EN'AM SURESİ

"Bu Sûre, Mekkîdır: ancak, 20, 23, 91, 93, 114, 141, 151, 152 ve 153. âyetleri Medenîdir. Âyetlerin sayısı 165 olup, Hicr Sûresinden sonra nazif olmuştur.

"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla"

Ibn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bu sûre Mekki olup, toptan indirilmiştir. Bu sûre gelirken bütün bir vadi (meleklerle) dolmuş, onu Cebrail ile beraber yetmişbin melek teşyî etmişti. Böylece, melekler indiler de, Mekke'yi kuşatan o iki dağın arası meleklerle dolup taştı.. Bunun üzerine Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) kâtiplerini çağırdı ve altı âyet hariç, sûrenin hepsini yazdılar.. Çünkü bu altı âyet Medenîdir. Bu âyetler: (Enam, 151)âyetiyle, müteakip üç âyet (151, 152, 153 ve 154. âyetler); (91. âyet) ve (93. âyet) âyetleridir. Enes (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Kur'ân da, En'âm sûresinden başka hiçbir sûre, bana cümleten (toptan) nazil olmadı; şeytanlar, bu sûre için toplandıkları kadar hiç bir sûre için toplanmamışlardı. Bu sûre bana, Cebrail ile beraberinde elli veya ellibin melek olduğu halde gönderildi; bir düğün debdebesiyle, onu kuşatmış olarak getirdiler, havuza suyun yerleştirilmesi gibi, onu göğsüme yerleştirdiler. Allahü teâlâ bununla beni ve sizi öyle şereflendirdi ki artık bundan sonra ebediyyen bizi yoldan çıkarmaz ve zelil etmez. Bunda müşriklerin bütün hüccetlerinin İptali ve Allah'ın cayması mümkün olmayan bir vaadi vardır."

İbnü'l-Münkedir'den rivayet olunmuştur ki, "En'âm" sûresi nazil olduğu zaman, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Subhânallah!" demiş ve "Andolsun ki bu sûreyi, ufku kaplayacak kadar çok melek (Cebrail ile) birlikte getirdi" buyurmuştur.

Bu Sûrenin Toptan İndirilmesinin Hikmeti

Usulcüler şöyle demişlerdir: İki çeşit fazilet, bu sûreye has kılınmıştır:

a) Bu, bir defada (toptan) nazil olmuştur.

b) Bu sûreyi, yere yetmişbin melâike indirmiştir. Bunun sebebi şudur: Bu sûre tevhid, adalet, nübüvvet, me'âd (âhiret) ve dinsizler ile ehl-i bâtıl olan kimselerin inançlarım iptal eden delilleri ihtiva etmektedir. İşte bu da tevhîd (usûl) ilminin, son derece yüce ve yüksek bir mertebede olduğunu göstermektedir. Hem sonra hükümleri anlatan âyetleri indirmede fayda, bazan onları ihtiyaç nisbetinde ve ortaya çıkan hâdiselere göre göndermede olur. Ama tevhide delâlet eden hususları ise Hak teâlâ toptan indirmiştir. Bu da, senin tevhîd ilminin sonraya bırakılmaksızın derhal bilinmesinin vacip olduğunu anlaman gerektiğine delâlet eder.

1

"Hamd o gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'adır. Bir de kâfirler kalkıp Allah'a birtakım şerikler koşarlar".

Bil ki cümlesi hakkındaki geniş izahımız Fatiha sûresinde geçmişti. Orada geçen bazı hususları, burada tekrar etmemizde bir mahsur yoktur. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır:

Medh, Hamd ve Şükür Arasındaki Fark

"Medh", "hamd" ve "şükür" kelimeleri arasındaki mana farkı hususundadır: Bil ki "medh", "hamd"den; "hamd" de, "şükür"den, daha umûmî bir mânadadır."Medh"in, "hamd" kelimesinden daha umûmî oluşu şu bakımdandır: Medh (övme), hem akıl sahibi varlıklar, hem de aklı olmayan varlıklar (cansızlar, hayvanlar) için yapılabilir. Baksana, aklı olan bir insanı çeşitli faziletlerinden ötürü medhetmek yerinde ve güzel olduğu gibi, bazan şeklinin güzelliğinden ve yaratılışındaki incelikten ötürü inci; son derece net ve parlak olduğu için yakut medhedilip: "Bu ne güzellik, bu ne berraklık ve saflık!" denilebilir.

"Hamd" ise ancak, kendisinden sâdır olan nimetlere karşılık, Fâil-i Muhtar (yapıp yapmaması iradesine bağlı) olan Allah'a yapılabilir. Böylece "medh"in, "hamd" kelimesinden daha umûmî manaya geldiği sabit olur.

"Hamd"in, "şükür" kelimesinden daha umûmî mânada olması ise şu bakımdandır: Hamd, nimeti sebebiyle, Fâil-i Muhtar'a ta'zîm etmekten ibarettir. Şükür ise, sadece sana ulaşan ve sende hasıl olan nimetten ötürü, nimet sahibini tazim etmendir.

Anlattığımız bu hususlarla, "medh"in "hamd"den; "hamd"in de "şükür"den daha umûmî oldukları ortaya çıkmış olur.

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: "Allahü teâlâ bu surede, "Medh, Allah'a mahsustur" dememiştir. Çünkü "medh"in, Fâil-i Muhtar (Allah) için olabileceği gibi, başka varlıklar için de olabileceğini; "hamd"in ise ancak Fâil-i Muhtar (Allah) için olabileceğini açıklamıştık. Binâenaleyh âyetteki "Elhamdülillah" (Hamd, Allah'a mahsustur) ifâdesi, bu âlemin var olmasında müessir olanın, âlemi kudreti ve meşîeti (dilemesi) ile yaratan bir Fâil-i Muhtar olduğu; yoksa bu müessirin, illetin (sebebin) ma'lûlünü (neticeyi) gerektirmesi gibi, bu âlemin var olmasını gerektiren bir illet olmadığı hususunda açık bir ifâdedir. Hiç şüphe yok ki, bu dinî bakımdan çok önemli bir husustur.

