111"Eğer hakikaten biz onlara melekten indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve herşeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe, onlar yine de iman etmezlerdi. Fakat onların çoğu (bunu) bilmezler" Bil ki Allahü teâlâ, daha önce "O âyet geldiği zaman da onların yine iman etmiyeceklerinin siz farkında değil misiniz?" (En'âm, 109) buyruğu ile, özet olarak bahsettiği şeyin tafsilatını bu âyette açıklamış ve böylece de, eğer o kâfirlere, meleklerin indirilmesi, ölülerin diriltilip, kendileri ile konuşması gibi, istedikleri mu'cizeleri verecek olsa, hatta, buna herşeyi onlara karşı şahidler olmak üzere toplamak suretiyle, istemeyi düşünemedikleri şeyleri de katsa, Allah dilemedikçe onların yine de iman etmeyeceklerini beyan etmiştir. Âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Kur'ân-ı Kerim ile en çok istihza edenler beş kişi idiler: el-Velid b. el-Mugîre el-Mahzûmî, el-Âs b. Vâil es-Sehmî, el-Esved b. Abd-i Yeğûs ez-Zühri, el-Esved b. el-Muttalib ve el-Hars b. Hanzala. Sonra bunlar, Mekkeli bazı kimselerle birlikte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip, "Bize, senin Resûlullah olduğuna şahidlik edecek melekleri göster; veya bizim için ölülerimizden bazılarını dirilt de onlara, söylediğin şeylerin hak mı, bâtıl mı olduğunu soralım. Yahut da kefil olarak, yani iddia ettiğin şeye şahid olarak Allah'ı ve melekleri getir" dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu! Biz defalarca şunu anlattık: Müfessirler bu surenin bir defada nazil olduğu hususunda ittifak edince, "Bu âyet, falanca hâdise hakkında nazil, oldu!" demek, çok müşkil bir mesele olur. Ama bizim açıkladığımız izah şekline gelince, ki bu da, bundan maksad, onların bir kısmının "şayet kendilerine bir âyet gelirse Hazret-i Muhammed'e iman edecekleri hususunda var güçleriyle yemin etmiş oldukları" şeklindeki sözlerine cevap olmasıdır. İşte Allahü teâlâ bu sözü, onların yalan söylediklerini, gelmiş olan âyetlerden sonra başka âyetler göndermede bir fayda bulunmadığını, aksine doğruyu yalandan ayırmak için, mutlaka tek bir mu'cizenin dahi kafi geleceğini, ama bundan fazlasını istemenin ise sırf bir tahakküm ve işi yokuşa sürme ve ihtiyaç duyulmayan bir şey olduğunu; aksi halde onların, ikinci mucizenin izharından sonra üçüncüsünü, üçüncüden sonra dördüncüsünü... isteyebileceklerini, delilin ve durumun, bir noktada karar kılıp son bulmaması gerekeceğini, bunun ise, nübüvvet kapılarının kapanmasını icab ettireceğini beyan etmek için zikretmiştir. Nâfi ile İbn Âmir burada kubula, Kehf sûresinde ise (Kehf, 55 ) kafin kesresi ba'nın fethası ile kıbela tarzında okudular. Âsim, Hamza ve Kisaî her iki harfi her iki sûrede zamme ile, yani kubula şeklinde okudular. İbn Kesîr ile Ebu Amr ise hem burada, hem de Kehf sûresinde kesre ile kıbela şeklinde okumuşlardır. Vahidî şöyle der: "Ebu Zeyd, "Arapça'da "Falancayla yüzyüze geldim" tabirinde masdarın mezkûr çeşitlerde gelip hepsi de aynı manayı ifade eder" demiştir. Vahidî sözünü şöyle sürdürür: "Ebu Zeyd'in görüşüne göre, her ne kadar iki lafız farklı olsa dahi, her iki kıraatte de mana aynıdır." Bazı alimler, bu iki lafız (okuyuş) arasında mana bakımından fark bulunduğunu kabul ederek şöyle demişlerdir: "Bu kelimeyi, kafin kesresi, bâ'nın da fethasıyla kıbela şeklinde okuyanlara gelince, Ebu Ubey-de, Ferrâ ve Zeccâc, bunun manasının iyânen (aşikâr bir biçimde, ayan beyân) şeklinde olduğunu, nitekim "Bizzat, ayan beyân olarak, yüzyüze onunla karşılaştım" denildiğini söylemişlerdir. Ebu Zerr'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Adem (aleyhisselâm) peygamber miydi?" dedim. