bu âyet, Hak teâlâ'nın "Allah neyi açıklar, neyi gizlerseniz bilir" (Maide, 99) âyetine bağlıdır. Buna göre mâna, "işleri oldukları hal üzere (zahirine göre) bırakınız ve onların gizli, açıklanmamış hallerini soruşturmayınız. Zira şayet o hususlar size açıklanırsa sizi üzer” şeklindedir.

Eşyâ Kelimesi Hakkında

(......) kelimesi, (......) kelimesinin çoğuludur. Ve bu kelime gayr-i munsanftır. Nahivcilerin, bu kelimenin gayr-i munsarıf oluşu hususunda şu tür izahları vardır:

a) Halîl ve Sibeveyh şöyle demişlerdir: (......) kelimesinin çoğulu aslında vezninde olmak üzere, (......)'dür. Nahivciler, kelimenin sonunda iki hemzenin bir araya gelmesini ağır görmüşler. Böylece kelimenin lâm-u fiili olan herşeyi kelimenin başına nakletmişler, böylece de vezin, şeklinde olmuştur. Bu da, şu üç sebepten dolayı kelimenin gayr-i munsarif olmasını gerektirir. Bunlardan birisi, kitaplarda zikredilen husustur. İkisi ise, benim hatırıma gelen şeylerdir.

Birincisi ki bu, kitaplarda zikredilen husustur. Buna göre kelime, aslında, tıpkı hamra (kırmızı) lafzı gibi fa'lâ vezninde olunca, hiç şüphesiz hamra lafzı munsarıf kılınmadığı gibi eşya kelimesi de munsarıf kılınmaz.

Kelime, aslında (......) şeklinde olup, sonra da şekline dönüşünce, bu tıpkı "udûl" eden kelimelere benzemiş olur. Meselâ, (......) kelimesinin (......) kelimesinin de (......) kelimesinden udûl etmesi, dönüşmesi gibi.. Udüllük de, gayr-i münsariflik sebeplerinden birisidir.

Biz, bu kelimenin son harfini oradan koparıp, onun baş tarafına getirdik. Böylece kelime, son harfinin koparılmış olması bakımından kelimenin yarısı gibi olmuş olur. Halbuki, kelimenin yarısı ise, i'râb kabul etmez. Kendisinden kopardığımız bu harfi ondan tamamıyle hazfetmeyip aksine kelimenin başına getirmiş olmamız bakımından da, kelime âdeta tamamıyla eksiksiz olarak kalmış oldu.. İşte bu sebepten dolayı, pek yerinde olarak, biz bu kelimeyi, işte bu haline dikkat çekmek için, bütün yönleri bakımından değil, bazı yönlerden i'râb almaktan men ettik. İşte, bu makamda benim hatırıma gelen bu (son iki açıklama)dır.

İkincisi: Ahfeş ve Ferra'nın zikretmiş olduğu şu husustur: Eşya kelimesinin vezni tıpkı (dostlar)ve seçkin zevat) kelimeleri gibi, veznidir. Daha sonra onlar yâ harfi ile iki hemzenin bir araya gelmesini ağır bulmuşlar, böylece hemzeyi kelimenin başına almışlardır. (......) kelimesi aslında, vezninde, şeklinde olup, bu vezin de gayr-i munsarif vezinlerinden olunca, işte bu sebeple de eşya kelimesi de gayr-i munsarıf olmuştur.

Üçüncüsü: Kisaî'nin zikretmiş olduğu husustur: Eşya kelimesi, veznindedir. Ancak ne var ki Araplar, bu vezni gayr-i munsarif kabul etmişlerdir. Çünkü bu vezin zahiren hamrâ (kırmızı) ve safra (sarı) kelimelerine benzemektedir. Zeccac, Kisâî'yi (aynı vezinde olmasına rağmen) esma (isimler) ve ebnâ (oğullar) kelimelerini gayr-i munsarif kabul etmemekle ilzam etmiştir. Bana göre Zeccac'ın bu sorusu, pek mühim değildir. Çünkü Kisâi şöyle diyebilir: Kaide, ebnâ ve esma kelimelerinin böyle olmasını (gayr-i munsarif) gerektirmiştir. Ancak ne var ki, âyetin nassından dolayı, bu kaide ile amel edilmemiştir. Çünkü nass, kıyastan daha kuvvetlidir. Halbuki eşya kelimesinin (munsarif olduğu) hususunda herhangi bir nass yoktur. Binâenaleyh, bu hususta kıyâsa göre hareket edilmesi gerekir. Muhakkak nahiv âlimleri, nahvî kaide ve kuralların, aynilik ve süreklilik arzetmedikleri hususunda ittifak etmişlerdir. Baksana, biz, "kelimenin fail olması (fâiliyyet) merfû olmayı icap ettirir" dediğimizde, bizim, bütün her yerde, meselâ: "onlar bana geldiler" "Beni falanca dövdü" gibi cümlelerimizde, ref'in bulunduğuna hükmetmemiz gerekirdi. Aksine biz diyoruz ki, kaide budur ve bununla amel edilir, meğer ki buna aykırı bir nass bulunsun (o takdirde kıyasın hükmü katmaz). İşte Zeccâc'ın Kisâi aleyhinde ileri sürdüğüne böylece karşı konulur.

Üçüncü Mesele

Enes şunu rivayet etmiştir: Ashap, Hazret-i Peygamber'e soru sordular ve soruyu da iyice çoğalttılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber minbere çıktı ve: "Bana sorunuz. Allah'a yemin ederim ki şurada olduğum müddetçe, bana soracağınız her şey hakkında size konuşacağım" dedi. Bunun üzerine Abdullah İbn Hüzâfe es-Sehmî ayağa kalkarak, -ki bu kimse nesebsiz olarak ta'n ediliyordu-, "Ey Allah'ın nebîsi, babam kimdir?" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, "Baban, Hüzâfe İbn Kays'dır" dedi. Müslim, Fezail, 136 (4/1832-1833). Yine Sürâka İbn Mâlik, bir rivayete göre de Ukâşe İbn Mihsan, "Ey Allah'ın Resulü, hacc her yıl mı bize farzdır?" dedi. Hazret-i Peygamber cevap vermek istemedi. Ta ki, bu sorusunu iki veya üç kere tekrar edince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Sana yazıklar olsun! "Evet" demem hususunda seni emin kılan nedir?Allah'a yemin ederim ki şayet "evet" demiş olsaydım, hacc her sene farz olurdu. Şayet farz olsaydı terkederdiniz. Şayet terketseydiniz, kâfir olurdunuz. Sizi terkettiğim sürece beni terkedin (size bir şey sormadığım sürece bana bir şey sormayın). Sizden öncekiler, ancak ve ancak çok soru sormaları sebebiyle helak oldular. Size bir şeyi emrettiğim zaman, gücünüz yettiğince onu yapınız. Sizi bir şeyden nehyetriğim zaman da, ondan kaçınınız... " Nesâi, Hacc, 1 (5/110) (Kısmen). buyurmuştur. Bir başkası ayağa kalkarak, "Babam nerede?" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber de, "Cehennemde..." cevabını verdi.. Hazret-i Peygamberin kızgınlığı artınca, Hazret-i Ömer ayağa kalktı: "Allah'ı Rab; İslâm'ı din; Muhammed'i de nebî olarak kabul ettik.." dedi. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyeti indirdi.

Bil ki, bazı meseleleri sormak, çoğu kez, ortaya çıkması hoş olmayan gizli birtakım hallerin zuhur etmesi neticesine götürür. Ve çoğu kez buna da, zor ve güç mükellefiyetler terettüp eder. Binâenaleyh, akıllı olana yakışan, kendisine bir mükellefiyet düşmeyen hususlarda susmasıdır.. Baksana, babasını soran kimse, Hazret-i Peygamber'in. kendisini babasından daha başka birinin nesebine ilhak etmek suretiyle rüsvay etmeyeceğini nasıl garanti edebilirdi?.. Hacc hakkında soru soran kimse de nerdeyse, Hazret-i Peygamber'in haklarında "Müslümanlardan, müslümanlara karşı en büyük suçu işleyen, bir helâlin haram olmasına sebep olan kimsedir" Müslim, Fezâil. 133 (4/1831). dediği kimselerden olacaktı. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, (bu kişinin sorusundan dolayı), haccın her sene için farz olduğunu söylemesinden emin olunamazdı.

Ubeyd İbn Umeyr de şöyle der: "Allah helâl kıldı, haram kıldı.. Binâenaleyh, Allah'ın helâl kıldığını helâl sayınız; haram kıldığından da kaçınınız. Allah bu arada birtakım şeyleri meskût bıraktı ki, onları ne helâl ne de haram kılmıştır.. İşte bu, Allah tarafından bir afdır." Daha sonra da bu âyeti okudu.

Ebû Sa'lebe el-Huşenî de: "Allah birtakım farzları farz kıldı. Binâenaleyh, onları zayi etmeyiniz. O, birtakım şeyleri yasakladı; binâenaleyh, o şeylere saygısızlık edip hududu, sınırı aşmayınız.. Ve birtakım kanunlar koydu, sakın siz onları ihlâl etmeyiniz. Unutmaksızın, birtakım şeyleri de bağışladı; binâenaleyh, o şeyleri kurcalamayınız.." demiştir.

Sorulup Sorulmayacak Meseleler

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ve siz onları Kuran nazil olurken sorup da hükmü kendinize açıklandığında..." buyurmuştur. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

a) Allahü teâlâ âyetin ilk kısmıyla, onların suâl ettiği o şeylerin, kendilerine açıklanması halinde onları üzeceğini; bu ifadesiyle de, şayet onlar onları sorarlarsa, bunların onlara açıklanacağını beyan buyurmuştur. Binâenaleyh, sözün neticesi şu olur: Eğer onlar bunlardan suâl ederlerse, bunlar onlara açıklanır. Eğer onlara açıklanırsa, bunlar onları üzer... Demek ki, bu iki mukaddimenin toplamından şu ortaya çıkar: Şayet onlar, o meseleleri soracak olurlarsa, onlara, onları mesrur edecek şey değil, üzecek şeyler ortaya çıkar...

b) İki şekilde soru vardır:

1) Ne kitapta, ne de sünnette hiçbir şekilde bahsi geçmeyen şeylerden suâl etmektir ki, böyle bir soru, "Ey iman edenler, size açıklanırsa ... fenanıza gidecek şeyleri sormayın" buyruğuyla nehyedilmiştir.

2) Kur'ân'ın getirdiği bir şey hakkında soru sormak.. Ancak ne var ki dinleyen kimse, bu şeyi gerektiği gibi anlayamamıştır. İşte bu durumda soru sormak vaciptir. Ki, bu da, "ve siz onları Kur'ân nazil olurken sorarsanız onlar size açıklanır" buyruğundan maksad budur. Bu kısmın zikredilmesinin faydası şudur: Cenâb-ı Hak ilk ifâdede soru sormayı yasaklayınca, işte bu yasaklama hususu, her türlü soru sormanın yasak olduğu zannını uyandırmıştır. Böylece Allah, bu kısmı öbüründen ayırmak için, bu ikinci ifâdeyi zikretmiştir.

İmdi şayet: (......) buyruğundaki zamiri, (......) buyruğundaki eşya kelimesine râcidir. Binâenaleyh, âyette bahsedilen bizzat o "şeyler" hakkında soru sormanın hem caiz, hem de yasak olması nasıl düşünülebilir?" denilirse, biz deriz ki:

Buna şu iki şekilde cevap verilebilir:

a) Soru sormanın yasak olmasının, Kur'ân nazil olmazdan önce olması; soru sormanın emredilmiş olması ise, o şeyler hakkında Kur'ân-ı Kerim'in nazil olmasından sonra olmuş olması caizdir.

b) Bu iki şey, her ne kadar farklı iki nevi ise de, bunlardan her birinin suale konu teşkıl etmesi itibariyle aynı şey sayılırlar. İşte bu sebepten ötürü, bunlar hakikatte teldi iki şey iseler de, zamirin her ikisini içine alacak şekilde getirilmesi güzel ve yerinde olmuştur.

c) "...şeyleri sormayın" buyruğu, onların o şeyleri sorduklarını göstermektedir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "ve siz onlan sorduğunuzda.." ifâdesi, "Eğer sizler, Kur'ân nazil olurken o sorulan sorarsanız, o soruların sorulmasının caiz olup olmaması hususu, size açıklanır..." anlamına gelir. Sonuç olarak, bu âyetten kastedilen, ilk önce soru sormanın vacip oluşu ile, şunu... şunu sormanın caiz olup olmadığı hususudur.

Daha sonra Allah, "Allah o şeyleri atfetmiştir.." buyurmuştur, iki izah şekli vardır:

a) "Allah, sizin daha evvet soru sormanızı ve bu sorunuz sebebiyle Hazret-i Peygamber'i kızdırmanızı affetti... Binâenaleyh, aynı şeylere bir daha dönmeyiniz..."

b) Allahü teâlâ, "Onların kendisinden sordukları o şeylerin onlara açıklanması hâlinde, onları üzeceğinden bahsetmiş, bunun peşinden de, "Allah o şeyleri atfetmişti" buyurmuştur. Yani, "Allah, o sorular esnasında, sizi üzecek ve size teklif edilmesi halinde zor ve güç gelecek şeyleri affetti..." demektir.

c) Ayette bir takdim ve tehir bulunup, bunun takdiri, "Allah'ın bağışladığı ve size açıklanması halinde sizi üzecek şeyleri sormayın" şeklindedir. Bu görüş zayıftır. Çünkü, nazm değiştirilmeksizin mâna doğru olursa, takdim ve tehire gidilmesi caiz olmaz. Bu görüşe göre buyruğunun mânası, "onları tuttu, zikretmekten vazgeçti ve bu hususta herhangi bir şekilde mükellef tutmadı..." demektir. Bu tıpkı, Hazret-i Peygamber'in "Sizi atların ve kölelerin zekâtından muaf tuttum " İbn Mâce, Zekât. 4 (1/570). yani, "o zekâtı kaldırmak suretiyle, sizin yükünüzü hafiflettim" buyurması gibidir.

Daha sonra Allah, "Allah Gafur ve Halîm 'dir" buyurmuştur. Bu âyet, Hak teâlâ'nın, "Allah o şeyleri atfetmiştir" buyruğundan muradın, bizim bu âyetin tefsirinde birinci şıkta zikrettiğimiz mâna olduğuna delâlet etmektedir.

Yersiz İsteklerde Bulunanların Pişmanlığı

Daha sonra Cenâb-ı Hak,

102

"Sizden evvel de bir kavim onları sordu da, sonra o yüzden kâfirler oldular".

buyurmuştur. Müfessirler şöyle demişlerdir:

a) Bunlar, Salih Peygamberin kavmidir ki, mucize olarak kendilerine bir devenin verilmesini istemişler, sonra da deveyi boğazlamışlardı.

b) Bunlar Musa'nın kavmidir ki, onlar "Bize, Allah'ı ayan beyân göster" demişlerdi. Böylece de bu, onların üzerinde bir vebal olmuştu.

c) Bunlar peygamberine, 'Bize bir hükümdar gönder de, Allah yolunda savaşalım.." (Bakara, 246) diyen İsrailoğulları'dır. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da şöyle buyurmuştur: "Fakat, ne zaman ki onlara savaş yazıldı içlerinden birazı müstesna olmak üzere yüz çevirdiler" (Bakara. 246) ve, 'Biz hükümdarlığa ondan daha lâyık iken... nasıl olur da bizim başımızda hükümdarlık onun olabilir?" (Bakara, 247) demişlerdi. Böylece, İsrailoğulları da önce bunu istemiş, sonra da onu inkâr etmişlerdi.

d) Bunlar, Hazret-i İsa'nın kavmidir ki, O'ndan bir sofra getirmesini istemişler, sonra da sofrayı inkâr etmişlerdi. Böylece Allah, sanki: "İşte bunlar, istediler.. İstedikleri kendilerine verilince de bu, onları üzdü. Binâenaleyh, siz de birtakım şeyleri isteyip durmayınız. Belki de size, istediğiniz verilecek olsa, o sizi üzer" demek istemiştir.

İmdi şayet, "Allahü teâlâ önceki âyette, "..şeyleri sormayın" buyurmuş; bu âyette ise, "... bir kavim onları sordu" demiştir. Halbuki evlâ olan, demesiydi.. Öyleyse bunun sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Buna şu iki şekilde cevap verilebilir:

Birinci şekil: "Bir şeyden sormak", o şeyin hallerinden bir halini, sıfatlarından bir sıfatını sormaktan ibarettir. "Bir şeyi sormak..." ise, o şeyin bizzat kendisini istemekten ibarettir. Nitekim "ondan bir dirhem istedim"; yine "ona dirhemden sordum" yani, "Dirhemin vasfından ve niteliğinden suâl ettim" denilir. Öncekiler Allah'dan, kaya parçasından deveyi çıkarmasını; gökten sofra indirmesini istemişlerdi. Bu sebeple onlar, bir şeyin kendisini istemişler demektir. Halbuki Hazret-i Muhammed'in ashabı, bunu istememişler, onlar ancak ve ancak eşyanın hallerini ve sıfatlarını sormuşlardı. Binâenaleyh, çeşit olarak bu iki soru farklı olunca, ifâde de, ister istemez farklı olmuştur. Ancak ne var ki her iki kısım da, tek bir vasıfta müştereklik arzediyorlar ki bu da, fuzûlî şeylere dalmak, gerek duyulmayan şeylere girmektir. Halbuki böyle şeylerde fesada düşme tehlikesi bulunmaktadır. Kendisine ihtiyaç duyulmayan ve kendisinde mefsedet tehlikesi bulunan şeylerden insanın kaçınması gerekir. Böylece Cenâb-ı Hak bu şeylerden suâl etme hususunda, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavminin, her birisinin gereksiz olma, kendisine girmede herhangi bir fayda bulunmaması hususunda, o suâlleri soran öncekilere benzemiş olduklarını beyân buyurmuştur.

İkinci şekil: sözündeki zamiri, cümlesindeki zamirinin râci olduğu eşya' kelimesine râci değildir. Aksine bu, "Onların o şeyleri sormalarına râcidir. Buna göre kelâmın takdiri, "Sizin zikretmiş olduğunuz o fasit suâlleri, sizden önceki bir kavim de sormuştu... Onların bu istekleri yerine getirilince de, onlar nankörlük etmiş bunu inkâr etmişlerdi" şeklindedir.

Allah'a İftira Edip Haram Kılmadığını Haram Edenler

103

"Allah ne "bahire"den, ne "sâibe"den, ne "vasile"den, ne de "hâm"dan, hiç birini (meşru) tutmamıştır. Fakat o küfredenler, Allah'a karşı yalan düzerler. Onların çoğunun akılları ermez".

Allahü teâlâ "Allah ne "bahîre"den ne "sâlbe'den, ne "vasîle'den, ne de "hâm"dan, hiçbirini (meşru) kılmamıştır" buyurmuştur. Bu âyet ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki Cenâb-ı Hak, insanları, mükellef tutulmadıkları şeyleri araştırmaktan menedince, iltizâm etme mecburiyetinde olmadıkları şeyleri, kendilerine lüzumlu görmekten onları menetmiştir. Kâfirler, yararlanmaya fazlasıyla muhtaç oldukları hayvanlardan istifade etmeyi kendilerine haram kılınca, Cenâb-ı Hak, bunun yanlış ve bâtıl olduğunu belirtmek üzere: "Allah ne "bâhîre'den, ne "sâibe'den, ne "vasile"den, ne de "hâm"dan, hiçbirini (meşru) kılmamıştır" buyurmuştur.