Yine Cenâb-ı Allah, bu sûreye "Şükür, Allah'a mahsustur" diye başlamamıştır. Çünkü şükrün, kendisinden bir nimet sana ulaştığı için, bu nimeti verene saygı duymandan ibaret olduğunu açıklamıştık. İşte bu hususta, kul kendisine ulaşan nimetler sebebi ile bu nimetleri verene ta'zîmde bulunduğu zaman, onun için asıl gayenin o nimetin kendisine ulaşması olduğu hissini vermektedir. Bu ise, Önemsiz bir şeydir. Ama kul "elhamdülillah" "Hamd, Allah'adır" dediğinde, işte bu, kulun sadece kendisine nimet vermesinden dolayı değil, hamde gerçekten müstehak olduğu için Allah'a hamdettiğine delâlet eder. Binâenaleyh kulun ihlası daha mükemmel, kalbinin Hakk'ın nurunu müşahedeye gark olması daha tam.Hak'tan gaynsından ilgi ve alâkasının kesilmesi daha kuvvetli ve sebatlı olur.

İkinci Mesele

(......) lafzı, başına elif lâm getirilmiş müfred bir lafızdır. Bu şekliyle kelime, "hamd" denen şeyin aslını ifâde eder. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: "Allahü teâlâ'-nın "elhamdülillah" âyeti, bu aslın Allah'a âit ve mahsus olduğunu ifâde eder ki bu da, Allah'dan başkasına hamdedilmesine manîdir. Binâenaleyh bu ifâde, her türlü hamd, sena (Övgü) ve ta'zîmin sadece Allah için olmasını gerektirir.

Eğer "Meselâ öğrettiğinden ötürü hocaya (öğretmene), adaletinden ötürü hükümdara (idareciye) ve yaptığı iyilikten ötürü iyilikte bulunana şükretmek (teşekkür etmek) gibi.in'âmda (iyilikte) bulunana şükretmek vaciptir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah'a da şükretmez" buyurmuştur" diye bir soru sorulacak olursa, biz deriz ki: "Hakikatte hamdedilen ve teşekkür (şükr) edilen sadece Allah'dır. Bunun böyle olduğunu birkaç yönden izah edebiliriz:

a) İyiliğin bir insandan sâdır olup çıkması, o iyiliği yapmaya sebep olacak hissin kulun kalbinde teşekkül etmesine bağlıdır. İnsanın kalbinde bu hissin teşekkül etmesi ise, kulun kendisinden olan birşey değildir. Aksi halde bunun teşekkül edip meydana gelmesi, başka bir sebebe (hisse) dayanır. Bu teselsülü gerektirir. Aksine bu sebebin kulun kalbinde meydana gelişi, sadece Allahü teâlâ'dandır. Binâenaleyh kulun kalbinde bu sebep (his) tahakkuk ettiğinde, o iyiliğin yapılması vacip; bu sebebin zail olması durumunda ise, bu iyiliğin yapılması imkânsız olur. Böylece gerçekte o iyiliği yapan (yaptıran), Allahü teâlâ olmuş olur. Bu sebeple de, her türlü hamde ve şükre gerçek mânada müstehak olan sadece Allah'tır.

b) İnsanlardan birisine iyilik eden herkes, bunu, ya bir menfaat elde etmek için, yahut da bir zararı savuşturmak için yapar. Bir menfaat elde etme hususuna gelince, yaptığı bu iyilik sebebi ile, ya kalbinde bir sevinç ve memnunluğun, yahut dünyevî az veya çok bir karşılığın, yahut da uhrevî bir mükâfaatın meydana gelmesini umar. Bir zararı savuşturma hususuna gelince, insan herhangi bir canlıyı bir zarar veya belâ içinde görünce, kalbi o canlıya bir şefkat duyar. İşte bu şefkat ve rikkat, o canlının o zarara düştüğünü gördüğü zaman insanın kalbinde doğan bir çeşit acı ve elemdir. Binâenaleyh bu insan, o canlıyı bu belâdan kurtarmaya çalıştığında, o rikkat kalbinden gider ve kalbinin elem veren bu rikkattan kurtulması ile kalbi itminana erer, hoşhal olur. İşte onun yaptığı bu iyilik, sanki kalbinin, o hissettiği rikkatin eleminden kurtulması için olmuş olur. Böylece, Hak teâlâ'nın dışındaki her varlığın, yaptığı iyiliği vasıtası ile, ya bir menfaati celbetmek, yahut da bir zararı defetmek için yapmış olduğu sabit olur. Fakat Hak Subhânehû ve Teâlâ, ihsanda bulunur ve bununla ne bir menfaati celbetmek, ne de bir zararı defetmek ister. Binâenaleyh hakîkî mânada iyilikte bulunan sadece Allahü teâlâ olmuş olur. İşte bu sebeple de her türlü hamde müstehak olan, sadece Allah'dır ve bundandır ki O, sûreye elhamdülillah diye başlamıştır.

c) Mahlûkâttan herhangi birinin yaptığı her iyilikten istifade etme, ancak Allahü teâlâ'nın ihsanı ile tam ve mükemmel olabilir. Baksana eğer Allahü teâlâ, böyle çeşit çeşit nimetleri yaratmamış olsaydı, insan bir buğdayı ve bir meyveyi bir başkasına veremezdi. Yine eğer Allahü teâlâ, o nimetlerden istifâde edilmesine imkân veren beş duyuyu insana nasîb etmeseydi, insan nimetlerden istifâde edemezdi. Yine Cenâb-ı Hak, insana hastalıksız bir mîzaç ve sağlam bir bünye vermeseydi, insanın onlardan istifâdesi mümkün olmazdı. Binâenaleyh Allah'dan başkasından olan hertürlü iyilikten istifâdenin, ancak Allah'ın ihsanı ile tamamlandığı sabit olur. İşte bu durumda da gerçekte Allah'dan başka hiçbir muhsinin (iyilik yapanın) bulunmadığı ve hamde ancak ve sadece Allah'ın müstehak olduğu ortaya çıkar. İşte bu sebepten ötürü de, Hak teâlâ, Elhamdülillah diye başlamıştır.

d) Her türlü nimetten istifade etme, istifâde edecek olanın diri, kadir ve âlim olması halinde mümkündür. Halbuki var olma, hayat sahibi olma, kadir olma ve âlim olma (bilme), ancak Hak teâlâ'dan olan birer nimettir. Asıl terbiye ve çeşitli rızıklar, insanın çocukluğundan başlayıp, ömrünün sonuna kadar, ancak Allah'dan olabilir. Hem sonra insan, Rahman tarafından kendi hilkatine konulmuş olan hikmet eserleri üzerinde düşünüp, Allahü teâlâ nın insanın uzuvlarına yerleştirdiği çeşitli fayda ve maslahatları gördüğünde, bunların, uçsuz bucaksız bir okyanus olduğunu anlar. Nitekim Hak teâlâ, "Allah'ın nimetlerini saymak isteseniz, sayamazsınız" (Nahl, 18) buyurmuştur. Farzedelim ki kul, bir başkasına bir iyilik yapabiliyor. Ama kulun bu iyiliği, bir damla kadardır. Halbuki Allah'ın nimetleri başta ve sonda olarak, gizli ve aşikâr olarak sınırsızdır. İşte bundan dolayı mutlak mânada hamd-ü senaya müstehak olan sadece Allahü teâlâ olup yine bundandır ki burada elhamdülillah buyurmuştur.