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Evet, o, Allah'ın kendisiyle ayan beyan konuşmuş olduğu bir peygamber idi" Müsned, 5/265-266 buyurdu. Ama, kubula şeklindeki kıraate gelince, bunun şu üç izahı yapılmıştır: a) Bu kelimenin, kendisiyle kefil ve şahid manası kastedilen kabîl kelimesinin çoğulu olmasıdır. Nitekim, denilir ki, "O adama kefil, şahid oldum" demektir. Buna göre mana, "Her şey, onlara karşı bir araya gelse ve Hazret-i Peygamber'in söylediği şeyin doğruluğuna kefil ve şahid olsalar, onlar yine inanmazlar..." şeklinde olur. Bu manaya göre o i'caz noktası şudur: Hasredilen bu şeyler arasında konuşan varlıklar bulunduğu gibi, konuşmayanlar da bulunmaktadır. Binaenaleyh, Allahü teâlâ bu varlıkların hepsini konuşturup, bunların hepsi de bu şehadet ve kefilliği kabul etme hususunda mutabık olduklarında, işte bu en büyük mu'cizelerden olur. b) Bu kelimenin, sınıf ve tür, çeşit manasında olan kabîl kelimesinin çoğulu olmasıdır. Buna göre mana, "Biz onlara karşı, çeşit çeşit her şeyi bir araya getirseydik..." şeklinde olur. Bu manaya göre de i'caz noktası, onların ölümlerinden sonra tekrar bir araya gelip toplanmaları, sonra da farklı karakterlerde olmalarına rağmen aynı yerde bir araya gelebilmiş olmalarıdır. c) Bu kelimenin Ebu Zeyd'in de tefsir ettiği gibi, "yüzyüze, karşı karşıya" manasına gelen, kıbela manasında olmasıdır. "Allah dilemedikçe, onlar yine de iman etmezlerdi" buyruğuna gelince, bu hususta iki mesele bulunmaktadır: Allah'ın İradesi Hakkında Farklı Yorumlar Âyetten şu kastedilmiştir: "Şayet Cenâb-ı Hak, iman etmelerini dilediği kimseler hariç, o kâfirlere, hayret verici ve şaşırtıcı bütün mu'cizeleri izhar etmiş olsaydı bile, onlar yine de iman etmezlerdi." Alimlerimiz şöyle demişlerdir. Onlar iman etmediklerine göre, (onların iman etmemeleri) delili, Allahü teâlâ'nın, onların iman etmelerini dilemediğine delâlet eder. İşte bu delil, bu mesele hakkında bir nasstır. Mu'tezile ise şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, bütün kâfirlerin iman etmelerini istemiştir." Cübbaî bu mesele hakkında, kendilerine mahsus olan şu meşhur açıklamaları yapmıştır: a) Allah'ın onlara iman etmelerini emretmemiş olması halinde, iman etmeleri onlara vacib olmadığı gibi; aynı şekilde iman etmelerini de dilememiş olsaydı, yine iman etmeleri onlara vacib olmazdı. b) Şayet Allah kâfirin küfrünü dilemiş olsaydı, kâfir, küfür fiili ile Allah'a itaat etmiş olurdu. Çünkü tâatın, istenileni yapmaktan başka bir manası yoktur. c) Şayet Allah'ın kâfirin küfrünü dilemesi caiz olsaydı, O'nun küfrü emretmesi de caiz olurdu. d) Şayet Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlerin küfrünü dilemesi caiz olsaydı, o zaman O'nun bize, bizim o kâfirlerden küfürlerini istememizi de emretmesi caiz olurdu.. Mu'tezile, " İşte bu delillerle, Allahü teâlâ'nın, onlardan sadece iman etmelerini dilediği sabit olur. Halbuki, bu âyetin zahiri, Allah'ın onların iman etmelerini dilememiş olmasını iktiza etmektedir. Halbuki deliller arasında bir çelişkinin bulunması imkânsızdır. Binaenaleyh, bu delillerin arasını uzlaştırmak gerekir. Bunun yolu ise, "Allahü teâlâ, herkesten, ihtiyar ve tercih ederek yapacakları imanı dilemiş ama O, onlardan, zoraki ve cebren meydana gelebilecek bir imanı murad etmemiştir" dememizdir. İşte bu yol ile, bu müşkil ortadan kalkar" demiştir. Bil ki bu söz şu bakımlardan da zayıftır: a) Onların, "ihtiyarî iman" diye adlandırdıkları bu iman ile onlar, "kulun kudreti, iman ve küfre eşit bir biçimde müsait ve elverişlidir. Sonra o kudretten, bir müreccih sebep ve bir mümeyyiz irade bulunmadan, küfür değil de iman sudur etmiştir" şeklinde bir mana kastediyorlarsa, işte bu, bir müreccih bulunmadan "mümkin" olanın iki tarafından birinin diğerine üstün geldiğini söylemek olur ki, bu imkânsızdır. Yine bunun genelde makûl olduğu kabul edilse bile, bu iman yine de kul cihetinden hasıl olamaz, aksine bu, asla bir sebep ve bir müessir bulunmadan meydana gelen bir şey olmuş olur. Çünkü burada mevcut olan, sadece kulun kudretidir. Bu kudret ise, iki zıdda nisbetle de eşittir. Bu kadarcık kudret ile de, "mümkin" olanın iki tarafından biri diğerinin aleyhine olarak galip