İkinci Mesele

Bil ki Arapça'da, (yaptı, işledi); (başladı); (kıldı, yaptı); (inşa etti, yaptı) ve (yöneldi, yapmaya yöneldi) fiilleri kullanılır. Bu fiillerin bir kısmı, diğerlerinden daha âmm (umûmî mânada)dırlar. Bunların en umûmî olanı (......) fiilidir. Çünkü bu fiil, hem uzuvların işlerini, hem de kalbin (aklın) işlerini ifâde için kullanılır. Bunun, uzuvların işlerini ifâde etmek için kullanılması hususu açıktır. Kalplerin fiillerini ifâde etmek için kullanılmasına gelince bunun delili: "(Allah'a) şirk koşanlar dediler ki: "Eğer Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız, kendisinden başkahiçbirşeye tapmazdık... " Onlardan öncekiler de böyle yaptı (Nahl, 35) âyetidir. fiiline gelince, bu, (......) fiilinden daha husûsidir. Çünkü bu fiil sadece uzuvların fiillerini ifâde etmede kullanılır; düşünme, azmetme, niyetlenme mânalarında kullanılmaz. Bunun delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Mü'minin niyeti, amelinden daha hayırlıdır" El-Mekasıdu'i-Hasene. S.450 (İsnadı zaîf olmakla birlikte, farklı tariklerle kuvvetlendirdiği bildirilir). hadîs-i şerifidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), burada niyetin amelden daha hayırlı olduğunu bildirmiştir. Eğer niyet, "bir amel" olmuş olsaydı, niyyetin yine niyyetten daha hayırlı olmuş olması gerekirdi.

fiiline gelince, bunun birkaç mânası vardır:

a) "Hükmetmek..." "Onlar, Rahmanın kulları olan melekleri dişiler kıldılar (yani böyle hükmettiler)" (Zuhruf, 19) âyetindeki (......) bu manadadır.

b) "Yaratmak" "(o Allah), zulmetleri ve nuru kıldı, yani yarattı" (Enam, 1) âyetinde olduğu gibi...

c) "Kılmak, ...haline getirmek" mânası... "Gerçekten biz onu, anlayasınız diye Arapça bir Kur'ân yaptık" (zuhruf, 3) âyetinde olduğu gibi...

Bunu iyice anladığın zaman deriz ki, âyetteki sözü, "Allah buna hükmetmedi, bunu meşru kılmadı ve bunu emretmedi" demektir.

Bahire

Allahü teâlâ burada dört şeyden bahsetmiştir: Bunlardan birincisi, "bahîre"dir. Bu, yarmak, dilmek mânasına gelen masdarından, "fa'îletün" vezninde bir kelimedir.

Nitekim birisi devesinin kulağını kesip dildiğinde, denilir. Fa'île vezninde olan bu kelime ism-i mefûl (dilinmiş) mânasındadır. Ebû Ubevde ve Zeccâc şöyle demişlerdir: "Deve beş batın (kere) yavrulayıp, en sonuncu yavrusu erkek olunca, o devenin kulağını dilerler, ona binmeyi ve onu kesmeyi kendilerine yasaklarlar ve onu putları için salıp âzâd ederlerdi. Bundan dolayı onun tüyleri kırkılmaz, sırtına binilmez, su içmesine mâni olunmaz, mer'âdan kovulmaz, kendisinden istifâde edilemez, yürüyemeyecek kadar âciz bir insan bile ona rastlasa, haram saydığı için ona binmez."

İkincisi "sâibe"dir. Bu, yeryüzünde akıp, giden mânasına gelen fiilinin ism-i failidir. Nitekim, (su aktı) ve "Yılan aktı (hızla gitti)" denilir. O halde "sâibe", istediği yere gidip dolaşsın diye salıverilen (hayvan) demektir. Bu kelime de, "salıverilmiş" mânasında ism-i mefûl karşılığında kullanılmıştır. Bu tıpkı, (Kari'a, 7) âyetindeki "râdiye" kelimesinin, "razı olunmuş" mânasında, ism-i mef'ul karşılığı kullanılması gibidir. Alimler "sâibe"nin ne olduğu hususunda, birkaç izah yapmışlardır:

1) Ebû Ubeyde der ki: "Bu, şudur: Bir kimse hastalansa veya yolculuktan dönse veya nezretse veyahut da bir nimete şükretmek istese, bunun için bir deve salıverirdi. Böylece bu da, câhiliyye Araplarının "bahire" hayvanı için kabul ettikleri her hususta, aynen bahîre gibi olurdu."

2) Ferrâ şöyle demiştir: "Deve, on batın doğursa ve doğurdukları hep dişi olsa, sahibi onu salıverirdi. Bu deveye binilmez, sütü sağılmaz, tüyü kırkılmazdı, çocuklar ve yolculardan başkası onun sütünü içmezdi."

3) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Sâibe, Putlar adına âzâd edilip salıverilen hayvan demektir. Adam, malından istediği kadar hayvanı âzâd eder ve onları putların hizmetçilerine getirirdi. O hizmetçiler de, bu hayvanların sütünü yolculara içirirlerdi."

4) "Sâibe, üzerinde bir velâ (mülkiyet), bir diyet ve bir miras olmamak üzere salıverilen köle demektir."

Vasile

Üçüncüsü vasîte'dir: Müfessirler şöyle derler: "Koyun, dişi doğurursa, bu sahibinin olurdu. Eğer erkek doğurur ise, doğan bu yavru da putlarının olurdu. Eğer erkek ve dişi karışık doğurur ise, "onlar, "Bu kardeşine ulaştı" derler ve erkek yavruyu, putlarına kurban etmezlerdi. Buna göre "vasile", başkasına ulaştırılmış ve bitiştirilmiş mânasında, "mevsûle" karşılığıdır. Bu kelimenin, o yavru, kardeşine bitiştiği için ism-i fail mânasına olması da caizdir.

Ham

Dördüncüsü, "hâm"dır. Bir insan, bir başkasını himaye ettiğinde, denilir. Bunun da ne mânada olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

1) Tohumluk (damızlık) deve, yavrusunun yavrusuna döllemek için atladığında, "sırtını binilmekten himaye edip korudu" mânasında, denilir. Dolayısıyla bundan sonra artık ölünceye kadar ona binilmez, onunla yük taşınmaz ve sudan, mer'âdan men edilmezdi. Ölünce de etini hem erkekler, hem kadınlar yerlerdi.

2) "Deve, on batın doğurduğunda, Araplar, "sırtını korudu (kurtardı)" derlerdi." Bu görüşü, Ebû Müslim nakletmiştir.

3) "Bu, on sene, tohumluk için kullanılan ve on seneden sonra salıverilen deve demektir. Bu da, sırtına binilmesi haram olan develerdendir." Bu görüş, Süddî'nin görüşüdür.

İmdi eğer, "Kölelerin ve cariyelerin âzâd edilmesi caiz olduğuna göre, bu hayvanların da kesilmekten, yorulmaktan ve acı çektirilmekten âzâd edilip salıverilmeleri niçin caiz olmasın?" denilir ise biz deriz ki: İnsan, Allah'a hizmet ve kulluk için yaratılmıştır. Binâenaleyh insan Allah'a taattan yüz çevirip direttiği zaman, ona kölelik verilerek cezalandırılır. Bu kimselerden kölelik kaldırılınca da, bunlar tekrar Allah'a ibâdet etme fırsatı bulurlar. Binâenaleyh köle azadı, güzel ve hoş bir ibadet olur. Fakat bu hayvanlar insanların menfaati için yaratılmıştır. Binâenaleyh bunları salıvermek, karşılığında hiçbir fayda elde etmeksizin, sahibinin elinde olan bazı menfaatlerini elden çıkarmasını ifâde eder. Böylece bu iki şey arasındaki fark ortaya çıkar. Yine insan köle olup da âzâd edildiğinde, kendisinin faydasına olan şeyleri elde edebilir. Ama hayvanlar, salıverildiklerinde, faydalarına olan şeyleri gözetemezler. Böylece de bir insanın mülkü iken içinde bulundukları halden daha zor ve daha çetin çeşitli sıkıntılara düşerler. İşte bu bakımdan da, aradaki fark ortadadır.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Fakat o küfredenler, Allah'a karşı yalan düzerler. Onların çoğunun akılları ermez" buyurmuştur. Müfessirler şöyle derler: Amr İbn Lühay el-Huzâî, Mekke'ye melik olmuştu. Bu, Hazret-i İsmail (aleyhisselâm)'den gelen dini değiştiren ilk kimsedir. O, bazı putlar yaptırmış ve diktirmişti. Bahire, sâibe, vasile ve hâm'ı, bu şahıs meşru saymıştı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Onu cehennemde gördüm. O, cehennemliklere bağırsağının (kötü) kokusu ile eziyyet veriyordu" demiştir. Buradaki (......) kelimesi, bağırsak demek olup, cem'i (......) şeklindedir. Bir başka rivayete göre de, "o, cehennemde bağırsaklarını sürüyüp geziyordu." İbn Abbas (radıyallahü anh): "Yüce Allah, "Fakat o küfredenler..." sözü ile, Amr İbn Lühay ve arkadaşlarını kastetmiştir ki onlar Allah'a "o hayvanları haram kıldı diye iftira ediyorlardı" demiştir. Buna göre bunun mânası, "Onların reisleri, Allah'a yalan isnâd ediyordu. Fakat avam halkın çoğunun aklı ermiyordu. Dolayısıyla onlar, reislerinden alarak bu yalanları Allah'a isnad ediyorlardı" şeklindedir.

Müşriklerin, Müşrik Cedlerinin Yolunda Israr Etmeleri

104

"Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve o peygambere gelin" denildiği zaman, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyler bize yeter" dediler. Ataları hiç bir şey bilmiyor ve hidayete ermemiş olsalar da mı onlara uyacaklar?".

Bu âyetin mânası malum olup, atalarını taklid edenlere bir reddiyedir. Biz, bu hususta pek çok yerde uzun uzun söz ettik. Bil ki, (......) ifadesindeki vâv, başına hemze-i inkârı gelen vâv-ı haliyye olup, takdiri, "Eğer onların ataları hiç bir şey bilmeyen ve hidayete ermemiş kimseler olsaydılar da mı, o onlara kâfi gelecekti!" şeklindedir.

Bil ki uyma (taklid), ancak hakkı ve hakikati bulmuş âlime olursa, caizdir. Alim, sözünü hüccete ve delile dayandırdığı zaman, hakkı ve hakikati bulmuş bir alim olur. Ama böyle olmadığı zaman, o hakkı ve hakikati bulmuş bir âlim olmaz ve ona iktida (uyma) ve onu taklid caiz olamaz.

Kendi Nefsinizi Islah Edin

105

"Ey iman edenler, siz kendinizi (ıslâh etmeye) bakın. Siz hidayete erince, sapanlar size zarar vermez. Hepinizin dönüp varışı Allah'adır. Artık O, yapmış olduğunuz şeyleri size haber verecektir".

Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Allahü teâlâ çeşitli mükellefiyetleri, şer'î hükümleri ve hususları beyan ettikten sonra "Peygamberin üzerinde tebliğden başka (hiç bir vazife) yoktur" (maide, 99)... "...Onlara "Allah'ın indirdiğine ve o peygambere gelin" denildiği zaman, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyler bize yeter" dediler" (Maide, 104) buyurmuştur. Yüce Allah sanki şöyle demiştir: "İşte bu câhiller, daha önce geçen, bunca özür yollarını kapatan âyetlere, uyarmalara ve teşviklere rağmen, bunların hiçbirinden istifâde etmemiş ve cahilliklerinde ayak diretip sapıklık ve cahilliklerinde devam edip gitmişlerdir. Binâenaleyh ey mü'minler onların cehalet ve delâletlerine aldırmayın, Allah'ın mükellef tuttuğu şeylere boyun eğin, O'nun emir ve yasaklarına uyunuz. Böylece onların cehaletleri ve dalâletleri size zarar vermez!' İşte bu mânadan ötürü Hak teâlâ, "Ey iman edenler, siz kendinizi (ıslah etmeye) bakın. Siz hidayete erince, sapanlar size zarar vermez" buyurmuştur.

Arapça'da İsim Fiiller

Âyetteki, "Siz kendinize bakın" ifadesi, "kendinizi, isyan elbisesini giymekten ve günahta ısrar etmekten koruyunuz" demektir. Nahivciler, ve kelimelerini isim fiil kabul etmişlerdir. Meselâ Araplar bu kelimeleri fiil makamında kabul eder, bunlarla mef'ullerini nasbederler ve meselâ Yani, "Zeyd'i tut, çünkü o sana yaklaştı" yani, "Zeyd sana geldi, onu tut" ve yani, "Zeyd sana yaklaştı, onu tut" denilir. Bu üç kelime ile, kendilerinden sonra gelen bir ismi mansûb kılmanın caiz olduğu hususunda, nahivciler arasında bir ihtilaf yoktur. Keşşaf sahibi, bu kelimeyi, Nâfî'nin merfû olarak şeklinde Okuduğunu nakletmiştir.

Ayetinin Nuzül Sebebi

Alimler, bu âyetin sebeb-i nüzulü olarak şunları söylemişlerdir:

1) Kelbî'nin Ebû Salih'den rivayetine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh) şunu söylemiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ehl-i kitaptan cizyeyi kabul edip, Araplar'dan da ya müslüman olmalarını ya da kılıcı kabul etmelerini isteyince münafıklar, mü'minlerin, kâfirlerin bir kısmından değil de, diğer bir kısmından cizye kabul etmesini ayıplayınca, bu âyet nazil oldu. Yani, "Siz hidâyet üzere olduğunuz sürece, kınayanların kınaması size zarar veremez" demektir.

2) Mü'minlere kâfirlerin küfür ve dalâletlerinde devam etmeleri ağır geliyordu. İşte bundan dolayı mü'minlere, "siz kendinizi ve nefsinizi hidâyet yolunda ıslâh edip, orada yürümekle mükellef oluşunuza bakınız. Size, ne sapıtanların sapıtması, ne de câhillerin cehaleti zarar vermeyecektir" denilmiştir.

3) Mü'minler, yakınlarının küfür üzere ölmelerinden dolayı kederleniyorlardı. Bunun üzerine bu, onlara yasaklandı. Bana göre bu konuda doğruya en yakın olan husus şudur: Allah, onların bir kısmının, kendilerine "Allah'ın indirdiğine ve Resûl'e geliniz!" denildiğinde, onların "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyler bize yeter" (Maide. 104) dediklerini nakledince, peşinden bu âyeti zikretmiştir. Bundan maksadı şudur: Mü'minlere, bu fasit, bozuk yolda kâfirlere benzemeleri yakışmaz. Aksine uygun olanı, gerekeni, mü'minlerin kendi dinleri üzere devam edip, dinleri hususunda kökleşip sabit kadem oldukları sürece, o cahillerin cehaletinin kendilerine zarar veremiyeceğini bilmeleridir.

Bu Ayette Emr-i Maruf Esasını Nasıl Nasıl Birleştirmeli

İmdi şayet, "Bu âyetin zahiri, emr-i maruf ve nehy-i münkerin vacip olmadığı zannını uyandırmaktadır" denilirse, biz deriz ki: Biz bu soruya birkaç yönden cevap verebiliriz:

a) Ekseri ulemânın benimsediği görüşe göre âyet, buna delâlet etmeyip, tam aksine Rabbine itaat eden kimsenin, isyankârların günahlarından sorgulanmayacağını göstermektedir. Emr-i maruf ve nehy-i münkerin vacip olması ise, delillerle sabittir. Hazret-i Ebû Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anh) bir hutbe îrad ederek: "Sizler, "Ey iman edenler, siz kendinizi (ıslâh etmeye) bakın" âyetini okuyor ve bunu, gerektiği gibi anlayamıyorsunuz. Zira ben, Allah'ın Resulünden (sallallahü aleyhi ve sellem), "İnsanlar münkeri görüp de, onu reddetmezlerse, Allah'ın, cezasını bütün insanlara teşmil etmesi yakındır.." İbn Mâce, Fiten, 20 (2/1327). dediğini duydum" demiştir.

b) İbn Mesûd ve İbn Ömer'in şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: "Ey iman edenler, siz kendinizi (ıslâh etmeye) bakın" âyetinin gereği, âhir zamanda tecelli edecektir. İbn Mesuda bu âyet okununca o, "Bu vakit, O'nun ifâde ettiği zaman değildir. Kalbleriniz bir olup birbirinize girmeyip, birbirinize de azabınızı tattırmadığınız sürece emredin, nehyedin.. Ama, kalpler ve düşünceler farklı farklı olur, birbirinize girer, bölünür parçalanır ve herkes nefsiyle başbaşa kaldığı zaman, işte o vakit bu âyetin sırrı ve mânası ortaya çıkar" demiştir. Bana göre bu görüş zayıftır. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler..." ifâdesi umumî bir hitaptır. Bir de bu ifâde, o anda mevcut olanlara hitaptır. Binâenaleyh daha nasıl, o anda mevcut olanlar âyetin hükmünden istisna edilip, bu hüküm o anda mevcut olmayanlara has kılınabilir?

c) Abdullah İbnu'l-Mübarek'in görüşüdür. Buna göre o, "Bu, emr-i maruf ve nehy-i münkerin vacip olduğu hususunda, en kuvvetli âyettir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "siz kendinize bakın" buyurmuştur; yani "siz, kendi dininizin müntesiblerine bakınız.. Size, sapıtan kâfirler zarar veremez.. Bu, tıpkı "...nefislerinizi öldürün.." (Bakara, 54) âyeti gibidir; yani, "Kendi dininize mensup olanları öldürünüz..." demektir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz kendinize bakınız" ifâdesi, "Birbirinize va'zu nasihat edip, hayırlar konusunda birbirinizi teşvik edip, kötülüklerden ve günahlardan nefret ettirmeniz, uzaklaştırmanız suretiyle..." mânasındadır" demiştir. Biz, 'Siz kendinize bakm" ifâdesinin mânasının, "kendinizi muhafaza ediniz" şeklinde olduğunu söylemiştik ki, işte bu mâna da onu tekid etmektedir. Böylece bu, kendi nefsimizi muhafaza etmemizle alakalı bir emir olmuş olur. Bu muhafaza da, sadece emr-i maruf nehy-i münker yoluyla olursa, işte o zaman emr-i maruf nehy-i münker de vacip olmuş olur.

d) Âyet, kendilerine va'z-ü nasihatin fayda vermeyeceği ve emr-i maruf ile küfürlerini terketmeyecekleri bilinen kâfirlere mahsustur. Bu durumda insana, onlara marufu emretmesi vacip olmaz. Bu âyetin sebeb-i nüzulü olarak zikrettiğimiz şu husus da bu görüşü desteklemektedir: Âyet, müşriklerden değil de ehl-i kitaptan cizye alan müslümanları tenkid eden münafıklar hakkında nazil olmuştur.

e) Âyet, insanın, emr-i maruf ve nehy-i münker yapması durumunda, kendisi veya namusu veyahut da malı hususunda endişe duyması haline mahsustur. İşte bu durumda kişi kendisine bakar; ona, sapıtanın sapıklığı, câhilin de cehaleti zarar veremez. İbn Şibrime: "İki kişiden kaçan, kaçmış kabul edilir. Ama, üç kişiden kaçan firar etmiş sayılmaz..." dermiş...

f) "Siz hidâyette olup, emr-i maruf ve nehy-i münker yaptığınızda, sapıtanın ve emr-i marufunuzu kabul etmeyen kimsenin sapıklığı size zarar veremez." demektir.

g) Bu cümlenin mânası, "Siz, vâcibleri ve farzları yerine getirme hususunda kendinize bakınız.. Yapabildiğinizde, emr-i maruf yapmanız da bu vacipler cümlesindendir. Eğer onlar bunu kabul etmezlerse, sizin bundan ürkmemeniz gerekir. Çünkü siz böylece, sorumluluktan kurtulmuş olursunuz... Bu sebeple de, sizden başkalarının sapıklığı size zarar veremez" şeklindedir.

h) Cenâb-ı Hak, Resulüne: "Artık Allah yolunda savaş.. Sen kendinden başkasıyla mükellef (sorumlu) tutulmayacaksın" (Nisa, 84) demiştir. Bu da, Peygamberden emr-i marufun sakıt olmayacağını gösterir. İşte burada da böyledir.

Beşinci Mesele

"Size zarar vermez" ifâdesi, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinin cevabı olarak meczum olup, râ harfinin fethasıyla okunmuştur. Bu ifâde, râ harfinin zammesiyle de okunmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu, cümle-i haberiyye olarak bu şekilde okunmuştur. Yani, takdirindedir.

b) Bu kelimenin hakkı, cevap olduğu için sonunun meftun okunmasıdır. Ancak ne var ki, dâd harfinin (muzarinin aynel fiiline ittibâen) dammesinden dolayı, râ harfi mazmum kılınmıştır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki bu, "Sizin ve size muhalefet edenlerin dönüşü Allah'adır; böylece O size, yaptıklarınızı haber verecek; yani amellerinize göre size karşılık verecektir" anlamındadır.