(......) ve (......) Arasındaki Fark

Allahü teâlâ, şu sebeplerden ötürü, "Elhamdülillah" demiş, "Allah'a hamdederim" dememiştir:

1) Hamd, kalbin işidir. İnsan çoğu kez, hamd-ü senanın gerçek mânasını kalbinde hazır bulmadığı halde, bu sözü söyleyebilir. Binâenaleyh böyle bir anda, Allah'a hamdederim demiş olsa yalan söylemiş olur ve kalbinde olmayan bir şeyi haber vermiş olduğu için de zemme ve cezaya müstehak olur. Ama o, Elhamdülillah dediği zaman, "Hamdın aslı ve hakikati Allah'a aittir" demiş olur. Bu söz ise, hamd-ü sena gerçek olarak o kulun kalbinde ister bulunsun, ister bulunmasın hak ve gerçektir. Böylece insanın bu sözü söylemesi, yüce bir ibadet ve kıymetli bir taat olur. Binâenaleyh bu iki söz arasındaki fark ortaya çıkmaktadır.

2) Rivayet olunduğuna göre Allahü teâlâ, Dâvûd (aleyhisselâm)'a şükretmesini vahyetti. Davûd (aleyhisselâm) da: "Ya Rabbi, sana nasıl şükredebilirim? Çünkü sana şükredebilmem de ancak beni şükre muvaffak kılmanla mümkün olur. Bu da, ayrı bir nimettir. Bu da, sana ayrı bir şükrümü gerektirir. Bu teselsül sonsuza kadar sürüp gider. Sonsuz olan birşeyi yapmaya gücüm yok" dedi. Allahü teâlâ, Davûd (aleyhisselâm)'a "Bana şükretmekten âciz olduğunu anladığın zaman, bana şükretmiş olursun" dedi.

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Eğer insan, "Allah'a hamdederim" demiş olsaydı, hamdi ve şükrü yerine getirdiğini iddia etmiş olurdu. Binâenaleyh ona bu soru yöneltilmiş olurdu. Ama o, "Elhamdülillah" dediği zaman, kulun bu sözünde, hamdü senayı yerine getirdiği iddiası bulunmayıp, aksine bu sözü, ister kendisi bu hamdi yerine getirebilsin, isterse getiremesin, Hak teâlâ'nın hamd-ü senaya müstehak olduğu manasındadır.

3) Eğer kul, "Allah'a hamdederim" demiş olsaydı, bu, sadece kendisinin yaptığı hamdi ifâde eder, başka kulların hamdini ifâde etmezdi. Ama kul, "Elhamdülillah" dediği zaman, onun bu sözüne hem kendi hamdi, hem de, âlemin ilk yaratılışından mükelleflerin, cennetlerin derecelerinde, cehennemin de derekelerinde yerleşmelerine kadar olan bütün hamdler dahil olur. Nitekim Hak teâlâ, "Onların dualarının sonu da, "Elhamdülillâhi Rabbi'l-âlemin= Hamdolsun kâinatın Rabbi olan Allah'a" demektir" (Yunus, 10) buyurmuştur. Böylece, elhamdülillah demenin daha faziletli ve daha mükemmel olduğu anlaşılmış olur.

El-Hamdü Lillah Tabirinin Kur'an'da Kullanışı

Bil ki bu ifâde, beş sûrenin evvelinde getirilmiştir.

1) Fatiha sûresinin başında... Cenâb-ı Hak bu sûreye, diye başlamıştır.

2) Tefsirini yapmakta olduğumuz bu sûrenin başında.. Hak teâlâ bu sûreye de diye başlamıştır. Birinci ifâde, daha umumî bir ifâdedir. Çünkü "âlem", Allah'ın dışında kalan her mevcuttan meydana gelir. Buna göre, "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'adır" hükmünün muhtevasına, Allah'ın dışında kalan her mevcut, her varlık girer. Hak teâlâ'nın, "Hamd, gökleri ve yeri yaratan Allah'a mahsustur" buyruğuna ise, sadece gökleri, yeri, karanlıkları ve nuru yaratma girer. Bu ifâdenin muhtevasına, yaratılan diğer şeyler ve kâinat girmez. Binâenaleyh, bu sûrenin başında zikredilen hamdetme işi, sanki, Fatiha sûresinde zikredilen "hamd"in muhtevasına giren hususlardan sadece bir kısmını bildirmekte ve o mücmelin bir tafsili olmaktadır.

3) Kehf sûresinin başında.. Cenâb-ı Hak bu sûreye de diye başlamıştır. Bu da, bir çeşit nimete tahsis edilmiş bir hamdetme demektir ki, bu da ilim, marifet, hidâyet ve Kur'ân nimetidir. Netice olarak diyebiliriz ki, peygamberler gönderme vasıtasıyla elde edilen nimetlerdir.

4) Sebe sûresinin başında... Cenâb-ı Hak bu sûreye de diye başlamıştır ki, bu da, Hak teâlâ'nın (Fatiha süresindeki) ifâdesinin muhtevasına giren bir kısımdır.

5) Fatır sûresinin başında... Cenâb-ı Hak bu sûreye de diye başlamıştır. Bu da. Fatiha süresindeki hamdin muhtevasına giren kısımlardan bir kısımdır. Böylece tam ve külli olan hamdin Fatiha Sûresinin başında olan hamdetme işi olduğu ortaya çıkmıştır ki, bu da O'nun "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'adır" ifadesidir. Bu böyledir, zira her varlık ya lizâtihî vâcibu'l-vücûddur, yahud da lizâtihî mümkinu'l-vücûddur. Lizâtihî vâcibu'l-vücûd olan tek olup, O da Allah (c.c)'dır. O'nun dışında kalanlar ise mümkin varlıklardır. Her mümkinin varlık âlemine dahil olması, ancak Allahü teâlâ'nın îcadı ve tekviniyle mümkündür. O halde var olma, bir nimettir. Var etme ise, bir in'âm ve terbiyedir, büyütmedir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Allahü teâlâ, kendisi dışında her şeyin mürebbîsi (terbiye edicisi, eğiticisi) ve lütfedip ihsanlarda bulunanıdır. Binâenaleyh sözü, maksadı tastamam yerine getiren külli ve kapsamlı bir sözdür. Ama, diğer sûrelerin başında zikredilen hamd'lerden her biri, bu sûrenin başında (Fatiha) zikredilen hamdın kısımlarından bir kısım, çeşitlerinden bir çeşittir.

