3

"O, göklerde de, yerde de Allah'dır, Sizin içinizi de dışınızı da bilir. Ne kazanacağınızı da bilir" .

Bil ki biz eğer, "Önceki âyetten maksad, kadir ve irâde sahibi bir yaratıcının varlığına bir delil getirmektir" dersek o zaman "Bu âyetten maksad da, Allahü teâlâ'nın herşeyi bildiğini açıklamaktır" deriz. Çünkü önceki iki âyet, Allah'ın kudretinin kemâline delâlet etmekte, bu âyet ise ilm-i ilâhinin kemâline delâlet etmektedir. Bu takdirde, ulûhiyyetin bulunmasında muteber olan diğer sıfatlarla birlikte ilim de tamamlanır.

Eğer biz, "önceki âyetten maksad, âhiret hayatının doğruluğu ve gerçek olduğu hakkında bir delil getirmektir" dersek, "Bu âyetten maksad da, bu açıklamayı tamamlamaktır" deriz.

Bu böyledir. Çünkü âhireti inkâr edenler, şu iki sebepten ötürü inkâr etmişlerdir:

a) Onlar, insanın bedeninin meydana gelmesinde müessir olan şeyin, tabiatların imtizacı (birbiriyle birleşmesi) olduğuna inanmakta, bu hususta, kadir ve irâde sahibi bir Allah'ın müessir oluşunu inkâr etmektedirler.

b) Onlar âhireti kabul ederler, fakat Allah'ın cüz'iyyatı (teferruatı, detayları) bilemiyeceğini, binâenaleyh itaat edenden isyankâr (kâfir) olanı ayırdedemeyeceğini ve aynı şekilde (mesela) Zeyd'in bedeninin parçalarını, Amr'ın bedeninin unsurlarından ayıramayacağını söylerler. Hak teâlâ önceki iki âyet ile, kendisinin zorunlu (mecburen yapan) bir sebep değil, kudret ve irâde sahibi bir varlık olduğunu anlatmış, bu âyet ile de bütün malûmatı (herşeyi) bildiğini ortaya koymuştur. İşte o zaman, âhiretin, haşrin ve neşrin (yeniden diriltip, toplamanın) gerçek oluşunun inkârı konusundaki bütün görüşlerin dayanağı olan hertürlü şüphe kaybolur. İşte âyet-i kerimenin nazmı (önceki âyetlerle münasebeti ve ilgisi) hususundaki izah bundan ibarettir.

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Allah'a Mekân İsnad Edenlerin Reddi

Allahü teâlâ'nın bir mekanda olduğunu söyleyenler, bu âyetteki, "O, göklerde Allah'dır" ifâdesine tutunmuşlardır.

Bu ifâde, ilahın gökte yerleşmiş olduğunu göstermektedir. Bu görüşü savunanlar şöyle demişlerdir: "Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Göktekinin sizi yere batırıvermesinden emin mi oldunuz?" (Mülk, 10) âyeti ile de güç kazanmaktadır. "O halde, Hak teâlâ'nın bu âyetteki, "O göklerde de, yerde de Allah'dır" beyânından ötürü, yerde de yerleşmiş olması gerekir" denilmesi bizi bağlamaz. Böyle bir görüş, Hak teâlâ'nın aynı anda iki ayrı yerde bulunmasını gerektirir ki bu imkânsızdır. Sonra diyoruz ki, 'Biz, Allah'ın yeryüzünde bulunan bir varlık olmadığı hususunda icmâ ettik ve iki zahirden birisi ile amel etmemekten dolayı, delil olmaksızın diğer zahiri mâna de amel etmemek gerekmez. Binâenaleyh Hak teâlâ'nın, "O, göklerde Allah dır" ifâdesinin zahirinin, bu zahiri mânası üzere kalması gerekir. Bir de kıraat imamları içinde, bu âyette, "O, göklerde Allah'dır" ifâdesinin sonunda vakf yapıp sonra da yeni bir cümleye başlayarak 'Yeryüzünde de sizin sırrınızı (içinizi) ...bilir" diye okuyanlar vardır. Buna göre âyetin mânası şöyle olur: "Hak teâlâ, sizin yeryüzünde bulunan bütün sırlarınızı bilir." Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, "yeryüzündeki" sözü "sırrınızı" sözüne müteallak (bağlı) olur." İşte onların görüşlerinin tamamı budur.