Ölüm Yaklaştığında Vasiyyete Şahit Tutma

106

"Ey iman edenler. Ölüm herhangi birinizin karşısına gelip çattığı zaman, vasiyyet zamanında, aranızda ya içinizden adalet sahibi iki şahid (bulundurun), yahud yeryüzünde sefer ettiğinizde başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan diğer İki kişiyi (şahid yapın). Onları, şüpheye düşmüşseniz, namazdan sonra alıkoyarsınız da Allah'a şu suretle yemin ederler: "Akraba dahi olsa, buna mukabil hiçbir pahayı (menfeâti) satın almayacağız.. Allah'ın şahitliğini gizlemiyeceğiz. Bu takdirde muhakkak ki, günahkârlardanızdır".

Bil ki Cenâb-ı Hak, "siz kendinize bakın" (Mâide. 105)emriyle nefisleri korumayı emredince, peşinden buyruğu ile de malı muhafaza etmeyi emretmiştir. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır:

Maide, 106 Ayetinin Nüzul Sebebi

Alimler, bu âyetin sebeb-i nüzulünün şöyle olduğu hususunda ittifak etmişlerdir: "Hristiyan olan Temîm ed-Dari ile kardeşi Adiyy, beraberlerinde Amr İbnu'l-Âs'ın, müslüman ve muhacir olan kölesi Büdeyl olduğu halde, ticaret maksadıyla Şam'a gitmişlerdi. Şam'a varınca, Büdeyl hastalandı ve yanında bulunanların tamamını ihtiva eden bir mektup yazarak, arkadaşlarına haber vermeksizin kumaşların arasına koydu. Sonra da onlara, ailesinin yanına vardıklarında bu eşyayı ona vermesini emredip vasiyyette bulundu.. Derken, Büdeyl öldü. Bu iki hristiyan, onun eşyasının arasından üçyüz mıskal altın ile, süslenmiş bir gümüş kabı alıp, geriye kalanı da, döndükleri zaman Büdeyl'in ailesine teslim ettiler. Bunun üzerine Büdeyl'in ailesi eşyayı karıştırırken mektubu buldular ve o mektupta böyle bir kaptan da bahsedildiğini gördüler. Bu sebeple de onlar, Temim ve Adiyye: "Bu kap nerede?" dediklerinde, bunlar: "Biz bilmiyoruz.. Bize teslim edileni size verdik." cevabını verdiler.. Bunun üzerine hadiseyi Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem)'ne intikal ettirdiklerinde, Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimeyi indirdi.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "aranızda (şahid yapın" ifâdesi "Aranızdaki şeyin şehâdeti" takdirindedir. tabiri, çekişme ve anlaşmazlıktan kinayedir. İnsanlar çekişme esnasında şahitliğe ihtiyaç duydukları için, âyette "şehâdet" kelimesi, "çekişme"ye muzaf kılınmıştır, buyruğundaki (......)'nın hazfi ise, bilinip açık olduğu için caizdir. Bunun bir benzeri de, (Kehf, 78) âyeti ile ki bunun takdiri şeklindedir. Mansub okuyanlara göre, (En'âm. 94) âyetidir.

Cenâb-ı Hak "Ölüm herhangi birinizin karşısına gelip çattığı zaman, vasiyyet zamanında..." buyurmuştur. Yani, "Ölüm gelip çattığında, kendisine ihtiyaç hissedilen şehâdet..." demektir. "vasiyyet zamanında "tabiri, O'nun, "herhangi birinizin karşısına gelip çattığı zaman" cümlesinden bedeldir. Çünkü, ölümün gelip çatma zamanı, vasiyyet etmenin gelip çattığı zamandır. Böylece bu zaman, kişide beliren bu iki şey ile bilinmiş olur. Bu tıpkı, "Güneş (hadd-i istivadan) batıya meyledince, öğlen namazı vakti bana gel" denilmesi gibidir. Ölümün hazır olmasından maksad, onun yaklaşması ve onun vuku bulmasının emarelerinin görülmesidir. Bu tıpkı, "Sizden birinize ölüm gelip çattığı vakit, eğer mal bırakacaksa, vasiyyette bulunmak size farz edildi" (Bakara, 180) âyeti gibidir. Alimler, âyet-i kerimedeki, "Ölüm herhangi birinizin karşısına gelip çattığı zaman, vasiyyet zamanında.." tabirinin, vasiyyetin vacip oluşunun delili olduğunu söylemişlerdir. Zira Allah ölümün gelip çatma zamanını vasiyyet zamanından başka göstermiştir. Bunun ise, bu iki şeyin birbiriyle çok sıkı bir münasebet arzetmeleri halinde olabileceğini, bu sıkı münasebetin de, ancak vasiyyetin vacip olması halinde söz konusu olabileceğini söylemişlerdir.

"İki Doğru Şahid'den Maksad

Daha sonra Cenâb-ı Hak "içinizden adalet sahibi iki (şahid)" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyette bir hazif bulunup, bu tabirden maksat: "Sizden, âdil iki kimsenin şehâdet etmesidir.." manasıdır. Buna göre âyetin takdiri: "Yukarda nitelikleri belirtilen ölüm gelip çattığında, aranızdaki şeylerin şehâdeti, sizden adil iki kimsenin şehâdet etmesidir" şeklindedir. Malum olduğu için, işte bu hazf son derece yerinde ve güzel olmuştur.

İkinci Mesele

Müfessirler, âyetteki, "içinizden (sizden)" kelimesi hakkında şu iki görüşü belirterek ihtilaf etmişlerdir:

1) Çoğu müfessirlerin görüşüne göre, bundan maksad, "Ey mü'minler cemaati sizden, sizin dininizden, topluluğunuzdan, adalet sahibi iki (şahid) şehâdet eder" mânâsıdır. Binâenaleyh âyetteki, "yahut yeryüzünde sefer ettiğinizde ...sizden olmayan diğer iki kişiyi (şâhid tutun)..." tabiri, "yahut yeryüzünde yolculukta iken, sizin dininizden ve ümmetinizden olmayan diğer iki kişiyi (şahid tutun)" demektir. Buna göre iki âdil müslüman, hem yolculukta, hem de mukîm iken şehâdet etmeye elverişli iki kimse demektir. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh), Ebû Musa el-Eş'ârî (radıyallahü anh), Sa'îd İbn Cübeyr, Sa'id İbn el-Müseyyeb, Şureyh, Mücâhid, İbn Şîrîn ve İbn Cüreyc'in görüşüdür. Bunlar şöyle demişlerdir: "İnsan gurbette (yabancı diyarlarda) olur ve vasiyyetine şehâdet edecek bir müslüman bulamazsa, bu kimse için yahudî veya hristiyan veya mecûsî veya putperest veyahut da her bir çeşit kâfir şâhid olabilir ve bunların şâhidlikleri geçerlidir. Bu durum dışında kâfirin, müslüman hakkında şahidliği caiz değildir.

Şa'bî (r.h) şunu nakletmistir: "Bir müslüman, gurbette hastalanmış ve vasiyyetine şâhid olacak hiçbir müslüman bulamamıştı. Binâenaleyh bu adam, ehl-i kitapdan iki kişiyi şâhid tuttu. Bu iki adam Kûfe'ye vardıklarında, Küfe valisi Ebû Mûsa'l-Eş'ârî'nin yanına gittiler ve durumu ona haber vererek, adamın terikesini ve vasiyyetini ona sundular. Bunun üzerine Ebû Mûsâ (radıyallahü anh): "Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında olan hadiseden sonra, şimdiye kadar hiç olmamış bir iştir" dedi. Sonra onlara, ikindi namazının peşine Küfe mescidinde, yalan söylemedikleri ve ifâdeleri değiştirmediklerine dâir Allah adına yemin ettirdi ve bu şâhidliklerini geçerli saydı." Bu görüşte olanların bir kısmı: Âyetin bu hükmünün muhkem (değiştirilmemiş) olduğunu, bir kısmı da mensûh (değiştirilmiş) olduğunu söylemişlerdir.

2) Hasan el-Basrî, Zührı ve cumhur-u fukahânın görüşüne göre âyetteki, "içinizden adalet sahibi iki şahid.." tabiri, akrabanızdan âdil iki şahid; "sizden olmayan diğer iki kişiyi.." tabiri de, "yabancılardan, akrabanız olmayanlardan iki kişi.." manasınadır. Bu, "Siz yeryüzünde yolculuğa çıkar, yolculukta iken ölüm size gelip çatarsa ve yanınızda da akrabalarınızdan hiç kimse bulunmaz ise, o zaman bu vasiyyetinize akrabanız olmayan yabancı iki kimseyi şahid tutun" demektir. Cenâb-ı Allah, ölen kimsenin durumlarını daha iyi bildikleri, ona daha şefkatli oldukları ve onun vârislerine daha çok merhamet ve şefkatle davranacaklarını bildiği için, şahidin öncelikle akrabalardan olmasını emretmiştir.

Bu Şahitlerin Gayr-i Müslimlerden Olacağını Söyleyenlerin Delilleri

Birinci görüşün sahipleri, görüşlerinin doğruluğuna şu şekillerde istidlal etmişlerdir:

1) Allahü teâlâ, âyetin başında "Ey iman edenler.." buyurmuş ve bu hitabı bütün mü'minlere teşmîl etmiştir. Binâenaleyh bu hitabından sonra da, 'yahut sizden olmayan diğer iki kişiyi (şahid tutun)..." buyurunca bu, hiç şüphe yok ki, "bütün mü'minlerden başka diğer iki kişiyi..." mânasına olur.

2) Cenâb-ı Hak: "Yahut yeryüzünde sefer ettiğinizde... sizden olmayan diğer iki kişiyi (şâhid yapın)" buyurmuştur. Bu, diğer iki kişinin şahid tutulabilmesinin, bu şahidlik işinin yolculukta olması şartına bağlı olduğunu gösterir. Binâenaleyh eğer bu ifâdeden maksad, diğer iki müslüman kişinin şâhid tutulması olsaydı, bu yolculuk şartına bağlanmazdı. Çünkü müslümanın şâhidliğine başvurmak, hem seferde, hem de mukîm iken caizdir.

3) Âyet, bu iki şahide, namazdan sonra yemin ettirmenin vacip olduğuna delâlet eder. Halbuki müslümanlar, müslüman olan şahidin yemin etmesinin vacip olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Böylece, bu iki şahidin müslümanlardan olmadıklarını anlıyoruz.

4) Bu âyetin sebeb-i nüzulü, yukarıda da belirttiğimiz gibi müslüman olan Büdeyl hakkında, iki hristiyanın şahidlik etmesidir.

5) Biz, Ebû Musa el-Eş'arî (radıyallahü anh)'nin, kendilerine yemin ettirdikten sonra, iki yahudinin şâhidliğine göre hüküm verdiğini rivayet etmiştik. Hiçbir sahabî, Ebû Mûsâ (radıyallahü anh)'nın bu hareketini reddetmemiştir. Binâenaleyh bu bir icmâ olmuştur.

6) Biz, iki kâfiri şâhid tutmayı, ancak müslümanlardan şâhid tutacak hiç kimse bulamadığımız zaman caiz görüyoruz. Halbuki zaruretler, bazan mahzurlu şeyleri mubah kılar. Baksana yüce Allah, namaz için teyemmümü, namazı kısaltmayı, ramazanda oruç bozmayı ve meyte etinden yemeyi, zaruretler bulunması halinde caiz kılmıştır. Bu durumda da bir zaruret söz konusudur. Çünkü müslüman gurbette öleceğini anlar ve kendisine şahidlik edecek bir müslüman bulamaz ise, kâfirlerin şâhidliği de makbul sayılmaz ise bu müslümanın pek çok işi zâyî olur, ortada kalır. Çünkü çoğu kez bu kimseye zekât ve keffâret farz olmuştur, ama yerine getirememiştir. Yine onun elinin altında birtakım emânetler veya üzerinde bazı borçlar vardır. Erkeklerin vâkıf olmaları mümkün olmadığı için, hayız, hamilelik, doğum ve doğarken çocuğun (canlı olduğunun delili olmak üzere) ağlayıp ağlamadığı gibi, kadınlarla ilgili hallerde zaruret sebebiyle kadınların şahidliği ile yetiniyoruz. Biz bu hususlarda, zaruretten ötürü, kadınların şehâdeti ile yetindiğimize göre, burada da böyle olmalıdır.

Bu Şahitlerin Müslüman Olmalarını Şart Koşanlar

Bu hükmün mensûh olduğunu söyleyenlerin görüşü, gerçekten uzak bir ihtimaldir. Zira ümmetin çoğu, Mâide sûresinin, Kur'ân'ın son nazil olan sûresi olup bu sûrede hiçbir mensûh âyet bulunmadığı hususunda ittifak etmişlerdir.

İkinci görüşün sahipleri de, "İçinizden adalet sahibi iki kişiyi şâhid yapın" (Talak, 2) âyetini, görüşlerine delil getirmiş ve kâfirin âdil olmayacağını söylemişlerdir.

Birinci görüş sahipleri buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Bu âyette bahsedilen adaletten maksadın, din ve îtikâd bakımından âdil olma değil de, yalandan sakınma bakımından âdil olma mânası olması niçin caiz olmasın?"Bunun delili şudur:Biz, kendi mezhep ve inançlarında âdil olmadıkları halde hevâ-vü heveslerine uyanların ve bid'atçilerin şahadetlerinin makbul olduğu noktasında ittifak ettik. Bu kimseler yafandan sakınma hususunda âdil oldukları müddetçe bunların şâhidliklerini kabul ederiz. İşte bu meselede de böyledir: Biz, kâfirin âdil olmadığını kabul ediyoruz. Ancak, "içinizden adalet sahibi iki kişiyi şâhid yapın" (Talâk, 2) âyeti umûmî bir ifâde olup bu âyetteki, "Ya içinizden adalet sahibi iki şâhid, yahud yeryüzünde sefer ettiğinizde, ., sizden olmayan diğer iki kişiyi (şahid yapın)" ifâdesi ise, husûsî bir ifâdedir. Zira Allah, bizden olan âdil kimsenin şâhidliğini, mukim iken farz kılmış, seferde ise bizden olmayan kimsenin şahadetini yeterli bulmuştur. Binâenaleyh bu âyet (sefer durumuna) hastır. Sizin zikrettiğiniz âyet ise, umûmîdir. Hâs (özel hüküm bildiren), âmm (genel hüküm bildiren) âyetten önce nazar-ı itibara alınır. Bilhassa hâs olan âyet, nüzul bakımından daha sonra olursa... Hiç şüphesiz ki Mâide sûresi daha sonra nazil olmuştur. Binâenaleyh hâs olan bu âyetin, sizin zikrettiğiniz genel mânadaki âyetten önce göz önüne alınması ittifakta vacip olmuş olur. Allah en iyi bilendir.

Bu Şahitlik, Gurbet Halinde Sözkonusudur

Daha sonra gelen "yahut yeryüzünde sefer ettiğinize başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan diğer iki kişiyi (şâhid yapın)..." buyruğu ile ilgili iki mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Âyetteki (yahut diğer iki kişi) tabiri (iki şâhid) lâfzı üzerine atfedilmistir. Buna göre âyetin takdiri, "sizi aranızdaki şâhidlik, sizden iki kişinin veya sizin dışınızdakilerden diğer iki kişinin şâhidlik yapmasıdır" şeklindedir.

İkinci Mesele

Âyetteki, ' yeryüzünde sefer edip de başınıza ölüm musibeti gelmişse..." ifâdesinin maksadı, "Müslümanların dışında diğer iki kişinin şâhidliğinin istenmesinin, bu şâhidliği isteyen kimsenin yeryüzünde yolcu olması ve kendisine ölüm emarelerinin gelmesi şartlarına bağlı olduğunu beyan etmektir.

Şahitlerin Namazı Müteakip Alıkonulmaları

Daha sonra "Onları namazdan sonra alıkoyarsınız" buyurulmuş olup bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"O, iki şahidi alıkor hapsedersiniz" cümlesi, onları durdurursunuz manasınadır. Nitekim bir adam, Asili "Falanca bana atı üzerinde uğradı, (bir süre) atını alıkoydu, yani durdurdu" der. Yine, "Konuşayım diye adamı yolda hapsettim" yani "durdurdum" denilir. Eğer, "Ayetteki bu ifâdenin, sözdeki yeri nedir?" denilir ise, biz deriz ki: Bu, müste'nef (yeni) bir sözdür. Buna göre sanki, "Eğer onlar hakkında bir şüphe bulunur ise, ne yapalım" diye sorulmuş da, cevaben "Sizler onları alıkorsunuz" denilmiştir.

İkinci Mesele

Âyetteki "namazdan sonra" ifâdesi hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür:

Birinci Görüş: İbn Abbas (radıyallahü anh): "Bu, o iki şahidin, mensubu oldukları dindaşlarının namazlarından (ibadetlerinden) sonra manasınadır" demiştir.

İkinci Görüş: Müfessirlerin çoğu, buna, "ikindi namazından sonra..." mânasını vermişlerdir. Buna göre eğer, "Âyette mutlak olarak "namaz" zikredildiği halde, bundan "ikindi namazının" kastedildiği nasıl anlaşılmıştır?" denilir ise, biz deriz ki: Bu, şu sebeplere binâen bilinmiştir:

a) Bu vakit, sahabece, yemin ettirme vakti olarak bilinir. Bundan dolayı bilinen ve meşhur olan bir şeyle takyîd etmek, lafızla takyîd etmeye ihtiyaç bırakmamıştır.

b) Rivayet olunduğuna göre bu âyet nazil olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ikindi namazını kıldırmış ve daha sonra Adiyy ile Temîm'i çağırtmış ve onlardan minbere çıkıp yemin etmelerini istemiştir. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu tatbikatı, bu "namaz'ın "ikindi namazı" diye kayıtlanmasına bir delil olmuştur.

c) Her dinin mensupları, bu vakte saygı duyar, bu vakitte tanrıyı anar ve bu esnada yalan yere yemin etmekten sakınırlar. Ehl-i kitap da, güneş doğarken ve batarken namaz kılar (ibadet eder).

Üçüncü Görüş: Hasan el-Basrî: "Âyette bahsedilen namaz kelimesi ile, öğle veya ikindi namazı kastedilmiştir. Çünkü Hicazlılar, muhakeme için, bu iki vakitten sonra otururlardı" demiştir.

Dördüncü Görüş: Bundan murad, hangi namaz olursa olsun, namazın kılınmasından sonra bu işin yapılmasıdır. Yemini, namazın kılınmasından sonra yaptırmanın gayesi şudur: Namaz, fuhşiyyâttan ve münkerâttan (kötü şeylerden) insanı alıkor. Binâenaleyh yemin edecek kimsenin, namazdan sonra, yalan yere yeminden kaçınması ihtimali daha çok ve mükemmeldir. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü Mesele

Şâfiî (r.h) şöyle demiştir: "Yeminler, kan davaları, talâk ve köle azadı, ikiyüz dirheme baliğ olduğu zaman mal hususlarındaki yeminler, gerek zaman gerek mekân itibariyle önemli yerlerde ve şiddet ve mehabet ifâde eden lafızlarla yapılır. Böylece, Mekke'de İkindiden sonra, Rükn ile Makam-ı İbrahim arasında; Medine'de (Mescid-i Nebevî'de) minber üzerinde, Beyt-i Makdis'te Sahra (Hazret-i Peygamber'in, üzerine basarak Mirac'a başladığı kayanın) yanında; diğer beldelerde ise, en kıymetli mescidlerde yapılır."

Ebû Hanîfe (r.h): "Yemin, bir zamana veya bir mekâna tahsis edilmeksizin yapılır" demiştir ki, bu görüş âyetin hilâfınadır. Bir de yemin ettirmenin maksadı, korkutmak ve tazim hissini uyandırmaktır. Şafiî (r.h)'nin bahsetmiş olduğu görüşün daha kuvvetli olduğunda herhangi bir şüphe yoktur.

Daha sonra, "Onları, şüpheye düşmüşseniz, namazdan sonra alıkoyarsınız da, Allah'a şu suretle yemin ederler "Akraba dahi olsa, buna mukabil hiçbir pahayı (menfaati) satın almayacağız..." buyurulmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) sözünün başındaki fâ harfi, "ceza" mânasını ifâde eder. Yani, "Sizler o iki şahidi tutarsınız da onlar, bu tutmanız sebebiyle, yemin etmeye yönelirler" demektir.