Hâhk, Fâtır ve Rabb Vasıflan Arasındaki Fark

Buna göre şayet, "Hâhk, Fâtır ve Rabb arasında ne fark vardır? Hem Cenâb-ı Hak, tefsirini yapmakta olduğumuz bu sûrenin başında, fiil-i mazî siğasıyla "gökleri ve yeri yarattı.." Fatır sûresinde ise, ism-i fail siğasıyla, "Hamd, gökleri ve yeri yaratan Allah'a mahsustur" buyurmuştur" denilirse, biz deriz ki:

Bu sorunun birinci şıkkına şu şekilde cevap veririz: "Halk" (yaratmak); takdir etmekten ibarettir. Cenâb-ı Hak hakkında "takdîr" ise, O'nun, bütün kâinata ve mümkinâta ulaşan, bütün cüziyyât ve külliyât hakkında geçerli olan ilminden ibarettir, O'nun ilmidir. O'nun "Fâtır" olması ise, yaratmasından ve icad etmesinden ibarettir. O halde Allah'ın Hâlık olması, ilim sıfatına; Fâtır olması, kudret sıfatına bir işaret olup, O'nun Rabb ve Mürebbî olması ise, bu her iki hususu da kapsaması demektir. Böylece O'nun Rabb olması, daha mükemmel bir mâna ihtiva etmektedir.

İkinci şıkkına da şu şekilde cevap verebiliriz: Halketmek (yaratmak), "takdir"den ibarettir. Allah hakkında "takdir etmek" ise, O'nun, malûmatı bilmesinden ibarettir. Bir şeyi bilmek, malûm olan şeyin, var olmasından önce bulunabilir. Baksana bizim, bir şeyi o varlık âlemine girmezden önce bilmemiz mümkündür. Ama bir şeyi îcad edip yaratmak ise ancak eserin var olması halinde meydana gelir. Bu husus, ehl-i sünnet ve'l-cemaat mezhebinin "Kudret makdûrun var olması halinde, ancak o makdûrun var olmasını etkiler" şeklindeki düstûruna bina edilmiştir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak "gökleri yarattı" buyurmuştur ki, bu ifâdeyle O'nun, osemâvât (gökler) var olmazdan önce onları bildiği; "Gökleri ve yeri yaratan tabiriyle..." de O'nun, o semâvât var olduğu zaman onların yaratıcısı ve mucidi olduğu mânası kastedilmiştir.

Beşinci Mesele

Elhamdülillah "Hamd Allah'a mahsustur" buyruğu hakkında iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci görüş: Bundan "Allah'a hamdediniz" mânası kastedilmiştir. Bu ifâde, şu sebeplerden ötürü cümle-i haberiyye sığasında getirilmiştir:

a) Elhamdülillah "Hamd, Allah'a mahsustur" tabiri, hem lalız hem de mânanın öğretilmesini ifâde eder. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak şayet, "hamdediniz!" demiş olsaydı, bu iki faydanın ikiside birden elde edilmiş olmazdı.

b) Bu, O'na ister hamdeden olsun, isterse olmasın, O'nun daima hamde müstehak olduğunu ifâde eder.

c) Bu ifâdeden maksat, delil ve hüccet zikretmek, îrad etmektir. Binâenaleyh, bu ifâdeyi haber sîgasıyla getirmek, daha evlâ olur.

İkinci Görüş: Bu, ekseri müfessirlerin görüşü olup buna göre ifâde "Deyiniz ki: "Hamd Allah'a mahsustur" şeklindedir. Bu görüşte olanlar, "bunun delili şudur" demişlerdir: "Bundan murad, kullara öğretmedir. Zira Allahü teâlâ bu sûrenin içinde, "Yalnız sana ibâdet eder ve yalnız senden yardım talep ederiz" buyurmuştur. Halbuki bu sözü, ancak kulların söylemiş olması uygun düşer."

Hamd İle Nimet Arasındaki İlgi

Bundan maksad şudur: Hak teâlâ, hamdetmeyi emredip, insanların akıllarında da hamdetmenin ancak bir nimet mukabilinde güzel olacağı fikri yerleşince, işte bundan dolayı bu emir, mükellefiyeti, Allah'ın kendisine vermiş olduğu çeşitli nimetler hakkında düşünmeye sevkeder. Sonra o nimetin zikredilmesiyle, şu iki şerefli maksada istidlal edilebilir:

a) Bu nimetler yok iken, sonradan var olmuşlardır. Binâenaleyh, bunları mutlaka var eden birisinin bulunması gerekir.. Bu "birisi", kul olamaz; zira herkes, her türlü nimeti kendisi için elde etmek ister.. Binâenaleyh, kula verilmiş o nimetler, kulun kudreti ve ihtiyarı vasıtasıyla olmuş olsaydı, o zaman herkesin bütün nimetleri elde etmiş olması gerekirdi. Çünkü herkes, kendisi için her türlü nimeti elde etmeyi arzular. Bu nimetlerin meydana gelmesi için mutlaka bir mucidin, bir muhdisin olması gerekip, bu muhdisin de kul olmadığı sabit olunca, o zaman kahir ve kadir olan bir muhdisin bulunduğunu kabul edip ikrar etmek gerekir ki bu da, Allahü Teâlâ (c.c)'dır.

b) Bu kelimenin maksatlarından birisi de şudur: Kalbler, kendisine iyilikte bulunanı sevmek, kötülük edene ise buğzetmek duygusu üzere yaratılmıştır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak kuluna hamdetmesini emredip, "hamdetmek" emri de o kulu, Allah'ın çeşitli nimetlerini hatırlamaya teşvik edince, bu teklif, kulu Allah'ın ona vermiş olduğu çeşitli nimetlerini hatırlamaya sevketmiş olur. Nimetler ise çok olup sayılamayacak derecede olunca, o nimetleri hatırlamanın gereği, Allah sevgisinin kulun kalbine kök salması şeklinde olur. Böylece nimetleri hatırlamanın şu iki kıymetli faydayı ifâde ettiği sabit olmuş olur:

1) O nimetlerin sonradan meydana gelmiş olmaları (hudûs) vasıtasıyla, Allah'ın varlığını kabul etme konusunda istidlal etmektir.