gelemez. Sonra "mümkin"in iki tarafından birisi, eğer kendi kendine meydana gelmişse bu, kuldan sudur eden bir şey olmaz, aksine bu, asla bir sebep bulunmaksızın bir meydana geliş olur ki, bu da fiil ve fail; tesir ve müessir hakkındaki bilgileri altüst eder ki, bunu da hiç bir akıllı (insan) söylemez. Yahut da, onların "ihtiyarî iman" diye adlandırdıkları iman şu olur: Kulun kudreti, her ne kadar iki zıdda da elverişli ise de, bu kudret ancak imana sevkeden bir sebebin kendisine refakat etmesi halinde, imanın sudur ettiği kaynak olur. Bu ise, imanın kaynağının, kulun kudreti + (artı) sebep olduğuna hükmetmek olur. İşte bu yekûn, iman etmeyi gerektirir. Bu da, alimlerin "cebr" diye isimlendirmiş oldukları şeyin aynısı olur ki, siz Mu'tezile ise bunu kabul etmemektesiniz... O halde, onların "ihtiyarî iman" diye adlandırdıkları o şeyden, makul ve anlaşılır bir anlam çıkmadığı kesinleşmiş olur. Böylece umarım ki sen, bu açıklamanın son derece sağlam olduğunu anlamışsındır. b) Kabul edelim ki, ihtiyari iman, Allah'ın tekviniyle meydana gelen imandan farklı olsun. Ancak ne var ki biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer hakikaten biz onlara melekleri, şunları suntan... indirmiş olsaydık bile, onlar iman etmezlerdi..." şeklindeki buyruğunun manası, sayılan bu şeylerin zuhur etmesi halinde, onlar, ihtiyari tarzda iman etmezlerdi" demektir. Bunun delili şudur ki: Bu şeylerin bulunması halinde, onlar icbarî bir tarzda da iman edebilirlerdi. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar yine de iman etmezlerdi" buyruğundan muradın, "onlar ihtiyarî ve iradî olarak iman etmezler" şeklinde olduğu sabit olur. Daha sonra Cenâb-ı Allah bu iman etmemeden istisna yaparak, "Allah dilemedikçe..." buyurmuştur. Müstesnâ'nın, müstesna minh kendinden istisna yapılandın cinsinden olması gerekir. Halbuki mecburen ve zoraki olarak meydana gelen iman, ihtiyarî olan imanın cinsinden değildir. Böylece, "Allah dilemedikçe..." kaydı ile mecburî ve ızdırarî imanın murad edilmiş olduğunun söylenemeyeceği, aksine bundan muradın ihtiyarî iman olması gerektiği sabit olmuş olur. İşte bu durumda da, bizim alimlerimizin delilinin kuvvetli olduğu anlaşılır; bu delile karşı Mutezile'nin öne sürdüğü sualler de tamamen sakıt olur. Cübbaî şöyle demektedir: "Allahü Teâlâ'nın, "Allah dilemedikçe..." ifadesi, O'nun meşietinin hadis olduğuna delâlet eder. Çünkü, şayet o meşîet kadîm olsaydı, böyle denilmesi caiz olmazdı. Nitekim, Zeyd, Basra'ya, ancak Allah'ı tevhîd edip birlemek için gitmiştir" denilemez. Bunun izahı şudur: "Biz, "Allah'ın dilemesi durumu müstesna, bu şekilde olmaz" dediğimizde, bu ifade, neticenin meydana gelişinin, meşîetin var olmasına bağlanmış olmasını iktizâ eder. Binaenaleyh, şayet meşîet kadîm olsaydı, şart da kadîm olur, şartın bulunmasından da meşrutun bulunması gerekirdi. Bu sebeple de, cezâ'nın (neticenin) kadîm olması gerekirdi. Halbuki duyularımız, "ceza" (şarta bağlı olan fiil)'in muhdes olduğunu gösterir. Binaenaleyh şartın hadis olması gerekir. Şart, Cenâb-ı Hakk'ın meşîeti olunca, o zaman Allah'ın meşîetinin de hadis olduğuna hükmetmek gerekir. İşte bu sözün izahı bundan ibarettir." Cevap: Meşîetullâh, her ne kadar kadîm ise de, ancak ne var ki o meşîetin, şu anda meydana gelen bir şeyin meydana gelmesine taalluk etmesi, hadis (sonradan meydana gelen) bir "nisbet"tir. İşte bu sözün doğruluğu için, bu kadar izah yeterlidir. Cenâb-ı Allah, daha sonra, âyeti "Fakat onların çoğu bilmezler" buyurarak bitirmiştir. Alimlerimiz bu ifadeden muradın, "onlar her şeyin Allah'dan olduğunu, O'nun kaza ve kaderiyle meydana geldiğini bilemezler" manası olduğunu söylemişlerdir. Mu'tezile ise bundan muradın, "Onlar, istemiş oldukları âyetler ve teklif etmiş oldukları o mu'cizeler zuhur ettiğinde, kâfir olarak kalmaya devam edeceklerini bilemezler. Oysa ki onların çoğu, bunu (iman edeceklerini) zannediyorlardı." |
﴾ 111 ﴿