İkinci Mesele

Âyetteki, "şüpheye düşmüşseniz" ifâdesi, yemin ile yemin edilen konu arasına girmiş, bir itirazî (parantez içi) cümledir. Bunun mânası şudur: "Onların durumundan şüphe edip, onları itham ederseniz, onlara yemin ettiriniz." Âyetin, kâfirleri şahid tutma hakkında nazil olduğunu söyleyen kimse, bu görüşle, bu mânayla ihticâc etmiştir. Çünkü ona göre, müslüman şahide yemin ettirmek caiz değildir. Âyetin müslümanlar hakkında nazil olduğunu söyleyenler de, "Bu, mensûhtur" demişlerdir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre o, töhmet ve şüphe söz konusu olduğu zaman, şahide ve rivayette bulunana yemin ettirirdi.

Hiç Birşey Karşılığında Doğru Şahidlikten Vazgeçmemek

Âyetteki ifâdesi, "O iki şahid, "onu hiçbir paha ve bedel mukabilinde satmayız" diyerek, "Biz Allah'ın ahdini, dünyevî hiçbir şey mukabilinde satmayız" diye, yemin ederler" manasındadır. Bu, "Gerçekten Allah'a olan ahidlerini ve yeminlerini az bir bedel karşılığında satanlar..." (âl-ı imran. 77)âyeti gibidir. Yani, biz ne bir şey alır, ne de değiştiririz. Bir şeyi satan kimse, mutlaka karşılığında bir bedeli satın almış olur.

Âyetteki, "Akraba dahi olsa... "ifâdesi, "biz, Allah'a olan ahdi, dünyevî birşey karşılığında satmayız. İsterse bu şey akrabaların bağışladığı şey olsun, isterse o malın kendisi olsun.." manasınadır. Âyette özellikle "akraba" zikredilmiştir, zira insanların, akrabalarına temayülü daha çok ve onlar sebebi ile yağcılık yapması daha ileri derecede olur. Bu tıpkı, "Ey imân edenler, adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şâhidlik edenler olun. (Şahidliğiniz), isterse kendinizin, ana-babanızm ve akrabalarınızın aleyhinde olsun..." (Nisa. 135) âyeti gibidir.

Sonra Allahü teâlâ "Allah'ın şâhidliğini gizlemeyeceğiz " buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ifâde, "Buna mukabil hiçbir pahayı (menfaati) satın almayacağız" ifâdesi üzerine atıftır. Yani o iki şahid, "Biz buna mukabil hiçbir pahayı (menfaati) satın almayacağız ve Allah'ın şâhidliğini, yani Allah'ın korunmasını ve yapılmasını emrettiği şâhidliği gizlemiyeceğiz" diye yemin ederler.

İkinci Mesele

Şa'bî'den rivayet edildiğine göre o, âyetteki (......) kelimesi üzerinde vakıf yapmış, sonra kasem harfinin mahzûf olduğunu ye onun yerine istifham harfinin getirildiğini belirtmek için, şeklinde başlamıştır. Yine onun, Sîbeveyh'in de bahsettiği gibi, "Allah" lafzının hemzesini medsiz okuduğu da rivayet edilmiştir. Sîbeveyh şöyle demiştir: "Bazı Araplar, (Allah'a yemin olsun ki) manasında, "Allah'a yemin olsun ki, şu şöyle oldu" derler."

Daha sonra Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki bu, "Biz, bu şâhidliği gizler isek, günahkârlardan oluruz" demektir.

Güveni Kaybettiren Şahitlerin Yerine Başkalarının Geçmesi

107

Âyetin tefsiri için bak:108

108

"Eğer o iki şahid aleyhine, onların muhakkak bir günahı hak ettiklerine muttali olunur ise o zaman, kendilerine hak terettüp edenlerden iki kişi, ki onlar buna daha layıktır, öbürlerinin yerine geçerler ve "vallahi bizim şâhidliğimiz, o ikisinin şâhidliğinden daha doğrudur. Biz (haddi) aşmadık. Çünkü o takdirde zâlimlerden oluruz" diye Allah'a yemin ederler. Bu, şâhidliği usûlüne uygun (dosdoğru) ifâ etmelerine yahut onların yeminlerinden sonra yeminlerin reddedileceğinden korkup çekinmelerine daha uygundur. Allah'dan ittikâ edin, (O'nun emirlerini) dinleyin. Allah fasıklar güruhuna hidayet etmez (doğruyu buldurmaz)".

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer o İki şahid aleyhine, onların muhakkak bir günahı hakettiklerine muttali olunur ise..." buyurmuştur. Leys (r.h) şöyle demektedir: Bir kimse, başka bir kimsenin üzerine girip muttali olmadığı bir duruma muttali olduğu zaman bir kimse, bir kimseyi kendi durumuna muttali kıldığında, ve bir kimse, bir şeye takılıp düştüğünde denilir.

Dilciler şöyle demişlerdir: ifadesinin aslı tökezlemek ve düşmek demek olan (......) tabirinden olup manasındadır. Bu böyledir, çünkü tökezleyen kimse ancak, görmediği bir şey sebebiyle tökezlemiş olur. O şey sebebiyle tökezleyince de, ona muttali olur ve onun böylece ne olduğuna bakar... İşte bundan dolayı, kendisine kapalı, gizli ve saklı olan bir şeye muttali olan herkese, "Ona muttali oldu"; başkasını o şeye muttali kıldığında da, "Başkasını muttali kıldı" denilmektedir. Hak teâlâ'nın, "Böylece, onlara muttali kıldık..." (Kehf, 21) âyeti de bu mânadadır. Yani, "Biz muttali kıldık demektir. Buna göre âyetin mânası, "Eğer bir tökezleme ve onların hiyânette bulunduklarına, böylece de yalan yeminleri sebebiyle bir günaha müstahak olduktan öğrenilirse" şeklinde olur.

Daha sonra, O zaman, kendilerine hak terettüp edenlerden iki kişi, ki bunlar buna daha layıktır, öbürlerinin yerine geçerler.." buyurulmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki Ayetin mânası şöyledir: "Şayet, kendilerine vasiyyet edilen o iki kişinin yemin etmelerinden sonra, onların bir günaha müstehak olduklarına, yani sözdeki yalanları veya maldaki hiyanetleri sebebiyle, yeminlerini bozduklarına muttali olunursa, o zaman yemin etmek üzere, yemin hususunda o iki kişinin yerine geçecek, Ölen kimsenin yakınlarından iki adam kalkar ve: "Hiç şüphesiz andolsun ki biz, bu iki zımmî'nin hiyânetine, yalanlarına, tebdil ve tahriflerine muttali olduk.. Biz bu hususta haddi aşmıyor, yalan da söylemiyoruz.." diyerek, Allah adına yemin ederler..

Rivayet olunduğuna göre bu âyet nazil olunca, Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem), ikindi namazını kıldırdı, müteakiben de Temim ile Adiyy'i çağırarak, onlardan minber üzerinde, kendisinden başka ilah olmayan Allah adına, "Bu mal hususunda, bizden herhangi bir hainlik çıkmadı.." diye yemin etmelerini istedi. Onlar yemin edince de, Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem), onları salıverdi: Onlar bir süre, bu kabı sakladılar. Daha sonra kab, bulundu...

Alimler bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Buna göre bu kabın Mekke'de bulunduğu söylendiği gibi, şu da ileri sürülmüştür: Aradan uzun müddet geçince, onlar bu nakışlı kabı ortaya çıkardılar.. Bu iş, Sehmoğulları'nın kulağına vardı.. Müteakiben Sehmoğulları, bu iki kişiyi arayıp buldular.. Bunun üzerine bu iki kişi de: "Biz bunu, ondan satın aldık.." dediler. Sehmoğulları da: "Biz size, arkadaşımız herhangi bir şey sattı mı demedik mi?" Bunun üzerine siz de, "Hayır!" demediniz mi?" dediklerinde o ikisi: "Bizim bu hususta bir delilimiz yoktu.. Bu sebeple kötülenmekten hoşlanmadık da, bu durumu sakladık..." diye cevap verdiler. Bunun üzerine onlar hadiseyi, Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem)'ne intikal ettirdiler. Bunun üzerine Allah "muttali olunursa" âyetini indirdi. Bunun üzerine Amr İbnu'l-Âs ile Sehmî olan Muttalip İbn Ebi Rifâ'a ayağa kalkarak, ikindi namazından sonra Allah'ın adına yemin ettiler. Bu sebeple Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem), bu kabı, bu kimselere ve ölünün velilerine teslim etti. Müslüman olduktan sonra Temim ed-Darf şu sözleri söylüyordu: "Allah ve Resûlullah, doğru sözlüdürler. Kabı ben aldım. Allah'a tevbe ediyorum.."

İbn Abbas'tan şu rivayet edilmiştir: Bu hadise, Temîm ed-Darî, Müslüman oluncaya dek saklı kalmıştı. O müslüman olunca, bunu haber vererek: "Ben ve arkadaşım, yalan yere yemin ettik.. Biz kabı, bin dirheme sattık ve parayı aramızda bölüştük" demiştir. Daha sonra da, kendisi beşyüz dirhem verdiği gibi, arkadaşından da beşyüz dirhem çekip almış; böylece bu bin dirhemi meyyitin sahiplerine vermiştir.

İkinci Mesele

Âyetteki "diğer iki kişi, .. Öbürlerinin yerine geçerler" ifâdesi, "Kendi dinleri ve cemaatlerinden olmayan o iki şahidin yerine geçerler" mânasındadır. "Kendilerine hak terettüp edenlerden..., ki onlar buna daha layıktır" sözünden de maksad, ölünün sahipleridir. Alimler, ölünün sahiplerinin niçin bu vasıfla vasıflandırıldıktan hususunda çok söz söylemişlerdir: Bana göre bu hususta en doğru izah bir tane olup o da şudur: Onlar, onların malını alınca, böylece onlara, onların malı hususunda onlar namına bir hak terettüp ettiği için bu vasıfla vasıflandırılmışlardır. Çünkü başkasının malını alan kimse, bu mal ile olan ilgisinin, malın esas sahibinin o mal ile olan ilgisinden daha üstün olması için çaba sarfeder. Böylece de mâlikin, "o bu mala, onun namına müstehak oldu..." diye vasfedilmesi yerinde olmuştur.

Üçüncü Mesele

(......) kelimesi hakkında şu izahlar yapılmıştır:

a) Bu kelimenin, mahzûf mübtedânın haberi olmasıdır. Buna göre kelâmın takdiri, (......) şeklindedir, Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak "diğer iki kişi ...öbürlerinin yerine geçerler" buyurunca, sanki, "kimdir bu iki kişi?" denilmiş buna cevaben de, "kendilerine hak terettüb eden iki kişidir" denilmiştir.

Bu kelimenin, (......) ifadesindeki fail elifinden bedel olmasıdır. Buna göre takdir, (......) şeklinde olur.

c) Ahfeş (......) kelimesinin (......) kelimesinin sıfatı olmasını uygun görmüştür. Bu böyledir, zira "nekire" kelime daha önce geçip sonra da, aynı kelime tekrar zikredilince, marife olarak getirilir. Bu tıpkı, "İçinde bir çerağ bulunan bir hücredir..." (Nûr, 35) âyeti gibidir. Bu âyette, (......) kelimesi nekîre olarak getirilmiş, daha sonra da, "O çerağ bir sırça içindedir.., ." denilmiştir. (......) kelimesinde de durum aynıdır. Bu kelime önce nekîre olarak getirilmiş, daha sonra da marife olarak, (Nûr. 35) denilmiştir. Bu, senin tıpkı "Bir adam gördüm" deyip de, sonra da bir kimsenin "kimdir o adam?" demesi gibidir. Böylece bu kelime, ikinci kez tekrarlanınca, marife olarak, şeklinde getirilmiştir.

d) (......) kelimesinin (......) kelimesinden bedel olması da caizdir. Marife kelimenin nekîre bir kelimeden bedel addolunması çoktur.

Dördüncü Mesele

Yüce Allah bu iki kimseyi, şu iki sebepten dolayı evleyân diye nitelemiştir:

a) Evleyân kelimesinin mânası, "ölenin en yakın iki kimsesi" demektir.

b) Mânanın, "Yemin etmeye en yakın iki kimse" şeklinde olması da caizdir. Bunun sebebi şudur: Kendilerine vasiyyet edilen o iki kişi, ölen kimsenin gümüş kabı sattığını iddia edince, yemin etme işi ölünün sahiplerine intikal eder. Çünkü kendilerine vasiyyette bulunulan bu iki kişi, ölen kimsenin o kabı sattığını iddia edip, ölünün en yakını olan o kişi de bunu kabul etmeyince, böylece yemin etme işi, ölüye en yakın olan bu iki kişinin hakkı olur.. Bu tıpkı şuna benzer: Bir kimse bir başkasına borcu olduğunu kabul edip sonra da o borcunu ödediğini iddia ederse, daha önce borcu olduğunu iddia eden bu kimsenin yemin etmesi gerektiğine hükmedilir. Çünkü bu kimse, "o borcu ödedim.." diye, "müddeâ aleyh" (aleyhine dava açılan kimse) durumuna geçmiş olur.

Farklı Kıraatlere Göre Manalar

Cumhurun meşhur kıraati, tâ harfinin dammesi, hâ harfinin de kesresiyle (......) şeklindedir. El-evleyân kelimesi ise, el-evlâ kelimesinin tesnıyesidır. Biz bunun hangi manaya geldiğini biraz önce izah ettik. Hamza ile Asımın ravisi Ebû Bekr'in kıraati ise, cemî sığasında (......) şeklinde olup, "kendilerine hak terettüp eden, edenler" ifâdesinde bahsedilen bütün vereselerin sıfatıdır. Buna göre kelamın takdiri "Onlar namına, kendilerine mallarından bir hak terettüp eden ilk kimselerden..." şeklinde olur. Onlar, ilk önce zikredilmiş oldukları için, "evvelkiler" diye tavsif edilmişlerdir. Baksana daha önce Allah'ın "Ey iman edenler... aranızdaki şâhidlik..." (Mâide. 106) âyeti geçmişti. (......) ifadesi de aynı şekilde, okunuş bakımından, (Maide, 106) ifâdesinden önce geçmişlerdir. Sadece Hafs, (......) kelimesini, tâ ve hâ harflerinin fethası ile müfred olarak; (......) kelimesini ise tesniye olarak okumuştur. Bu kıraatin izahı şu şekildedir: "Hainlikleri ortaya çıkan o ilk iki vasî, ölen kimse onları vasiliğe tayin ettiği için, buna, kendileri dışındakilerden daha yakın ve uygundurlar. Fakat onlar vârislerin mallarında hainlik yapınca, o ilk iki kimsenin vârisler aleyhine müstehak olduklarının, yani o iki kimsenin, vârislerin mallarında hainlik yapmış olduklarının söylenmesi caiz olmuştur."

Hasan el-Basrî ise, kelimeyi (ilk iki kişi) şeklinde okumuştur ki, bunun manası, geçen izahlardan da anlaşılacağı gibi, açıktır.

Müteakiben, "ve "vallahi bizim şâhidliğimiz, o ikisinin şâhidiiğinden daha doğrudur. Biz (haddi) aşmadık. Çünkü o takdirde zâlimlerden oluruz" diye Allah'a yemin ederler" buyurulmuştur. Bu kısmın mânası açıktır. Yani "Biz, bu malı isteme ve o ilk iki kişiye hainlik isnad etme hususunda haddi aşmadık" demektir. Âyetteki cümlesi ise, "Eğer biz, yalan olduğunu bile bile ve yalan-yanlış şeye inanarak yemin edersek, o zaman zâlimlerden oluruz" mânasındadır.

Daha sonra Hak teâlâ, "Bu, şâhitliği usûlüne uygun (dosdoğru) İfa etmelerine, yahut onların yeminlerinden sonra yeminlerin reddedileceğinden korkup çekinmelerini daha çok temin eder" buyurmuştur. Bu ifâdenin mânası şudur: "Zikrettiğimiz bu hüküm ve koyduğumuz bu usûl, onların şahadeti usûlüne uygun bir şekilde yapmalarım ve en güzel bir şekilde ifâ etmelerim daha çok temin edicidir. Fakat onlar, kendi yeminlerinden sonra, vârislere de yemin havale edileceği, bu sebeple de yalanlarının ortaya çıkarak, insanlar arasında rezil ve rüsvay olacakları korkusu ile, söyledikleri şeyler hususunda yemin etmekten çekiniyorlar."

"Allah'dan ittikâ edin, (O'nun emirlerini) dinleyin. Allah fasıklar güruhuna hidayet etmez. Doğruyu buldurmaz" buyruğu: "Emânetlere hainlik etme hususunda Allah'dan korkun ve Allah'ın öğütlerini dinleyin, yani bu öğütlerle amel edip, bu hususlarda Allah'a itaat edin. Muhakkak ki Allah fâsık olan bir topluluğu hidayete erdirmez" mânasındadır.

Bu, Allah'ın hükmüne ve emirlerine muhalefet edenler hakkında bir tehdid ve uyarı ifâde etmektedir. İşte, müfessirlerin i'rab, nazım ve hüküm batanımdan son derece zor olduğu hususunda ittifak etmiş oldukları bu âyetin tefsiri hakkında söylenecek şeyler bundan ibarettir.

Vahidî (r.h) "el-Basît" adlı eserinde, Hazret-i Ömer İbn el-Hattâb (radıyallahü anh)'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Bu âyet bu sürede bulunan hükümlerin en çetin ve en zor olanıdır." Bu âyetle ilgili olarak zikrettiğimiz hüküm, fakihlerin ekserisine göre mensuhtür. Allah, kelâmının sırlarını en iyi bilendir.

Resullerden Ümmetlerin Tutumu Sorulacak

109

"O gün, Allah bütün peygamberleri toplayıp da, "Size, nasıl karşılık verildi?" diyecek. Onlar da, "Bizim hiç bir bilgimiz yok. Şüphesiz gayblan hakkıyla bilen sensin" diyecekler".

Bil ki Hak teâlâ'nın Kur'ân-ı Kerim'dekî âdeti şu şekilde cereyan eder: O, çeşit çeşit sert hüküm ve mükellefiyetler zikrettiği zaman, bunun peşinden, daha önce zikrettiği mükellefiyetleri ve ahkâmı te'kîd edici olsun diye, ya ulûhiyyetle ilgili meseleleri, ya geçmiş peygamberlerin hallerinin izahını, yahut da Kıyamet hallerinin beyanını getirir. İşte bundan dolayıdır ki, Allah daha önce birçok şer'î hükümleri zikredince, bunların peşinden önce Kıyametin hallerini, sonra da Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın hallerini anlatmıştır. Kıyametin hallerini anlatışı, "O gün Allah bütün peygamberleri toplar..." âyeti olup, bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu âyet hakkında iki görüş bulunmaktadır:

Birincisi: Bu âyet-i kerîme, daha önceki ifâdelere bağlıdır. Buna göre de, bu âyet hakkında iki izah şekli vardır:

a) Zeccâc, kelâmın takdirinin; "Allah'ın bütün peygamberleri toplayacağı gün Allah'dan korkun" şeklinde olduğunu ve (......) kelimesinin, fiilin zarfı olarak değil; mef'ûl olarak mansûb olduğunu, çünkü insanların, sadece bu gün (Kıyamet günü) için takva ile emredilmemiş olduklarını söylemiştir.

b) Kaffal (r.h) şöyle demiştir: "Bunun takdirinin, "Allah'ın bütün peygamberleri topladığı o günde, Allah fasık kavimleri hidayete erdirmez, yani onları cennetin yollarına hidayet etmez" şeklinde olması caizdir. Nitekim "(Allah) o kâfirleri, cehennemin yolundan başka bir yola hidayet edecek değildir” (Nisa 168) buyurulmuştur" demiştir.

İkincisi: Bu âyet-i kerîmenin, daha önceki ifâdelerle bir münasebeti yoktur. Buna göre de âyetin iki mânası vardır:

a) Bunun takdiri, "Allah'ın bütün peygamberleri toplayacağı o günü (an)" şeklindedir.

b) Takdir, "Allah'ın bütün peygamberleri toplayacağı o günde, şu şu şu olur" şeklindedir.