2) Onların birer nimet olduğu hissini duymak, taşımak, kalblerde Allah sevgisinin zuhur etmesini, tecellîsini gerektirir. Zaten bütün ibâdetlerin maksadı da, sadece bu iki şeydir. İşte bu sebepten dolayı Kitâb-ı Kerîm'e Cenâb-ı Hak bu kelimeyle başlamış ve "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'adır" buyurmuştur.

Bil ki bu kelime, sahili bulunmayan uçsuz bucaksız bir denizdir. Çünkü âlem, Allah'ın dışında kalan her şeyin adıdır. Allah'ın dışında kalanlar ise, ya cisimdir veya o cisimde bir haldir veyahut da ne bir cisimdir, ne de o cisimde bir haldir... İşte bu ikinci şık, ruhlardır. Sonra, cisimler ya felekî olur veya unsûrî olur. Felekiyyâtın ilki Arş-ı Mecîd, yani yüce olan ilahî arştır. Sonra da, yüksek olan Kürsî'dir. İnsana Arş'ın ve Kürsî'nin ne olduğunu, onların sıfat ve hallerini, neler olduğunu düşünmesi ve bilip tanıması gerekir. Daha sonra da Levh-i Mahfuz, Kalem, Refref, Beyt-i Ma'mûr ve Sidre-i Müntehâ'nın neler olduklarını düşünmesi ve hakikatlarını bilip tanıması gerekir. Daha sonra, göklerin tabakaları, onların genişliği, kütleleri ve boyutları hakkında düşünmesi gerekir. Yine insanın, gezegen ve gezegen olmayan yıldızlar; anâsır-ı erbaa (dört unsur) ve "mevâlîd-i selâse" yani madenler, bitkiler ve canlılar hakkında tefekkür etmesi gerekir. Sonra da insanın, Allahü teâlâ'nın sinek, sivri sinek, bit pire gibi önemsiz ve zayıf çeşitli şeyleri yaratmasındaki hikmeti düşünüp, sonra da bundan çeşitli arazların cinslerini, uzak ve yakın türlerini bilip tanımaya geçmesi ve bu türlerin her birinden elde edilen çeşitli faydalan bilip tanıması gerekir. Sonra bundan, süflî ve ulvî, arşî ve felekî ruhlar ile, kendisine Hak teâlâ'nın "Onun huzurundaki kişiler kendisine ibadet etmekten asla kibirlenmezler.." (Enbiya, 19) buyruğu ile işaret olunan maddi alâka ve ilgilerden münezzeh olan ruhları tanımaya geçer. Binâenaleyh kul, kendi kudret ve takatine göre, bu sayılanların hepsini zihninde cem ettiği zaman, onun aklında âlemin bilgisine dair ancak bir zerre meydana gelmiş olur ki, bu da, âlemin Allah'ın dışında kalan her şey olduğudur. Sonra, bu durumda kul, bu zerre için meydana gelen bütün var oluşların, onun sıfatları, halleri ve münasebetleriyle ilgili olarak zâtında bulunan bütün var oluş mükemmelliklerinin, ancak Hakk'ın yaratması, O'nun cömertliği ve O'nun varlığından dolayı olduğunu anlamış olur. Bu durumda da, Hak teâlâ'nın "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'adır" tabirinin mânasına dair, ancak bir zerreyi tanımış olur. İşte bu kelime, sahili olmayan bir okyanus, sonu olmayan bir ifâdedir. Allah, en iyi bilendir.

Allah'ın Zat, Sıfat ve Fiilleri Mahluklarınkine Benzemez

Biz, Hak teâlâ'nın kelamının takdirinde olduğunu söylemiştik. Biz bunun böyle olduğunu belirtmiştik, zira Fatiha süresindeki "Yalnız sana ibadet eder, ve yalnız senden yardım talep ederiz" sözünü ancak kulun söylemesi uygun düşer. İşte bu sebepten dolayı biz burada böyle bir takdirin yapılmasına ihtiyaç hissettik... Ama bu sûrede geçen "Hamd, gökleri ve yeri yaratan Allah'a muhsustur" buyruğundan maksadın, Allahü teâlâ'nın bu ifadeyle kendi kendisini medhetmiş olması uzak bir ihtimal değildir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Bu, bazı bakımlardan, Allahü teâlâ'nın zât, sıfat ve fiilleri bakımından (mahlûkata) benzemekten münezzeh olduğuna delâlet eder. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hakk'ın Elhamdülillah ifadesi, kendi kendini methetmesi demektir. Bu ise, bu şehâdet âleminde kabîh, çirkin addedilmiştir. Cenâb-ı Hak bunu bize emredince, bu, Hakk'ın halka kıyâs editemiyeceğine delâlet etmektedir. Hak nazarında bu kabîh (çirkin) olmadığı halde, bunun insan tarafından kabîh sayılması gerekmediği gibi, halk tarafından çirkin kabul edilen her şeyin Hak nezdınde kabîh olması gerekmez... İşte bu usûlle, Mu'tezile'nin "Bizim nezdimizde kabîh olan her şeyin, Allah katında da kabîh olması gerekir" şeklindeki sözlerinin bâtıl olması gerekir.

İşte bu düstûr ile, Allah'ın fiillerinin mahlûkatın fiillerine benzemediğini anlayınca, O'nun sıfatlarının, mahlûkatının sıfatlarına; zatının da, mahlûkatının zâtlarına benzemediğini anlamış olursun.. İşte bu durumda da, Cenâb-ı Hakk'ı zâtı, sıfatları ve fiilleri bakımından, başkasına benzemekten tenzîh ve kâmil manada takdis etmek gerekir. O halde, Cenâb-ı Hak (c.c) zâtında tekdir; sıfatlarında, O'na hiç kimse ortak ve benzer değildir. Fiillerinde de tekdir. O'nun, fiillerinde de bir benzeri yoktur. Allah en iyi bilendir.