Bil ki biz ilk önce, bu ifâdeyi zahirî mânasına hamletmenin imkânsız olmadığı hususunda delil getiririz. Bu imkânsızlık birkaç yöndendir;

1) Hak teâlâ bu sûrede, "De ki: "Göklerde ve yerde olan her şey kimin?" De ki: "Allah'ındır" " (En'âm, 12) buyurmuştur ki bu âyet-i kerîme, göklerde ve yerde bulunan herşeyin Allah'ın mülkü olduğunu beyân etmektedir. Eğer Allah'ın kendisi de, göklerde olan şeylerden birisi olmuş olsaydı, kendi kendisinin mülkü olması gerekirdi ki bu imkânsızdır. Bu âyetin bir benzeri de, "Göklerde, yerde ve bu ikisinin arasında ne varsa O'nundur" (Tâhâ, 6) âyetidir. Eğer onlar, "Cenâb-ı Allah'ın "Deki: "Göklerde ve yerde olan herşey kimin?" (Enâm, 12) ifâdesi, göklerde olan herşeyin Allah'ın olmasını gerektirir. Ama âyetteki "herşey" kelimesi, akıl sahibi olmayan varlıklar için kullanılır. Binâenaleyh bunun içine, Allah'ın zâtı dâhil değil" derlerse, deriz ki: "Biz bunu kabul etmiyoruz. Çünkü "Göğe ve onu bina edener yere ve onu yayıp döşeyene, nefse ve onu düzenleyene yemin olsun ki..." (şems, 5-7) ve "Siz, benim ibâdet ettiğime ibâdet etmezsiniz" (Kafirun, 3) âyetleri, bu iddianın aksine delildirler. Hiç şüphe yok ki bu âyetlerdeki (......) kelimesi, Hak teâlâ'yı göstermektedir.

2) Âyetteki, "O, göklerde Allah'dır" ifâdesi ya "O, bütün göklerde mevcuttur", yada, "O, tek bir gökte mevcuttur" mânasındadır. İkinci ihtimal, âyetin zahirî (açık) mânasını terketmektir. Birincisi ise şu iki şekilde düşünülür: Hak teâlâ'nın göklerden birinde bulunan kısmının, diğer göklerde bulunanın ya aynısı ya da gayrisi olması gerekir. Birincisi, mekan (yer) tutan tek bir varlığın iki ayrı yerde bulunmasını gerektirir ki, bu aklın da açıkça göstereceği gibi, bâtıldır. İkinci ihtimal ise Hak teâlâ'nın cüzlerden ve kısımlardan mürekkeb olmasını gerektirir ki bu da imkânsızdır.

3) Şayet Cenâb-ı Hak göklerde mevcut olsaydı, O sınırlı ve sonlu olurdu. Halbuki, böyle olan her şeyin, artmayı ve eksilmeyi kabul etmesi mümkün olur. Böyle olan her şeyin de, muayyen bir miktarda tahsis edifmiş olması, bir tahsis edenin tahsis etmesinden, bir takdir edenin takdir etmesinden dolayı olmuştur. Böyle olan her şey ise, "muhdes-sonradan olma"dır.

4) Şayet Allah göklerde bulunmuş olsaydı, bu durumda O, bu göklerin üstünde, başka bir âlemi yaratmaya ya kadir olurdu veya olamazdı. İkinci ihtimal, O'nun aciz olmasını iktizâ eder. Birincisi de, şayet Allahü teâlâ bunu yaratmış olsaydı, o zaman kendisi bu âlemin altında olmuş olurdu. Halbuki, Allah'ın göklerde olduğunu ileri sürenler, O'nun bu âlemin altında olmasını kabul etmezler.

5) Allah, 'Nerede olursanız olun. O, sizinle beraberdir" (Hadid.4); "Biz ona şah damarından daha yakınız" (Kâf, 16), "O, gökte de, yerde de Allah olandır" (Zuhruf. 84) ve "Nereye yönelirseniz, Allah'ın yüzü oradadır" (Bakara, 115) buyurmuştur. Bütün bu âyetler, Cenâb-ı Hakk'ın bir mekânı ve bir cihetinin bulunduğuna hükmetmeyi iptal eder. İşte bu delillerle, bu ifâdeyi zahirine hamletmenin mümkün olmadığı sabit olmuş olur.