İkinci Mesele

Keşşaf sahibi: "Âyetteki (ne, nâsıl) ifadesi, (karşılık verildiniz) fiilinin mef'ûl-ü muttakmın mansub oluşu çeşidinden olarak mansubtur. Bunun mânası "Size, nasıl bir icabet ile icabet olundu; İnkâr yollu bir icabet (karşılık) ile mi, ikrar yollu bir icabet ile mi..?" şeklindedir. Şayet burada "cevap" murad edilmiş olsaydı denilirdi" demiştir. Buna göre eğer, "Bu, sorunun ne faydası var?" denilir ise, deriz ki: "Bu, o peygamberlerin kavimlerini azarlamak içindir. Nitekim "Diri diri gömülen kıza, hangi suçtan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman..." (Tekvîr, 8) buyruğundan maksad da, bu işi yapan insanı azarlayıp kınamaktır."

Resullerin Şahidliğine Dair Bu Ayetle Nisa, 41 Ayeti Nasıl Bağdaşır?

Âyetteki, "Onlarda: "Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz gaybları hakkıyla bilen sensin" diyecekler" sözünün zahiri, peygamberlerin ümmetlerine şehâdette bulunmayacaklarınla, delâlet etmektedir. Bu âyet ile, "Her ümmetten birer şâhid, onların üzerine de (ey habîbim) seni bir şâhid olarak getirdiğimiz zaman, (onların hali) nice olur?" (nisa, 41) âyetini birleştirmek son derece müşkildir. "Böylece sizi insanlara karşı şâhidler olasınız, bu peygamber de sizin üzerinize bir şâhid olsun diye, vasat (örnek, âdil) bir Ümmet yapmışızdır" (Nisa, 143) âyeti de böyledir. Çünkü bizim ümmetimiz, diğer insanlara şâhidlik edince, bundan ötürü, peygamberlerin de kendi ümmetlerine şâhidlikte bulunmaları öncelikle gerekir?" Buna, birkaç şekilde cevap verilebilir:

a) Müfessirlerden bir topluluk şöyle demiştir: "Onu müşahede etmeleri sebebi ile, insanların kalpleri adetâ yerinden sökülüp kopacağı için, Kıyametin zelzeleleri ve dehşetli korkuları vardır. İşte bu sebeple, Peygamberler (aleyhisselâm), bu dehşetengiz korkulan müşahede ettikleri zaman, birçok şeyi unuturlar da: "Bizim hiçbir bilgimiz yok" derler. Akılları başlarına gelip, korkuları zail olunca, ümmetleri hakkında şahadette bulunurlar." Büyük âlimlerden birçoğu bu görüşü benimsemiş ise de, bu cevap bence zayıftır. Çünkü Allahü teâlâ, sevaba nail olanları vasfederken, "O en büyük korku bunları asla tasaya düşürmez" (Enbiya, 103) buyurmuştur. Yine O: "O gün yüzler vardır, parıl parıl parlayıcıdır; gülücüdür, sevinicidir" (Abese, 38-39); hatta Hak teâlâ, "Şüphe yok ki iman edenler, yahudiler, nasrani ve sabiîlerden) kim Allah'a ve âhiret gününe inanır ve salih amel de işlerse, elbette onların Rabb'i katında ecir ve mükâfaatlan vardır.... Hem onlara bir korku da yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir" (Bakara, 62) buyurmuştur. Enbiyâ ve resullerin halleri ya nasıl bundan daha az olabilir? Şayet onlar korkmuş olsalardı, o zaman onların Cenâb-ı Hakk'ın korkmayacaklarını haber vermiş olduğu o kimselerden daha aşağı mertebede olacakları malumdur.

b) Bundan murad, onların (ümmetlerin) rezil ve rüsvay olacaklarını ortaya koymada mübalağa yapmaktır. Bu tıpkı bir başkasına, "Falanca hakkında ne dersin?" deyip de, o başkasının, "Bunu, sen benden daha iyi bilirsin..." demesi gibidir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Bu açık ve seçik olduğu için, hakkında şehâdette bulunmaya İhtiyaç hissedilmez..." Bu görüş de kuvvetli değildir; çünkü bu soru, bütün Ümmete sorulan bir sorudur. Halbuki ümmetin tamamı kâfir değildir ki, peygamberler ("Bizim hiçbir bilgimiz yok " demek suretiyle) onların kınanmalarını ve rezil rüsvay edilmelerini istesinler.

c) En doğru olan görüş, Ibn Abbas'ın şu görüşü olup buna göre, onlar: "Bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Zira onların gizlediklerini de, açıkça yaptıklarını da sen bilirsin. Biz ise, ancak onların açığa vurduklarını biliriz. Binaenaleyh senin onlar hakkındaki ilmin, bizim onlar hakkındaki ilmimizden daha geçerli ve tamdır" demek istemişlerdir. İşte bu sebepten ötürü, peygamberler kendilerinin hiçbir şey bilmediklerini söylemişlerdir. Çünkü Allah'ın ilmine göre, onların ilimleri sanki ilim değil gibidir

d) Onlar şöyle demek istemişlerdir "Bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Bizim bildiğimiz, ancak onların bize, biz hayatta iker vermiş oldukları cevaplardır. Biz, vefat ettikten sonra, onların ne yaptıklarını bilemiyoruz. Ceza ve mükâfaat, insanın hatimesine (son anına) göredir. Onların hatimesi ise, bizce malum değildir." İşte bundan dolayı peygamberler, "Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz gaybları hakkıyla bilen sensin" demişlerdir. Âyetteki bu son ifade de, son iki cevabın doğru olduğuna şehâdet etmektedir.

e) Bu, buraları yazarken aklıma gelen bir izahtır: Usûl'de sabittir ki, ilim başka, zan başka birşeydir. Başka insanın hâli ile ilgili olarak, her insanda mevcut olan bilgi ilim değil, zandır. İşte bundan ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Biz, zahire göre hüküm veririz. Kalplerdeki gizli şeyleri ise Allah bilir" ve "Siz, benim huzurumda mahkemeleşirsiniz de, belki biriniz delilini daha iyi savunur. Binaenaleyh ben, hakkı olmadığı halde kimin lehine hükmedersem, (bilsin ki), sanki onun için cehennem ateşinden bir parça kesmişim gibidir" Müslim, Akdıye, 4 (111/1337). buyurmuştur. Veya bu manaya gelen bir söz söylemiştir. Bundan dolayı peygamberler de: "Onların (ümmetlerimizin) gerçek durumları hakkında bizim ilmimiz yoktur. Bizde, onların durumları hakkında bilinen şey, ilim değil, zarıdır. Zann ise, dünyada nazar-ı itibara alınan bir şeydir. Çünkü dünyevî hükümler, zann üzere bina edilir. Âhirette ise, zanlara itibâr edilmez. Çünkü âhirette hükümler, hakikatlere ve işlerin asıllarına bina edilir" demişlerdir. İşte bundan dolayı peygamberler, "Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir ilmimiz yok" (Bakara, 32) demişler ve kendilerinde bulunan zannı hiç anmamışlardır. Çünkü Kıyamette, zanna bakılmaz.

f) Onlar, Allahü teâlâ'nın, cahil olmayan bir âlim, sefîh olmayan bir hakîm, zâlim olmayan bir âdil olduğunu bildikleri için, kendi sözlerinin hiçbir hayrı temin etmeyeceğini ve hiçbir şerri savuşturmayacağını anlamışlardı. Bundan dolayı susmanın ve işi ölmeyen, hep hayy-u kayyûm olanın adaletine havale etmenin, edebe uygun olduğunu görmüşlerdir.

Dördüncü Mesele

Ayetteki, vasfı nasb ile de okunmuştur. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Kelamın takdiri şudur: Söz, (......) kelimesi ile tamamlanmaktadır. Yani, "Sen, ilim ve benzeri meşhur vasıflarla mevsûfsun" demektir, tabiri ya "ihtisâs"dan, ya "nidâ"dan, ya da, edatının isminin sıfatı olmasından dolayı mansûb kılınmıştır."

Beşinci Mesele

Âyet, Allahü teâlâ hakkında, "Hallâk" (çok yaratan) denilebileceği gibi, "Allah" (çok bilen) de denilebileceğine delâlet etmektedir. Ama, "Allâme" kelimesinin Allah hakkında kullanılamayacağı hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Belki de bunun sebebi, bu kelimenin sonunda müenneslik tâ'sı bulunmasıdır.

Allahü teâlâ'nın Hazret-i İsa'ya Teslisden Berî Olduğunu İkrar Ettirmesi

110

Âyetin tefsiri için bak:111

111

"Allah o zaman şöyle diyecek: "Ey Meryemoğlu İsa, hem senin üzerindeki hem de ananın üzerindeki nimetimi hatırla: Hani ben seni Ruhu'l-Kudüs ile desteklemiştim. Beşikte iken de, yetişkin ikeç de sen insanlara konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı, ve İncil'i öğretmiştim. Hani benim iznim ile, çamurdan bir kuş suretinin benzerini yapıyordun ve içine üflüyordun da, benim iznim ile o, bir kuş oluveriyordu. Anadan doğma kör olanı ve abraşı yine benim iznimle İyi ediyordun. Hani ölüleri benim iznimle (hayata) çıkarıyordun, hani İsrailoğullarınm (elini) senden çekmiştim. Kendilerine apaçık mu'cizeler getirdiğin zaman, onlardan kâfir olanlar, "Bu, apaçık bir sihirden başka birşey değil"demişlerdi. Hani Havarilere: "Bana ve resulüme iman edin" diye ilhametmiştim. "İman ettik. Hakiki müslümanlar olduğumuza sen de şahid ol"demişlerdi".

Allahü teâlâ'nın, "Allah o zaman şöyle diyecek: "Ey Meryemoğlu İsa, hem senin üzerindeki, hem de ananın üzerindeki nimetimi hatırla" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki biz, Hak teâlâ'nın, peygamberlere "Size nasıl karşılık verildi?" (Maide. 109) demesinden maksadının, onların ümmetlerinden isyan edip, küfürde diretenleri azarlamak olduğunu beyân etmiştik. Kınanmaya ve azarlanmaya en fazla müstehak olan ümmet, kendilerinin Hazret-i İsa'nın tabiîleri olduğunu iddia eden hristiyanlardır. Çünkü diğer ümmetler sadece peygamberlerini tenkîd ve ta'n etmişlerdir. Bu mel'ûn ümmet ise, Allah'ın celâl ve kibriyasını tenkid edecek kadar ileri gitmişlerdir. Çünkü bunlar ilahı, hiçbir akıllının tavsif etmeyeceği sıfatlarla tavsif etmişlerdir ki bu da, onlarca, Allah'ın eş ve çocuk edinmiş olması iddiasıdır: İşte bundan ötürü Allah peygamberlerinin huzurunda, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya verdiği nimetleri tek tek saymıştır. Bu şekilde saymanın gayesi, hristiyanları azarlamak ve bu kötü sözlerinden ötürü ayıplamaktır. Çünkü Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya verilen nimetlerin her biri, Hazret-i İsa'nın bir ilah değil, bir kul olduğuna delâlet etmektedir. Kur'ân-ı Kerim'de Hazret-i İsa (aleyhisselâm) hakkında böyle bir naklin yeralmış olmasının faydası, bu âyet indiği esnada mevcut olan hristiyanların dikkatlerini, sözlerinin çirkinliğine, mezheblerinin ve itikadlarının bozukluğuna çekmektir.

İkinci Mesele

Âyette geçen (o zaman) edatının, takdirin "Sana diyorum, bu Allah'ın şöyle şöyle dediği zamandır" şeklinde olmasına göre, mübtedanın haberi olarak, mahallen merfû olabileceği gibi, "Allah'ın şöyle şöyle dediği zamanı hatırla..." takdirinde de olabilir.

Üçüncü Mesele

Âyetteki ifadesi, muzârî değil de, mâzî sîgası ile gelmiştir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

a) Kıyametin olmuş, bitmiş ve gerçekleşmiş gibi, yakın olduğunu göstermek için böyle gelmiştir. Zira her gelecek, yakındır. Yine gelme zamanı yaklaştığında "Ordu geldi" denilir. Nitekim, "Allah'ın emri geldi" (Nahl, 1) buyurulmuştur.

b) Bu şimdiki zamanın hikâyesi üslûbu ile gelmiştir. Bunun bir benzeri, insanın arkadaşına, "Sanki, sen bizimle idin. Biz falanca beldeye girdik. Orada şu işi yaptık. Derken birisi bağırdı, sen de beni bırakıp, ona icabet ettin"'demesi gibidir. Bunun Kur'ân'da benzeri misaller de: "Onları can kaygısına düştükleri vakit görmelisin. Artık onların kaçacak yerleri de yoktur" (Sebe, 51); "Melekler o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını alırken görmeliydin" (Enfal, 50)ve "O zalimler Bablerinin divanında mevkuf dururlarken, sen bir görmelisin..." (Sebe, 31) âyetleridir. Bütün bu âyetlerde, ifade, bizim de belirttiğimiz gibi, şimdiki zamanın hikâyesi olarak getirilmiştir.

Dördüncü Mesele

Âyetteki hitabındaki "İsâ" kelimesinin, bir muzaf ile tavsif edilmiş, müfred bir münâdâ olduğu için "ref" mahallinde olması veya izafet niyeti ile "nasb" mahallinde olması caizdir. Buna göre (......) kelimesi te'kîd için getirilmiştir. Böyle olan her yerde, her iki vecih de caizdir. Meselâ, münâdâlarında olduğu gibi. Nahivciler, birinci ismin merfû ve mansûb olması şekli üzere misalini söylemişlerdir.

Hazret-i İsa'nın ;Üzerindeki İlahi Nimetler

Âyetteki ifâdesi ile, cem'i (nimetler) manası murad edilmiştir. Bu tıpkı, "Allah'ın nimetini, (yani nimetlerini) saymak isteseniz sayamazsınız" (Nahl, 18) âyetinde olduğu gibidir. Bu, cins isim manasına elverişli bir izafet terkibi olduğu için caiz olmuştur.

Onu Ruhu'l-Kudüs İle Desteklemesi

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i İsa'ya olan nimetini şu şeylerle açıklamıştır:

1) "Hani ben seni Ruhu'l-Kudüs ile desteklemiştim" âyetinin ifade ettiği nimet... Bu ifade ile ilgili şu iki izah yapılmıştır:

a) Ruhu'l-Kudüs, Cebrail (aleyhisselâm)'dir. Rûh, Cebrail; Kudüs ise Allahü teâlâ'dır. (Yani Allah'ın Cebrail'i demektir.) Yüce Allah, sanki Cebrail (aleyhisselâm)'in şanını yüceltmek için onu kendisine muzaf kılmıştır.

b) Ruhlar, mahiyetleri bakımından farklıdırlar. Bazıları, temiz ve nurânîdirler. Bazıları pis ve zulmânidirler. Bazıları, aydınlık; bazıları bozuk ve bulanık; bazıları seçkin; bazıları da değersiz ve ehemmiyetsizdirler? İşte bundan ötürü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ruhlar, bir araya getirilmiş ordulardır (çeşit çeşit gruplardır)" Müslim, Birr, 159-160 (IV/2031-2032). buyurmuştur. Hak teâlâ temiz, nurânî, aydınlık, yüce ve seçkin bir ruhu Hazret-i İsa'ya vermiştir. Birisi: "Bu âyet, Hazret-i İsa'nın, Cebrail veyahut da Allah'tan olan bir rûh ile desteklendiğine delâlet ettiğine göre, bu husus mu'cizelerin, peygamberlerin doğruluğuna delâlet etmesi hususunu zedeler. Çünkü biz, Cebrail (aleyhisselâm)'in ismetini (günahsız olduğunu) bilmezden önce, onun halkı iğvası ve saptırması karşısında, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya yardımcı olduğunu mümkün görüyoruz. Binaenaleyh Cebrail (aleyhisselâm)'in ismeti bilinmediği müddetçe, bu soru zail olmaz. Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın peygamberliği iyice bilinemeyince de, Cebrail (aleyhisselâm)'in ismet sıfatı ile muttasıf olduğu bilinmez. Bu, bir devr-i fasidi gerektirir?" diyebilir.

Buna şu şekilde cevap verilir: "Bizim prensiplerimizde sabittir ki, yaratıcı sadece Allah'tır. İşte bu asıl prensip ile, böyle bir soru zail olur."

Hem Bebeklik Hem Kemal Çağında Konuşma

2) "Beşikte iken de, yetişkin iken de sen insanlara konuşuyordun" âyetinin ifade ettiği nimet.. Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın beşikte iken konuşması, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Onlar) dediler ki "Biz, henüz beşikte bulunan bir sabi ile nasıl konuşuruz?" (İsa) dedi ki: "Ben gerçekten Allah'ın kuluyum. O, bana kitabı (İncil'i) verdi Beni peygamber yaptı" (Meryem, 30-31) âyetlerinde anlatılmıştır. Hazret-i İsa'nın yetişkin iken konuşmasını da, tefsir etmekte olduğumuz âyet anlatmaktadır; Buna göre bu ifâdenin mânası, "Hazret-i İsa, onlara bu iki vakitte de, sözünü değiştirmeksizin, hem bebek iken, hem de yetişkin bir insan iken konuştu" şeklindedir. İşte bu, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya has olan şerefli bir özelliktir. Ne ondan önce, ne de ondan sonra hiçbir peygambere bu nasîb olmamıştır.

Kitap ve Hikmetin Verilmesi

3) "hani sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim..." âyetinin ifade ettiği nimet... Âyetteki "Kıtab" kelimesi ile ilgili şu iki izah yapılmıştır:

a) Bundan murad, kitabet, yani yazı yazmadır.

b) Bundan kastedilen, cins olarak kitaplardır. Çünkü insan tik önce kolay ve kısa kitapları öğrenir. Daha sonra bunlardan daha yüksek ve zor kitaplara yükselir. "Hikmet" ise, nazarî ve amelî ilimler demektir.

Allah bundan sonra Tevrat ve İncil'i zikretmiştir. Bu hususla ilgili olarak şu iki açıklama yapılmıştır.:

a) Allahü teâlâ, bu iki kitabı, "kitab" kelimesinden sonra, son derece kıymetli olduklarını belirtmek için ayrıca zikretmiştir. Bu tıpkı, "Namazlara ve orta namaza devam edin" (Bakara, 238) ve "hatırla o zamanı ki biz peygamberlerden misaklarını atmıştık. Senden de, Nûh'dan da..." (Ahzab, 7) âyetlerinde olduğu gibidir.

b) Bu, en kuvvetli olan görüştür. Bu görüşe göre, semavî kitapların sırlarına muttali olmak, ancak çeşitli şer'î ilimler ile, âlimlerin anlattıkları zahirî ve aklî ilimlere dalmış olanlar için mümkündür. Binaenaleyh burada "Tevrat'ı ve İncil'i" ifâdesinin yer alması, ancak büyük peygamberlerin muttali olabileceği sırlara bir işarettir.

Çamurdan Yapılan Kuşları Uçurma Gibi-Mu'cizeler

"hani benim iznim ile, çamurdan bir kuş suretinin benzerini yaratıyordun (yapıyordun) ve içine üflüyordun da, benim iznim ile o bir kuş oluveriyordu" âyetinin ifade ettiği nimet... Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nâfi, kelimeyi (......) diğerleri İse (......) şeklinde okumuşlardır. (......) kelimesi, (koyunlar) (koyun) ve (süvariler), (süvari) kelimelerinde olduğu gibi, (kuş) kelimesinin çoğuludur.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ burada, "Onun içine üflüyordun..." buyurmuş, Al-i İmran'da ise Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın ağzından "(ve ona üflüyorum" (Al-i İmran, 49) buyurmuştur. (Niçin?)

Cevap: Âyetteki ifadesi, "bir kuş suretinin benzeri bir suret yapıyordun" manasınadır. Buna göre, ifadesindeki müennes zamir, kâf edatına râcîdir. Çünkü bu kâf, Hazret-i İsa'nın yaptığı ve içine üflediği kuş suretinin (heyetinin) sıfatıdır. Bu zamir, tayr kelimesine muzaf olan "hey'et" kelimesine râcî değildir. Çünkü bu, Hazret-i İsa'nın yapıp üflediği "hey'et" değildir. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki. "Kâf, bu kuş suretinin (hey'etinin) benzeri olan (mahzûf) bir "hey'et" kelimesine delâlet ettiği için mana bakımından müennes, zahirine de müzekkerdir. Durum böyle olunca, bazan müzekker bazan müennes olarak kâf a, zamirin râcî olması caizdir.