"Gökleri Ve Yeri Yaratan" Sıfatı İle İlgili İki Mesele

Hak teâlâ'nın, "Kî O, gökleri ve yeri yarattı..." buyruğuna gelince, bunda iki mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Bu âyetle ilgili olarak ortaya çıkan sorular hakkındadır: Birinci Soru: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan Allah'adır" ifadesi sanki, "Bana fakîh olan bir adam geldi" sözü gibidir. Zira bu ifâde, fakîh olmayan başka bir adamın da varlığına delâlet eder. Aksi halde bu sıfatın zikredilmesine gerek kalmazdı. İşte bu âyet Hak teâlâ'nın, "Hamd, o gökleri ve yeri yaratan Allah'adır" ifadesi de, sanki gökleri ve yeri yaratmayan başka bir ilahın da bulunduğu zannını uyandırmaktadır. Aksi halde bu sıfatın getirilmesinin bir faydası yoktur?

Cevap: Biz, "Allah" lâfzının alem (özel) isim yerine geçtiğini söylemiştik. Binaenaleyh bir alem isim için bir sıfat kullanıldığında, bu sıfatın kullanılmasının gayesi "temyiz" (onu başkalarından ayırma) değil; aksine o varlığın o sıfatla mevsûf olduğunu bildirmektir. Meselâ biz, "âlim adam" dediğimiz zaman, "adam" kelimesi, bir mâhiyetin "adam oluş mahiyeti"nin adıdır. Mahiyet ise, zikredilen pekçok şahısları içine alır. Binaenaleyh burada sıfatın getirilmesinden maksad. bu adamı bu bakımdan (bu sıfat ile) diğer adamlardan ayırmak (temyiz etmektir). Fakat, "Âlim Zeyd" dediğimiz zaman, "Zeyd" kelimesi bir alem (özel) isim olup, ancak o belli şahsı ifade eder. Çünkü alem isimler, işaret ismi gibidirler. Binaenaleyh alem olan bir ismi "alim" sıfatı ile tavsif ettiğimizde bundan maksadın, o şahsı başka şahıslardan ayırma olması imkânsızdır. Aksine bundan maksad, bu ismi alan o şahsın, bu sıfatla mevsuf olduğunu bildirmektir. "Allah" lafzı da alem isimlerden olduğuna göre, şüphe yok ki durum bizim anlattığımız şekilde olur. Allah en iyi bilendr.

Yerle Gökten Hangisinin Önce Yaratıldığı?

İkinci Soru: Kur'ân-ı Kerim'in zahiri, yeryüzünün göklerden evvel yaratıldığına delâlet ettiği halde, bu âyette niçin gökler yerden önce zikredilmiştir?

Cevap: Gök (semâ) bir daire, yeryüzü de onun bir merkezi gibidir. Dâirenin meydana gelmesi için merkezin belirlenmesi gerekir. Bunun tersi söz konusu olmaz. Çünkü merkezin bulunması, mutlaka dâirenin belirlenmesini gerektirmez. Çünkü tek bir merkez ile, sınırsız dâirelerin çevrilmesi mümkündür. Binaenaleyh bu itibarla gök yerden önce olunca, göğün yeryüzünden önce zikredilmesi gerekir.

Göklerin Çoğul, Arzın Tekil Zikredilmesinin Sebebi

Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak, "(Allah), yeryüzünden de onların (göklerin) mislini yaratmıştır" (Talak, 12) âyetinin delâlet ettiği gibi, yeryüzünün tabakaları da çok olduğu halde, niçin "gök" kelimesini cemî, "yer"i ise müfred olarak getirmiştir?

Cevap: "Gök" fail, "yer" ise kabil (mef'ûl, göğün tesirinde kalan) makamındadır. Binaenaleyh gök müfred olarak zikredilseydi, tesirin hangisine ait olduğu meselesi karışırdı. Bu ise, bu âlemin faydasını ihlal ederdi. Ama "gök"ler çok olunca, yıldızların birbirleriyle münasebetleri de farklı farklı olur. İşte bu sebeple, dört mevsim, diğer çeşitli haller meydana gelir ve bu farklılıklar sayesinde, dünyanın faydasına olan şeyler hâsıl olur. "Yer", tesiri alıp kabul edendir. Alanırvtek oluşu, alma hususunda kâfidir.

Fakat yeryüzünün tabakalarının birden fazla olduğunu gösteren âyete getince, biz bu hususu o âyetin tefsirinde (Talak, 12) izah ettik. Allah en iyi bilendir.

Göklerin ve Yerin Yaratılışının Allah'ın Varlığına Delaleti

Bil ki bu âyetin burada getirilmesinin gayesi, yaratıcının varlığına bir delil olması içindir. Bu hususu şöyle izah ederiz. Göklerin ve yerin kütlesi, belirli bir ölçü içinde yaratılmıştır. Bu ise, onları bu ölçülere tahsis eden, bir Fâil-i Muhtar'ın belirlemesi ile olmuştur. Bu cümlenin birincimukaddimesinin izahı şu şekillerde yapılabilir:

a) Her felek, mevcut ölçülerinden daha fazla veya daha noksan olarak takdir edilebilmeleri muhtemel iken belli bir miktar ile sınırlandırılmıştır.

b) Miktarı (ölçüleri) belli olan her felek, birçok parçadan meydana gelmiştir. Bu feleğin yapısına dahil olan her parça, o feleğin dışında kalmış olması mümkün olduğu gibi, feleğin bir parçası olmayan şeylerin de, bu feleğin bir parçası olmuş olması mümkün idi. Binaenaleyh herbir parçanın belli bir yerde yer alması (zorunlu olmayıp) mümkin olan birşeydir.

c) Cisimlik tabiatının aynı olmasının delâleti ile hareket ve sükûn hali her cisim için geçerlidir. Ayrı işlerin, levazımı da ayrıdır. Öyleyse bazı cisimlerin sükûn veya hareket içinde olması mümkin olunca, aynı durumun hepsi için de olması gerekir. Binaenaleyh felekî (semavî) bir cisme hareketsizliği değil de, hareketi has kılmak, mümkin olan bir tahsîsdir.

d) Her hareketin, olduğundan daha hızlı veya daha yavaş olması mümkindir. Binaenaleyh belli bir hızı veya yavaşlığı, belli hareketlere tahsis etmek de mümkin olan bir tahsîsdir.

e) Her hareket, belli bir yöne doğrudur. Hareketlerin, başka bir yöne doğru olmaları da mümkin idi. Binaenaleyh bu belli yönü o harekete vermek, mümkin bir tahsisdir.

f) Her feleğin, ya üstünde ya altında başka bir cisim (felek) bulunur. Bunun, bu sıranın aksine bulunması da mümkin idi. Böyle olabileceğinin delili şudur: Cisimler, madde oluş bakımından eşit olup, bazısı için söz konusu olan şeyler, hepsi için de imkan dahilinde olunca, bir cismin belli bir yere ve sıraya has kılınması da mümkinattan olur.

g) Her feleğin hareketinin bir başlangıcı vardır. Çünkü başlangıcı olmayan bir hareketin var olması imkânsızdır. Çünkü hareketin aslı, bir durumdan başka bir duruma geçmedir. Bu geçiş, kendisinden önce başka bir geçişin bulunmasını gerektirir. Önce oluş ise, kendisinden önce bir başkasının bulunmasına manîdir.