Binâenaleyh bu ifâdeyi tevil etmek gerekir. Bu tevil ise birkaç yönden yapılabilir.

a) Hak teâlâ'nın, "O, göklerde de, yerde de Allah'dır" ifâdesi, "Allah, gökleri ve yeri idare etmektedir" mânasındadır. Bu, tıpkı birisi bir şeyi yönetip, onun durumunu islâh edip yoluna koyduğunda, "Falanca, falan iştedir" denilir. Bunun bir benzen de Cenâb-ı Hakk'ın, "O, gökte de, yerde de Allah olandır" (Zuhruf. 84) âyetidir.

b) Hak teâlâ'nın "O, Allah 'dır" ifâdesi tam bir cümledir. Yüce Allah, sonra yeniden söze başlayarak, buyurmuştur ki bu, "O Allah, göklerdeki meleklerin sırlarını ve yerdeki insanlarla cinlerin sırlarını ve sır olmayan şeylerini bilen bir ilahdır" mânasındadır.

c) Bu âyette, takdiri şöyle olan bir takdim ve tehir vardır: "O, göklerde ve yerde sizin sırrınızı da, açığınızı da bilen Allah'dır." Bu mânayı şu sözümüz de desteklemektedir: Âyetteki ifadesi "O, fazîletli ve âlim olandır" cümlesi gibidir. Burada (......) kelimesi, hasr (sadece) mânasını ifâde için getirilmiştir. Bu incelik, "Allah" lafzını, müştak (türemiş) bir isim olarak kabul ettiğimiz zaman söz konusudur. Ama "Allah" kelimesini, belli bir varlığı gösteren ism-i işaret olarak, bir varlığın alem (özel) ismi saydığımızda, zamirinin, bu kelimenin önüne gelmesi doğru olmaz. Fakat, "Allah" lafzını müştak kabul ettiğimiz zaman, (......) ifadesi, "O, göklerde ve yerde kendisine ibadet edilendir" mânasında olur. Bu durumda, soru zail olur. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Âyette geçen "sır"dan murad, kalplerde bulunan, birşeyi yapmaya ve yapmamaya götüren sebepler, niyetler ve düşüncelerdir. "Cehr" (açık, sır olmayan) sözü ile de, insanın uzuvlarının yaptığı şeyler kastedilmiştir. Allahü teâlâ, âyette sim "cehr"den önce zikretmiştir. Çünkü işlerin yapılmasında müessir olan, sebepler ve bu iki gücün toplamıdır. O halde sırlardan sayılan sebep, "cehr" diye adlandırılan zahirî amellerde müessir olan şeydir. Sebebi bilmenin, bunun neticesini bilmeye sebep olduğu sabit olmuştur. Sebep ise neticeden öncedir. O halde aslında önce olanın, lafız bakımından da önce zikredilmesi gerekir.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ'nın, "Ne kazanacağınızı da bük" buyruğu ile ilgili bir soru vardır. O da şudur: Fiiller ya kalbe ait olur, ki bunlar âyette "sır" diye ifâde edilmiştir, yahud da uzuvlara âit olur ki bunlar da "cehr" diye ifâde edilmiştir. Demek ki fiiller ya sırrîdir, ya da cehridir. O halde buradaki, "(O Allah) ne kazanacağınızı da biîtr" ifâdesi, birşeyin, yine kendine atfedilmesi mânasına gelir. Bu ise yanlıştır?

Buna şöyle cevap verilir: Allahü teâlâ'nın, "ne kazanacağınızı" ifâdesini, insanın yaptığı işlere karşılık haketmiş (kesbetmiş) olduğu mükâfaat veya ceza mânasına hamletmek gerekir. Bu ifâde netice olarak insanın müktesebi mânasına hamledilmiştir. Nitekim "Bu, onun müktesebidir (kazancıdır)" mânasında, "Bu mal, falancanın kesbidir" denilir. Âyetteki bu ifâdeyi kesbin bizzat kendisi mânasına anlamak caiz değildir. Aksi halde, sizin de sorunuzda belirttiğiniz gibi bu, birşeyi yine kendisi üzerine atfetmek olur.

Dördüncü Mesele

Âyet, insanın, kendi fiilinin müktesibi (kazananı, mesulü) olduğuna delâlet etmektedir. Halbuki kesb (kazanç) bir menfaati elde etmeye veya bir zararı gidermeye götüren bir fiildir. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, bir menfaati elde etmekten veya bir zararı defetmekten münezzeh olduğu için, Allah'ın fiilleri hakkında, "Bunlar, Allah'ın kesbidir" denilemez. Allah en iyi bilendir.

3 ﴿