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ, çamurun, kuş suretine sokulması meselesi île, bu suretin canlı bir kuşa dönüşmesi meselesinde kendinin izni olmasına dikkat çekti. Âyetteki, "Benim İznim ile..." kelimesini, meydana gelen bu işin Hazret-i İsa'nın kudreti ve yaratması ile değil, kendisinin kudreti ve yaratması ile olduğunu te'kid etmek için iki kere getirdi.

Â'ma (Görmeyen) ve Abraşı İyileştirme

5) "Anadan doğma kör olanı ve abraşı yine benim iznimle iyi ediyordun" âyetinin ifade ettiği nimet... Anadan doğma kör olanın ve abraş olanın iyileştirilmesi meselesi bilinen bir husustur.

Halil: " anasından kör olarak doğan, ise, sonradan kör olan manasınadır" demiştir.

Ölüleri Diriltmesi

6) "Hani ölüleri benim iznimle (hayata) çıkarıyordun" âyetinin ifade ettiği nimet... Bu, "ölüleri kabirlerinden, benim iznim ile, yani sen dua ederken ve ölüye "Allah'ın izni ile kabrinden çık (diril)" derken, bunu benim gerçekleştirmem ile, diri olarak çıkarıyordun" demektir. Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın bu fiilleri hakkında, "Allah'ın izni"nin zikredilmesi, fiillerin aslının Allah'a izafe edilmesi manasındadır. Bu tıpkı, "Allah'ın izni olmadıkça, hiçbir can ölemez" (Al-i İmran. 145) âyetinde ifade edildiği gibidir. Bu, "O nefsin (canın) ölümü, ancak Allah'ın, onun için ölümü yaratması ile olabilir" demektir.

Yahudilerin Komplosundan Allah'ın Onu Koruması

7) "Hani İsrâiloğullarının (elini) senden çekmiştim, kendilerine apaçık mu'cizeler getirdiğin zaman..." âyetinin ifade ettiği nimet... Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

"Kendilerine apaçık mu'cizeler getirdiğin zaman..." ifadesi ile, yukarıda geçen (sayılan) mu'cizelerin kastedilmiş olması muhtemeldir. Buna göre, "el-Beyyinât" kelimesinin başındaki elif lâm, "ahd" (malum mânası) ifade eder. Bunun, beyyinat cinsini ifade eden, (yani cins için olan) elif-lâm olması da muhtemeldir.

İkinci Mesele

Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i İsa (aleyhisselâm), akıllara durgunluk veren bu mu'cizeleri gösterince, yahudiler O'nu öldürmeye niyetlendiler de, Cenâb-ı Hak, göğe çekmek suretiyle O'nu onlardan kurtardı.

Daha sonra "Onlardan kafir olanlar, "Bu apaçık bir sihirden başka birşey değildir" demişlerdi" buyurulmuştur. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır:

Sihr ve Sahir Kelimelerinin Kıraati

Hamza ve Kisâî, gerek bu âyette, gerekse Yunus, Hûd ve Saff sûrelerinde geçen "sihir" kelimelerini, elifli olarak Sâhir (sihirbaz) şeklinde; İbn Âmir ile Âsim, sadece Yunus sûresindekini elifli olarak; diğer kıraat imamları ise hepsin de elifsiz olarak sihr (sihir) şeklinde okumuşlardır. Bunu. "sâhir" şeklinde okuyanlar, Peygamber'e; "sihir" şeklinde okuyanlar ise peygamberin getirdiği şeylere işaret etmek istemişlerdir. Her iki şekildeki kıraat da güzeldir. Çünkü bunlardan her ikisi de, daha önce zikredilmektedir.

Vahidî (r.h) şöyle der: "Benim tercihim, sihr şeklindeki kıraattir. Zira "sihr" kelimesi, hem hadise, hem de şahıs için kullanılabilir. Bunun bir hadise için kullanılması hususu açıktır. Şahıs için kullanılmasına gelince, mesela sen, büyü sahibi (büyücü) manasını murad ederek, "Bu adam sihirdir" diyebilirsin Bu tıpkı, "Fakat birr (yani bârr, iyi kimse), Allah'a iman edendir..." (Bakara, 177) âyetinde olduğu gibidir. Nitekim şair de, "Dünya hayatı bazan bir yüze gülme, "ikbal"; bazanda bir arka çevirme, "idbâr"dır. Yani, "hazan insanın yüzüne güler, bazan da ona sırt çevirir" demiştir.

İkinci Mesele

İmdi şayet, "Allahü teâlâ, Hazret-i İsa'ya olan nimetlerini saymıştır. Halbuki kâfirlerin, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) hakkındaki "Bu apaçık bir sihirden başka birşey değildir" sözleri. nimetlerden biri değildir. O halde, Allahü teâlâ ne hikmetle bunu burada zikretmiştir?" denilir ise şöyle cevap verilir: "Her nimet verilene haset edilmiştir" sözü, meşhur darb-ı mesellerdendir. Kâfirlerin, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'yı bu sözle tenkid etmeleri, Allah'ın O'na verdiği nimetlerin çok büyük olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh işte zikrettiğimiz bu sebepten ötürü, nimetlerin sayıldığı sırada, kâfirlerin (hasedlerinden dolayı söyledikleri) bu sözün zikredilmesi de yerinde ve güzel olmuştur.

8) Hani Havarilere, "Bana ve Resulüme iman edin" diye vahyetmiştim. "İman ettik, hakiki müslümanlar olduğumuza sen de şahid ol" demişlerdi" (Maide, 111) âyetinin ifade ettiği nimet, . Vahyin ne mânaya geldiği daha önce anlatılmıştı. Binaenaleyh âyette bahsedilen "Havariler"in peygamber olduğunu söyleyenler bunun peygamberlere yapılan çeşitten bir vahiy olduğunu; onların peygamber olmadıklarını söyleyenler ise, bunun, "ilham ve kalbe ilkâ edilen şey" manasına olduğunu söylemişlerdir. Bu tıpkı, "Musa'nın annesine, "Onu emzir..." diye vahyettik" (Kasas, 7) ve "Rabbin bal arısına vahyetti ki..." (Nahl, 68) âyetlerinde geçen "vahiy" gibidir. Cenâb-ı Hak, bu hususu, nimetleri sayma sadedinde getirmiştir. Çünkü insanın, diğer insanlar nezdinde sözünün kabul edilmesi ve kalblerinde sevgi kazanması, Allah'ın insana en büyük nimetlerinden biridir. Allahü teâlâ, bunu Havarilerin kalbine ilham ettiğinde, onların iman edip müslüman olduklarını bildirmiştir. Bu âyette "iman"ı, "İslam'dan önce zikretmiştir. Çünkü iman, kalbe âit bir vasıftır, islâm ise zahiren boyun eğip itaat etmekten ibarettir. Yani, "onlar hem kalbleri ile iman ettiler, hem de zahiren inkiyâd ettiler" demektir.

İmdi eğer, "Hak teâlâ, (110.) âyetin başında, "Hem senin üzerindeki hem de ananın üzerindeki nimetimi hatırla" buyurmuştur. Sonra, Hak teâlâ'nın zikretmiş olduğu bütün nimetler Hazret-i İsa'ya tahsis edilmiş olup, bunlardan hiçbirinin Hazret-i İsa'nın annesiyle alâkası yoktur" denilirse, biz deriz ki: Çocuk için meydana gelen, tahakkuk eden bu yüce nimetler ve kıymetli derecelerin hepsi, zımnen ve ikinci derecede olarak, anne için de söz konusudr. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Meryem'in oğlunu da, anasını da bir âyet kıldık..." (Mu'minun, 50) buyurmuştur. Böylece, bu ikisinden herbirınin diğerleriyle çok sıkı münasebeti olduğu için, Allah onların ikisini birden tek bir âyet kabul etmiştir. Rivayet olunduğuna göre Allahü teâlâ Hazret-i İsa'ya, "üzerindeki nimetimi hatırla" dediğinde, Hazret-i Isa, kıldan yapılmış elbise giyiniyordu, bitki yiyordu, ertesi gün için herhangi bir şey biriktirmiyor ve "her günün rızkı, o günle beraberdir; harâb olacak evi, ölecek çocuğu olmayan herkes için, nerde akşam orda sabah..." diyordu.

Havarilerin Gökten İnen Sofra İstemeleri

112

"Hani havariler: "Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bizim üstümüze gökten bir sofra indirebilir mi?" demiş, o (da): "Eğer inanmış kimselerseniz, Allah'dan korkun"demişti".

'Hani havariler: "Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bizim üstümüze gökten bir sofra indirebilir mi?" demiş..." buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hak teâlâ'nın, (......) ifadesinin terkîbteki yeri hususunda şu iki takdir yapılmıştır:

a) "havariler.. dediğinde, ben havarilere itham ettim..." şeklinde...

b) "Havarilerin... dediği vakti hatırla.." şeklinde...

İkinci Mesele

Kisâî, (......) kelimesini, tâ harfiyle; (......) kelimesini de nasb ile, lâm harfini tâ'ya idğam ederek, "(Ey İsa), Rabbinden... isteyebilir misin?" şeklinde okumuştur. Bu idğâmın sebebi şudur: Lâm ile tâ harflerinin mahreçleri birbirine yakındır. Çünkü bu iki harf de dilin ucundan ve "senâyâ" dişlerinin kökünden çıkarlar. Bu harflerin, mahreçlerinin birbirlerine yakın olması sebebiyle, idğâm edilmesi yerinde ve güzeldir. Bu kıraat, Hazret-i Ali ve İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha)'nin de, "Onlar (havariler), "Rabbin muktedir olabilir mi?" mânasını kastetmeyecek kadar Allah'ı tanıyorlardı. Havariler (böyle değil de), "Sen Rabbinden isteyebilir misin?" demişlerdir" dediği rivayet edilmiştir. Muaz İbn Cebelden de, Allah'ın Resulü, fiili tâ ile; (......) kelimesini de mansub olarak (......) şeklinde okuttuğu rivayet edilmiştir.

Diğer kıraat imamları ise, fiili yâ harfiyle; (......) kelimesini bâ harfini merfû ve de idğam yapmaksızın, (......) şeklinde okumuşlardır.

Birinci kıraate göre bu ifâdenin mânası, "Rabbinden isteyebilir misin?" şeklinde olur. Bu şekilde okuyanlar, bu kıraatin ikinci kıraatten daha evlâ olduğunu söylemişlerdir. Zira bu kıraat, onların, Hazret-i İsa'nın gücü ve kudreti hususunda şüphe etmiş olmalarını gerektirir. İkinci kıraat ise, onların, Allah'ın kudreti hususunda şüphe etmiş olmalarını gerektirir.. Şüphesiz ki birinci kıraat ikincisinden daha uygundur.

Havarilerin Kudret-i İlahiyeden Şüpheleri Olamazdı

İkinci kıraate gelince, böyle okunması halinde, ortaya şöyle bir problem çıkar: Allahü teâlâ, o havarilerin, "İman ettik. Hakîki müslümanlardan olduğumuza sen de şahid ol" demişlerdi" (Maide, 112) dediklerini nakletrniştir. Halbuki, onların iman etmiş olmalarından sonra, onların, Allah'ın buna gücünün yeteceği hususunda şüphe etmiş kimseler olduklarının söylenmesi nasıl caiz olabilir?

Buna birkaç yönden cevap verebiliriz:

1) Allah, onları iman edip müslüman olmakla tavsif etmemiş, aksine onların bu iki şeyi (imanı ve İslâm'ı) iddia edip öne sürdüklerini nakletmiş, sonra da buna, yine onlardan bir nakil olarak, "Rabbin bizim üstümüze gökten bir softa indirebilir mi?" dediklerini ilâve etmiştir. Bu da, onların, şekke düşüp bu hususta tereddüd ettiklerini gösterir. Çünkü böyle bir söz, imanı mükemmel olan bir kimseden sadır olmaz.. Hem onlar, "ve senin, bize hakikaten doğru söylediğini bilelim..." (Mâide, 113) demişlerdir ki bu da, onların kalblerinde bir hastalığın bulunduğuna delâlet eder. Hazret-i İsa'nın onlara, "Eğer inanmış kimselerseniz, Allah'dan korkun" demesi de, onların iman hususunda kâmil olmadıklarına delâlet eder.

2) Onlar mü'min idiler, ancak ne var ki bu mucizeyi, kalbleri iyice mutmaîn olsun diye talep etmişlerdir. Bu tıpkı Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in "Fakat kalbim mutmain olsun diye..." (Bakara. 260) demesi gibidir. Zira, bu nevi mucizeleri görüp müşahede etmek, hiç şüphe yok ki, gönüllerde bir itminan meydana getirir. İşte bu sebepten dolayı havariler, "kalblerimiz yatışsın..." (Mâide, 113) demişlerdir.

3) Bu sözden maksad, bunun, hikmet açısından caiz olup olmadığını sormaktır. Bu böyledir, zira Allah'ın fiilleri çeşitli hikmet vecihlerini görüp gözetmeye dayanınca, bu çeşitli hikmet vecihlerinden herhangi birisinin tahakkuk etmediği yerde, fiil imkânsız olur. Çünkü, hikmet bakımından ters olan birşey, kudret bakımından da ters gibi olur. Bu cevap, Mutezilenin görüşüne göredir.

Ama bizim görüşümüze göre bu, "Allahü teâlâ, buna hükmeder mi? Bunun vuku olacağını bilir mi? Zira, eğer o buna hükmetmez, vukuunu da bilmezse, bu şey Allah'ın gücü dahilinde olmayıp muhal, imkânsız olur. Çünkü, malum olmayan şey "makdûr" da değildir" mânasına hamledilmiştir.

4) Süddî, ifadesinin, "Şayet, ondan bunu istersen, Rabbin sana itaat eder mi?" mânasına geldiğini söylemiştir. Bu, fiilinin, (itaat etti) mânasına kullanılıp, sîn harfinin de zâid kabul edilmesi görüşüne dayanır.

5) Âyet-i kerîmede geçen (......) kelimesiyle murad edilen, belki de Cebrail'dir. Çünkü Cebrail (aleyhisselâm) de, Hazret-i İsa'yı eğitmiş ve ona çeşitli yardımlarda bulunmuştur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, Mâide 110 âyetinin baş kısımlarında, "Hani ben seni Cebrail ile desteklemiştim" buyurmuştur. Yani, "Sen, Cebrail'in seni eğitip, sana çeşitli ikramlarda bulunduğunu iddia ediyorsun. Binâenaleyh o, sana gökten bir sofra indirebilir mi?" demektir.

b) Onların bu sorudan maksatları, bu hususta şüphe etmiş olmalarından ileri gelmemiştir. Aksine onların bundan maksatları, Allahü teâlâ'nın bunu yapabilmesinin son derece açık ve net olduğunu takrir edip ortaya koymaktır. Bu tıpkı, bir kimsenin, bir fakirin, âcizın elinden tutup da, "Hükümdar bu gibileri doyurmaya muktedir değil midir?" demesine benzer.. Onun bu sorudan maksadı, bunun çok açık ve sarih olduğunu; aklı olan hiç kimsenin bu hususta şüphe etmesinin caiz olmayacağını ortaya koymaktır.

Maide Kelimesinin Manası

Zeccâc, (......) kelimesi, "hareket etti" manasına gelen fiilinden, kalıbında bir kelimedir. Binaenaleyh sofra, üzerinde olan ile sallandığı için, adını almıştır" demiştir.

İbnu'l-Enbari ise şu izahı yapmıştır: "Sofraya maide ismi verilmiştir; zira bu sofra bir bağıştır. Bu, Arapların, bir kimse bir kimseye iyilik yaptığında, demelerinden iştikak etmiştir. Bu görüşe göre mâide, atıyye, bağış mânasına gelen meyd masdarından, "faile" kalıbında bir kelimedir."

Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Mâide kelimesi, ism-i fail kalıbında olup, ism-i mefûl mânasındadır. Bu tıpkı, "hoşnut bir yaşayış..." (Karia, 7) âyetinde olduğu gibidir. Kelimenin aslı, olup, sahibine verilmiş bir bağıştır. Yani "O, onu ona verdi ve onunla ona ihsanda bulundu" demektir. Araplar, bir kimse bir kimseye iyilikte bulunduğunda, derler...

Daha sonra gelen, "Eğer inanmış kimselerseniz, Allah'dan korkan" buyruğu hakkında şu iki izah yapılmıştır:

a) Hazret-i İsa, "Mucizeyi tayin etme hususunda Allah'dan korkun. Zira sizin bu yaptığınız, işi yokuşa sürme ve tahakkümdür; bu ise, Rabbın huzurunda kul tarafından yapılmış büyük bir suçtur. Hem bu, daha önce gösterilen birçok mucizeden sonra yeniden bir mucize talep etmek demektir ki, bu da büyük bir suçtur" demiştir.

b) Allahü teâlâ onlara, bu gayelerinin gerçekleşmesine vesile olsun diye, takva ile emretmiştir. Bu, "Kim Allah'dan korkarsa, (Allah) ona bir çıkış yeri ihsan eder ve onu, hatırına gelmeyecek bir cihetten rızıklandırır" (Talâk. 2-3) ve: "Ey iman edenler, Allah'dan korkun, O'na vesile arayın..." (maide, 35)âyetlerinde olduğu gibidir. "Eğer inanmış kimselerseniz.." buyruğuna gelince bu, "Eğer Cenâb-ı Hakk (c.c)'ın sofrayı indirmeye muktedir olduğuna inanıyorsanız, takvanız bu gayenizin gerçekleşmesine vesile olsun diye, Allah'tan korkunuz..." demektir.

Havarilerin İtminan İçin Sofra İstemeleri

Bu âyetle İlgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

113

"Dediler ki: "İstiyoruz ki biz de ondan yiyelim, kalblerimiz mutmain olsun, senin bize gerçekten doğru söylediğini bilelim ve biz de bunun üzerine şâhidlerden olalım".

Bir âyetin mânası sudun O havariler bunu talep edince, sanki Isâ (aleyhisselâm) onlara: "Daha önce birçok mucize geldi. Binâenaleyh artık o kesin mucizelerden sonra, böyle bir mucize isteme hususunda Allah'dan ittikâ edin" demiş de, onlar dâ cevaben: "Biz, bu sofrayı sırf bir mucize olsun diye değil, şu sebeplerin hepsinden dolayı istiyoruz:

1) Biz, bu sofradan yemek istiyoruz. Çünkü iyice acıktık ve yiyecek birşey elde edemedik.

2) Biz, Allah'ın kudretini delilleri ile biliyor isek de, böyle bir sofranın gökten inişini bizzat gördüğümüzde yakînî imânımız artar ve itminanımız o nisbette kuvvetlenir.

3) Biz, her ne kadar diğer mucizelerle, senin doğru olduğunu biliyor isek de, bu mucizeyi de görüp müşahede ettiğimizde yakînimiz ve irfanımız artar, kalbî mutmainliğîmiz kuvvet bulur.

4) Senin getirdiğin bütün mucizeler, yeryüzü ile ilgilidir. Bu ise, semavî bir mucize olup, hem hayrette bırakıcı, hem de büyük bir mucizedir, biz bunu gördüğümüzde, bunun şâhitleri oluruz ve bu mucize hususunda, onu görmeyen İsrâiloğulları yanında şahadette bulunuruz ve bu mucize iter Allah'ın kudretinin mükemmelliğine ve senin peygamberliğine şâhidler oluruz" dediler.

(Bayram) Kelimeleri Hakkında

114

"Meryem oğlu İsâ dedi ki: "Ey Allah'ım, Ey Rabbimiz, üstümüze gökten bir sofra indir ki bizim hem evvelkilerimiz hem sonrakilerimiz için bir bayram ve senden bir ayet (mucize) olsun. Bizi rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırlıtsısın".

(......) lafzı ile ilgili açıklama, Al-i İmran sûresinde "Ey mülkün sahibi Allah'ım, sen mülkü kime dilersen ona verirsin"

(Âl-i İmran. 26) âyetinin tefsirinde geçmişti. Şuna göre tabiri nidadır. (Ey Rabbimiz) ifâdesi de ikinci bir nidadır, "bizim ...için olan..." kelimesi, (bir sofra) kelimesinin sıfatıdır emrin cevabı değildir. Abdullah İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), bunu emrin cevabı kılarak (olsun) şeklinde okumuştur.