Halbuki bu iki şeyi birleştirmek imkânsızdır. Binaenaleyh her hareketin mutlaka bir başlangıcı olduğu sabit olur. Halbuki o hareketin, belli vaktinde başlayıp da, daha önce veya daha sonra başlamamış olması da mümkin olan bir husustur.

h) Cisimler, bütün mahiyetlerinde eşit olunca, onların bir kısmı felekî (semavi), bir kısmı da unsûrî (yani yeryüzüne ait olan, ana elementlerden meydana gelen) diye tavsif edilirler. Onların bu şekilde tavsîf edilip, başka şekilde tavsif edilmemiş olması da mümkin hususlardandır.

i) Cisimlerin hareketleri, hür ve irade sahibi bir Fail-i Muhtar'ın fiilidir. Bu söz konusu olduğuna göre, bu hareketlerin bir başlangıcı vardır. Bu iki mukaddimeden birincisinin izahı şöyledir: Bu hareketlerde müessir olan, eğer mûcib-i bizzat (zâtı gereği mûcib) olan (bunu gerektiren) bir sebep olsaydı, o illetin mevcudiyyetinin devamından, neticelerinin de devamı gerekirdi. Böylece de o illetin (sebebin) devamından, bu harekette müessir olan cüzlerden herbirinin devamı gerekirdi. Bu imkânsız olduğuna göre, bu harekette müessir olanın, mûcib-i bizzat (zatı gereği mûcib olan) bir illet değil, Fâil-i Muhtar bir varlık olduğu sabit olur. Bu sabit olunca da, o Fâil-i Muhtarın, hareketlerden önce mevcut olması gerekir. Bu da, o hareketlerin bir başlangıcının bulunmasını gerektirir.

k) Delil ile sabit olmuştur ki âlemin dışında sonsuz bir boşluk vardır. Bu delil şudur: Biz, zarurî (kesin) olarak biliyoruz ki, kendimizi bir an için, en üstteki feleğin en kenarında hissetsek, önümüzde ve arkamızda kalan yönleri ayırdederiz. Bunların birbirinden ayırdedilmesi, zarurî olarak bilinir. Bu böyle olunca da, âlemin dışında sonsuz bir boşluğun varlığı sabit olur. Binaenaleyh bu âlemin, şu anda mevcud olduğu yerde bulunup, diğer yerlerde bulunmamış olması da mümkin olan bir husustur.

Binaenaleyh yapılan bu on izah sayesinde, göklerin ve yerlerin kütlelerinin, gerek sıfatları, gerek halleri itibarı ile farklı oldukları sabit olur. Böylece de aklen, bunların zıdlarının ve benzerlerinin bulunması da mümkinâttandır. Bu sebeple, onlara has kılınan bu hallerin ve sıfatların, ancak bir müreccih (tercih eden) ve bir mukaddir (takdir edip veren) sayesinde meydana gelmiş olması gerekir. Aksi takdirde, bir müreccih olmadan, mümkin olan birşeyin iki ihtimalinden (olması veya olmaması ihtimalinden) birinin diğerine baskın çıkması gerekirdi ki bu imkânsızdır.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: "Yaratma"nın, "takdir etmek" ölçüp biçmek, planlamakken başka bir manası yoktur. Bu sebeple akıl, takdirin bu on bakımdan bulunduğuna delâlet edince, yaratmanın da bu on bakımından olması gerekir. İşte bu incelikten ötürü, Allahü teâlâ bu sureye, "Hamd, o gökleri ve yeri yaratan Allah'adır" diyerek başlamıştır. Allah en iyi bilendir.

Bazı alimler, "bu âyette gökler ile yerin ve karanlıklar ile aydınlığın zikredilmesinin gayesi, bunlardaki faydalara dikkat çekmek içindir" demişlerdir. Bil ki göklerin cüzlerinden bir cüzünün faydası bile ciltlerce kitaplara sığmayacak derecede fazladır. Çünkü gökler, bu âlemin mevâlidine (bitki, maden ve canlılarına) nisbetle, baba; yeryüzü ise yine bunlara nisbetle ana gibidir. Binaenaleyh fail durumunda olan sebep, semavî; kabil (mef'ûl) olan sebep ise arzî (yeryüzüne ait)dir. İşte bu iki sebep ile, mevâlid-i selâsenin (yani bitki, maden ve canlılar gibi, üç çeşit doğan varlığın) işi tamamlanır. Bunu, derin derin izah etmenin imkanı yoktur.

"Karanlıktan ve aydınlığı var eden..." buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Fiilinin Manaları

(......) lafzı, "yaratıp, var etti" manasına geldiği zaman bir mef'ul alır, aynen bu âyette olduğu gibi.. (haline getirdi, yaptı...) manasına geldiğinde işe, iki mef'ûl alır. Nitekim, "Onlar Rahman'ın "Onlar, Rahman'ın kulları olan melekleri, dişiler yaptılar (saydılar)" (Zuhruf, 19) âyetinde olduğu gibi... (yarattı) ve (yaptı, kıldı..) fiilleri arasındaki fark şudur: (......) fiilinde, "takdir etme" (ölçülü olarak yapma) manası, birşeyden başka birşey çıkarıp yaratma ve birşeyi başka bir şey haline çevirme ve dönüştürme" gibi "tazmin" ve "tasyîr" (oluşturma, dönüştürme) manası vardır. Meselâ, "Ondan, onun eşini yarattı" (A'raf, 189) "sizi çiftler yaptı" (Fatır, 11) ve "O, tanrıları bir tek tanrı mı kılmış?" (Sad, 5) âyetlerinde olduğu gibi. Cenâb-ı Hakk'ın burada (......) fiilini kullanması çok güzel ve yerindedir. Çünkü karanlık ve aydınlık, birbirini takib eden iki şey olunca, bunlardan herbiri diğerinden meydana getirilmiş olur.