Ferrâ şöyle demektedir: Başında emir fiil olan her nekire kelimeden sonra gelen fiil, hem meczûm, hem de merfû okunabilir. Meselâ, "Binâenaleyh bana tarafından bir velî (bir oğul) ihsan et ki bana mirasçı olsun" (Meryem, 5-6) ve "onu da benimle beraber, beni tasdik eden bir yardımcı olarak gönder" (Kasas, 34) âyetlerinde olduğu gibi... Âyetteki, "hem evvelkilerimiz, hem sonrakilerimiz için bir bayram.." ifâdesi, "sofranın indiği o günü hem biz, hem de bizden sonrakiler, kendisine saygı gösterdiğimiz bir bayram sayalım" demektir. Sofra pazar günü inmişti. Bundan dolayı pazar günlerini bir bayram (tatil) edindiler. (......) kelimesi Arapça'da, belli bir vakitte tekrar sana gelen şeye denir. Bu kelime, (döndü) fiilinden alınmıştır. Her sene yeni bir sevinçle dönüp geldiği için, bayrama denilmiştir. Âyette geçen, "Senden bir mucize (âyet) olsun" ifâdesi, "Senin tevhidine (birliğine) ve peygamberinin nübüvvetinin sıhhatine bir delil olsun" demektir. O'nun "Bizi rızıklandır" duası ise, "Bize, yiyebileceğimiz bir rızık ver. Sen, rızık verenlerin en hayırlısısın" demektir.

İkinci Mesele

Âyetteki bu tertip hakkında bir düşün. Zira havariler, gökten gelecek bir sofra isterlerken, onu isteme hususunda birçok sebep zikretmişler, bunun başında da önce "yeme" sebebini getirerek, "istiyoruz ki biz de ondan yiyelim" (Maide, 113)demişler, dinî ve manevî sebepleri geriye bırakmışlardır. Ama Hazret-i İsâ (aleyhisselâm), bu sofrayı isteyip, sebeplerini sıralarken, önce dinî sebepleri söyleyip, yeme sebebini sonraya almıştır. Çünkü O, sözünün sonunda "Bizi rızıklandır" demiştir. İşte bunu iyice düşündüğünde, bir kısmının ruhanî, bir kısmının da maddeye mütemayil olmaları bakımından ruhların derece derece oluşları gözünün önüne serilir. Sonra Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın, dini son derece saf, ruhu da alabildiğine aydınlık olduğu için, "Bizi rızıklandır" diyerek, rızıktan bahsedince, o sözle kalmamış, rızıktan rızık verene geçerek "Sen rızık verenlerin en hayırlısısın" demiştir. Buna göre âyetteki (Ey Rabbimiz) ifâdesi, Hak Subhânehû ve Teâlâ'nın ismi ile başlama; "üstümüze gökten bir sofra indir" ifâdesi, zat'tan sıfatlara geçiş; "Bizim hem evvelkilerimiz, hem Sonrakilerimiz için bir bayram olsun" ifâdesi, birer nimet olmaları bakımından değil, nimeti veren Allah'dan sudur etmeleri bakımından, ruhun nimetlerden dolayı sevinmesine bir işaret; "senden bir âyet (mucize) olsun" ifâdesi, bu sofranın, istidlal ve tefekkür edebilecek kimselere bir delil olmasına bir işaret; "Bizi rızıklandır" ifâdesi de, nefse düşen paya bir işarettir. Bunların hepsi, Hazret-i Allah'dan inen şeylerdir. O halde bir bak, Hazret-i İsa (aleyhisselâm), önce en şerefli olandan başlayıp nasıl kademe kademe daha aşağı doğru inmiştir. Oaha sonra O, "Sen rızık verenlerin en hayırlısısın" demiştir ki bu da, yaratılmıştan Yaratan'a, Allah olmayandan, Allah'a; daha aşağıda olandan, daha yukarıda şerefli olana doğru yeniden bir yükseliştir. İşte bunu düşündüğünde, nurânî, ilahî ve aydınlık ruhların nasıl çıkıp indikleri hususunda bir işaret belirir. "Allah'ım, sen bizi böylesi olanlardan kıl."

Üçüncü Mesele

Zeyd (İbn Sabit) (radıyallahü anh) âyeti, (......) şeklinde okumuştur. Bunun (......) şeklinde okunuşu, "âyet" lafzının mânasındaki müenneslikten ötürüdür.

Gökten Sofranın İndirilmesi

115

"Allah dedi ki: "Ben onu sizin üzerinize elbette İndireceğim. Artık (bundan) sonra içinizden kim nankörlük ederse, ben onu muhakkak ki âlemlerden hiç kimseyi azaplandırmadığım bir azap ile azaplandırırım".

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Âmir, Âsim ve Nâfi, kelimeyi şeddeli olarak (......) şeklinde; diğer kıraat imamları ise şeddesiz olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Her iki şekil de, ve fiillerine dayanan iki kullanıştır. Bunlardan şeddeli fiil, "tekrar tekrar indirme" mânasına, şeddesiz olanının da, "toptan bir defada indirme" mânasına geldiği söylenmiştir.

İkinci Mesele

"Artık, (bundan) sonra içinizden kim nankörlük ederse.." ifâdesi, "Artık o sofranın indirilmesinden sonra içinizden kim nankörlük ederse, ben onu muhakkak ki kâinatta hiç kimseyi azaplandırmadığım bir azap ile azaplandırırım" demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh), âyette bahsedilen azaptan maksadın, Allah'ın onları domuzlar hâline çevirmesi olduğunu söylerken; bu azabın onların maymunlara dönüşmesi olduğu veyahut da başka hiç kimsenin azab edilmediği bir çeşit azab olduğu da söylenmiştir. Zeccac: "Bu azap, dünyevî peşin bir azap olabileceği gibi, âhirete bırakılmış bir azap olması da mümkündür" demiştir. Âyetteki "âlemlerden" tabiri, "Onların yaşadıkları zamanki âlemlerden" demektir.

Üçüncü Mesele

Denildiğine göre onlar, Hazret-i İsa'dan bu sofrayı, su ve yiyecek bulunmayan bir çöle geldikleri zaman istemişlerdir.

İşte bundan ötürü o havârîler, "istiyoruz ki biz de ondan yiyelim" (Maide, 113)demişlerdir.

Dördüncü Mesele

Âlimler, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın, bu sofrayı kendisi için mi, yoksa, her ne kadar zahiren bunu kendisine nisbet ediyorsa da, kavmi için mi istediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Her ikisi de ihtimal dahilindedir. Allah en iyi bilendir.

Sofranın İndirilmediğini ileri Sürenler

Alimler, bu sofranın İnip inmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Meselâ Hasan el-Basrî ve Mücâhid, sofranın inmediğini söylemişler ve bu görüşlerine şu iki yönden istidlal etmişlerdir:

1) Bunlar, "Ben onu muhakkak ki âlemlerden hiç kimseyi azaplandırmadığım bir azap ile azaplandırırım" kavl-i ilâhisini duyunca, Allah'dan bağışlanmalarını talep etmişler ve "Biz bu sofrayı istemiyoruz" demişlerdir.

2) Sofranın, onların hem evvelkileri, hem de sonrakileri için bir bayram olacağı bildirilmiştir. Binâenaleyh eğer böyle bir sofra inmiş olsaydı, bu bayramın Kıyamete kadar hep devam etmesi gerekirdi.

Müfessirlerin büyük bir çoğunluğu ise bu sofranın indiğini söylemişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Ben onu sizin üzerinize elbette indireceğim" buyurmuştur. İşte bu ifâde, herhangi bir şarta bağlı olmaksızın o sofranın mutlaka indirileceği hususunda ilahî bir vaaddir. Binâenaleyh bu sofranın indirilmiş olması gerekir.

Hasan el-Basrî ile Mücahidin birinci delillerine şöyle cevap verilir: "Âyetteki "Artık, (ondan) sonra içinizden kim nankörlük ederse, ben onu muhakkak ki... azaplandırırım" ifâdesi, "Ben onu sizin üzerinize elbette İndireceğim" ifâdesi ile ilgisi olmayan müstakil bir şart-ceza cümlesidir."

Onların ikinci delillerine de şu şekilde cevap verilir: "O sofranın indiği gün, onların şeriatları üzere olan hem o günkü, hem de sonraki kimseler için bir bayramdır."

Altıncı Mesele

Rivayet edildiğine göre, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) bu sofrayı Allahü teâlâ'dan istemek için duaya hazırlandığında, yünden (sûf'tan) yapılmış bir elbise giyindi ve sonra da: "Allah'ım bize indir..." diye duâ etti. Bunun üzerine, biri altta biri üstte iki bulut arasında, havarilerin gözleri önünde, kırmızı bir sofra indi ve onların önüne geldi. Bunun üzerine Hazret-i Isa (aleyhisselâm) ağlayarak, "Allah'ım, beni şükredenlerden kıl! Allah'ım, o sofrayı bir rahmet kıl ve başkalarına örnek olacak bir ceza vesilesi kılma!" dedi ve onlara "ibadetçe en iyiniz kalksın, o sofrayı açsın, Allah'ın ismini anarak (besmele ile) ondan yesin." Bunun üzerine havarilerin ileri geleni olan Sem'ûn, "Sen bunu yapmaya daha lâyıksın" dedi. Bunun üzerine Hazret-i İsa (aleyhisselâm) kalktı, abdest alıp namaz kıldı ve ağlayarak sofrayı açtı, "Rızık verenlerin en hayırlısı Allah'ın ismi ile..." dedi. Ne görsünler, kılçıksız, pulsuz, kendinden yağ damlayan kızarmış bir balık... Baş tarafında tuz, kuyruk tarafında sirke... etrafında pırasa hariç her türlü sebze ve beraberinde beş yufka.. Bunlardan birinin içinde zeytin, birinde bal, üçüncüsünde tereyağı, dördüncüsünde peynir ve beşincisinde pastırma bulunuyordu. Sem'un, "Ey Allah'ın Ruhu (İsâ), bunlar dünya yiyeceklerinden mi, yoksa âhiret yiyeceklerinden mi?" deyince, Hazret-i İsa (aleyhisselâm): "Bu, ikisinden de değil, fakat Allah'ın yüce kudretiyle yarattığı bir şeydir. Haydi istediğinizi yeyiniz ve Allah'a şükrediniz ki, Allah nimetini devam ettirsin ve fazlından artırsın" dedi. Havariler de: "Ey Rûhu'llah, sen bize, bundan bir mucize daha göstersen ya..." dediler. Bunun üzerine Hazret-i İsa (aleyhisselâm): "Ey balık, Allah'ın izni ile diril" deyince, balık canlandı., sonra da, "Eski haline dön!" deyince, o da kızarmış bir balık haline döndü. Sonra, sofra uçup gitti. Bundan sonraysa onlar, tekrar isyan ettiler; böylece de maymunlara ve domuzlara dönüştüler.

Hazret-i İsa'dan Hristiyanların İnancının Sorulması

116

"Allah: "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara Allah'dan başka beni ve anamı iki tanrı edininiz diyen sen misin?" dediği zaman O, (şöyle) söyledi: "Seni tenzih ederim, hakkım olmadık bir sözü söylemem bana yakışmaz. Eğer onu söyledimse elbet bunu bilmişsindir. Benim İçimde olan şeyi sen bilirsin. Ben ise senin zâtında olanı bilmem. Şüphesiz ki gaybları hakkıyla bilen sensin sen...".

"Allah: "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara Allah'dan başka beni ve anamı iki tanrı edininiz diyen sen misin?" dediği zaman" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu âyet, Hak teâlâ'nın "Allah o zaman şöyle diyecek: 'Ey Meryem oğlu İsa, hem senin üzerindeki, hem ananın üzerindeki nimetimi hatırla..." (Mâide, 110) ifâdesine atfedilmiştir. Buna göre, Allah bu sözü, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya Kıyamet gününde söyleyecektir. Alimlerin bir kısmına göre de Cenâb-ı Hak bu sözü, Hazret-i İsa'yı göğe kaldırırken söylemiştir. Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesine tutunmuşlar ve (......) kelimesinin mazi hakkında kullanıldığını söylemişlerdir. Birinci görüş daha doğrudur; çünkü yüce Allah bu hadisenin peşinden, "Bu (gün) doğru söyleyenlerin sadâkatlan kendilerine fayda vereceği bir gündür" (Mâide, 119) âyetini getirmiştir ki, bu günle Kıyamet günü murad edilmiştir.

Bunların edatına tutunmalarına gelince, bununla ilgili cevap daha önce geçmişti.

Hristiyanlar İçinde Kur'an'ın Bildirdiği Şekilde İnananlar

Hak teâlâ'nın "İnsanlara, "Allah'dan başka beni ve anamı iki tanrı edininiz" diyen sen misin?" ifâdesi hakkında şu iki soru bulunmaktadır:

a) Allâmu'l-guyûb (gayblerin bilicisi) olan Cenâb-ı Hakk'ın soru sorması nasıl uygun düşebilir?

b) Allah, Hazret-i İsa'nın bunu söylemediğini biliyordu; o halde daha niçin O'na bu şekilde hitap etmiştir?

Eğer, "O'nun bundan maksadı hristiyanları azarlamak ve onları kınamaktır" derseniz biz deriz ki: Nasâra'dan hiç kimse, Allah'ın ulûhiyyetini kabul etmeyerek, Hazret-i İsa ve Meryem'in ilâh olduklarını söylememiştir. O halde, onlardan hiçbiri bunu söylememişken, bu sözün onlara nisbet edilmesi nasıl caiz olabilir?

Bu sorunun birinci şıkkına şöyle cevap veririz: Bu, inkârı mânada bir istifhamdır ("..demedin değil mi?" mânasında).

İkinci şıkka şu şekilde cevap verilir: İlâh, yaratandır. Halbuki nasârâ, Hazret-i İsa ve Meryem'in elinde zuhur eden mucizelerin yaratıcısının Hazret-i İsa ve Meryem olduğunu; Allahü teâlâ'nın ise, kesinlikle bunları yaratmadığına itikâd ederler. Durum böyle olunca, nasârâ şüphesiz "Bu mucizelerin yaratıcısının, Hazret-i İsa ve Meryem olduğunu; Allahü teâlâ'nın ise bunları yaratmadığını" söylüyorlardı. Bu sebeple onların, bazı şeyler hakkında Allah'ın o şeyin ilâhı olmadığı halde, Hazret-i İsa ve Meryem'in o şeyin ilâhları olduğunu kabul etmiş olmaları doğru olabilir. Böyle bir tefsir ve mânaya göre de, bu nakil ve rivayet, yerinde ve sahih olmuş olur.

Daha sonra "O (şöyle) söyledi: "Seni tenzih ederim, hakkım olmadık bir sözü söylemem bana yakışmaz" buyurulmuştur.

"seni tenzih ederim" ifadesiyle ilgili gerekli açıklamayı, (Bakara, 32) âyetinin tefsirinde yapmıştık.

Bil ki Allah, Hazret-i İsa'ya: "Sen bunu dedin mi?" diye sorduğunda, Hazret-i İsa, "Dedim" veya "demedim" şeklinde cevap vermemiş, aksine o, "hakkım olmadık bir sözü söylemem bana yakışmaz" demiştir. Halbuki böyle söylemek, hak değildir. O halde bu, "Benim bu sözü söylememin, bana yakışmayacağı.." neticesini verir.." demiştir. Cenâb-ı Hak, Hazret-i İsa'nın bu sözü söylemediğini beyan buyurunca, bu sözün ondan sadır olup olmadığı hususunu beyan etmeye başlamıştır. Hazret-i İsa, "Ben bunu demedim, söylemedim..." diyerek cevap vermemiştir. Çünkü böyle bir söz, kendisini tezkiye etme ve temize çıkarma yerine geçmiş olur, bu mânaya gelirdi.. Halbuki bu makam, huşu ve tevazu makamıdır. Yine Hazret-i İsa: "Ben onu söyledim..." diye de cevap vermemiş; aksine bunu, Cenâb-ı Hakk'ın her şeyi kuşatan ilmine havale etmiştir.

İşte bu sebeple de Hazret-i İsa, "Eğer onu söyledimse, elbet bunu bilmişsindir" demiştir ki bu ifâde, gerek edep, gerekse Allahü teâlâ'nın huzurunda tevazu ve alçak gönüllülüğünü, zilletini ortaya koyma ve bütün işleri Hak Subhânehu ve Teâlâ'ya havale etme hususunda mübalağa ifâde eden bir sözdür.

"Benim içimde olan şeyi sen bilirsin. Ben ise senin zâtında olanı bilmem" buyurmuştur.

Allah'ın Hazret-i isa'dan Naklettiği Bu Söze Gelince

Müfessirler bu âyetin tefsirinde çok çeşitli ifâdeler kullanmışlardır:

a) "Sen benim gizlediğimi bilirsin, ben ise senin gizlediğini bilmem."

b) "Sen benim yanımda olanı bilirsin, ben ise senin katında olanı bilmem."

c) "Sen, benim gaybımda olanı bilirsin, bense senin gaybında olanı bilmem."

d) "Sen, dünyadayken benim tarafımdan yapılanı bilirsin; bense âhirette senden sadır olacak şeyleri bilemem.."

e) "Sen, benim söylediğimi, yaptığımı bilirsin; bense senin söylediğini ve yaptığını bilemem..."

İkinci Mesele

Mücessime bu ayette tutunarak, "Nefs, şahıs anlamına gelir. Bu ise, Allah'ın bir cisim olmasını gerektirir" demişlerdir.

Mücessimenin bu görüşüne şu iki bakımdan cevap verebiliriz:

a) "Nefs", "zât" demektir. Nitekim aynı mânaya olarak, "Bir şeyin kendisi; şeyin zâtı..." denilir.

b) Bu tabirden maksat, "Sen benim malûmatımı bilirsin, bense senin malûmatını bilemem" demektir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak bu sözü "tıbâk" ve "müşâkele" yoluyla zikretmiştir ki, bu şekilde bir ifâde de sözün fasihinden olan bir ifâdedir.

Daha sonra Allahü teâlâ "Şüphesiz ki gayblan hakkıyla bilen sensin sen" buyurmuştur ki bu ifâde de, daha önce geçen iki cümleyi, yani "Eğer onu söyledimse. elbet bunu bilmişsindir" ve "Benim içimde olan şeyi sen bilirsin. Ben ise senin zâtında olanı bilmem" cümlelerini tekîd etmektedir.

Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın Gerçek Talimatı

117

Âyetin tefsiri için bak:118

118

"Ben onlara senin bana emrettiğinden başkasını söylemedim, (dediğim hep şu İdi:) "Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin." Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat vaktâ ki sen beni aldın, üstlerinde gözcü yalnız sen" oldun. Sen her şeye hakkıyla şahidsin. Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, mutlak galip, yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da, hakikaten sensin sen..".

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i İsa'dan naklen, "Ben onlara, senin bana emrettiğinden başkasını söylemedim, (dediğim hep şu idi:) "Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin" buyurmuştur.

Bu âyette geçen, lafzı, "en-i müfessire"dir. Müfesser olan ise, emredilen söze raci olan lâfzındaki hâ zamiridir. Buna göre kelamın takdiri, "Ben onlara ancak, bana emrettiğin sözü söyledim" şeklinde olur. Emredilen söz de, "Benim (Hazret-i İsa'nın) onlara, "Allah'a, benim ve sizin Rabbinize ibâdet edin" dememdir.." şeklinde takdir edilir. Bil ki aslolan, Hazret-i İsa'nın, "Ben onlara, ancak senin bana emrettiğin şeyi emrettim.." demesiydi.. Ancak ne var ki O, hem kendisini hem de Rabbini, aynı anda âmir (emreden) yapmamak için, güzel terbiye kaidelerine göre, "emretme" sözü yerine, "söyleme, deme.." ifâdesini tercih etmiştir. Aslolanın böyle olduğuna "en-i müfessire"nin zikredilmiş olması da delâlet etmektedir.

"Ben, içlerinde bulunduğum müddetçe, üzerlerinde bir kontrolcü idim" buyurmuştur. Yani, "onların içinde bulunduğum sürece, onların yaptıklarına şehâdet ediyordum."

"Fakat vakta ki sen beni aldın, üstlerinde gözcü yalnız sen oldun."

Bu âyetin başında bulunan (......) kelimesinden maksad Hazret-i İsa'nın göğe çekilmesi, alınmasıdır. Burada "Ey İsa, şüphesiz ki seni öldürecek olan benim, seni kendi nezdime yükseltip kaldıracağım..." (Âl-i imrân, 55) âyetindeki mâna söz konusudur.

Zeccâc: ifâdesinin mânası hakkında, "Onları muhafaza eden, onların hal ve hareketlerini görüp gözeten sendin" demiştir. "Sen her şeye hakkıyla şahidsin." Yani, "Ben onların içinde bulunduğum sürece, benim şahidim sensin. Ben onlardan ayrıldıktan sonra da, onların şahidi de sensin.." demektir. Mânanın böyle olması halinde, âyette geçen şehîd lafzı, şâhid mânasındadır. Bu kelimeyi görme, bilme ve şehâdet mânasında olan "söylemek" mânalarına hamletmek de caizdir. Bütün bu takdirlere göre şehîd lafzı, hakîkî sıfatların isimlerindendir.

"Eğer onlara azâb edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, mutlak galip, yegâne hüküm ve hikmet sahibi olanda hakikaten sensin sen!.." buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Hazret-i İsa Müşriklerin Affını İster mi?

Âyetin mânası açıktır. Ama, bu ifâdeyle ilgili şöyle bir soru vardır: Allahü teâlâ şirki bağışlamadığı halde, Hazret-i İsa'nın "eğer onları bağışlarsan" demesi nasıl caiz olabilir?

Buna birkaç yönden cevap verilebilir:

a) Cenâb-ı Allah Hazret-i İsa 'ya, "..Allah 'ı bırakıp da beni ve anamı iki tanrı edininiz diyen sen misin?" (Mâide, 116) deyince, anlaşılmıştır ki, hristiyanlardan bazıları bu sözü ondan nakletmişlerdir. Bu küfrü ondan naklederi kimse kâfir değil, aksine bu nakilde yalan söylediği için günahkâr olmuş olur. Günahların affı ise caizdir. İşte bundan dolayı, Allah'ın onu affetmesi, bağışlaması istenmiştir.

b) Bizim itikadımıza göre, Allahü Teâlâ'nın kâfirleri cennete; zâhid ve abidleri de cehenneme sokması caizdir. Çünkü mülk, O'nun mülküdür; hiç kimse O'na itiraz edemez. Bundan dolayı Hazret-i İsa, bu sözü söylemiştir. Bundan maksadı da, bütün işleri Allah'a havale etmek; tecâvüz, haddi aşma ve itirazı da tamamen terketmektir. işte bundan dolayı sözünü, "Mutlak galip, yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da, hakikaten sensin sen.." diye bitirdi. Bu söz şu anlama gelmektedir: "Sen, istediğini yapmaya kadir ve her yaptığında hakîm olansın.. Hiç kimse sana itiraz edemez. Ben nerde, Rubûbiyyet hallerine dalmak nerde!.."

Âyette geçen "Şüphesiz Allah, kendisine eş koşulmasını bağışlamaz.." (Nisa, 48) buyruğu hakkında deriz ki: Bize ve Mu'tezile'den Basralıların cumhuruna göre, Allah'ın şirki de bağışlaması mümkündür. Onlar şöyle demişlerdir "Çünkü azab etmek, Allah'ın günahkar üzerinde birhakkıdır. Azabı düşürmeli (bağışlama) ise, Allah için bir zarar olmadığı halde, günahkâr için bir faydadır. Binâenaleyh bunun "hasen", (güzel) olması gerekir. Fakat şeriatımızda naklî delil, böyle bir affın vâkî olmayacağına delâlet etmektedir. Belki de Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın şeriatında böyle bir delil (âyet) mevcut değildi."

c) Hristiyanların bu kesimi, küfür (inkâr) olan bu sözü söyleyince, Hazret-i İsa (aleyhisselâm), onların bir kısmının bundan tevbe edebileceklerini farzedip, "Eğer onlara azap edersen..." deyince, "(Allah'ım) sen o azap olunacakların, küfür üzere öldüklerini biliyorsun. Binâenaleyh senin kulların oldukları için onlara azap edebilirsin. Çünkü sen kullarından kâfir olan herkese azap edeceğini bildirdin. Yok eğer sen onları bağışlarsan, sen onların küfürlerinden tevbe ettiklerini bildiğin için, onları bağışlamışsındır. Çünkü sen kâfirliğinden tevbe edip dönenlere mağfiret edeceğini bildirdin" demek istemiştir.

d) Bazı âlimlerin şöyle dediklerini zikrettik: "Allahü teâlâ, "İnsanlara, "Allah'dan başka beni ve anamı iki tanrı edininiz" diyen sen misin?" şeklindeki sözünü, Hazret-i İsa'ya Kıyamet günü değil, onu göğe çekerken söylemiştir. Buna göre, sorunun cevabı kolaydır. Zira, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın "Eğer onlara azâb edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır" sözünün mânası, "Eğer onları bu küfürleri üzere öldürür ve bundan dolayı azap edersen, onlar senin kullarındır ve bu senin hakkındır. Yok eğer, onları tevfikinle küfrün karanlığından imanın aydınlığına çıkarıp, geçmiş günahlarını bağışladı isen, bu da senin hakkındır" şeklindedir. Bu mânaya göre, ortada bir müşkil yoktur.

Âyet Faskılar Lehine Şefaate Delildir

Bazı âlimlerimiz, bu âyete dayanarak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, fasıklara (günahkârlara) şefaat edeceğine şöyle diyerek delil getirmişlerdir: "Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın, "Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır" şeklindeki sözü, mükafaatı ve sevabı haketmiş kimseler hakkında değildir. Çünkü onlara azap etmek uygun düşmez. Bu söz kâfirler hakkında da söylenmiş olamaz. Çünkü Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın, "Eğer onları bağışlarsan, mutlak galip, yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da, hakîkaten sensin sen..." sözü, kâfirler hakkında olamaz. Binâenaleyh bu âyet, bu sözün iman ehli kimselerden fâsık olanlar hakkında olduğuna delâlet eder." Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın, fâsık (günahkâr) kimselere şefaat edeceği sabit olunca, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında bu, öncelikle sabit olur. Çünkü bu ikisi arasında bir fark olduğunu söyleyen yoktur."

Ayetin “el-Azizu'l-Hakim” Diye Bitmesinin İzahı

Vahidî (r.h), Abdullah İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'un mushafında, bu cümlenin, "Eğer onları bağışlarsan, muhakkak ki sen, gafur ve rahîmsin"şeklinde olduğunu rivayet etmiştir. Aynı zamanda hocam olan merhum babamın şöyle dediğini işitmiştim: "Burada âyetin sonunda "azîz ve hakîm" sıfatlarının yer alışı, "gafur ve rahîm" sıfatlarının yer almasından daha uygundur. Çünkü Allahü teâlâ'nın gafur ve rahîm olması, muhtaç olan herkes için rahmeti ve mağfireti gerektiren bir mânayı ifâde eder. Ama O'nun azîz ve hakîm oluşu, mağfireti icâb ettirmez. Çünkü O'nun azîz oluşu, dilediğini yapıp istediğine hükmetmesini ve O'na karşı hiç kimsenin itirazda bulunamayacağını gösterir. Binâenaleyh Hak teâlâ, azîz ve kulların kendisi üzerinde hak sahibi olmalarından münezzeh olup da, buna rağmen affettiğini bildirince, bu aftaki kerem; bağışlayıp rahmet etmesini gerektiren gafur ve rahîm oluşundaki keremden daha mükemmel ve büyüktür." İşte bundan dolayı, babam (r.h) sözünü "Allah herşeyden azîz yani müstağni olup, buna rahmeti ile hükmedince, bu daha mükemmel olur" şeklinde söylemişti. Diğer bir kısım âlim de: "Eğer Hazret-i İsâ (aleyhisselâm), "Sen gafur ve rahîmsin" demiş olsaydı, bu "Hazret-i İsa'nın onlara şefaatçi olabileceğini ihsas ettirirdi. Ama o böyle demeyip, "mutlak galip (aziz), yegâne hüküm ve hikmet sahibi (hakîm) olan da hakikaten sensin sen..." deyince, bu söz, Hazret-i İsa'nın maksadının, her şeyi Allah'a havale edip, bu konulara hiçbir bakımdan değinmeme olduğuna delâlet eder.

119

Âyetin tefsiri için bak:120

120

"Allah dedi ki: "Bu, doğru söyleyenlerin doğruluklarının kendilerine fayda vereceği bir gündür. Altından ırmaklar akan cennetler onlarındır ki onlar orada ebedi ve daimî kalıcıdırlar. Allah kendilerinden râzî olmuştur, kendileri de O'ndan râzi olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur. Göklerin yerin ve içlerinde ne varsa hepsinin mülkü Allah'ındır. O, her şeye hakkıyla kadirdir".

"Allah dedi ki: "Bu, doğru söyleyenlerin doğruluklarının kendilerine fayda vereceği bir gündür" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimlerimiz, burada geçen gün lafzı ile, Kıyamet gününün kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Buna göre mâna. "Onların dünyada iken sâdık (özü-sözü doğru) olmaları. kendilerine Kıyamet günü fayda verir" şeklindedir. Âyetten maksadın bu olduğuna delilimiz şudur: Kâfirlerin doğrulukları, Kıyamette kendilerine fayda vermeyecektir. Baksana iblis, "Şüphesiz Allah gerçek vaadde bulundu. Ben de size vaadettim, ama caydım" (ibrahim, 22) diyecektir. Fakat onun bu doğru sözü, kendisine fayda vermeyecektir. Bu âyet, Allahü teâlâ tarafından Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'yı, "Ben, onlara senin bana emrettiğinden başkasını söylemedim" (Maide, 117) şeklindeki sözü hususunda bir tasdiktir.

İkinci Mesele

Kıraat imamlarının cumhuru, yevm kelimesini ref ile; İmam Nâfi ise nasb ile okumuştur. Ebû Ubeyde de bunu tercih etmiştir. Ref ile okuyuş hakkında, Zeccâc şöyle demiştir: Bu ifâdenin takdiri, "Bu gün, doğru kimselerin menfaatlendiği gündür" şeklindedir.

Zaman Zarfı Hakkında Güzel Bir İzah

Nasb ile okunuşa gelince, bunun birkaç izah şekli bulunmaktadır.

a) Bu kelime (......) fiilinin zarfı olmak üzere.. Buna göre ifadenin takdiri şöyledir: "Cenâb-ı Hak bu sözü İsa'ya ...fayda verdiği gün söyledi..."

b) Bu kelâmın takdirinin şu şekilde olmasıdır: "Bu sıdk ve doğruluk, doğruluklarının doğrulara fayda verdiği günde vaki olmuştur." Bu manaya göre zaman zarflarının, hadiselerden haber veren ifadeler kabul edilmesi de caizdir. Nitekim senin, "Cumartesi günü olan savaş..." "Arefe günü olan hacc.." sözlerinde olduğu gibi.

c) Ferrâ şöyle demiştir: "İsim olmayan bir kelimeye izafe edilen yevm kelimesi, (......) kelimesinde olduğu gibi, feth üzere mebni olur."

Basralılar: "Bu yanlıştır, çünkü zarf ancak, mebnî bir kelimeye izafe edildiğinde mebnî kılınır. Nitekim Nâbiğa, "Tutku ve meyiller hususunda (sebebiyle) yaşlılığı azarladığım zaman..." demiş ve (......) kelimesini, mebnî olan (......) kelimesine muzaf olduğu için mebnî kılmıştır. Nitekim "O gün hiçbir kimse malik olamaz..." (İnfitar, 19) âyetinde de (......) kelimesi mebnî olan edatına muzaf olduğu için mebnî kılınmıştır. Ama burada ise, yevm kelimesi mu'reb olan bir kelimeye muzaftır. Çünkü muzaridir; fiil-i muzari de mu'rebtir. Binaenaleyh, yevm kelimesinin (......) fiiline muzaf olması, onun mebnî olmasını gerektirmez..." demişlerdir. Allah en iyi bilendir.

Sonra "Altından ırmaklar akan cennetler onlarındır ki onlar orada ebedî ve daimi kalıcıdırlar. Allah kendilerinden razı olmuştur, kendileri de O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur" buyurulmuştur.

Bil ki Allahü teâlâ, sâdık kimselerin dünyadaki doğruluklarının Kıyamet günü onlara fayda vereceğini haber verince, bu faydanın sevap olduğunu açıklamıştır. Sevabın hakikati şudur: Sevap halis, daimî ve tazimle karışık bir menfaattir. Binâenaleyh, âyetteki "Altından ırmaklar akan cennetler onlarındır..." cümlesi, gam ve kederlerden uzak, saf bir menfaate; "onlar orada ebedî ve daimî kalıcıdirlar" ifâdesi de, bu menfaatin daimî olduğuna bir işarettir. Sen bu inceliği iyice düşün; çünkü Allah, mükâfaattan (sevap) bahsettiği her yerde, "Onlar orada ebedî ve daimî kakadırlar" demiş; ehl-i imanın günahkârlarının cezasından bahsettiği her yerdeyse, "hulûd" (çok uzun süre kalış) lafzını, ifâdesini zikretmiş, ama onunla beraber "te'bîd" ifâde eden (ebedî ve sonsuz kalış) lafzını zikretmemiştir. Âyetteki, "Allah kendilerinden razı olmuştur, kendileri de O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur" ifâdesine gelince bu da, ta'zîme işarettir. İşte kelâmcıların sözünün zahiri budur.

Fakat, Allah'ın celâl nûrlarıyla aydınlanmış ruhlara sahip kimselere göre, âyetteki, "Allah kendilerinden razı olmuştur, kendileri de O'ndan razı olmuşlardır" buyruğunun içinde, kelimelerin ifâde edemiyeceği harikulade sırlar bulunmaktadır. Allah bizi, bu sırlara muttali olmuş kimselerden eylesin.

Alimlerin çoğu cümlesindeki "İşte bu.." lâfzını "...cennetler onlarındır" sözünden, "...kendileri de O'ndan razı olmuşlardır" sözüne kadar geçen ifâdelerin tamamına racidir. Bana göre bunun, sadece "Allah kendilerinden razı olmuştur, kendileri de O'ndan razı olmuşlardır" ifâdesine has olması da muhtemeldir. Akıl erbabı kimseler nezdinde sabittir ki, Allah'ın rızasına nisbetle, içindeki bütün şeylerle cennet, varlığa nisbetle adeta yokluk gibidir. Nasıl böyle olmasın ki!. Çünkü cennet, insanın nefsinin arzuladığı bir şey; rıdvân ise, Hakk'ın sıfatıdır. Aralarında hangi münasebet bulunur ki!.. Bu, zahire tutunan mütekellimin, kelâmcının tabiatının hoşlanmayacağı bir sözdür; fakat herkese, ne için yaratılmışsa o kolaylaştırılır...

Allahü Teâlâ sonra "Göklerin, yerin ve içlerinde ne varsa hepsinin mülkü Allah'ındır. O, her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Denildi ki bu, mukadder bir suâlin cevâbıdır. Sanki, "Bu büyük kurtuluşu onlara kim bahşedecek?" diye sorulmuş da, buna "Göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan Allah..." diye cevap verilmiştir.

Sûrenin Bu Şekilde Hitama Ermesindeki Sırlar

Mâide Sûresinin böylece, şerefli bir biçimde hitama ermesinde birçok sırlar bulunmaktadır. Biz bu sırlardan pek azını zikredeceğiz:

1) Allah, "Göklerin, yerin ve içlerinde ne varsa hepsinin mülkü Allah'ındır" buyurmuş, ama "içlerinde kim varsa..." buyurmamış, yani âkil olmayan varlıkları âkil olanlara tağlîb etmiştir. Bunun sebebi, yaratılmış bütün varlıkların, Hak teâlâ'nın hakimiyet, kudret, kaza ve kader elinde müsahhar, zelil ve aciz olduklarına bir dikkat çekmedir.. Buna göre, bu teshîr içinde sanki kudreti olmayan cansız varlıklar, aklı olmayan hayvanlar (behâim) gibidirler.. Allah'ın ilmine nisbetle, hepsinin ilmi bir ilimsizlik; yine, Allah'ın kudretine nisbetle hepsinin kudreti, bit kudretsizliktir..

2) Sûrenin başı, rubûbiyyet ile ubûbiyyet (Rablık ile kulluk) arasında yapılmış olan bir ahdi hatırlatma ile ilgiliydi. Binâenaleyh Allah, "Ey iman edenler, bağlandığınız ahidleri yerine getirin.." (Maide, 1) buyurmuştur. Mü'minin halinin kemâli de, kulluğa girmesi, nefsinden tamamen vazgeçerek sırf fena haline ulaşmasındadır.. Bunlardan birincisi şeriattır; ki bu, başlangıçtır.. Diğeri de hakikattir; ki bu da nihaî gayedir. Binâenaleyh, sûrenin başlangıcı şeriattan bahsetmiş, sonu da, Allah'ın kibriyasının, celâlinin, izzetinin, kudretinin ve yüceliğinin zikredilmesiyle bitmiştir. İşte bu hal, hakikat makamına vasıl olmadır; binâenaleyh, bu başlangıç ile bu bitiş arasında ne güzel bir münasebet bulunmaktadır!..

3) Bu sûre, çok çeşitli ilimleri kapsamaktadır...

a) Şer'î kanunların, hükümlerin ve mükellefiyetlerin beyân edilmesi...

b) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatını inkâr hususunda, yahudîlerle yapılan münazara...

c) Hristiyanlarla, teslis konusunda yapılan münazara.. Böylece bu sûre, bütün bu gayeleri tastamam isbatlayan ve tahakkuk ettiren bir nükte ile son bulmuştur ki, bu nükte de şudur: Allahü teâlâ, "Göklerin, yerin ve içlerinde ne varsa hepsinin mülkü Allah'ındır" buyurmuştur ki bu, "Hak Subhanehû'nun dışında kalan her şey, bizâtihî (zâtı gereği) mümkün olup, Allahü Teâlâ'nın yaratmasıyla var olmuşlardır" mânasındadır. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hak, bütün mümkinâtın ve kâinatın mâliki, ruhların ve bedenlerin mucidi, var edeni olmuş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca bundan, bu sûrede bahsedilen her gayenin ve matlûbun sübût bulmuş olduğu neticesi elde edilir. Cenâb-ı Hakk'ın dilediği ve istediği biçimde mükellef tutmasının güzel oluşu da sabit ve haktır, gerçektir. Zira Allah Subhanehû, her şeyin mâliki olunca, o her şeyde emretmek, nehyetmek, mükâfaat vermek ve cezalandırmak suretiyle dilediği ve istediği biçimde tasarrufta bulunabilir.. Böylece, Hak Subhânehu ve Teâlâ, "Dilediği ve istediği herhangi bir biçimde mükellef tutar.." demek doğru ve yerinde olur.

Yahudilere reddiyede bulunması da şöyledir: Allah mülkün mâliki olunca, mâlikiyyet (sahip ve mâlik oluş) hükmüne göre, Musa'nın şeriatını neshedip, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatını vaz' etmek hakkı var demektir..

Hristiyanlara reddiyede bulunması da şöyledir: Hazret-i İsa ve Meryem, Allah'ın dışında bulunanlar zümresine dahildirler. Çünkü biz, "Mûcid (Yaratan), ya Allah'dır veya başkasıdır. İsa ve Meryem'in bu ikinci kısma dahil olduklarında şüphe yoktur. Biz, Allah'ın dışında kalan her şeyin, zâtı gereği mümkin; Allah'ın îcad etmesiyle mevcut ve O'nun yaratmasıyla var olan varlıklar olduğuna dair delil getirince, Hazret-i İsa ve Meryem'in de böyle olduklarını; ubüdiyyetin de bundan başka bir manasının olmadığını" beyân etmiştik. Böylece bu ikisinin de, yaratılmış birer kul oldukları sabit olmuş olur. Ve bu sebeple de, bahsettiğimiz izahla, Cenâb-ı Hakk'ın bu sûrenin hatimesi kıldığı; yaptığı bu âyetin, bu sürenin ihtiva ettiği bütün ilimlerin sıhhati hususunda, kati bir delil ve burhan olduğu ortaya çıkmış olur. Allah, kelâmının sırlarını en iyi bilendir.

Bu sûrenin tefsiri, Allah'a hamd ile tamamlandı. O'nun salât ve selâmı, Efendimiz, mahlûkatın en hayırlısı, ümmînebî Hazret-i Muhammed ile O'nun âline, ashabına olsun... Ve Allah ona, çok çok selâm etsin..

0 ﴿