Karanlıklar İle Aydınlığın İzahı

Âyetteki, "Karanlıkları ve aydınlığı" ifadesi ile ilgili şu iki görüş vardır:

a) Bunlardan murad, maddî göz ile görülüp idrak edilen bu iki şeydir. Bunun böyle olduğu hususunu, bu lâfızların, bu manalarda hakikî olarak kullanılışları da destelemektedir. Yine bu iki şey, gökler ve yer ile birlikte zikredildiğine göre, bunlardan ancak maddî (hissî) olan bu iki husus (karanlık ve aydınlık) anlaşılır.

Vahidî, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın: "Cenâb-ı Allah, "karanlıkları ve aydınlığı var eden" buyurmuş ve "karanlıklar" lafzı ile şirkin, nifakın ve küfrün karanlığını, "aydınlık" (nûr) ile de İslâm'ın, imânın, nübüvvetin ve yakînin nurunu kastetmiştir" dediğini nakletmiştir. Hasan el-Basrî'nin de: "Allah bu âyetle küfür ve imanı kastetmiştir" dediği nakledilmiştir ki, bu iki söz arasında bir fark yoktur. Hasan el-Basri'nin sözü, İbn Abbas'ınkinin bir özeti gibidir.

b) Birisi, "Asıl olan, kelimeleri hakikî (lügavî) manasına hamletmektir. "Zulumât" (karanlıklar) ve nûr (aydınlık) kelimeleri, "gökler ve yer" ifadesi ile birlikte zikredildiğine göre, bunlardan ancak yukarıda söylediğimiz mana anlaşıldığı için, kelimeleri birinci görüşe hamletmek daha evladır" diyebilir. Vahidi: "Kelimeleri her iki manaya birlikte hamletmek daha evlâdır" demiştir. Ama ben derim ki: "Bu zor. Çünkü bu, lâfzı mecazî manaya hamletmektir. Halbuki bir lâfzı aynı bakımdan hem hakîkî, hem mecazî manaya aynı anda hamletmek mümkün değildir."

Karanlıkların Önce Zikredilmesinin İzahı

Cenâb-ı Hak, "karanlıklan", "aydınlık"tan önce zikretmiştir ki bunun sebebi şudur: Karanlık (zulmet), nuru (aydınlığı) kabul etme özelliğinde olan cisimde, nurun bulunmamasından ibaret olup, nurun zıddı bir varlığın mevcudiyetinden ibarettir. Bunun delili şudur: Bir insan kandile (ışığa) yakın otursa, bir başka insan da o ışığın uzağına otursa, uzakta kalan, hem yakın oturanı, hem de ışığın bulunduğu havayı aydınlık ve açık olarak görür. Ama ışığın yanında oturan, uzakta olanı göremediği gibi, onun bulunduğu yeri de karanlık olarak görür. Binaenaleyh eğer karanlık mevcut olan bir varlık olsaydı, o karanlık her iki şahsa göre de aynı olmalıydı. Bu böyle olmadığına göre, biz karanlığın, aslında mevcut bir varlık olmadığını anlarız.

Bu sabit olunca deriz ki: Sonradan var olan şeylerin (muhdes varlıkların) yok oluşları, var oluşlarından öncedir. Binaenaleyh karanlık gerek takdir, gerekse gerçekleşme bakımından nurdan öncedir. Binaenaleyh önce zikredilmesi gerekir. Bir hadis-i kutside, "Allah mahlûkah bir karanlık içinde yaratmış, sonra da onların üzerine nurundan serpmiştir" şeklinde nakledilen husus da bu görüşü desteklemektedir.

Karanlıkların Çoğul, Nurun Tekil Olmasının İzahı

Birisi çıkıp şöyle diyebilir: "Cenâb-ı Allah, (niçin) "karanlıklar" kelimesini çoğul, "aydınlık" sözünü de müfred olarak kullanmıştır?" Biz deriz ki: Âyette geçen "karanlıklar" (zulumât) lâfzını küfür manasına; "nûr" (aydınlık) lâfzını da imân manasına hamledenlere göre, âyetin manası açıktır. Çünkü hak tek, bâtıl birçoktur. Ama bu kelimeleri maddî karanlık ve aydınlık manasına hamledenlere göre, şu cevap verilir: Nûr, kuvvetli ve tam olan o (aydınlık) durumundan ibarettir. Sonra bu durum, yavaş yavaş azalabilir. Bunun birçok mertebesi ve kademesi vardır. İşte bu sebepten ötürü "karanlıklar" cemi olarak kullanılmıştır.

Cenâb-ı Allah'ın, "Bir de kâfirler kalkıp Rab'lerine başka şeyleri denk tutarlar" buyurmuştur. Bil ki "adl" masdarı, "denk ve eşit tutma" manasındadır. Nitekim birisi, bir şeyi bir şeye eşit saydığında ve denkleştirdiğinde denilir. O halde âyetteki fiili, "onlar, Allah'a başa şeyleri denk sayarak müşrik oluyorlardı" manasındadır.

Buna göre eğer, cümlesi neye atfedilmiştir denilirse, biz deriz ki: Bunun, "Allah, yarattığı her şeye mukabil, hamde ve senaya çünkü O, onları, sadece nimet olsun diye yaratmıştır. Sonra da kâfirler, Rablerine du şeyleri ortak koşmuşlar, böylece de O'nun nimetine karşı nankörlük yapmışlardır" manasında olmak üzere, ifadesine atfedilmesi muhtemel olduğu gibi, "Allah, kendisinden başkasının muktedir olamıyacağı bu büyük şeyleri yarattı; sonra da o kâfirler, asla hiçbir şeye kadir olamayan cansız varlıkları O'na denk tutup eşit sayarak müşrik oldular" manasında olmak üzere, cümlesine matuf olması da muhtemeldir.

Buna göre şayet, "O halde (sonra) manası nedir? Bu niçin getirilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu kelimenin burada getirilmesinin manası, Allahü teâlâ'nın kudretinin delilleri apaçık ortaya çıktıktan sonra, o kâfirlerin Cenâb-ı Hakk'a şirk koşmalarının akla sığmayan ve akıl almaz bir şey olarak görüldüğünü ifâde etmek içindir. Allah en iyi bilendir.

1 ﴿